Etiket: Fenerbahçe

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IV

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IV

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IV.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Merhaba 1. Lig

    Evet, artık 1. Lig’deydik. Ve işin asıl zor tarafı bundan sonra başlıyordu. 1.Lig’e çıkmaktan çok orada tutunmak ve kalabilmek önemliydi. Tutunamayıp düştüğümüz takdirde, tekrar 1.Lig’e yükselmek bizim için hayal olurdu. Hatta bu belki de Fenerbahçe Kulübü’nde basketbolun sonu dahi olabilirdi. İtiraf etmeliyim ki bu endişelerin rahatsızlığı içindeydim.

    1. Lig’de ne yapabilecektik? Bunu Muhtar Sencer ile oturup günlerce, saatlerce uzun uzun görüştük, tartıştık. 1. Lig’de kalabilmek için öncelikle iyi ve güçlü bir kadroya sahip olmamız gerekiyordu. Ülkede basketbolcu sayısı zaten çok azdı. Hele iyi basketbolcu, çok daha azdı. Ve onlar da birer takımın adeta tapulu malı olmuşlardı. O güzel amatörlüğün doğal tezahürüydü bunlar.

    Üç genç basketbolcumuz Silvio Guerson, David Filiba ve Izak Ventura’ya birinci takımda şans vermekten başka bir şey yapamadık. Zaten yapabilecek güce de sahip değildik maddi açıdan. Rahmetli Muhtar Sencer, Beyoğluspor’da oynamakta olan genç ve yetenekli Avram Barokas’tan Fenerbahçe’ye geleceğine dair yeni bir vaat almıştı. Oysa Barokas daha önce de aynı vaatte bulunmuş, hatta “Trakya Kupası” maçları için Edirne’ye giden kadroda da yer almış ve sonunda Beyoğluspor’dan ayrılmamıştı. Bu kez de aynı çalımı atabilirdi. Rahmetli Muhtar buna, ta ki yeni çalımı yiyene kadar ihtimal dahi vermek istememişti.

    Takımın en tecrübeli oyuncularından biri olan Mişel Gabay, mesleği icabı antrenmanlara doğru dürüst gelemiyor; işlerinin çokluğu, basketbol oynamasını bile engelliyordu. Mişel, zamanın ünlü terzisi İzzet’in makastarı idi. İşleri hakikaten yoğundu. Terzihanenin en zorlu işi onun sırtındaydı. Ve Mişel, artık yaşlandığını ve basketbolu oynarken zorlandığını söylüyordu. “Fenerbahçe’yi de, basketbolu da, sizleri de çok seviyorum. Fakat inanın başka çarem yok. İşim, basketbolumu engelliyor” diyordu. Mişel Gabay samimiydi. Kendisiyle vedalaşmaktan başka çaremiz yoktu.

    Elde kalan eskilerle gençleri bir araya getirip 1. Lig’e öyle girdik. Ve iyi de başladık. Ancak daha ligi ortalamadan bir darbe daha indi takımımıza. En iyi oyuncularımızdan biri olan ve Fenerbahçe’nin milli basketbol takımımıza verdiği ilk eleman bulunan Aron Habib’in askere gitmesiyle takımımız bir anda yarı gücünü yitiriverdi. Jak Habib’in kardeşi olan ve bu nedenle “Küçük Habib” adıyla anılan Aron Habib, uzaktan mükemmel şutları olan ve büyük bir basketbol zekasına sahip oyuncuydu. Sürati de, driplingleri de, asistleri de mükemmeldi. Takım için çok yararlı bir elemandı. Hele bizim takım için. Onun yokluğunu çok hissedecektik.

    Bütün bunlara rağmen Fenerbahçe basketbol takımı o sezon ligi, Galatasaray ve Beyoğluspor gibi en güçlü iki rakibin arkasından üçüncü sırada bitirmeyi başardı. Ve üçüncülüğü kazanmakla da “Federasyon Kupası” maçlarına katılma hakkını elde etti. Bu da önemli bir başarıydı bizim için.

    Terslikler Bitmiyor

    O sene Federasyon Kupası maçları İstanbul’da oynanacaktı. Bu bizim için bir şanstı. Ancak gelgelelim terslikler bir türlü yakamızı bırakmıyordu. Kadıköy Halkevi Spor Salonu’nda oynanan maçlarda Federasyon Kupası’nı kazanmamıza ramak kalmışken bunu elimizden kaçırdık.

    Kupayı elimizden alıp kaçıran da bir Fenerbahçeli oldu ne çare. Askere gönderdiğimiz Milli Basketbolcumuz Küçük Habip vatani görevini hava eri olarak Eskişehir’de yapıyordu. Ve final maçında karşımıza onun da yer aldığı Eskişehir Havagücü takımı çıkmıştı. Ve bizim Küçük Habip, gencecik bir teğmen olan Çelikcan ile birlikte bizi yakmışlardı. Daha sonra Hava Generali olarak tanıyacağımız rahmetli Çelikcan Şişmantürk de unutulmaz bir basketbolcuydu. Ve işin ilginç yanı o da Fenerbahçe’ye büyük sempatisiyle tanınıyordu.

    Maçtan sonra sevgili ve sevimli Küçük Habip, büyük bir mahçubiyet içinde bizden fellik fellik kaçmıştı. Aron Habib ne çare ki bir daha aramıza dönmedi, dönemedi. Askerden terhis olur olmaz İsrail’e gitti ve orada yerleşti. Böylece yalnız Fenerbahçe değil, milli takımımız da en iyi bir oyuncusunu kaybetmiş oldu. Sarı-Lacivert forma altında onun yerini ortanca ağabeyi Mordohay Habib aldı.

    Gedik Üstüne Gedik

    1948 yılında Fenerbahçe basketbol teknesi iki büyük yara daha aldı. Takım kaptanı Şükrü Mete ile antrenör oyuncumuz Jak Habib, kendilerini emekliye ayırdılar. Yerleri kolay dolmayacak iki oyuncumuzu daha kaybetmiştik. İlk kuruluş günlerinden itibaren Fenerbahçe basketboluna çok şeyler kazandıran ve Fenerbahçe basketbolunun temelinde alın terleri bulunan bu iki unutulmaz ismi burada sevgiye ve takdirle yâd etmeyi ödenmesi benim için şart olan bir borç bilirim.

    Şükrü Mete ile Jak Habib’in gidişleri takımımız için gerçekten büyük kayıptı. Rahmetli Muhtar Sencer ile paçaları sıvayıp teknemizde açılan bu imi büyük rahneyi kapatabilmek için yeni isimler aramaya koyulduk.

    Üzerinde durduğumuz filiz gibi bir delikanlı vardı: Vefa’da oynamakta olan Sacit Seldüz. Türk voleybolunda olduğu kadar Türk basketbolunda da büyük bir gelecek vadeden bir isimdi Sacit. Kendisiyle konuştuk. Tüm isteği, çalışacağı bir iş bulmamızdı kendisine. Bir iş bulduğumuz takdirde seve seve Fenerbahçe’ye geleceğini söylüyordu. Bu konuda da Raif Dinçkök imdadımıza Hızır gibi yetişmişti. Bu genç basketbolcuya Sultanhamam’daki mağazasında iş vermişti Dinçkök. Gönlü Fenerbahçe sevgisiyle dolu bu upuzun, dal gibi delikanlıyı Fenerbahçe’ye aldık. Bu büyük transferin gerçekleşmesinde Muhtar’ın gösterdiği büyük çaba asla unutulamaz.

    Bu arada Fenerbahçe Kulübü’nün kurucu üyelerinden olan rahmetli Dr. Ömer Seyfeddin Yalkın’ın oğlu Erdoğan Yalkın ile Reştan Aras ve Orhan Zeren gibi üç genç atletimize de Fenerbahçe basketbol takımında yer verdik. Bu çocuklar, atletizme iyi bir kış idmanı olacağı düşüncesiyle aramıza gelmişlerdi. Fakat sonunda atletizmi bırakıp basketbolda karar kılmışlardı.

    Genç, fakat iyi bir kadro oluşturduğumuza inanıyorduk. Artık potalar altında iddialı olabileceğimizi bile düşünmeye başlamıştık. Ancak daha ligler başlamadan tüm hevesimiz bir anda kursağımızda kalıvermişti. Vefa kulübü yöneticileri, transferine muğber oldukları Sacit Seldüz’ü asker kaçağı olarak ilgili makamlara ihbar etmişlerdi.

    Genç basketbolcu bir gece içinde evinden alınıp askeri makamlara teslim edilmiş ve kendisinin derhal Sivas’a sevkine karar alınmıştı. İş öylesine apar topar olmuştu ki; Sacit’i ancak Sirkeci’de sevkiyat yerinde bulup görüşmemiz mümkün olabilmişti. Son derece üzgün ve düşünceliydi o neşe dolu, espri dolu sevimli delikanlı. Kendisiyle ancak birkaç dakika görüşmemize izin vermişlerdi. Onu dilimiz döndüğünce teselli etmeye çalıştık. Sacit’in tek düşüncesi, evde yalnız ve zor bir durumda kalan yaşlı anasıydı. O konuda da yardımcı olacağımızı anlatmaya çalıştık. Ve büyük umutlar beslediğimiz Sacit Seldüz de böylece ve Fenerbahçe formasını sırtına giymeden adeta aramızdan uçup gidivermişti.

    Bu olaya Raif Dinçkök de en az bizler kadar üzülmüştü. Ve yanında topu topu birkaç gün çalışan bu genç basketbolcuya derhal sahip çıkmıştı. İki yıllık askerliği boyunca Sacit’e maaşını göndermiş, terhisinden sonra derhal yanına almış ve ona iyi bir istikbal temin etmek konusunda da yardımcı olmuştu. Raif Dinçkök, Fenerbahçe basketbolunun en zor günlerinde Hızır gibi imdada yetişen bir kişi olmuştu. Onun o büyük katkıları asla ve asla unutulamaz. Nur içinde yatsın.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Tevfik Taşçı Arşivi

    Tevfik Taşçı Arşivi

    Tevfik Taşçı, Fenerbahçe’nin kurucu başkanlarından… Ve aynı zamanda Musavver Muhit dergisinde kulüp tarihinin ilk fotoğrafında yer alanlardan biri… Kardeşi Vecihe (Taşçı) Gökçen ise Fenerbahçe’nin ilk kadın sporcusu… Aşağıda göreceğiniz fotoğrafları ile Tevfik Taşçı arşivi, Sırma Darkot Kafalı hanımefendi ve Ayşegül Gökçen hanımefendi sayesinde Fenerbahçe tarihine armağan ediliyor… Sonsuz şükranlarımızla…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu III

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu III

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu III.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ve Şampiyonluk

    Amacımız, dileğimiz, 2. Lig’de şampiyon olarak 1. Lig’e yükselmekti. Tüm hesaplarımızı ve çalışmalarımızı bunun üzerine yapıyorduk. Ancak itiraf etmeliyim ki, 1. Lig beni korkutuyordu. Bu ilgisizlik içinde 1. Lig bizim için bir “hüsran girdabı” da olabilirdi. Orada çok daha büyük maddi problemlerle uğraşmak zorunda kalacaktık. Bu muhakkaktı.

    Nur içinde yatsın; Muhtar Sencer, her zaman herkese karşı iyi niyetle düşünen bir yaradılışa sahipti. Takım 1.Lig’e yükseldiği takdirde Yönetim Kurulu’nun da ilgisini ve teveccühünü kazanacağı inancı içindeydi. Bu yüzden içimdeki korkuyu kendime saklayıp en yakın arkadaşım olan Muhtar’a bile açıklayamıyordum. Zaten şampiyonluk arzusu içimdeki o büyük korkuya da üstün geliyordu.

    Basketbolcularımız da şampiyonluk konusunda azimli, hatta kararlı görünüyorlardı. Bu da umut, hatta sevinç verici bir haldi bizler için. Sporda moral kuvvetinin başarı yolunda en büyük etkenlerden biri olduğuna her zaman yürekten inanmışımdır.

    1. Lig bir yana, 2. Lig’de de zorlu maçlar ve güçlü rakipler bizi bekliyordu. Bunu hepimiz çok iyi biliyorduk. Ve takımımız da lige bunun bilinci ve başarılı olmanın inancı içinde girmişti. İşe de iyi başlamıştık. İlk maçlarda aldığımız galibiyetler, takımımızın esasen yüksek olan moralini büsbütün yükseltmişti.

    Şampiyonluk yarışında en büyük rakibimiz Kurtuluş idi. Rakibimiz aynı zamanda şampiyonluğun da en büyük favorisi olarak gösteriliyordu. Ancak basketbolcularımızın moralleri öylesine yüksek, kendilerine güvenleri öylesine büyüktü ki, Kurtuluş’u bile gözlerine kestirmekteydiler: “Kurtuluş’u da yeneceğiz” sözleri ağızlarından düşmüyordu. Bütün takım buna yürekten inanmıştı.

    Ve 2. Lig’de şampiyonluğun düğümü son maça kalmıştı. Fenerbahçe de, Kurtuluş da yenilgi yüzü görmeden son maça gelmişlerdi. 9 Şubat 1947 sabahı Eminönü Halkevi Spor Salonu’nda dananın kuyruğu kopacaktı.

    Maç saat 10’da idi. Saat 8’de Muhtar’ı kapımda buldum. Evim Cağaloğlu’nda ve Eminönü Halkevi’ne birkaç yüz metre uzaklıktaydı.

    “Haydi gidelim” diye heyecan içinde konuşmuştu.

    “Bu saatte daha kapı bile açılmamıştır” diyecek olmuştum.

    “Allah Allah” diye feryat etmişti dostum. “Yahu bu şampiyonluk maçımız. Bu kadar genişlik olur mu?” diye söylenmeye başlamıştı. Rahmetli annemin ısrarıyla bir kahve içecek kadar oturabilmişti. Rahmetli dostum Kocamustafapaşa’daki evinden kim bilir saat kaçta çıkıp yollara düşmüştü?

    O güneşli ve şaşılacak kadar ılık Şubat sabahı Eminönü Halkevi’nde maça takımımız ancak 6 oyuncuyla çıkabilmişti. İki sakatımız vardı. Zaten topu topu sekiz oyuncudan ibaretti kadromuz.

    O gün çocuklar sahada aslanlar gibi mücadele vermişlerdi. Maçın ilk yarısını 18-14 önde kapatmıştık. Gerçi öndeydik ama bu maçın sonucu için bir garanti olmaktan uzak bir skordu. İkinci yarıda, özellikle son yedi dakika içinde takımımız öyle bir oyun çıkarmıştı ki, Kurtuluş’un o güçlü takımını adeta dağıtmıştık. Şükrü Mete’nin ve Hanri Düvenyas’ın uzaktan şutları; Jak Habib ile Mişel Gabay’ın pota altındaki turnikeleri ile takımımız o güçlü rakibini 36-29 yenmeyi başarmıştı.

    Ne büyük heyecan, ne büyük sevinçti o yarabbi. Bütün takım maçtan sonra saha ortasında adeta kenetlenmişti. Gözler sevinç yaşlarıyla buğuluydu. Şükrü Mete, Jak Habib, Aron Habib, Hanri Düvenyas, Mişel Gabay, Moris Meşulam’dan kurulu Fenerbahçe takımı bu unutulmaz galibiyetle 2. Lig’de şampiyonluğu kazanarak İstanbul 1. Ligi’ne yükselmeyi başarmıştı. Çocuklar gibi şendik.

    Rahmetli Muhtar’cığım, nefesleri kesen bu maçın son dakikalarını heyecanından izleyemeyip soyunma odasına kaçmıştı. Hatta yalnız kaçmakla da kalmayıp kapıyı bile arkasından kilitlemişti. Onun bu halini, o heyecan ve mutluluk dolu günün unutulmaz bir anısı olarak hala yaşarım.

    Maçtan sonra bahçede şampiyon takımın fotoğrafını çekerken elim heyecandan hala titriyordu. Nasıl titremesin ki; gerçi ben Muhtar’a takılıyordum ama bütün gece gözüme uyku girmemişti. Hatta kimseye renk vermemiş olmama rağmen günlerden beri bu maçın heyecanını içimde yaşıyordum. O heyecanlı bekleyişten ve bu heyecanlı maçtan ve elde edilen mutlu sonuçtan sona elim deklanşöre basarken titremişse çok mu?

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu II

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu II

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu II.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Forma Alabilecek Paramız da Yoktu

    Fenerbahçe’nin şerefli adını basketbol potaları altında temsil edecek bir takımımız vardı artık. Ancak ne çare ki bu takımın forması bile yoktu. Daha doğrusu takıma forma alabilecek para yoktu.

    İşte bu alabildiğine sıkıntılı günlerde, Sultanhamamı’nda bir büyük rastlantı, iyi olacak hastanın doktorunu ayağına getirivermişti. Kulüp üyelerinden, büyük Fenerbahçeli, fabrikatör Raif Dinçkök karşımıza çıkıvermişti birden. İçimizin sıkıntısını yüzümüzden okumuş olmalıydı ki; “Hayrola, bu ne hal? Karadeniz’de gemileriniz mi battı?” diye bize takılmıştı.

    Boş bulunup, durumu kendisine anlatmıştık. Sıcacık gülümsemişti: “Üzülmenize, sıkılmanıza gerek yok çocuklar” demişti ve hemen arkasından eklemişti, “Siz formalarınızı Zeki Rıza Bey’in mağazasına ısmarlayın, faturasını bana göndersinler”

    Sultanhamam meydanında, o anda sevincimizden göbek atacaktık neredeyse. Ve böylece Fenerbahçe’nin ilk basketbol takımı, ilk formasına kavuşmuştu. Nur içinde yat sevgili Raif Dinçkök ağabeyimiz. Dünyalar bizim olmuştu artık. Fenerbahçe’nin artık formalı bir basketbol takımı vardı.

    Takımımız İstanbul 2. Ligi’ne alınmıştı. Fakat o tarihlerde, lig maçları öncesinde, “Teşvik Turnuvası” adı altında hazırlık maçları yapılırdı. Bu maçlara, küme farklı gözetilmeksizin İstanbul’un tüm basketbol takımları katılırdı. Şans daha ilk turda bizi bulmuştu. Daha doğrusu vurmuştu. Kurada karşımıza yılların şampiyonu ve yenilmez armada Galatasaray çıkmıştı. Ve 21 Ocak 1945 günü, Eminönü Halkevi Spor Salonu’nda, yılların şampiyonu Galatasaray’ın karşısında topu topu birkaç aylık bir geçmişe sahip Fenerbahçe’nin o cılız takımıyla potalar altında ezeli rekabetin ilk tohumunu atmıştık. Sonuç, 48-15 yenilgi olmuştu bizim için.

    İlk Başarılar, İlk Kupamız

    1946 yılı başında, İstanbul Bölge tarafından düzenlenen “Dörtlü Turnuva” bizim için ilk başarı oldu. İstanbul 2. Ligi’nin ilk dört takımı arasında eliminasyon usulüyle yapılan bu maçlarda kazandığımız iki galibiyet bize yalnız şampiyonluk hazzını ilk kez yaşatmakla kalmamış, aynı zamanda Spor Oyunları Federasyonu (o zamanlar basketbol; voleybol ve hentbol ile birlikte bu ad altında toplanan bir federasyona bağlı bulunuyordu) tarafından Edirne’de düzenlenen “Trakya Kupası” maçlarına katılma hakkını da bize bağışlamıştı. Bu, hepimiz için haklı bir sevinç ve hatta gurur kaynağı olmuştu.

    Hele Edirne’deki “Trakya Kupası” bizim için ne büyük heyecan vesilesi olmuştu yarabbi. Uykularımız kaçmıştı heyecandan.

    Birinci takımımızdaki oyuncularımızdan bazıları, işleri nedeniyle İstanbul’dan ayrılamadıklarından, bu seyahate genç bir kadro ile gitmek zorunda kalmıştık. Beyoğluspor’dan ayrılıp bize katılacağını vadeden Avram Barokas da bu seyahate iştirak etmişti. Barokas, büyük bir istikbali olan çok iyi bir genç oyuncuydu. Nitekim daha sonra uzun yıllar Milli Basketbol Takımımızda yer alarak büyük değerini kanıtlayacak, ancak Beyoğluspor’u bırakıp Fenerbahçe’ye gelemeyecekti.

    İkinci mevki tren, kafile tenzilatı da yapılınca çok hesaplı geliyordu. Üstelik yol parası Federasyon tarafından karşılanıyordu. Edirne’de yemek ve yatma masrafları da Edirne Bölgesi’ne ait bulunduğundan, Muhtar’ın Yönetim Kurulu kapısında nöbete girmesine de ihtiyaç göstermemişti çok şükür.

    İlk maçımızda Edirne Lisesi takımını 41-16, ikinci maçımızda da Edirne Karması’nı 32-20 yenerek “Trakya Kupası”nı kazanmıştık. İki güzel oyun ve iki güzel galibiyetle elde ettiğimiz ve Fenerbahçe’ye basketbol sahalarından gelen ilk kupaydı bu. Takım kaptanımız Şükrü Mete bu kupayı Edirne Valisi’nin elinden alırken Muhtar’cık gözyaşlarını tutamamıştı. Fenerbahçeli basketbolcuların kendilerine verilen madalyaları Edirne Karması basketbolcularına hatıra olarak armağan etmeleri de büyük sevgi gösterilerine yol açmıştı. Edirne Lisesi’nde ağırlanan Fenerbahçe basketbol takımı Edirne tren istasyonundan büyük bir kalabalığın sevgi gösterileri ve “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” tezahüratı arasında ayrılmıştı. Sevgili dostum Muhtar Sencer’in, basketbol takımıyla ilgili tüm maddi sorunların hallinde “Sihirli Değnek” olacağını umduğu bu ilk kupa ile kulübe gidişini hiç unutamam. Nur içinde yat koca Muhtar.

    Gelgelelim bu “ilk kupa” da Yönetim Kurulu’nun basketbol şubesine ilgisini ve teveccühünü çekmekten uzak kalmıştı. O günleri yaşayanlar için paha biçilmez bir değeri bulunan bu meşhur Trakya Kupası bugün nerededir acaba? Fenerbahçe Kulübü’nün sorun tüm dallarındaki bin bir şan ve şeref anılarıyla dolu o zengin müzesinin bir köşesinde boynu bükük duruyor mu, yoksa bir kenara atılıp gitti mi? O tarihten bu yana Fenerbahçe Müzesi’nin dört kez taşınıp yer değiştirdiğini düşünecek olursak, kaybolup gitmiş bulunması da bir ihtimaldir. Bu nedenle Fenerbahçe Müzesi’nde bu kupayı aramaktan korkmuşumdur hep. İtiraf etmek gerekir ki; hiç de güzel bir görünüşü yoktu bu teneke kupanın. Fakat hiç kuşkusuz ağırlığınca altından çok değerliydi bizler için.

    Trakya Kupası gerçi yönetim kurulunun ilgisini çekmemişti ama takımımıza bambaşka bir hava, bir azim, bir hırs ve bir güven vermişti. Fenerbahçe takımı bu kupayı kazanmakla, şampiyon bir takım olabileceğini kendine kanıtlamıştı hiç olmazsa. Bu başarı, içinde bulunduğumuz İstanbul 2. Ligi’nde de bal gibi tekrarlanabilirdi.

    “Ne dersin, şampiyon olabilir miyiz?”

    Muhtar Sencer’in ağzından düşürmediği meşhur piposunu dişleri arasında kemire kemir sorduğu bu soruya kim bilir kaç kereler muhatap olmuştum.

    “Neden olmasın? Elbette oluruz” diye karşılık verirdim her seferinde.

    “Allah Allah” diye o meşhur narasını atan sevgili dostum tarifsiz bir heyecan içinde ilave ederi “Seni Allah söyletiyor inşallah”

    Ne günler, ne heyecandı o.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Şeref Has’ın Jübilesi

    Şeref Has’ın Jübilesi

    Tuncay Yavuz, Fenerbahçe tarihinin (hem sporculuğu, hem insanlığı, hem de mütevazılığıyla) en büyük futbolcularından Şeref Has’ın jübilesi için yazılanları derledi… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Futbolu Sırtında Taşıyan Adam: Şeref

    Futbol beni bıraktı…

    Kadri, elini Şeref’in omzuna koydu: “Ne denir Şerefciğim” dedi. “Futbolu aynı zamanda bırakmamız kaderde yazılıymış…” Oturduğu yerden başını kaldırıp arkadaşını süzdü Şeref. Mahzun mahzun başını salladı, dudağının sol köşesinde tomurcuklanan şey gülümseme değil bir hıçkırık gibiydi. “Yanlışın var” dedi Kadri’ye, “Futbolu sen bırakıyorsun, Metin bırakıyor, oysa benim hikayem başka… Futbol beni bıraktı. Sen ve Metin isteyerek, bilerek bir karar verdiniz. Ben hiç istemediğim halde futbol tarafından terk edildim.”

    Birdenbire susakaldık hepimiz. Kara sevdalı bir genç adam, terk edilmişliğin hüznünü yaşıyordu. Bundan 26-27 yıl önce Beykoz çayırında başlayan büyük sevgi, bu genç adamın bütün hayatı olmuştu. Ve vermişti her şeyi sevdiğine. İstemeden, karşılığında çok şey beklemeden vermişti. Didinmiş, çırpınmış, çabalamış ve vermiş, vermiş, vermişti… Birçok arkadaşları gibi karşılığında çok şey de almamıştı. Sevgilisinin bütün yükünü ve ağırlığını yıllar yılı taşımız ve bir gün bu yükü taşıyamaz hale gelmişti. Hem de kendi kusuru olmaksızın gene büyük sevdasının uğruna.

    Bütün futbol hayatı boyunca saha içinde veya saha dışında en ufak bir fantezi yapmadan, züppeliğe kaçmadan futbola verebileceği her şeyi veren Şeref Has, futbolun kendisine verdiği sakatlıkların zoruyla, en büyük aşkı futbol denilen büyük sevgilisi tarafından terk edilmişti.

    Hüzün yalnız onun değil, onu ve futbolu seven herkesin yüreğini dolduracaktı tabi…

    Sevimli, uysal, büyük sözü dinleyen, ağırbaşlı, kısa sürmüş yedekliğinde de uzun sürmüş kaptanlığında da hiçbir entrikaya ve dedikoduya karışmamış, futbol sahasındaki fedakarlığını, saha dışında “En Efendi adam” sıfatıyla birleştirmiş bir sporcu tipinin en güzel örneği idi Şeref…

    15 yılı Fenerbahçe’de geçmiş 18 yıllık futbol hayatında hiç ceza aldın mı diye sordum Şeref’e. Evet, diye cevap verdi, iki defa aldım. İster misiniz Şeref’in iki defa aldığı cezanın olduğunu derhal size de anlatalım:

    Birincisi çok ağır bir suç ve çok ağır bir ceza! Futbolu terk ettiği zaman kendisiyle röportaj yapan gazeteciye gizlemeye teşebbüs bile edemeden itiraf edilecek cinsten: Bir maçta ayakkabısının bağı çözüldü Şeref’in. Yakınında olan yan hakemine sordu: “Bağlayabilir miyim?” Yan hakemi evet dedi, bağlarsın. Şeref de yürüdü çıktı taç çizgisinin dışına eğilip bağladı. Hakem geldi, sordu neden kendisinden izin almadan dışarı çıktı diye. Ve Şeref’i oyundan attı. Yan hakemi ise, “Ben ayakkabını bağla dedim, sahadan çık demedim” diyordu.

    İkinci ceza ise Gençlerbirliği ile Fenerbahçe’nin olaylarla dolu 3-3’lük maçında oldu. Yedi Fenerbahçeli ceza almıştı o maçta ve Şeref’in suçu sahaya giren bir sivil adama kargaşalıkta, “Kim oluyorsun?” demekti. Bilemezdi onun, maçlarda olay çıkarsa hakemler lehine şahitlik etmek için dolaşan bir casus hakem olduğunu. Böylece Ceza Kurulu 15 gün ceza verdi Şeref’e.

    Ve bütün futbol hayatında “ceza” adındaki leke bu iki pire pisliğinden ibaret kaldı.

    Başkasının adıyla şöhrete gidiş…

    Kadıköy’ün Kuşdili çayırı, Taksim’in Talimhane meydanı, Beşiktaş’ın Fulya Tarlası, Karagümrük’ün Çukurbostan’ı ve Beykoz çayırı. Bugünkü kuşaklar bu meydan adlarının Türk futbolu için ne demek olduğunu bilmezler. Altmış yıllık futbol tarihimiz işte bu çayırlarda top kovalamış bızdıkların eseridir. Onlar hep öyle “Bızdık” kalmadılar. Büyüdüler delikanlı oldular, yıldız oldular, spor tarihine geçtiler.

    İşte Beykoz çayırında bundan tam 27 yıl önce kale arkasında çıplak ayakla dolaşan, kaçan topları toplayan 6-7 yaşlarında bızdıkları arasındaki o kara oğlan da her zaman öyle bacaksız kalmadı.

    Büyüdü, önce Bahadır, Şahap, Mehmet Ali, Ekerbiçer gibi tanınmış ağabeylerin top koşturduğu çayıra çıktı kale arkasındaki yerinden. Paşabahçe’de mahalle arkadaşlarının kurduğu takımla Beykozlulara karşı oynadı. Sonra Beykoz Ortaokulu takımının kaptanlığını yaptı aynı çayırda. Bir gün Taksim’deki Beden Terbiyesi Bölge binasına girip doktor muayenesinden geçti, lisans alıyordu artık. O zamanlar üçüncü kümede oynayan Paşabahçe takımında oynayacaktı. Bir yıl o formayı giydi 1951-52 sezonunda.

    Ertesi yıl bir yaş daha büyümüştü ve ikinci kümeye terfi etmişti. Paşabahçe takımından Beylerbeyi’ne transfer olarak. Özel hayatında son derece sakin ve uysal olan bu karayağız delikanlı, futbol sahasında bir panter oluyordu. Onu Kırmızı-Yeşil Beylerbeyi forması altında görmüş olan tecrübeli bir futbol adamı o sırada antrenörü olduğu Beyoğluspor’un yöneticilerine bu afacanı almalarını söylemişti. Böylece bizim kara yumurcak resmi futbol hayatına üçüncü kümede başlıyor, ertesi yıl ikinci kümede oynadıktan sonra birinci kümeye geçiyordu. Şimdi artık İstanbul’da futbol çevreleri Beyoğluspor’da oynayan Şeref Has’ı yakından tanımaya başlamışlardı.

    Ama henüz kimse onu adıyla tanımıyordu, daha doğru bir deyişle Şeref şöhret basamaklarını kendi adıyla çıkmadı. Büyüyor, başarı kazanıyor, ilerliyor fakat herkes tarafından “Şeref” diye değil “Mehmet Ali’nin kardeşi” diye tanınıyordu. Hatta onu Beylerbeyi’nden alıp Junior Milli Takım’a seçen sonra da Beyoğlusporlu yönetici Niko Zervudakis’e tavsiye eden antrenör Cihat Arman bile ondan bahsederken “Beylerbeyi’nden Mehmet Ali’nin kardeşini alın” demişti.

    Mehmet Ali’nin kardeşi olmak küçük Şeref’in şöhret basamaklarında yükselmesini önlemiyor, aksine faydalı oluyordu. Çünkü ağabey Has (Tarzan), Türk futbolunun yetiştirdiği az bulunur değerlerden biriydi ve Mehmet Ali’nin kardeşi olmak, Milli takım kaptanı olduktan sonra bile Şeref için gurur verici bir sıfat oldu.

    Yıllarca ağabeyinin ayakkabısını taşımıştı Şeref, bu ayakkabıları yağlardı, bakardı onlara, maç günleri M. Ali’nin çantası Şeref’in elinde gelirdi stada. Merhum Kelle İbrahim bu küçük malzemeciye bakıp kim bilir kaç kere sormuştu M. Ali’ye “Ne zaman alıyoruz bunu bizim takıma?” diye.

    Şeref hızla ilerliyordu. Cihat Arman’ın seçip Almanya’ya götürdüğü Junior Milli Takım’da Metin, Varol, Tayyar, K. Ali, K. Erol, Altaylı Coşkun ile birlikte oynayan Şeref o yıl Beyoğluspor’da bir sezon geçirdi. Gerilerde bir derece tuttu Beyoğluspor fakat onun genç ve acar forveti Şeref gol krallığında dördüncülüğü almıştı.

    Sezon sonunda ağabeyinin yakın arkadaşları eski Fenerbahçeli Erol ve Selahattin’in de oynadığı Adalet takımı Şeref’i kadrosuna almaya karar vermişti. Ankara’ya götürdüler Şeref’i. Hacettepe ve Ankaragücü ile iki hazırlık maçı yapacaklardı. Şeref iki maçta 8 gol attı. Futbolu iyi bilen, usta hazırlayıcılar arasında bu yırtıcı adam tutulmaz olmuştu.

    Bu iki maçı Ankara’da seyreden yetkili bir Fenerbahçeli teşhisi koymuştu artık: M. Ali’nin kardeşi iyi bir kadro içinde oynarsa bir dev olmaya adaydı.

    Hemen harekete geçti Fenerbahçeli yetkili…

    Fenerbahçe’de ilk maç

    “1955 yılı Temmuz ayının bugünkü yirmibirinci Perşembe günü dairemde huzura gelen…”

    Şeref’in Fenerbahçeli oluşu işte yukarıdaki cümleyle başlayan bir anlaşmadan doğmuştur. O Perşembe günü saat 15’te notere gelen Şeref ve Mehmet Ali Has kardeşler aynı anda iki mukavele yapmışlardı. Gene de Şeref’in attığı imza ikinci derecede kalmıştı o gün. Çünkü Mehmet Ali kulübünden istifa ederek Vefa’ya gidecekti. Günlerce ortalık bu haberle kaynayıp durmuştu. Sonunda Has’ların büyüğü kulübünde kalmaya razı olmuş, bu arada kardeşinin de Fenerbahçe ile anlaşması için onun aracılığı sağlanmıştı. Oysa bu sırada Şeref, Adaletli idarecilerle anlaşmış bulunuyordu. Tartışmalar oldu o gün noterde. Ama artık olan olmuş ve Şeref 14 yıl sırtında taşıyacağı Sarı Lacivert formanın adamı olmuştu.

    1955/56 sezonunu Fenerbahçe 14 Ağustos’ta yaptığı çift maçla açtı. Sarı Lacivertliler bir takımlarıyla Hilal’i o gün 9-1 yenerken, Fikret, Lefter, Şeref, Burhan, Hüsamettin’den kurulu forvetiyle de Karagümrük’e 3 gol atıyordu. Üçüncü gol Şeref’in ayağından kazanıldı ve bu Şeref’in yıllarca zaferden zafere koşarken en büyük yükü sırtında taşımış olduğu Fenerbahçe hesabına attığı ilk gol oldu.

    O yıl Fenerbahçe ilk lig maçında Beykoz’la karşılaştı. O maçta Şeref sağaçıktı. K. Fikret yoktu takımda. Şeref, Lefter, M. Ali, Çetin, Niyazi şeklindeki forvet Beykoz’a ancak M. Ali’nin ayağından bir gol atıyor ve 1-1 berabere kalıyordu. En yeni Fenerbahçeli Şeref bu maçta çok kötü oynamıştı. Bundan sonraki maçta kadroda yoktu.

    Oysa ilk çalışmalarda antrenör Markoş, Lefterlerin, Küçük Fikretlerin, Mehmet Alilerin bulunduğu kalabalık bir grupta parmağı ile Şeref’i göstererek “Bu çocuk hepinizden büyük bir kabiliyet taşıyor” demişti. Ama Şeref’in böyle bir iddiası yoktu. Onun bir tek iddiası vardı: “Daha iyi olmak” Ve bütün futbol hayatında bu iddia ile çalıştı, didindi, çırpındı: Daha iyi olacağım. Daya iyi olacağım. Daha iyi olacağım.

    Ve daha iyi olmak için birçok şeylere sahipti. Önce hem hırsı hem tevazusu vardı, sonra da hem uysal ve saygılı hem de çok sevilen Tarzan’ın kardeşi idi. Bundan şu sonuç çıkardı ki, Şeref takım içinde bütün ağabeylerin ve bütün arkadaşların en çok sevdikleri adam olmuştu. Seviliyor ve şımarmıyordu. Şımarmıyor ve daha fazla seviliyordu. Bütün hataları en yumuşak ikazlarla düzeltiliyordu. Onun gelişmesini ve pişmesini görmek bütün takım arkadaşlarını sevindiriyordu.

    Büyük takıma girmenin ve orada kendini sevdirmenin ne demek olduğunu böyle bir macerayı yaşamış olanlar bilirler: Vahşi bir ormanda tek başına kalmak kadar korkunçtur bu. Yalnız kalmış bir sporcunun ise başarı şansı o kadar azalır ki. Şeref asla yalnız kalmayacak adamdı ve kalmadı.

    Fenerbahçe takımında bir yıl bazı maçlarda oynayıp birçok maçlarda kadro dışında olmak onu üzmedi. Çalıştı ve sabretti.

    Sonra ertesi yıl 1956/57 sezonunda takıma yerleşiverdi. Öylesine yerleşti ki, 32 lig maçının hepsinde vardı. O günden sonra her yıl lig maçlarında en çok yer alan Fenerbahçeli o oldu. Sahada hiçbir mücadeleden kaçmıyor, hiçbir maçtan sonra da sakatlanıp takımdan dışarda kalmıyordu. Ağırlık yavaş yavaş bu kudretli bünyenin üstüne yıkılmaya başladı.

    Eğilmedi vücudu, ezilmedi, yılmadı. Takımında en büyük yükü taşıyan adam olmak onu isyan ettirmedi. Bir taraftan futbola olan aşkı gittikçe bir alev haline geliyor, bir taraftan kendisini Fenerbahçe’nin bir organı bir hücresi gibi görmeye başlıyordu. Futbol bir sevgiliydi ki, ondan ayrılamaz, Fenerbahçe bir büyük vücuttu ki, ondan kopamaz.

    Onu iyi tanımak ve unutmamak gerekir

    Futbolcu vardı, ince ve zarif stiliyle tarihe geçer, Lefter gibi, M. Ali gibi, Kadri gibi, Büyük ve Küçük Fikretler gibi, Boduri gibi, Can gibi… Futbolcu vardır, kısa yoldan sonuca gidişiyle başarı ve şöhret kazanır, adını zaferle birlikte yazdırır, Zeki Rıza gibi, Hakkı Yeten gibi, Beşiktaş’ın eski kartalları Şükrü, Kemal, Şakir gibi, nihayet Metin gibi…

    Ve futbolcu vardır: Şeref gibi…

    Ne göz dolduran – ya da göz aldatan – kişisel bir futbol üslubu vardır, ne de sonuca giden kesin bir vuruculuk vasfı. Sahada onun için tek rol ve amaç kalmıştır. Nasıl, nereden, kimin üzerinden olursa olsun takımın başarısı.

    Ne bir hareket cambazlığının şiirini seyredersiniz onda, ne de 11 kişinin çabasından elde edilen egoist bir kahramanlığı… Oysa her başarıda onun yapıcılığı, her ileri gidişte onun iticiliği vardır. Bu bir futbolcu tipidir ki artist değildir, fakat askerdir bir bakıma.

    İşte Şeref o futbolculardandı. İşte bunun içindir ki Şeref’e futbolun ve takımının “hamalı” dedi Türk esprisi. Ve biz bunun içindir ki bu yazı serisinin başlığını böyle koyduk: “Futbolu Sırtında Taşıyan Adam”.

    Şeref Fenerbahçe’ye girdiğinden bu yana hangi maçları oynadı, bu maçlarda neler yaptı, Junior Milli Takım formasından sonra giydiği Ay Yıldızlı forma altında döktüğü ter o formaya neler kazandırdı. Bunları tek tek ele alıp değerlendirmenin önemi yok şimdi. Önemli olan Şeref’i iyi tanımak ve unutmamaktır.

    Bir adam ki, ikisi Junior, üçü B, geri kalan 42’si A takımında olmak üzere 47 defa milli formayı taşımıştır. Bir adam ki son 20 yılda Fenerbahçe gibi bir takımın formasını en fazla taşımış olan sporcuların ikincisidir Lefter’den sonra… Bir adam ki, 18 yıllık futbol hayatının hiç değilse 7-8 yılında takımının yaptığı bütün resmi maçların hepsinde yer almıştır… Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Bir adam ki, katıldığı bütün maçlarda aynı fonksiyonu, yılmak bilmez bir irade, tükenmek bilmez bir enerji ile aksamadan yapmış, yani takımının yükünü severek omuzlarına almıştır.

    Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Bir adam ki, Küçük Fikret’in, Lefter’in, Ergun’un, Can’ın, Naci’nin, Basri’nin, Yılmaz’ın ve daha pek çok “Büyük” futbol yıldızının yanında oynamış fakat onların her birinden daha çok FENERBAHE’Yİ OMUZLARINDA TAŞIMIŞ OLAN ADAM olmuştur.

    Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Bir adam ki, Büyük Fenerbahçe’nin yaşı yüzyılları geçtikten sonra bile, kulübün tarihinin şeref sahifeleri içinde, onun adı “en fazla hizmet etmiş kişiler” arasında pırıl pırıl parlayacaktır.

    Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Ve Şeref Has, Türk futbolunun ve Fenerbahçe’nin hiçbir zaman unutulmayacak temel taşlarından biridir.

    Şeref Has karakterinde Şeref Has’ın ruh ve fizik yapısında bir futbolcu ile aynı devirde yaşamamış olanlar, biliniz ki futbol zevki bakımından bir şeyler kaybetmişlerdir.

    Büyük sevgilisi futbolu ve – bir hücre bir organizmaya nasıl bağlıysa öylesine bağlı olduğu – Fenerbahçe’yi sağlam ve gurursuz omuzlarında isteyerek taşımış olan adam!

    Selam sana!

    Kahraman Bapçum 18-21 Haziran 1969 – Milliyet…


    Has Şeref

    Seneler farkına varmadan geçiveriyor. Biraz geçmiş günleri düşünmeye niyetlenseniz her şey daha başka, her şey daha taze ve her şey daha renkli görünüyor insanın gözüne. Spor servisinde gördüğüm bir sporcu beni 15 sene evveline götürmüştü bile. Vefa Stadı’nın diz boyu suyla kaplı sahasında 100’e yakın genç arasından İstanbul genç karma seçmesini yaparken gözüme tertemiz yüzlü, efendi yapılı, istidatlı ve canlı bir genç ilişmişti. Bu genç canlılığı, hareketliliği, cesaretli hareketleriyle karmaya girmiş, İzmir’de yapılan şehirlerarası karma maçlarında da göz doldurarak kadroya alınmış ve 1954 Nisan’ında Almanya’daki Avrupa Genç takım şampiyonasına iştirak edip iki maçta da yer almıştı.

    Seyahat dönüşü Beyoğluspor kulübüne antrenör olmuş, kadroya genç ve istidatlı gençler almak kararını vermiştim. Bu genci Beyoğluspor’a aldığımda bazı idareciler “Bu da alınır mı” gibi sözler etmişler, ben de “Onu 1-2 sene içinde milli takımda görürsünüz” diye karşılık vermiştim.

    Nitekim kısa zamanda gelişen bu kabiliyetli genç Fenerbahçe tarafından transfer ediliverdi.

    İşte üzerinde hassasiyetle durduğum bu futbolcu, Fenerbahçe’nin unutulmaz yıldızlarından Mehmet Ali Has’ın kardeşi Şeref Has’tı.

    Kulüp ve renk sevgisini ön planda tutan Şeref ciddi çalışması ile sahalarımızın sevilen bir yıldızı oldu ve senelerce onsuz ne Fenerbahçe ne de milli takım akla gelmedi. Doksan dakika boyunca takımın bütün yükünü sırtına alarak çalışan, bütün gücünü ve terini çim sahalarda bırakan Şeref, uzun yıllar gerek Sarı Lacivertli renklerin gerekse milli takımın şerefi oldu.

    Şimdi bu şerefli çocuk futbolu bırakıyor ve biliyorum ki ona doyamadan ayrılıyor. Daha doğrusu meşin top onu terk ediyor. Ama bu ayrılış sadece Fenerbahçe ve milli takımdaki oyunculuğu olacak. Onu, bu vazifelerin bitimini müteakip yeni vazifeler bekliyor. Onun bugüne kadar yetişmesinde nasıl hizmet edenler olmuşsa o da bundan sonra birçok gençlerin yetişmesinde vazifeli olacak ve memleket sporuna yararlı olmaya devam edecektir.

    Seni memleket futboluna Şeref Has olarak verdim, Has Şeref olarak ayrılıyorsun.

    İleriki günlerin mutlu ve başarılı olsun.

    Cihat Arman 21 Haziran 1969 – Milliyet

  • Elkatipzade Mustafa Bey Arşivi

    Elkatipzade Mustafa Bey Arşivi

    İlk kitabımız “Fenerbahçe Tarihi Meseleleri: 1907-1914” içerisinde Elkatipzade Mustafa Bey ile ilgili ayrı bir bölüm vardı. Merhum “müessisimiz” aslında ayrı bir kitabı hak ediyor ama ne yazık ki evrak-ı metrukesine ulaşmak mümkün olmamıştı. Kıymetli büyüğümüz Oğuz Elkatip beyefendi sayesinde bu imkansızlık zail oldu. Kendisinin teveccühü ve müsaadesiyle, Elkatipzade Mustafa Bey Arşivi artık sitemizde… Merhum kurucumuzun ruhu şâd olsun. Huzurlarınızda Fenerbahçe Mucizesini Yaratan Adam: Mustafa Elkatip.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu I

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu I

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu I.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kuruluş

    İdeal ve mücadele arkadaşım, can dostum, büyük Fenerbahçeli, rahmetli Muhtar Sencer, tamamen kişisel çabalarıyla kurup, büyük emeklerle ortaya çıkardığı Fenerbahçe hentbol takımının (o zamanlar salon hentbolu yoktu, futbol sahalarında oynanan Açıkhava hentbolu vardı) namağlup şampiyonluklar kazanmasından sonra bir başka spor dalına daha el atmıştı. Bu spor, o sıralarda (1944), ülkemizde yeni bir aşamanın eşiğinde bulunan basketboldu.

    Aslında Fenerbahçe Kulübü’nde basketbolun çok eski bir geçmişi vardı. Fenerbahçe, basketbola faaliyeti arasında yer veren ilk Türk kulübü olmuştu.

    Daha 1913 yılında Fenerbahçe Kulübü’nün çatısı altında bir basketbol takımı kurulmuş; ancak bu oyunun kuralları hakkında yeterince bilgi toplanamaması nedeniyle, kurulan takım maç bile yapamadan dağılmıştı.

    1919 yılında, bu kez bir Amerikalı öğretmenin nezaretinde Fenerbahçe Kulübü’nde yeniden bir basketbol takımı ortaya çıkarılmıştı. Ancak ne çare ki yurdumuzdaki bu ilk ciddi basketbol girişimi de, maç yapacak başkaca takım bulunamadığından kendiliğinden sönüp gitmişti.

    Ve aradan tam çeyrek yüzyıl geçtikten sonra Muhtar Sencer, Fenerbahçe Kulübü’nün çatısı altında bir basketbol takımı kurmak üzere paçaları sıvamış bulunuyordu. Ve bu yolda el attığı ilk isim de Mehmet Jeba Berkok olmuştu.

    Jeba, sporun her dalında kendini göstermiş; Allah vergisi büyük bir spor yeteneğine sahip gerçek bir sporcuydu. Dekatlon şampiyonu ve rekortmeni bir atlet, zamanın en sert smaçlarıyla tanınmış bir voleybolcusu, hatta öğrenimini yaptığı İstanbul Teknik Üniversitesi futbol takımının da kalecisiydi.

    Ancak bir tek Jeba ile her şey halledilemezdi. Jeba, Teknik Üniversite’den sınıf arkadaşı olan Hüsameddin gibi son derece yetenekli bir basketbolcuyu da alıp getirmişti. Onlara bir de Öjen Read eklenmişti. Onları, idare görevlisi olarak çalıştığı Haydarpaşa Lisesi’nden birkaç delikanlıyla da takviye etmişti.

    Ancak bu girişim daha ilk günlerde Hüsameddin’in ihtisas için Amerika’ya gitmesiyle büyük bir darbe yemişti. Takım daha kurulmadan dağılıyordu. Ancak bu hal Muhtar Sencer’i asla yıldırmamıştı. Fenerbahçe’nin adına ve şanına layık bir takım ortaya çıkarabilmek amacıyla var gücüyle çalışıyordu.

    Eski ve çok sevdiğim bir arkadaşım olan Muhtar Sencer’in bu çalışmalarını yakından takip etmekteydim. Hemen her gün beraberdik onunla. Akşamları mutat buluşmalarımızda o telaşlı haliyle, sanki komutanına tekmil veriyormuşçasına yaptıklarını bir bir anlatmaktan nasıl da zevk duyardı.

    Muhtar Sencer ile El Ele Veriyoruz

    Sevgili dostum, bu telaşlı günlerinde, büyük bir yalnızlık içinde bulunmaktan şikâyetçiydi sadece. Koşuşmaktan, mücadeleden, yorulmaktan en ufak bir yakınması yoktu. Onun tüm aradığı, yanında kendisine destek olacak ve omuz omuza verip mücadeleye girişecekleri bir arkadaştı, bir dosttu sadece…

    Bir akşam, yine o upuzun ve tatlı sohbetimiz sırasında kendisine moral verecek sözlerimi derin bir dikkat ve hazla dinleyen dostum birden bakışlarını gözlerimin derinliklerine dikerek: “Ne olur Cem, beni yalnız bırakma…” demişti birden.

    Öylesine iyi niyetlerle dopdolu bir insanın, gecesini gündüzüne katarak yaptığı bu çalışmalar sırasında yapayalnız olması gerçekten çok zordu. Gözlerimin içine öyle bir bakmış, bu sözleri öylesine söylemişti ki “Üzülme sen… Elele verir, yürütürüz bu işi…” deyiverdim bir anda ve hiç düşünmeden.

    O tertemiz insan, çocuklar gibi sevinmişti bu cevabım karşısında. Heyecan içinde yerinden fırlarken: “Allah… Allah…” diye o meşhur haykırışı bir daha ta içinden fırlayıp çıkmıştı, sonra heyecanla konuşmuştu: “Sahi mi diyorsun?”

    “Fenerbahçe’ye hizmet ve sana yardım olduktan sonra elbette varım…” diye cevaplamıştım eski dostumu. Ve heyecan içinde kucaklaşmıştık onunla. Tarih, 1944 yılının Kasım ayı idi. Ben de artık bu davanın içindeydim ve rahmetli Muhtar Sencer ile el ele, omuz omuza vermiştik.

    Takım Ortaya Çıkıyor

    Aramıza ilk katılan, Şükrü Mete olmuştu. Robert College’de yetişmiş ve uzunca bir süreden beri Galatasaray’da oynamakta olan Şükrü Mete, yürekten bir Fenerbahçeli idi ve Sarı-Lacivert renkler altında oynamak için, şampiyon Galatasaray takımında yer alma hazzını dahi bir yana itmekte tereddüt göstermemişti. Onunla Fenerbahçe, ilk gerçek basketbolcusuna kavuşmuş oluyordu.

    Kısa bir süre önce kapanan, İstanbul Musevilerinin kulübü Karkhoba’nın tüm basketbolcularının Galata Kulübü’nde türlü imkânsızlıklar içinde top koşturmakta olduklarını öğrenmiştik. Bunun başlıca nedeni de takım kaptanı Jak Habib ile kardeşlerinin, Azapkapı’dan Şişhane’ye çıkan yokuşun üzerinde, Galata Kulübü binasına pek yakın bir yerde oturmalarıydı.

    Jak Habib’in Azapkapı Tersanesi üzerinden Haliç’e bakan evine ikinci gidişimizde bu konu halledildi. Bütün takımın oyuncuları Fenerbahçe gibi isim ve Sarı-Lacivert forma altında basketbol oynamayı seve seve kabul etmişlerdi. Jak Habib, ilk Milli Basketbol Takımımızda yer almış ve Ay-Yıldızlı forma altında 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları’na katılmış çok iyi bir basketbolcuydu. Onunla birlikte gelenler de gerçekten iyi basketbolculardı:

    Mişel Gabay, Hanri Düvenyas, Moris Meşulam, Izak Ventura, David Filiba, Silvio Guerson ve Jak Habib’in kardeşleri Aron Habib ile Mordohay Habib.

    Önce Amerikan Dershanesi (eski Y.M.C.A.)’nin Sultanahmet’teki salonunda çalışmalar başladı. Takımın antrenörlüğünü, Jak Habib üstlenmişti. Takım kaptanlığına da Şükrü Mete’yi getirmiştik. Oyuncular canla başla çalışıyorlardı. Onların böylesine yürekten bir inanç içinde çalışmaları bize en büyük moral kaynağı oluyordu.

    Fenerbahçe Kulübü, sadece adını vermişti bu takıma. Bu ad, paha biçilmez manevi bir değeri bulunan en büyük hazinemizdi. Ancak gelgelelim parasal yönden halimiz, tam anlamıyla “perişan”dı. Meteliğe kurşun atıyorduk.

    Salı ve Perşembe akşamları Fenerbahçe Stadı’nda (o güzelim ahşap tribünlü stat) bulunan kulüp binasının Müze Salonu’nda yapılan Yönetim kurulu toplantıları sırasında kapının önünde nöbete giren Muhtar Sencer, ancak üçüncü ayın sonunda, antrenman yaptığımız salonun kirasını karşılayabilecek parayı koparabilmeyi başarmıştı. Aslında bu dahi kulübün o günlerde içinde bulunduğu parasal durum bakımından büyük bir başarıydı bizler için. Kulüp için de hiç kuşkusuz fedakârlık.

    En büyük şansımız, çalıştığımız salonla Fenerbahçeli İlhami Polater’in ilgilenmesiydi. Y.M.C.A.’de uzun süre basketbol oynayan ve bu arada Türk basketbolunun ilk büyük hakemlerinden biri olarak tanınan Polater’in yerinde bir başkası olsaydı, kira ödeyemediğimiz o üç ayın içinde çoktan kapının dışına konurduk.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Olaylı (!) Libertas Maçı

    Olaylı (!) Libertas Maçı

    Yeni yazarımız, kıymetli kardeşimiz Talha Enes Yüksek, 1935 yılında oynanan “Olaylı (!) Libertas Maçı” sürecini anlatan yazısıyla sitemizde… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Olaylı (!) Libertas Maçı

    Takvimler 12 Nisan 1935 tarihini gösterdiğinde, prestijli bir Viyana takımı olan Libertas, İstanbul’daki önemli takımlarla maç yapmak için, 48 saatlik yorucu bir tren yolculuğu ile Türkiye’ye geldi. Bu tip uluslararası maçlar, hem Türk futbolu için hem de spor kulüplerinin imajı ve maddi gelir açısından önemli etkinliklerin başında geliyordu.

    Libertas takımı ilk maçını, daha geldiği gün, 12 Nisan 1935’te Galatasaray ile yapacaktı. Bu ilk maçta Türkler, Viyana takımının nasıl bir performans sergileyeceğini görme fırsatı elde edecekti. Libertas kendi liginde dördüncü sıradaydı. Türk takımları, Libertas ile yapacakları bu maçlarla birlikte kendilerini de uluslararası çapta kıyaslama ve değerlendirme fırsatı bulmuş olacaklardı.

    Galatasaray ile Libertas arasında oynanan maç golsüz beraberlikle sonuçlandı.

    Libertas, ikinci maçını Güneş Spor Kulübü ile 14 Nisan 1935 günü oynadı. Müsabakayı izleyen halk, heyecanlı bir mücadelenin keyfini yaşamıştı. Bol gollü geçen bu maç da 2-2 berabere neticelendi.

    Olaylı (!) Libertas Maçı

    Viyana takımı Libertas’ın oynayacağı son maç Fenerbahçe’ye karşı idi. Ve ne yazık ki bu karşılaşma günü, Türk futbol sahalarının meşhur “İstenmeyen Olaylar” oyununa sahne olacaktı.

    Libertas takımı, İstanbul’daki üçüncü ve sonuncu rakipleri olan Fenerbahçe’nin karşısına 19 Nisan 1935’te, Taksim Stadı’nda çıktı.

    Fenerbahçe kadrosu: Bedi Yazıcı, Fazıl Arzık, Yaşar Alpaslan, Cevat Sayit, Ali Rıza Tansı, Esat Kaner, Niyazi Sel, Şaban Topkanlı, Namık Erbay, Şeref Görkey (Beşiktaş) ve Eşref Bilgiç’ten (Beşiktaş) oluşmaktaydı.

    Maçı 2-1 Libertas kazandı.

    Olaylı (!) Libertas Maçı

    Ancak asıl olaylar maçta değil maç sonunda ve ilerleyen süreçte gerçekleşti. Maçın haberini yapan bazı art niyetli gazeteler; siyasi gündemden yararlanamadıkları bu süreçte, kendilerini yükseltmek ve tiraj için bu maçı kullandılar.

    “Cevat’ın Viyanalı bir futbolcuya tokat attığını ve taraftarın galeyana gelerek hakem ile Viyanalı oyunculara saldırıp dövdüğü…” iddia edildi. Hatta işi “Türk sporcuları ve taraftarlar, barbarlıkla yabancı ülke takımlarına karşı saldırı gerçekleştirdi” demeye kadar götürenler oldu.

    Fakat olay asla böyle gerçekleşmemişti. İstanbul Zabıtası’nın resmî tahkikatına bakılacak olursa;

    “Viyanalı oyunculardan Vita Hanri ve Ali Rıza çarpışıyor; hakem doğrudan müdahale edip olay çıkmasına müsaade etmemişti. Maçtan sonra her iki takım soyunma odasına doğru giderken yine Vita Hanri’nin, Ali Rıza’ya doğru bir gazoz şişesi fırlatıp çenesinden hafifçe yaraladığı iddia edilmiş, mamafih kolluk da olayın mahkemeye taşınmasına gerek olmadığına kanaat getirince, mesele kapanmıştı.”

    Olaylı (!) Libertas Maçı

    Fakat gazeteler konuyu kapatmadı! Fenerbahçe Spor Kulübü’nün şahsında Türk Sporu, sporcusu, taraftarı ve Türk halkı hakkında tezvirat yapılıyordu.

    Maçı canlı gözlerle izlemeyip, gazetelerden okuyan bazı yazarlar daha önce hiç görülmemiş derecede sert eleştiriler yaptılar. Bu durum tek başına bile Türk sporculuğu için önemli ve talihsiz bir gelişme iken bundan daha kötüsü Türkiye Futbol Federasyonu’nun kararıyla birlikte yaşandı.

    Federasyon, nitelik bakımından hiçbir somut gerekçeye ve mantığa oturmayan bir karar alarak 3-5 Mayıs tarihlerinde Fenerbahçe ve Güneş takımlarının Olympiakos ile yapacakları maçları yasakladı. Bu durumu niteliksizlik olarak değerlendirmemizin ana nedeni, kararın resmî raporlar yerine art niyetli bir gazetede yayınlanan eleştiriler (!) üzerine alınmasıydı.

    Federasyon, kararın ana fikrini “Maçlarda böyle çirkin hadiseler olacaksa hiç maç oynanmasın daha iyi!” şeklinde izah ediyordu. Fakat ortada büyütülecek bir şey yoktu!

    Bununla birlikte Türk sporu için büyük bir imaj kaybı söz konusuydu. Bir kere Fenerbahçe ve Güneş Olympiakos ile bir sözleşme yapmışlardı. Bu sözleşme doğrultusunda, hangi takım maçı oynamaktan vazgeçerse o takım, diğerine 1.000 Lira ödeyecekti. Yani eğer Federasyon kararında ısrar ederse iki Türk takımı hem tanıtım ve para kazanma imkanından mahrum olacaklar, hem de para ödemek durumunda kalacaklardı.

    Olaylı (!) Libertas Maçı

    Peki, bu kulüpler maçın iptali hakkında Olympiakos’a ne demeliydiler?

    “Bizim ülkemizde gazeteler bazen böyle basit çıkarlar için ve kulüpçülük maksadıyla bazı yalanlar savururlar. Federasyon da resmî bilgileri dikkate almak yerine, bu gazetelere bakarak karar verir” mi?

    Tabii olacak iş değildi!

    Dolayısıyla bu maçlara müsaade etmek bir mecburiyet haline gelmişti. Türk kulüplerinin ve sporculuğunun terbiyesini göstermek ve haysiyetini kurtarmak meselesinin halli, yine sahaya çıkmaktan geçiyordu. Nitekim en sonunda Federasyon da hadisenin büyütülmüş olduğuna kanaat getirerek maçın oynanmasına izin verdi.

    29 Nisan 1935 tarihinde akşam saatlerinde Federasyon Umumi İdaresi’nden, İstanbul Federasyonu’na gönderilen telgraf şu şekildeydi “Suçlu oyunculara Fenerbahçe tarafından ağır ceza verileceği anlaşılmış olup Olympiakos ile maç yapılmasına müsaade edilmesi kararlaştırılmıştır.”

    Fenerbahçe, 3 Mayıs 1935 günü Olimpiakos karşısına çıktı ve Yunan kalecisinin kendi kalesine attığı gole “Büyük” Fikret Arıcan’ın iki golünün eklenmesiyle maçı 3-1 kazandı. Bu Fenerbahçe’nin ikinci Olimpiakos maçında, ikinci galibiyetiydi.

    İlk maç bu tarihten 4 yıl önce, 22 Mayıs 1931 günü oynanmış ve Fenerbahçe “Yüzbaşı Hilmi Bey’in Yumruğu” ile damga vurduğu maçı Alaaddin Baydar’ın golüyle 1-0 kazanmıştı.

    “Darısı 2024 Olimpiakos maçlarının başına…” diyelim.

    Talha Enes Yüksek

  • Kamaşan Gözler

    Kamaşan Gözler

    Türk spor tarihinin nasıl bir tekerrür tarihi olduğunu anlatan 95 yıllık bir yazı… Kamaşan gözler ile İkdam yazarı, bayağı sinirlenmiş. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Faaliyetten Gözlerimiz Kamaşıyor!

    Birbirlerini Yiyen Sporcu Efendilere İthaf!

    Hayalhanesi biraz kuvvetlice olan bizim spor muharririne ve sporu laf etmekten ibaret farz eden bazı muhterem kimselere nazaran, lehülhamd, memleketimizdeki spor faaliyeti oldukça hararetli bir manzara arz etmektedir. Takımlar getiriliyor, takımlar götürülüyor, müzakereler oluyor, mukabil teklifler dermeyan ediliyor, cevap gelecek, cevap verilecek ve hatta çok muhtemeldir ki Balkan turnuvası dahi şehrimizde icra edilecek…

    İnsan şu İstanbul’da oturmasa ve sporcularla onları yakından idare eden zevatı tanımasa bu nevi havadisleri gazetede okuyunca: “Aferin be yahu! Ne derin spor aşkı ve ne mükemmel bir teşkilat var! Bu kış kıyamette, kar demiyor, yağmur demiyor, çalışıp duruyorlar!” diyecek. Fakat ne çare ki hakikati hal hiç de bu güzel hikâyelerin anlattığı gibi değildir.

    Hakikatı hal şudur ki federasyon ismini verdiğimiz müessese bugün tam manasıyla bir miskinler tekkesine dönmüş ve kulüplerimizde ise kımıldanacak tabü takat kalmamıştır.

    Çok uzak değil, şu memlekette bir kere o meşhur olimpiyat kepazeliğinden evvelki spor, bilhassa futbol faaliyetini hatırlayınız. Bir de bugünkü uyuşuk, tembel, aciz, miskin manzaraya bakın. Aradaki farkın azameti karşısında rüya görmüş gibi, şaşar kalırsınız. Bu teşkilat, o teşkilat mı? Bu kulüpler, o kulüpler mi? Bu adamlar, o adamlar mı? Ve bu milli takım, o milli takım mı? Bilhassa haniya o bir kelime hücum ediliği zaman derhal asabiyet kesilen, rekabet gayretiyle coşan ve amatör futbolcunun yüksek şerefini muhafaza için haftalarca idman yapan, perhiz eden ve galibiyeti kendisine en güzel rüya edinen gençler nerede?

    Bu memlekette spor, 5 ene içinde 100 senelik bir inkişafa mazhar olmuştu. Türk milli takımı, Galatasaray ve Fenerbahçe gibi iki büyük gençlik ocağının elleri üzerinde günden güne yükseliyordu.

    Bu iki el arasındaki şiddetli rekabet (bazı ahmakların münaferet zannettikleri ve hakikatta bu memleket sporu için hayat iksiri olan rekabet) Türk milli takımını hatta merkezi Avrupa’nın en yüksek milli takımlarıyla boy ölçüşecek bir hale getirmiş bulunuyordu.  Türk milli takımı beynelmilel futbol terazisi üzerinde sayılı bir ağırlık olmuştu. Senelerin ve birçok himmetlerin bu yüksek eseri, her nasılsa spor işlerine musallat olmuş bazı aptalların beceriksizlikleri yüzünden bir iki ay içinde mahvoldu. Türki milli takımının bin bir emekle vücuda getirilen şöhret ve itibarı, federasyon ismini verdiğimiz teşkilatın bu işi kavramaya ve idare etmeye ehliyetsiz azası elinde heder oldu. Her tarafta mağlup ve perişan olduktan sonra, kıymeti sıfıra inmiş bir takımla İstanbul’a dönüldü ve tabii bu takımla hiçbir iş yapılamayacağı için memleketteki futbol faaliyeti de söndü.

    Şimdi gazetelerde “F.T.S.” geliyor, “M.T.K.” gidiyor! Tarzında haberleri okuyunca kendimi gülmekten zor menediyorum. Hangi M.T.K. gelecek? Niçin gelecek? Kiminle oynayacak?

    İla maşallah, erkânı muhtereme, birbirlerini yemekten henüz doymadılar. Onların milli takımla uğraşmak, hakım getirmek, bu işi ölüm halinden kurtarmak için biraz silkinivermekten daha evvel, birbirlerini kemiklerinin son zerresine kadar yemek gibi çok mühim işleri var. Bu elde kalan sıfıra müsavi kuvvetle seyahat de yapılamaz. O halde artık tadı tuzu kaçan ve hiçbir cazibesi kalmayan bu işle neden uğraşsınlar? Esasen uğraşsalar da bir şey yapamazlar. Her şeyi yüzlerine, gözlerine bulaştırırlar. Eskiden başkaları çalışır, başkaları hazırlar, onlar da, boy gösterir, bedava maç seyreder, ziyafetlerde yemek yer ve icabında ahkâm vazederler; amiyane tabiriyle yalnız lüpe konarlardı.

    Binaenaleyh, şu geliyor, bu gidiyor, şöyle olacak, böyle olacak laflarına aldırmayınız. Bu gidişle bu adamlarla ve bu takımla hiçbir şey olamaz. Çünkü olmasına hesaben ve maddeten imkân kalmamıştır. Bu efendileri miskinlikten kurtarıncaya kadar bu işleri, bu sütunlarda mevzubahis etmeye devam edeceğiz.

    10 Mart 1929 – İkdam Gazetesi

  • Atabeyoğlu’ndan Muzaffer

    Atabeyoğlu’ndan Muzaffer

    Türk spor tarihi araştırmalarında biyografilerin önemi çok büyük… Yine çok büyük isimlerden biri olan Cem Atabeyoğlu’ndan Muzaffer Çizer’i okuyalım… Nur içinde yatsınlar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bombacı Muzaffer

    Futbol sahalarımızda, bomba gibi şutlarından ötürü “Bombacı Muzaffer” adıyla ün yapmıştı. 1928 yılından sonra Fenerbahçe’nin Sarı-Lacivert forması altında parlamış ve dokuz yıl süre ile futbol sahalarımızda ayaklarını ve bomba gibi şutlarını konuşturmuştu.

    İki ayağı ile de aynı güzellikte, aynı düzgünlükte, aynı isabette ve aynı bombalıkta şutlar atabilmesine rağmen sol ayağını daha rahat kullanırdı. Gözü pek bir futboluydu da. Tekmeden, silleden sertlikten yılar cinsten değildi. Hızı yerindeydi. Fakat en büyük özelliği ve ünü, ceza çizgisi üzerinden savurduğu o insafsız şutlarıydı. Otuz, hatta kırk pastan çektiği o bomba gibi şutlar karşısında dahi devrinin en ünlü kalecilerinin dahi aciz kaldıklarına çok rastlanmıştı.

    Futbolu bıraktıktan yirmi yıl sonra, İnönü Stadı’nda yapılan bir emekliler maçında tekrar sahalarda görünmüştü Bombacı Muzaffer. Ellisine yakın bir yaştaydı. Kramponlu ayakkabılarını rafa kaldıralı yirmi yıla yakın olmuştu. Bu maçta kırk metreden savurduğu şutla attığı şahane gol, İnönü Stadı’nın tribünlerini dolduran on binlerce seyirciyi ayağa kaldırmıştı. Seyirciler, bu güzel golü dakikalarca alkışlamışlardı…

    Muzaffer Çizer, 1928 ile 1937 yılları arasında aralıksız olarak dokuz yıl süre ile Fenerbahçe birinci takımında yer almıştı. Bu sürenin içinde tam 181 maçta santrafor ve soliç mevkilerinde Sarı-Lacivert çubuklu formayı giymişti. Ve bu 181 maçında Fenerbahçe’ye tam 121 gol kazandırmıştı. Bu rakamlar da onun ne denli yaman bir golcü olduğunu göstermektedir…

    Bombacı Muzaffer, başarılı futbol yaşamında iki kez de Ay-Yıldızlı formayı giymişti. Futbol yaşamını en verimli bir çağında kapatıp sessizce sahalarımızdan çekildikten sonra futbolla olan ilişkisini koparmadı. Futbol hakemliğine başladı. Bu dalda da devrinin (1940’ların) en iyi hakemlerinden biri olarak sahalarımızda görünmüş ve futbol alanlarındaki ününü hakem olarak da en iyi şekliyle sürdürmesini bilmişti.

    Muzaffer Çizer, otuz yaşında iken futbolu bırakmıştı. Yani bir futbolcunun en verimli çağında. Ayağındaki sakatlık, onun başarılı futbol yaşamını sürdürmesini engellemişti. Bu da o günlerin a tertemiz amatörlüğünün garip bir cilvesi, hazin bir akıbetiydi hiç kuşkusuz…

    Muzaffer Çizer, genç bir yaşta hastalanarak futbol hakemliğini de bırakmak zorunda kaldı. Rahatsızlık devresi oldukça uzun sürdü.

    Futbol sahalarımızın o bomba gibi bombacısı hızlı bir çöküş içinde tükendi. Ve “Bombacı Muzaffer Çizer”, 1961 yılında, 54 yaşında iken hayata gözlerini yumdu. Hazin bir sondu bu. Nur içinde yatsın…

    Cem Atabeyoğlu