Etiket: Fikret Arıcan

  • Olimpiyatlarda Fenerbahçeliler

    Olimpiyatlarda Fenerbahçeliler

    Dünyanın en büyük spor kulübü Fenerbahçe, Türkiye adına 18 olimpiyat oyununa 156 sporcu gönderdi. Ve olimpiyatlarda Fenerbahçeliler, Türk spor tarihine geçen işlere imza attılar. Aşağıdaki listede bu isimleri branşlara göre ayrılmış ve alfabetik sırada göreceksiniz. Kaynak bir yazı oldu. Emeği geçenlere teşekkürlerimizle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Olimpiyat Oyunlarında Yer Alan Fenerbahçeli Sporcular

    1924 Paris (9)

    1928 Amsterdam (9)

    • Cavit Cav, Galip Cav (Bisiklet),
    • Alaaddin Baydar, Bedri Gürsoy, Cevat Seyit, İsmet Uluğ, Kadri Göktulga, Sabih Arca, Zeki Rıza Sporel (Futbol)

    1936 Berlin (5)

    • Fikret Arıcan, Mehmet Reşat Nayır, Niyazi Sel, Yaşar Alpaslan (Futbol)
    • Behzat Baydar (Yelken)

    1948 Londra (14)

    • Doğan Acarbay, Halil Zıraman, Kemal Aksur, Mustafa Özcan, Ruhi Sarıalp, Seydi Dinçtürk (Atletizm)
    • Ahmet Erol, Cihat Arman, Erol Keskin, Fikret Kırcan, Lefter Küçükandonyadis, Murat Alyüz, Samim Var, Selahattin Torkal, (Futbol)

    1952 Helsinki (8)

    • Avni Akgün, Doğan Acarbay, Ekrem Koçak, Halil Zıraman, Osman Coşgül, Turhan Göker (Atletizm)
    • Nejat Diyarbakırlı, Sacit Seldüz, (Basketbol).

    1960 Roma (4)

    • Aydın Onur, Canel Konvur, Ekrem Koçak, Muharrem Dalkılıç (Atletizm)

    1964 Tokyo (1)

    • Muharrem Dalkılıç (Atletizm)

    1968 Meksiko (1)

    • Sırrı Acar (Güreş)

    1972 Münih (2)

    • Hikmet Şen, Mehmet Tümkan (Atletizm)

    1984 Los Angeles (2)

    • Mehmet Terzi, Mehmet Yurdadön (Atletizm)

    1988 Seul (3)

    • Kibar Tatar, Ramazan Gül (Boks)
    • Halit Haluk Babacan (Yelken)

    1996 Atlanta (5)

    • Aysel Taş, Serap Aktaş (Atletizm)
    • Nurhan Süleymanoğlu (Boks)
    • Kerem Özkan, Şükrü Sanus (Yelken).

    2000 Sydney (10)

    • Ebru Kavaklıoğlu, Oksana Mert (Atletizm)
    • Agasi Ağagüloğlu, Nurhan Süleymanooğlu, Ramazan Palyani, Selim Palyani (Boks)
    • İlknur Akdoğan (Yelken)
    • Aytekin Mindan, İlkay Dikmen, Uğur Orel Oral (Yüzme).

    2004 Atina (9)

    • Anzhela Kinet, Binnaz Uslu, Eşref Apak, Filiz Kadoğan (Atletizm)
    • Atagün Yalçınkaya, Sedat Taşçı (Boks)
    • Ertuğrul İçingir (Yelken)
    • İlkay Dikmen, Uğur Orel Oral (Yüzme).

    2008 Pekin (17)

    • Karin Melis Mey, Nevin Yanıt, Halil Akkaş, Selim Bayrak (Atletizm)
    • Adem Kılıçcı, Onur Şipal, Yakup Kılıç (Boks)
    • Cem Zeng, Melek Hu (Masa Tenisi)
    • Ertuğrul İçingir (Yelken)
    • Demir Atasoy, Deniz Nazar, Dilara Buse Günaydın, Gülşah Gönenç, İris Rosenberger, Kaan Tayla, Serkan Atasay (Yüzme)

    2012 Londra (18)

    • Burcu Ayhan Yüksel, Fatih Avan, Gamze Bulut, Hüseyin Atıcı, Karin Melis Mey, Nevin Yanıt, Nimet Karakuş, Tuğçe Şahutoğlu (Atletizm)
    • Birsel Vardarlı Demirmen, , Esmeral Tunçluer, Yasemin Horasan (Basketbol)
    • Adem Kılıçcı, Ferhat Pehlivan, Yakup Şener (Boks)
    • Melek Hu (Masa Tenisi)
    • Alican Kaynar, Nazlı Çağla Dönertaş (Yelken)
    • Eda Erdem Dündar (Voleybol)

    2016 Rio (17)

    • Furkan Şen, Ramil Guliyev, Tuğçe Şahutoğlu, Umutcan Emektaş, Yasmani Copello Escobar (Atletizm)
    • Ayşe Cora, Birsel Vardarlı Demirmen, Esra Ural, Tuğçe Canıtez (Basketbol)
    • Ali Eren Demirezen, Batuhan Gözgeç, Mehmet Nadir Ünal, Onur Şipal, Önder Şipal, Selçuk Eker (Boks)
    • Alican Kaynar, Nazlı Çağla Dönertaş (Yelken)

    2020 Tokyo (22)

    • Eda Tuğsuz, Ersu Şaşma, Kayhan Özer, Oğuz Uyar, Özkan Baltacı, Ramil Guliyev, Tuğçe Şahutoğlu (Atletizm)
    • Batuhan Çiftçi, Bayram Malkan, Buse Naz Çakıroğlu, Esra Yıldız (Boks)
    • Onat Kazaklı (Kürek)
    • Eda Erdem Dündar, Meliha İsmailoğlu, Naz Aydemir Akyol (Voleybol)
    • Alican Kaynar, Ateş Çınar, Deniz Çınar (Yelken)
    • Baturalp Ünlü, Deniz Ertan, Hüseyin Emre Sakçı, Ümit Can Güreş (Yüzme)
  • Şampiyonluk Yüzüğü

    Şampiyonluk Yüzüğü

    1959 öncesi şampiyonluklar konusu, resmi makamlar nezdinde adeta rafa kalktı. Türkiye Futbol Federasyonu, arada sırada “Yakında açıklayacağız” diyor, fakat o yakın nasıl bir yakınsa, bir türlü vakti gelmiyor. Başvuran ve karşı çıkan kulüplerden de ses yok. Bununla beraber, biz konu hakkında araştırmalar yapmaya devam ediyoruz… Bu yazıda 28 şampiyonluğu kazanan 347 futbolcumuzun adı ilk kez bir arada listeleniyor. Yazımızın başlığı “Şampiyonluk Yüzüğü” oldu, çünkü bu zaferleri kazanan insanlara veya ailelerine birer zafer hatırası armağan etmenin, yaşayanlara sonsuz mutluluk vereceğini, vefat edenlerin ise ruhunu şâd edeceğini düşünüyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    28 Şampiyonluk

    Fenerbahçe’nin 28 Türkiye Şampiyonluğu’nu sitemizde tek tek incelemiştik. Aşağıdaki listede okuyacağınız isimleri, kazanılan şampiyonluklara göre ayırdık.

    7 kere şampiyonluk kazanan 2,
    6 kere şampiyonluk kazanan 3,
    5 kere şampiyonluk kazanan 11,
    4 kere şampiyonluk kazanan 17,
    3 kere şampiyonluk kazanan 41,
    2 kere şampiyonluk kazanan 77,
    1 kere şampiyonluk kazanan 196 futbolcumuz var. Lafı fazla uzatmadan listemize geçelim…


    7 Şampiyonluk Kazananlar

    Esat Kaner

    Naci Bastoncu


    6 Şampiyonluk Kazananlar

    Cihat Arman

    Fikret Arıcan

    Fikret Kırcan


    5 Şampiyonluk Kazananlar

    Halit Deringör

    Lebip Elmas

    Melih Kotanca

    Murat Alyüz

    Müzdat Yetkiner

    Ömer Boncuk

    Selçuk Şahin

    Semih Şentürk

    Şeref Has

    Volkan Demirel

    Ziya Şengül


    4 Şampiyonluk Kazananlar

    Ali Rıza Tansı

    Alpaslan Eratlı

    Can Bartu

    Fazıl Arzık

    Hüseyin Yazıcı

    İbrahim İskeçe

    Lefter Küçükandonyadis

    Mehmet Reşat Nayır

    Ogün Altıparmak

    Osman Göktan

    Rüştü Reçber

    Selahattin Torkal

    Serkan Acar

    Şükrü Birand

    Yavuz Şimşek

    Yılmaz Şen

    Yüksel Gündüz


    3 Şampiyonluk Kazananlar

    Alex de Souza

    Ali Filibeli

    Atilla Altaş

    Birol Pekel

    Cem Pamiroğlu

    Cemil Turan

    Cevat Sayit

    Ercan Aktuna

    Ergun Öztuna

    Erol Keskin

    Fuat Saner

    Halil Köksalan

    Hazım Canıtez

    Hüsamettin Böke

    İsmail Kurt

    Kemal Aslan

    Marco Aurelio

    Mehmet Yozgatlı

    Mustafa Güven

    Muzaffer Çizer

    Müjdat Yetkiner

    Nedim Doğan

    Niyazi Gülseven

    Niyazi Sel

    Nuri Pekesen

    Onur Kayador

    Orhan Canpolat

    Önder Çakar

    Özcan Köksoy

    Özer Kanra

    Rebii Erkal

    Samim Var

    Sedat Karaoğlu

    Selim Soydan

    Serhat Akın

    Şaban Topkanlı

    Şevket Demirtepe

    Tuncay Şanlı

    Ümit Özat

    Yaşar Alpaslan

    Yorgo Angelidis


    2 Şampiyonluk Kazananlar

    Abdullah Çevrim

    Adil Eriç

    Adnan Tuncay

    Ahmet Erol

    Akgün Kaçmaz

    Ali Güneş

    Ali İhsan Okçuoğlu

    Arif Kocabıyık

    Avni Kalkavan

    Aydın Bakanoğlu

    Aydın Çelik

    Aydın Yelken

    Aykut Kocaman

    Basri Dirimlili

    Bekir İrtegün

    Bülent Büyükyüksel

    Caner Erkin

    Cristian Baroni

    Deniz Barış

    Diego Lugano

    Emin İlhan

    Emre Belözoğlu

    Ender Konca

    Engin Verel

    Erdoğan Arıca

    Ersoy Sandalcı

    Fabio Luciano

    Fatih Akyel

    Gökhan Gönül

    Halil Özyazıcı

    Hasan Özdemir

    Hayati Öney

    Ilie Datcu

    İsmail Alemdaroğlu

    İsmail Kartal

    Joseph Yobo

    Kemal Atakul

    Levent Engineri

    Mahmut Hanefi Erdoğdu

    Marcio Nobre

    Mehmet Topuz

    Mert Günok

    Murat Hacıoğlu

    Mustafa Kaplakaslan

    Muzaffer Ateşçi

    Naci Erdem

    Namık Erbay

    Necdet Çoruh

    Necdet Dalay

    Nedim Günar

    Numan Okumuş

    Numan Uzun

    Nurettin Yıldız

    Oğuz Çetin

    Olcan Adın

    Orhan Menemencioğlu

    Osman Arpacıoğlu

    Önder Mustafaoğlu

    Önder Turacı

    Özcan Arkoç

    Pierre Van Hooijdonk

    Rıfkı Pekşen

    Sabri Kiraz

    Selahattin Karasu

    Selçuk Yula

    Serkan Balcı

    Servet Çetin

    Süleyman Tekil

    Şenol Birol

    Şenol Çorlu

    Şeref Benibol

    Şükrü Ersoy

    Uche Okechukwu

    Yaşar Duran

    Yaşar Mumcuoğlu

    Yusuf Şimşek

    Zafer Göncüler


    1 Şampiyonluk Kazananlar

    Abdullah Ercan

    Abdullah Sakallı

    Abdülkerim Durmaz

    Ahmet Habiboğlu

    Ali Elgin

    Ali Nail Durmuş

    Alper Akıcı

    Alper Potuk

    Andre Santos

    Argun Nemli

    Aygün Taşkıran

    Bahri Kaya

    Bahtiyar Yorulmaz

    Basri Taşkavak

    Bedii Yazıcı

    Bilal Şar

    Birol Altın

    Bruno Alves

    Burhan Sargın

    Bülent Tanyeri

    Bülent Uygun

    Cahit Zeren

    Can Arat

    Celil Sağır

    Cemal Şıkak

    Cemal Uludağ

    Cemal Uzkes

    Colin Kazım Richards

    Coşkun Demirbakan

    Çetin Aktulgalı

    Dalian Atkinson

    Daniel Guiza

    Deivid de Souza

    Dirk Kuyt

    Durmuş Çolak

    Dusan Pesic

    Edu Dracena

    Egemen Korkmaz

    Elvir Baljic

    Elvir Boliç

    Emmanuel Emenike

    Emre Aşık

    Engin İpekoğlu

    Erdal Kocaçimen

    Erdi Demir

    Erdinç Sandalcı

    Ergin Parlar

    Erhan Albayrak

    Erhan Uyaroğlu

    Erol Bulut

    Eyüp Odabaşı

    Fabiano Lima

    Fabio Bilica

    Fahruddin Zeynelovic

    Faruk Hızer

    Feyyaz Uçar

    Fuat Güngör

    Füruzan Şansal

    Gökay İravul

    Gökhan Ünal

    Günaydın Özyurt

    Güngör Tekin

    Güray Erdener

    Hadi Tarlan

    Haim Revivo

    Hakan Bayraktar

    Hakan Tecimer

    Hakkı Pavli

    Halil İbrahim Kara

    Halil İbrahim Poçar

    Hasan Ali Kaldırım

    Hasan Vezir

    Hasan Yıldızeli

    Hilmi Ardağ

    Hilmi Atakul

    Hilmi Kiremitçi

    Hüseyin Çakıroğlu

    Ion Nunweiller

    Issiar Dia

    Ivailo Petkov

    İbrahim Aydın

    İbrahim Ejder

    İhsan Kavak

    İlhan Eker

    İlker Yağcıoğlu

    İlyas Tüfekçi

    İrfan Denever

    İsmail Güldüren

    İsmail Kurşun

    İsmet Saral

    Jes Högh

    John Moshoeu

    Kadri Aytaç

    Kamil Ekin

    Kamil Güvenal

    Kemalettin Şentürk

    Kennet Andersson

    Kerim Zengin

    Konur Alp Mutlu

    Lütfi Boyer

    Mahmut Aydın

    Mamadou Niang

    Mateja Kezman

    Mehmet Ali Has

    Mehmet Hacıoğlu

    Mehmet Topal

    Mert Meriç

    Michal Kadlec

    Milan Rapajic

    Miroslav Stoch

    Moussa Sow

    Muammer Oraman

    Muhammed Akarslan

    Muhammed İbrahimbegoviç

    Mustafa Arabacıbaşı

    Mustafa Doğan

    Mustafa Özer

    Naci Sarıtaş

    Naim Şukal

    Naki Kinezoğlu

    Nazım Kayar

    Necdet Erdem

    Nezihi Tosuncuk

    Nikola Lazetic

    Nikolas Anelka

    Niyazi Tamakan

    Nusret Özmengü

    Nüzhet

    Ogün Temizkanoğlu

    Oğuz Dağlaroğlu

    Okan Alkan

    Orhan Kapucu

    Osman Denizci

    Ömer Karabacak

    Özcan Kızıltan

    Özer Hurmacı

    Pierre Webo

    Radmilo Ivancevic

    Radomir Antic

    Rafet Atamer

    Rasih Minkari

    Raşit Karasu

    Raul Meireles

    Recep Biler

    Recep Nurcan

    Recep Ölmez

    Rıdvan Dilmen

    Robert Enke

    Sadi Çoban

    Safa Özyurt

    Saffet Akbaş

    Salih Uçan

    Samuel Holmen

    Samuel Johnson

    Sedat Bayur

    Selçuk Hergül

    Semih Arıcan

    Seracettin Kırklar

    Serdar Kesimal

    Serdar Kulbilge

    Serdar Şenkaya

    Sergiy Rebrov

    Serkan Özsoy

    Serkan Reçber

    Sertaç Olcayto

    Srebrenko Repçiç

    Stephen Appiah

    Stjepan Tomas

    Süleyman Köprülü

    Şenol Ustaömer

    Şevki Şenlen

    Tacettin Ergürsel

    Taci Ece

    Tarık Daşgün

    Tayfun Korkut

    Taygun Erdem

    Timuçin Çuğ

    Toni Schumacher

    Tuğrul Duru

    Tuna Güneysu

    Tuncay Becedek

    Turan Akra

    Turan Sofuoğlu

    Turgay Aksu

    Tümer Metin

    Uğur Boral

    Yakup Kordal

    Yaşar Yalçınpınar

    Yenal Kaçıra

    Yıldırım İper

    Zafer Dinçer

    Zeki Rıza Sporel

    Zeki Temizler

    Zihni Kanmaz

    Ziya Atamer

    Zoran Mirkoviç

  • Muhteşem Bir Kupa Hikayesi

    Muhteşem Bir Kupa Hikayesi

    Fenerbahçe kulübünün müzesinde yer alan bir kupa, spor tarihine dair muazzam bir öykünün gün yüzüne çıkmasına vesile oldu. Fenerbahçe’nin 1959 öncesinde kazandığı iki Türkiye şampiyonluğu (1937 ve 1940) için, Türkiye Futbol Federasyonu tarafından sarı kanaryalara verilen muhteşem bir kupa hikayesi ile Tuncay Yavuz karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Regatta’dan Milli Küme’ye

    Bir gazete fotoğrafı… Beden Terbiyesi Genel Direktörü Feridun Dirimtekin’i elindeki ilginç kupayı büyük kaptan Fikret Arıcan’a verirken görüyoruz. Altındaki nottan anladığımız kadarıyla kupa, Fenerbahçe’nin 1937 ve 1940 Milli Küme şampiyonlukları şerefine veriliyor.

    Diyoruz ya kupa ilginç. Fenerbahçe müzesinin en değerli parçalarından biri olan bu kupanın üzerine “1937 ve 1940 seneleri TÜRKİYE MİLLİ KÜME BİRİNCİSİ Fener Bahçe Spor Kulübüne” işlenmiş.  Rivayete göre bu kupa Britanya Kralı VIII. Edward’ın 1936’daki Türkiye ziyareti sırasında Atatürk’e hediye edilmiş ve sonrasında Milli Küme şampiyonuna verilmesi kararlaştırılmış. 

    Yıllarca bu şekilde ve bu bilgiyle müzede kalmış kupanın üzerinde yakın dönemdeki düzenlemeler sırasında, daha önce pek de dikkati çekmemiş başka bir yazı fark ediliyor:

    “The Citt of Her Majesty TO THE Royal Southern Yacht Club – Regatta – 1857”

    Tabii ki üzerimize düşeni yapıyor ve bu yazıdan başlayarak kupanın izini sürmeye başlıyoruz.

    Muhteşem Bir Kupa Hikayesi

    Kırım’da Savaşan Müttefik Komodor

    Her zaman söylediğimiz gibi, dönemin şartlarını, bugün oturduğumuz yerden değerlendirmek sağlıklı olmayacaktır. Ancak dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Büyük Britanya’nın kralının Atatürk’e hediye olarak bir yat kulübü kupası getirmesi de garibimize gitmiyor değil. Hikayede bir eksiklik olduğunu düşünüyor ve kurcalıyoruz.

    Elbette hedef belli : Royal Southern Yat Kulübü.

    1837’de İngiltere’nin güneyinde Southampton’da kurulan ve ilk yıllarından itibaren kraliyetin himayesinde büyüyen, neredeyse 200 yıllık tarihe sahip olan bu kulüp, uzun yıllar içerisinde zirveyi de dibi de görmüş

    Kraliçe Victoria’nın hüküm sürdüğü yıllarda tek aktivite olarak yıllık tekne yarışlarını düzenleyen, sonrasında kulüp evini açan Royal Southern Yat Kulübünün komodorluğunu 1847’den 1868’e kadar 7. Earl of Cardigan James Brudenell yapmış.

    Kupanın kazanıldığı yılları da kapsayan bu komodorluk üzerinden, James Brudenell ismini biraz daha incelemek istedik. 19. Yüzyıl Türk tarihinin dönüm noktalarından birisi olan Kırım Savaşı’nda aktif bir rol alan Brudenell, savaşta Türk ordusuyla birlikte cephede yer almış, hatta savaşın önemli aşamalarından birisi olan Balaklava Muharabesi’deki Hafif Süvari Alayının Hücumu’nu yönetmiş.

    Bu Türk kontağı kupanın Türkiye’ye ulaşmasına dair bize bir ipucu verebilir. Çünkü bu yazının sonunda göreceğiniz bir yazışmadan edindiğimiz bilgiye göre, o yıllarda tekne yarışlarında kazanılan kupalar kulüplerde değil tekne sahiplerinin kendilerinde kalırmış. Bu yüzden 1857’de kazanılan bu kupanın Royal Southern Yat Kulübü müzesine hiç gidip gitmediğini bilemiyoruz.

    James Brudenell, 7th Earl of Cardigan

    Kupanın Akıl Almaz Yolculuğu

    Yine kulübün tarihinden ilerlediğimizde gözümüze birkaç önemli nokta daha çarpıyor. Kupanın kazanıldığı yılın hemen sonrasında Royal Southern Yat Kulübü’nün bir sıkıntı yaşadığını ve küçülmeye gittiğini görüyoruz. Bu dönemde kulübün bazı eşyalarının el değiştirdiğini, yok olduğunu okuyoruz. Kulüp, adresini değiştirmek zorunda kalıyor ve bir süre oradan oraya taşınarak yıllarını geçiriyor.

    İkinci nokta ise kupanın Türkiye’de tekrar göründüğü tarihe yakın dönemde gelişen olaylar. Dünyadaki büyük buhranın etkisi kulüpte de görülüyor. Southampton’daki kulüp evi satılıyor, çeşitli önlemler alınıyor. Yine bu dönemde kulübün giderek küçüldüğü ve elindeki pek çok şeyi kaybettiğini not ediyoruz.

    Bugün hala varlığını sürdüren kulübe de bu süreçte ulaşmayı başardık. Kendileri de konuyla fazlasıyla ilgilendiler ve hem bizim merak ettiklerimizi cevaplamaya çalıştılar, hem de kendi yayınları için konuyu derinlemesine incelemek istediler. Hatta işler normale döndüğünde İstanbul’a gelip kupayı yakından incelemeye de can atıyorlar.

    Royal Southern Yacht Club

    Bize Göre Ne Oldu?

    Şimdi gelelim bütün öğrendiklerimiz ışığında bizim “şimdilik” tezimize.

    Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu kupanın kral Edward tarafından Atatürk’e hediye edilmesi ve onun da bir lig kupasına dönüşmesi hikayesi bize çok tatmin edici gelmiyor.

    Biz kupanın bir şekilde İstanbul’a ulaşıp Beden Terbiyesi’nin eline geçtiğini ve onların da üzerinde küçük bir eklemeyle lig şampiyonuna takdim ettiklerini düşünüyoruz.

    Kupa bizzat eski komodor James Brudenell tarafından da getirilmiş olabilir, 1857’de kupayı kazanan teknenin sahibinin mirasçıları tarafından ya da kulübün elindeki malların satışı sırasında kulübün yöneticileri tarafından bir tüccara satılmış ve bu tüccar tarafından Türkiye’ye pazarlanmış da olabilir. Dediğimiz gibi, şimdilik hikayenin bu kısmında soru işaretleri var.

    Neticede elimizde, Güney İngiltere’nin soğuk denizlerinde kazanılan ve 80 yıl sonra ise binlerce kilometre uzaktaki bir futbol takımına ulaşan muhteşem bir kupa var. Bizce spor tarihi, bu ilginç tesadüfleri içinde barındırdığı için bir başka güzel.

    Tuncay Yavuz

    Royal Southern Yacht Club ile Yazışmamız

    Sevgili Barış,

    3 Mart 2021’de Royal Southern Yat Kulübü’ne gönderdiğiniz e-posta, kulübün kupalarıyla ilgili bilgim sebebiyle bana iletildi.

    Sizden bu haberi aldığımıza kesinlikle çok sevindik, ancak maalesef o kupanın 1940 yılında nasıl Türkiye Futbol Federasyonu’nun eline geçtiğine dair bir bilgi veremiyoruz. 1937-40 arası Türkiye Futbol şampiyonluğunuzu tebrik ederiz. Ben İstanbul’da epey vakit geçirdim ve hatta Bodrum-Kuşadası civarlarında 1960’larda yelken de yaptım. O günlerden bugüne çok şey değişti. O zamanlar İstanbul’a uçakla gider, sonra İzmir’e aktarma ile geçip Bodrum’a 8 saat otobüs yolculuğu yapardık! Buna rağmen itiraf etmeliyim ki Bodrum’daki arkadaş çevrem çoğunlukla Galatasaray’ı tutardı. Bir keresinde iki kulübün karşılaştığı maça denk gelmiştim, nasıl bir atmosferdi o öyle, Bodrum uğulduyordu!

    Kırım Savaşı’daki Balaklava Muharebesi’nde Hafif Süvari Alayının Hücumu’nu yöneten The Earl of Cardigan (İngiliz asilzadeler sınıfında bir başlık), 1847 – 1868 yılları arasında bizim komodorumuzdu. Eski bir komodorumuz, onun Kırım’dan ülkesine dönerken İstanbul’a uğrayıp kupayı bırakmış olabileceği yorumunu yaptı.

    Ancak, ben 4 Haziran 1857’de yapılan toplantının notlarını buldum, o dönem biz Kraliçe Victoria’nın himayesindeydik.

    “Majesteleri (Kraliçe Victoria) tarafından Royal Yacht Squadron (Kraliyet Yat Filosu)’a sunulan kupanın 6 Ağustos’ta denize indirilmesi gerektiğinden ve Majesteleri tarafından Majesteleri adına yapılan kupa yarışı için belirlenen günün de bu olması sebebiyle, Majestleri’ne bir mektup yazılarak tarihin 25 Temmuz olarak değiştirilmesinden memnun olmalarını rica eden bir mektıp yazılması”

    Bundan başka ilgili bir toplantı notu bulamadım. Bahsedilen yarış kesinlikle Cowes Week ve bence o zamanlar Kraliçe Victoria himayesinde olduğumuz için kendisi kupayı bizzat filoya Southern Yacht Club adına yarış günlerinde sunulmak üzere verdi. Cowes Week, geleneksel olarak Kraliyet Yat Filosu tarafından yönetilir ve The Solent bölgesindeki her yat kulübü kendi günlerinin sorumluluğunu alır. Kupanın filo tarafından verildiğine eminim. O günlerde, kupalar yatın sahibine verilirdi, bu yüzden Royal Southern Yacht’ın ona erişimi olmazdı. Maalesef covid sebebiyle Kraliyet Yat Filosu arşivlerinde o yılın notlarına ulaşamıyorum, ama işler düzelir düzelmez o güne dair bir kayıt var mı diye soracağım.

    Şu anki komodorumuz Robert Vose, bu kupayı Royal Southern’in gündemine getirmenizle çok ilgilendi, hatta yakından incelemek için İstanbul’a bir seyahat yapmayı bile düşünüyor. Belki ben de gelirsem hep beraber buluşabiliriz.

    Elbette başka bir bilgiye rastlarsam size ileteceğim. Bize gönderdiğiniz fotoğraflar da çok ilginç, tahmin edeceğiniz üzere burada çok ilgi gördü ve spekülasyona sebep oldu.

    Umarım Fenerbahçe iyi bir sezon geçiriyordur, tabii ki eğer futbol bu zor zamanlarda oynanabiliyor ve güvenli kalabiliyorsa.

    Saygılarımla

    Shira Robinson


    Dr. Rüştü Dağlaroğlu’nun büyük bir emekle tek tek fotoğraflarını çektirdiği Fenerbahçe Müzesi’ndeki kupaların biri de bu muhteşem kupa imiş. Aşağıdaki fotoğraflar öncesini ve sonrasını gösteriyor. Ne yazık ki sağdaki figür, kopmuş, koparılmış.

  • “Can”ım

    “Can”ım

    Aramızdan ayrılışının 2. yılında futbolumuzun unutulmaz ismi Can Bartu ile dönemin ünlü sanatçısı Patricia Carli’nin öykülerini ayrı ayrı anlatacağım bugün. Patricia Carli’nin bir şarkısından ilham alarak yazılan bu öyküyü, dilden dile dolaşan bir efsane olmaktan çıkarmaya çalışacağım. Öncelikle babası Can Bartu’nun bu ilişki ile ilgili “bir kelimelik” onayını benimle paylaşan Gülfer Arığ Hanımefendi’ye sonsuz minnetimi buraya kaydetmekten çok mutluyum. Özel arşivlerinden faydalanmama izin veren Haluk Kılıç ve aynı zamanda hikayenin Fransızca çevirilerini de yapan, Alican Küçükcan’a teşekkür etmeyi de borç kabul ediyorum. Altmışlı yıllarda biri sanatçı, diğeri futbolcu iki ünlünün hikayesi… İyi okumalar.

    Barış KENAROĞLU


    Rosetta

    Altmışlı yıllarda Avrupa ve Türkiye’de ünlenen Patricia Carli, 1938 yılında İtalya’da “Rosetta” ismiyle dünyaya geldi. Annesi Cezayir asıllı, madenci olan babası ise İtalyan’dı. İlk gençlik yıllarını, doğduğu Taranto’da geçirdikten sonra, çizmenin topuğundaki bu liman şehrinden Belçika’ya yerleşti. Burada yurtdışına yaptığı turnelere sanatçılar götüren bir şirkette çalışmaya başladı. Bu turnelerde uğradığı yerlerden biri de Ankara oldu. Türkiye ve Türkçe ile burada tanıştı. Sanatçıların kıyafetlerinden ve gardroplarından sorumlu olan bu kısa boylu bir kız, şarkı söylemek istediğini etrafındakilere söylediğinde yadırgandı. Kimse sesini beğenmiyordu. Hatta Ankara Palas otelinde kendisini rica minnet dinleyen Orhan Boran, ondan şarkıcı olmayacağına karar vermişti bile. Ankara’da öğrendiği birkaç Türkçe şarkı ile sonraki durağı İstanbul’a geldi. 1961 Yılında geldiği İstanbul’da küçük gece kulüplerinde sahne aldıktan sonra Belçika’ya döndü ve şarkı söylemeyi sürdürdü. Fransa ise onun üne kavuştuğu ülke oldu. Orhan Boran yanılmıştı. Patricia, 1963 yılında “Demain Tu Te Maries” adlı şarkısı ile müzik piyasasına giriş yaptı. Yıllar sonra yaptığı açıklamada; bu şarkıyı başka bir kadınla evlenen ilk aşkına yazdığını söyleyecekti. Şarkıda sevgilisine “bana dokunma artık, seni tebrik etmeme izin ver, çünkü yarın evleniyorsun” diyordu. Patricia’nın genç bir şarkıcı olarak ünlenmeyi beklediği günlerde; Can Bartu ise doğup büyüdüğü Kadıköy’den İtalya’ya gitme hazırlıklılarına başlamıştı.

    Can Gidiyor

    Can Bartu, Fenerbahçe’nin 1959 yılında oynadığı Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarında Avrupalı futbol adamlarının dikkatini çekmişti. Türkiye’nin Avrupa kupalarında tur atlayan ilk takımında yer alan Can, Türkiye liginde de 23 maçta 15 gol atmayı başarmıştı. Bu dönemde İspanyol Sevilla, Real Madrid gibi kulüplerin onunla ilgilendiği haberleri gazetelerde yer almaya başladı. Fransız otoritelere göre onda “izahı güç bir futbol yeniliği” vardı. Ve “meziyetleri dünyanın pek çok futbol şöhretini kıskandıracak” seviyedeydi.

    1960-61 sezonunun sonunda askere giden Can, o sezon sadece 5 gol atabilmişti. Türkiye’nin 27 Mayıs rejimi ile tanıştığı günlerde “Asker Kaçağı” olarak yargılanmış ve ceza almıştı. Nitekim o da tıpkı Vatan Gazetesi’nin 24 Eylül 1960 tarihli haberinde yer verdiği Metin Oktay gibi, Avrupa’da futbol oynamayı seçecekti. Her iki futbolcunun, kariyerlerine yurt dışında devam etmesine, haklarında çıkan bu yargı kararları da etki etmiştir. Bu dönem Can Bartu’nun hayatındaki en önemli olay ise annesinin ölümü oldu. Sima Hanım’ın ani bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetmesi Can’ın yurtdışına çıkma isteğini arttırdı.

    Can Bartu’nun Avrupa macerası 1961-1962 sezonunun ilk günlerinde başladı. Ağustos ayında, kendisi askerdeyken, temsilcisi Şükrü Gülesin İtalya’da önce Lazio kulübü ile görüşüp prensip anlaşmasına varmıştı. Sonradan transferde pürüzler nedeniyle Fransız St. Etienne kulübü de Can’ı transfer etmek için teklifte bulundu. Her iki kulübün girişimlerine rağmen transferi bir türlü gerçekleşmeyen Can, askerden gelince Fenerbahçe takımına katıldı. Eylül sonundan Kasım başına kadar Fenerbahçe’nin oynadığı 6 maçta 3 gol atması onunla ilgilenen Avrupa kulüplerini tekrar harekete geçirdi.

    Hidegkuti

    Macarların ünlü futbolcusu Hidegkuti, Can Bartu’nun İtalya kariyerini başlatan isimdir. Hidegkuti, teknik direktörlük kariyerine başladığı MTK Budapeşte’de 1 yıl çalıştıktan sonra, 1960 yılında Fiorentina’da göreve başlamış ve o sezon takımı Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nı müzesine getirmişti. Fenerbahçe’nin 1959 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası’ndaki Macar rakibi Csepel ile oynadığı maçlarda Can’ı seyreden Hidegkuti; birkaç aydır transferi yılan hikayesine dönen oyuncuyu ısrarla isteyerek transferini gerçekleştirdi. Aynı günlerde Roma’nın da transfer etmek istediği futbolcu Kasım ayı transfer döneminde 50.000 dolar karşılığında Fiorentina’ya katıldı. Bu paranın 17.000 doları ise bonservis ücreti olarak Fenerbahçe’nin kasasına giriyordu.

    Macar Teknik Adam Hidegkuti Nandor

    Fiorentinalı Can Fenerbahçe’ye Karşı

    Can Bartu, Fiorentina ile idmanlara başladığında Türk basınında, İtalyanlar tarafından beğenildiğine dair haberler de çıkmaya başlamıştı. İlk sınavını 3 Aralık 1962’de Torino karşısında verdi. 2-0 Galip gelen kadronun bir parçası oldu. Aynı günlerde Fenerbahçe, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası ilk tur maçında Nürnberg’e İstanbul’da 2-1 yenilmiş, rövanş maçı için geldiği Almanya’da da 1-0 yenilerek turnuvadan elenmişti. Bu maç sonunda Fenerbahçe, önceden karar alındığı üzere Fiorentina ile maç yapmak için Floransa’ya geldi. Bu maç Can Bartu’nun Fenerbahçe’ye karşı forma giydiği ilk ve tek maç olarak tarihe geçti. Maçı Fiorentina 2-1 kazanıyor, yeni takımının galibiyet golünü Can atıyordu.

    Can Bartu Fiorentina formasıyla Fenerbahçe’ye karşı

    İlk Gol, İlk Zorluklar

    Can Bartu Fiorentina’nın ilk 11’inde yerini sağlamlaştırmıştı. Lecce ve Atalanta’ya karşı mücadele eden Can’a yeni yıl, yeni takımında ilk golünü de beraberinde getirdi. 7 Ocak 1962’de Forentina, Bologna karşısına çıkmış, 1-0 kazandığı maçta atılan tek golü Can Bartu atmıştı. Bu maçtan sonra gazetelere verdiği röportaj’da İtalyan futbolunun sertliğinden yakınan Can Bartu’ya göre ülkeye adapte olmasının önündeki en büyük engel yabancı dil sorunuydu.  

    “Şimdilik Türk, İtalyan ve Fransız karışımı bir şive ile konuşuyorum. İtalya’da karşılaştığım en büyük zorluk lisan meselesi. En büyük derdim bu. İtalyancayı öğrenince her şey hallolacak.”

    Can Bartu, transferinden sonra Türkiye’ye ilk kez 1962 Şubat ayında geldi. Sonraki günlerde tekrar nüksedecek olan omzundaki sakatlığı devam ediyordu. Hem bu sakatlık hem de Fiorentina’nın maçının olmamasını fırsat bilip aldığı izni ülkesinde geçirmek istemişti. Gazetecilerin büyük ilgi gösterdiği Can’ı havalimanında karşılayanlar arasında nişanlısı Oya Hanım da vardı. Can Bartu geldikten iki gün sonra verdiği röportajda İtalya’daki günleri hakkında şunları söylüyordu:

    “Şu an istediğim oyunu oynayamıyorum. %35-40 Performans gösterebiliyorum. Takımın beyniyim ancak istediğim pasları alamıyorum. İlk hedefim takımda yer almaktı. Onu gerçekleştirdim. Sonraki hedefim ise daha iyi oynamak. İtalyanların Türk futbolu hakkında hiçbir fikri yok. İtalyan seyircisi hatayı affetmiyor. Ancak ben İtalyan seyircisinin gönlünü kazanmayı başardım. İtalyan takımlarında kimse kimseye yardım etmiyor. Büyük paralar döndüğü için her futbolcu kendine oynuyor. Şurası gerçek ki İtalya’da futbol galibiyete ve paraya dayanıyor.”

    Finaldeki İlk Türk

    Can Bartu izninin sona ermesinin ardından İtalya’ya döndü. Sezonun bitimine kadar 6 maçta daha takımda yer aldı. 1961-1962 sezonunda toplamda 14 maçta forma şansı bulmuştu. Fiorentina sezonu şampiyon Milan ve İnter’in ardından 3.sırada tamamlamıştı. Fiorentina’nın Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda 10 Mayıs 1962 yılında Atletico Madrid ile yaptığı final maçı ise bir Türk sporcunun uluslararası bir futbol organizasyonunun finalinde ilk kez forma giydiği maç olarak tarihe geçti. Fiorentina’nın 3-0 kaybettiği maçta Can Bartu ilk 11’de sahaya çıkmıştı.

    Venezia : “Forsa Turco”

    Kupa finalinin ardından 1963 sezonu öncesinde Can Bartu, Fiorentina tarafından satış listesine konuldu. Hem kulübü hem de kendisi, bu durumun sergilediği performans ile ilgili olmadığını, aksine maddi sebeplerden kaynaklandığını kamuoyuna açıkladılar. Venezia kendisi ile ciddi şekilde ilgileniyordu. 1962’nin Haziran ayı iki kulüp arasında Can Bartu’nun transferi için sıkı pazarlıklar yapıldı. Sonuçta kiralama konusunda anlaşıldı. Venezia, Can’dan vazgeçmeye hiç de niyetli değildi. Böylece Can, Temmuz ayı başında resmen Venezia’ya kiralandı.

    Floransa’dan önce Yunanistan’ın Pire şehrindeki abisini ziyarete eden Can, oradan yeni takımı ile birlikte mücadele vereceği Venedik şehrine gitti. Venezia forması ile ilk maçına Catania karşısında çıkan Can Bartu, bu özel maçta 1 gol ve 1 asistlik performansı ile dikkat çekti. Maç sonunda taraftarların kendisi için yaptığı “Forsa Turco” panosunun önünde çocuk taraftarlar ile çektirdiği fotoğraf basında yer aldı. İtalya’daki ikinci yılını yaşayan Can Bartu, 26 Nisan 1962’de bir süredir nişanlı olduğu Oya Sart ile evlendi. İstanbul’da gerçekleşen düğüne spor camiası büyük ilgi gösterdi.

    Venezia İtalyan liginde başarısız bir sezon geçiriyordu. Bir ara adı Juventus ile anılan Can Bartu, antrenörü Quario tarafından “Şahsi oynayan bir oyuncu” olarak değerlendirilse de bu durumun aralarında bir sorun oluşturmadığı da basına yansıdı. Antrenörüne göre Can, “Fakir Venezia’nın yegane serveti” idi. Ancak beklenen olmadı ve kötü geçen sezon Venezia’nın küme düşmesi ile sonuçlandı. Kiralık olarak sözleşmesi biten Can Bartu ise Fiorentina’ya döndü. Venezia’da 30 maçta forma giymiş ve 8 gol kaydetmişti.

    Can Bartu Venezia formasıyla

    Kötü Sezon – İyi Şöhret

    1964 yılı Can Bartu’nun kariyerinin en kötü sezonu olarak tarihe geçti desek yanlış olmaz. Bu sene Can, Fiorentina forması ile sadece 10 maça çıkmış ve hiç gol kaydedememişti. Omuzundaki sakatlık nüksediyor, bu da futboluna olumsuz etki ediyordu. Buna rağmen İtalya’daki şöhretinden bir şey kaybetmedi. 28. yaş günü için binlerce mektup aldı. Giyim tarzı ve yakışıklılığı ile ilgi odağı olmaya devam ediyordu. Bu dönemde ülkede yayınlanan dergilerde yer aldı.

    Fiorentina 1963-1964 sezonunu 4.bitirmiş, mali kriz kulübün kapısını çalmıştı. Yönetim, şöhretli Türk oyuncusunu tekrar satış listesine koymaktan başka çare bulamadı. Can Bartu’nun yeni takımı Roma şehrinin Lazio takımı olacaktı.

    Fenerbahçe – MTK

    Can Bartu Fiorentina’da kötü bir sezon geçirirken İstanbul’da Fenerbahçe takımı için işler iyi gidiyordu. 1964’ün Mart ayına gelene kadar takım ligde oynadığı 25 maç’ta sadece 2 mağlubiyet ve 7 beraberlik almış, Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda ise ilk iki turu geçerek Macaristan’ın MTK takımının çeyrek finaldeki rakibi olmuştu. İlk maçı Budapeşte’de 2-0 kaybetmesine rağmen ikinci maçta rakibine 3-1’lik üstünlük sağlayan Fenerbahçe, dönemin statüsü turu geçen tarafın belirleneceği 3.maç için Roma’ya gitti.

    Roma’da oynanan 3.maçı izleyenler arasında eski takımına destek vermek için stadyuma gelen Can Bartu da vardı. Fenerbahçe MTK maçı 18 Mart 1964’te oynandı. Maç boyu dengeyi bozmaya çalışan iki takımdan başarılı olan taraf MTK oldu. Bitime 4 dakika kala Fenerbahçe kalesine giden şut ile Fenerbahçe’nin Avrupa macerası sona erdi. Maç sonunda eski takım arkadaşlarını teselli eden Can Bartu, en az onlar kadar üzgündü.

    “Yarım Kalmış Duygular”

    Can Bartu İtalya’nın başkentinde top oynamaya başladığında Patricia Carli ise aynı ülkenin bir başka kıyı kentinde yapılan yarışmayı kazanan şarkının sahibi olarak Avrupa’nın tanınan müzisyenlerinden biri olduğunu kanıtlıyordu. Henüz 16 yaşındaki Gigliola Cinquetti’nin seslendirdiği “Non ho l’eta” şarkısı 1964 Sanremo Müzik Festivali’nin birincisi olmakla kalmıyor, aynı yıl Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da yapılan 9.Eurovision Şarkı Yarışması’nda İtalya’ya birinciliği getiriyordu.

    Patricia Carli’nin bu yarışmadan sonra zirveye ulaşan popülaritesi Türk gazetelerinin de dikkatini çekti. Yazının başında sözünü ettiğim “Demain Tu Te Maries” şarkısı Türkiye’de en çok dinlenen yabancı şarkılar listesinde 4.sırada yer buldu. Sanatçı hakkında Cumhuriyet Gazetesi’nde bir haber yapan Sadun Cenk, şöyle diyordu:

    “Bugün Avrupalı müzisyenlerin adını dillerinden düşürmedikleri bu genç kızın bundan 3 yıl önce İstanbul’un bir lokalinde karın tokluğuna çalıştığını bilir misiniz?

    En büyük konser afişinden satış rekorları kıran plaklara en lüks gazinolardan neonlu ilanlarına kadar Fransa’da her yerde adına rastlanılan bu kadın, başarısını bir tek sebebe bağlıyor: “Yarım bırakılmış duygulara”

    Popülaritesinin artması ile dönemin yabancı şarkılara Türkçe aranjmanlar yapan müzik insanları Sezen Cumhur Önal ve Fecri Ebcioğlu’nun Patricia’nın şarkılarını Türkçe’ye uyarlamak konusundaki rekabetleri de başlamış oldu. 1964 Tarihli “Les Mal Aimes” şarkısı, her iki müzik insanı tarafından Türkçe’ye uyarlandı. Bunlardan biri “Özlerim İstanbul’u” adındaki Sezen Cumhur Önal şarkısıydı ve Patricia’nın kendisi tarafından seslendirilmişti. Fecri Ebcioğlu’nun uyarlaması ise Ajda Pekkan tarafından “İlkokulda Tanışmıştık” adıyla seslendirildi. Kısacası artık Patricia Carli, Türk müzikseverlerinin tanıdığı bir isimdi.

    1964 Sanremo Müzik Festivali Birincilik Ödülü’nü kazanan Patricia Carli

    Milli Forma ile İlk Gol

    Can Bartu’nun 1956 yılında Polonya maçı ile başlayıp 1969 yılındaki Sovyetler Birliği maçına kadar süren 28 müsabakalık milli takım macerasında, İtalya’da top koşturduğu yıllara denk gelen 3 maç vardır. Bunlardan ilki 1 Kasım 1964’te Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan Tunus maçıydı. Türkiye’nin 4-1’lik galibiyetinin 3. Golünü atan Can için bu golün özelliği milli forma altında attığı ilk gol olmasıydı. Bu maç öncesinde Türkiye Futbol Federasyonu, Lazio yönetiminden izin alarak Can’ı Ankara’ya getirtmişti. Diğer iki maç ise Ali Sami Yen Stadyumu’nun açılışının yapıldığı Bulgaristan ve Türkiye’nin 1-0 yenildiği Portekiz maçlarıydı. Golsüz berabere biten Bulgaristan maçı, aynı zamanda tribünlerde çıkan arbede sebebiyle çokça kişinin yaralanması ile tarihe geçecekti.

    Can Bartu’nun Milli Takımdaki İlk Golü

    Roma’da Can Haftası, İstanbul’da Patricia Rüzgarı

    Milli maçlardan sonra Lazio takımına katılan Can Bartu, İtalya’daki kariyerinin en güzel günlerini yaşamaya başladı. Ligde küme düşme potasında yer alan Lazio takımı ile ilk 11’de sahaya çıktığı üç maçta 2 gol atan Can Bartu, 25 Ocak 1965’te Genoa’ya attığı golü, “Hayatımın en güzel golü” diye nitelendirmişti. Bu maçlarda aldığı sonuçlarla Lazio takımı ligde orta sıralara çıkıyor, güvenli bölgeye yerleşiyordu.

    Bu günlerde Can Bartu için Turizm ve Tanıtma Bakanlığı Roma Bürosu’nda “Can Haftası” düzenleniyor, bir hafta fotoğraflarının yer aldığı bir serginin açılışı yapılıyor, böylece Can Bartu Türkiye’nin sadece futbol değil aynı zamanda turizm elçisi de oluyordu. Lazio – Milan maçında çektiği şut gazetelere haber oluyor, değerinin 2 milyon liraya yükseldiği haberleri spor sayfalarının manşetini süslüyordu. Kendisi hakkında yapılan değerlendirmelerin ortak noktası: “İtalya’nın en teknik oyuncusu” olmasıydı.

    Şarkılarının tanınmaya başlamasıyla popüler olan Patricia bu günlerde İstanbul’a geldi. Havalimanında hayranları ve gazeteciler tarafından karşılanan sanatçının şehirde katıldığı etkinliklerden en önemlisi Robert Kolej’de verdiği konser oldu. Konserin haberi gazetelere “Patricia Carli Kolejlileri ağlattı” şeklinde yansıdı.

    Tek Maçlık Fenerbahçe Forması

    Lazio 1964-1965 sezonunun son haftasında Mantova’yı yenerek ligden düşmekten kurtulmuş, Can Bartu için alışılageldiği üzere transfer dedikoduları da başlamıştı. Eşi ve kızı ile tatilini geçirmek için İstanbul’a dönen Can Bartu, gazetecilere verdiği röportajda konunun belirsizliği ile ilgili şu ifadeleri kullanmıştı:  “İtalya’da transfer Türkiye’dekine benzemiyor. Şu anda hangi kulüpte futbol oynayacağımı ne Lazio ne de Fiorentina idarecileri biliyor. Bende bunu İtalyan gazetelerinden öğreneceğim”

    Can Bartu, tatilini geçirdiği süre içerisinde Fenerbahçe’den takım arkadaşı “Mehmetçik” Basri Dirimlili’nin jübilesinde forma giymiş, 3 Temmuz 1965’te oynanan maçta “Şöhretler Karması”nın karşısına Fenerbahçe forması ile çıkmıştı.

    Sakatlık

    1965-1966 sezonunda yeniden Lazio forması giymesi kesinleşen Can Bartu, takıma yapılan takviyelerden dolayı kendini daha fazla göstermek durumundaydı. İtalya’ya döndükten sonra gazetelerin değerlendirmelerinde yer almaya başladı. Corrierra Della Sport, onu ligin en iyi 3.sağ açığı olarak lanse etti. Takımın ilk 11’inin değişmez oyuncusu olmuştu.

    Bologna’ya attığı gol, takımının 1 puan almasını sağlamıştı. Ancak Lazio’nun Cagliari’ye 3-0 yenildiği maçta lif kopması nedeniyle yaşadığı sakatlık, bir anlamda İtalya kariyerinin sonunun başlangıcı oldu. Bu sakatlık dolayısıyla hem o hem takım istikrarını kaybetti. Ligde forma giydiği  24 maçta sadece 2 gol kaydedebilmişti. Lazio ise tıpkı geçen sezon gibi ligi, alt sıralarda sayılabilecek 13.sırada tamamlamıştı.

    Lazio 1965-1966 Sezonu

    “Ne Olur Beni Oynatın”

    Lazio 1966-1967 sezonuna adeta kaldığı yerden devam ederek başladı. Antrenör Mannocci ilk 11’de Can’a yer vermiyordu. Takım ligin açılış maçında Fiorentina’ya 5-1 yenilince taraftarlar ilk 11’e giremeyen oyuncuların isimlerini bağırmaya başladılar. Bunlardan biri de Can Bartu’ydu. İlk 8 haftada alınan 5 mağlubiyet ve 2 beraberlik sonrasında Lazio yönetimi Mannocci ile yollarını ayırdı. Artık Lazio’nun yeni antrenörü Maino Nerri’ydi.

    Nerri, gazetelere verdiği beyanatta takımı Can’ın üzerine kurduğunu ancak sakatlığının planlarını bozduğunu söyledi. Geçen seneden beri ara ara nükseden sakatlığı artık psikolojisini de bozmaya başlamıştı. 1966 Aralık ayında 3 maç forma giydiği günlerde kendisini uzun süredir takip eden Kızılyıldız Antrenörü Miliç bu günlerde Gazeteci Reha Erus’a verdiği röportajda şunları söyledi:

    “Can 6 sene önce Türkiye’de izlediğimde daha hızlıydı. Ancak şimdi oyunu oturmuş vücut çalımları bir harika. O futbolun şairidir. Can bugün İtalya’nın en klas futbolcusu hüviyetini taşımaktadır. Fakat Can’ın “kendini kontrol etme hissi” İtalyan ligi için yeterli değildir. İtalyan ligi çok çekişmeli geçer. Vurucu ve kırıcıdır. Halk bugün seni alkışlar yarın kötü oynarsan ıslıklar. İşte Can buna dayanamıyor”

    Miliç’in de ifade ettiği, İtalya kariyeri boyunca başına dert olan, bu uyum sorunu sakatlığı ile birleşince 1967 yılının ilk günü kadro dışı kaldığı kendisine bildirildi. Türkiye’ye geri döneceğine ilişkin dedikodular da tam bugünlerde ortaya çıktı. Hem İtalyan hem de Türk gazetelerinde yer alan bu yönde haberlere karşı Can Bartu’nun cevabı ise kesindi.“Türkiye’ye dönmek diye bir şey söz konusu olamaz. İki yıl daha İtalya’da kalmayı düşünüyorum. Zaten yurduma oyuncu olarak değil ancak antrenör olarak dönebilirim”

    Kadro dışı kaldığı günler Can Bartu’nun İtalya kariyerinin en zor günleri oldu. Üç aya yaklaşan bu sürecin sonunda deyim yerindeyse isyan etti. Gazetelerde “Ne olur beni Milan’a karşı oynatın” başlığı ile çıkan haberde Can’ın şu sözlerine yer veriliyordu:

    “Topun şeklini unuttum. Yeter ki oynayayım. Bacağımda müthiş bir ağrı vardı. Onun için koşamıyordum. Bu yüzden kadro dışı kaldım. Ben bir futbol aşığıyım, futbol oynamadığım zaman kötü oluyorum”

    Can Bartu’nun bu içten isyanı karşılık buldu. Lazio takımının kaderini belirleyecek Milan ve Roma maçlarında sahaya çıkan 11’lerde Can da yer alıyordu. İki maçı da yenilmeden bitiren Lazio takımı küme düşme potasına girmiyor, Can ise bu iki maçın İtalya kariyerindeki son maçlar olduğunu bilmiyordu. 5 Mart 1967 tarihindeki Roma maçı Can’ın son kez Lazio forması giydiği maç olarak tarihe geçiyordu.

    Fenerbahçe Can’ı Getiriyor

    Fenerbahçe’nin Can Bartu’yu transfer etmek için harekete geçtiği haberleri Nisan ayında gazetelerde yer almaya başladı. Mayıs ayına gelindiğinde ise Fikret Arıcan’ın Can’ı getirmek için İtalya’ya seyahat hazırlığına başladığı dile getirildi. İtalya’da mutsuz olan Can’ın Fenerbahçe’ye dönüşü ise Başkan Faruk Ilgaz’ın olaya bizzat el koymasıyla mümkün olacaktı. 20 Mayıs 1967’de Roma’ya uçan Ilgaz, uzun süren pazarlık sürecinin ardından Lazio’lu yöneticileri ikna edecek ve Can Bartu 144.000 lira transfer bedeli karşılığında yeniden yuvasına dönecekti.

    Can, Türkiye’ye dönerken Patricia’nın İstanbul’u ziyaretleri her yıl tekrarlanan bir etkinlik halini almıştı. Sanatçı 1966 ve 1967 yılında gerçekleştirdiği ziyaretlerde konserler vermiş, şarkıları ise en çok dinlenenler listesinde yerini korumuştu.

    Samanyolu

    Patricia, Türkiye’de kendisine gösterilen ilgiyi, “Samanyolu” şarkısını dünyaya tanıtarak karşılıksız bırakmadı. Sözleri Teoman Alpay’a, bestesi Metin Bükey’e ait olan ve Berkant’ın seslendirdiği şarkı 1968 yılında çıkmış ve 100.000’lik satış rakamıyla Türkiye’nin ilk altın plağını kazanmıştı. Patricia, yazdığı Fransızca sözlerle bu şarkının tüm dünyaya yayılmasını sağladı. “Oh Lady Mary” adıyla dünyaya yayılan şarkı bir çok ünlü sanatçının repertuarına girdi. Fenerbahçe futbol takımının tam 5 kupa kazandığı 1968 yılında piyasaya çıkmış olan “Samanyolu” günümüzde bile tribünlerde söylenmekte ve bir takıma ithaf edilen en özel şarkı olma özelliğini taşımaktadır.

    1968 Patricia’nın Türkiye’deki en verimli yılı oldu. Uluslararası İzmir Fuarı’nın konuklarından biri olan sanatçı bu yıl sırasıyla “Seni Andıkça” ve “Bir Gün Sana Döneceğim” adlı şarkıları yayınladı.

    Sezen Cumhur Önal imzalı bu şarkılardan sonra Fecri Ebcioğlu’nun “Que C’est Triste” adlı şarkıya yaptığı aranjman piyasaya çıktı. “Üç Kalp” adıyla yayınlanan ve günümüzde hala bilinen şarkıyı bir çok sanatçı seslendirdi. Bu şarkının bilinilirliği bir anlamda Sezen Cumhur Önal – Fecri Ebcioğlu rekabetinin galibini de belirledi. Kazanan Fenerbahçeli Fecri Ebcioğlu’ydu.

    “Can Büyüktü”

    Fenerbahçe’ye döndükten sonra ilk birkaç ay, uzun süredir futbol oynamadığı için takımdan uzak kalan Can Bartu, sonraki günlerde takımdaki yerini aldı. Forma giydiği 3 sezon boyunca Fenerbahçe takımı ile 46 maça çıktı. İki lig şampiyonluğunun ve Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Manchester City zaferinin önemli bir parçası oldu.

    Kendisi gibi yurtdışında kariyer yapan Galatasaray’ın efsane futbolcusu Metin Oktay’ın 1969 yılındaki jübile maçında Fenerbahçe Kaptanı olarak sahaya çıktı. Metin Oktay ile forma değiştirdikleri an, Türk futbol tarihinin en önemli anlarından biri olarak ölümsüzleşti. 6 Eylül 1970 yılında oynanan Beşiktaş maçı ile jübile yaptı. İtalyanlar onu ülkelerine son 15 yılda gelen en iyi 3 yabancıdan biri olarak nitelendirdiler. Jübilesinin ardından “Baba Gündüz” lakaplı Gündüz Kılıç’ın Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazdıkları ise Can Bartu ile ile ilgili çok şeyi özetliyordu.

    “Can büyüktü… İstanbul’da da, Floransa’da da, Roma’da da fakat o’nun ne kadar büyük olduğunu tam anlamıyla ne biz, ne onlar, ne de kendisi anlayabildi galiba.. Can sanki bir kabuk içinde yaşıyordu zira.. Diyelim ki bir türlü açılıp içindeki inciyi etrafa iyice göstermeyen bir istiridye kabuğu… Belki de zor, özlemli geçen bir çocukluk devresi yüzünden, insanlara güvensizlikten onlardan korunmak için ister istemez sığınmıştı oraya. Zerre kadar çaba da göstermiyordu bu kabuktan sıyrılmaya. Aksine onun içinde kendini emniyette bulup astar üstüne astar, yaldız üstüne yaldız vuruyordu kabuğuna. Rakiplerini gülünç hale sokan şâhâne fakat pek müstehzi çalımlar atıyordu. Ünlü Hamrin’e: «Bu klâsınla hem ihya edebilirsin. Ne olur bana yardım et.» dedirtip yalvartıyordu. İtalyan basınına «Can mı? Rivera mı?» diye sordurtuyor. Bütün bunlar onca kabuğunu büsbütün sağlamlaştırmaktı. Fakat bence bu bunalım içinde Can olduğu gibi ortaya çıkıp da oynayabileceği o daha büyük futbolu içtenlikle ve devamlı olarak oynamadı bir türlü. Kısaca Can kabuğunun içindeki değer biçilmez inciyi tam olarak bizlere göstermeden futbolumuzdan kopup gidiyor işte.. Ama ne dersek diyelim, gene de çok büyüktür Can. Futbolumuzun ölümsüzleri arasında daima anılacaktır Can. Eğer ileri geri lâf ettiysek bağışla. Bu muhteşem futboluna doyamayışımızdandır Can”

    Sessiz Gemi

    Patricia Carli 1968-1969 yıllarında yarattığı şarkılardan sonra 3,5 yıl sessiz kaldı. Bu sessizliğin sonunda ise Türk müziğinin bir başka efsane şarkısının ortaya çıkmasına aracılık etti. “Sans toi je suis seul” adlı bestesi 1975 yılında Şair Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiiri ile birleşerek hayatlarımıza girdi. Hümeyra’nın sesi ile de günümüze kadar ulaştı.

    Ve… “Canım”

    Türkiye’de,
    “Ma Cherie” bu şekilde söyleniyor.
    Bu kelimeyi sen bana öğretmiştin.
    Güler,
    şarkı söyler,
    hiçbir şeyi önemsemez,
    eğlenirdik.
    Ben, mutsuz bir artist,
    senin yanında
    kederlerimi unuturdum.
    Canım…
    Sen aşkı
    dostlukla iyileştirmek istedin.
    O artist, o bencil kadın
    unutamadı işte gördüğün gibi.
    Benim için geleceğini biliyordun.
    Sen sakin, sen uysal…
    Sevilmek umuduyla sevmedin beni
    Canım…
    Günler su gibi geçtiğinden beri
    kendimi tekrar
    senin yanında buldum.
    Ya sen, sen ne alemdesin?
    Kendimi seni düşünürken buluyorum.
    Evlendin mi? Hayatında herşey yolunda mı?
    O da sana
    “Canım” diyor mu?
    Canım…
    Bir daha bana hiç canım denmedi.
    Ben bugün seni de “canım”ı da çok özlüyorum.

    Mutlu Son

    Patricia Carli 1970 yılı itibariyle şarkı söylemeyi bırakarak kariyerine söz yazarı olarak devam etti.  Bir çok ünlü Fransız sanatçıya söz yazdı. Türkiye’ye en son ziyareti 1976 yılında oldu. Uzun bir aranın ardından, 1978’de yaptığı “L’Homme De La Plage” albümü ile müzik piyasasına dönmeyi denedi. 1982’de yayınlanan “La Balladine” ise onun son albümü oldu. Patricia Carli şu an 83 yaşındadır ve Fransa’da yaşamaktadır.

    Patricia Carli, eşi ile birlikte İstanbul’da – 1976

    “Canım” şarkısına, Can Bartu’nun 2019 yılındaki ölümünün ardından, yayınlandığı platformlarda yapılan yorumlarda, şarkının Can Bartu’ya ithafen yazıldığı söyleniyordu. Can Bartu hayattayken yanında olan, eşinin ilk evliliğinden olan kızı Gülfer Arığ ile iletişimim bu iddiayı doğrulatmak için gerçekleşti. Büyük bir zerafet örneği göstererek sorumu cevaplayan Arığ, “Can Bartu’nun bu şarkının kendisi için yazıldığını kabul ettiğini ancak detay vermediğini” söyledi. Gündüz Kılıç’ın deyimiyle “bir kabuk içinde yaşayan Can”dan gelen bu bilgi benim için hikayenin yazılmasına yeterli bir sebepti.

    Can Bartu ile Patricia Carli’nin hayatlarının ne zaman kesiştiğini bilmiyoruz. Konuya ilgi duyan birisi Fransa’da Patricia Carli ile konuşmadan da öğrenemeyeceğiz. Aslında bu bilinmezlik hikayeyi özel kılıyor. İlk evliliğini 1962 yılında yapan ve 1976’ya kadar devam ettiren Can Bartu’nun, Patricia ile ilişkisini, aslında en iyi sanatçının kendisi tarif ediyor: “Yarım kalmış duygular”

    Bütün hikayeyi bu bilinmezliğin sihrini bozmadan yazmaya çalışıp, kapalı olan defterin sayfalarını aralamak istemememin sebebi de bu. Bu sebep ki aynı zamanda hikayeyi şarkılarla süslememin de nedeni. Umuyorum ki; iki kişinin ayrı ayrı hikayelerinin birleştiği bu satırlardan, şarkıların eşliğinde, herkes kendi istediği masalı yaratır.

    Patricia’nınkini bilemesek de Can’ın 2 sene önce sona eren hayat hikayesinin mutlu bittiğine eminiz. İkinci evliliğini 2003 yılında yapan ve bu beraberliği tam 16 yıl boyunca sürdüren; yeni doğan çocuklara bugün bile “Bartu” isminin verilmesine sebep olan, milyonlarca insan tarafından tanınan, kendi deyimiyle “Fenerbahçe marşında adının geçmesinin ne demek” olduğunu bilen bir insanın hayat hikayesi mutlu sonla bitmemiş olabilir mi?

    Barış KENAROĞLU / Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • 1959 Öncesi Şampiyonluklar Kimin Eseri?

    1959 Öncesi Şampiyonluklar Kimin Eseri?

    Fenerbahçe’nin 1959 öncesinde kazandığı 9 Türkiye şampiyonluğu var… 1933, 1935, 1937, 1940, 1943, 1944, 1945, 1946 ve 1950 yıllarında kazanılan bu zaferlerde forma giyen futbolcuları tanıyor muyuz? 1959 öncesi şampiyonluklar kimin eseri? Biliyor muyuz? Pek sayılmaz.

    İşte bu yazıda, o 9 kupanın kahramanlarını listeledik.

    Önce şampiyonluk sayısı, sonra da alfabetik olarak dizilen listede, Esat Kaner ile Naci Bastoncu, Fenerbahçe’nin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan isimleri olarak, tarihe geçtiler.

    En çok sahaya çıkan oyuncular yine bu iki isim olurken, onları Cihat Arman, Halit Deringör, Ömer Boncuk ve Murat Alyüz izledi.

    En golcü futbolcumuz ise, uzak ara, Melih Kotanca… Naci Bastoncu, Müzdat Yetkiner, Halit Deringör ve Fikret Arıcan ise bu alanda ilk beş sırayı alan diğer sporcular oldu.

    Tek şampiyonlukta, hatta tek maçta forma giyenler dahi bizim için çok kıymetli. Siz de göreceksiniz, ne muazzam isimler olduğunu! Bugün hiçbiri hayatta değil, fakat biz onların hatıralarını unutturmayacağız. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    FutbolcuŞampiyonlukMaçGol
    Esat Kaner713133
    Naci Bastoncu714784
    Cihat Arman61300
    Fikret Arıcan68735
    Fikret Kırcan68931
    Halit Deringör511438
    Lebip Elmas5750
    Melih Kotanca585128
    Murat Alyüz51063
    Müzdat Yetkiner58256
    Ömer Boncuk511211
    Ali Rıza Tansı47127
    Fazıl Arzık4380
    İbrahim İskeçe46230
    Mehmet Reşat Nayır4646
    Cevat Sayit3440
    Erol Keskin3569
    Halil Köksalan3566
    Hüsamettin Böke3480
    Muzaffer Çizer33123
    Niyazi Sel35221
    Nuri Pekesen390
    Orhan Canpolat384
    Rebii Erkal34112
    Samim Var34011
    Selahattin Torkal3574
    Şaban Topkanlı34017
    Şevket Demirtepe34611
    Yaşar Alpaslan3481
    Yorgo Angelidis3302
    Adnan Tuncay2155
    Ahmet Erol2519
    Aydın Bakanoğlu2331
    Bülent Büyükyüksel2118
    Halil Özyazıcı2305
    Hayati Öney2150
    Kemal Atakul290
    Muzaffer Ateşçi240
    Namık Erbay21518
    Necdet Dalay230
    Numan Uzun280
    Orhan Menemencioğlu2170
    Rıfkı Pekşen230
    Sabri Kiraz2210
    Süleyman Tekil221
    Şeref Benibol240
    Abdullah Sakallı110
    Ali Elgin110
    Argun Nemli151
    Basri Taşkavak12514
    Bedii Yazıcı160
    Cemal Şıkak110
    Cemal Uludağ110
    Cemal Uzkes1157
    Erdal Kocaçimen180
    Faruk Hızer1141
    Füruzan Şansal150
    Günaydın Özyurt110
    Hadi Tarlan140
    Hakkı Pavli110
    Hilmi Ardağ1250
    Hilmi Atakul121
    İrfan Denever120
    Kamil Ekin1286
    Konur Alp Mutlu110
    Lefter Küçükandonyadis12824
    Lütfi Boyer110
    Mehmet Ali Has1196
    Muammer Oraman170
    Naim Şukal110
    Naki Kinezoğlu121
    Nazım Kayar111
    Necdet Erdem140
    Nusret Özmengü190
    Nüzhet ???110
    Rafet Atamer120
    Rasih Minkari112
    Recep Nurcan110
    Sadi Çoban110
    Safa Özyurt110
    Sedat Bayur110
    Semih Arıcan120
    Süleyman Köprülü150
    Taci Ece110
    Turan Akra120
    Yaşar Yalçınpınar12211
    Zeki Rıza Sporel11717
    Zihni Kanmaz110
    Ziya Atamer130
    1959 Öncesi Şampiyonluklar Kimin Eseri?
  • Fenerbahçe Eşya Piyangoları

    Fenerbahçe Eşya Piyangoları

    Uzun yıllar sonra ve ilk kez dijital bir platformda düzenlenen Fenerbahçe Eşya Piyangosu’nun geçmişi 1933 yılına kadar uzanıyor. O tarihten bugüne bazı eşya piyangolarını  konu edindiğim bu yazıda; 1987 yılında kulüpte yaşanan gelişmeler dolayısıyla çekilişi sürekli ertelenen piyangonun ilginç hikayesini de okuyacaksınız


    1933 – Hediye Yekûnu 3.000

    1932 Yılında gerçekleşen Kuşdili yangınının yaralarını sarmak için düzenlenen ilk eşya piyangosundan günümüze gururla anılacak hikayeler kalmıştır. Geçtiğimiz günlerde bu hikayelerden birini sitemizde yayınlamıştık.

    1933 Piyangosu o dönemin şartları göz önüne alındığında kamuoyunda hayli ses getirmiş ve büyük ilgi görmüştü. Bu piyango için 100.000 bilet basılmıştı. Zeki Rıza’nın (Sporel) Milli Spor mağazasında satılan biletlerin fiyatı 50 kuruştu. Seyahatler, otomobil, motosiklet, bisiklet, oda takımları, dikiş, fotoğraf ve daktilo makineleri, elbiseler, yüzükler ile hediyelerin toplamı 3000’e ulaşmaktaydı. Piyango için kayda değer bir reklam kampanyası düzenlenmiş ve gazetelere ardı sıra ilanlar verilmişti. Piyangonun hediyeleri dönemin ünlü piyango gişesi olan Parmakkapı’daki Milyon Gişesi’nin önünde 3 Haziran’dan itibaren sergilenmeye başladı.

    Piyango 14 Temmuz Cuma günü Fenerbahçe Stadında yapılan atletizm yarışlarından önce çekilmeye başlandı. Basılan biletlerin yüzde 70’inin satıldığı açıklanan piyangonun ilk günü 1000 adet numara çekildi. Büyük ödül olan Chevrolet marka otomobili kazanan numara belirlendi. Geriye kalan 2000 adet talihlinin ertesi gün belirlenmesi ile Türk spor tarihini o güne kadar ki en büyük piyango organizasyonu tamamlanmış oldu.

    • Fenerbahçe Eşya Piyangoları
    • Fenerbahçe Eşya Piyangoları
    • Fenerbahçe Eşya Piyangoları

    1948 – 6 Odalı Villa

    1948 yılının eşya piyangosu biletleri Başkan Şükrü Saracoğlu ve Umumi Katip Muvaffak Menemencioğlu imzasıyla 1 liradan satışa çıktı. Biletler Zeki Rıza’nın (Sporel) Milli Spor mağazasından satıldığı gibi, Nimet Abla gişesinde de temin edilebiliyordu. 1933 Piyangosundan farklı olarak bu çekilişte 6 odalı bir villa büyük ikramiye olarak ilan edilmişti. Bunun dışında Dodge marka 2 adet otomobil, Ford marka kamyonet, 1948 Londra Olimpiyatlarına seyahat, motosiklet de verilecek ödüller arasındaydı.

    • Fenerbahçe Eşya Piyangoları
    • Fenerbahçe Eşya Piyangoları

    1970’lerde Dört Piyango

    1970’lerde Fenerbahçe 4 piyango düzenledi.

    1975 yılında 25 liradan satılan biletlerin üzerinde, Başkan Emin Cankurtaran ve Genel Sekreter Semih Bayülken’in isimleri vardı. 14 Haziran’da çekilecek piyangonun hediyeleri arasında 1 apartman dairesi, 20 Otomobil, bisiklet, motosiklet, televizyon, buzdolabı, yurt içi – yurtdışı seyahatler bulunuyordu.

    1976 yılı piyangosu, Fenerbahçe eşya piyangoları tarihinin fiyasko ile sonuçlanan tek piyangosu oldu. Yeteri kadar bilet satılmaması üzerine kulüp içerisinde bir “Eşya Piyangosu Tasfiye Komitesi” bile kuruldu. Bu komite, satılan biletlerin ücretlerini geri ödeme planını yapmakla görevliydi. Komite geri ödeme tarihlerini sürekli güncellemek zorunda kaldı. Tespit edebildiğimiz ilan edilen son geri ödeme tarihi 31 Ocak 1977’dir.

    1976’da yaşanan fiyaskodan sonra 1977 yılında piyango düzenlenmedi. 1978 yılında düzenlenen piyangonun duyurusu ise 3 Kasım 1978’de yapıldı. Bu piyangonun özelliği Fenerbahçeli futbolcuların kampanyada aktif olarak yer alması ve bu kapsamda Pamukbank Şişli Şubesi’nde bilet satmalarıydı. 1979 yılı piyangosu ise 10 Ekim’de çekildi. 0964 numaralı biletin otomobil kazandığı piyangonun en unutulmaz olayı Amigo Birol’un 300 liralık bilet satarak yöneticilerden ödül almasıydı.

    Fenerbahçe Eşya Piyangoları
    1975 Fenerbahçe Piyango Bileti Ön ve Arka Yüzü

    Bilet ile Ödenen Transfer Taksidi

    80’li yılların ilk piyangosu 22 Kasım 1981’de çekildi.  Tofaş marka Murat 131 otomobil, 5’er adet çamaşır makinesi ve buzdolabı piyangonun öne çıkan ödüllerindendi. Dikkati çeken nokta bu piyangonun ödüllerinin geçmiş çekilişlerde verilenlere oranla daha az olmasıydı. Çekiliş sonucunda otomobili kazanan talihli Nahit Kartal, ödülünü Adbullah Acar’dan almıştı. 5 Aralık 1982’de çekilen piyangonun ödülleri bir önceki yılın ödülleri ile aynıydı.

    1985 Piyangosu, Türk spor tarihinin en ilginç olaylarından birinin sebebi olarak tarihe geçmiştir. Başkan Fikret Arıcan imzasıyla satışa çıkan biletler 1000 Tl ile fiyatlandırılmıştı. Kampanya süresinde geçmişte olduğu gibi futbolcular aktif rol alarak, Şekerbank ve Garanti Bankası şubelerinde bilet satmışlardı. Piyangonun en ilginç olayı ise gazetelere “Böylesi Görülmedi” başlığı ile haber olan olaydı. Denizlispor’dan Mehmet ve Mahmut adlı 2 futbolcu transfer eden Fenerbahçe yönetimi, transferin son taksidi olan 1 milyon lirayı 1250 adet eşya piyangosu bileti göndererek ödemek istemişti.


    1987 : Kaos

    Fenerbahçe 1986-1987 sezonunda deyim yerindeyse kaosu yaşadı. Bir yıl ara verilen piyango bu sene yeniden düzenleniyordu. Dolayısıyla kaos, piyango organizasyonunu da etkiledi.

    Piyangonun planlaması yılın ilk günlerinde yapılmıştı. Piyasaya 1.000.000 adet bilet sürülmesi ve karşılığında 2 milyar lira gelir elde edilmesi hesaplanıyordu. Bu planlama çerçevesince şubat ayında piyasaya sürülen biletlerin üzerinde Başkan Tahsin Kaya ve Genel Sekreter Semih Bayülken’in imzaları vardı. 9 Nisan’da çekilecek olan piyango için gazetelere Mart ayında ilanlar verilmeye başlandı. Bu ilanlarda 30 adet Renault 9 otomobil, 5 adet Otoyol minibüs piyangonun ödülleri olarak sıralanıyordu.

    Arbede

    Fenerbahçe için 1987 yılının kaosa dönüşmesine 1 Nisan’da Samsunspor ile oynanan Türkiye Kupası maçı neden olmuştur. 0-0 Berabere biten maç sonunda Fenerbahçe kupadan elenmiş ve futbolcular arasında kavgaya varan arbedeler yaşanmıştı. Bu kavganın sonucunda TFF, 15 Nisan’da kararlarını açıklamış ve Fenerbahçe ilk 11’nin 6 oyuncusu; Abdülkerim, Hasan, Müjdat, İsmail, Sedat ve Zafer’i 3 ile 4 ay futboldan men etmişti. Fenerbahçe yönetiminin “katliam” olarak nitelediği bu cezalar sezonun geri kalanını kulüp için kabusa çevirecekti.

    Samsunspor maçından sonra çekilmesi planlanan piyango ise, o güne kadar satılan bilet sayısının azlığı nedeniyle ileri bir tarihe ertelendi. 6 As futbolcusunun cezalandırılmasının ardından genç futbolcuları ile mücadele vermeye başlayan Fenerbahçe futbol takımı, Mayıs ayının ilk günlerine kadar yaptığı üç maçta da sahadan başarısız sonuçlarla ayrıldı. 19 Nisan’da Boluspor deplasmanından 2-1’lik yenilgi ile dönüldü. 25 Nisan’da Kadıköy’de Zonguldakspor ile 0-0 berabere kalındı. 2 Mayıs’ta Sarıyer karşısında alınan 3-1’lik yenilgi ise adeta kazanın altını ateşledi.

    Stankoviç Gitti, Ercan Aktuna Geldi

    Kulüp içinde karışıklıkların başladığı günlerde Başkan Tahsin Kaya işleri dolayısıyla Ankara’daydı. Yüksel Günay’ın asbaşkan, Aziz Yılmaz’ın da yönetici olarak yer aldığı yönetim kurulu, Tahsin Kaya’yı futbol takımının sorunlarını görüşmek için İstanbul’a çağırdı. 6 Mayıs’ta gerçekleşen yönetim kurulu toplantısından sonra ilk somut karar teknik direktör Stankoviç’in görevine son verilmesi oldu.

    Futbol takımını sezon sonuna kadar Yılmaz Yücetürk ve Ercan Aktuna’nın çalıştırılmasına karar verildi. Toplantının yankıları birkaç gün sürdü. Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği demeçte Aziz Yılmaz: “Takımı bu hale taraftar getirdi. Seyircimiz cezalı futbolcuların yerine sahaya çıkardığımız gençleri beğenmiyor. Aleyhte tezahürat yapıp, takımın moralmen çökmesine neden oluyor.” diyerek, taraftarı suçladı.

    Muhalefetin önde gelen isimlerinden Ali Şen ve Cevher Özden ise yönetime suçlamalarda bulunuyorlar ve Tahsin Kaya’yı “Kulübün en büyük talihsizliği” olarak niteleyerek, istifa çağrısı yapıyorlardı. Tahsin Kaya da bu çağrıya görevi devraldığı zamanki kulübün kötü durumunu hatırlatarak “Fenerbahçe Haliç gibiydi” karşılığını veriyordu.

    Yönetim Dağılıyor

    9 Mayıs’ta Kadıköy’de oynanan Ankaragücü maçında alınan 1-1’lik skor, yeni hocası ile yeni bir sayfa açmak isteyen Fenerbahçe’nin planlarını alt üst etti. Maçtan hemen sonra açıklama yapan Başkan Tahsin Kaya: “Taraftarlarımıza metanet (sabır) diliyorum, seneye şampiyonlukları yakalayacağız” diyerek ortamı sakinleştirmeye çalıştı. Bu açıklamaya rağmen kriz hafiflemiyor, yönetim kurulu üyesi Ali Ergenç “Bu yönetim Fenerbahçe’ye hizmet edemez” açıklamasını yaparak görevinden istifa ediyordu.

    Başlayan yönetim krizi yeni kararların alınmasına yol açtı. Genel Sekreter Semih Bayülgen istifa etti ve görevini Aziz Yılmaz’a bıraktı. Krizin devam ettiği günlerden 12 Mayıs’ta açıklama yapan Asbaşkan ve Basın Sözcüsü Yüksel Günay:  “Fenerbahçe kulübü 80 yıllık yaşamının en kritik ve ağır şartlarını yaşamaktadır. Yönetim kurulumuz bu nedenle bütün imkanlarını en iyi şekilde değerlendirip yeni sezonda Fenerbahçe’ye yakışır şekilde tüm branşlarda şampiyonluk iddiası ile yarışacaktır. Yönetim kurulumuz Başkan Tahsin Kaya’ya güvenerek ve inanarak çalışmalarını sürdürecektir” açıklaması ile adeta sorumluluğu Tahsin Kaya’ya bırakıyordu.

    Aynı gün eşya piyangosunun 19 Mayıs’a ertelendiğine ilişkin ilan gazetelerde yayınlandı. Kulübün ve takımın içinde bulunduğu durum, piyango biletlerinin satışını doğrudan etkiliyordu. Satışların artması için büyük ikramiye olarak lanse edilen Renault 9 marka otomobil Eminönü Meydanı’nda sergilenmeye başlıyordu.

    Gruplar Devrede

    Fenerbahçe futbol takımı, 16 Mayıs’ta İnönü Stadı’nda oynanan Beşiktaş maçında sahadan 4-0’lik yenilgiyle ayrıldı. Bu skorla Beşiktaş şampiyonluğa bir adım daha yaklaşmış oldu. Maçın ardından muhalif gruplardan olan Memduh Eren liderliğindeki “Fenerbahçeliler Grubu” mali kongrede usülsüzlük yapıldığını öne sürerek mahkemeye başvuruyordu. Piyango organizasyonu da bu kaos ortamından nasibini alıyor ve çekiliş 30 Ağustos tarihine erteleniyordu.

    Beşiktaş yenilgisinden sonra yeni teknik direktör Yılmaz Yücetürk’e olan inancını yitiren yönetimin, Galatasaray’dan ayrılması gündeme olan Derwall ile ilgilenmeye başladığı gazetelere yansıyordu.

    Fenerbahçe ligin son haftalarında artık kanıksanmaya başlanan kötü skolarla sahadan ayrılmaya devam etti. 24 Mayıs’ta Kadıköy’de oynanan Altay maçı 2-2’lik beraberlikle sonuçlandı. Maçın ardından yükselen tansiyon yönetim tarafından peşi sıra açıklanan transferler düşürülmeye çalışılıyordu. Fenerbahçe yeni sezona Altay’dan Erdi, Ankaragücü’nden Durmuş, Rizespor’dan Hakan ile güçlendirdiği kadrosu ile başlayacaktı. Bu isimlerden Hakan’ın (Tecimer) transferi planlandığı gibi gelecek yıl gerçekleşmeyecek, Hakan 1988-1989 sezonunda takıma katılacaktır.

    Aynı günlerde Rıdvan’ın (Dilmen) Galatasaray’a transfer olduğu haberleri çıkıyordu. Rıdvan, Galatasaray’a transferi bu kadar yakınken Fenerbahçe’ye katılacak ve sonraki yıllarda Fenerbahçe efsaneleri arasında yer alacaktı. 6 Haziran’da oynanan ligin son maçında Fenerbahçe Kocaelispor’u 2-1 yenerek, rakibini 2.Lig’e gönderiyor, maçın Kocaelispor’a bırakılacağına ilişkin çıkan söylentilere karşılık 2 ay sonra ilk kez galip geliniyordu.

    Minibüs

    Fenerbahçe için kaos olarak nitelenen bu sezon Galatasaray’ın 14 sene sonra şampiyon olduğu sezon olarak tarihe geçti.  Sezonun sonuna yaklaşılırken şampiyonluk ipini göğüslemesine kesin gözüyle bakılan Beşiktaş, ligin bitimine üç hafta kala, Malatyaspor deplasmanında beklenmeyen bir yenilgi aldı ve Galatasaray ile puanlar eşitlendi. Sonraki hafta 31 Mayıs’ta Beşiktaş, kendi sahasında Denizlispor ile yaptığı maç 1-1 sona erdi ve Galatasaray’ın galibiyetiyle son haftaya Galatasaray bir puan önde girdi. Son hafta iki takım da maçlarını kazanınca Beşiktaş’ın, şampiyonluğu kaybediş öyküsü de yazılmış oldu.

    1987 Piyangosu futbol takımının aldığı sonuçlarla kaosa dönüşen sezonun sonunda bir kez daha ertelendi. Son kez ertelenen tarih 1 Ekim’di. Bu tarih aynı zamanda çekilişin yapıldığı tarih oldu. Piyangoya ödül olarak konulan 5 minibüsten sadece biri satılan biletlere isabet etti. Minibüsü kazanan talihlinin ödülünü kulübe bağışlamasıyla birlikte piyangonun ödülü 5 minibüs kulüp tarafından satışa çıkarıldı.


    1989 : Piyango Fenerbahçe’ye Vurdu

    Hikayesini yukarıda anlattığımız 1986-1987 sezonu gibi 1987-1988 sezonu da Fenerbahçe için kötü sonuçlanmıştı. Takım sezonu 8. sırada bitirmiş ve camianın sabır eşiği kırılmıştı.

    Yeni sezon öncesi Fenerbahçe yönetimi önemli transferler gerçekleştirdi. Başkan Tahsin Kaya ve futbol şube sorumlusu, geleceğin başkanı, Metin Aşık, Alman Milli Takımı kalecisi Toni Schumacher’in transferini bitiriyor, bu transferin yankıları ülke sınırlarını aşıyordu.

    Aynı dönemde Sakaryaspor’dan Oğuz ve Aykut da transfer ediliyor, takımın başına da Todor Veselinoviç getiriliyordu. Fenerbahçe’nin fırtına gibi estiği bu sezonda eşya piyangosu biletleri 5.000 liradan satışa çıktı. Çekiliş tarihi olarak 19 Mayıs belirlense de, çekiliş 19 Ağustos’a erteleniyor, ödül olarak konulan 5 adet ev ve 10 adet otomobilin tamamının satılmayan biletlere çıkması, basında “Piyango Fenerbahçe’ye vurdu” başlığı ile haber oluyordu.


    1996

    Ali Şen’in başkan olmasıyla futbol takımının 6 yıl aradan sonra şampiyon olduğu 1995-1996 sezonunda piyango organizasyonunu yönetim kurulunun muhasip üyesi Mehmet Ali Aydınlar üstlenmişti.  Daha önce yaşanan ertelemeler göz önüne alınarak çekiliş tarihinin 30 Ağustos olarak belirlendiği piyangonun biletleri 500.000 liradan satışa sunulmuştu. 150 Milyar lira gelir beklenen piyango için basılan 400.000 biletin 326.000 adedi piyasaya sürüldü ve çekilişin yapıldığı 30 Ağustos tarihinde yetkililer 142.000 biletin satıldığını açıkladılar. Elde edilen 71 Milyarlık gelir, kulübün hedeflediğinin yarısıydı.


    Yüzüncü Yıl Eşya Piyangosu

    2007 yılında 100. yaşını kutlayan Fenerbahçe’nin yaptığı bir çok değerli organizasyondan biri de eşya piyangosu düzenlemek oldu. 28 Nisan’da çekileceği açıklanan piyango biletleri 10 yeni lira fiyatla ve üzerinde  Başkan Aziz Yıldırım ve Muhasip Üye Murat Özaydınlı imzasıyla satışa çıktı. Toplamda 3 daire ve 11 otomobilin ödül olarak yer aldığı piyango, 11 yıl aradan sonra kulübün düzenlediği ilk piyangoydu. Bu piyangoyu diğerlerinden ayıran en büyük özellik, yenilenen stadyumdan 326 adet kombine biletin de ödüller arasında yer almasıydı.


    2021 : İlk Dijital Piyango

    2007’den sonra yapılan ilk piyango organizasyonunu diğerlerinden ayıran özelliği, dijital biletlerin satışının www.nesine.com üzerinden yapılıyor olması. Linke tıklayarak satın alınabilecek piyango biletlerinin bedeli ise 5 tl olarak belirlenmiş durumda. Bugün itibariyle satışa sunulan biletlerin yarısının satıldığını, satışın yapıldığı web sitesinde yer alan sayaçtan anlıyoruz.

    Barış KENAROĞLU


  • Yüzbaşı Hilmi’nin Yumruğu

    Yüzbaşı Hilmi’nin Yumruğu

    İki Ülke, Bir Olaylı Maç

    Fenerbahçe ile Olympiakos futbol takımlarının karşı karşıya geldikleri ilk maçtı. Tarih: 22 Mayıs 1931… Yer: İstanbul, Taksim Stadı… Seyirci rekorunun kırıldığı bu maç şimdiye kadar Fenerbahçe tarihinde adını duymadığınız bir kişinin sürgün ile biten hikayesinin başlangıcı oldu. Birbiriyle yakın zamanda savaşmış iki ülkenin ilişkilerine ayna tuttu. Bu maç aynı zamanda dünyanın en uzun yaşamış futbolcusunun İstanbul serüveniydi. Yüzbaşı Hilmi’nin yumruğu, tarihe muazzam bir hikaye armağan ediyor.

    Barış Kenaroğlu


    “Hayırlı Olsun”

    Maçın İstanbul’da oynanmasına giden sürecin Yunanistan’da 1928 yılında kurulan hükümetin başına Venizelos’un gelmesi ile başladığını söylemek yanlış olmaz. Anadolu’da 1919 yılında Yunan işgalinin ilk günlerinde hükümetin başında olan Venizelos, kısa süre sonra görevini bırakmış ve ülke idaresinde uzunca bir süre etkili olamamıştı. 1920-1922 yılları arasında yaşanan Türk – Yunan savaşı, topraklarını savunan Türkiye’nin zaferi ile sonuçlanmıştı. 

    Savaşın bitişi;  Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki iki büyük yarımadanın, Yunanistan Krallığı ile genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, komşuluğunun da başlangıcı oldu. Savaş ile başlayan ilişkiler diplomasi ile gelişerek devam etti. Lozan Antlaşması’nda Ege Adaları’nın paylaşılması, dini kimliğe dayalı karşılıklı nüfus değişiminin gerçekleşmesi, iki ülkenin bu yöndeki ilişkileri olarak tarihteki yerini aldı.

    Yunanistan’ın, 1924 yılında yönetim şeklini “Cumhuriyet” olarak ilan etmesinden sonra, iki ülkenin karşılıklı elçiler göndermesi de, ilişkilerinin sağlam temeller üzerine oturmaya başladığını gösteriyordu.

    Türkiye, içeride toplumsal ve ekonomik hamlelerle kurucusunun “çağdaş medeniyetler seviyesine erişme” hedefine ilerlerken, dışarda ise “Yurtta barış, dünyada barış” politikasına giden süreci başlatmıştı. Türkiye özelinde Batı Dünyası ile ilişkiler gelişiyor, yeni Türk Devleti’nin barışa dayalı bu dış politikası, liderinin karizması ile birlikte tüm dünyada saygı uyandırıyordu.

    Türkiye’nin bu dönemde artan saygınlığının doruk noktalarından biri Venizelos’un 26 Ekim – 1 Kasım 1930 tarihleri arasında gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretidir. 1928 yılında tekrar Başbakan olan Venizelos, çok değil altı yıl önce fethetmek istediği topraklara bu defa misafir olarak geliyor ve Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılıyordu.

    Venizelos’un ziyareti; 30 Ekim günü imzalanan “Ankara Antlaşması” ile sona eriyor, buna göre iki devlet Ege Denizi üzerinde karşılıklı silah kısıtlamasına gitmeyi kabul ediyorlardı. Venizelos antlaşmayı imzaladıktan sonra Türkçe “Hayırlı olsun” diyerek karşılıklı atılan imzaları kutsuyordu. (1)

    28 Ekim 1930 / Milliyet Gazetesi

    Yunanlılarla İlk Maçlar

    İki ülke arasında savaştan sonra gelişen ilişkilerin futbola yansıması, 1930 yılının başlarına dayanır. Diplomasi dili futbola öncülük eder ve İzmir’in Altay kulübü yeni yılın ilk günlerinde sırasıyla Panathinaikos, AEK ve Apollon Smyrni takımları ile maçlar yapar ve galibiyet alamadan ülkeye geri döner. (2)

    Altay’ın Yunanistan ziyareti iki ülke futbolu açısından için bir ilk olma özelliği taşıyordu. Nitekim Olympiyakos’un Fenerbahçe ve Galatasaray ile yapacağı maçlar için İstanbul’a gelen Yunan Futbol Federasyonu Başkanı M.Pauris, maçın bitiminde Altay ile Fenerbahçe takımlarını karşılaştıran bir beyanat verecektir:

    “Fenerbahçe ile Altay mukayese edilemez. Çünkü aralarında mühim farklar vardır. Fener onlardan iki sınıf daha yüksektir.” (3)

    İki ülke futbolunun Türkiye’deki ilk karşılaşması ise Venizelos’un ziyaretinden 2 gün önce gerçekleşmiştir. Aris takımı 24 Ekim 1930’da Fenerbahçe ile karşı karşıya gelmiş ve maç 2-2 berabere bitmiştir. O dönemde yapılan özel maçlardaki Türk rakipler genellikle Fenerbahçe ve Galatasaray’dır ve yabancı takımların İstanbul’da yaptıkları maçlarda önce Fenerbahçe sahne almaktadır. Bu doğrultuda Aris ikinci maçını Galatasaray ile yapmış, yağmurun futbol oynamayı zorlaştırdığı sahadan ev sahibi takım 5-1’lik galibiyetle ayrılmıştır. (4)

    25 Ekim 1930 / Milliyet Gazetesi

    Seyirci Rekoru

    Altay’ın Yunanistan seyahatiyle başlayan, Aris’in İstanbul’a gelişiyle devam eden Türk-Yunan futbol ilişkilerinde sahne alma sırası bu defa, 1925 yılında kurulmuş olan, ülkenin son şampiyonu Olympiakos’a gelmişti. Aris’ten yedi ay sonra İstanbul’a Fenerbahçe ve Galatasaray ile maç yapmak için gelen kafileye sözü edildiği gibi Yunanistan Futbol Federasyonu Başkanı ve görevlileri de eşlik ediyorlardı.

    O güne kadar özel maçlarda Bulgar, Macar, Avusturya, Mısır, Polonya, Çekoslavak, Romen, Yugoslav takımlarını ağırlayan Fenerbahçe’nin bu seferki rakibi Yunanistan Şampiyonu Olympiakos takımıydı. Yunan yazar Milesis’e göre; Olympiyakos takımı İstanbul’a gelmek için çok istekli değildi. Bu seyahat tamamen iki ülke arasında ilişkileri geliştirmek için Venizelos hükümeti tarafından zorla organize edilmişti. (5)

    Yunan Kafilesi’nin yerleştiği otel ve yemek yiyecekleri restaurant Yunanistan bayrakları ile süslenmişti. Başlangıçta maçları bitirip bir an önce ülkelerine dönmek isteyen Yunanlılar gördükleri bu misafirperverlikten etkilenmişlerdi. (6)

    Olympiakos Takımı maç öncesi İstiklal Caddesi’nde

    Taksim Stadı’ndaki maç herkesin beklediğinden çok daha fazla ilgi gördü.  Saat 17.15’te başlayan maçtaki seyirci sayısının 15.000’i aştığı tespit edildi. (7) Bu sayı o güne kadar tespit edilmiş seyirci rekoruydu. Stadyuma girişlerde polis güçleri halkı kontrol etmekte zorlanmış, tabiri yerindeyse kapılar pencereler kırılmıştı.

    Ertesi günün gazetelerine göre bu durum maça gösterilen ilgiye dayanarak yapılan kontrolsüz bilet satışından kaynaklanıyordu:                  

    “Belediye istiabından fazla müşteri alan sinemalara derhal ceza kesiyor. Stadyum idaresi bundan niçin istisna ediliyor? Tribünlerin balkonun kaç kişi alabileceği malumdur. Bundan fazla bilet satılmasını niçin menetmiyor? Stadyumdaki dünkü çirkin vaziyetten stadyum idaresi kadar belediye de mesuldur. Bu çirkin halin tekerrürüne meydan vermemek lazımdır” (8)

    Fenerbahçe maça; Natık, Hüsnü, Ziya, Cevat, Sadi, M.Reşat, Niyazi, Alaattin, Zeki, Muzaffer, Fikret on biri ile başladı. İlk yarısı rüzgarı da arkasına alan rakip takımın hakimiyetinde geçen maçın ikinci yarısında Fenerbahçe üstünlüğü ele aldı ve 83.dakikada Alaattin’in çalımlarla ceza sahasına yaklaşıp 20 metreden çektiği sert şutun ağlarla buluşması ile maçı 1-0 kazandı.

    Güzel futbolun sergilenmediği maça seyirci fazlalığının futbolcuları etkilemesi damga vurdu. Bu durum maçın Bulgar hakemi Kaçef’in dikkatini çekmiş ve maç sonu verdiği beyanatta dile getirilmiştir:

    “Bugün oyunda teknik görmedim. Yunanlılar olsun, Türkler olsun, ahalinin heyecanına kapılarak şahsi oynadılar. Fener bu hataya düşmeseydi belki daha iyi bir netice alabilirdi. Yunanlılar da bu hataya düştüler. Netice itibariyle her iki takım da teknikten ziyade kazanmayı gözettikleri için pek muvaffak olamadılar. Oyunu umumiyet itibariyle pek beğenmedim.” (9)

    22 Mayıs 1931 tarihinde oynanan Fenerbahçe – Olympiakos maçına ilişkin yazılacaklar, birazdan ilk kez göreceğiniz belgenin keşfedilmesine kadar bunlardı. Yaptıkları savaştan sonra rotalarını devlet politikası gereği “barış” olarak çizmiş iki Balkan ülkesinin futbol takımlarının yaptığı maç bitmiş, seyirci rekoru kırılmış, oynanan futbol ise kimseyi memnun etmemişti.


    Yumruk

    Tarihte devleti yöneten akıl ile kamuoyunun düşüncelerinin zıtlaşmasına çoğu kez tanık olunmuştur. Türk-Yunan dostluğu da diplomatik bir “dostluk” çerçevesinde seyrediyorken, kamuoyunun bir kesimi için “Yunan” dendiğinde, 9 sene önce ülkelerini işgal eden askerler, İzmir’de çıkan yangınlar, Batı Anadolu’da işkence edilenler, ölümler, tecavüzler akıllara geliyordu. Nitekim bu zıtlaşma devletin kalbinin attığı yerde su yüzüne çıkıyor;  Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in Selanikli berberi Venizelos’un gelişi dolayısıyla şunları söylüyordu:

    “Paşam, ben sizin yerinizde olsam ne gider, ne de görüşürüm. Çünkü o millet, bizim Selânik’imizi, toprağımızı, yerimizi aldı. Bu yetmiyormuş gibi bir de Ankara’mızı almaya kalktı. Bütün bunlardan sonra siz onlarla dost gibi konuşacaksınız. Ben olsam yapamam.” (10)

    Her ne kadar alıntı yaptığımız eserin aktardığı diyalogların gerçekliği tartışılır olsa da, kamuoyunun görüşünü yansıttığı için bu yazıda yer almasında bir sakınca görülmemiştir. Berberinin bu çıkışına karşı Mustafa Kemal’in cevabı devlet politikasını üç cümle ile özetler niteliktedir:

    “Bu memleket iyidir. Bu yüzden dost olmağa, dost görünmeğe mecburuz. Hem bunu yapmazsak, tarih bizi affetmez.” (11)

    Bu çerçevede bakıldığında her iki devlet için de bu politika liderlerin yani Venizelos ve Mustafa Kemal’in kişisel çabaları ile devamlılık gösterir nitelikteydi. Yunan basınının bir kısmı bu politikayı eleştirirken, TBMM’de birçok milletvekili, “savaşsa savaş, kana kan” gibi ifadelere konuşmalarında yer vermekten çekinmiyorlardı. (12) Nitekim Olympiakos Kaptanı Dinos Andrianopoulos maçtan sonra ülkesinde verdiği ropörtajda “Venizelos’un dostluk söylemi cesurca olsa da Türklerin bizden nefret ettiklerini gördük. Korkarak oynadık” diyecektir. (13)

    Yunan basınında maçta yaşanan olayı temsil eden karikatür

    Başka Bir Açı

    Maçın yazılmamış hikayesi ise şöyleydi.

    O güne kadar ülkede gerçekleşen en kalabalık spor olayının izleyicilerinden biri; Yunan kalecisi Achilleas Grammatikopoulos’un, Fenerbahçe’nin golüyle birlikte kaleye girip ağlara takılan Alaattin’e vurmasına dayanamadı ve kalenin arkasından sahaya girerek, kaleci yere düşene onu kadar yumrukladı.

    Yunan basınında elinde silahlı temsil edilen kişi bir subaydı. “Silah” detayına tıpkı bu olayın herhangi bir detayı gibi Türk kaynaklarında rastlanmamaktadır. Yunan kalecinin attığı yumruğu, Türk seyircisinin maç öncesindeki misafirperver tavrının değişmesine ve sertleşen maç atmosferine  bağlayan Milesis, maçı izleyenler arasında 3.Kolordu Komutanı Şükrü Naili Paşa’nın (14) da olduğunu ancak bunun gelişen olayları engellemeye yetmediğini yazmakta, üstü kapalı olarak kendisini de suçlamaktadır. (15)

    Yunan kaleciyi yere düşüren yumrukların sahibi olaydan sonra sahadan çıkarak kayıplara karıştı. Maç ise bu yumruk olayına rağmen tamamlandı. Bu kişinin adı ertesi günü hiçbir gazetede yer almadı. Yunan kafilesinin başkanının ağzından, maçta herşeyin çok güzel olduğuna ilişkin demeçler uyduruldu ve olay örtbas edildi. (16)

    Akşam ve Milliyet gazeteleri konuya değinmediler. Seyirci fazlalığı ve yetkililerin stadyuma haddinden fazla kişiyi almaları eleştirildi. Maçın hakeminin değerlendirmeleri arasında da yumruk olayı ile ilgili bir açıklama yer almıyordu. Yunan basını hakemin olayı görmediğini yazmış; Yunan yazar Milesis ise Şükrü Naili Paşa’nın stadda olduğu bir maçta, “Fenerbahçe’nin ordunun takımı olduğu unutulmamalıdır” diyerek hakemin baskı altında olduğunu öne sürmüştür. (17)

    Devletin politikalarının basın tarafından desteklendiği, oto-sansürün yaygın kullanıldığı yıllardı. Sözü geçen her iki gazetede Yunan heyetinin beyanatları, hakemin maç ile ilgili değerlendirmeleri yer bulurken, sadece Cumhuriyet Gazetesi’nde Galatasaray kurucularından ve eski başkanlarından Abidin Daver olayı üstü kapalı olarak konu alan bir yazı yazdı.

    “Cuma günü, stadyumda yapılan futbol maçı esnasında, teessüfe şayan bir hâdise oldu. Bu hâdisenin sebebi nedir? Yunanlılara karşı bir husumet eseri göstermek mi? Hayır. Halkımızın büyük bir kısmı, futbol maçlarını büyük bir asabiyetle seyrediyor, müsabaka esnasında kendilerini kaybedenler, ne yaptıklarını bilmeyenler çoktur. Hiç şüphesiz, ki Yunan kalecisine yumruk vuran seyirci de, bu hareketi, o fazla asabiyetin sevkile istemiyerek yapmış ve maç bitip de sinirleri yatıştığı zaman yaptığına da müteessif ve nadim olmuştur. Bu müessif yumruğun kasden vurulmadığına şüphe etmemekle beraber, seyircilerin müsabakalara müdahalesinin fiilî bir şekil alması ve bilhassa ecnebi ve misafir takımların oyuncularına tecavüz suretinde tezahür etmesi hiç doğru ve kat’iyen sportmence bir hareket değildir.” (18)

    Daver’in konuyu ele alış tarzı “holiganizm” çerçevesindeydi ve yazıda devlet politikası olan Türk-Yunan dostluğuna zarar vermemek için adeta yumuşak geçiş yapılıyordu. Cumhuriyet gazetesi diğer iki gazetenin aksine oto sansüre gitmiyor; ancak gazetede yumruk atanın bir subay olduğuna değinilmeyerek, olay “münferit” olarak lanse ediliyordu. Nitekim Atina gazetelerine olayı “münferit” olarak haber geçen muhabirlere edilen teşekkür birkaç gün sonra gazetenin ilk sayfasında yer buluyordu:

    “Yunan takımının evvelki cuma günü Taksim stadyumunda yaptığı maçta seyircilerden biri tarafından Yunan kalecisine bir yumruk vurulduğu yazılmış ve hatta gazetemiz tarafından bu çirkin hadise takbih edilmişti. Son gelen Atina gazeteleri de bu hadiseden bahsetmektedirler. Teşekkür olunur ki Yunanlı muhabirler, hadiseyi münferit bir hadise mahiyetinde –  ki zaten öyle idi – bildirmişlerdir” (19)

    Haberin sonunda yer alan “ki zaten öyle idi” ibaresi gazetenin olayın “münferit” olduğuna yaptığı tekrar vurgusunu ortaya koymaktadır. Yunan basınının olaya ilişkin değerlendirmeleri, Türk basını tarafından maçın üzerinden bir yıl geçtikten sonra bile dikkatle izlendi. Olimpiyat Dergisi’nin 23 Mayıs 1932 tarihli sayısında Yunan Patris Gazetesi’nin olaya ilişkin makalesinde yer alan ifadelere yer verildi ve iyi niyetleri için teşekkür edildi. Yunan Gazetesi, olayın hemen sonlandırıldığını ve sorumlunun Türk Hükümeti tarafından cezalandırıldığını yazıyordu. (20)


    Sürgün

    Bu güne kadar yumruk olayını gerçekleştiren kişinin kim olduğu arşivlerde gizli kalmıştı. Yukarıdan görülen belge (21) ile bu kişinin Gülhane Hastanesi’nde görevli Doktor Yüzbaşı Hilmi Bey olduğu gün yüzüne çıkmış oldu.

    Taraftarlık refleksi ile mi yoksa Yunan husumetinin kendisinde uyandırdığı milliyetçi duygularla mı bu eylemi yaptığı, en azından şimdilik bilinmiyor. Bilinen, Yunan kalecinin maçın golünü atan Alaattin’e vurması sonucunda sinirlerine hakim olamayarak sahaya girip karşılık vermesi.

    Hilmi Bey’in yumruk olayı maçtan sonra, başında Şükrü Naili Paşa’nın olduğu 3.Kolordu Komutanlığınca araştırıldı. Kısa süre sonra, 26 Mayıs 1931’de de kimliği belirlendi. (22) Bu süreci en iyi anlatan satırlar maçta Fenerbahçe forması giyen Büyük Fikret’in (Arıcan) “Fenerbahçe’de 59 Yıl” isimli kitabında yer almaktadır.


    Büyük Fikret Anlatıyor

    “Olay kapandı sanırken bir-iki gün sonra çalıştığım yere bir inzibat askeri gelerek Merkez Komutanlığı’ndan çağrıldığımı söyledi. Beni bir albayın odasına çıkardılar. Kendisi sert bir lisanla kaleciye yumruğu kimin attığını sordu. Görmediğimi söyledim. Albay inanmıyordu. Hakikaten görmemiştim.

    Ertesi gün Zeki Bey ile beni tekrar çağırdılar. Uzun uzun soruşturdular. Görmediğimizi söyledik. Ama albay ısrar ediyordu. Kızgın bir sesle: “Bu bir subay.. onu mutlaka bulacağız. Yoksa hepimiz ya tekaüt olacağız ya da şarka sürüleceğiz. Başvekilin emri var” dedi. Bize adeta yalvarıyordu adam. Kendisine yardımcı olmamızı istiyordu. Hakikaten görmemiştik.

    Bir gün sonra beni tekrar çağırdılar. Albay: “Biz yumruğu vuranın bir doktor yüzbaşı olduğunu tespit ettik. Bunların arasında var mı?” diyerek bana üç tane doktor yüzbaşı gösterdi. “Tanımıyorum” dedim. Öfkeleri gün geçtikçe artıyordu.

    O zaman Gülhane Hastanesi’nde şimdiki Profesör Rasim Adasal, bizde futbol oynayan Selahattin ve Deniz Hastanesi Başhekimi olan İhsan Meriç de doktordu. Bu iş hepimizi dertlendirmişti.

    Fakat yumruğu vuran yüzbaşı sonunda bulundu. Merkez Kumandanlığı rütbesi tespit edilen ne kadar doktor yüzbaşı varsa çağırıp maç günü nerede olduklarını sormaya başlamış. Yumruğu vuran maç hastası Yüzbaşı Hilmi, o gün maça gitmediğini ve öğretmenleriyle vapur gezisine katıldığını söyleyince ondan şüphelenmişler. Öğretmenleri de Merkez Kumandanlığına çağırıp durumu araştırmışlar. Bunun sonuncunda Yüzbaşı Hilmi’nin doğruyu söylemediği ortaya çıkınca yumruğu vuranın o olduğu anlaşılmış.”

    “Büyük” Fikret Arıcan (ortada), Mehmet Reşat Nayır ve Niyazi Sel ile birlikte.

    Ceza

    Hilmi Bey’in kimliğinin belirlendikten sonra yapılan askeri yargılama sonucunda 20 gün oda hapsi ile cezalandırıldı. Bu süre zarfında görev yeri değiştirilmesine karar verildi. Hilmi Bey’in aldığı cezadan sonra gönderildiği yer, Erzincan’dı ve bu yer değişikliği Erzincan’ın İstanbul’a olan uzaklığı dolayısıyla “sürgün” niteliğindeydi. Hilmi Bey’in yumruk olayı Mustafa Kemal tarafından da takip edildi. Cumhurbaşkanı, Hilmi Bey’in yerinin değiştirildiğinden haberdardı. (23-24) Fikret Arıcan’ın aktarımındaki, olayın çözülmesi için askeri makamlara yapılan baskı bu noktada dikkate değerdir.

    Daha stadyum yok baraka gibi eski Taksim Kışlası’nda oynanıyor. Olaylı maç iki gün sonra yenilendi. Yunanlıları 2-0 yendik. Çok heyecanlı bir maçtı Allah için. Bizim çocuklar çok güzel oynadılar. Sağaçık Leblebi Mehmet topu ortalıyor, santrfor Necdet sol vurup topu Yunan kalesine sokuyor. Soldan Rebii ortalıyor, top Yunan ağlarında. Böylece maç 2-0 bitiyor.

    Ankara’ya döndüğümde arkadaşlarla oturmuş maçı yüksek sesle tartışırken, Atatürk sesimizi duymuş. Yanımıza gelip bana: “Maç hadiseli geçmiş, öyle mi?” diye sordu.

    Ballandıra ballandıra anlattım. Milli hislerim ayağa kalkmış, bir subayın Yunan kalecisini nasıl dövdüğünü anlatıyordum.

    “Subayı kimbilir ne yaptılar?” dedi.

    “Hapsetmişler…” diye karşılık verdim.

    “Yerini değiştirmişlerdir” dedi.

    Atatürk’ün yanında serbestçe konuştuğumuz ve O’nun da bizimle sık sık şakalaştığı için şımarmıştık. O’nun keyifli halini görünce her şeyi olduğu gibi söylerdik. O da bundan hoşlanırdı. O gün de bir coşkunluğuma gelmiş olmalı ki: “Yunanlılar öyle perişan oldu ki, kaç para eder senin Sakarya Harbin” dedim.

    Atatürk gerçi bir şey demedi ama, sonra söylediğime söyleyeceğime bin pişman oldum. İnsan  kendini unutuyor bazen.”

    Yazı içerisinde bu kaynakta yer alan diyalogların gerçekliği ile ilgili değerlendirmeler hatırlanacaktır. Bu doğrultuda metindeki hataları şu şekilde sıralayabiliriz: Fenerbahçe’nin maç yaptığı takım Apollo değil Olympiyakos’tur. Maç iptal olup, yenilenmemiştir. Cemal Granda’nın detaylarıyla aktardığı maç Galatasaray ile Olympiyakos arasındadır.

    Olympiyakos Takımı İstanbul’dan ayrılırken

    Sonra Ne Oldu?

    Ülkeler arası ilişkiler ve  kamuoyu tavrı dikkate alındığında, futbolun sadece futbol olmadığı gerçeğinin, futbolun endüstrileşmeden önce de var olduğunun ortaya çıktığı bu maçtan sonra Olympiakos takımı kaldıkları otelde Türkiye Futbol Federasyonu İkinci Başkanı Şeref Bey tarafından ziyaret edildi. (25)

    Bu ziyaret sonucu ikinci maça çıkmaya ikna oldukları Yunan basınında yer alan Olympiakos (26), 24 Mayıs’taki Galatasaray maçından 2-0 yenik ayrıldı. Bu maçın sonunda da olaylar çıktı. Yunan kafilesi stadyum yakınlarında saldırıya uğradı. Saldırıyı gerçekleştiren grubun etnik kimliği basında tartışma konusu oldu. Cumhuriyet gazetesi saldırıyı İstanbul’da yaşayan bazı Rumların yaptığını yazarken (27), Apoyevmatini gazetesi (28) bu iddiayı reddetti. 

    Bu saldırıya rağmen aynı gazetede Yunan kafilesinin gördükleri misafirperverliğe ilişkin açıklamalarını yayınlanmaktan geri kalmamıştır. Görüldüğü üzere kamuoyunun, kurulmaya çalışılan Türk-Yunan dostluğu konusunda tavrı olumsuza yakınken, resmi politikalar belirlendiği doğrultuda uygulanmaya devam ediyordu.

    Olympiakos takımı yaptığı iki maçın ardından 25 Mayıs’ta önce Büyükada’ya geçerek öğle yemeği yedi. Ardından ise İstanbul Vali Konağı’nda verilen çay davetine katıldıktan sonra, 26 Mayıs 1931’de ülkesine döndü. Yüzbaşı Hilmi Efendi’nin yakalanıp cezalandırıldığı Türk Futbol Federasyonu tarafından Yunanistan Futbol Federasyonu’na bir mektupla bildirildi. (29) Yunan Futbol Federasyonu da Grammatikopoulos’un cezalandırıldığını bildirirerek bir anlamda dostça karşılık vermiş oldu.

    Yüzbaşı Hilmi’nin sürgün macerasının uzun sürmediği, kısa süre sonra İstanbul’daki görevine geri döndüğünü Fikret Arıcan’ın aktardıklarından anlıyoruz. Anılarında bu olaylı maça yer veren Büyük Fikret, olaydan sonra Yüzbaşı Hilmi ile arkadaş olduğunu şu satırlarla anlatmıştır:

    “Fakat Yüzbaşı’nın talihi yaver gitti. Sadece şark’a tayin edilerek cezalandırıldı. O zamanlar fizik tedavi için gerekli aletler yalnız Gülhane Hastanesi’nde vardı. Ben de bu tedaviler için gerektiğinde Gülhane’ye giderdim. Yüzbaşı Hilmi’yi, Rasim Adasal’ı, Selahattin ve İhsan Meriç’i orada tanıdım. Kendileriyle çok yakın arkadaşlık ettim.”

    Kaleci Grammatikopoulos – 1931 ve 2008 yıllarında çekilmiş fotoğraflarıyla.

    Şüphesiz Olympiyakos takımının İstanbul seyahatinin kahramanı, attığı ve yediği yumruklarla kaleci Achilleas Grammatikopoulos’tu. Achilleas, Olympiakos kariyerine 1928 yılında başladı. Ünlü İspanyol Kaleci Ricardo Zamora’dan esinlenerek “Zamora” lakabını aldı. Olympiakos ile 11 şampiyonluk yaşayıp, 5 kez Yunanistan Milli Takım formasını giydi. 1944 yılında futbolu bıraktıktan sonra Yunan liginde hakemlik yaptı. 1967 yılında Olympiakos Futbol Akademisi’ni kurdu ve ölene kadar üyesi olarak kaldı. 2008 yılında öldüğünde tam 100 yaşındaydı. Dünyanın en uzun yaşamış futbolcusu ünvanını elinde bulunduran Achilleas Grammatikopoulos, ölmeden birkaç ay önce Yunanistan Hükümeti tarafından “Örnek Sporcu” ödülünü almıştı. (30)

    Cenaze

    22 Mayıs 1931 yılındaki maçın iki kahramanı Achilleas ile Hilmi  birbirlerini bir daha hiç görmediler. Peki Yüzbaşı Hilmi’nin kısa süren sürgün günlerinden sonra Fenerbahçe ile yolu kesişmiş miydi? Sorunun cevabı: Evet. Maçın üzerinden 44 yıl geçtikten sonra hem de. 28 Ağustos 1975 günü Fenerbahçe’nin simge isimlerinden “Yavuz İsmet” ünvanlı İsmet Uluğ’un hayata veda ettiği gündü. Fenerbahçe’nin hem sporcusu hem yöneticisi hem de başkanı olan İsmet Uluğ’un aynı gün yapılan cenaze töreninde yer alan isimlerden biri Büyük Fikret’ti. Aşağıdaki görsellerde detaylarını okuyacağınız kesişmenin diğer kahramanı ise cenaze için toplanan kalabalığın arasında Büyük Fikret’e yaklaşarak “Fikret evladım, nasılsın? beni tanıdın mı?” diyen Yüzbaşı Hilmi’ydi. Yüzbaşı Hilmi’yi hemen tanıyan Büyük Fikret’in onunla kucaklaşması 40 yılı aşkın bir özlemi gidermişti adeta. Bir arşiv belgesi ile Fenerbahçe tarihine adını yazdığımız, soyadını öğrenip, ailesine ulaşmak için resmi makamlara sayısız başvuru yaptığımız Yüzbaşı Hilmi’nin kulübün sembol isimlerinden birinin cenazesinde ortaya çıkması, kelimelerle tarif edilecek bir mutluluk değil. Fenerbahçe’nin, Fenerbahçeliliğini her şeyin üstünde tutanlarla var olduğunu söylemek de yanlış olmasa gerek.

    Barış Kenaroğlu

    29 Ağustos 1975 Milliyet
    29 Ağustos 1975 Milliyet

    Notlar :

    (1) Cumhuriyet, 30 Teşrinevvel 1930
    (2) Orhan Berent, Alsancak’ın Sakini Altay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s.56
    (3) Akşam, 24 Mayıs 1931
    (4) Milliyet, 27 Ekim 1930
    (5) Stefanos Milesis , Ένα διεθνές παιχνίδι του Ολυμπιακού που διεξήχθη με την απειλή όπλου (http://pireorama.blogspot.com/2014/07/blog-post_23.html)
    (6) Milesis, a.g.m
    (7) Milesis, a.g.m, Olimpiyat Dergisi, maçı izleyen biletli kişi sayısının 7516 kişi olduğunu ve 7030 lira hasılat elde edildiğini yazar. Yazının devamında görüleceği üzere, stadyumda yaşanan izdiham Yunan ve Türk gazetelerinin seyirci sayısı olarak yazdıkları 15.000 sayısını doğrular niteliktedir. Olimpiyat, 30 Mayıs 1931
    (8) Akşam, 24 Mayıs 1931
    (9) Milliyet, 24 Mayıs 1931
    (10) Turhan Gürkan, Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri, İstanbul, Fer Yayınları, 1971, s.106
    (11) Gürkan, a.g.e, s.107
    (12) Berna Baydan, Türk-Yunan İlişkilerinin II. ve III. Dönrm TBMM’ye ve Kamuoyuna Yansımaları (1923-1931), Yüksek Lisans Tezi, Erzincan, 2017
    (13) Milesis, a.g.m
    (14) Kurtuluş Savaşı kumandanlarından olan ve Lozan’ın imzalanmasının ardından ordusuyla birlikte İstanbul’a giren Şükrü Naili Paşa (Gökberk) , kamuoyunda Fenerbahçeliliği ile tanınıyordu. 1927 yılında Kalamış’ta Belvü gazinosunda tertiplenen yaz balosuna o sıralar İstanbul’da olan Mustafa Kemal ile birlikte katılmıştı. / https://www.fenerbahce.org/kulup/ataturk-fenerbahce
    (15) Milesis, a.g.m
    (16) Akşam, Milliyet, 24 Mayıs 1931
    (17) Milesis, a.g.m
    (18) Cumhuriyet, 27 Mayıs 1931
    (19) Cumhuriyet, 30 Mayıs 1931
    (20) Olimpiyat, 23 Mayıs 1932
    (21) Milli Müdafaa Vekaleti
    Zabıt İşleri Dairesi
    Mehakim Şubesi
    Ş.31
    Sayı.489
    Ankara 4.6.1931
    Hülasa – Maç hadisesi hakkında
    Yüksek Başvekalete
    İstanbul’da Yunan Futbol Takımı ile Fenerbahçe arasında yapılan maç esnasında Yunan kalecisine yumruk vurdu-ğu Üçüncü Kolordu ve İstanbul Merkez Kumandanlıklarınca yaptırılan tahkikat ile tespit olunan Gülhane Hasta-nesi Hekim Yüzbaşı Hilmi Efendinin disiplin cezası olarak yirmi gün oda hapsile cezalandırıldığı ve mumaileyhin (adı geçenin) Erzincan’da Üçüncü Fırka Topçu Alayına nakil ve tayin olunduğu maruzdur efendim
    Mili Müdafaa Vekili / Zekai (Apaydın) Bey
    (22) Cumhuriyet, 27 Mayıs 1931
    (23) Gürkan, a.g.e, s.186
    (24) Turhan Gürkan tarafından ilk kez 1959 yılında Şehir Gazetesi’nde yayınlanan “Atatürk’ün Uşağı Cemal Granda’nın Hatıraları”nda Fenerbahçe – Olympiyakos maçı ve yumruk olayı ile ilgili kısmında şunlar yazılı-dır: “İzinli olarak İstanbul’a gelmiştim. O sırada Yunanlıların Apollo takımı gelmiş, Fenerbahçe ile maçları var. Fenerbahçe maçı 1-0 kazanıyor. Sağ açık Fikret kaleye giren topu çıkarmak isterken, bu yenilişine içerle-yen kaleci, bir yumruk atıyor. Bunun üzerine sahaya atlayan bir subay da kaleciyi dövüyor.
    Dana stadyum yok baraka gibi eski Taksim Kışlası’nda oynanıyor. Olaylı maç iki gün sonra yenilendi. Yunanlı-ları 2-0 yendik. Çok heyecanlı bir maçtı Allah için. Bizim çocuklar çok güzel oynadılar. Sağaçık Leblebi Meh-met topu ortalıyor, santrfor Necdet sol vurup topu Yunan kalesine sokuyor. Soldan Rebii ortalıyor, top Yunan ağlarında. Böylece maç 2-0 bitiyor.
    Ankara’ya döndüğümde arkadaşlarla oturmuş maçı yüksek sesle tartışırken, Atatürk sesimizi duymuş. Yanımıza gelip bana: “Maç hadiseli geçmiş, öyle mi?” diye sordu.
    Ballandıra ballandıra anlattım. Milli hislerim ayağa kalkmış, bir subayın Yunan kalecisini nasıl dövdüğünü anlatıyordum.
    “Subayı kimbilir ne yaptılar?” dedi.
    “Hapsetmişler…” diye karşılık verdim.
    “Yerini değiştirmişler” dedi.
    Atatürk’ün yanında serbestçe konuştuğumuz ve O’nun da bizimle sık sık şakalaştığı için şımarmıştık. O’nun keyifli halini görünce herşeyi olduğu gibi söylerdik. O da bundan hoşlanırdı. O gün de bir coşkunluğuma gel-miş olmalı ki: “Yunanlılar öyle perişan oldu ki, kaç para eder senin Sakarya Harbin” dedim.
    Atatürk gerçi bir şey demedi ama, sonra söylediğime söyleyeceğime bin pişman oldum. İnsan kendini unutuyor bazen.”
    Dosya içerisinde bu kaynakta yer alan diyalogların gerçekliği ile ilgili değerlendirmeler hatırlanacaktır. Bu doğ-rultuda metindeki hataları şu şekilde sıralayabiliriz: Fenerbahçe’nin maç yaptığı takım Apollo değil Olympiya-kos’tur. Maç iptal olup, yenilenmemiştir. Cemal Granda’nın detaylarıyla aktardığı maç Galatasaray ile Olym-piyakos arasındadır.
    (25) Şeref Bey bilinen bir diğer ismiyle Ahmed Şerafettin Bey (1894 – 13 Haziran 1933[2]), Türk futbolcu, teknik direktör ve futbol hakemi. Beşiktaş’ın futbol şubesinin kurucusu olup, Beşiktaş futbol takımının ilk kaptanı ve teknik direktörüdür. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Şeref_Bey)
    (26) Milesis, a.g.m
    (27) Cumhuriyet, 27 Ekim 1931
    (28) İstanbul’da 1925 yılında Rumca yayınlanmaya başlayan gazete, tirajını 1960’larda 35.000’lere kadar çıkarmış, 2014 yılında ise yayınlarına son vermiştir.
    (29) Milesis, a.g.m
    (30) http://www.sportmyway.eu/2017/12/09/70sportways-40-achilleas-grammatikopoulos-legend-olympiacos/

  • Fenerbahçe Rusya’da

    Fenerbahçe Rusya’da

    Tuncay Yavuz, muhteşem bir seriyi daha aktarıyor. 1956 yılında Fenerbahçe Rusya’da…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Giriş

    Avrupa’da kulüpler arası futbol turnuvaları başlamadan evvel uluslararası temasların ne kadar kısıtlı olduğunu, araştırdığımız bütün kaynaklarda gözlemliyoruz. Bu sebeple ülkemize gelen tüm takımlar, dostluk maçı oynasalar bile büyük bir hevesle takip edilmiş, maçlar zaman zaman tansiyonun yükseldiği anlara sahne olmuş. İletişimin kısıtlı olduğu o günün dünyasında yabancı takımların ülkeye getirdiği oyuncular ve oynadıkları futbol, dışarıda olan biten hakkında öğretici oluyordu. Aynısını yurt dışını ziyaret eden takımlarımız için de söyleyebiliriz. Bu ziyaretle hem futbol bilgisi alışverişinde önemli yer tutuyor, hem de dünyanın içinde bulunduğu politik durumda da rol oynuyordu.

    İşte böyle bir dönemde, Fenerbahçe’nin Sovyetler Birliği’ne Haziran 1956’da yaptığı seyahat ve orada oynadığı Dinamo Moskova ve Zenit Petersburg maçları da tarihimizde önemli bir yer tutuyor. Özellikle Dinamo Moskova maçı, Fenerbahçe’nin tespit edebildiğimiz ilk maç özetini de bize sunduğu için daha farklı bir konumda. Bu uzun seyahatte takımın yanında yer alan usta gazeteci Halit Kıvanç’ın seyahatin hemen ardından Milliyet gazetesinde 11 bölümde yayınladığı notlarını buraya da taşımak istedik. Keyifli okumalar!

    Tuncay Yavuz


    Zaferle Biten Bir Seyahatin Öyküsü

    Halit KIVANÇ – Yayınlanma Tarihi: 19 Haziran – 29 Haziran 1956 (Milliyet Gazetesi)

    Sarı-Lacivertlileri Viyana’da Sarı Lacivertli Bayraklar Karşıladı

    Dört motörlü uçağın dört motörü de çalıştığı anda içindeki 29 yolcu “Nihayet!” dediler. Fenerbahçe futbol takımı nihayet Rusya’ya doğru yola çıkmıştı.

    Rusya’ya gitmekte olan bir kafile için, uzun zamandır bir esrar ülkesi vasfını taşıyan bu memleketi görmek meraka değerdi. Fakat uçaktaki yolcular şu anda gidecekleri memleketten, görecekleri gariplikten ziyade yuvarlayacakları meşin topu düşünüyorlardı.

    Seyahat Sovyet Elçisinin bir ziyafetteki teklifinden doğmuştu. Ruslar Fenerbahçe’yi davet arzusunu izhar etmişler, bir müddet sonra kabule mazhar olan bu teklif üzerine hazırlığa başlanmıştı. Fenerbahçe, bir yandan lig maçlarına devam ederken öte yandan da çok mesuliyetli bir seyahatin heyecanını hissediyordu. İşte her şey hazırlanmış ve hatta Ruslar maç günlerini bile bildirmişken, seyahatin tehiri haberi gazetelerde yer aldı. Sarı-Lacivertliler, temmuz başında gideceklerini söylüyorlardı. Ancak Sovyetlerin cevabı, tehiri imkansız hale koyuverdi: Moskova ve Leningrad sokaklarına maçların afişleri asılmıştı.

    4 Haziran Pazartesi sabahı İstanbul’dan kalkacak uçak Fenerbahçe’yi Viyana’ya götürecek, orada bekleyen bir Rus uçağı da yolun mütebaki kısmını tamamlayacaktı. Fakat 3 Haziran günü Beşiktaş’la zorlu bir maç yapan Sarı-Lacivertli takım için hemen seyahate çıkmak güçleşmişti. Zira uçakta kafilenin tamamını alacak yer yoktu. Seyahatin Sofya’ya kadar trenle yapılması teklifi ileri sürülüyordu. Fenerbahçeliler “Olamaz” dediler ve 5 Haziran günü hususi bir uçakla hareket edebileceklerini bildirdiler. İşte bugün öğleden sonra Yeşilköy’den havalanan hususi uçak, Fenerbahçelileri Rusya’ya doğru yola çıkarıyordu.

    İdman Sahası Gibi Bir Uçak

    Uçak 40 kişilikti. Fakat kafilenin 29 kişiden ibaret olması karşısında hava şirketi öndeki 10 koltuğu kaldırmış ve sanki sporculara bir idman sahası açmıştı. Nitekim bulutların üstüne çıkıldıktan az sonra sol açık Niyazi, sakat iki takım arkadaşı Şükrü ile Gürkan’ı öndeki bu açıklığa oturtarak tedaviye başladı. Diğer futbolcular da battaniyeleri yere koyup istirahati tercih ettiler. Üçü, dördü ise vakti iskambil kağıtları ile öldürmeye çalıştılar.

    Uçağın en heyecanlı yolcusu, hava seyahatinden en fazla müteessir olan Mehmet Ali idi. M. Ali mütemadiyen pencereden bakarak uçağı lodosa tutulmuş Kadıköy vapuru gibi sallayan karanlık fırtına bulutlarının gelip gelmediğini kontrol ediyordu.

    Fenerbahçelilerin seyahatteki iyi talihi havadan başlamıştı. 5 saatlik yolculukta uçak, asfaltta koşan bir lüks otomobilden farksız ilerliyordu. Havaalanında haplar yutanlar dahi Viyana’ya gelindiği zaman sanki daha birkaç saat uçacak canlılıkta idiler.

    Konuşmalar tek mevzu etrafında toplanıyordu: Rusya’daki maçlar! Rakipler hakkında herkes kendi bildiğini, duyduğunu naklediyor, neticeler üzerinde tahminler yürütülüyordu. Arada Rus futbolunun kuvvetli olduğu, Rusya’ya giden yabancı takımların hep mağlup olduğu tezi ileri sürülünce, bir ses diğerlerini susturuyordu: “Allah’ın izniyle çocuklar, biz elimizden geleni yapalım, bütün varlığımızla oynayalım. Vatana güler yüzle döneriz.”

    Viyana’da Fenerbahçelileri Rusya’nın bu şehirdeki temsilcilerinden biri karşıladı. Ve hemen ardından da kafilenin iki grup halinde bir gün sonra hareket edeceğini bildirdi. Gece Baden’de geçirilecekti.

    Baden, Viyana yakınında bir banyo şehri idi. Şirin, tertemiz bir kasaba. Fenerbahçeliler Baden’e geldiklerinde hepsi sevinç içinde bağırdılar: “Bakın çocuklar, bakın!”

    Hakikaten kalacakları otelin kapısında olsun, onun etrafındaki diğer binalarda olsun, Sarı-Lacivertli bayraklar dalgalanıyordu. Bu, Viyanalıların Fenerbahçe’ye karşı bir jesti idi galiba. Fakat çok geçmeden mesele anlaşıldı: Baden’i de içine alan Aşağı Avusturya bölgesinin resmi bayrağının renkleri Sarı Lacivertti.

    Bu benzerlik, Fenerbahçelileri olduğu kadar Badenlileri de memnun etmişti.

    Fenerbahçeliler Rus Uçağında

    Sarı-Lacivertlilerin Baden’deki ikameti ertesi günü yani 6 Haziran Çarşamba öğleye kadar sürdü. Viyana’daki Sovyet temsilcisi Moskova ile temastan sonra kafilenin birinci grubunun saat 14’te hareket edeceğini bildirmişti. Bu suretle kafile başkanı Ertuğrul Akça, antrenör Fikret Arıcan ile onsekiz futbolcudan ve bir de bu satırların muharririnden mürekkep 21 kişilik grup hususi surette Moskova’dan gönderilen Rus uçağına yerleşti. Sekiz idareci ise yarım saat sonra kalkacak uçağa kaldılar.

    Hava yolculuğu yapanlar bilir, uçakların kalkışında ve inişinde pilot mahalline giden kapının üzerinde ışıklı yazıyla: “Sigara içmeyiniz! Kemerleri bağlayınız!” ibareleri okunur ve bunların yanmasıyla da yolcular kemerlerini bağlar, eğer içiyorlarsa sigaralarını söndürürler. Kemeri bağlamayan yahut sigarasını ağzında unutan olursa hemen güzel hostes gelip zarif bir tebessümle ihtar eder. Laf aramızda, bazı yolcular sırf şirin hosteslerin böyle latif tebessümlerine muhatap olmak için kasten kemerlerini bağlamaz, beklerler. Fakat Fenerbahçelileri Viyana’dan Moskova’ya götürecek Rus uçağına binen kafilemiz uzun uzun beklediği halde ne böyle ışıklı yazılar göründü, ne de hostes gelip “Lütfen kemerinizi!” ihtarında bulundu. Hoş, çocukların çoğu bağlayacak kemeler bulamamışlardı ya. Bazı koltuklardaki kemerler kopuk, bazısında da hiç yoktu. Hostes ise hiç de tebessümü arzulanacak güzellikte değildi. Belki de bundan dolayı olacak, kendisini yedi saatlik yol boyunca yedi defa göstermedi bile…

    Rusya’daki İlk Yemek Votka ve Havyar

    Uçak Viyana’dan havalandığı anda futbolcuların haleti ruhiyesi değişmiş, İstanbul’dan Viyana’ya kadar şarkı ve neşe ile gelen sporcular şimdi derse girmiş talebe gibi sessiz sedasız oturuyorlardı. Mamafih çok geçmeden gençlik ateşi, her düşünceyi mağlup etti ve nükteler başladı: “Dikkat et! Konuşma! Koltuğun altında ses makinesi vardır. Konuştuklarını tele alır.”

    Viyana’dan kalkıştan bir saat sonra artık meşhur ismiyle “Demir Perde”de idik. Prag havaalanına inildiği anda çocuklar merakla etrafı tetkike koyuldular. Fakat transit yolculara ayrılan salondan başka bir şey göremeyerek meraklarını yenemeden ve ancak içtikleri birer maden suyu ile hararetlerini yenerek tekrar uçağa bindiler.

    Bu defa hedef Vilno idi. Çift motörlü uçak Prag’dan kalktıktan üç buçuk saat sonra Rusya’nın hudut şehri Vilno’ya geldi. Prag – Vilno arasında Rus hostesin bisküvi ile çay ikramı da nüktelere fırsat verdi:

    “Yahu çocuklar, bu bisküvi Avusturya mamulatı.”

    “ Yavaş! Tepsinin içindeki mikrofonu unutuyorsun!”

    Mimarisinden, eski devirden kaldığı anlaşılan Vilno havaalanı binasında akşam yemeği verildiği sırada sofraya ilk gelenlerden biri, Rusların meşhur votkası oldu. Ancak “votka” sözünü duyan Fenerbahçeli futbolcular bir ağızdan aynı şeyi istediler: “Aman, maden suyu!”

    Etleri tereddütle yiyen kafile en fazla rağbeti havyara gösterdi ve yemeği müteakip de tekrar kemersiz uçaktaki yerini aldı. İki buçuk saatlik ve evvelkiler gibi sakin havada yapılacak bir uçuştan sonra Fenerbahçeliler artık Moskova’ya ayak basmış olacaklardı.

    Ve Moskova

    Rus uçağı Rus başşehrine indiği sırada saatlerimiz on biri gösteriyordu. Halbuki duvardaki saate göre vakit gece yarısını bir saat geçmiş olmalıydı. Bu anda Fenerbahçeli futbolculardan biri “şimdi İstanbul’da saat 12’dir” deyince iş büsbütün karıştı. Hakikaten şehirler arasındaki mevcut saat farkları, kafilenin vaktini şaşırtmıştı. Viyana’da saat 11 iken İstanbul’da 12, Moskova’da ise 1 idi. Ve işte Fenerbahçe kafilesi bu saatte Moskova’ya vasıl olmuş bulunuyordu.

    Uçağın kapısından inen Fenerbahçeliler esasen uykusuzluktan ve yol yorgunluğundan ufalmış gözlerini büsbütün kapamak zorunda kaldılar. Zira keskin bir projektör ışığı gözleri almaktaydı. Fotoğrafçılara ve sinema operatörlerine flaş vazifesi görmesi için uçağa doğru meydan binasından projektör tutulmuştu.

    Bir yanda fotoğraf ve sinema makineleri çalışırken öte yandan da Sovyet Spor teşkilatı erkanı ellerinde çiçeklerle “Hoş geldiniz” diyorlardı. Çiçekler adam başına bir tane düşecek miktardaydı. Rus karşılayıcıların içinde Türkçe’yi kendilerine has şive ile konuşan tercümanlar, mihmandarlar hemen ön plana çıktılar. Fakat az sonra Moskova Radyosu’nun spikerleri onları da geride bırakacaktı.

    Herkesin merak ettiği bir diyara ayak basan sporcular sık sık gözlerini etrafta dolaştırıyor ve ilk intibalarını tesbite çalışıyorlardı. Fakat bu ilk intiba, karşılıklı protokol kaideleri içinde teati edilen nutuklardan ve karşılama seremonisinden ileri geçmedi ve geçemezdi de.

    Moskova Radyosu için Fenerbahçe’nin Rusya’ya gelişi büyük nimetti. Bundan azami istifadeye karar verdikleri, daha Moskova’ya adım atıldığı anda belli oldu. Ve bundan sonra Moskova Radyosu’nun spikerleri, seyyar mikrofon elde Fenerbahçelileri her yerde takip ettiler. Fakat sporcular sadece spor yapmak gayesiyle geldikleri Rusya’da müşahedelerini radyo ile nakletmektense, kendi kafalarında saklamayı tercih ettiler. Bir spor teşekkülüne yakışan en doğru hareket tarzı da buydu.

    Gün ve Gece Birbirine Karışıyor

    Saat biri geçmişti. Artık hava aydınlanıyordu. Sanki gece olmamıştı. İşte bu, Fenerbahçelilerin Rusya’daki ilk mühim intibası oldu. Fakat üç gün sonra Leningrad’a gittikleri zaman Moskova’dan daha fazla şaşıracaklardı. Çünkü kuzeye çıkıldıkça gecelerin gündüzlere eklenmesi daha hızlanacak ve hava ancak bir saat kadar karardıktan sonra yeniden gündüz başlayacaktı.

    Çocuklar çiçekler elde önce Rus karşılayıcıların nutkunu dinlediler. Ardından Fenerbahçe kafilesi başkanı Ertuğrul Akça şu cevabı verdi:
    “Sovyet Rusya Spor Nezaretinin vaki davetine icabet eden Fenerbahçeli arkadaşlarım görmüş oldukları hüsnü kabulden dolayı teşekkürlerini bildirirler. Dünya futbol klasmanında Rusya’nın yeri, şimdiye kadar bu vadide almış olduğunuz neticelerden anlaşılmaktadır. Kuvvetli bir futbolunuz olduğunu işittik ve okuduk. Sisteminiz ve oyun tarzını hakkında evvelden bir tahminde bulunmak imkanına malik değiliz. Burada göreceğiniz Fenerbahçe takımı bu sezon İstanbul profesyonel liginde çetin maçlar yapmış ve bir hayli yorgun vaziyettedir. Bu bakımdan teknik imkanlarımız bugün için gayri müsait olduğu halde sizlere verilmiş olan sözümüzün tutulmasını ön plana alarak memleketinize gelmiş bulunuyoruz.

    Otelde

    Otel Moskova… Büyük bir otel… Rusların bilhassa yabancıları misafir ettikleri mahal… Bittabi Rusya’da kısa zaman kalacak yabancıların iyi bir intiba temin etmeleri için de gerekli konforla teçhiz edilmiş.

    Uzun uçak yolculuğundan sonra yataklarına giren Fenerbahçeliler ne oteli, ne de Moskova’nın gece manzarasını görecek halde değildiler. Fakat 7 Haziran Perşembe sabahı kahvaltıya inildiği zaman, gözler otelden dışarı kaymaya başladı.

    Mihmandarlar sporculara “Moskova’yı nasıl buldukları”nı soruyorlardı. Fenerbahçeli oyuncular ise şehirden çok ertesi gün oynayacakları stadı merak ediyorlardı. Nihayet bu merak az sonra zail oldu. Otelin önünden hareket eden otobüs, sarı-lacivertlileri Dinamo Stadı’na götürdü.

    Dinamo Stadı Moskova’nın halen en büyük stadıydı ama Rusya’nın en büyük stadyumu değildi. Bu sıfatı Fenerbahçe maçında 120 bin seyirci alan Leningrad’ın Kirof Stadı taşımaktaydı. Dinamo Stadı ise en fazla 80 bin kadar seyirciyi istiab edebiliyordu.

    Sarı-lacivertliler sahada normal antrenmanlarına başladıkları sırada bir yanda da üç Rus kız atleti çalışıyorlardı. Saha kenarında ise oyuncularımızın topa vuruşlarını, idman şekillerini merakla seyreden Dinamo idareci ve futbolcuları fark ediliyordu. Bu arada Rusların milli takım kalecisi, aynı zamanda Dinamo’nun kaptan ve kalecisi Yashin’e yaklaştım ve ertesi günkü maç hakkında ne düşündüğünü sordum. Tercümanın naklettiğine göre Yashin “Türkler’in beynelmilel sahada Macar galibiyeti gibi mühim bir netice almaları sebebiyle ihmal edilmez rakipler olduğunu” ifade etmiş ve “maçın centilmence geçmesi” temennisinde bulunmuştu. Yashin bilhassa arkadaşlarının attıkları şutları uçarak bloke eden kaleci Selahattin’in çalışmasını dikkatle takip etti.

    Milli Marşlar Çalınacak

    Antrenmanı bitiren sporcular otele yollandılar amma idarecilerin işi yeni başlıyordu Staddaki kulüp odasında oturularak Rus idarecileriyle müzakereye başlandı. Ruslar maçın seremonisinin önceden tespitini ve harfiyen tatbikini istiyorlardı. Takımlar beraber çıkacak, başkanlar nutuk verecek, oyuncular çiçek teati edecek, milli marşlara çalınacak, maçta muayyen adette oyuncu değişecekti.

    Fenerbahçe İstanbul’un, Dinamo da Moskova’nın bir kulübüydü. Ve oynadıkları müsabaka bir milli maç değildi ki milli marşlar çalınsın.

    Sovyet idarecileri bu hususta uzun uzun ısrar ettiler, her gelen ecnebi takımın maçında milli marş çalındığını belirttiler ve açıkçası bir emrivaki yaptılar. Mamafih emrivakiler bununla bitmeyecekti. İstanbul’da iken ayın 12’sinde diye bilinen Leningrad maçının da 13’ünde yapılacağı söylenecek ve asılan afişler gösterilecekti.

    Ceketler çıktı, kravatlar gevşetildi ve uzun konuşmalardan sonra toplantı tamamlandı. Moskova Radyosu gene kapıdaydı ve gene Fenerbahçelilerden itibalarını rica ediyordu.

    Maçı İlan Eden Afişler

    Antrenman ve idarecilerin toplantısı bitip de staddan çıktığımız zaman, önümüzden başlayan ve sonu görünmeyen bir insan kuyruğu ile karşılaştık.

    “-İşte, dediler, yarınki maç için bilet alan halk.”

    Öte yanda da afişler göze çarpıyordu. Fakat dikkate şayandı ki, Fenerbahçe – Dinamo maçından önce milli marşların çalınması emrivakisi gibi afişlerde de karşılaşma aynen şöyle ilan ediliyordu.

    Evet, Sovyetler müsabakayı ön planda “Türk – Rus” maçı olarak ilan ediyorlardı. Amma bu ilana Leningrad’daki maçtan sonra çok üzülecekler, kafileye Rusya hatırası olarak verilecek albüme Fenerbahçe’nin galip geldiği maçın fotoğraflarını koymayacak kadar keder duyacaklardı.

    Fenerbahçe Moskova’ya ayak basmıştı amma buradaki elçiliğimiz gelişimizi geç haber almıştı. Bu sebeple öğleden sonra sefarete gidildi. Moskova büyükelçimiz Kemal Kavur’un Fenerbahçeli futbolculara hitabı dikkate değerdi:

    “- Çocuklar mağlubiyet de galibiyet kadar şereflidir. Yeter ki memleketimizi en güzel şekilde temsil edecek gibi hareket edin, yeter ki sahada sportmence bir oyun gösterin!”

    Sarı-Lacivertli çocuklar bu sözleri esasen harfiyen tatbik etmektelerdi ve seyahatin sonuna kadar da tatbik edecekler, hem güzel oynayacak hem de disiplinli, efendice hareketleriyle Rusya’dan parlak bir zaferin yanında en temiz intibayı bırakıp döneceklerdi.

    Hakem Uğursuz mu Geliyor?

    Maçtan evvelki gece takım sanki Rusya’da değil de, İstanbul’da Moda’da yahut Yeşilköy’de kampta idi. Çocuklar mümkün mertebe yapacakları maçın ehemmiyetini unutmaya çalışıyor, heyecanlarını gidermeye gayret ediyorlardı. Bu arada muzip tanınanların arkadaşlarına yaptıkları şakalar da havayı ferahlatıyordu. Nihayet hepsi uykuyu tercih ettiler. Sovyet mihmandarlarımız ise “kafilenin tiyatroya gitmek isteyip istemediğini” sormaktaydılar. Futbol varken, hem de maç akşamı tiyatronun perdesi bile gözlerin önünde canlanamadı.

    Ve nihayet 8 Haziran Cuma… Bu tarih futbolumuz için bir imtihan günü idi. Fenerbahçe Rusya’nın başşehrinde, en kuvvetli takımlarından biri olan Dinamo ile boy ölçüşecekti. Saha, seyirci, hatta iki yan hakemi dahi Rus takımının avantajlarıydı. Moskova’yı soğuk bulacaklarını uman oyuncuların akşamüstü dahi serinlemeyen sert bir kara iklimi ile karşılaşmaları ve mütemadiyen ter dökmeleri de, keza aleyhimize kaydedilecek puanlardandı.

    Bu arada maçlarımız idare edecek hakem Karni ile tanıştık. Saçları hafif dökük, sempatik bir adam olan Karni, Finlandiya’nın beynelmilel hakemlerindendi. İsveç’te 3-1 mağlup olduğumuz milli karşılaşmayı ve 1952 Helsinki Olimpiyatları’nda Macaristan’a 7-1 yenildiğimiz amatör milli maçı idare eden hakemdi.

    Çocuklar bu neticeyi hatırlayarak: “Bu hakem bize pek uğur getirmiyor” diye hayıflandılar. Dinamo’ya 3-1 mağlubiyetten sonra ise aynı söz, daha kuvvetli olarak ağızlarda dolaştı. Fakat Leningrad’da yalnız çetin bir Rus takımını değil, Fin hakemine dair batıl inanışı da yeneceklerdi.

    Hakem Karni Rusya’ya daha önce gelmiş değildi. Doğrudan doğruya Fenerbahçe’nin maçları için getirilmişti. Fakat Rus futbolunu görmüştü, tanıyordu. Sert oynamalarına rağmen, Ruslar’ın teknik, sürat ve deplasman bakımından tehlikeli olduklarını ifade etmekteydi.

    Fenerbahçe Sahaya Çıkıyor

    Dinamo Stadı tıklım tıklım dolu idi. Bize verilen rakamlara göre, staddaa toplanan halkın yekunu yetmiş bini çok aşıyor, hatta seksen bine yaklaşıyordu. Tribünlerin üzerinde Rus bayraklarının yanında Türk bayrağı da dalgalanıyor, keza Dinamo’nun renkleri olun mavi-beyazlı bayrakların yanında Sarı-Lacivertli Fenerbahçe bayrakları asılı bulunuyordu. Stadda Rusça parçaların yanında Moskova radyosunda bulunan Türkçe şarkılar da çalınmakta, herkes merakla maçın başlama saatini beklemekteydi.

    Fenerbahçe’nin soyunma odasında heyecan son haddini bulmuştu. Yirmi yıl evvel Rusya’ya futbolcu olarak gelmiş bulunan Büyük Fikret’le Niyazi Sel, şimdi antrenör ve futbol şubesi kaptanı sıfatıyla oyuncularına talimat veriyorlar, menajer Ahmet Erol da çocukların moralini takviye ediyordu. Savunma odasındaki hava hakikaten samimi idi. Yedek olarak soyunan oyuncular, hatta hiç soyunmayan Küçük Fikret, Akgün ve Gürkan da oynayacak arkadaşlarının maneviyatını yükseltici şekilde konuşuyorlardı.

    Fenerbahçelilerin soyunma odasının yanındaki odada ise hakemler hazırlanıyordu. Fin hakemi Karni ile Rus yan hakemler spor kıyafetlerini giydiler ve çıkış tüneline doğru yürüdüler. Daha önce sahanın ortasına bando gelmiş, yerini almıştı.

    Hazırlanan program gereğince iki takım yan yana, antrenörleri ve menajerleri önde olduğu halde sahaya çıkmaya başladıkları zaman tribünlerden büyük bir alkış tufanı yükseldi. Bunu önce Rus seyircilerinin takımlarını teşci etmeleri şeklinde tefsir ettik ve tabii karşıladık. Demek ki seyircisinden de kuvvet alacak çetin bir rakiple oynuyorduk. Fakat maç başladıktan sonra ve hele ilk devrenin ortalarında pek haksız bir penaltıdan ilk golü yediğimiz zaman, halkın iyi oynayanı da aynı derecede alkışladığına şahit olduk. Seyircilerin iyi hareket yapan Fenerbahçelileri alkışlamaları bütün maç boyunca devam etti, hele fevkalade bir oyun gösteren kaleci Selahattin’i takdir eden nidaları, bilhassa dikkati çekti.

    Sarı Lacivertliler Halka Çiçek Atıyor

    İki takım da ortaya geldikten sonra karşılıklı dizildiler. Dinamolular Fenerbahçelilere çiçek verdi. Milli marşlar çalındı ve Dinamo başkanı ile Fenerbahçe kafilesi başkanı Ertuğrul Akça kısa bir hitabede bulundular. Bundan sonra iki takım da birer kale önüne çekilerek eşofman yapmaya başladı.

    On dakika geçmişti. Yine bir gün önce tespit edilen protokola göre, takımlar sahadan çekildiler ve bu defa hakemin düdüğü üzerine tekrar sahaya çıktılar. Şimdi Sarı-Lacivertlilerin ellerinde çiçekler vardı. Ortaya gelip de halkı selamlamalarını takiben Fenerbahçeli futbolcular stadın her yanına dağıldılar ve ellerindeki çiçekleri tribünlere attılar. Sarı-Lacivertliler bu seremonide halka atmak üzere beraberlerinde sigara da getirmişlerdi. Lakin Sovyet spor idarecileri çiçek atılmasını kafi görmüş, halka sigara atılmasını arzulamamışlardı.

    Fin hakemi Karni başlama düdüğünü çaldığı anda Fenerbahçe onbiri şu tertiple dizilmişti: Selahattin – Avni, Basri – Nedim, Naci, Necdet – Kasaboğlu, M. Ali, Şeref, Ergun, Niyazi. Yedek olarak soyunanlar da Şükrü, Can, Hüsamettin ve K. Nedim idi. Şükrü’nün sakatlığı geçmiş değildi. Bununla beraber genç kaleci herhangi bir kötü ihtimali düşünmüş ve icabında Fenerbahçe kalesini korumak üzere yedek olarak soyunmuştu. Bir yandan tedavisi devam eden Şükrü, maç sırasında da ekseriya kale arkasında takım ve mevki arkadaşı Selahattin’i alkışladı, onun maneviyatını yükseltti.

    (DEVAM EDECEK)

  • Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları VII

    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları VII

    “Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları VII” ile karşınızdayız… Fenerbahçe, yeni Türkiye şampiyonluklarına damga vuracak olan kadroyu kuruyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Birinci Bölüm
    İkinci Bölüm
    Üçüncü Bölüm
    Dördüncü Bölüm
    Beşinci Bölüm
    Altıncı Bölüm


    Süt Kardeşler

    Her neyse Fenerbahçe 1943 yılında Güneş Kulübü’nden gelenlerin dışında iki genç futbolcu daha yaratmıştı. Biri müdafaada biri de forvette harikalar yaratıyordu. Hele sol açık Halit Deringör öyle bir yerde oynuyordu ki senelerce Büyük Fikret’i seyretmiş olan Fenerlileri kendisine hayran bırakıyordu. Dünyanın en mütevazi ve hoşgörülü adamı olan ve hayranlıkla seyrettiğim Müzdat Yetkiner (Allah rahmet eylesin) takımın en genç futbolcusu idi. Fenerbahçe’ye çok hizmet etti.

    İşte bu Rebii, Boncuk Ömer, Lebip, Melih’le beraber bu geçen Halit, Müjdat ve Küçük Fikretli takım 1943-1945, 1946 Milli Küme şampiyonluğunu kazanmış ve Fenerbahçe Milli Küme’nin en son senesi 1950 sezonunda da şampiyon olarak kapatarak şanlı tarihine bir şampiyonluk daha eklemiştir.

    Bizim için işin en enteresan tarafı da takımın sol beki Ahmet Erol santrafor oynamıştır. Ve hatta son maçta atlaya iki gol atmıştır. Sonraları bu bizim bek Ahmet Milli Takımda bile santrafor oynadı.

    Ahmet’le çok yakın arkadaşlığımız olmuştur. Senelerce Altıyol Leylak sokakta bizim evin yanındaki madamın evinde pansiyon olarak oturdu. Eve gelirken ve giderken daima başı önde yürür. Bir defa olsun başını kaldırıp bir cama bakmaz. Karşımızda oturan emekli binbaşı Hilmi bey bir gün bana “Bütün Fenerbahçeliler böyle midir?“ diye sormuştu.

    Allahın lütfuna bakın ki bu Hilmi bey ve hanımı Mükerrem hanım Müzdat Yetkiner ve Halit Deringör’ü çok yakınları olarak haftada bir veya iki defa ziyarete gelirlerdi. Ben bu vesile ile gene bir Fenerbahçeli olarak senelerce Halit’le ve Müjdat’la iftihar ettim.

    Fenerbahçe’nin B Takımı

    Bu arada bizim lise yıllarına rastlayan senlerde Fenerbahçe’nin B takımından bahsetmemek mümkün mü? Her önüne geleni yenen 1936-1937 İstanbul şampiyonu olan takım her maçta 5 ila 15 gol atarak şampiyon oluyordu. Hele Galatasaray’ın 6 adet A takım oyuncusu ile oynadığı son maçta küçük Fikret’in son dakikada attığı şahane gol ile şampiyon olmuştuk.

    Tam bu sıralarda talebe ve asker sporcuların kulüplerde oynamaları yasaklanınca kulüpler B takımı çıkaramayacak duruma düştüler. Aynı zamanda b takım ligi de devam ediyordu. Bu sefer kulüpler b takımı maçlarını A takımdan aldıkları takviyelerle oynuyorlardı. Ve Beden Terbiyesi, Federasyon vs. her ne teşkilat ise alınan bu kararın ne kadar saçma sapan olduğunun idraki ile bu kargaşalığa hiç karışmıyordu. Hatta 1939 yılı B takımlar şampiyonası son maçı Fenerbahçe ve Galatasaray arasından tam kadro A takımlarınca oynanmış ve bizim Taka Naci’nin golleri ile 3-0’lık galibiyetimiz neticesinde Fenerbahçe B takımlar ligi şampiyonu olmuştur.

    Fenerbahçe kulübü B takımı o zamanlar bizim yaş akranlarımız olduğu için ve maçlara para vermeden girmek imkanı daha kolay olduğumdan ve daha doğrusu her maçı kazandığımız için daha çok ilgi toplamaya başlamıştır. Hatta 1944 yılında hiç mağlup olmadan şampiyon olduk. Belki kimse hatırlamaz 1947 senesinde Fenerbahçe’nin 40. kuruluş yıldönümü bayramında (Fenerbahçe kulübünde 3 Mayıs, Atatürk’ün kulübü ziyaret tarihini kulübün kuruluş yıldönümlerini bayramı olarak kutlanmaktadır) Fenerbahçe B takımı Galatasaray B takımını 6-1 yenmiştir.

    Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları VII / Devam Edecek

  • Siyah Tosbağa

    Siyah Tosbağa

    Fenerbahçe’nin 18. Türkiye Şampiyonluğu’na sahne olan 1977-1978 sezonu, Alican Küçükcan‘ın muhteşem kalemiyle karşınıza geliyor. Sezonun sembolü haline gelen başrol oyuncusu siyah tosbağa ile birlikte, mutlu sonla biten bir film şeridi gibi keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Giden Şampiyonluk, Gelen Sezon

    1976-77 sezonu şampiyonluğuna havlu attığımız günlerde, ilkokul ders kitaplarına girebilecek kadar yalın dilli, çağdaş ozan, işgal günlerinin İstanbul’unda, henüz yirmili yaşlarındaki bir onbaşı olarak üniforma kuşanan ‘’Jacques Prevert’’ in ölüm haberi gazetelere düşüyordu.

    Eşek, kral ve ben
    Sabaha sağ çıkamayacağız
    Eşek açlıktan
    Kral iç sıkıntısından
    Bense aşk ateşinden
    Aylardan mayıs

    Can Yücel’in lezzetli çevirisinden damlayan dizelerin sahibi Prevert, 1977 yılının Nisan ayında uzaklaştı bu dünyadan. Fenerbahçe de, aynı günlerde Beşiktaş beraberliğiyle el salladı şampiyonluğa.

    Aylardan nisan…

    Trabzonspor birkaç hafta sonra ikinci şampiyonluğunu kutlamaya hazırlanırken biz de yeni sezonu düşünüyorduk. İstatistikler Fenerbahçe’nin yumuşak karnının galibiyeti koruyamaması olduğunu söylüyordu.  Düzeltilmesi gereken saha içi sorunlarından sadece biriydi bu, belki de en önemlisi…

    Haziran ayı sonunda 14 futbolcunun mukaveleleri sonlandı. Bunların arasında Cemil, Alparslan, Ender, Engin, Ömer, Nevruz, Sabahattin ve Ersoy da vardı. Bu futbolcuların Fenerbahçe’ye verdiği hizmetler yadsınamazdı. Fakat kamuoyu ve basın yönetimi rahat bırakmıyor, yeni bir takım kurulması gerektiğini, Fenerbahçe’nin kabuk değiştirmeye ihtiyacı olduğunu yüksek sesle ifade ediyordu. Yönetim yaz sıcaklarından çok, transfer baskısı altında terliyordu.

    Cesaretli bir kararla, Cemil, Alparslan ve Engin hariç, diğerleri için satış kararı alındı. Yönetim Kurulu büyük bir riski üstleniyor ve dinamizmi arttırmak, yeni hava getirmek adına gençlerle harmanlanmış bir takım kuruyordu.

    Yaz Günü Yağan Kar

    Çiçeği burnunda Teknik Direktör Kaleperoviç’in isteği üzerine sezon öncesi hazırlığı için Yugoslavya’nın Pirot şehri tercih edildi. Ve lig benim de ilk kez sarı-lacivert renkleri tribünden görmemi sağlayan İstanbul’daki Samsun maçıyla başladı. Takım sahaya çıktığında başlayan konfeti sağanağını yeni açığın en üst katında yaşamıştım. Yaz günü üzerime kar taneleri iniyordu. Maçı Coşkun ve Aydın’ın golleriyle 2-1 kazandık ve sezona 2 puanla başladık. Tribünleri saran, takım aşkının bezde vücut bulduğu pankartları o güne ait unutamadığım hatıra parçaları olarak söyleyebilirim.

    Maç günlerinde, stadın çekim alanına girmeden önce, İstanbul sokaklarında babamla beraber yaptığımız gezintilerinde dikkatimi en çok çeken şey duvar yazıları olurdu. O yaşlarda anlamlandıramadığım, içeriğinden pek de bir şey anlamadığım farklı renklerdeki bu yazıların olduğu duvarların önünde durur ve okuma yazmayı çoktan çözmüş öğrenci güveniyle, hecelenmemiş ‘’slogan’’ bırakmazdım. Bu yazıların arasına tek tük de olsa karışan, yan yana duran ‘’FB’’ harfleri beni çok mutlu ederdi. Duvarlara yazı yazanların ve afiş asanların zaman zaman yapılan güvenlik aramalarında gözaltına alındıklarını yıllar sonra, göz gezdirdiğim eski gazete kupürlerinden öğrenecektim.

    Ertesi hafta yine İstanbul’da Mersin İdmanyurdu’nu gole boğduk: 5-2. Üçüncü hafta ise deplasmandaydık ve ilk puanlarımızı Ankaragücü’ne kaybettik: 1-2

    Ankara dönüşü üzüntü çok büyüktü. Kaleperoviç, UEFA Kupasındaki rakibimiz Aston Villa’yı izlemek üzere İngiltere’ye gitmişti. Sabri Kiraz kazanılacak maçı verdiğimizi söylüyordu. Avrupa kupası maçı öncesi moraller bozulmasın diye futbolculara eleştirel tek laf edilmedi yönetim kanadından. İngiltere’den 4-0’lık mağlubiyet ve Alparslan’ın sakatlığıyla döndük. Villa Park Stadı tribünlerini sarı lacivert bayraklarla donatıp, Fenerbahçe’ye moral vermek isteyen 5 bine yakın Türk seyircisi stadı üzüntüyle terk ediyordu. Önümüze, Ordu, Galatasaray ve Altay maçlarının belirsizliği dikilmişti.

    3 Maç 3 Galibiyet

    Ordu maçını 2-1’lik skor Cemil ve Şevki’nin golleriyle geçtik. Ama hiç ummadığımız bir yerden darbe almıştık: İvançeviç’e yoğun eleşitri vardı. Ülkeye ve takıma uyumu zaman alıyordu file bekçimizin. Galatasaray maçından alınacak iyi bir sonuç yönetim kadar İvançeviç’i de rahatlatacaktı. Yönetim Kurulu uzun tartışmaların yaşandığı toplantıda, sene başında aldığı prensip kararını bozmadı ve Galatasaray maçı için takımı kampa almadı. Maç gecesi yöneticiler bazı futbolcuların evlerine derbi maçının önemini son kez anlatmak için ziyaretler yaptılar. İvançeviç’in eşi Genel Sekreter Yüksel Günay’a tercüman aracılığıyla:

     ‘’Bizleri buraya siz getirdiniz. Bu maç eşimi olduğu kadar, sizleri de kurtaracak. Yarın biz Yugoslavya’ya Fenerbahçe’nin gözbebeği olarak döneceğiz, buna inanıyorum. Bu maça eşimle beraber hazırlandık, korkmuyoruz’’  dedi. İvançeviç ertesi gün Fenerbahçe kazağıyla en iyi maçını oynadı. 1980 yılının devre arasına kadar sürecek -GS maçlarında mağlubiyet görmeme serisinin- ilk adımı 2 Ekim 1977’de atılıyordu. Cemil ve Tuna maçın skorunu belirlediler: Fenerbahçe-2 Galatasaray-0

    Deplasman Maratonu İçin İşaret Fişeği

    Takımın moralleri yerine gelmişti. Fenerbahçe kırk bir bin seyirci önünde ve rakip Altay’dı. Şevki golü attı. Arkasından Cemil’in verilmeyen golü ve penaltısı geldi. Maçın tansiyonu daha ilk devrede artmıştı.  Yeteneksiz ve kötü niyetli hakemin son düdüğünden sonra sahaya giren bir seyircinin hakeme attığı yumrukla başlayan olaylar, polisin tribüne çıkıp seyircileri coplamasıyla büyüdü ve stad dışına taştı. Birçok araç büyük hasar görürken, polis arabaları devrildi ve yakılmaya teşebbüs edildi. Ters yüz edilen bir polis aracını hatırlıyorum: Siyah tosbağa. Kapımızın önünde onun beyaz olanı dururdu. Bagajı öndeydi ve neredeyse benzin istasyonuna sokmazdı bizi. Tosbağanın beyaz olanına beni İstanbul’un uzak semtlerdeki akrabalarımızla buluşturduğu, şoför koltuğunda oturduğum ilk araba olması sebebiyle ne kadar sempati duyuyorsam, imgemde sırtının üzerinde durduğu hali asılı siyah tosbağaya ise Fenerbahçe’yi gurbete yolladığı için o kadar kızacaktım.   

    Üsküdar’dan vapurla Beşiktaş’a geçip, yeni moda biletçisiz otobüslerlerde, şöförün hemen yanındaki kumbaraya biletimizi attıktan sonra babamla Taksim’e çıkmamız ve Beyoğlu’nda gezdikten sonra Gümüşsuyu üzerinden Dolmabahçe’ye inip maça gitme ritüelimizin iki maçlığına arızaya uğradığını zannetmiştim. Oysaki, devre arasını da hesaba katarsak âşık olduğum renkleri yeni takvim yılının Mart ayına kadar göremeyecektim.   

    Evliya Çelebi Misali

    Olaylı maçın yankıları arasında bir gün önceden gittiğimiz Adana’da ev sahibi takımı, Yenal, Cemil, Önder’in golleriyle 3-0’la bozguna uğrattık. Adana dönüşü Beşiktaş’la oynayacaktık. Uzun ayrılık öncesi son kez İnönü’nün çimlerine çıkacak ve bu maçla beraber İstanbul seyircisine dört aylığına veda edecektik. Maça camianın güvendiği, tecrübeli hakem Hilmi Ok atandı. Beşiktaş maçını kaptan Cemil’in golüyle 1-0 kazandık. Cemil, maçtan iki gün sonra, tüm Fenerbahçelileri rahatlatacak bir demeç verdi:

    ‘’-Dışarıda daha iyi oynuyoruz ve hiç korkumuz yok’’ diyordu Kaptan. Bu anlayış ve beraberlik içinde yolculuk başladı.

    Deplasmandaki Diyarbakır maçından sonra(2-2) ilk cezalı maçımız Ankara’da Bursaspor’laydı. Puan haricinde Federasyon’a verilecek cevabımız vardı. Bu cevap kâğıt üzerinde değil, yeşil sahalarda olacaktı. Federasyon cevabını aldı:  Bursa ve Zonguldak maçları galibiyetle bitti. 24 Aralık günü yine cezalı maç için Ankara yollarındaydık. Bu kez rakip Eskişehir’di. Önder ve Cemil’le Eskişehir’i de geçtik.

    İstanbul son 20 yıldaki en yağışlı yılbaşını yaşarken, takım Bolu maçı için yılın son günü rotayı aşçıların diyarına kırdı. Yönetim Federasyona tüm maçların ertelenmesi için başvurmuş ancak ret cevabı almıştı. Futbolcular saat 22.45’de Koru Motel’deki odalarına çekilip, erkenden uyudular. Bolu maçı hem yeni senenin ilk maçı hem de bir hafta sonra Trabzon’da oynayacağımız müsabaka için moral olması açısından büyük öneme sahipti. Evdeki hesap çarşıya uymadı. İkinci yarının hemen başında Antiç’in kırmızı kart görmesi tüm hesapları bozdu. İki puan ev sahibi Bolu’nundu. Soyunma odasındaki sessizlik derindi. Pazartesi günü, yönetim kurulunda maçın kritiği yapıldı. Kaleperoviç hafta sonundaki Trabzon maçını final havasına sokmaya çalışıyordu. Peşimizdeki rakipler aldığımız yenilgiyle ümitlenmişlerdi. Takımın morali yerindeydi. Trabzon deplasmanına galibiyet için gideceklerini söylüyorlardı. Lider, Karadeniz’den puan tablosunun en tepesindeki yerini koruyarak döndü. İvançeviç, Fenerbahçe camiasının güvenini tam olarak kazanmıştı: TS-0 FB-0

    Toma’nın Kehaneti

    1978’in ilk günleri hayli soğuk geçmişti. Ülkede yakıt tüketimi çok artınca fuel-oil satışının soğuklar geçene kadar durdurulduğu haberlerini ve bu yüzden evimize minik, sadece kendi çevresini ısıtabilen elektrikli petek alındığını hatırlıyorum. İşte bu Trabzon maçını radyodan o peteğe yapışmış vaziyette dinlemiştim. O gün içimi ısıtan şeyin peteğin sıcaklığı mı  yoksa İvançeviç’in her tuttuğu topta bana verdiği güvenin sıcaklığı mıydı, hala düşünürüm…

    Takımın kurmayları Kaleperoviç, Sabri Kiraz ve Yüksel Günay devre arasında takımın yurt dışında ve ya Antalya’da kamp yapması gerektiğini Yönetim Kurulu’na ilettiler. Yönetim, aksi görüşler olsa da, oy çokluğuyla ikinci yarı hazırlıklarının Dereağzı’nda yapılması kararını aldı. Toma, haliyle isteğinin reddedilmesine üzülmüştü. Hoca, kamp olmadığı takdirde takımın kondüsyonunun son haftalarda düşmesinden korktuğunu yönetim kuruluna söyledi. Kaleperoviç artık bu kozu her yönetim kurulunda kendi lehine kullanmaya başlayacaktı…

    Bu arada, Kasım ve Aralık aylarında Evliya Çelebi gibi dolaşan takımın kaptanı ve etkili oyuncuları kafalarını dinleyecek bir tatil için bastırıyorlardı. Dedikleri oldu. Toma da olur verince, takım karların içindeki bir dünyaya, Uludağ’a hareket etti. Cemil ve Alparslan hariç, tatile gidenlerden iyi haber gelmiyordu. Özellikle Cem Sultan, lakabına yakışır bir hareketlilik içindeydi. Hazırlık çalışmalarıyla beraber, kongre koşuşturması da start aldı.

    İkinci Yarı Başlıyor

    İkinci yarının ilk maçında Samsun’da hem maçı hem de liderliği kaybettik. Peşimizdeki takımların iştahları kabarmıştı. Gıyabımızda yeni hesaplar yapılmaya başlandı. Mersin deplasmanından 1 puanla döndükten sonraki maç başkent temsilcisiyleydi. Ankaragücü maçına çıkan onbir,  vefakâr seyircisini elinde iki buket golle selamladı. Meşinden çiçeklerin üzerindeki kartlarda iki isim yazıyordu: Cemil ve Tuna. 

     1972 Temmuzunda Fenerbahçe Kulübü, Cemil için vazgeçilmez bir inatla İstanbulspor’un kapısını aşındırıyordu. Her seferinde cevap aynıydı:

    ‘’Bizim verilecek futbolcumuz yok, lütfen bu sevdadan vazgeçin. Üstelik Cemil’in kulübümüzle 3 yıllık sözleşmesi var’’ Peşinden, Galatasaray devreye giriyor ve zamanın İstanbulspor Başkanı Nurin Şahingiray bunaldıkça bunalıyordu. Fenerbahçe ve İstanbulspor 3 ay boyunca gırtlak gırtlağa geliyorlardı. Uzatmalı transfer uğruna tabancalar çekiliyor, devrin Federasyon Başkanı Hasan Polat arabulucu olmaya çalışıyordu. Ve bütün ümitlerin tükendiği sırada eski Kasımpaşa Kulübü başkanlarından Sultan Demircan sahneye çıktı. Basın toplantısında söylediği sözler meydan okumanın en üst perdeden icrasıydı:

    ‘’Cemil Fenerbahçeli olmazsa bileklerimi keserim’’

    Cemilizm Doktrini

    Aralık ayının üçünde Cemil, Fenerbahçe formasını ilk kez bir Galatasaray maçında giyerek Sultan Demircan’ı haklı çıkartmıştı. Büyük Fenerbahçeli’nin doğum günü, kendisini sarı lacivertlilere renklere bağlayan 25 Kasım olarak belirlendi. Takımın yıldızı Cemil, Didi’yle birçok kupa kaldırdı. 1977-78 sezonunda ise Cemil’e güvenme sırası Kaleperoviç’e gelmişti.

    Gündüz Kılıç Cemil’i unutulmaz bir cümleyle anlatacaktı:

     ‘’Kim ne derse desin futbolumuzda Cemilizm diye bir tür doktrin var’’

    Büyük futbolcu için başka tarif gereksizdi. Bu doktrin, rakiplerin her türlü önlemini, markaj hilelerini çözen bir rehber niteliğindeydi. Cemil, ceza alanına girdiğinde, rakibin elinde ne tür silah olursa olsun,  yok edilmesi imkânsız bir canavar haline gelirdi. Patlayıcı kuvvetiyle ilk 10 metrede hasmına nal toplatır, sert şutlarıyla kalecileri çaresiz bırakırdı. Bu yakalanamaz oyuncu, onu sahanın bir noktasında kıstırıp da sert faullerle yıldırmaya çalışanlarla muhattap olmayıp, işin ceza kısmını hakemlere havale etmesi, Cemil’in üzerinden hiç çıkartmadığı efendilik smokininin bir parçasıydı adeta.

    Derbi ve Sonrası

    Smokinli futbolcu kritik Galatasaray maçı öncesi soyunma odasındaki son konuşmayı yapan Başkan Ilgaz’ı dinleyip, çıkış tünelinde göründüğünde tarih 19 Mart 1978’di. Tribünlerdeki coşkuya cevap vermek için oradalardı. İlk devrede 2-0 biten maçı hatırladı Kaptan; şampiyonluğun ilk adımı o gün atılmıştı. ‘Bugün’  mağlup olmazlarsa kupanın bir kulpundan tutacaklarını biliyordu. Bu maçı ‘’Camia’’ son engel olarak görüyordu. Oynadığı futbolla, damağımızda hoş bir tat bırakıp İspanya’ya dönen Antiç, son dakikalarına 1-2 mağlup girdiğimiz maçta bize kanla karışık bir beraberlik sunuyordu. Modern orta saha,  sol kanattan ceza alanına şandellenen topa yükselip, kaleci Bahattin’in soluna, direk dibine yaptığı kafa vuruşuyla tabelayı eşitlemişti. Yükseldiğinde yüzüne aldığı darbenin etkisiyle yere kan revan içinde inmiş, zeminden dakikalarca kalkamamıştı Antiç.

    Maç sonrası Toma çok sinirliydi. Gerçi 1 puan iyidir diye hesaplanmıştı ama kötü oyun moralleri az da olsa bozmuştu. Aynı akşam Cemil, Alparslan ve eşleri Yüksel Günay’ın evinde yemekteydiler. Beş gün sonra çıkılacak İzmir deplasmanı konuşuldu. Günay zaman zaman futbolcu ve eşlerini evinde ağırlar, bekâr futbolcuları da alıp yemeğe çıkartırdı. Bu buluşmaların faydasının görüldüğü aşikârdı. Bu tip toplantılarda samimi ve açık konuşmalar yapılıyordu. Takımın ele avuca sığmayan ikilisi Engin ve Cem’di. Şevki ara sıra kurtlansa de genel olarak uslanmıştı.  Bekârlar içindeki iki kanatsız melek ise Yenal ve Fuat’tı. Toplantılarda, Yenal’a şakalar yapılmadan evlere dönülmezdi. Önder, maç dışında sakin ve efendi görüntü sergilese de saha içindeki netlik ayarı bozuktu, karta yakın oyunuyla kenar yönetimi ve arkadaşlarını telaşlandırırdı.

    Fenerbahçe İzmir deplasmanına yönetim kurulunun yeni üyeleriyle gitti. Ali Dinçkök, Başaran Ulusoy, 2.Başkan Eşref Aydın’ın kafileyle beraber olması futbolcular üzerinde iyi etki yaratmıştı. Şevki’nin golü iki puanı getirdi.

    Beşiktaş Derbisi ve Tura Doğru

    2 Nisan günü karşımızda Adana ve Orhan Cebe vardı. Bolu maçının da hakemi olan Cebe, Adana maçı içinde Cemil’e, ‘’bu maçı dışarda oynasaydınız 3 kişiyi oyun dışı bırakırdım’’ diyordu. Bolu deplasmanından sabıkası olan, Antiç’i oyundan atan, devrisi ilk maçımızda aynı yönetimi sergileyen hakemin tutumu ertesi gün düzenlenen basın toplantısıyla kamuoyuna anlatıldı. Olayın futbolcular üzerindeki etkisi tehlikeli bir hal almıştı. Kapıda Beşiktaş maçı vardı. Hafta içinde futbolcular yöneticiler tarafından rehabilitasyon kampına alındılar adeta. Takipçimizle olan puan farkı azalmıştı. Beşiktaş maçı çok önemliydi. Cemil durumun farkındaydı ve gereğini yaptı… Fenerbahçe:1 Beşiktaş:0

    Ertesi hafta yine İstanbul’da Diyarbakır’la oynadık ve Tuna’nın golleriyle 2-0 kazandık. Sonra da Bursa’yı orada yine Cemil’in tek golüyle alt ettik. Dönüş yolunda taraftarlar kafileyi Kartal meydanına kadar yalnız bırakmadılar. Arabalı vapur Kartal’a yanaştığında binlerce sevgili takımlarını bağırlarına bastı. Bu görülmemiş sevginin futbolcular üzerindeki pozitif etkisi İnönü Stadı’ndaki Adana Demir ve Zonguldak maçlarında görüldü. Gemi okyanusu aşmış, limana girmek için gün sayıyordu. İşin Es es deplasmanında bitmesi isteniyordu. Yazılıp/çizilenin aksine, Fenerbahçe sahaya beraberliğe değil, Eskişehir’i yenmek için çıkacaktı. İkinci yarıda yediğimiz gol şampiyonluk hesaplarını Bolu maçına bıraktı. Dönüşte yalnız Cemil’e kendi arabasıyla dönmesi için izin verildi. Tur Bolu maçına kalmıştı.

    İbrahim İskeçe’nin Seftesi

    Takımda ilk defa şampiyonluk tadacak oyuncular Cem, Bahri, Onur ve Engin’deki heyecanın fazlası daha önce şampiyonluk kupasını kaldırmış oyuncularda da vardı. Her şampiyonluk başkaydı ve Fenerbahçe camiası malzemecisinden Faruk Ilgaz’ına kadar kimsenin, son 100 metresine önde girdikleri lig maratonunda, ipi göğüslemeden dönmeye niyeti yoktu. Altay maçı sonrasında takımın üzerini kaplayan kara bulutlar, tatlı tatlı esen galibiyet rüzgârlarıyla iyice dağılmıştı. Gökyüzü pırıl pırıldı.

    Fenerbahçe’nin Altay maçında aldığı cezanın altında imzası olan İbrahim İskeçe, Haydarpaşa Lisesi forması içinde koştururken yöneticilerin dikkatini çekmiş (1940) birer yıl arayla Fikret Kırcan’la beraber kulübe kazandırılmıştı. İskeçe, 1977 Ağustosunda federasyon başkanı olduğunda üzerindeki çubukluyu geçici olarak katlayıp dolaba kaldırmış ve gerçek bir spor adamı olduğunu görevi boyunca ispat etmişti. Bu İskeçe’den gelme göçmen çocuğu, tatlı Trakya şivesiyle siftaha ‘sefte’ der. Şans mı, golün kokusunu herkesten önce aldığından mı bilinmez, nedense ilk golü çoğunlukla o atar, ‘’sefteyi yaptım gerisi sizden’’ deyince de,  göğsüne çıkartmamacasına lakabını iğneler.

    Anektod bu ya,  B. Fikret (Arıcan) Halit Deringör askere gidince ‘’gel oyna’’ ısrarlarına dayanamaz ve 37 yaşında sahalara döner. Sefte İbrahim’le de iki/üç defa yan yana oynamışlardır. Beşiktaş’la oynanan bir maçta 0-3 mağlup duruma düşünce İbrahim’e dönüp ‘’yahu nerede kaldı senin sefteliğin’’ diye çıkışır saha içinde antrenör-futbolcu Fikret. Neyse maç 3-3’e gelip, hakem bir de Fenerbahçe lehine penaltı verince kıyamet kopar, kavga çıkar. Kargaşanın içinde olmayan, uzakta kalan sadece İbrahim İskeçe olur. Bu beyefendi, kırklı yılların Türkiyesinde Avrupayi futbol oynardı. O günün futbolcuları arasında pek rağbet görmeyen topsuz koşular, boş sahaları kullanma, İskeçe’nin  futbol literatüründe yazılı olan maddelerdi. Önüt olan soyadını değiştirip, doğduğu memleketin adını alan İbrahim İskeçe, futbol federasyonu başkanlığı koltuğunda oturduğu sürece ruhundaki sakinliği korumuş, Batılı bakışını Türk futbolunun gelişmesi için kullanmıştı.  

    Şampiyonluk Geliyor

    Bolu maçında alınacak 1 puan şampiyonluğa yetiyordu. Maç sabahı Bağdat Caddesi ve kulüp civarı taraftarlarca doldurulmuştu. Saat 13.30’da takım kendi otobüsüyle stada hareket etti. Yolculuğa, otobüsü takip eden araçların klaksonları eşlik etti. Futbolcular soyunma odasına girdiklerinde malzemeler henüz gelmemişti. İvançeviç’in ve Antiç’in yarım yamalak Türkçeleriyle yaptıkları espriler heyecanı bir nebze olsun dağıtmıştı. Zaman akıyordu. Önce malzemeler, sonra maç saati ve Şevki’nin golü geldi. Fakat kısa bir süre sonra Bolu karşılığını verdi. Devre arasında herkesi yeniden endişe sarmıştı. İlk yarı skoru şampiyonluğa yetiyordu. Kupayı çok isteyen Fenerbahçe’ye İnönü Stadı’nın ahşap kale direği de yardım etti: Fenerbahçe 1 Bolu 1

    İnönü Stadı’nın arkasındaki Dolmabahçe Saat Kulesi,  Sirkeci Gar saati, İstanbul Üniversitesi’nin anıtsal kapısındaki dev kadran, Taksim meydanında çocuklara tasarruf algısı ‘aşılayan’ kumbara saat, Haydarpaşa Gar Saati… Ezcümle İstanbul’daki tüm saatler 17.20’de hakemin son düdüğüne Sarı Lacivertlilerin şampiyonluğu için eşlik ettiler…

    Totalde 40 hafta süren yarışın galibi Sarı Kanaryalar oldu. Bir sonraki şampiyonluk filminin ana platosu, yenilenmiş haliyle Fenerbahçe Stadı olacak.  Gönüllerimize yazılı o büyük kramponların yeşerdiği Papazın Çayırı’nın hemen yanındaki alanda inşa edilmekte olan 32.500 kişilik stadın, tribünlerinde ‘’Kadıköy’den çıkış yok’’ şarkısının çınlayacağı mabed olmasına henüz 4/5 sene var.

    Daha bir ay öncesinde Fenerbahçeli taraftarların akın ettiği Kartal iskele meydanını, kışı Kadıköy tarafında geçiren ve sezonun başlamasıyla yazı Adalar’da sürdürecek, kiralık büyük motorları bekleyen faytonlar doldurmuştu. Zaman ekspres trenden fenaydı; çok hızlı geçiyordu…

    Siyah tosbağa ise kimbilir hangi hurdalıkta ömür tüketiyordu…

    Alican Küçükcan


    Fotoğraflar

    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa