Etiket: Fırt Dergisi

  • Altan Erbulak

    Altan Erbulak

    Fenerbahçelilerin en çok sevdiği Galatasaraylı kimdir? Bu sorunun “en azından bir-iki kuşak için” en net cevabı; Altan Erbulak olsa gerek… Nur içinde yatsın, bu güzel insanı, bir başka güzel insanın, Fenerbahçeli Tekin Aral’ın kaleminden okuyalım.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Altan Erbulak’ın Ardından

    Altan Erbulak’ı tanıdığımda on iki on üç yaşlarında bir çocuktum… Ama galiba o benden daha da çocuktu… Gerçi bıyıkları, ağzında piposu falan vardı ama ağabeyim Oğuz Aral’ı görmek için Vatan gazetesinde O’nu ilk kez gördüğüm o gün, başında kovboy şapkası, göğsünde yıldızı, belinde oyuncak tabancası, Amerikan şerifi kılığında masasında karikatür çiziyor, bir yandan da odaya girenlere “degav degav” diye ateş ediyordu.

    Birkaç yıl sonra Altan abi ile daha sık görüşür olmuştuk… Onlar ağabeyimle birlikte Yeni Sabah gazetesinde çalışıyorlar, ben de okuldan fırsat bulduğum zamanlarda tatillerde soluğu onların yanında alıyordum… Saatlerce tepelerine dikiliyor, nasıl çizdiklerine bakıyor… Ayrıca çizdikleri karikatürlerin siyahlarını dolduruyor, son rötuşlarını ben yapıyordum. Altan abi’nin sağ elinin orta parmağı sakattı… Kalemi üç parmağı ile tutar karikatürlerini öyle çizerdi… Bu arada ben de orta parmağımı kullanmamaya başlamış, Altan abi gibi çizebilmek için kalemi üç parmakla tutup, karikatürlerimi öyle çizer olmuştum.

    Sonra araya yıllar girdi görüşemedik… Ta ki, Fırt çıkana dek… Sonra da ayrılmadık zaten (halen de)…

    Fırt’ı çıkarttığımız zaman çok sıkıntı çektim. Çok yalnızdım… Birlikte çalıştığım çevremdeki arkadaşların hepsi çok gençti… Ben de böylesine bir sorumluluğa yeterince hazırlıklı değildim…

    Dergi’yi çıkaralı birkaç ay olmuştu sanırım… Bir gün ağabeyim Oğuz Aral, “Bugün bana Altan gelecek… Bir konuş istersen, belki birlikte çalışırsınız, sana yararı olur” dedi… O gün kucaklaştık, ertesi gün de birlikte çalışmaya başladık… Birden işler daha tıkırında gitmeye başlamış, hepimiz de garip bir coşku oluşmuştu. Keyifle çalışıyor, Altan abi’nin dergiye geleceği saatleri iple çekiyorduk… O geldiğinde, önce kendimiz için başka bir dergi çıkarıyorduk adeta… Çılgınlarcasına gülüyor, dünya güzeli günler yaşıyorduk Altan abi ile…

    Önceleri onun deneyiminden yararlandığımızı sanırdım. Oysa asıl yararlandığımız onun gençliğiydi.

    Ne mutlu cennettekilere! Artık bir gazeteleri, bir mizah dergileri, bir tiyatroları, bir de televizyonları olacak… Belki kompitürları bile…

    Tekin Aral – 10 Mayıs 1988 – Fırt Dergisi

  • Don Givens

    Don Givens

    Haluk Kılıç ağabeyin muhteşem arşiv çalışması sayesinde Fırt dergisinden Tekin Aral yazılarını yayınlamaya devam ediyoruz. Bu sefer sırada Can Bartu ve Don Givens ile bir hatıra var. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fırtbol

    Uzun zamandır maça gitmiyordum…

    Önce vakit yok… Dört duvar arasında işle güçle öyle bir maça dalmışız ki sormayın gitsin…

    Sonra da tadı yok… Pazar günleri bizim Dalyan’daki sahada, Türk futbolunun eski kulağı kesikleri her hafta kıran kırana kapışıyorlar… Arada bir gidip onları seyrediyorum… Futbol seyretme zevkimi de böylece aradan çıkarıyorum…

    İşte geçen hafta kalktım maça gittim… Fenerbahçe – Boreo maçına…

    Daha doğrusu, futbolumuzun ünlü cambazı bizim Can Bartu çıkardı beni baştan… Kurulduk Can’ın salon salamanje, bir mutfak, iki yatak odalı arabasına, düştük yola… Bulgar takımı, birkaç gün önce ülkesindeki lig maçında 7 tane yemiş ya… Yazılanlardan, sağda solda konuşulanlardan, herkes gibi ben de iyice dolduruşa gelmişim, Can’a soruyorum:

    • Sinyor bir dört tane sallar, ikinci maçı garantiye alırız değil mi?

    Can’da ses yok… Biraz daha gidiyoruz, gene soruyorum…

    • Peki, yahu iki tane de mi atamayız bu adamlara?

    Can’da gene ses yok… “Yahu Can ne anlar” diye düşünüyorum kendi kendime…

    “Alt tarafı, 15 sene top oynamış… 40 küsur kere milli olmuş…6 sene de İtalya’da top koşturmuş… Bu işi bunca spor yazarımızdan iyi bilecek değil ya!”

    İnönü Stadı’na gelip, bizim basın tribününde yerlerimizi alıyoruz… Tribünler tıklım tıklım… Bir seyirci var ki, adama değil maç, savaş kazandırır…

    Ve Fenerbahçe sahaya çıkıyor… Çıkıyor… Başka da bir şey yapmıyor zaten…

    Sahada bir şeyler oluyor ama pek bir şey anlaşılmıyor…

    “Ulan yoksa ben epeydir gelmiyorum da, futbolun şekli mi değişti” diye düşünüyorum…

    Uzatmayalım… Dizi filmin sonunda, “Dört mü, beş mi?” derken havamızı maça alıyoruz. Sonra ufak ufak gazlıyoruz…

    Geçen gün Fenerbahçe Sosyal Tesisleri’nde, Fener’in enine boyuna, Mekosa gibi futbolcusu Erol’a rastladım. Söz maçtan açıldı… Erol:

    • Abi bizim en büyük derdimiz gol… Bu işi hala öğrenemedik… Bak ben sana bir anımı anlatayım, dedi…

    Ve anlatmaya başladı…

    • Çocuğum olacaktı… O günlerde de İrlanda’ya milli maça gidiyorduk… Maçtan önce arkadaşlara, “İlk golü atacak futbolcunun adını çocuğuma koyacağım” dedim… Maç başladı… Onlar da Don Givens diye bir santrafor var… Adam bir tane çaktı… Bir tane daha… Bir tane daha… Derken… Arkadaşlardan biri yanıma yaklaşıp, “Bana bak Erol…Sen bu isim işinden vazgeç… Yoksa bu gidişle çocuğun ismini Don Givens koymak zorunda kalacaksın” dedi.

    Ben de vazgeçtim… Ayrıca çocuğumun 6-7 sene isimsiz kalma ihtimali de vardı…

    Tekin Aral

  • Fırt Gırgır’a Karşı

    Fırt Gırgır’a Karşı

    Haluk Kılıç ağabeyin yolladığı müthiş Fırt serilerinden birinde aşağıdaki Fırt Gırgır’a Karşı maçı çıktı.

    Başta büyük Fenerbahçeliler Oğuz Aral ve Tekin Aral olmak üzere, Türk halkının yüzünü güldüren ustaları saygıyla anıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Asrın Maçında

    Fırtspor 2 – 7 Gırgırspor

    Fırtspor çok çok üstün oynadığı karşılaşma boyunca rakibine göz açtırmadı.

    Gırgırspor’un attığı yedi gol de ofsayttı

    Macit Kunduz yazıyor

    Fırtspor maça adeta fırtına gibi girdi. Daha 2. dakika dolmadan Nuri, Latif’in pası ile rakip 18’e daldı. Tam şutunu çekiyordu ki… Oğuz Aral, Nuri’nin kulağına eğilip “Bu golü atarsan ben de seni Gırgır’dan atarım” deyince Fırt bir golden oldu.

    Fırt’ın bunaltıcı baskısı devam ederken Behiç’in dizine çarpan top Fırt filelerine takıldı.

    Fırt 0 – 1 Gırgır

    Fakat bu gol Fırt’ı yıldırmadı. Evet, işte Muammer nefis çalımlarla asfalta kaçan topu kapıp nefis çalımlarla Gırgır kalesine iniyor. Ama o da ne? Evet, evet hain Oğuz Aral arabasını kalenin önüne çektiği için Fırt’ın bir golünü daha yiyor.

    Dakika 28… Fırt gene atakta Hasan’ın pası ile Gırgır ceza sahasına giren Şevket, Oğuz Aral’ın bir tekmesi ile yuvarlanıyor. Penaltıı, penaltııı. Fakat Oğuz Aral, orta hakem Altan Erbulak’a bir yüz kâat toka edince hakem oyna işareti veriyor.

    Fırt gene hücumda… Reha topu kaptı ilerliyor, ilerliyor şut ve goooooooll!

    Fırt 1 – 1 Gırgır

    Beraberlikten sonra Fırt iyice açıldı. İşte top Nuri’de tek başına daldı şut ve kenarda duran köfte arabasına çarpan top Gırgır filelerinde.

    Fırtspor 2 – 1

    Gırgır Bu gollerden sonra Gırgırspor 6 gol atıyor ama hepsi de ofsayt ve Gırgırspor’un çamurluğu yüzünden olduğu için golleri anlatmaya bile değmez.

    Gündüz Gözlüğüyle

    Fırtspor – Gırgırspor Maçının Düşündürdükleri

    Maçın oynandığı Belediye arsası futbola pek elverişli olmamasına rağmen futbolcular hem rakipleri ile hem de sahada otlayan koyunlarla çok iyi mücadele ettiler. Maçı izlerken “İşte futbol bu” dedim. Çünkü öylesine komple bir karşılaşmaydı ki, 90 dakika futbol, karate, güreş, binicilik, hatta boks sporundan örneklerle doluydu.

    İnanın Fırtspor ve Gırgırspor gençlerinin bu bale güzelliğindeki oyunlarını seyrederken, suratıma çarpan bir top yüzünden gözyaşlarımı tutamadım.

    Aslında bu maç için yazılacak çok şey var. Ama eve gitmem lâzım… Hadi eyvallah…


    Fırt Gırgır'a Karşı

    Fotoğraf-1) Soldan Sağa: Tekin Aral, Rıza, Lütfü, Oğuz Aral, Reha, Sarkis, Latif, Muammer, Hasan, Nuri. Çömelikler: Behiç, Şevket, Zafer. En arka tarafta da evler gözüküyor. (Foto: Macit Kunduz)

    Fotoğraf-2) Yukarıda maçı Gırgırspor’un kazanması için her türlü çamurluğu yapan ve Fırtspor futbolcularını ölümle tehdit etmekten çekinmeyen vahşi liberosu Oğuz Aral’ı Hasan Kaçan’a bazı şeyler söylerken görüyorsunuz.

  • Sinyor’un İzmir Seferi

    Sinyor’un İzmir Seferi

    Haluk Kılıç ağabeyin yolladığı Fırt dergisi hazineleri içinden müthiş bir hikaye çıktı… Merhum Tekin Aral ile Sinyor’un İzmir seferi size keyifli dakikalar geçirtecek…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Fotoğraf: Yılmaz Canel


    Öpücük

    Can Bartu’yu tanımayanınız yoktur… Türk futbolunun, Türk basketbolunun ülke sınırları dışında da tanınan bu büyük ismi bildiğiniz gibi spor gazeteciliği dalında da, yazdığı maç eleştirileri ile başarı ve ününü sürdürüyor.

    İşte geçenlerde bir gün Bartu ile oturmuş laflıyorduk.

    • “Salı günü milli maç için İzmir’e gidiyorum” dedi. “Sen de gelsene… Hem iki gün olsun kafanı dinler, hem de milli maçı seyredersin.”

    Bunca hayhuy içinde, Can’ın teklifi cazip geldi…

    • “Tamam”, dedim… “Oldu bu iş.”

    Ve maçın oynanacağı Çarşamba gününden bir gün önce, Salı günü için biletlerimizi aldık. Salı günü de uçağa atlayıp, kapağı İzmir’e attık. Doğru yer ayırttığımız otele gittik. Otel ana-baba günüydü. İstanbul’dan gelen diğer gazeteciler, hatta Milli Takım, hepsi o otelde kalıyorlardı. Biraz istirahat ettik, biraz eş dostla çene çaldık derken akşam oldu.

    • “N’apıyoruz?” dedi Can.
    • “İzmir’in çipura balığı meşhurdur. Şimdi de tam mevsimi, çıkalım bir yerde çipura yiyelim.” dedim.

    Uzatmayalım, İstanbul’dan bir gazeteci arkadaşımız Aziz, onun bir yakını ve genç kuşağın bitirim spor muhabirlerinden Ferhan ile birlikte otelden çıkıp, balık lokantalarının sıralandığı İzmir’in Kordonboyu’nda yürümeye başladık. Şu lokantaya mı girelim, öbürüne mi? derken… Bu işlerden iyi anlayan bizim Aziz:

    • ”….’e gidelim” dedi. “Şimdi nasıl bilmiyorum ama eskiden çok iyiydi.”

    Ve sonunda, Aziz’in söylediği, bir böcek ismi taşıyan lokantadan içeri girdik. Daha kapıdan adımımızı atmıştık ki, lokantanın arka taraflarında bir yerden yaşlıca bir adam fırladı… Doğru bizim Bartu’ya koştu. Can’ı iki yanağından şapur şupur öptü.

    • “Hoş geldiniz Can bey” dedi. “Şeref verdiniz.”

    Bir masaya oturduk… Bir garson geldi, elinde bir tepsiyle mezeler getirdi. Biz:

    • “Meze falan istemeyiz” dedik. “Balık yiyeceğiz… Biraz da salata. İçecek olarak da, bir ufak rakı getir… Bir şişē de beyaz şarap.”

    Garson:

    • “Biraz da kalamar yaptırayım” dedi. “İzmir’e gelip de İzmir kalamarından tatmamak olmaz.”

    Ha, bu arada şunu belirteyim… Lokantadan içeri girerken, dış kapıda koskocaman bir fiyat listesi asılıydı… Ve fiyatlar öylesine ucuz, öylesine komikti ki…

    • “Helal olsun valla şu İzmir’e be!” dedik. “İstanbul’da bu fiyatlara işkembecide bile bir şey yiyemezsin.”

    Derken balıklar geldi… Ama çiğ olarak… Garson içinde balıklar bulunan elindeki tepsiyi masamızın üzerine koydu…

    • “Beyler burada balık fiyatları pazarlık usulüdür. Siz yiyeceğiniz balıkları seçin, ben size fiyatlarını söyleyeceğim.”

    Can:

    • “Yahu burası sandal bedesteni mi birader?” Dedi.
    • “Usul böyle abi” diye tekrarladı garson.

    O sırada kapıdan girdiğimizde koşup Can’ı öpen, lokantanın sahibi olduğunu öğrendiğimiz yaşlıca adam tekrar bitti başımızda. Bizim dünya efendisi Can ayağa kalktı, adam tekrar Can’ın boynuna sarıldı, şapur şupur tekrar öptü yanaklarından.

    • “Hoş geldin Can… Şeref verdin.”

    Adam gitti… Can’ın kulağına eğildim:

    • “Tamam, usta” dedim. “İşi bağladık… Adam senin hayranın… Burdan bedavaya çıkarız bu gece.”

    Garson tabaklarımıza kızarmış patatesi andıran birer tadımlık kalamar koydu. Sonra da pazarlıkta hafif tertip kazıklandığımız balıklar geldi. Ve arkadan da gene lokanta sahibi Can’a:

    • “Türk futbolunun en büyüğü. Medarı iftiharımız… Gel seni bi öpeyim” dedi.

    Neyse laf lafı açtı… Falan derken, yemek faslı bitti… Hesabı istedik. Hesap geldiğinde ise… Donduk, kaldık. Garsona:

    • “Bana bak kardeş” dedim. “Bu hesap bizim değil herhalde. Bir yanlışlık olmalı. Şuna bir bakıverin…”
    • “Yok, beyim” dedi garson… “Hesap sizin hesap… Baksanıza üzerinde Can Bartu yazıyor.”

    Simdi “Hesap neydi?” diyeceksiniz… Valla hesap öyle bir şeydi ki… Nah şöyle aile boyu bir şeydi… Yenir yutulur tarafı yoktu.

    • “Bu hesabı patron gördü mü?” dedim. “Hani şu ikide birde Can Beyi gelip öpen adam…”
    • “Tabii abi” dedi garson… “Zaten hesabı kendisi yazdı.”

    O zaman işi çözdüm sevgili okurlar… Ve garsona döndüm…

    • “Sen şu patronunu bi’ zahmet çağırıversene” dedim.

    Garson gitti… Biraz sonra da masaya patron geldi.

    • “Buyurun beni istemişsiniz” dedi.
    • “Deminden beri Can’ı öpüyorsun… Birer kere de beni ve diğer arkadaşları öpsene usta…”

    Adam şaşırdı:

    • “Neden?” dedi.
    • “Şey… Biz ŞAAPILIRKEN öpülmekten hoşlanırız da.”

    (Çok ünlü bir fıkra vardır… Sanırım çoğunuz da biliyorsunuzdur… Salamon’la Mişon ortak olmuşlar, bir iş kurmuşlar. Ama bir süre sonra anlaşamamışlar, ayrılmaya karar vermişler. Ayrılırlarken yazıhanedeki malları paylaşıyorlarmış. Salamon başlamış malları bölüştürmeye…

    • “Koltuklar benim, sehpalar senin…”

    Mişon bakmış… Ses etmemiş. Salamon devam ediyormuş:

    • “Avizeler benim, ampuller senin… Halılar benim, kilimler senin…” diye.

    Bu arada Mison Salamon’a:

    • “Öp beni Salamon, öp beni…” demeye başlamış.

    Bir ara Salamon:

    • “Yahu Mişon” demiş. “Neden ikide bir öp beni, öp beni deyip duruyorsun?”

    Mişon cevap vermiş:

    • “Ben şaapılırken öpülmekten hoşlanırım da onun için Salamon…”

    Lokanta sahibine tekrar döndüm…

    • “Yahu beyefendi insaf” dedim. ”Olur, ama bu kadarı da olmaz.”

    Hışımla üzerime eğildi…

    • “N’apalım yani?” dedi… “Belediyecisine yedir, polisine yedir… Biz bu paraları nasıl çıkaracağız birader?”

    Vee, evet aynen böyle söyledi. Rüşvet konusunun gündemde olduğu bu günlerde, vatandaşa attığı kazığı bu sözlerle açıklamaya kalkan, lokanta sahibinin bu sözlerini, yazının sonuna özellikle koyuyorum. Çünkü bu sözleri, adını vermediğim lokantanın sahibinden, beş kişi, on adet kulakla duyduk. İşin aslını araştırmak ise görevlilere düşüyor. Gerek yediğimiz kazık konusunda, gerekse lokanta sahibinin savunması konusunda ilgilenen olursa, lokantanın adı bende mevcuttur.

    Fırtçakalın…

    Tekin Aral – Fırt

  • Hırsız Deveye Karşı

    Hırsız Deveye Karşı

    Fenerbahçe tarihinin en ilginç simalarından biri olan Semai Şatıroğlu, Tekin Aral’ın Fırt dergisindeki bir yazısında karşımıza çıkıyor: Operasyonun adı; Hırsız Deveye Karşı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Transfer

    Transfer piyasası Özal Ekonomisi’ne uygun bir şekilde ve de gayetle serbest bir biçimde açıldı. 40 milyonlar, 50 milyonlar, 60 milyonlar, 80 milyonlar havalarda uçuyor… Kör tuttuğunu öpüyor.

    Asgari ücretin üç-beş bin lira artması, işçi ücretlerine memur maaşlarına üç otuz paralık zam yapılması için kıyametlerin koptuğu ülkemizde, ayağında topu üç defa sektirmesini beceren sözüm ona futbolcu paraya para demiyor. Spor kulüplerini kişisel çıkarları için kullanıp, yönetici koltuklarına popolarını yayan bir takım kişiler ise aslında sürekli kandırılan futbol seyircisinin cebinden çıkan bu parayı kendileri ödüyormuş gibi görünüp gazete sayfalarında caka satıyorlar.

    Bu arada futbol seyircisi kandırıldığı gibi devlet de kandırılıyor.

    Milyonlar alan futbolcular üç-beş yüz bin lira almış gibi gösterilerek futbolcunun ve kulübün vergi kaçırması sağlanıyor. Aradaki fark kulüplerin muhasebelerinde düzenlenen naylon faturalarla kapatılıyor.

    Bu ülkede spor işleri, 19 Mayıs’ta spor yapan gencin ayağına paçalı don giydirmesine kadar geldi de, yukarıda sözünü ettiğimiz çarpıklıkları düzeltmeye kimsenin eli varmadı. Ya da gücü yetmedi. Dileriz bir gün o da olur.

    Neyse şimdi bu pek keyifli olmayan sözleri bırakalım da, gelelim işin keyifli yanına.

    Biliyorsunuz bu transfer dalgasının ilginç bir yanı da, futbolcu kaçırma olaylarıdır. Futbolcu kaçırma işinin ülkemizdeki mucidi ise Fenerbahçeli ünlü Hırsız Semai’dir. Adının hırsıza çıkması da futbolcu çalmasındandır. Bu yazıyı yazmadan önce sevgili Hırsız Semai’yi bulup bana bir-iki adam kaçırma olayı anlatmasını istedim. O da anlattı.

    Ünlü milli santrahaf Ercan Aktuna’nın İstanbulspor’dan Fenerbahçe’ye transfer olduğu yıl, Ercan’ı kaçırma işini tabi gene Semai yüklenmiş.

    Hırsız Semai Ercan’ı almış, Hereke’de bir arkadaşının çiftliğine götürmüş. Yalnız bu arada da gazetelere, ”Semai Ercan’ı Kilyos’a götürdü” diye bir haber uçurmuş, kendi deyimiyle ”Ters falso” vermiş. Amaç diğer kulüpleri yanıltmak, Ercan’ı bulup kandırmalarını önlemek.

    Ercan’ı çiftliğine hapsetmiş. Yiyorlar içiyorlar, günler böyle geçiyor. Ama zaman da bir türlü geçmiyor. Ercan’ı orada transferin son gününe kadar saklaması gerekiyor. Yani aşağı yukarı yirmi-yirmi beş gün. Derken bir gün Ercan’ın canına tak etmiş.

    -Baba, demiş Semai’ye. Burada afakanlar basmaya başladı. Gözünü seveyim şöyle bir yerlere gidelim.

    O gece Hereke’den kalkmışlar, İzmit’e bir lokantaya gitmişler.

    Tam yemeğe oturmuşlar birden masanın başında bir adam bitmiş.

    Semai bir bakmış… Deve Ziya.

    -Eyvah, demiş. Şimdi mahvolduk işte. Deve Ziya İzmit’in çok ünlü bir siması. Ve de hasta mı hasta Beşiktaşlı. Ercan’ı tanımamış… Fakat Semai’yi oralarda görünce de huylanmış.

    -Bu yanındaki delikanlı kim?…

    -Bir akrabam… Amerika’da jet pilotudur. Tatile geldi de onu gezdiriyorum.

    -Ha iyi demiş, Deve Ziya.

    Ve gitmiş. Bu arada Semai’lerin masasına bir şişe rakı ile bir de meyve göndermiş. Yemişler içmişler sonra Hereke’ye çiftliğe dönmüşler.

    Bu arada Deve Ziya Semai’nin yanındakinin Ercan olduğunu öğrenmiş. Derhal Beşiktaşlı yöneticilere telefon edip durumu bildirmiş. Ertesi sabah da yıldırım gibi soluğu Hereke’deki çiftlikte almış. Yanında da iki üç adam. Deve Ziya’yı karşısında gören Semai ne yapacağını şaşırmış. Ondan sonra da başlamış bir kovalamaca. Hırsız Ercan’ı arabaya attığı gibi düşmüş yola… Deve Ziya ve ekibi de peşinde. Kovalamaca epey sürmüş. Deve bir yandan arabanın camından başını çıkarıp bağırıyormuş.

    -Lan hırsız bunu senin yanına bırakırsam bana da Deve Ziya demesinler.

    Uzatmayalım bir punduna getirmişler. Deve Ziya’nın elinden kurtulup kapağı İstanbul’a atmışlar.

    Aradan bir hafta kadar geçmiş. Hırsız Semai yanında şöyle boylu, boslu karayağız bir genç gene tutmuş İzmit’in yolunu. Bir otele yerleşmişler. Akşam da kalkmışlar, gene evvelce Semai’nin Ercan’la gittiği o lokantaya gitmişler. Bir süre sonra kapı açılmış, içeri yanında birkaç arkadaşıyla Deve Ziya girmiş. Zaten lokantada Deve Ziya’nın her akşam geldiği İzmit’in en iyi lokantasıymış.

    Semai hiç bozmamış. Onları gören Deve Ziya ise hemen dikilmiş başlarına.

    -Oo hırsız, gene mi düştün buralara?…Yanındaki delikanlı kim bakalım?…

    -Bir akrabam, demiş Semai. Amerika’da jet pilotudur da tatile geldi.

    Deve pis pis sırıtmış.

    -Yaa demek akraban… Demek gene Amerika’da jet pilotu.

    -Evet, demiş Semai

    -Peki öyleyse… Hadi size afiyet olsun, sonra görüşürüz.

    Deve Ziya sırıtarak uzaklaşmış. Yemeklerini bitirmişler. Otele gidip odalarına çekilmişler.

    Sabah Semai kalkıp beraberindeki gencin kaldığı yandaki odaya bakmış. Odada kimse yok.

    -Tamam, demiş. Deve Ziya kaçırdı bizimkini.

    Bir taksiye atlayıp İstanbul’a dönmüş.

    Aradan bir hafta geçmiş. Karayağız delikanlı çıkıp gelmiş.

    Semai heyecan vede keyifli sormuş.

    -N’oldu, nasıl geçti?

    -Şahane geçti Semai abi. Beni otelden kaçırdıktan sonra Abant’a götürdüler. Oradaki o lüks otele yerleştirdiler. Başıma da bir adam diktiler. Bir hafta krallar gibi yedim içtim, yan gelip yattım. Deve Ziya’nın Beşiktaşlı yöneticileri otele getireceği gün de bir punduna getirip kaçtım.

    -Peki, Deve’ye ne dedin bu arada?

    -Senin dediğin gibi, ben ikinci lig gol kralı Yeşildirekli Salih’im dedim. Sağ ol Semai abi, sayende çok iyi bir tatil yaptım ama çok ta korktum bu arada.

    Bu defaki genç, gerçekten Amerika’da özel bir kuruluşta pilotluk yapan ve Türkiye’ye tatile gelen Semai’nin akrabası imiş.

    Fırtçakalın…

    Tekin Aral

  • Manchester Fatihi Hurşit

    Manchester Fatihi Hurşit

    Arşivine şapka çıkarttıran Haluk Kılıç, aşağıdaki müthiş yazıyı göndermiş. Bize de paylaşmak kaldı. Rahmetli Tekin Aral’ın arkadaşı, Manchester Fatihi Hurşit yaşıyorsa Allah ömür versin, öldüyse mekanı cennet olsun. Çok güzel adammış…

    Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Manchester City’yi Kim Eledi?

    Fenerbahçe ve Galatasaray, Avrupa Kupaları’nın ilk turunda rakiplerini şutlayıp ikinci tura geçtiler. Bildiğiniz gibi Galatasaray Polonya takımı Lodz’u elerken, Fenerbahçe de olmayacak işi başardı, dünyanın sayılı takımlarından Bordeaux’un tepesine bindi.

    Fenerbahçe 1968 yılında gene böyle bir ünlü takımı, İngilizlerin Manchester City’sini elemişti. Ama aslında Manchester City’yi Fenerbahçe değil, kendi iddiasına göre bizim Hurşit elemişti. Valla o günler Fenerbahçe takımında oynayıp bu zaferi kazanan futbolcu arkadaşlar kusura bakmasınlar.

    Benim bir şey dediğim yok, Hurşit böyle iddia ediyor. Olaylar sırasında ben de orada, Hurşit’in yanındaydım ama olanların Manchester City’nin elenmesinde ne kadar rolü oldu onu pek kestiremiyorum.

    Dilerseniz anlatayım. Siz karar verin.

    Son zamanlarda pek maça gidemiyorum ama o yıllar maçlara çokça giderdim. O zamanlar Günaydın Gazetesi’nde çiziyordum. Günaydın Gazetesi’ndeki arkadaşlarla birlikte hemen tüm önemli maçlara giderdik.

    Yalnız bir geleneğimiz vardı. Özellikle gece maçlarına gitmeden önce, o zamanlar Günaydın’ın spor servisi şefi olan Odhan Baykara’nın önderliğinde bir yerlere uğrayıp kafa çekerdik.

    O gün de, yani Fenerbahçe Manchester maçının oynanacağı gün de öyle yaptık. Akşamüstü hep birlikte gazeteden çıktık, hala var mi bilmiyorum. Taksim’de “Mutfak” adlı bir meyhane vardı, oraya gittik.

    O gün gene aşağı yukarı hep aynı arkadaşlardık. Farklı olarak yanımızda bir de Hurşit vardı. Hurşit benim Ankara’da olduğum yıllar tanıdığım, sevdiğim bir arkadaşımdır. Epeydir görüşmüyorduk. Ankara’dan gelmiş, o gün de gazeteye, bana uğramıştı. Maça onu da götürecektik.

    Oturup kafayı çekmeye başladık. Kadehler kadehleri kovalıyor, sohbet gittikçe koyulaşıyordu. Derken maç saati geldi çattı. Dahası biraz geçti bile. Lokantadan çıktık. Arabalara doluşup İnönü Stadı’na yollandık. Maç başlamıştı. Ama stadın dışı hala tıklım tıklımdı.

    İte kaka basın tribünü kapısına geldik. Ayakta duracak bile yer kalmamış. Bize “Şeref tribünü kapısından girip sahaya ineceksiniz” dediler. Bu defa şeref tribünü kapısına gidip, içeri girdik. Merdivenleri inip koridorlardan geçerek sahaya çıktık. Bu arada kapıdakiler tanıdık olduğundan Hurşit’i de sokmuştuk maça, o da bizimle beraberdi.

    Saha inliyordu. Tribünlerde o bildiğimiz korkunç tezahürat vardı. Maç çoktan başlamıştı ama sahaya hala konfetiler, kâğıt şeritler atılıyordu. Sahanın içi de tıklım tıklımdı. Basın mensupları, görevliler ve bir yolunu bulup sahaya inenlerle, neredeyse taç çizgilerine kadar saha dolmuştu. Ayrıca bu maç için sahanın içine ek bir de portatif tribün kurulmuştu. Kendinize bir yer bulup maçı izlemek için kalabalık arasında yürümeye başladık.

    Hepimiz çakırkeyiftik. Hurşit ise bizden bir gömlek ilerde hafif “Dut” durumunda idi. İşte bu sırada birden o korkunç tezahürat bıçak gibi kesiliverdi. Sahaya bir ölüm sessizliği çöktü. Ne olduğunu pek görememiştik ama vaziyetin durumunu anlamıştık. Fenerbahçe gol yemişti.

    Kale arkasından dolaşıp karşıdaki kapalı tribünün o tarafa gittik. Hemen taç çizgisinin kenarında yere oturup maçı izlemeye başladık. Golün şoku atlatılmış, tribünlerde gene o korkunç tezahürat başlamıştı. Çılgınca bağıranlardan biri de hemen kulağımın dibindeki bizim Hurşit’ti. “Fener Feener” diye yırtınıyor, yumrukları ile havayı dövüyordu.

    İlk yarı bu sonuçla bitti. İkinci yarı başladı. Ve ikinci yarının hemen başında da Fenerbahçe beraberlik golünü atınca saha ana baba gününe döndü. Saha içindeki tribünlerde oturdu seyircilerle, saha kenarında ne kadar gazeteci ve görevli varsa alayı oyun alanının içine girmişlerdi. Golü atan Abdullah’ın üzerine çullanmışlar Abdullah’ı öpüyor omuzlara alıyorlar, bir bölümü ise sahanın içinde koşuşturup duruyordu.

    Bu arada yan tarafıma baktım, Hurşit yoktu. O da sahaya dalmıştı anlaşılan. Az ilerde de gördüm Hurşit’i. Bir İngiliz futbolcuyu kolundan yakalamış, eliyle ayıp işaretler yapıyor, bir yandan da “Naaah naaah!…” diye avaz avaz bağırıyordu. İngiliz futbolcu ne olduğunu anlamamış şaşkın gözlerle Hurşit’e bakıyor, Hurşit ise adamı “Nah naah!…” diye çekiştirip duruyordu. Derken İngiliz futbolcu Hurşit’in elinden kurtuldu, kaçmaya başladı. Hurşit de peşinden. Bu arada güvenlik görevlileri sahaya girmişler sahayı boşaltmaya uğraşıyorlar, hakem ise oyunu başlatmak için sahanın boşalmasını bekliyordu.

    Yerimden kalktım, koşarak oyun alanına girdim. Hurşit’i santra yuvarlağının oralarda yakalayıp dışarı çıkardım. Yerimize oturduk… Oyun tekrar başladı.

    Heyecan son haddini bulmuş, zaten kafası iyi olan bizim Hurşit’te iyice azıtmıştı. Tam o sırada hemen bizim oturduğumuz yerden bir taç oldu. Bir İngiliz futbolcusu tacı atmaya geldi. Ve Hurşit yerinden fırlayıp birdenbire İngiliz’in ayaklarına daldı. İngiliz bir yandan tacı atmaya uğraşıyor, bir yandan da ayaklarını Hurşit’ten kurtarmaya çalışıyordu. Fırlayıp Hurşit’i yakaladık ama bir türlü bırakmıyordu İngiliz’in ayaklarını. Derken İngiliz futbolcu eğilip Hurşit’e bir dirsek patlattı. Hurşit sırtüstü yere yuvarlandı. İngiliz tacı atıp sahanın içine doğru koştu. Hurşit’te yerinden hırsla doğrulup peşinden sahaya seğirtti. Hurşit’i tam çizginin üzerinde yakaladık. Güçbela dışarı çektik. Kendini kaybetmiş, ana avrat dümdüz bağırıp çağırıyor. Ta sahanın ortasında duran İngiliz’e.

    – Gelsene ulan dışarı! Kam aut kam aut!. Diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

    Bu sırada zannediyorum Can Bartu bir top aldı, bizim olduğumuz tarafa doğru sürmeye başladı. O İngiliz futbolcu da Can’ı durdurmak üzere koşarak tam önümüze geldi. Hurşit elimizden kurtuldu. İngiliz’i formasından yakalayıp tekrar bağırmaya başladı:

    -Delikanlıysan gelsene lan dışarı! Kam aut kam aut!

    Hurşit’i yaka paça tekrar yakaladık.

    – Nasıl gelsin oğlum dışarı? Şampiyon Kulüpler Kupası maçı oynuyor adam.

    Derken etrafımıza aniden polisler doluştu. Hurşit’i götürmek istediler. Rica minnet güç aldık ellerinden. Başka bir olay çıkmasın diye oturduğumuz yerden kaktık, Hurşit’i de sakinleştirerek hep birlikte Gazhane tarafındaki Manchester City kalesinin arkasına doğru yürümeye başladık. Tam kalenin arkasında da tekrar yere çöküp, tekrar maçı izlemeye başladık.

    Fenerbahçe kendisine turu atlatacak olan ikinci golü atmak için akın akın Manchester kalesine geliyor, fakat bu akınları Manchester City kalecisi her defasında başarıyla savuşturuyordu.

    Birden kalenin arkasından, yani bizim olduğumuz yerden kaleye taş toprak yağmaya başladı. Önce ne olduğunu kaleci gibi biz de anlamadık. Hurşit’i ise daha sonra gördük. Yerden taş toprak eline ne geçerse kaleciye doğru fırlatıyor, bir yandan da sağa sola koşturarak yerlerden küçük taşlar toprak parçaları topluyordu. Biz de kendimizi maça kaptırmış heyecanla maçı izliyor, eskisi gibi Hurşit’in peşinden koşturamıyorduk. Kaleci de ne yapacağını şaşırmıştı. Bir yandan korkunç tezahürat, bir yandan üstüne yağan taş toprak… Kale direğinin dibine çömelmiş korunmaya çalışıyor, saha kenarına doğru avazı çıktığı kadar bağırıp İngilizce yardım istiyordu. İki üç dakika sonra da gol geldi zaten. Ercan sağdan kafa ile bir top indirdi. Ogün de ayağını koydu top ağlara gitti.

    Maç bittiğinde ortalık inliyor, futbolcularla seyirciler sahanın içinde birbirlerine sarılmışlar adeta yerlerde yuvarlanıyorlardı. Dışarı çıkmak üzere kapıya doğru yürümeye başladık. Tam bu sırada kulağımın dibinde bir ses:

    – Ben adamı böyle elerim işte! dedi.

    Döndüm baktım, Hurşit’ti. Pişmiş kelle gibi sırıtıyor, bir yandan da durmadan söyleniyordu.

    – Ben adamı böyle elerim işte!

    Fırtçakalın…

    Tekin Aral