Etiket: Galatasaray Lisesi

  • Amerika’da Bir Fenerbahçeli

    Amerika’da Bir Fenerbahçeli

    Fenerbahçe Tarihi Meseleleri | Kuruluş” ile “Atatürk ve Fenerbahçe | Bir Büyük Tartışma ve Gerçekler” kitaplarımızdan sonra, üçüncü eserimiz “Amerika’da Bir Fenerbahçeli | Hasan Kamil Sporel’in Hatıraları” kitabı da Barış Kenaroğlu ve Barış Eymen imzasıyla yayında… Önsözü sitemizde paylaşıyoruz…

    Kitabı ise “bu bağlantıdan” temin edebilirsiniz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Önsöz

    “Spor, bilhassa futbol, bir insanı yabancı bir memlekette hayatın zorluklarından koruyabilir mi?”

    Cumhuriyetin ilk yıllarının önemli yayın organlarından olan Resimli Gazete’de yayımlanan bir yazı dizisi bu cümleyle başlıyordu.

    Gazetenin 24 Mart 1928 ile 7 Temmuz 1928 tarihleri arasındaki sayılarında 16 bölüm olarak yayınlanan bu yazı dizisi; Fenerbahçe ve Türk Milli futbol takımının ünlü oyuncusu, spor insanı, Hasan Kâmil Sporel’in imzasını taşıyordu.

    O dönemin tabiriyle bu tefrika, “Amerika’yı tanımak isteyen gençlere bir hizmet edebilmek için” okuyucu ile buluşmuştu. Spor tarihinin “kadim devri” olarak tanımladığımız harf inkılabı öncesine ait basın taramalarında karşımıza çıkan bu yazı dizisi üzerinde yaptığımız ilk inceleme sonrasında bir hayli heyecanlandık. Hasan Kâmil Bey genç yaşında atıldığı bu macerayı aktarırken; sadece sporcu kimliğiyle değil, aynı zamanda genç bir Osmanlı Türkü olarak 20.yüzyılın ilk çeyreği için önemli bilgiler veriyor, içinde yaşadığı dönemin ruhunu mükemmel bir şekilde yansıtıyordu. Bu özelliği dolayısıyla yazı dizisini yayınlamaya, yakın çağ tarihi meraklılarının hizmetine sunmaya karar verdik.

    Yazı dizisinin transkripsiyonu esnasında Hasan Kâmil Bey’in tesadüf ettiği kişi ve kurumları alt alta sıralayıp, yazım planına yerleştirdiğimizde bu tesadüflerin büyük sürprizleri de beraberinde getirdiğini gördük.

    Titanik faciasından, bir makarna çeşidi olan spaghetti’ye; Mekteb-i Sultani’den, ilk otomobil markalarından biri olan Olds Mobile’e; ünlü diplomat Celal Münif Bey’den, Türk tarihinin en şöhretli vapuru Gülcemal’e kadar uzanan bu sürprizler, hikâyeyi okuyucu ile buluşturmamızın en önemli nedeni oldu.

    Kitabın iki bölüme ayırdık.

    İlk bölümde Hasan Kâmil Bey’in bu macerada karşısına çıkan kişi ve kurumların hikâyesini, elde ettiğimiz arşiv belgeleri, dönem basınında yer alan haberler ve akademik yayınlarla destekleyerek sunduk. Bu bölümü Hasan Kâmil Bey’in macerasının âdeta bir rehberi olarak tasarladık.

    İkinci bölüm, Hasan Kâmil Bey’in satırlarının Latin alfabesine çevrilmesi ile oluşuyor. Yazarın, tefrikasının 16 bölümü için belirlediği başlıklar da dâhil olmak üzere, metnin orijinalliğini koruyarak sizlerle buluşturduk. Bununla beraber, günümüzde neredeyse hiç kullanılmayan kelime ve tabirlerin anlamlarını metin içerisine parantez içerisinde yerleştirdik.

    Bu kitabın yayımlanması için bizlerden desteklerini esirgemeyen Sporel Ailesi’nin değerli üyeleri Naz Sporel, Rıza Murat Sporel, Feyhan Sporel, Dilara Sporel, Emine Sporel Özakat Hanımefendilere ve Ahmet Münir Servet Beyefendiye teşekkür ederiz.

    Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Kıymetli Hocamız Prof. Dr. Vahdettin Engin’in tavsiyeleri, bu kitabı yazarken rehberimiz oldu.

    Değerli büyüğümüz Seyhun Binzet’in desteği de bu çalışmayı hazırlarken her zaman bizimleydi.

    Fenerbahçe camiasının kıymetli değeri Belgin Beşe Aral Hanımefendi’ye maddi manevi desteklerini bizlerden esirgemediği için minnettarız.

    Kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu’na da sonsuz teşekkürlerimizi buraya kaydetmekten mutluluk duyuyoruz.

    Michigan State Üniversitesi Arşiv ve Tarihi Koleksiyonlar idaresinden Ed Busch’a verdiği destekler için sonsuz teşekkür ederiz.

    Barış Kenaroğlu – Barış Eymen

  • Canlı Yapraklar – XLVI

    Canlı Yapraklar – XLVI

    Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olan yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – XLVI” : 1913 yılından geliyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spor Tarihimizden Canlı Yapraklar – XLVI

    Fenerbahçe – Galatasaray futbol maçları yurdumuz için bugün her hangi iki kulübün karşılaşmaları olmaktan çıkmış ve en muazzam sportif hâdiseler mahiyetini kazanmıştır. Bu büyük hususiyetin sebebi iki kulübümüz arasındaki şiddetli ve ezeli rekabettir.

    Futbol tarihimize geçen ve kökleşen bu rekabetin öyle müspet neticeleri görülmüştür ki milli takımımız defalarca yalnız bu iki kulüp mensupları arasından seçildi.

    1905 yılında Galatasaray Mektebi Sultanisi beşinci sınıf talebeleri tarafından kurulan Galatasaray 1906’da beş on genç tarafından bin bir müşkülâtla temelleri atılıp bir yıl sonra teşekkül eden Fenerbahçe arasında ilk seneler hiç bir rekabet bahis konusu olmamış, hatta Türk olarak yalnız kendilerinin bulunduğu liglerde gayri Türk ve gayrimüslim rakiplere karşı bu iki kulübümüz birbirlerine destek olmuşlardır.

    1913 senesi nihayetine kadar devam eden bu müddet içinde iki kulübümüzün yaptıkları 8 maç mütemadi Galatasaray galibiyetleriyle neticelenirken bu karşılaşmaları seyre gelenler parmakla sayılacak kadar azdılar… Nihayet, 22 Aralık 1913 te Fenerbahçe ilk defa olarak Galatasaray’ı yenmiş ve renkleri sarı-siyah ve sarı-beyaz iken sarı-kırmızı ve sarı-lâciverde çevrilen bu ilk iki Türk kulübü arasında muvazene teessüs edip artık rekabet devri başlamıştır.

    Geçen hafta neşrettiğimiz ve sayısı 144 olan Fenerbahçe-Galatasaray maçları listesi tetkik olunca görülecektir ki, iki kulübümüz, aralarında teessüs eden bu muvazeneden sonra, zaman zaman birbirlerine karşı kesin üstünlükler de sağlamış bulunmaktadırlar. Meselâ; Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı ilk defa yendiği 22 Aralık 1913 maçından sonra, bir beraberlik ve bir Galatasaray galibiyeti yaşanmış fakat ondan sonra sarı-lâcivertliler için üstünlük devri başlamıştır. 1915’den 1924 senesi başına kadar devam eden bu 9 yıl içinde yapılan 21 maçın 15’ini Fenerbahçe kazanmışken Galatasaray ancak 4 maçta galip gelmiştir. Bir müsabaka beraber bitmiş, bir maç da Fenerbahçe galipken yarım kalmıştır.

    Bu devrede Galatasaray’ın 22 sayısına mukabil Fenerbahçe 60 gol atmış bulunmaktadır. Bu devrenin, işaretlenmeye değer bir hâdisesi, Fenerbahçe’nin birinci sınıf 7 oyuncusunu kadrosuna ilhak etmek suretiyle kuvvetlenen Altınordu’nun, birkaç sene için, Fenerbahçe – Galatasaray rekabetini ikinci plâna düşürmesi ve bunun yerine Türk futbolunda Fenerbahçe-Altınordu rekabetinin doğma ve yaşanmasıdır.

    Yine bu devrenin bilhassa son yıllarında Fenerbahçe’nin Galatasaray’a karşı aşikâr bir teknik üstünlük sağladığı da görülmüştür. Bunun başlıca sebebi memleketimiz futbolunda cem’i oyun sisteminin ilk defa olarak Fenerbahçe takımında ve bu yıllarda teessüs etmiş olmasıdır…

    Futbol tarihimizin meşhur Zeki – Alâeddin kombinezonu bu yıllara rastladığı gibi muavin ve müdafaa oyuncularının asli vazifelerinin topu her ne şekilde olursa olsun defetmekten ziyade hücum hattını beslemek ve bu hat elemanlarına müsait pozisyonlar hazırlamak olduğu da yine ilk defa olarak bu senelerde ve Fenerbahçe takımında görülmüştür. Her müdafaa gibi; Galatasaray defansı da mükemmelen işleyen ve desteklenen bu kombinezonun bertaraf edilebilmesi hususunda 3-4 yıl için büyük zorluk çekmişti.

    1924 senesinde bir taraftan Altınordu’nun dağılması, diğer taraftan Galatasaray’ın toparlanması ve memleketimiz için ilk defa olarak ecnebi bir antrenöre sahip olması Fenerbahçe -Galatasaray rekabetini yeniden ve bu sefer daha şiddetle doğurmuştur. Galatasaray’ın bu toparlanmasına mukabil, Fenerbahçe’nin yeni kurulan futbol federasyonuyla ihtilâfa düşüp liglerden çekilmesi ve dolayısıyla, bir taraftan maç kabiliyetini kaybederken diğer taraftan kıymetli elemanlarının da futbolu terk etmeleri Galatasaray’a bir üstünlük temin etmiştir. Bu üstünlük 1924 Martından 1929 sonbaharına kadar 5 buçuk sene sürdü. Bu müddet içinde yapılan 13 karşılaşmanın (8)ini Galatasaray (1)ini Fenerbahçe kazanmış, 3 maç beraberlikle neticelenmiş ve bir müsabaka da iki taraf berabere iken yarım kalmıştır. Fenerbahçe’nin 10 golüne Galatasaray bu devrede 28 golle mukabele etmiştir. Fenerbahçe bu devre içinde 30 Nisan 1926’dan 29 Kasım 1929’a kadar tamam 43 ay Galatasaray’ı hiç yenememiştir. Bu tarihlerde Galatasaray takımı, müdafaa hatları bakımından, memleketin en kuvvetli teşekkülü halinde yaşıyordu.

    Fenerbahçe, 1929 son baharından itibaren durumunu düzeltme ve üstünlüğü tekrar elde etme yoluna girdi. Bunda, antrenör merhum Necmeddin Çakar’ın hassasiyetle üzerinde durduğu muntazam antrenman sistemi ikame edilişinin rolü birinci derecededir. Bu üstünlük Macar Schveng ve İngiliz Elliot gibi antrenörlerin de tesirleriyle Mayıs 1939’a kadar 10 yıl sürmüştür. Bu müddet içinde yapılan 29 maçın 16’sını Fenerbahçe ve ancak (3)ünü Galatasaray kazanmış, 8 maç berabere bitmiş, iki maç da, birinde Fenerbahçe galip, diğerinde berabere iken yarım kalmıştır. Yine bu devre içinde 1 Mart 1935 ten 1 Mayıs 939’a kadar, tam 50 ay Galatasaray Fenerbahçe’yi hiç yenememiştir.

    Galatasaray’ın, 10 yıl gibi uzun bir müddet üstünlüğü rakibine bırakmasında 1933’de kurulan (Ateş – Güneş) kulübünün de rolü olmuştur. Galatasaraylılar tarafından kurulan Güneş, 1935’ten itibaren Galatasaray’ın bazı kıymetli futbolcularını kadrosuna almak suretiyle onu darbelemiş ve bu hal, netice itibariyle, Türk futbolunda bir zaman için Fenerbahçe – Galatasaray rekabetini zayıflatıp Fenerbahçe – Beşiktaş rekabetinin doğma ve Türk futbolunda nâzım rol oynamaya başlamasında amil olmuştur.

    1939 ile 1942 Mayıs ayları arasında tam 3 senelik bir devre Galatasaray’ın lehinedir. Bu devrede yapılan 21 maçtan 12’sini Galatasaray, 5’ini Fenerbahçe kazanmış, 3 maç beraber bitmiş, bir maç da Fenerbahçe galipken hakem tarafından tatil olunmuştur. Galatasaray kulübü bu sıralarda hücum hattını hariçten Selâhaddin, Cemil, Buduri ve Sarafim gibi kuvvetli elemanlarla takviye etmişti. Fenerbahçe ise, bilâkis, mektepli futbolculara değer veriyordu. İşte, mektepli futbolcuların kulüplerle alâkalarını kesmek mecburiyetinde bırakılmaları bu devrenin başına rastladığından Fenerbahçe kulübü, rakibinin aksine olarak, bu karardan pek mutazarrır olmuştur. Şurası da dikkate değer ki, Fenerbahçe-Galatasaray maçları tarihinde en çok karşılaşma bu devreye rastlar. 36 ayda 21 maç yapılmıştır.

    Talebe sporcuların kulüplerle alâkalarını kesme mecburiyetinin 1942 ortalarında kaldırılması Fenerbahçe’nin durumunu düzeltmiş ve 1946 sonuna kadar 4 buçuk yıl rakibine yeniden üstünlük sağlamasını mümkün kılmıştır. Bu devre içinde yapılan 18 karşılaşmadan 7’sini Fenerbahçe, birini Galatasaray kazanmış, 9 maç beraberlikle bitmiş, bir maç da berabere durum da yarım kalmıştır. Yine bu devrede, 7 Mayıs 1942’den 1 Aralık 1946’ya kadar tam 56 ay Galatasaray Fenerbahçe’yi hiç yenememiştir.

    Galatasaray’ın, 56 aylık fasıladan sonra Fenerbahçe’yi yendiği 1 Aralık 1946’dan itibaren bir muvazene devrinin başladığı ve zamanımıza kadar devam ettiği görülür. Filhakika; o tarihten bugüne kadar iki ezeli rakibin yaptıkları 31 maçtan 12’sini Galatasaray, 9’unu Fenerbahçe kazanmış, 10 maçta da iki taraf berabere kalmışlardır. Yine bu müddet içinde tarafların birbirlerine attıkları gollerde de bir muvazene vardır. Galatasaray 38, Fenerbahçe 35 sayı yapmışlardır.

    Bu son devrenin sevinç veren tarafı artık yarım kalmış hiçbir maç yaşanmamış olmasıdır. Bunun böyle devamı temenni olunur.

    (Gelecek resim ve yazı Pera Club’un mütareke devirlerindeki çok enteresan bir fotoğrafıdır.)

    5 Şubat 1955 – Rüştü Dağlaroğlu – Akşam Gazetesi

  • Şükrü Ersoy Röportajı

    Şükrü Ersoy Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Şükrü Ersoy röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Lastik Şükrü

    Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Şükrü Bey?

    1943 yılıydı, çocukluğumda dayım futbola meraklıydı. Onun sayesinde ben de spora merak sardım. Hangi spor dalını yapayım diye karar vermekte zorlanıyordum.

    Sporun gelişmemiş oluşu ve o yıllarda okullarda spor yapmak yasak olduğundan zaten spor yapma gibi bir olanağımız da yoktu. Bugün olimpiyatlarda yeteri kadar derecemiz yoksa bunun da nedeni Türk sporunun bu yasaklar neticesinde az gelişmiş olmasıdır. Ama bizler yine kaçak olarak ilgilendik.

    İlk mektebi bitirdim. O zamanlar Talimhane’de Beyoğlu’nda oturuyorduk. İlkokula gidiyordum. İlk mektebi bitirdikten sonra annem bana “Seni nereye hangi okula verelim?” diye sordu. Ben de “Hangi okulda spor iyiyse beni o okula verin.” dedim.

    Böylece orta mektep için Haydarpaşa Lisesi’ne yazdırdılar. Zaten Kadıköylüyüm. Fenerbahçe Stadı’na giderken sizlerin de gördüğü o demir köprünün başındaki köşkte doğmuşum.

    Bütün hayatımız okul, yatak sonra da mektep koridorlarında geçti. Oralarda top oynardık.

    İlk önce hangi spor dalına yazılayım diye düşündüm fakat sonra boks dışında hiçbir spor kolunda yer olmadığını görünce boksa başladım. Boksta duruş, gard hareketleri yaptırıyorlardı. Hoşuma gitti. Çocuk aklı işte mahallede çocuklara karşı “Ben böyle boksörüm” esprisi başladı. Hava atmaya başladık. Artık yavaş yavaş eldiven giydim.

    Bir keresinde burnuma bir yumruk yedim. Burnum çok acıyınca “Ben boks yapamam.” dedim. Ve mektebin koridorlarında futbola başladım.

    O zaman top yok, çoraplarımızın içine kâğıt doldurup, onu topa benzeterek kendi aramızda oynardık. Sınıf arkadaşlarımız arasında takım kurar, sınıflar arası top oynardık. Bu bir müddet devam etti. Zamanla göze batmaya başladım. Mahalle futbolu oynardık. Cihangir, Beykoz gibi semtlerde mahalle aralarında boş alanlar vardı. O sıralarda Adalar’da Lefter de futbol oynardı. 

    Fenerbahçe’deki spor hayatınız nasıl başladı?

    Bir gün Adalarla, Cihangir arasında futbol maçı yapmıştık. Bu yazlık maçlarda yine bir gün bizim Cihangir takımımızın Anadoluhisar’la maçı vardı. Kalecilik yapıyordum. Atlıyorum, zıplıyorum, hopluyorum…

    Sabri Kiraz Ağabey beni gördü. Benim hayatımda çok büyük rol oynadı. Beni teşvik edip öncülük eden Sabri Ağabey’dir.

    Bana “Sen kimsin, ne yapıyorsun?” diye sordu.

    Ben de anlattım.

    “Seni Fenerbahçe’ye alalım” dediğinde çok sevinip hemen kabul ettim. Zaten taraftarı olduğum kulüptü.

    Küçüklüğümde yine bir gün stada gitmiştim. Fenerbahçe’de o zamanlar tahta tribünler var, yönetim kurulu orada toplanırdı. Mahallede kendime diğer arkadaşlarımdan ayrıcalıklı hissettirmek için idare heyetinin toplandığı yerde koltukların arkasına saklandım. Biraz sonra yönetim kurulu toplandı. Bunlar ne konuşuyorlar dinleyeyim diye yanaştım.

    O zamanlar Zeki Rıza Sporel başkandı.

    Birden beni gördü. “Ne arıyorsun burada?” diye sordu

    Korkudan nasıl kaçacağımı şaşırmıştım.

    Benim maksadım orada konuşulanları duyayım da mahalleye geldiğimde “Ben bu haberleri duydum” diyerek ayrıcalık hissetmekti. Fenerbahçe sevgisi her şeyi yaptırıyordu, çok utanmıştım.

    Sonra Sabri Ağabey beni genç takıma aldı. Beni yetiştirdi. Orta mektep biterken ben kaleci olarak başladım.

    Sabri Ağabey o kadar değerliydi ki şimdi bakıyorum da 50–60 sene sonrası kalecisinin öğreneceklerini taa o zamandan bana öğretmişti.

    Ben orta mektepte mahsustan 3 dersten kalmıştım. Böylece bir sene boşta kalıyorsun. O bir senede de futbolda büyük gelişme gösterdim. Fenerbahçe’nin tam anlamıyla kalecisi ve kısa bir süre kaptanı oldum.

    O zamanlarda Fenerbahçe takımının futbolcularını Boğaziçi Lisesi’nde okuturlardı. Sabri Ağabey “Seni Boğaziçi Lisesi’ne yatılı olarak verelim” dedi.

    “Memnuniyetle.” dedim.

    “Senin paranı Fenerbahçe Spor Kulübü verecek.” dediler.

    Bir sene aradan sonra Fenerbahçe’ye kendimi kabul ettirdikten sonra Boğaziçi Lisesi’nde okumaya başladım. Hem mektep takımında hem de Fenerbahçe genç takımında oynuyordum.

    Vücudum spora çok yatkındı. Koşu yaptım. 200 m.– 400 m. derecelerim vardı. Voleybol, basketbol oynadım. Turgay Şeren’le o Galatasaray Lisesi’nde, ben Boğaziçi Lisesi’nde iki takım maç yapıp karşılıklı oynuyorduk. Tabii hayatımda en çok kaleciliği yaptım ve sevdim.

    Cihat Arman Ağabey’in de son zamanlarıydı. Beni çok severdi. Örnek olarak da Cihat Ağabey’i aldım. Kaleiçi kalecisiyim. Cihat Ağabey sarı kazağını bana verdi.

    1949 yılında “Ben sporu bırakıyorum” dediğinde, sezonun bitmesine son 3–4 maçı vardı.

    “Benim yerime kaleye sen geçeceksin.” dedi.

    Sevinçten havalara uçtum. Elim ayağım titredi.

    Naci Erdem Ağabey takım kaptanıydı. Benim kaleci olmama itiraz ederek “Biz çoluk çocukla mı oynayacağız?” dedi.

    Sabri Ağabey geldi ve bana “Sen ona uyma, biraz aksidir.” dedi.

    Şeref Stadı’nda 2–0 maçı kazandık. Ligin son maçıydı. Naci Ağabey bana “ Şükrü Şükrü sen ne iyi kaleciymişsin. Aferin…” dedi. O sezon öylece bitti.

    Vefa’ya gidişiniz nasıl gerçekleşti?

    Melih Ilgaz rahmetli çok iyi arkadaşımdır.

    “Ya dedi sen burada enayi gibi… Erdal’ı transfer ettiler, yeni sezonda seni oynatmayacaklar.” dedi. Ve beni aldı, Vefa’ya götürdü.

    1949–1950 sezonu orada oynadım. Fakat Fenerbahçe’de Erdal Kocaçimen sakatlandı ve futbolu bıraktı.

    “Keşke Vefa’ya gitmeseydim.” dedim kendi kendime.

    Bir baktım ilk idmanda Hüsnü Ağabey de Vefa’da… O da Vefa’ya gelmiş. Vefa o sene milli takıma çok futbolcu verdi, çok iyi takımdı. Hatırladığım kadarıyla; Selahattin, Rahmi, Kazma İsmet ve ben gitmiştik.

    Sonra vatani görev mi?

    Evet, 1952 yılında askere gittim. Orada Ordu Takımı’na girdim. Finallere katıldım. 13 defa Ordu Milli Takımı’nda oynadım.

    Sonra Müslüm Bağcılar vardı. 1957’de Fenerbahçe’ye döndüm. 1962’ye kadar oynadım. Sakatlandım. Bir Galatasaray maçında dizim döndü. Top oynayamayacağım doktorlar tarafından söylenince Fenerbahçe doğal olarak mukavelemi yenilemedi, böylece Fenerbahçe’deki futbol hayatımı noktaladım.

    Yurtdışı başarılarınızdan söz edebilir miyiz? 

    Molnar, beni Avrupa’ya çağırdı. 1962 yılında Avrupa’ya Salzburg’a gittim. Sahalarımız çok güzeldi. Orada iki kez Avrupa’nın en başarılı kalecisi seçildim. 1967 yılına kadar Avusturya takımında kalecilik yaptım.

    Sonra Almanya da 8 ay antrenörlük eğitimi aldım. Türkiye’ye döndükten sonra Balıkesir, Manisa, Aydın, Altay, Kayseri, Sivas sonra Trabzonspor’da antrenörlük görevi yaptım.

    1975 yılında ilk defa lig şampiyonu olan Trabzonspor’da teknik direktörlük görevini üstlenmiştim. Sonra Sakaryaspor, Düzce ve Karagümrük takımları…

    Daha sonra Futbol Federasyonu’na çağrıldım. Orada Genç Milli Takım antrenörlüğü yaptıktan sonra İstanbul bölge antrenörü ve bayan milli takım antrenörlüğü…

    Baktım gençler etrafımda dolaşıyorlar ve ne zaman ayrılacağım diye merak ediyorlardı. 2004 senesinde artık yaş nedeniyle ayrıldım. 37 sene bilfiil antrenörlük yapmışım.

    Fenerbahçe’nin üç dönem yönetim kurulu üyeliğinde bulundum. İki keresinde Faruk Ilgaz başkandı. Bir dönem de Güven Sazak başkandı. Kısa bir süre de Fenerbahçe’nin de teknik direktörlüğünü yaptım.

    Sizi dinledikçe Fenerbahçeli olmanın gerçekten de bir ayrıcalık olduğunun iyice farkına varıyoruz.

    Evet, her açıdan bir ayrıcalık. Fenerbahçe sevgisi çok farklı bir sevgi.

    “Futbol nankördür.” derler ama ben hiçbir nankörlüğünü görmedim.

    Ben Fenerbahçe’nin içinde büyüdüm. Babam askeri eczacıydı ama ben futbolu tercih ettim. Çok dayak yedim. Fakat sonra da semeresini gördüm. Önceleri kızan annem daha sonra, tramvaya her bindiğinde “Ben Şükrü Ersoy’un annesiyim.” derdi. Anneme susmasını, ayıp olduğunu söylerdim. Ama o beni hiç dinlemez benimle övünürdü.

    Babam paşaydı. Annem öldüğünde cenaze merasiminin hep törenle olmasını isterdi. Ne kadar temiz kalpliymiş ki benim o dönemlerde Fenerbahçe Yönetim Kurulu’nda olmam sıfatıyla cenazesi tıklım tıklımdı. Ve bandoyla gitti. Allah rahmet eylesin…

    Kaleci olmanın sorumluluklarının, ruhsal yönden de çok ağır olduğunu düşünüyorum… Neler söyleyeceksiniz?

    Takımla bütünleşir, takımın bir parçası olursun. Futbolcuların herhangi biri, bir hata yaptı mı, diğerinin, arkadaşını telafi şansı olabilir. Kaleciye gelince golü yer ve günlerce kalecinin o golü nasıl yediği kritik edilir. Bir tane yesen de dalga geçilir “Bir tane top geldi, onu da yedin.” derler.

    Kalecilik de bir ayrıcalıktır. 11 kişinin içinde kalecinin bir hatasıyla gol olur. Futbolcularda böyle değil. Zor bir yerdir. Antrenörün verdiği taktik üzerine kaleci, arkadaki bütün savunmayı ve hücuma dayalı organizasyonun başlangıcını tayin eder. Bunu da arkadan konuşarak halleder. Sonucunda takım böyle oynarsa rahat eder. Bu nedenle kaleci devreye girer. Ama bunun için kalecinin de lider özelliklerine sahip olması gerekir. Bazen öyle bir kurtarış yapar ki bütün takımı rahat ettirir. 

    Maça çıkmadan önce uğur getiren herhangi bir simgeniz veya hareketiniz var mıydı?

    Uğur olarak maça sağ ayakla çıkardım. Siyah çorap, şort giyerdim. Bazıları solmuş olurdu ama uğurumdu o. Çevremdekilerse merak eder “Başka şortun yok mu?” derlerdi.

    Kaç kez milli maça çıktınız?

    Milli takımda 13 defa oynadım. Turgay Şeren mektep arkadaşımdır. Milli takımda da kaleciliği beraber yaptık.

    Ülkemiz genelindeki yabancı futbolcuları nasıl buluyorsunuz?

    Yabancı futbolcu oynatılmasıyla ilgili söylemem gerekirse; bazı yabancı futbolculara ülkemizde oynamaları için haklarından daha yüksek paralar veriyoruz.

    Ben genç futbolcuların getirilmesinden yanayım ama genelde yorgun futbolcular, adalesi yıpranmış futbolcular getiriyorlar. Genç, dinamik oyuncular bulmalıyız. Adı duyulsun veya duyulmasın önemli değil.

    Galatasaray- Fenerbahçe maçlarının her zaman bir ayrıcalığı vardır… Sizler neler yaşadınız?

    Lig şampiyonu olmayalım ama Galatasaray’ı yenelim. Fenerbahçe taraftarı bir lig şampiyonluğunu bu şampiyonluğa feda ederdi…

    Yine bir Fenerbahçe- Galatasaray şampiyonluk maçı… Beykoz’la berabere kaldık. Galatasaray’ı yenmemiz lazım. Dolmabahçe’de 1–0 galiptik. Metin Oktay’ın vuruşları geliyor fakat her vuruşu engelleyebiliyordum. O maçı 3–0 aldık…

    Maç bitiminde Müslüm Bağcılar geldi ve “Ver o güzel elini öpeyim Şükrü” dedi. Bundan daha büyük bir övünç olabilir miydi?

    Ya kamplarınız nasıl geçerdi?

    Zamanımızda kamplarımız çok uzun olurdu. Birbirimizi çok severdik. Çok neşeli geçerdi.

    Avrupa’ya maça giderdik. Dakikalarca sahanın çimenlerine bakardık. Bizde nerde o zamanlar çimen saha!

    Ali Ersan, o zamanların en ünlü foto muhabiriydi. Çok güzel fotoğraf çekerdi. Teknik bugünkü gibi olmadığından golleri yakalayabilmek için tüm fotoğrafçılar kale arkasında yer alırdı. Ben de uçan kaleci gibi iyi pozlar verirdim.

    Hatırladığınız bir anınızı paylaşır mısınız?

    Yine bir maça çıkacağımız gün “Şimdi Şükrü çıksın, koşsun biz duralım, bekleyelim.” demişler.

    Ben bir çıktım, koştum, orta sahaya geldim, bir baktım ki arkamda hiç kimse yok.

    Yine Can Bartu’nun şakasıydı… Canım arkadaşım. Bizleri her zaman şakalarıyla güldürmeyi, eğlendirmeyi başarıyordu. Tabii efsane bir oyuncu olduğunu da unutmamak gerek.

    Moda’da Mona Palas vardı. Burada uzun kamplarımız olurdu. Aramızda rekabet yoktu.

    “Sen bunu aldın, ben bunu aldım” demezdik. Hepimiz hemen hemen aynı maddi koşullara sahiptik. Her şey çok güzeldi. Şimdi bakıyorum hep transferler ve para mevzuları var. Şimdilerde mütevazılık kalmadı. Verilen rakamın karşılığını da sahalarda göremiyoruz.

    Şimdiki formalara bakın; su gibi terleme yok, forma kupkuru, şu tesislerin muhteşemliğine bak, Fenerium’lara bak. Eskiden bir soyunma odası vardı, duş sırası beklerdik. Şimdi bakıyorum jakuziler, modern banyolar, saunalar.

    Bazen küvete sıcak su doldurulur, sırası gelen içine girer, kas dinlendirirdi. Ama herkes aynı suyun içine girdiğinden çamurun içine girer, çıkardık. 25 kişi aynı küvete sırayla… Şimdilerde düşünebiliyor musunuz? Şimdi sağlık kontrolleri, MR’lar her şey planlı ve muhteşem.

    Biz bazen kampa Bursa’daki Çekirge bölgesine giderdik. Eski hamamlar vardı. Orada havuza girerdik. En büyük lüksümüz oydu.

    Bir de bizim ilginç bir sauna hikayemiz var. Rahmetli doktorumuz Reşat Dermanver, bir elektrik tedavisi yöntemi bulmuştu. Tahtanın üzerinde ampuller… İyi ki bizleri elektrik çarpmadı. Kalbimiz de sağlammış demek. O ampullerin sıcağında oturduktan sonra “Tamam terlediniz çıkın.” derlerdi. 

    Taraftarlar için neler söyleyeceksiniz?

    Taraftarlar artık yan yana oturmalı tıpkı eskisi gibi. O deplasman, bu deplasman diye ayrılmamalı. Eskiden farklı takım taraftarları yan yana oturur, şakalaşırlardı. Ama şimdi böyle bir şey yok. Herkes hakemin her çaldığı düdüğe itiraz ediyor. Taraftarlar tribünü bölüyorlar.

    Dünya Kupaları’nda görüyorum. Brezilyalı sağımda Fransız solumda oturuyor ama hiç kavga etmiyorlar. Otobüste bile şakalaşarak gidiliyor.

    Taraftar profili değişmeli… Özellikle Fenerbahçe taraftarı her zaman birlik ve beraberlik içinde olmalı takımını ve kulübünü her daim desteklemelidir.

    Sayın Aziz Yıldırım’ın yeniden yapılanmayla yarattığı kulübümüz bu noktaya kolay gelmedi. İskambil kağıtlarından yapılan bir kule olarak inşa edilmedi. Hepimizin birlikteliğiyle büyük bir emek harcandı. İyi ve kötü gün ayırımı yapılmadan verilen bir destek bizi her zaman daha güzele götürecektir. Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki Fenerbahçe futbol kulübü değil, çeşitli branşların yer aldığı Türkiye’nin en çok taraftarı olan bir spor kulübüdür.

    Eşiniz Dilek Hanım ve oğlunuz Murat’la yazları uzun bir dönem Kuşadası’nda, kışlarıysa İstanbul’da yaşıyorsunuz. Memnun musunuz?

    Burada keyifli bir ortamımız var. Gördüğünüz gibi Ekim sonlarındayız ve hala güzel bir havaya sahibiz. Denizin en sıcak olduğu dönem…

    Oğlum Murat’ın aktif faaliyetleri var… Hiç sıkılmıyoruz. Murat da sporcu. Özürlü Olimpiyatları’nın koşu ve yürüyüş dallarında bir adet altın ve 8 adet de gümüş, bronz madalyalar kazandı. Eşim Dilek Hanım ve ben onunla gurur duyuyoruz.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Son Kez Ant İçtiler

    Son Kez Ant İçtiler

    Fenerbahçe’nin otuzuncu yıl dönümü töreni 85 yıl önce bugün, 19 Haziran 1938 tarihinde yapıldı. Bu tören Ulu Önder Atatürk’ün sağlığında yapılan son kuruluş kutlamasıydı. Fenerbahçeliler onun duyabileceği şekilde son kez ant içtiler:

    “Türkün Ulu Atası… Senin açtığın yolda, senin gösterdiğin yolda yürüyeceğimize, bizlere emanet ettiğin cumhuriyeti kanımızla, canımızla koruyacağımıza, Türk ruhu, Türk asaleti, Türk sporculuğu mertliği ile senin arkandan yürüyeceğimize, gözlerimizi senden ayırmayacağımıza ant içeriz.”

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Maç Detayları

    Fenerbahçe 2 – 0 Yunan Muhteliti

    Muhtelit Takım: Ripa (Enosis), Gasparis (Enonis), Papadopulos (Enosis), Sirkos (Panathinaikos), Kondulis (Enosis), İpofandi (Panathinaikos), Miyakis (Panathinaikos) Maropulos (Enosis), Caneti (Enosis), Triandafilis(Panathinaikos), Hristodulo (Enosis).

    Fenerbahçe: Hüsameddin Böke, Fazıl Arzık, Yaşar Alpaslan, Esad Kaner, Yorgo Angelidis, Mehmet Reşad Nayır, Fikret Arıcan, Şaban Topkanlı, Yaşar Yalçınpınar, Ali Rıza Tansı, Naci Bastoncu.

    Hakem: Şazi Tezcan

    Goller: Şaban Topkanlı (5′), Fikret Arıcan (25′)


    Merasim

    Fenerbahçeliler, otuzuncu yıldönümlerini dün Kadıköyü’ndeki statlarında büyük bir merasimle kutlulamışlardır.

    Saat 16’ya kadar devam eden mahşerî akın Fener stadını doldurmuştu. Merasimin başlamasına daha yarım saat varken stadda ufak bir yer kalmamıştı. Fenerbahçe stadındaki dünkü seyirci miktarı on iki bin olarak tahmin edilebilir.

    Saat 16’da geçit resmi yapacak olan 120 genç, önde askeri bando olduğu halde sıra ile denizciler, atletler, birinci futbol takımı ve diğer futbol takımları stadın sol taraftaki kapısından stadı dolduran halkın sürekli alkışları arasında sahaya girdiler Bandonun arkasında iki gencin taşıdığı muazzam bir çelenk göze çarpıyordu. Kafile muntazam bir yürüyüşle ve on binlerce kişinin devamlı alkışları arasında stadda bir tur yaptıktan sonra sahanın ortasında dizildiler. Buraya konmuş olan kürsünün önünde kulübün müessis azaları toplanmışlardı.

    Bandonun çaldığı İstiklâl marşını ayakta dinlerken direğe bayrak çekilmiş, Atatürk’ün büstüne çelenk konmuş ve merasime iştirak eden 120 genç ant içmiştir.

    Bundan sonra Fenerbahçe müessis azalarından Galatasaray Lisesi jimnastik muallimi İbrahim Hakkı kürsüye çıkarak, Fenerbahçe’nin zaferle dolu otuz senelik mazisinden ve bu otuz sene zarfındaki muvaffakiyetli başarılarından bahsetmiş ve verimli başarının her sene daha vâsi bir mikyasta olacağını ilâve ettikten sonra Fenerlilerin bu büyük gününde bulunmalarından dolayı kulüp namına halka teşekkür etmiştir.

    İki dakika sonra sahaya çıkan genç Fenerliler Sarı ve lacivert takım olarak iki takım halinde günün ilk müsabakasını yapmışlardır. Halkın büyük bir alâka ile takip ettiği bu maç 3 – 2 lacivert takımın galibiyetiyle sona ermiştir.

    Saat 17.30’da evvela Yunanlılar sahaya çıktılar. Enosis – Panatitakos muhteliti olan bu takım yeşil fanilâ ve siyah pantolon giymişlerdi. Sahanın ortasına gelerek halkı selâmladılar ve şiddetle alkışlandılar. İki dakika sonra da Fenerbahçeliler halkın sürekli alkışları arasında gözüktüler ve onlar da halkı selâmladılar. Her iki takım arasında yapılan mutat merasim esnasında Güneş kulübü de otuzuncu yıldönümü münasebetiyle Fenerbahçelilere güzel bir çelenk verdi.7

    Cumhuriyet Gazetesi


    Fenerin Otuzuncu Yıl Dönümü

    Fenerbahçe spor kulübü dün otuzuncu yaşını idrak etti. Otuz senelik spor hayatının hülâsasını ortaya koyan dünkü toplantı bu eski ve şerefli kulübün parlak mazisine yaraşan bir şekilde başladı ve öylece bitti… Müsabakalardan evvel yapılan merasime güzel bir geçit resmiyle başlandı.

    Büyük bir Türk bayrağını taşıyan sporcuyu Fenerbahçe armasından yapılmış güzel bir çelenk ve onu sıra ile denizciler, atletler, birinci, ikinci, üçüncü futbol takımları takip etti.

    Geçit resmine muntazam kıyafetleriyle 110 sporcu iştirak etti. Sahanın etrafında yapılan resmigeçidi, hep bir ağızdan söylenen İstiklâl Marşı ile bitirdiler.

    Fenerbahçe idare hey’eti namına ortaya gelen Hikmet Üstündağ kısa fakat güzel yazılmış aşağıdaki nutku okudu:

    “Büyük Önder: Senin açtığın yolda, senin göstereceğin yolda bizlere emanet ettiğin Cumhuriyeti canımızla, kanımızla koruyacağımızı Türk ruhu, Türk asaleti, Türk sporculuğu ile senin arkandan yürüyeceğimize, gözlerimizi senden ayırmayacağımıza and içeriz” dedi.

    Bu sözler pek çok alkışlandı.

    İdare hey’etinden İbrahim Hakkı da kulübün otuz seneye varan spor hayatından ve parlak mazisinden uzun uzadıya bahsederek bu büyük bayrama iştirak eden halka ve Fenerbahçelilere kulübü namına teşekkür etti.

    Bir gün evvel de yazdığımız gibi spor sahasında otuz sene dile kolaydır.

    O günden bugüne kadar şerefli galibiyetler kazanan, zaferden zafere koşan memleketin en kıymetli bir kulübü olan Fenerbahçe’yi bu vesile ile bir kere daha tebrik etmeği bir vazife bildiğimizi burada kaydetmekten zevk duyarız!

    Ömer Besim | Son Posta Gazetesi


    Fotoğraflar

  • Anadolu Yakası Köşkleri

    Anadolu Yakası Köşkleri

    Taha Toros arşivinde, Sermet Muhtar Alus‘un muhteşem bir yazı dizisine rastladık. Özellikle o dönemlere ilgi duyanların severek okuyacağı “Anadolu Yakası Köşkleri” dizisine kapak fotoğrafı olarak da rahmetli Başkanımız (ve bugün vefatının 48. sene-i devriyesini idrak ettiğimiz) Hacı Bekir zade Ali Muhiddin Bey’in fotoğrafını seçtik. Nazlı İmre Hanımefendi’ye bu müthiş fotoğrafı ve birçok başka belgeyi bizimle paylaştığı için tekrar sonsuz teşekkür ediyoruz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Anadolu Yakası Köşkleri

    Kadıköyü’nden Moda’ya doğru, deniz kıyısından Mühürdar caddesi takip edilip eski Mühürdar gazinosunun önünden sapılınca, yüksek duvarlar arkasında Şeddadî bir bina göze çarpar. Bahçesinin o sokakta, sahil tarafında birer kapısı, Moda caddesinde de cümle kapısı vardır.

    Mısır fevkalâde komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın oğlu (Babı seraskerî piyade dairesi reisi sanisi ve yaveranı hazreti şehtiyarîden ferik), esbak Hidiv İsmail Paşa’nın kızı prenses Nimet’in kocası Mahmut Muhtar Paşa’nın kasrı idi.

    Şahsa mahsus ikametgâhların arasında ilk olarak damında paratoner, içinde birçok hizmetçi ve uşak, Avrupakâri ahırında halis kan, yarım kan İngiliz atları, kıymetli Arap kısrakları bulunurdu.

    Paşa o zamanın parlak erkânı harblerinden, Almanya’da tahsilli, Galatasaray Lisesi’nin de eski güllecilerinden ve bazululanndan idi. Kışın banyoda üstü buz tutmuş suya girer, soğuk alıp öksürük möksürük, hattâ nevazil olup aksırık maksırık yanına hiç yaklaşmazmış.

    Meşrutiyetten sonra Bahriye Nazırı, Balkan harbinde kolordu kumandanı, umumî harbden önce Berlin büyükelçisi olmuştu.

    Moda caddesinin ilerisinde, granit taşından kale gibi çıkılmış, topla yıkılmaz, heybetliliğinden yana eşi bulunmaz bina, mabeyinci Ragıp Paşa’nın biraderi Arif Paşa’nındır. Evlâdiyelik denilemez. Zira orada yol geniş; istimlâk mistimlâk bahis mevzuu olmayacağı için ahfadiyeliktir.

    Boy posça hemen hemen ikize andıran oğulları, tüysüz tüzsüzlüklerinde, brik faytonda yan yana, doru kadanalarına tırıs tutturarak havalide çarh çevirirler, bey bey gezip tozarlardı.

    Bahariye caddesinde, (Maiyeti seniye erkânı harbiye müşürü), Müzei hümayun müdürü Hamdı Bey’in damadı, Trabzonlu Abdullah Paşa’nın köşkü beş altı sene evvel yıktırıldı, arsasına Kadıköy Halkevi yapıldı.

    Von der Goltz Paşa Türkiye hizmetine girip Harbiye mektebine müfettiş olunca o zaman kaymakam bulunan Abdullah Bey’i tercümanları arasına katmış. Ya adını beceremediğinden ya da kendine daha kolay geldiğinden Abdila dermiş. Bundan ötürü olsa gerek, Balkan harbi sıralarında bazı Alman gazeteleri, Şark ordusu kumandanından bahsederken Feld Mareşal Abdila deyip durmuşlardır.

    Altıyol ağzından Söğütlü çeşmesi tarikile Kuşdili’ne gelelim. Derenin üstündeki köprüden geçince sola Ziverbey yokuşu gelir.

    Bu zat Abdülâziz’in mabeyincilerindenmiş. Oraya adının takılması, köşkünün yokuşun başında, köşede bulunmasından. Koskoca bahçesi şimdi duvarları harap, ağaçlarının ekserisi kurumuş, her tarafını otlar bürümüş, âdeta bir yangın yeri halindedir.

    Buraya sonraları Acem’in köşkü denirdi. Satın alan cevahir taciri ve Karun kadar zenginlerden. Büyüğü 45’lik, zifiri siyah sakallı; küçüğü 35’lik, ağzına fare almış gibi kara bıyıklı. İkisi de Karagöz’de meşhur (Bahçe oyunu)ndaki mirzalarvari zevku safa düşkünü idiler. Yağız beygiri muhteşem faytona kurulurlar, Fenerbahçe piyasalarında dört dönerlerdi.

    Ziverbey yokuşunun başından Kuyubaşı’na doğru yürüyünüz. Biraz gidince sağda, bahçe içinde, gepgeniş cepheli, yıllardan beri pancurları sımsıkı kapalı, içinden ses sada duyulmayan köşk kimin dikkatini çekmez? Acaba tekin değil mi? İyi saatte olsunların mekânı da o sebeple mi oturanı, kira ile tutanı yok diye kim şüpheye düşmez?

    Abdülhamid’in ikinci esvapçısı İlyas Bey’in köşküydü. İlyas Bey saz benizli, kaytan bıyıklı; sırtından kışın Salisbori biçiminde palto; güzün pelerinli makferlan, yazın da kolundan ipek astarlı pardesü düşmez. Biniciliğe meraklı olduğundan arada bir kısacıcık ceket, dapdaracık külot, pırıl pırıl getrlerle, Arapkârî saçaklı, püsküllü başlık, palan, haşa vurulmuş şeceerli Arap kısrağına binip, hayvanı oynata oynata, kişnete kişnete mesireleri boylardı.

    İlyas Bey’in köşkü geçilince etrafı çitle çevrilmiş, bir kat üstüne, kâgir, damı basık bir binaya rastlanır. Tiyatrosu komik Kel Haşanın aile ocağı.

    Hasan pek gençliğinde, daha sahneye çıkmadan önce, ağabeyi Hacı Fitil ve kız kardeşlerile beraber orada oturur, semtinde süt, yoğurt satar; akşamları kapı önlerine seccade yayıp toplanan konu komşunun yanlarına gelerek tuhaflıklar eder; yaz ramazanı geceleri de bahçesine perde kurup çoluk cocuğa Karagöz oynatırmış.

    Kızıltoprağa sapan yolun köşesindeki köşk Bahriye livalarından Hüseyin paşanındı. Yana, gerilere uzanan bahçesi âdeta çiftlik: Koyunlar, keçiler, inekler, öküzler; tavuk, ördek, kaz sürüleri. Hepsi yayılmış: kimi otluyor, kimi gübreleri eşeliyor, kimi su doldurulmuş çukurlara dalıp duruyor.

    Hoş tarafı, bu mahlûkatın çobanlığını iki haremağasının edişi. Arapcıklar sanki çekirdekten yetişme çoban; yalnız kavalları eksik. Ellerinde sırık, sürülerin arkalarından koşarak (büüüvt) diye bağrışırlar, iki parmağı birleştirerek ıslık çalışlar; gehgehler, bili bililer…

    Zatı şerif bunlardan Cevher adlısını Maarif Nazırı Zühtü Paşa’ya satmış, ağacağız yeni efendisine kapılandıktan sonra başka konaklardaki emsallerinin hepsinden rabıtalı olmuştu.

    İleride — şimdi rengi, ruyu kaldı mı bilmem —, kavunî boyalı, kunik yapı kilercibaşı Osman Bey’indi.

    Serkilârî, Sultan Hamid’in göz bebeklerinden. Hünkâr nezdinde bir dediği iki olmaz kanaatile mazul valiler, mutasarrıflar, defterdarlar Osman Bey’in saraydaki dairesine mekik dokur, (evet efendim, sepet efendim)lerle hulûs çakar, şefaat dilerlerdi.

    Şehremini Rıdvan Paşa öldükten ve Göztepe’deki köşküne Lûtfi Ağa’nın oğlu, mabeyinci Faik bey yerleştikten sonra merhumun haremi bu köşkü satın almıştı.


    Geçen yazıda Moda’dan ve Kuşdili’nden Kızıltoprağın kuyubaşma gelip karşıtça bakarken, Acıbadem’e kadar göz kaydırmıştık. Şimdi de Yoğurtçu’dan yukarıya doğru yolu tutalım.

    Derenin başında, parkın köşesindeyiz. 40 yıl evvel akşamları, mehtaplı geceler, karşısındaki çayırda yayaların, önündeki derede sandalların vızır vızır piyasa ettikleri, keyifliliğine doyulmaz; durgun havalarda da yakınındaki denizin iyot kokusundan durulmaz köşk, Şehremini Rıdvan Paşa’nın biraderi, birinci ferik Reşit Paşa’nındı; daha doğrusu, Hasırcıbaşılar ailesinden olan büyük haremine aitti.

    Bu zat (Babıseraskerîde Divanı harbi mahsus müddeiumumisi) idi. Gezip tozmaktan, mesirelere devamdan hoşlanırdı.

    Kalender mizaç; köşkünde şatafatlı araba, fıstık gibi beygirler bulundurmaz; Kadıköyü’nün bir kira, faytonuna atlar, şipşak Fenerbahçe’yi boylar. Hoppa bir hanımla işmara mişmara girişmesi yüzünden müşir Fuat Paşa ile arasının şeker renk oluşu, hattâ Fenerbahçe’de işi marazaya kadar vardırışları meşhurdur.

    Yoğurtçu köprüsünü geçtik, Kızıltoprağa doğru yürüyoruz. O vakit bu köprü tahta olduğundan caddenin adı Tahta Köprü Caddesi idi. Hâlâ da öyle ya.

    Kızıltoprak’ta, bugünkü (Kadıköy kız Ortaokulu) nu, daha Maarif Nazırı olmadan Nafia Nazırı iken Esseyid Ahmet Zühtü Paşa yaptırmış. Evvelce aynı noktada, yine o büyüklükte, havai mavi boyalı köşkü varmış. Kazaen içinden ateş çıkarak (galiba bir düğüne gidilmiş de halayıklar odada ateş dolu ütüyü bıraktıkları için) kapı kapamaca yanıp kül olmuş.

    Şimdiki köşkte kerimelerinden birine ve mahdumlarından Zahit Bey’e yapılan velime cemiyetlerinin şaşası tarifle bitirilememiş, yine kerimelerinden birinin ve mahdumu Asım Bey’in civan yaşta ölümlerine yanmıyan kalmamıştı.

    Büyük kızı hanımefendinin en son modayı takibederek fevkalâde mükemmel giyinişine, su gibi Fransızca konuşuşuna akran ve emsali gıptada idiler. Şu rivayet herkese yayılmıştı:

    Cuma ve pazarın gayri, yani tenha bir günde misafirlerle Fenerbahçe’ye gitmiş. Ağaç altında oturmuşlar; kâğıt helvası, mağıt helvası yerlerken misafir hanımın biri şemsiyesini istiyecek olmuş. Kira faytonunda aramağa giden matmazele, köşk sahibi hanımefendi hemen seslenmiş:

    — Dans la voiture de madame Kiazim!

    Bir Parisli konteste de aksan olursa bu kadar olur.

    Mektebi Sultanî ve Mektebi Mülkiye’nin parlak mezunlarından, o zamanlar Bükreş sefiri, Meşrutiyetten sonra Cihangir’de kaza kurbanı olan merhum Kâzım Bey’in refikasıydı.

    Ihlamur’dan hat boyuna çıkan, bugün Hasan Amir sokağı denilen yola, orada maruf pirinç tüccarı, Hasan Amir merhumun köşkü bulunduğundan ötürü bu ad takılmıştır.

    Sabık devirde Altıncı daire müdür muavini, Terkos su şirketi komiseri, rütbei ülâ ricalinden olan bay Tevfik Amir Kocamaz dayımız (Rabbim daha yıllarca kocatmasın), Haşan Amir efendinin oğlu; zarafet ve meclis ârâlığına uyar olmıyan bayan Lebibe Amir teyzemiz de büyük kızıdır.

    Pek çok zevat bay Tevfik Amir’in zekâsını, mirkelâmlığmı dillerinden düşürmez, içlerinde Mektebi Sultanî’nin 1306 senesindeki tevzii mükâfatında bulunanlar:

    — Fiyangolu kurdelâya bağlı diploması elinde, cilt cilt mükâfatlar koltuğuna sığamaz olmuştu, derlerdi.

    Buranın tam bitişiğinde, Taşçızade Hakkı Bey’in köşkü vardır. Gerek hazretin, gerekse ileride bahsedeceğimiz kardeşi Hilmi Bey’in melek haslet ve ashabı nezaketten oldukları cümlece müselelmdi.

    Oğlu bay Memduh, çift yağız beygirli faytonuna binerek, delikanlı çağında mahçup mahçup, edep ve erkân kollaya kollaya mesirelere gelir; kim olduğunu bilenler: (Elveledü sinyı ebi) yi bilmiyenler de “Aman ne kibar, ne terbiyeli delikanlı; gün görmüş, yaş yaşamışlar kadar ağırbaşlı”yı yapıştırırlardı.

    Aynı yolun biraz ötesinden kıvrılınca tren hattına karşı, mevcutların arasında ilk olarak (Arnuvo) tarzında yapılmış, kuş kafesi gibi cicili bicili, ne battal boyda, ne sefertasıvari, tam kararındaki köşk, hâlâ kendisi de, mihrabı da yerinde, olduğu gibi duruyor.

    Posta ve Telgraf Nezareti fen müşaviri, fabrikatör Raif beyindi.

    O devirde, malûm a, çorap, trikotaj, ıtriyat, nikelâj, cıvata, rakı, şarap ilh… fabrikaları yok; Raif Bey’den başkasında o ünvanı arama.

    Çok kimse (pavrikator) deyip durur, kereste fabrikası işlettiğini bilmezdi.

    Kızıltoprak’tan Feneryolu’na gelirken solda, yüksek duvarlar ve ağaçla; arasında koca bir dam hâlâ gözükür Sırbiya ve Rusya muharebeleri ordu kumandanlarından, son demlerinde (Selâmlık resmi âlisi) ne memur, Sultan Mahmut türbesi bahçesinde medfun Ahmet Eyük Paşa’nın köşkü.

    Paşa, erkanı harblikten yetişme muktedir, temkinli bir kumandan dürüst, namuslu bir adam olarak tanınmıştır. Kelâmı kıtmış. Bazılarınca serdarı ekrem Abdülkerim Paşa’ya atfedilen şu fıkra meşhurdur:

    Sırp harbinde bir akşam çadırında oturuyormuş. Maiyetindeki birçok paşalar, beyler de karşısında. Saatler geçmiş, gecenin yarısı olmuş. Dilini kıpırdatan, tek kelime söyliyen yok ortalık suspus, kör girse kaç kişi çiyniyecek.

    Nihayet karşısındakilerden biri, süklüm püklüm:

    — Emir buyururlarsa fazla tasd etmeyip gidelim! deyince Paşa demiş ki:

    — Ne oldunuz yahu, tatlı tatlı konuşuyorduk!

    1898’de, Yıldız’da, şehzadelere yapılan sünnet cemiyeti sıralarında re simli mecmualar bir fotoğraf neşret mişlerdi:

    Sırmalı üniformalar içinde, elmaslara pıtrak (Hanedanı Âli Osman) nişanı göğüslerinde bacak kadar (civanbaht)lar. Gurupun sağında, solunda da onlardan kabaca, yüzbaşı elbiseli, yaver kordonlu, gene göğüsleri nişan ve madalyalarla donanmış iki mürahik, (yani henüz bülûğa ermemiş çocuk).

    Bunların biri Serasker Rıza Paşa’nın küçük oğlu Ziya bey, öbürü de Ahmet Eyüp Paşanın Fuat idi ki sonra hünkâr damadı olmuş, sultan da o köşke taşınmıştı.


    Bir evvelki yazımda Kızıltoprak’tan Hatboyu’na gelip biraz ilerideki Ahmet Eyüp Paşa’nın köşküne kadar uzanmış, onu aradan çıkarmıştım. Şimdi gene o yoldan Ihlamur’a dönelim.

    Caddeye çıkılınca, hemen oracıktaki köşkün bahçesinden üç genç simanın girip çıktıklarına rastlanırdı. Biri buğdaysı, topluca, gayet temiz giyimli; öbürü sarışın, nahifçe, Mekteb-i Sultani elbiseli; daha öbürü de yaşça ötekilerden küçük, henüz çocuk, marnel ceketli ve kısa pantolonluydu.

    Maruf dâva vekili Sadık Bey’in oğullarıydı. Bu kardeşlerin büyüğü Hukuk Mektebi’nde sınıf arkadaşım, şimdi Belediye avukatlarından Salâhaddin Sadak; ortancası “Akşam” gazetesi sahip ve başmuharriri Necmeddin Sadak; küçüğü de viyolonsel üstadı Muhiddin Sadak baylardır.

    (Depo) denilen tramvay durağına yürüyoruz. Sağda ahşap, filizi boyası ağarıp beyazlaşmış, daha doğrusu rengi hiç kalmamış konak yavrusu köşk, münasebetsiz bir kulp takılmış olan bir mollanındı.

    Sırada, üç yol ağzından Kalamış’a sapan tarafa geçer geçmez sağımıza, şimdi kat kat ayrılıp apartman kılığına sokulmuş ahşap bir bina gelir.

    Darülaceze sertabibi Zühtü Paşa’nındı. Bu zat mabeyinci Faik Bey’in süt kardeşi; zekâ ve hafıza küpü baht yoksulu, eski arkadaşım Sait Hikmet rahmetlinin eniştesiydi.

    Bir defa daha yazmıştım ama gene tekrarlıyayım. Bu evin çocuğuna öyle cafcaflı bir sünnet düğünü yapılmıştı ki hiç unutamam. Emsalinde olduğu gibi saz, hokkabaz, Karagöz, bahçenin çadır bezile bölünüp erkeklere ayrılan tarafında boydan boya çilingir sofraları. Veryansın edip ha babam çekenleri sorarsan hepsi doktor. Hele birkaçı (isimleri lâzım değil) İstanbul’un en nazik hekimleri. Önüne gelen hastaya, sıtmadan, kansızlıktan, zafiyetten avurtları çökmüş, bir deri bir kemik kalmışlara bile “İçinde alkol var; alkolün katresi semmi katildir” diye Kin’um Labarraque’i, Kina Larochei’u Vin de Viol’u ağza koydurmayan kişiler. “Halka verir talkını, kendi yutar salkımı” olup çıkmışlar, hepsi zilzurna olmuşlardı.

    Derken efendim, çadır bezinin arkasında çalgı girişti:

    Ateşi hicrinle yaktın ben gibi biçareyi

    Bir tebessümle begâm eyle dili âvâreyi

    Minyon Virjini’nin başlıca kantosu çalınırken yapmacıklı edalı bir kadın kantoyu söylemeğe başladı.

    Aaaa!… Başkası maşkası değil, ta kendisi…

    Mabeyinci Faik Bey Minyon’un kanto söyleyişinden, raksından pek hoşlanırmış. Haspa bilhassa onun için getirilmiş. Keman ara nağmelerinde, omuz titrete titrete gerdan kırdığı anlar olacak, bir şırfıntı; ardından bir daha, tekrar bir daha. Hovarda bey aşka gelmiş, avuç avuç lira, mecidiye serpmiyor mu?

    Sırada, tarlanın gerisinde, gümüşü boyalı, tıpkı iskarpin kutusu şeklindeki köşk Cennetlemiş valilerden Hacı Naşit Paşa’nın büyük oğlu Fuat beyin mülkü.

    Fuat Bey sivil, ufacık tefecik, halim, selim bir adam; kardeşleri de onun taban tabana zıddı. Hünkâr yaverlerinden miralay ve Nafia Nezareti heyeti fenniyesine memur, erkânı harb miralayı Fahri Bey gayet yakışıklı erkeklerdendi. Hele ikincisinin endamına, teninin pembeliğine ve Vilhelmkâri bıyıklarının menendi yok. Faytonlarına binip her mesireye gelirler, gayet vekarlı vekarlı piyasaya karışırlardı.

    Yalnız, dördüncü Mehmed’in Sadrâzamı, Bağdad’daki muharebelerde 40 yerinden yaralandığı için boynu eğri kalan Mehmet Paşa mı lâkabının patentasını almış? O Fahri Bey’de de vardı. Kendine pozu yakıştırıp daima boynunu bir yana eğer, süksesini kıskanan beyler, iltifatına mazhar olamıyan hanımlar( Boynu eğri bey) diyip dururlardı.

    Bu zat sonraları ferik olmuş, valiliklerde, kumandanlıklarda bulunmuştur. Büyük ağabeysinin gümüşü köşkünde Müşir Fuat Paşa’nın harem takımı yıllarca kira ile oturmuştur.

    İleri doğru yürümekteyiz. Öteden beri Kalamış koyuna, Fenerbahçe’ye bayıldığım “Malûmat” mecmuasındaki bazı yazılarında belirten hatta oraları için:

    Ne şen, ne ruşena bakın şu mevkii münevvere
    Tabiaten fenerdir o, bu nuru dilfırib ile
    Ne tatlı tatlı bus ider deniz lebi lâtifini
    Venüs müdür gelen aceb o kocalarla sahile
    Tülûunun, gurubunun füyuzu aşkı başkadır
    Nevayı nayi üfleten odur zavallı bülbüle

    Diye manzum bir medhiye yazan, Şûrayı Devlet âzasından Nazif Süruri Bey’in nereyi seçip kendine ev bark kurduracağını keşfe, keramet sahipliği lâzım değil.

    Burada, Kalamış koyuna ve Fenerbahçe burnuna karşı bir köşk yaptırtmıştı. Şimdi bu köşk kimindir bilmem. Kara bıyıklı, tıknaz, pek babacan halli bayın biraderi, dokuz on yaşlarında çelimsiz, kuzu gibi mazlum iki oğlan çocukla o havalide gezer, deniz hamamına gelir; soyununca geniş göğsü, şişkin bazuları hürmetlice karnıyla başaltına güreşen pehlivanları andırır, oturaklama denize atlayıverdi mi etraftakileri tepeden tırnağa sırsıklam ederdi.

    O zamanın, o iki mazlum çocuğu bugünün sayılı operetçilerinden Lütfullah Süruri ve Celâl Süruri kardeşlerdir.

    Hemen bitişiğindeki kuleli, kameriyen, arabeskvari köşk Züheyri zade Ahmet Paşa’nındı.

    Paşa Basra eşrafından, mirmiran rütbesi esbabından ve Şûrayı devlet âzasından.

    Bilmem sahi, bilmem yalan; bu köşkün cihannümasındaki dürbünün fevkalâdeliğini anlata anlata bitiremezlerdi. Gözüne ayarladın mı Hayırsız adaların kıyısına kayık çekmiş balıkçılar bile görülür, kaç kişi oldukları bile sayılırmış.

    Paşa mevlâsına kavuştuktan sonra iki kızı Kadıköy yakasına ilk otomobili getirttiler. (Delabay) markalı landaulet’ye yan yana kurulup ortalıkta dolaşırlar, motörün müthiş gürültüsünden araba beygirleri ürküp ürküp dingilleri, makasları kırar; şahlana şahlana koşumları parçalar, içeridekiler kendilerini palaspandıras dışarı atardı.

    Bu köşkü sonra Babı serasker muhasebat dairesi başkâtibi, eski ahbaplarımızdan Şükrü Bey almıştı. Merhumun zekâvet ve fetanetini, inşa ve kitabetteki behresini, hele gayet işlek ve kıvrak rıkasının emsalsizliğini Dairei askeriye ricalinden tasdik etmiyen yoktu.

    Kalamış’ta, koca koca ağaçlar altındaki kûhi gazinoyu, yani düz rakısının ve mastikasının nefisliğile bir vaktin meşhuru, (Vasil’in meygedesi) ni geçiyoruz. Solda, parmaklıklı bahçenin gerisinde şarapçı Auziere’in villâsı vardı.

    Galatasaray karşısında Tiyatro sokağında (Du petit Rouhioıı) lokanta ve birahanesini işleten; frenklerin, tatlı su frenklerinin, Avrupalı kadın ve erkek artistlerin, (Cave)indeki Fransız şaraplarına rağbetlerinden zenginleştikçe zenginleşmiş bir Fransızdı.

    İstanbul’a geldiği vakit beş parasız, ip ip Allah, sivri külahmış. Bir iş tutamazsam nasıl döneceğim, Marsilya’ya kadar vapur navlununu nereden bulacağım diye ispinoz gibi düşünürmüş. Kendisi durmadan para kırar, torunu bir içim su karısı da boyuna fındık kırar dururdu. Abayı yakanlardan bir vezirzadeyi senelerce dertli etmiştir.


    Kalamış caddesi iskelenin hizasını geçtikten sonra hafif bir kıvrıntı yaparak Fenerbahçe’ye doğru dümdüz gider. Buradan Çiftehavuzlar’a sapan yola kadar sol köşe, yani çok sağlam duvarlı ve parmaklıklı arsa, malûm.

    Şimdi tapusunun sermayedar bir kaç kişide olduğu, sahiplerinin yollar açıp arsaları parça parça satacakları söyleniyor.

    Eskiler ve onlardan duyan çok kimseler bilir a, burası vaktile Müşir Fuat Paşa’nındı. Kendimi bildim bileli orada inşaat bitip tükenmez. Bakarsın, içeri kum, kireç, tuğla taşınıyor. Köşk yapılacak, temelleri atılıyor, derler. Ardından yan cephenin nihayetlerinde taktuk, taktuk! Biri Japonkâri, öbürü Çinkâri, kameriye azmanı iki köşk kurulmada.

    Bahçıvanlar duvar kenarlarındaki toprağı haldır huldur beller, çamlar, mazılar, lâvantinler dikerlerken bir taraftan da ameleler toprağa geniş geniş çukurlar kazmada; yamaçlarına çuval çuval çimento yığılmada. Ne o? Sandalla gezilecek havuz; üstüne kaskatlar kurulup şanl şarıl sular akacak.

    Günün birinde, Japonkâri kameriye azmanının payanda direklerine tahta kaplanmadan, köşeleri boynuzlarla sipsivri çatısı örtülür. Çin tarzındakinin de yine aşağısı dımdızlakken mahrutî damının oluklu saçakları konur ve birden bire paydos.

    Ötede müştemilât, uşak odaları, mutfaklar, ahırlar bitmiş, hazır; gelgelelim asıl köşk meydana çıkmaz da çıkmaz.

    Rivayete göre paşacağız önce karar verdiği plânı beğenmeyip başka bir şekle koydurmak için yapılanı yıktırtır, tekrar başlanılanı yine bozdurtur, bu gidişattan ötürü yapı bir türlü ilerlemezmiş.

    Hazretin celâlliği de meşhurdu. Yine rivayete göre bir gün ustalara, ırgatlara fena halde öfkelenmiş. Hafta başı akşamı yevmiyelerini kendi eliyle verecek gibi hepsini karşısına çağırdıktan sonra doğru kuyunun yanını boylamış. Haydi torba torba mecidiyeyi cümbürlop suya.

    — Dibine inin de çıkarın kâratalar, demiş.

    Fuat Paşa’nın cülûs donanmalarında yaptığı (şehrâyin)ler şaşaalı idi. Hele Hünkârın tahta çıkışının 25inci yıldönümünde bir sünnet düğünlüsü olduydu ki İstanbul’da eşine rastlanılmış mıydı acaba?

    İlerisi Fenerbahçe’ye, solu Çiftehavuzlar’a giden yolun köşesinde duralım.

    Çoruklukla Göztepe komşumuz, ve yaşça akranım, şimdi kasaplık hayvan toptancısı Bay Burhan’ın oturduğu köşk yanlama karşımıza düşer.

    40 yıl evvel ihtiyar bir İtalyanındı. Sinyor ak sakallı, pirifani. Larousse lügatini aç, İngiliz tabiiyet âlimi Darwin’in resmine bak, onu görmedim deme. Vücutça daha da düşkün, tirid. Amma şık mı şık. Keben gibi saçı, sakalı gayet itina ile taralı; sırtında gıcır gıcır kostüm. Zemin katındaki taraçasında, hasır koltuğa ayak ayak üstüne atmış, oturur.

    Yanındaki şezlongta da 30 yaşlarında kadar, boylu poslu, dalyan gibi, esmerce, ağzında iki sıra inci, pek edalı tavırlı, gayet sıcak kanlı ve güler yüzlü bir sinyorina.

    O da şıklıktan yana kıl pranga. Üstünde her akşam başka bir tuvalet. Şöyle böyle değil, en ağır kumaşlardan, en yüksek terzilerin dikişi. Sanki ya suvarede, yahut baloda. Sabahları da alacalı bulacalı ipekliden, harçlarla boncuklarla süslü robdöşambr.

    Günahına girmeyin, kimse ile dalaveresi malaveresi yok. Kadın yalnız süse düşkün; iffetlilik hususunda bir adet model.

    Fenerbahçe deniz hamamlarına, piyasalarına gelip gidenlerden çok kimse bunları merak eder, tasaya düşerdi;

    — Bu yonca gibi ağızlı, levent endamlı, şipşirin, cana yakın taze tırahoma mırahoma veremezlerden değil, niçin kocaya varmıyor acaba?

    — Yoksa İtalyada bir nişanlısı mı var da onu bekliyor; gelince evlenecekler…

    — Büyük babacığı gözünün içine bakıyor; o da onu pek seviyor. Kocaya varsa ihtiyar yapayalnız kalacak diye düşünüyordur belki…

    Meğerse pinponun karısı değil mi imiş

    Fenerbahçe yolunun solunda, sokak içlerinde, ilerde Marabet eytamhanesinin arkalarında, bostana varmadan deniz kıyısındaki kimi küçürek küçürek, kimi pek cicili bicili köşkler hep ecnebi villaları idi; Dalyan sokağındakiler de bazı Rum ve Ermeni tüccarlarının daracık mahalle baştan aşağı Frenk, Tatlı su Frengi yatağı. Bir tane Türkün oturduğu vaki değil.

    Gerisingeri dönüp gene Ihlamur’daki Depo’da duralım.

    Solda, set üstündeki beyaz boyalı köşk Kerestecibaşı’nındı. Geçen yazılarımın birinde adı geçen, Zühtü Paşa damadı, Bükreş sefiri Kâzım Bey’in babası. Kendisi çoktan ölmüş, Köşk, veresesinin üzerindeydi.

    Seddin altındaki nalbanda dua eden edene. Sebebi: Fenerbahçe gezintilerine yolu tutan köhne kira arabalarının beygirleri Ihlamur kaldırımından geçerken, şıkırtı başlar.

    Her günkü küllü çörek. Nal düşmüş; çakılması elzem yahut aşınmış veya gevşemiş; kayar edilmesi, çivilenmesi lâzım.

    Arabacı da tutturur, içeridekiler de. Beriki (Hayvanı topal mı edeceğim?), ötekiler (Topal eşekle kervana mı karışacağız, âleme maskara mı olacağız? ) diye.

    Orası nalbant dükkânlığına biçilmiş kaftandı.

    Bu köşkü, Kerestecilerden Hakkı Paşa satın almıştı. 1897 Yunan harbinde fırka kumandanlığı, sonra Şam’da beşinci ordu müşirliği eden zat. Erkânıharblikten yetişme, temiz ahlâklı, kimseye fenalığı dokunmamış bir adam olarak tanınmıştır. Oğlu Haydar beyin sülün gibi yakışıklılığı, ağırbaşlılığını herkes söylerdi.

    Depo’dan Bağdat caddesini tutuyoruz. Köşedekinden sonra ikinci gelen gümüşî boyalı büyük köşkün ilk sahibi Abacıbaşı, sonraki sahibi de Taşçızade Hilmi Bey’di.

    Kibar, nazik, (ahlâkı hamide) sahibi diye anılır bir zatı şerifti.

    İstiklâl harbi savaşımızdan sonra İstanbul polis müdürlüğü ve valiliği eden süvari generali Esat Paşa merhumun kaynatasıdır. Paşa, binbaşılığında bu köşkle güvey girmiş, pek muhteşem düğününü gidip görenler methedip durmuşlardı.

    Buranın hemen hemen karşısındaki köşkü yaptıran istihkâm livalığından mütekait, müteveffa Reşit Paşa’dır. Mektebi Sultani’den mezun ve Mabeyinci Ragıp Paşa ile eski Nazırlardan Osman Nizamî Paşa’nın sınıf arkadaşı olan merhum, Harbiye’den erkânıharb zabitliğile çıkmış; binbaşı, kaymakam, miralaylığında orada uzun zaman (Mimarîi âlî) okutmuş. Meşhur Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın damadıydı. Kaynatasının mimliliğinden ucuz kurtulmuş, yalnız geç rütbe alarak arkadaşları liva ve ferikken yıllarca kaymakamlıkta bocalamıştı.

    Talebeliğinde lâkabı varmış: Barometre Reşit.

    Bunun neden dolayı olduğuna gelince: Yatakta uyanır uyanmaz kendini bir yoklar, sonra parmağını yalayıp pencereden dışarı uzatır, göğe de bir göz gezdirir:

    — Bugün lodos, hava yağmurlayacak!… Bugün poyraz, poyraz amma karayele çevirip kar yağacak!… diye kesip atar, sahiden de her dediği tıpatıp çıkarmış.


    Kızıltoprak’ta, şimdi Depo denilen tramvay durağından ileri doğru yürümüştük.

    Parmaklıklı ön duvarı acayipçe ve tersine kümbet kümbet, kapısının iki kanadı dalına ardına kadar açık, yanı uşaklar ve hizmetkarlara mahsus daireli, bahçesi gayet temiz ve bakımlı, eski sultan saraylarından farkı yalnız kapının bitişiğinde bir kulübe; içinde camadanlı, poturlu, beli tabancalı kapıcı, bahçesinde de harem ağaları görülmeyen köşk eskiden Sabri Bey’indi.

    Ona esbak Maliye Nazırı derlerdi. Galiba o mevkide teşehhüt miktarı bulunmuş ama, hangi tarihte, hangi sadrazamın kabinesinde, o ciheti bilene hiç rastlanmazdı. Nazırlığından sonra emsali misillü valiliğe maliliğe Şurayı Devlet azalığına mazalığına atlatıldığından da kimseler haberdar değildi; hatta civarlılarından ne yüzünü görenler vardı, ne de şekil ve şemalini bilenler. Adeta muammamsı bir zat. Menkûb falan mıydı acaba? Ama zannetmiyorum.

    Şimdi bu köşkte Bay Naci Moralı oturuyor. Bay Naci’nin eşi Mısırlı prenses fakat kendisinin de kişizade olduğunu unutmayalım. Pederi Mora eşrafından İbrahim Paşa zade Ali Bey, validesi de ora hanedanından Celal Bey’in kızıdır. Bahçe kapısından eski Orozdibak’ın, yani şimdi Yerli Mallar Merkezi olacak binanın karşısında meşhur Celal Bey Hanı vardır ya; işte onun ve daha birçok emlak ve akarın sahibi olan zat.

    1877’deki Rus harbinde seril sefil İstanbul’a sığınan Rumelili muhacirlerden yüzlercesini bu handa barındırıp kendi kesesinden yedirmiş, içirmiş, dualarını almış.

    Biraz ötede, Kalamış İskelesi’ne giden bir ara yol gelir. Oraya şimdi Tevfik Paşa Sokağı deniliyor. Köşeden bir evvelki köşkün sahibi Vidinli Tevfik Paşa’dan ötürü bu ad takılmış. Paşa’nın kışlık sokağı Şehzadebaşı sebilinin karşısına düşen Fevziye Caddesi’ndeydi. Bugün talebe yurdu olan büyük, ahşap binadır.

    Hazret, eski riyaziyecilerimizden 1860’da Harbiye’den erkânıharb yüzbaşısı çıkmış. Miralay iken, orduya kabul edilen Martini Henry tüfeklerinin yapılmasına nezaret için Amerika’ya gönderilmiş; ferik rütbesiyle dönmüş. Bir müddet Washington’da elçiliği, Maliye ve Ticaret Nafia Nazırlıklıklar, riyaziyeye dair bazı kitapları vardır. “Hesabı Müsenna” başlığıyla İngilizce bastırdığı eseri çok şöhret bulmuş.

    İstanbul’un parmakla gösterilen “Riyazii Şehir”i babalarımızın talebeliğinde o merhum, bizim talebeliğimizde de Salih Zeki Bey’di.

    Rakama dair bir bahis açılınca mutlaka ikisinin adı öne sürülür, yaşlılar “Vidinli sağ olsaydı onu rahle-i tedrisine alıp senelerce okuturdu”yu basarlar; gençler de “Hayır, mümkün değil; ilmin, fennin her ciheti terakki etti. Salih Zeki Bey Paşa’yı önüne oturtup daha nice bilmediklerini öğretirdi”yi yapıştırırlardı.

    Abdülhamid’in bu zatı iki kere Maliye Nazırı yapışındaki aklına bakın. Hesabın en incesini, Tamamîleri, Tefazulileri, İhtimalileri, su gibi yutmuş a; güya hazinenin iradını masrafını denkleştirecek; tam takır vela bakırlığını giderecek. Yine ayvaz kasap, hep bir hesap olduğunu görünce, ikisinde de adamcağızı birkaç ay sonra nazırlıktan çekivermiş.

    Kalamış’a sapan yolun, öbür köşesindeki evi geçtik. Daha ötekinin önünde duralım:

    1908 yılı sıralarında bütün dünyada bir Modern Style veya Art Nouveau modası türemişti. Bina yapısından tut, mobilye, dekoratif resimler, biblolar, mücevherler, hatta lavanta şişelerine kadar. Bu salgın İstanbul’a da yayılmış, yeni köşklerin ekserisi bu stile benzetilmişti.

    İşte karşınızda, çatısının yanları kesik, saçakları, pencere pervazları balkon parmaklıkları bu tarzda bir köşk. Babıseraskeri muhasebat dairesi İkinci Şube Müdür Muavini Rıfat Bey’indi.

    Yapılırken, o vakte kadar hiçbir hususi yapıda görülmedik bir başkalıkla karşılaşıldı. Küt küt küt küt! Boyuna sesler. Bahçeye konan motorla doğrama işleri başarılıyor. Tahtalar kesiliyor, biçiliyor, rendeleniyor; bir çırpıda çıkarılıyor.

    Bağdat Caddesi’nden geçen araba beygirleri, hatta tentelilerin en lagarları oraya gelince gürültüden gemi azıya alarak küheylanlaşırdı. Komşuların ukalaları “Semtimizin tadı, tuzu kaçtı. Sabahtan akşama kadar ne baş kalıyor, ne beyin!” diye mırıldanıp durdular.

    Rıfat Bey merhum pek zeki, uyanık, ehli keyif, şeker gibi bir adamdı. Gayet de güçlü kuvvetlilerden. Sinir hekimlerinde senelerden sonra bulunan pençenin kuvvetini gösterici “Evraka” adlı demir mengeneyi altmışına merdiven dayamış yaşta, avucuna alıp bir sıktı mı ibreyi sonuna kadar, yani pehlivan harcı 80 numaraya kadar yürütüverirdi. Galatasaray’dan aziz arkadaşım, o vaktin sayılı idmancısı ve jimnastikçilerinden 333 Şevki’nin ve Pera Palas karşısında “Ege” spor eşyası mağazasnı işleten Süreyya biraderimizin babasıdır.

    Fenerbahçe’ye kol salan demiryoluna geldik. Hattın sağındaki tahini boyalı köşk Divrikli Hafız Paşa’nındır.

    Abdülaziz devrinde, büyük şehzade Yusuf İzzettin on beş on altısında hayal oyunundaki göstermelik kabilinden Birinci Hassa Ordusu Müşiri iken, Paşa ordunun meclis reisi imiş. Amiri Müşir Efendi onu pek sever, hatırını sayarmış. Rivayete göre bu binanın planını o beğenip seçmiş.

    Hafız Paşa zae Nail Bey Limni Adası’nda mutasarrıftı. Şimdi Ankara’da müteahhitlik yapan oğlu Bay Hüsnü Nail 40 yıl evvelin pek yakışıklı delikanlılarındandı. Seyir yerlerindeki bütün hoppa hanımlar suyuna tirit. Sonra bisiklet şampiyonuydu. Bu işin erbabıydı. “Kısa mesafelerde herkesi geride bırakıp derhal geçer; gel gelelim yol uzadı mı yorulup şişer” derlerdi. Daha sonra yaman kemençecilerden. Kemençeyi dizine dayasın, yayı eline alsın; sırasında yanık yanık sırasında kıvrak kıvrak nağmelerini dinle. Anastaş, Vasili falan geç, haza Tamburi ve Kemençevi Cemil Bey.

    İleriye, Bağdat Caddesi’ne devam etmeden sola kıvrılıp bir boy Feneryolu istasyonunu tutalım.

    Biraz git, hatta var. Sol köşedeki köşk Hacı Bekir zade Ali Muhiddin Bey biraderimiz çocukluğunu, ilk gençlik çağlarını orada geçirmiş, İstanbul’un gezme tozma alemlerine orada kanat alıştırmıştır.

    Devre devre yağız, doru, bakla kırı kadanaları; viktorya, bato, brik faytonları yeniler; her yenileyişte evvelkinden üstünü peyler. Arabanın içine oturdu mu veya beygirlerin dizginlerini eline alıp tırısı tutturdu mu da bazıları gibi İngiliz tabancası gibi kurum kurum kurulmaz, ermeni gelini kırım kırım kırıtmaz; dostuna düşman gibi bakış, görmemezliğe geliş, kuru selamı esirgeyiş gibi cihetlere hiç yanaşmaz; tanıdıklarından en mütevazi hallilere bile güler yüzle temennah eder, hülasa kibarlığına parmak ısırtırdı vesselam.

    O zamanlar, her şimendifer istasyonunda, adın Türkçesiyle beraber Frenkçesi de yazılı, Feneryolu’nunkinde şu ecel acayip kelime: Bifurcation, yani ikiye ayrılan yol.

    Buradan demiryolunun karşı tarafına geç, sağa dön; saray kılıklı yüksek duvarlar ve ağaçlar arasında, dışarıdan görülmeyen fakat berhaneliği besbelli bir bina göze çarpar.

    Mısır fevkalade komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın köşküdür. Mal sahibi ayda bin lira maaşla Mısır’da adeta sürgün, başka diyara adım attırılmazdı. Küçük Sait Paşa hatıratında yazar:

    Gecenin birinde Yıldız’dan konağına koşturulan bir mabeyinci gayet mühim ve müstacel bir tahrirat getiriyor. Muhtar Paşa tebdilihava diye Avrupa’yı boylamış. Etekleri fena tutuşan hünkar akıl danışmada: “Ne yapsak acaba? Adamı Kahire’ye nasıl çevirsek?”

    İhtiyar yolda hastalanmış. Stokholm’ün bir hastanesinde yatak, döşek serilmiş; inanan yok. Abdülhamit’teki kanaat şu: “Temaruz ederek yoksa dolap mı çeviriyor?”

    Ricalden ve tanıdıklarımızdan mutaassıp bir zat 1877’deki Rus Harbi’nde müşir Muhtar Paşa ile beraber bulunduğunu, onun sofuluğunu, namazını, niyazını, orucunu, ömründe ağzına içkinin damlasını koymadığını söyler durur, üstüne toz kondurmazdı. Bizzat bu zat anlatırken işittim. Meşrutiyetten sonra İstanbul’a gelen; nice yıllardır görmediği, görüşmediği Paşa’yı yoklamaya bu köşke gidiyor. Hoşbeşten sonra akşam yemeğine alıkonuyor. Hava karardığı sular salona bir uşak girmiş. Elinde tepsi, üstünde kadehler dizili. Ev sahibi “Sen de aperatif alsana a birader! Tıbbın tavsiye ettiği münebbihler içinde en makulü budur, rakıdır!” diyerek kadehin birini susuz muşuz dikip ikincisini de önündeki sigara sehpasına koymaz mı?

    Tanıdık zatı şerifin o anda sanki tepesinden aşağı kaynar sular boşanmış.

    Sermet Muhtar Alus

  • Cem Atabeyoğlu Röportajı

    Cem Atabeyoğlu Röportajı

    Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, müthiş bir Cem Atabeyoğlu röportajı ile karşınızda… Nur içinde yatsın, Cem ağabey’in anlattıkları insanın yüzünde güller açtırıyor fakat bir yandan da kaybedilenleri düşündükçe insanı hüzün sarıyor.

    Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    O Cumhuriyetimizin İlk Kuşağından

    Mustafa Kemal Atatürk; “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir; şayet yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtıcı mahiyet alır” demişti. Bu sözler sporun duayeni Sayın Cem Atabeyoğlu’nun her daim ışığı oldu.

    Fenerbahçe adının geçtiği her an, hepimizin gözleri parlar. Ardından bir tutku bir heyecan… Cem Atabeyoğlu röportajını okuduğunuzda yaşadığınız bu duygularla beraber gururunuz da iki kat artacak.

    “Fenerbahçe işgal takımlarına toz attıran takımdır…” diye başlıyor söze.

    Bugün seksen iki yaşında ve halen aynı hazzı alıyor. Nice geceler biz en derin uykudayken o daktilosunun tuşlarına sabaha dek dokunarak bize muhteşem tarihimizi en doğru şekilde ulaştırmaya çalışıyordu hep yıllar boyu.

    Sadece Fenerbahçe tarihi mi? Sporun tüm branşlarında tam kırk dört kitap ve tefrikalar. Takdiri çok, inanması zor…

    “Fenerbahçe’ye hizmet bitmez” diyor. O zaman daha çok düşünüyoruz, kendi payımıza düşen katkı ve hizmetlerimizi. Ve ne kadar yetersiz kaldığımızı anlıyoruz bu büyük ulu çınarın yanında. Cumhuriyetin ilk kuşağı olan sizinle çok daha anlamlı bu Ekim sayımız Sayın Cem Atabeyoğlu. Teşekkür ederiz. Hepimizin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.


    Cem Atabeyoğlu Röportajı

    – Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Cem Bey?

    Fenerbahçelilik malum sonradan olunmuyor.

    Ben kalabalık bir aileden geliyorum. Eski İstanbul evleri üç katlı evler. Tüm aile dayım, babam, dedem, teyzem hep beraber aynı evde kiracı olarak kalıyorduk. Dayım Galatasaray Lisesi’nde okuyordu. Teyzem ise kız ve erkek çocuklarının arasındaki rekabetin tesirinden olacak Fenerbahçeli oldu. Fenerbahçe takımının sağlam taraftarlarından biriydi. O kadar ki dayımla beraber Fenerbahçe-Galatasaray maçlarına gittiklerinde dayım Galatasaray tribününde, teyzem Fenerbahçe tribününde otururdu.

    Ben teyzemin etkisinde kaldım. Yıl 1932, ilkokula başlayacağımın bir gün öncesi teyzem beni aldı postanenin karşısındaki Kızılay Caddesi Vakıf Han’da bir mağazaya götürdü. Mağazaya girdiğimizde hiç unutmam tezgâhtara “Yeğenim yarın okula başlıyor, ona bir Fenerbahçe rozeti hediye etmek istiyorum” dedi. Bizim bu konuşmalarımızı duyan kasadaki bey yerinden kalktı, yanımıza geldi. “Hanımefendi sizi tebrik ederim, bizim Fenerbahçe’nin işte böyle kuşaklara ihtiyacı var” dedi. O kişi Zeki Rıza Sporel’di. Teyzemin aldığı rozeti kendi eliyle göğsüme taktı.

    Artık bu benim Fenerbahçe’ye bir tescilim oldu.

    – “Her yerde inlesin gürleyen sesin / İstanbul Yıldızı Erkek Lisesi” marşınız. Fenerbahçe’nin ayrı bir yeri vardır İstanbul Erkek Lisesi tarihinde. O günleri anlatır mısınız?

    İstanbul Erkek Lisesi bir defa lise olarak en eski liselerinden biri. Bir de Galatasaray Lisesi vardı. Bu iki lise arasında her zaman rekabet vardır.

    Galatasaray Lisesi “Zadegân” dediğimiz yüksek tabaka çocuklarının mektebiydi. Onlara Galatasaraylı olmanın ayrıcalık olduğunu öğretirlerdi.

    İstanbul Erkek Lisesi ise halk lisesiydi. Memur çocuğu, esnaf çocukları gibi. Belirli semtlerin mektebiydi. Beyazıt, Çemberlitaş, Sirkeci, Eminönü Sultanahmet, Aksaray’dan öğrenciler gelirdi. Hatta Bakırköy’den bile trenle gelirlerdi. Münir Özkul da Bakırköy’den gelenlerdendi.

    – Sizin döneminizdeki Fenerbahçeli okul arkadaşlarınız kimlerdi?

    Sadri Alışık vardı. Oğlu Kerem Alışık da Fenerbahçelidir. Sadri tam bir deli Fenerbahçeliydi. Sadri’nin en keyifli anları Galatasaray’ın yenildiği Fenerbahçe maçlarıydı. “Oh ömrüme ömür kattı” derdi. Dünya tatlısıydı.

    Bir diğeri Eşref Aydın atletimiz sonra yönetimde de yer alıp 70 senesini Fenerbahçe’ye adadı. Onun da sonra nikâh şahidi ben olmuştum. Halen bildiğiniz gibi Eski Sporcular Derneği başkanı.

    Hababam Sınıfı filmlerinin de yapımcısı Nahit Ataman da Fenerbahçeliydi. O da başka bir Fenerbahçeliydi. O kadar Fenerbahçeliydi ki her filminde bir Fenerbahçe konusu olurdu.

    İstanbul Erkek Lisesi çok sporcu çıkardı. Yine Fenerbahçeli Neriman Tekil, Selim Duru gibi kıymetli öğretmenler vardı.

    Necmettin Erbakan da bizim okuldaydı ama onun sporla alakası yoktu. Hepsi arkadaşımızdı.

    – Ya Galatasaraylılar?

    İstanbul Erkek Lisesi’nde bizim dönemimizde bir tane Galatasaraylı vardı. O da Halit Narin’di.

    – “Bir Baba Hindi”nin hikâyesini bir de sizden dinleyebilir miyiz?

    Fenerbahçeli hocamız Selim Duru okulun yönetim kurulundaydı. Beş ayrı kolda değerlendirirdi bizleri. 100 metre koştururdu 10-12 saniyede. Gülle atma, yüksek atlama, uzun atlama yaptırır, ondan sonra o notları toplar, beşe böler, yıllık karne notu çıkardı. Futbol o zamanda ön plandaydı. Öğretmenimiz Selim Duru ile izci oymağında Sakarya’da çıkan yemek öncesi söylenirdi.

    Sonraları İstanbul Erkek Lisesi’nden Süha Erge bizim dönemimizde “Bir Baba Hindi”yi Fenerbahçe tribününe taşımıştır.

    “Bir baba hindi, hey yallah!
    Olaydı şimdi, hey yallah!
    Pilavla zerde, hey Allah!
    Kaşık da nerde, hey Allah!
    Yallah yallah!
    Hey yallah, başlıyoruz billah
    Karavana yallah
    Hey yallah”

    O zaman şeker yoktu ki zerde olsun, hiçbir şey yoktu kuru fasulyeden başka. O günleri yaşamayanlara bu günleri anlatabilmek çok zordur. Hey gidi günler hey…

    Cem Atabeyoğlu Röportajı

    – Spor tarihinin duayenisiniz. Yazarlığınız babanızdan geçti… Çalışma hayatınıza nasıl başladınız?

    İstanbul Erkek Lisesi’ne giderken Fenerbahçe tarihine alaka göstermeye başladım.

    O zaman “Kırmızı Beyaz” spor dergisi çıkıyordu. Dergiyi çıkaran Talat Mithat’ın kardeşi İlhan da bizimle aynı okulda öğrenciydi. Bir gün İlhan’a “Okulda eli kalem tutan, sporla alakası bilgisi olan biri varsa bana gönder, ben onları cumartesi günkü amatör faaliyete göndereyim. Pazar günkü büyük maça da davetiye veririm.” diyor.

    Biz üç kişi böylece başladık. Bugün onlardan bir tek ben kaldım. İstanbul Erkek Lisesi son okulum oldu zaten. Böyle başladı benim spor muhabirliği hayatım.

    Babama gelince Türkiye’nin Emile Zola’sı. Salâhaddin Enis Bey. Babamın “Son posta” gazetesindeki son durağı, benim profesyonel meslek hayatımın ilk durağı oldu.

    1942’de muhabir olarak girdim 50 TL para veriyorlardı. Haftanın beş günü adliye muhabirliği, cumartesi – pazar ise spor muhabirliği yapardık.

    Sonrasında 1945-1964 Cumhuriyet gazetesinde çalıştım. Ve spor servisini kurdum.

    Cumhuriyet’ten ayrıldıktan sonra Haldun Simavi’nin, Babıali’de ilk kez ofset tekniğini kullanarak çıkardığı “Günaydın” gazetesinin kadrosuna katıldım.

    Günaydın gazetesinde belli bir süre çalıştıktan sonra ayrılıp serbest çalışmaya başladım.

    Futbol, Fener, Öz Fenerbahçe, Fotospor, Türkspor, Spor Haber, Spor 21 gazete ve dergilerinde yazılar yazdım.

    1973’te ise Hayat Spor’un Genel Yayın Yönetmenliği’ni üstlendim. Taa ki iki yıl sürecek greve kadar. Hayat Spor’da iki sene süren grev olduğunda o sürede maaş alamadım. İşimi değiştirebilir oradan ayrılabilirdim. Fakat kendi ekibim iş bulmadan benim başka yere geçmem şahsi vicdani meselemdi. O nedenle bekledim.

    1973-1977 yılları arasında TSYD müdürlüğünü yaptım.

    1978’de emekli olduktan sonra çalışmadığım gazete kalmadı. Hürriyet, Milliyet, Tercüman gazetelerinin ilavelerine araştırma yazıları, Milliyet’in çıkardığı Türkiye Ansiklopedisi’nin spor maddeleri yazarlığı, Tercüman’ın hazırladığı üç ciltlik Spor Ansiklopedisi…

    1981’de Günaydın tekrar beni çağırınca yeniden gazeteye dönüp, spor yazarlığı yaptım. Spor yazarlığının yanında da Günaydın’ın Almanya baskısına pehlivan tefrikaları, 50 büyük Türk zaferi, umut kapıları, evliyalar, yatırlar ve türbeler, şifalı sular ve kaplıcalarla ilgili dizi yazıları hazırladım.

    1991’de Fotospor, 1995’te ise Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Bilgi Birikim Merkezi’ni kurdum. Altı sene yönettim.

    Ve 2002’de anjiyo ile başlayan sağlık bozukluğum By-Pass ameliyatıyla sonuçlandı. 

    – Bir gazeteyi “giydirdiniz”…

    O zaman Tan gazetesi vardı. Diğer gazetelere o zamana nazaran çok açık saçık bir gazeteydi. “Bu gazeteyi giydireceksin” dediler.

    Asil Nadir vardı gazetenin başında ama gazetenin sorumlusu Noyan Yiğit “Ne yapacaksın, sen ne düşünüyorsun?” dedi. Çok tehlikeliydi. Tüm tirajla oynayacaktım.

    O yıl Fenerbahçe şampiyon olmuştu. “Şampiyonlar Şampiyonu Fenerbahçe” diye bir dizi yaptım ve eski fotoğraflar buldum. Eski futbolcuların çoğu yaşıyordu.

    Bir patlama yaptı gazete. Onu televizyon reklamlarıyla duyurdu. Ve Asil Nadir benim için “Gözlerinden öpün” dedi. Bir milyon lira maaşımdan hariç para verdi. Hayatımda ilk defa 1.000.000 TL gördüm. 400-500 TL’ye çalışıyorduk.

    – Çalışma disiplininiz nasıldır?

    Bir bilgi birikimim, düzenli bir arşivim var.

    Atatürk’ün bir sözünün ışığı altında yazdım tüm yazılarımı. Belgesi olmayan hiçbir şey söylemedim, yazmadım hayatım boyunca…

    Atatürk’ün bir sözü var “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir, şayet yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtıcı mahiyet alır.”

    Tarihi yapana sadık kalarak yazdım. Her kitabım her tefrikam bu ışığın altındadır. Size gösterdiğim bu Atatürk heykeli de bunun işaretidir; İstanbul Gazeteciler Cemiyeti tarafından cumhuriyetin ilk kuşağı olan gazetecilere verilen bir heykeldir.

    – Hiç Atatürk’ü görme şerefine nail oldunuz mu?

    Altı defa çok yakından gördüm.

    Biz 1920 kuşağının içindeyiz. 1925 doğumluyum Cumhuriyet çocuklarıyız.

    Florya plajında kumda güneşlenirken gözümüz Florya köşkünün verandasında olurdu. Atatürk’le aynı güneşle güneşlenmek müthiş haz verirdi. O denize girer girmez biz de denize girerdik. Onunla aynı denizde yüzmek bile bizim için büyük bir onurdu.

    – Sporun her dalında 44 adet kitap yazdınız. Ve çok büyük değerli düzenli bir arşiviniz var. Bir röportajınızda bu arşivi yakacağınızı söylediniz. Bu düşünceniz hala geçerli mi?

    Arşivimi yakmayacağım. O an için söylenmiş bir sözdü, öyle bir niyetim yok. Fakat halen ne yapacağıma karar vermiş değilim. Oğlum karar vermeli. Eşimin, çocuğumun haklarını yemeyeceğim, onlara bırakacağım. Onlar kararlarını versinler. Ben 65 sene amatör bir aşkla çalıştım. Profesyonel olmanın icaplarını yerine getirdiğimi zannetmiyorum. Kötü bir profesyonelim.

    – Türkiye’deki spor yazarlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Türk Spor Yazarları Derneği’nin üyesiyim ama karşıyım. Onların hepsi spor yazarı mı? Futbol yazarı mı? Türkiye Futbol Yazarları Derneği yapın, değiştirin adını.

    Bende yüzme, atletizm, kayakçılık, avcılık, yelkencilik hepsi var. Karşıma yelkenci geliyor “Yelken sporu tarihini sizin kitabınızdan öğrendim” diyor. “Madem spor yazarıyım, sporun bütün branşlarıyla ilgilenmeliyim” denmesi lazım. Sadece futbolla kalınmamalı.

    – Yazmakta en zorlandığınız kitabınız?

    Fotospor’ a yaptığım 600 sayfalık Türk Spor Kronolojisi beni epeyce zorladı. Çok dikkat harcamak gerektiren bir kitaptı. Çok sabahladığım gece oldu. Elimde şu an ne yazık ki bu kitaptan bir adet kaldı. Artık kızım mı alır oğlum mu bilemiyorum. Gazetenin binasına gelirken 10 tonluk kitap yüklü kamyon kayboldu. Allah bilir artık. Kupon mukabelesinde dağılacaktı.

    – Fenerbahçe Spor Kulübü’ nün hemen hemen ilk üyelerindensiniz…

    İstanbul Erkek Lisesi’nin spor basketbol takımında her beş kişiden üçü Fenerbahçe’de Yüksek Divan Kurulu üyesi oldu. Benim de Fenerbahçe Spor Kulübü’nde numaram 327 idi. Divan üyesiyim. Bir de şimdi ulaştığı sayıyı düşünün…

    – En sevdiğiniz spor branşı hangisidir?

    40 yılımdan fazlasını basketbola verdim. Tabii Fenerbahçe’de basketbolu kurmamız da bunda büyük rol oynadı. Hakemlik ve antrenörlük de yaptım. Ayrıca basketbol, atletizm ve yüzmede de hakemliğim var. Bütün talimatnameleri de okumuşumdur.

    1956 senesinde o zaman basketbol spor oyunları federasyonu, voleybol, tenis, hentbol ve masa tenisi ile beraber spor federasyon üyeliği, federasyonda basın temsilciliği, 1968’de Türkiye Basketbol Federasyonunda Asbaşkanlık yaptım.1981’e kadar devam etti. 1981’de bıraktım.

    1970 yılında Uluslararası Spor Yazarları Derneği “AIPS”e (Basketbol Komitesi) seçildim. İlk Türk üyesi oldum.

    1956 Yapı ve Kredi Bankası “En Başarılı Spor Yazarı” armağanı, 1965-1977 yılları arasında katıldığım 6 yarışmada “Türkiye Spor Yazarları Derneği” armağanı (4 birincilik, 2 ikincilik), 1986 “Haliç’in Öyküsü” eseriyle Haliç Rotary Kulübü armağanını kazandım. 

    Cem Atabeyoğlu Röportajı

    – Fenerbahçe Spor Kulübü basketbol şubesinin kurulumu nasıl gerçekleşti?

    Harp yılları; pamuk yok ekmek yok bunlar olmadığı gibi arpa buğday yok, süpürge tohumundan yapılmış ekmek üç gün yiyeceksin, bütün bunlar zor ve sıkıntılı yıllardı. Devlet pamuğa el koymuş, pamuklu elbise yoktu. Tüm gençler askere alınmıştı. Üç dönümlük toprağın bir dönümüne devlet el koymuştu.

    Savaş bittikten sonra 1945’de Haydarpaşa Lisesi’nde Muhtar Sencer idare memuruydu. Fenerbahçe’de hentbol takımını kurmuştu. İstanbul şampiyonu, Türkiye ikincisi olmuştu. Sonra Haydarpaşa Lisesi’nde talebeler mezun olunca takım dağıldı.

    Muhtar Sencer “Bana yardım edersen basketbol takımını kuralım” dedi. Ve sonunda kurduk. Basketbolda çok emeğim var. O zamanlar pek çok kişi karşı duruyordu

    Bir tek yardım eden Rüştü Dağlaroğlu oldu. Onaylayan yoktu. Hatta bir büyük Fenerbahçe-Galatasaray maçından önce gazeteye beyanat verilmiş “Takım motor sporlarına devir edilecek” diye. Tüm sporcular çok üzgündü. Sonra ben “Ne oluyorsunuz, çıkıp Galatasaray’ı yeneceğiz” dedim. Ve bir sayı farkla yenildik. Biz çok yeni bir takımdık. Tek farkla yenilgi kurulma aşamasında olan bir takım için büyük bir başarıydı. Basketbol çok daha zor spor çünkü bir saniyede her şey değişebilir.

    – Bir anınızı anlatabilir misiniz?

    Bir milli takım maçındayız. İspanya’da İsrail’le oynuyoruz. Bir sayı farkla kazandığımız maçtı. Yanımızda bir tek Türk seyirci Barcelona başkonsolosumuz var. Ben de Türkiye Basketbol federasyonu as başkanıydım.

    Maç uzatmada berabere ve maçın bitimine 3 dakika var. Top gitti, çembere oturdu, bir tur attı. 2. turu attı çemberin üzerinde içine düştü. Bir anda altı, yedi kişiyi üzerimde buldum.

    O heyecanla tribünde tek büyüğümüz konsolosumuz Şevki Beye dönmeye çalıştım “Eyvah” dedim. Vücudum hareket şansını kaybetti. Bir eğildim baktım; Doğan Hakyemez bacaklarımın üzerinde yüzükoyun yatmış. “Doğan bırak ayaklarımı” dedim. Bıraktı. Şevki beye döndüm ne yapıyor diye. Kendinden geçmiş tribünlere bir takım hareketler yapıyor, yanına gittim. “Aman Şevki Bey yapma” dedim. Sonra soyunma odasına geldi. Sen bu işle kaç senedir uğraşıyorsun” dedi “30 senenin üstünde” dedim. “Maşallah iyi kalbin var” dedi. 

    – Çok ilginçtir ki bugüne kadar hiçbir olimpiyatı izlemeye gitmediniz…

    Evet, hiç gitmedim, çalıştığım gazetelerde ajanslarda gelen haberler bende toplanıyordu. O yüzden gidemiyordum. Hep “Sen gidersen biz ne yaparız?” derlerdi. .

    Olimpiyat denince aklıma bir de 1948’de Olimpiyat üçüncüsü olan Ruhi Sarıalp gelir. Çok zor şartlar altında hazırlanmış, Fenerbahçe kulübünün verdiği bodrum katında günleri geçmişti. Olimpiyatlara gidemedim ama basketbol maçlarına Avrupa’ya çok gittim. Basketbol Federasyonu asbaşkanlığım sırasında kafile başkanı olarak takımı götürürdüm.

    – En beğendiğiniz ve en yakın olduğunuz futbolcular kimlerdi?

    Fenerbahçeli oyunculara karşı her zaman sınırsız bir sevgim var. Küçük Fikret canciğerimdi.

    Bapçum modası vardı. İlk taklit edenlerden birisiydi. Uzun ceket, top ense saç, nokta kravat. Yakışıklı bir adamdı o. Aramıza katıldığında “Bapçum aşağı Bapçum yukarı”

    Cihat Arman vardı, canım ciğerimdi. Bir de kitabı vardı. “Ben kitap çıkarıyorsam sensiz olmaz” dedi. Sizce bir kaleci nasıl uçar? O bir efsane! Sarı kazağıyla 90 derece tabir ettiğimiz yere uçuyor, topu tutuyor. Şeref Stadı’nda bütün saha “Uç sarı kanaryam benim” diye bağırıyor. Sarı kanarya Cihat’la geliyor Fenerbahçe’ye. Sarı kanarya sarı kazakla uçuşundan geliyor. Takılan lakaplar boş değil.

    Anlatacak o kadar çok şey vardır ki hangi çocuğu beğenmem?

    Ogün Altıparmak, Lefter, İsmail Kurt, Can Bartu, Küçük Fikret, Büyük Fikret ve sayamadıklarım… Hepsi çok büyük insanlar, o kulüpte yetiştiler, o kulüpte bıraktılar.

    Düşünün ki Eşref Aydın, ben, kaç senedir şu kulübün içindeyiz. Bunlar yaşanmış olaylar, unutulmaması gereken olaylar. Ama şunu söylerim o zamanki futbol daha kaliteliydi.

    – Bir dönem üye kayıt defteri gözden geçirilmesi nedeniyle göreve çağrıldınız…

    Şerefli vazifeyi ifa daveti 16.11.1959’da kongre azası genel sekreter Faruk Ilgaz’dan geldi.

    Üye kayıt defterinin felaket hale geldiği söyleniyordu. Beş kişilik bir komite belirlendi.

    En büyük şansımız eski Fenerbahçelilerin hepsinin hayatta olmasıydı. Selahattin Bey’e, Hasan Kamil Bey’e gittik. En büyük kazancımızdı onların verdiği yolda yeni defter hazırladık, sonra o defter de felce uğradı.

    Donki Necdet vardı Galatasaraylı. Notere tasdik ettirelim derken vefat etti. O defter de kayba uğradı, güvenilir kişi olarak görev almak bir onurdu benim için

    – Fenerbahçe Spor Kulübü 50. yıl komitesinde, basın yayında, hem de tarih komitesinde yer aldınız…

    Evet, ilk toplantıda Zeki Bey efsane kaptandı. Zeki Rıza başkan ben geldiğimde gayet ilgi ile karşıladı. Bulunanlara döndü “Bakın tarih komitesinde genç bir arkadaşımız da var” dedi.

    Ben de Zeki Rıza Sporel’e dönüp yine aynı heyecanla “Sayın kaptan size eski bir sözünüzü hatırlatabilir miyim, 1932’de küçük bir çocuk teyzesinin elinde mağazanıza gelip de yeğenim yarın mektebe başlıyor ona bir Fenerbahçe rozeti hediye etmek istiyorum” demişti. 

    Ben sözümü bitirmeden “O sen misin yoksa” dedi. Sonra dönüp arkadaşlara “Yanlış mı konuşmuşum” dedi. O an ve o komitede görev almak benim için onur kaynağı oldu.

    -Türk sporu adına yazılan kitapları yeterli buluyor musunuz? Özellikle futbol içeren kitapları karşılaştırdığınızda farklı bilgiler insanı şüpheye düşürüyor… Siz bu konuda neler söyleyeceksiniz?

    Spor basınına inanmıyorum her branş var ama yazılara baktığınızda sadece futbol…

    Ayrıca bu futbol yazılarına da hiç kanaat getirmiyorum. Biri bir yıldız veriyor diğeri dört yıldız, biri üç biri beş yıldız, bu nasıl bir matematiktir. Bütün bunları üzülerek izliyorum.

    Bugüne kadar hep dokümanla konuştum.

    Federasyonda asbaşkanken bir maçta Fenerbahçe’nin attığı bir basketin bana kale hesabını yaparak şu kadar kare Fenerbahçe’nin attığı sayı sayılmaz dendi. “19.59’da maç bitiyor” dedim. 60 saniyenin dolması için bir 20 saniye daha lazım siz önce bir öğrenin. Bunu bilmeden karşıma geliyorsunuz önce öğren şu alet nasıl çalışıyor işten anlamayan ahkâm yürütenlerle uğraşmak zorunda kalıyorsunuz, aldığınız resmi bir görev varsa.

    -Fenerbahçe Spor Kulübü yönetimini nasıl buluyorsunuz?

    Eski Fenerbahçeliler olarak Aziz Yıldırım’ı takdir ediyoruz. Yaptığı şeyler bizim aklımıza gelmezdi.

    “Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak” dedi. Bu yıl da büyük bir artış var taraftar sayısında.

    “Avrupa takımı olacak” dedi. Bunda hala biraz engeller görüyorum. Çünkü Avrupa’da 15-16 takıma karşı oynuyorsunuz.

    Yabancı oyuncu sınırlandırılması kalkmalı. Sen Türkiye’de genç oyuncu yetişmesini istiyorsan hala milli takıma Rüştü’yü çağırmak niye? Aklım ermiyor.

    Bir de Roberto Carlos var. O dünya çapında bizim milletin hayal bile edemediği bir oyuncuydu. Ama o kadar abarttılar ki o kadar büyüttüler ki bu bizim milletin mayasında var. O bir defans oyuncusu ama beklentiler abes. Adam ağzıyla kuş tutsa yaranamaz.

    – Spor kulübü olmanın özellikleri nedir? Spor kulübü olmayı kimler hak ediyor?

    Türkiye’de futboldan kazandığını diğer branşlara yatıran kulüplerle, futboldan kazandığını futbola yatıran kulüpler aynı kefeye konuyor. Sonunda da her ikisi de spor kulübü olarak karşımıza çıkıyor. Adalet yok.

    Fenerbahçe tam anlamıyla bir spor kulübü. En son 100. yılımıza bakın, en büyük başarısı sadece futbol değil. Atletizm, boks, voleybol yüzme, masa tenisi hepsinde şampiyon olmuş. Dereceye girmiştir. Örneğin bayan voleybolda 2. olmuş şampiyon olmamış ama dereceye çıkmıştır.

    Fenerbahçe Spor Kulübü futbol kulübü değil, spor kulübü adını taşıyor. Bunun şartlarını da mükemmel bir şekilde yerine getiriyor. Sadece Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın amatör şubeleri var. Ama ligde bulunan tüm kulüpler spor kulübü diye geçiyor. Örneğin Ligdeki kulüplerin çoğunun futboldan başka ne branşı var? 2. bir şube yok neden bu adı alıyor. Arsenal Futbol Kulübü diye anılır. Avrupa’da bunlara dikkat edilir.

    Fenerbahçe bugün tesisi bakımından da Türkiye’nin en zengin tesislerine sahip. Spor dalları bakımından en fazla spor dalına sahip. O basketbol da örnek genç var, erkek var, bayan var, A takımı var… Lisanslı sayısına, yapılan spor faaliyetlerine bakarsanız diğer kulüpleri mat edecek kadar çoktur. Tekrar söylüyorum 100. yıl da olaydır. Fenerbahçe Spor Kulübü futboldan kazandığını Anadolu’nun çeşitli yerlerinde spor okulları açarak harcar. Neden büyüktür, işte bu yüzden büyüktür Fenerbahçe. Büyümek sadece futbolda şampiyon olmakla kalmamıştır. Şampiyonluk kazanamadığı dallarda da kürsüye çıktı; ya 2. ya 3. Bunları görmek örnek almak lazım…

    – Ve Şampiyonlar Ligi’ndeyiz? Teknik direktörümüz Sayın Zico’yu değerlendirir misiniz?

    Gene Fenerbahçe üzerine düşeni yapacak. Karşımızdaki yabancılar kaç yabancıyla oynuyorlar, biz kaç yabancıyla. Ayaklarımız eşit değil. Onların bacağı daha yüksek. Eşitsizliklerimiz, haksızlıklarımız çok. Fakat ben teknik bakımdan da, idari bakımdan da, futbolcular bakımından da her zaman kulübüme güvendim, yine güveneceğim. 100 yıllık şanlı şerefli kulübüme.

    Evet, Zico’yu tutuyorum. Futbol dünyasında Brezilya gibi bir ülkede Beyaz Pele lakabıyla ün yapmış futbol bilgisi yüksek, Didilerle, Pelelerle oynamış değerli bir futbolcuydu Zico.

    Carlos diyor ki; “Onun yanında bile çalışmak gururu verici”. Futbol bilgisi olan insanların ortak görüşü Zico futbol bilgisine sahip bir insan. Bunu hocalığı ile de ispatladı. İlk geldiği sene bir takımı şampiyon yaptı. Daum ilk geldiği sene şampiyon yapamadı. Doğru dürüst derbi bile kazanamadı. Birde Zico’ya bakın. Ben güveniyorum.

    Fenerbahçe 1922-23 yılında hiç gol yemeyen bir İstanbul takımı oldu. Oyuncuların hepsi yüksek tahsilli üniversite mezunlarıydı. Yavuz İsmet Uluğ Zeki Rıza Sporel Veteriner, Bedri Gürsoy Diş Hekimliği Fakültesi, Fahir Yeniçay Fen Fakültesi mezunu sonra profesör. Türkiye’nin tek atom profesörü Sonra Fen Fakültesi’ne dekan oldu. 58 atılan gole karşı hiç gol yemedi bu oyuncular. Böyledir Fenerbahçe takımı. Türk futbol tarihinde kırılmayan rekoru kırdılar. Fenerbahçeliler ne kadar övünseler azdır. Biz her şeyin üstesinden geliriz.

    – Fenerbahçe’nin yüz yıllık tarih kitabı yazılıyor. Bunda sizin de emeğiniz çok fazla…

    Hayatımın kitabı. Benim üzerime düşen görev bitti. Sanırım yakında çıkacak. En duygulandığım an Fenerbahçe 100. yıl kitabını yazma şerefine nail olmak ve bu görevi arkadaşım Sertaç Kayserilioğlu ile paylaşmış olmam. Ben bu katkılarımla 82 yaşında bu işin altından kalktığıma göre Fenerbahçe’ye hizmetin yaşı yoktur.

    Ayrıca torunumun Dünya Fenerbahçeliler günü olan 19 Temmuz ilan edilmeden 19.07.2000 günü doğmuş olması, yapılan üç tane Fenerbahçe görsel tarihinin içinde yer almam (ki bunlar: “Kuruluştan kurtuluşa”, “Bahçedeki Fener” ve “Bir Tutkunun Tarihi”)… Hepsi çok hoş rastlantılar. Bir insan için güzel hatıralar.

    – Fenerbahçe dergimiz hakkındaki düşünceleriniz ve önerileriniz eleştirileriniz?

    İlk sayısından beri inceliyorum. Her şeyiyle mükemmel. Baskı kalitesi de harika. Hacim olarak doyurucu, Fenerbahçe’den en doğru haberleri alabileceğimiz iki kaynaktan biri. Bir diğeri ise Fenerbahçe TV.

    Dergi vasıtasıyla her ay sonu ve dolayısıyla yılsonu haberlerin bir toplamı geçiyor elimize. Arşivimiz oluyor aynı zamanda. Kötünün bir sınırı vardır; “bundan kötüsü olmaz” deriz . Ama iyinin sınırı yoktur. Daha iyisi olur, onun da iyisi olur. Ölçü olarak tahlilim bu. Her şey için söyleriz. “Bundan iyisi can sağlığı” deriz. Ama kötü için noktayı koyarsın. Kötü kötüdür.

    Dergi hep iyiye gidiyor. Tatmin ediyor. Tüm branşlardan haberler veriyor. Gazetelere baktığınızda ise nerde yüzme? Nerde kürek? Nerde boks? Ama dergimizde hepsi var.

    1950’li yıllarda 4 kalecili bir takım vardı. Öz Fenerbahçe Dergisi futbol takımı. Futbolu bıraktıktan sonra bir araya gelip oynayan 4 kalecinin de yer aldığı takımdı. Sabri Kiraz, Cihat Arman (santrfor), Fecri Ebcioğlu (takımın kalecisi). Ortaköy’lü Behiç. Bu takım, tarihinde yenilgi görmedi.

    – Fenerbahçe’nin büyük taraftarına mesajınızı alabilir miyiz?

    Bizim zamanımızda kazanan-kaybeden hep birlikte maçtan sonra birbirimizi tebrik edip, akşam da eğlenceye giderdik. Mesajım şu;“En olgun taraftar olmak!” Bu Fenerbahçe’ye en çok yakışan şeydir. Bunun için ne kadar tahrik görürsen gör, efendiliğini kaybetme, hep destek tam destek, Fenerbahçe’nin en güzel işaretidir.

    Bir adamını ıslıklıyorsun, bu sana yakışacak olay değil, sana her şeyden önce hayran olduğun renklerine bağlılık lazım. Belki o beğenmediğin ıslıkladığın oyuncu attığı bir golle seni galip çıkaracak. Sen de hatırladığında mahcup olacaksın.

    Bunun örneklerini de çok yaşadık. Her zaman desteklersen bu çok daha iyi olacaktır. Fenerbahçe en çok taraftarı olan kulüptür. Bize yakışan duruşu her zaman muhafaza etmeliyiz.

    – Sizin bizimle paylaşmak istedikleriniz…

    Can Bartu benim basketbolcumdu. Bir gün basketboldan çocuklar Genç Milli Takım İstanbul şampiyonu olduklarının 40. yılında bir yemek hazırlamışlar. Faruk Ilgaz Tesisleri’ndeki bu yemeğe ben de gittim. Yemekte Atatürk sevgisi ve Fenerbahçe tarihi ile ilgili konuşmalar yapıldı. Orada da anlatmıştım.

    Fenerbahçe’nin tarihi o kadar geniş ki mesela gazetede bir haber okumuştum. Hemen kulübe haber vermiştim. Sabiha Rıfat İzmir’de vefat etmiş. Ve gazete ilanı onu sadece inşaat mühendisi kimliği ile belirtmişti. Hemen kulübe ilettim. Kulüp de çelenk göndermişti. Fenerbahçe tarihindeki kişiler bir efsanedir.

    Sabiha Rıfat’ı bilmeyen kişilere tanıtmak istiyorum. Kulübümüze hizmet veren her insan bizim için değerlidir. Yıl 1929 tamamı yüksek mühendis mektebi (teknik üniversite) öğrencilerinden kurulu Fenerbahçe’nin güçlü voleybol takımında bir de bayan sporcunun yer aldığı görüldü. O tarihlerde Türkiye’de henüz bir bayan voleybol takımı bulunmadığından teknik üniversitede öğrenim görmekte olan ve büyük bir voleybol yeteneğine sahip bulunan Sabiha Rıfat hanıma okul arkadaşları kendi aralarında yer vermişlerdi. Yönetmeliklerde bir bayan sporcunun erkek takımında yer alamayacağına dair bir maddenin bulunmaması yüzünden Sabiha Rıfat Hanım’a Fenerbahçe Spor Kulübü adına tescili yapılmıştı. Ve bu takım İstanbul şampiyonluğunu kazanmıştı. Dünyada ilk ve tekti. Ve Fenerbahçe Spor Kulübü umumi kaptanı genel sekreter vekili Hayri Celaleddin Atamer Sabiha Rıfat’a bir mektup göndermişti. Bu mektupta; “Bu memlekete ilk defa cem’i bir sporda erkek arkadaşlarla beraber olarak oynamak suretiyle gösterdiğiniz teceddüt ve muvaffakiyetten dolayı sizi Fenerbahçe gençliği ve Hey’et- i İdaresi namına hararetle tebrik ederim efendim” diye yazıyordu.

    Bir Türk kızının şampiyon bir erkek takımında yer alması Türk sporu adına büyük olaydı. 

    Daha sonraları Anıtkabir inşaatında da kontrol mühendisliği yapmıştı. Diyeceğim o ki; Fenerbahçeliler tarihlerini iyi bilsinler ve onları bu duruma getiren efsane insanları asla ve asla unutmasınlar…

    Röportaj: Sibel Kurt (Ekim 2007 – Fenerbahçe Resmî Dergisi)


    Bir İstanbul Vardı

    Ben, İstanbul’da doğdum. İstanbul’da büyüdüm.

    Yetmiş beş yılı aşan ömrüm hep İstanbul’da geçti.

    Çocukluğumun, delikanlılığımın, gençliğimin geçtiği bu şehirde arkamda bıraktım yaşlarımı.

    Ömrümün ihtiyarlık çağındayım şimdi. İstanbul’u yazarak tadını çıkarıyorum İstanbullu olmanın.

    Bir kez daha.

    Azrail’le randevum nerededir, bilinmez. Fakat yine de bu şehirde olmasını isterim kabrimin. Mezar taşımda İstanbullu yazmasını isterim.

    Bu şehirde diyorum. Çünkü benim yaşlandığım, toprağında yatmayı arzuladığım şehir, doğup büyüdüğüm o güzel İstanbul asla değil şimdi. İstanbul’um diyemeyeceğim bir garip diyar oldu burası

    Cem Atabeyoğlu

  • Öğretmenler Günü Hediyesi

    Öğretmenler Günü Hediyesi

    6 Ocak 1988 tarihinde kaybettiğimiz, Fenerbahçe’nin efsanevi voleybol antrenörü Alaettin Güneş‘in oğlu Levent Bey, tarihe muhteşem bir “Öğretmenler Günü Hediyesi” bıraktı. Bizimle paylaştığı için ayrıca müteşekkir olduğumuz yukarıdaki bu müthiş fotoğrafın hikayesini kendisinden okuyalım.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İnönü Stadı’nda 53 Beden Eğitimi Öğretmeni

    Ekteki fotoğraf, değişen adlarıyla Mithat Paşa – Dolmabahçe – İnönü- Vodafone/Beşiktaş Stadı’nın, Hilton Oteli tarafındaki, açık tribün yapılmadan önceki (50’li yılların ilk yarısı) “Gazhane” kömür deposu duvarının dibinde çekilmiş. O zamanki (bir kısmı izci kıyafetinde) İstanbul okullarında görev yapan Beden Eğitimi öğretmenlerini gösteriyor.

    Daha sonra Fenerbahçe ve diğer kulüplerde isim yapan sporcuların çoğunu bu hocalar yetiştirdi.

    Arka sırada, sol baştaki babam Alaettin Güneş.

    Ondan üç sonra, Muzaffer Ateş (Saint Joseph Lisesi’nin Beden Eğitimi hocası).

    En ön sırada, soldan üçüncü, babamın can arkadaşı Nizamettin Ergun (Galatasaray Lisesi).

    Tam arkasında, benim en büyük teyzem, Fahamet Humbaracı (Erenköy Kız Lisesi Beden Eğitimi öğretmeni)

    İkinci sırada sol başta, benim Kadıköy Maarif Koleji’nden hocam Orhan Kızıltan.

    Levent Güneş (Öğretmenler Günü Hediyesi)

  • Sarı Kırmızı Hoca

    Sarı Kırmızı Hoca

    Geçtiğimiz aylarda Galatasaraylı Muvakkar Ekrem Talu‘nun, yine Galatasaraylı Muslih Peykoğlu’na yazdığı zehir zemberek bir açık mektup yayınlamıştık. O tarihten çok kısa bir süre sonra, bu kez Öz Fenerbahçe dergisinde, muhatabının “Sarı Kırmızı Hoca” olduğu belirtilen hayalî bir röportaj yayınlanmış. Belli ki hoca efendi Muslih Peykoğlu. Röportajın yazarı ise belli değil. Yine bir ihtimal Muvakkar Ekrem Talu olabilir… Keyifle okuyacaksınız…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: Fotoğrafın yazı ile pek bir ilgisi yok gibi gözükebilir… Fakat ne de olsa Fenerbahçe ve Galatasaray ile ilgili her konunun ve yazının halet-i ruhiyesi bu! Öyle değil mi? :)


    Muhayyel Röportajlar

    “Sarı Kırmızı Hoca” ile Bir Mülakat

    Hazreti bir hayli aradım. Kimi “Ağa Camii’ne va’za gitti”, kimi “Çukur Camii’de Mevlidi olmalı”, kimi de “Galatasaray’da mukabelesi var” dediler.

    Halûk’u telefonla aradım. O, hazretin günlük bütün hareketini takip ediyordu. Her saniyesinden haberdardı, ondan telefonla malûmat rica ettim:

    • Hocayı arıyorum, dedim.
    • Yeşil hocayı mı?
    • Hayır! Sarı-Kırmızı hocayı!
    • Ha! Onu şimdi bu saatte mektepte bulursun. Son sınıfta dersi var.
    • Ayol son sınıfta “ulûmu diniye” başladı mı?
    • Yok canım! Şey dersi: Hayvanat!

    Hemen mektebe koştum. Kapıdan girmek bir mesele… Eskiden benim zamanımda böyle değildi. Buraya da Mütevelli mi karışıyor nedir?

    • Bilet falan alınacaksa karaborsadan tedarik edelim, dedim.

    Kapıdaki adam:

    • Galatasaraylı mısınız? diye sordu.
    • Ben gazeteciyim, bitarafım, dedim.
    • Olmaz bayım! Hem siz Galatasaraylı olsanız da kâfi değil. Şecereyi de inceleyeceğiz. Yardirektörlükten emir aldık.

    Bereket o sırada koyu ve halis Galatasaraylılardan kaleci Osman ve Eşref Mutlu yanımıza geldiler ve çoraplarını, kazaklarını, mendillerini, kravatlarını, rozetlerini, eşarplarını gösterip Galatasaraylı olduklarını ispat ettikten sonra bana da şefaat ederek hep beraber içeri girebildik.

    Tavanları yüksek bir oda… Yerde sedirler, Şam örtüleri… Ortada bir mangal… Ödağacı ve kakule kokusu her tarafı kaplamış. Duvarlarda (Ya Ali), (Ya Hafız), (Bu da geçer ya hu) levhaları…

    Hemen rahlesinin önüne seğirttim, önünde rükûa vardım, beni sinek kovar gibi bir selamla karşıladı:

    • Şöyle yamacıma takarrûb eyle evlat bakayım! Ne istersin, ne dilersin, muradın ne ola? dedi.

    Röportaj için geldiğimi söyledim.

    • Zinhar! dedi. O kafirlerin, o zındıkların, o lahana yapraklarının, o ketentohumu lapası heriflerin, o buldog, o puanter, o pekinua’ların, o at kestanesi gölgesinde sabah namaz kılan yezitlerin ceride-i naferidesine beyanda bulunmam!
    • Hocam kerem et! Benim hatırım için…
    • Şimdi bahçedeki heykelinizden başlatırsın ha! Ev sahibinizin hatırını saymasam seni karşımda bir an tutmam! Lain seni!
    • Elini öpeyim.
    • Aptestin var mı?
    • Yooo!
    • Öyleyse olmaz. Gaslini tazele de gel!
    • Hocam ibadete değil, ziyarete geldim. İki çift laf edip gideceğim.
    • Ne istersin?
    • Sizin Fenerbahçe’ye girdiğinize dair bir haber duyduk. Aslı var mı?
    • Sus! Sus! Böyle günahı kebairi bana nasıl hamlederler. Ben değil Fenerbahçe’ye, senelerdir evin, mektebin bahçesine bile girdiğim yok. Ne zaman Adalar’a vapurla gidecek olsam, Fener’in önünden geçerken tövbe istiğfar etmeden yapamam. Kıldığım nafilelerin çoğu evvelce Fenerlilerle bir arada muhtelit takımlarda yer aldığım içindir.

    Bu sırada talebe velisi bazı bayanların müdür muavini olan “Hoca”ya mektep taksiti getirdiklerini haber verdiler. Hoca, hademeye:

    • Olmaz! Kabul etmem! Söyle o hatunlara, karşıma erkekleştikleri zaman gelsinler! dedi.

    Kalabalık artmıştı. Usulca ayrıldım.

    Öz Fenerbahçe – 22 Mart 1948

  • Haydarpaşa İzcileri Zirvede

    Haydarpaşa İzcileri Zirvede

    Haydarpaşa Lisesi’nin Fenerbahçe ve Türk spor tarihinde çok önemli bir yeri var. Kıymetli büyüğümüz Seyhun Binzet‘in bizimle paylaştığı aşağıdaki belge ise insanı tebessüm ettirecek naiflik ve güzellikte. Bir Uludağ hatırası ancak bu kadar zarif anlatılabilirdi. Fotoğraflar ise başka bir âlem… Haydarpaşa İzcileri zirvede ve huzurunuzda!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Not-1: Yukarıdaki görsel Salt Araştırma arşivinden alınmıştır.

    Not-2: Ali Polat ağabeyimiz, Fenerbahçe’nin hayattaki en kıdemli sporcularından biri, belki de birincisi. Seyhun ağabeyden öğrendiğimiz kadarıyla Recai Şatıroğlu ağabeyimiz de hayatta imiş. Her ikisine de sağlıklı günler temenni ediyoruz. İnşallah yeniden ellerini öpebileceğimiz sağlıklı günlere kavuşuruz hep birlikte…


    T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Beden Eğitimi ve İzcilik Şubesi

    Bursa-Uludağ-Kirazlı Yayla-Dolubaba İzci Kampı

    21 Temmuz – 2 Ağustos 1945

    Kampa Katılan Oymaklar

    1. Haydarpaşa Lisesi
    2. Galatasaray Lisesi
    3. İstanbul Öğretmen Okulu
    4. İstanbul Erkek San’at Enstitüsü
    5. Bursa Lisesi
    6. Bursa Ticaret Lisesi
    7. Bursa Erkak San’at Enstitüsü

    Uludağ Beceren Oteli – Zirve Çıkışını Gerçekleştiren:

    Haydarpaşa Lisesi İzci Oymağı

    “Korsan Obası”

    Oymakbaşı: Tevfik Tiryakioğlu

    Obabaşı: Semai Şatıroğlu

    1. Tevfik Tiryakioğlu
    2. Semai Şatıroğlu
    3. Ali Polat
    4. Yılmaz Saltuklar
    5. Recai Şatıroğlu
    6. Yavuz İlgün
    7. Rıfkı Pekşen
    8. Adnan Tuncay
    9. Murat Yumurtacı
    10. Nihat Sağesen
    11. Kemal Haktanır
    12. Tarık Kadam

    Obanın Zirve Çıkışı

    Tarih: 30 Temmuz 1945

    Rota: Beceren Oteli-Zirve “Kulübe”

    Zaman – En Çabuk Çıkış

    Ferdi olarak: Ali Polat (55 Dakika)

    Grup olarak: Korsan Obası (75 Dakika)

    Daha evvelki en çabuk çıkış zamanı: 95 dakika ile bir Alman dağcıya ait (Sayın Ekrem Bey’in ifadesine göre)

    Not: Dönüşte bütün ömrünü Uludağ Beceren Oteli’nde geçiren ve Uludağ’ın bugünkü hale gelmesinde büyük bir emeği geçen, modern anlamda ilk dağcılarımızdan Ekrem Bey’e isteği üzerine zirveden kar getirilmiştir.

    Haydarpaşa İzcileri Zirvede
    Haydarpaşa İzcileri Zirvede
  • Kadıköy’de Bir James Bond

    Kadıköy’de Bir James Bond

    İngiliz Kemal, Türk tarihinin en ilginç figürlerinden birisi. Yakın zamana kadar onu bizzat tanıyan biriyle konuşma şansımız olmamıştı. Oysa kıymetli büyüğümüz Seyhun Binzet, kendisini tanımış, uzun sohbetler etmiş. Biz de geçenlerde onun hakkında yazdığı yazıyı müsaadesiyle sitemize taşıdık. Gerçekten de Kadıköy’de yaşamış bir James Bond var! Keyifle okuyacaksınız…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kadıköy'de Bir James Bond

    Kadıköy’de Gerçek Bir James Bond Yaşamıştı

    “Benim adım Bond , James Bond” duyacağımıza benim adım Kemal, İngiliz Kemal duysak daha iyi olmaz mıydı?

    İstanbul Yelken’in kuruluş senelerinin en unutulmaz siması Ahmet Esat Tomruk’tan söz edeceğim, anlaşılmıştır.

    Muazzam bir denizci, inanılmaz bir “bin bir” surattı. Çok ismi vardı, resimlerinde devamlı yüzü karalanır, tanınması istenmezdi. İngiliz Kemal adını az çok duymuşsunuzdur ama kullandığı diğer kimlikler çok bilinmez: Amerikalı gazeteci Harry Willy, Traplusgarplı İtalyan Mehmet, Fransız Bolşevik Lui bunlardan bazıları.

    Ben bile “Esat ağabey” lafını sevmem, “Kemal ağabey” demeyi tercih ederdim.

    Çocukken büyükbabam kulüpte beni masalarına çağırdı, “Bak seni ünlü İngiliz Kemalle tanıştırayım” dedi. Ben heyecanlandım, ”Sinemada filmleri oynayan ünlü casusumuz siz misiniz?” dedim. Dedem “Evet ta kendisi ama bizim mi yoksa karşı tarafın casusu mu belli değil” demiş, bütün masadakiler gülmüştü.

    Kadıköy'de Bir James Bond

    Gelelim Kemal ağabeyin inanılmaz hayat hikayesine…

    Galatasaray Lisesi’nde talebe iken okuldan kaçıyor ve limandaki bir İngiliz gemisine gizlice saklanıyor. Yolda fark ediyorlar ama hiç çocuğu olmayan kaptan, bu çocuğu çok sevip sahip çıkıyor ve ailesine götürüyor. Tam bir İngiliz gibi yaşıyor. Üvey babası kaptan, onu kendi mezun olduğu Royal Navy Akademisi’ne kayıt ettirip, kaptan olmasını sağlıyor.

    Ünlü okulundan aldığı bir kaptan şapkası vardı; kulüpteki diğer kaptanlara hep yukarıdan bakıp, “Var mı aranızda Royal Navy’den kaptan olan?” derdi. Sevgili Orhan Akra ağabeyimiz bir keresinde Kemal ağabeyin şapkasını başına takarak etraftakileri gösterip, “Bunlar da güya kaptan ama hepsinin şapkaları b.ktan” diye herkesi güldürmüştü.

    Royal Navy’de okurken okulda kavga çıkıyor ve iri yarı bir İngiliz Kemal ağabeye meydan okuyup birkaç yumruk da atıyor. Kemal ağabey, birden muazzam bir yumruk çıkarıp adamı nakavt ediyor. Hemen elinden tutup müdürün odasına götürüyorlar, “Tamam okuldan atıldım artık” diye beklerken, müdür onu tebrik ediyor; “İnanılmaz bir şey yaptın, tek yumrukta devirdiğin çocuk gençler boks şampiyonuydu” diyor ve onu boks takımına yazıyor. Londra şampiyonlukları var bu senelerden.

    İşgal sırasında İngiliz kuvvetlerinin boks şampiyonunu da devirip halka moral verdiğini söylerlerdi.

    Kadıköy'de Bir James Bond

    Kemal ağabey iki şeyi sevmezdi, Arap Lawrence’la karşılaştırılmayı ve Çerkez Ethem’e milliyetçi denmesini.

    “Ben casusum, Lawrence sadece tren sabotajcısı! Basit bir terörist, casus filan değil!”

    “İzmir işgal altında iken Amerikalı bir gazeteci olarak Yunan karargahından her türlü bilgiyi Ankara’ya yollarken, Yunan tarafına geçen Çerkez Ethem kimliğimi söyledi ve zindana atıldım.”

    Ben casusluğunu bilemem ama gerçekten çok iyi bir kaptandı. Tek elle İzbarco düğümü atabilen nadir denizcilerdendi. Teknesinde hiç motor yoktu. Belvü’nün önünde Tonozu vardı ona hep yelkenle gelip yanaşırdı. Harun ağabey gibi o da “Yelkenlilere motor takıldı, mertlik bozuldu” diyen nesildendi. Yelkenleri önceden indirir ve poyrazı arkadan alıp şamandırasına gider, sakince bağlardı.

    Yanında İngiliz bayan bir arkadaşı vardı, tekneyi beraberce kullanırlardı. Son olarak Kemal ağabeyi tanımlamak isterseniz, usta bir denizci, muazzam bir kumarbaz, çok çapkın bir adam , şampiyon bir boksör ve büyük bir vatansever diyebilirsiniz. Şimdi anladınız mı “Kadıköy’de neden gerçek bir James Bond yaşamıştı” dediğimi?

    Seyhun Binzet

    Kadıköy'de Bir James Bond