Etiket: Galatasaray

  • Ebedi Dostluk

    Ebedi Dostluk

    Fenerbahçe’nin eli kalem tutan futbolcularından birisi olan Sedat Taylan, “Fenerbahçe’den Hatıralar” kitabında Fenerbahçe-Galatasaray dostluğundan bahsediyor. Artık “ebedi dostluk” tabirinden ne anladığınıza bağlı…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ebedi Dostluk mu?

    Eskiden İstanbul vilayetinin karşısında “İhsan Kıraathanesi” adıyla maruf bir kahve vardı. Bugün bir doğramacının işgal ettiği bu salon 15 sene evvel başta Fenerbahçe ve Galatasaraylılar olmak üzere geniş bir sporcu zümresinin toplanma yeriydi. Her gün öğle paydosunda bu kıraathanede bir çok futbolcuları ve kulüp idarecilerini görmek imkan dahilinde idi.

    Buranın müdavimleri o zamanın en tanınmış sporcuları ve idarecileriydi. Mesela Galatasaraylı Yusuf Ziya, Sadun Galip, merhum Sedat Rıza, Arslan Nihat, Müslih Hoca, Leblebi Mehmet, Bek Ali, M. Nazif, Ulvi, Ömer Besim, Kemal Rıfat; Fenerbahçeli Zeki Rıza, Doktor İsmet, Kadri, Bedri, Alaaddin, Sabih, Hamit, Nedim, bugün Fen fakültesinin dekanı bulunan Fenerbahçe’nin sol hafı Fahir, ilk Türk futbolcusu Fuat Hüsnü, eski Spor Alemi sahibi ve bugün Ankara radyosunda kendisini bize zevkle dinlettiren Sait Çelebi bu kahvenin en sadık müşterilerini teşkil ederlerdi. Bu saydıklarımdan başka daha bir çok sporcular ve bilhassa bu iki kulübün taraftarları günün öğle saatlerini daima burada geçirirlerdi.

    Fakat Fenerbahçe ve Galatasaraylılar o zamanki şiddetli rekabet taassubu dolayısıyla yek diğerleriyle hemen hiç konuşmazlardı. Salonun bir köşesini Galatasaraylılar, diğer köşesini de Fenerbahçeliler işgal ederlerdi. Spor sahasında başlayan bu rekabet iki kulüp taraftarlarını normal hayat sahasında bile hissedilir derecede birbirinden ayırmıştı. Hatta milli ve temsili maçlar için yapılan seyahatlerde bile vapurda, trende, otelde ve toplu gezmelerde her iki takım oyuncuları da bu ayrılığı muhafaza etmeye çalışırlardı.

    Bugün böyle tabii bir toplantı yeri bulunmadığı muhakkak. Halbuki o zaman bu kıraathanede geçen her günün iki saati insana ne kadar kısa gelirdi. Bilhassa Fenerbahçe-Galatasaray maçları arifelerinde ve maçlardan sonra bu salon ne heyecanlı münakaşalara sahne olurdu. Maçın ertesi günü galip takımın bir kısmı ve taraftarları tam vaktinde kahveye gelirler ve bol bir neşe içinde rakip takımın futbolcularını ve taraftarlarını beklerlerdi. Tabii o gün yenilen takımdan ve taraftarlarından kahveye gelen pek az olurdu. Gelenler de galiplerin kat’iyen ağır olmayan şakalarına sabırla tahammül ederlerdi.

    Eğer maçı Fenerbahçe kazanmışsa, muhakkak ki İhsan Kıraathanesi’nde mebzul kahkahalara ve Galatasaraylılara tatlı tatlı takılarak en fazla konuşan Sait Çelebi olurdu. Fakat Fenerbahçe maçı kaybetmişse, İhsan Kıraathanesi bu sadık müdaviminden birkaç gün mahrum kalırdı.

    Milli Maç Başka Ama!

    Yine bir öğle üzeri İhsan Kıraathanesi’nde oturuyorduk. Yanımda bir gazeteci arkadaş vardı. Hemen bitişik masada da o zaman İstanbul vilayetinde mühim bir vazifesi olan bir zat oturuyordu. O zamanki meşhur futbolcuların isimlerini bilen fakat kendilerini tanımayan bu zat, gazeteci arkadaşa hangisinin Zeki, hangisinin Nihat, hangisinin Alaaddin olduğunu soruyor, arkadaş da teker teker hepsini gösteriyor ve izahat veriyordu.

    Arada geniş bir rekabet de olsa, böyle bir rekabetin iki grup halinde oturmalarına kâfi bir sebep teşkil edemeyeceğini ileri süren bu zatla, spor işlerinde bilgisine inandığım gazeteci arkadaş arasında aşağı yukarı şöyle bir muhavere olmuştu :

    – Peki, bunlar millî veya temsili müsabakalarda nasıl beraber oynuyorlar?

    – Netice itibariyle millî bir maçtır. Tabii birleşecekler ve birlikte oynayacaklar.

    – İdman Cemiyetleri İttifakı bu rekabeti giderme çarelerini aramıyor mu?

    – Bu rekabet senelerden beri her iki kulübün iliklerine işlemiştir. İdman Cemiyetleri İttifakı, eğer bu rekabeti önlemeye çalışırsa ki, bunu yapacak kudrette değildir. Esasen bu rekabetin devam etmesi ve hatta bir iki kulübün daha bu rekabeti yapacak bir kuvvete gelmesi Türk futbolu için çok faydalı olur. Bu iki kulübün ezeli rekabeti Türk futbolunun bir sembolü olarak daima devam edecektir.

    Gazeteci arkadaşım bu sözlerinde kat’iyyen yanılmamıştı. Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti aşağı yukarı şeklini muhafaza ederek devam ederken bu arada üçüncü bir kulüp daha yetişerek bu rekabeti paylaşmıştı. Eskiden Fenerbahçe, Galatasaray’a inhisar eden bu rekabete bir de Beşiktaş Kulübü ortak olmuş ve bu üç kulübün rekabeti Türk futbolunun ilerlemesini daha süratleştirmiştir.

    İhsan Kıraathanesi’nin revaçta bulunduğu devirlerde Türk millî takımının on birini hemen hemen bu iki güzide kulübün futbolcuları teşkil ederdi. Bu kıraathanede birbirinden uzakta oturan bu gençler millî ve temsilî maçlarda aynı formayı giydikleri zaman bütün kalpleriyle birleşirlerdi. Ertesi günü İhsan Kıraathanesi’ne gidenler onları yine eskisi gibi ayrı ayrı masalarda oturur görürlerdi.

    Vilayetin karşısındaki bol camlı eski kıraathanenin önünden ne zaman geçsem saçları her gün biraz daha ağaran eski futbol yıldızlarının, onlarla beraber ihtiyarlayan bu salonda on beş sene evvel ne hararetli münakaşalar yaptıklarını adeta işitir gibi olurum. Belki onlar da yolları düştükçe buradan geçerken ihtiyar İhsan Kıraathanesi’ni hatırlarlar ve bir an bile olsa on beş sene evveline dönmekten kendilerini alamazlar.

    Sedat TAYLAN – Fenerbahçe’den Hatıralar / Ebedi Dostluk

  • Şükrü Saracoğlu Fenerbahçe’ye Nasıl Başkan Oldu?

    “Fener” dergisi yetkilileri, Fenerbahçe’nin meşhur isimlerinden Hayri Celal Atamer’e en güzel hatırasını sormuşlar. Hayri Bey de buna karşılık 1934 yılında Şükrü Saracoğlu’nun Fenerbahçe Başkanı seçilmesine giden süreci kısaca anlatmış. Aslında aşağıda okuyacağınız yazıda sadece sonuç var ama yine de lezzetli satırlar.

    “Neden”i de yine kısaca biz anlatalım…

    Galatasaray ile oynadığımız kavgalı maçtan sonra, spor teşkilatının mühim ismi, İstiklal Madalyası sahibi eski asker Halit Bayrak çıkan olaylara sert bir tepki göstermiş ve (merhum Rüştü Dağlaroğlu’nun anılarında anlattığına göre) “Gerekirse Fenerbahçe’yi kapatırız” demiş. Hani şu Rüştü ağabey’in de karşılık olarak “Fenerbahçe’yi işgal kuvvetleri bile kapatamadı” diye sinirlendiği olay…

    Bizimkiler tabii işini biliyor; hemen bir heyet toplayıp, “Çaresi nedir?” diye danışmak için sıkı Fenerbahçeliliği dillere destan Şükrü Saracoğlu’na gidiyorlar.

    Rahmetli Şükrü Bey, odasında Halit Bayrak da bulunduğu halde, bizimkilere “Siz benim İstanbul’daki eve gidin, bir fotoğrafımı alın, kulübün duvarına asın” diyor, yani “Sıkıysa kapatsınlar”a getiriyor.

    Sinyali alan heyet “Akabinde bir de kongre tertip edip sizi başkan seçeriz” deyince de 16 senelik başkanlığa giden olaylar gelişiyor.

    * * * * *

    Senelerdir yarım sütun yazı yazmamış bir adamın “Fener” için, belki de, en kolay yazılacak bir mevzudur diye “Fenerbahçe’ye dair en güzel hatıralarınız?” suali soruluverirse, o adam ne yapar? Hele o adam, benim gibi kırk beş senelik ömrünün tam 31 senesini Fenerbahçe’nin içinde geçirmiş bulunursa?..

    Yazı yazmak insiyakını bir hayli kaybetmiş olmama rağmen, “Fener” kelimesinin sihirli değneği bana bir cesaret kamçısı oldu. Ve bu sihirli değnek, 31 senenin büyük bir yığın haline getirdiği, acı, tatlı karma karışık hatıralarını canlandırıverdi. Yalnız onları tasnif etmek, sıraya koymak o kadar güç ki…

    14-15 yaşlarında, Kadıköy Sultanisi talebesi… Kulübe ilk girdiğim sene. İçeride, salonda kulübün büyükleri oturduğu için, giremeyerek, yağmurda, karda, arkamda siyah pelerinim bahçede saatlerce dolaşıp eve döndüğüm günler… Ve Fenerbahçe birinci takımında oynayan ve her birini insanların üstünde mahluklar sandığım, kolalı kısa beyaz pantolonlu ve çiçekler gibi sarı-lacivert formalı, temiz yüzlü gençler.. Seneler sonra Kuşdili’ndeki binanın yanışı… Bir tarihin, canlı, sağlam temeli bir varlığın, maddi ve manevi bütün hatıraları ile yersiz yurtsuz kalışı…

    Harap “Union Kulüp”te hummalı bir karınca faaliyetinin göz dolduran, gönül açan neticeleri: Kulüp binası, saha, tribünler, sayısı ona varan takımlar, Galip’in aziz ve temiz elleriyle diktiği yüzlerce ağaç ortasında canlanan, kökleşen ve yükselen Fenerbahçe çiçeği…

    Galibiyetler, mağlubiyetler ve hatta ufak veya büyük sarsıntılar hatıralarımın en zayıf olanlarıdır. Bunlar arasında belki de şahsıma çok yakından taalluk etmiş olmasından dolayı, en güzel hatıram, kafamda hala bütün canlılığıyla yaşayan ve bugünün kulüpçülerine, kulüpçülük ve aile tesanüdü örneği olarak gösterebileceğim bir hadise vardır.

    “İdman Cemiyetleri İttifakı” zamanında ve benim umumi katip bulunduğum bir sırada, Fenerbahçe’ye taallük eden bir hakkın müdafaasında teşkilata karşı yazılan mektubun yazılış tarzında  ve bu hakkı, icabında mahkeme kanalıyla yerine getirteceğimiz şeklindeki iddiamız hoş görülmemiş, o zamanki idare heyetinde bulunan arkadaşlardan Cafer’le bana boykot cezası verilmişti. Bu cezanın infazını, biz müsabakalara girmediğimize göre takımı mağlup addedemeyeceklerinden, stadı Fenerbahçe’nin elinden almak ve hatta kulübü boykot etmek tehditleriyle sağlamak istediler. Bütün bunları görüşmek ve bir karara bağlamak üzere Fenerbahçe müessisler heyeti fevkalade bir toplantıya davet edildi.

    Kulüpte fevkalade günlere mahsus bir hava esiyordu. Toplantıyı ben açtım. Riyasete merhum Sabri Toprak getirildi. Hadiseyi, teati edilen mektuplara istinaden, izah ettim. Uzun ve çok anlayışlı müzakereler oldu, işin akıbetinin ne olacağı ve kulübün boykotu halinde ne yapılacağı uzun uzadıya görüşüldü.

    Bir takrirle nizamnamenin idare heyetine ait maddesinin değiştirilerek bir de ikinci reislik ihdas edilmesini isteyen arkadaşların arzuları yerine getirildi. Ve reislikte ittifakla sayın Şükrü Saracoğlu bırakıldıktan sonra beni ikinci reisliğe, yine ittifakla seçtiler. Bununla demir gibi sağlam Fenerbahçe ailesi hakkında bir mevzu üzerinde kendi uzuvlarından birini, kulübün hayatı pahasına da olsa feda edemeyeceğini göstermiş oluyordu. Spordan aranan istenen gayelerden biri de zaten bu, yani tesanüt ve fedakarlık değil midir?

    Hayri Celal ATAMER

  • Şükrü Saracoğlu Fenerbahçe Başkanı

    Şükrü Saracoğlu Fenerbahçe Başkanı

    “Fener” dergisi yetkilileri, Fenerbahçe’nin meşhur isimlerinden Hayri Celal Atamer’e en güzel hatırasını sormuşlar. Hayri Bey de buna karşılık 1934 yılında Şükrü Saracoğlu Fenerbahçe Başkanı seçilirken hangi süreçlerden geçtiğimizi kısaca anlatmış. Aslında aşağıda okuyacağınız yazıda sadece sonuç var ama yine de lezzetli satırlar. “Neden”i de yine kısaca biz anlatalım…

    Galatasaray ile oynadığımız kavgalı maçtan sonra, spor teşkilatının mühim ismi, İstiklal Madalyası sahibi eski asker Halit Bayrak çıkan olaylara sert bir tepki göstermiş ve (merhum Rüştü Dağlaroğlu’nun anılarında anlattığına göre) “Gerekirse Fenerbahçe’yi kapatırız” demiş. Hani şu Rüştü ağabey’in de karşılık olarak “Fenerbahçe’yi işgal kuvvetleri bile kapatamadı” diye sinirlendiği olay… Bizimkiler tabii işini biliyor; hemen bir heyet toplayıp, “Çaresi nedir?” diye danışmak için sıkı Fenerbahçeliliği dillere destan Şükrü Saracoğlu’na gidiyorlar. Rahmetli Şükrü Bey, odasında Halit Bayrak da bulunduğu halde, bizimkilere “Siz benim İstanbul’daki eve gidin, bir fotoğrafımı alın, kulübün duvarına asın” diyor, yani “Sıkıysa kapatsınlar”a getiriyor. Sinyali alan heyet “Akabinde bir de kongre tertip edip sizi başkan seçeriz” deyince de 16 senelik başkanlığa giden olaylar gelişiyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    En Güzel Hatıram

    Senelerdir yarım sütun yazı yazmamış bir adamın “Fener” için, belki de, en kolay yazılacak bir mevzudur diye “Fenerbahçe’ye dair en güzel hatıralarınız?” suali soruluverirse, o adam ne yapar? Hele o adam, benim gibi kırk beş senelik ömrünün tam 31 senesini Fenerbahçe’nin içinde geçirmiş bulunursa?..

    Yazı yazmak insiyakını bir hayli kaybetmiş olmama rağmen, “Fener” kelimesinin sihirli değneği bana bir cesaret kamçısı oldu. Ve bu sihirli değnek, 31 senenin büyük bir yığın haline getirdiği, acı, tatlı karma karışık hatıralarını canlandırıverdi. Yalnız onları tasnif etmek, sıraya koymak o kadar güç ki…

    14-15 yaşlarında, Kadıköy Sultanisi talebesi… Kulübe ilk girdiğim sene. İçeride, salonda kulübün büyükleri oturduğu için, giremeyerek, yağmurda, karda, arkamda siyah pelerinim bahçede saatlerce dolaşıp eve döndüğüm günler… Ve Fenerbahçe birinci takımında oynayan ve her birini insanların üstünde mahluklar sandığım, kolalı kısa beyaz pantolonlu ve çiçekler gibi sarı-lacivert formalı, temiz yüzlü gençler.. Seneler sonra Kuşdili’ndeki binanın yanışı… Bir tarihin, canlı, sağlam temeli bir varlığın, maddi ve manevi bütün hatıraları ile yersiz yurtsuz kalışı…

    Harap “Union Kulüp”te hummalı bir karınca faaliyetinin göz dolduran, gönül açan neticeleri: Kulüp binası, saha, tribünler, sayısı ona varan takımlar, Galip’in aziz ve temiz elleriyle diktiği yüzlerce ağaç ortasında canlanan, kökleşen ve yükselen Fenerbahçe çiçeği…

    Galibiyetler, mağlubiyetler ve hatta ufak veya büyük sarsıntılar hatıralarımın en zayıf olanlarıdır. Bunlar arasında belki de şahsıma çok yakından taalluk etmiş olmasından dolayı, en güzel hatıram, kafamda hala bütün canlılığıyla yaşayan ve bugünün kulüpçülerine, kulüpçülük ve aile tesanüdü örneği olarak gösterebileceğim bir hadise vardır.

    Çağ Değiştiren Bir Kongre

    “İdman Cemiyetleri İttifakı” zamanında ve benim umumi katip bulunduğum bir sırada, Fenerbahçe’ye taallük eden bir hakkın müdafaasında teşkilata karşı yazılan mektubun yazılış tarzında  ve bu hakkı, icabında mahkeme kanalıyla yerine getirteceğimiz şeklindeki iddiamız hoş görülmemiş, o zamanki idare heyetinde bulunan arkadaşlardan Cafer’le bana boykot cezası verilmişti. Bu cezanın infazını, biz müsabakalara girmediğimize göre takımı mağlup addedemeyeceklerinden, stadı Fenerbahçe’nin elinden almak ve hatta kulübü boykot etmek tehditleriyle sağlamak istediler. Bütün bunları görüşmek ve bir karara bağlamak üzere Fenerbahçe müessisler heyeti fevkalade bir toplantıya davet edildi.

    Kulüpte fevkalade günlere mahsus bir hava esiyordu. Toplantıyı ben açtım. Riyasete merhum Sabri Toprak getirildi. Hadiseyi, teati edilen mektuplara istinaden, izah ettim. Uzun ve çok anlayışlı müzakereler oldu, işin akıbetinin ne olacağı ve kulübün boykotu halinde ne yapılacağı uzun uzadıya görüşüldü.

    Bir takrirle nizamnamenin idare heyetine ait maddesinin değiştirilerek bir de ikinci reislik ihdas edilmesini isteyen arkadaşların arzuları yerine getirildi. Ve reislikte ittifakla sayın Şükrü Saracoğlu bırakıldıktan sonra beni ikinci reisliğe, yine ittifakla seçtiler. Bununla demir gibi sağlam Fenerbahçe ailesi hakkında bir mevzu üzerinde kendi uzuvlarından birini, kulübün hayatı pahasına da olsa feda edemeyeceğini göstermiş oluyordu. Spordan aranan istenen gayelerden biri de zaten bu, yani tesanüt ve fedakarlık değil midir?

    Hayri Celal ATAMER / Şükrü Saracoğlu Fenerbahçe Başkanı

  • 100 Yıl Önce Bir Kürek Yarışının Hikayesi

    Fotoğraf 1913 tarihli İdman mecmuasından. Altında “Fenerbahçe Kulübü sandal talimleri yaparken” yazıyor.

    Fenerbahçe’yi pek sevmediğini her fırsatta belli eden ama yazarlığına edecek kelime olmayan Şeyh-ül Muharririn Burhan Felek , 1985 tarihli “Geçmiş Zaman Olur ki…” kitabında, tadına doyulmaz üslubuyla, kurucusu olduğu Anadolu Kulübü ile Fenerbahçe Kulübü arasında yapılan bir kürek yarışını anlatmış. Keyifle okumanız dileğiyle…

    * * * * * *

    Bir avuç Üsküdarlı genç, Meşrutiyetten bir yıl önce Anadolu Kulübü’nü kurmuştuk. Rengi düz yeşik, markası göğüs solunda kalın beyaz bir dairenin tam içinde beş köşeli bir yıldı. O zaman yalnız futbol oynardık. Gün geçti, Meşrutiyet ilan edildi. Bizim kulübün adı, sanı, azası vardı ama ne yeri, ne yurdu, ne nizamnamesi!

    Bir gece kulüp azası olan arkadaşları bizim İhsaniye’deki evden çıkarken polis yakaladı, karakola götürdü. Futbol için toplandığımız anlaşıldı, ama kulübün Cemiyetler Kanunu’na göre tescil ettirilmediği meydana çıktı. Ondan sonra Anadolu Kulübü’nü  1908’de resmen tescil ettirdik ve bir de merkez gösterdik.  Kulüp bir müddet sonra gelişmeye başladı. İçimizde Salacaklı, İhsaniyeli, yani yalı çocukları çok olduğundan yüzme ve tekne sporuna meylettik. Tekne sporu pahalı spordu. Şimdiki gibi devlet yardımı da yapılmazdı. Onun için yelken yarışı hemen hemen hiç yapılmaz, nadiren kürek yarışı yapılırdı. İşte benim anlatacağım yarış bu kürek yarışlarından biridir.

    O zaman bize rakip yalnız Fenerbahçe Kulübü vardı. Galatasaray’ın bu anlatacağım yarışa girdiğini hatırlamıyorum. Bizim gireceğimiz yarış üç çifte futa yarışı idi. Sandalın uzun, narin ve sivrisine futa denirdi…

    Eskiden İstanbul halkı sandal tutup denizde gezerdi. Bu futalar, sandalın kibarı ve zarifi idi. Ama yarış futaları ayrı cinsti. Onların gerek yapıları, gerek resimleri, çizgileri, su ile olan temas satıhları adi futalardan ayrı olurdu.

    Bizim yarışa sokacağımız futa eski konak yalı kalıntılarındandı. Sert ve renkli bir yabancı ağaçtan yapılmıştı. Yalı baskısı dediğimiz şekilde dış kaplaması bindirme tarzında ve maun renkteydi. Sağlam, denizci bir tekne idi. Lakin hem ağır, hem geniş yani su çekeri fazla idi.

    Fenerbahçe’nin teknesi ise yarış için yapılmış, narin, hafif, ince uzun, sus tutmayan bir güzel futa…

    Yarışı kim tertip etti, nasıl oldu, bunları sormayın. O zamanın spor mecmualarında herhalde resimleriyle vardır.

    Biz bu yarışa girerken teknemizin ağır olduğunu biliyorduk. Ancak bizim elimizde iki koz vardı.

    Birisi kürekçilerimiz çok kuvvetli idi. Biri Ayı Ömer dediğimiz Kilyos’tan Salacak’a kadar kürek çeken bir arkadaşımız. Üsküdar İdadisi’ni beraber bitirmiştik. İkincisi, galiba Atıf isminde 90 kiloluk, futbol beki bir çocuk, üçüncüyü hatırlamıyorum. Dümende bizim mahalleli Rıza. Bu Rıza sonradan Polis Mektebi Beden Terbiyesi Muallimi olarak başkomiserlikten emekli olan Rıza Süeri’dir. Türkiye spor teşkilatının bütün denizle alakalı yarışlarında ve tertiplerinde hizmet etmiş bir kimseydi. Sporumuza büyük hizmeti olmuştur.

    İkinci kozumuz; yarış Heybeli ile Büyükada arasındaki kanalda yapılacaktı. Bu kanal yaz aylarında poyraz tutan rüzgarlı bir yerdi. Deniz daima dalgalı olurdu. Her yarış teknesi böyle denizlere dayanamazdı. Hatta su bastırıp batmaları bile mümkündü. Biz Fenerbahçe teknesinin bizimkine nazaran çok daha sür’atli, bizimkinin de hantal olduğunu bile bile bu yarışa şu anlattığım sebeplerle girmiştik. Bizimki denize dayanacaktı.

    Teknelerimiz Salacak’ta dururdu. Arkadaşlarımız içinde Ramiz Bey adındaki bir tekne mütehassısının nezaretinde bakılır, tamir edilirdi. Tekneyi yarıştan bir gün evvel Heybeli’ye kürekle götürdük. Başka bir beş çiftemizle de diğer arkadaşları götürdük. Gece tekneyi denizde bırakamazdık. Esasen yarış tekneleri hiçbir zaman daimi olarak suda kalmazdı ve kalmamalıydı. Sonra tekneler de yarış yerine denizden veya karadan nakledilmeliydi. Açık denizde 10-12 millik mesafeye kürekle çekerek götürmek tekneyi hırpalardı; ama o zamanlar herkes teknesini kendi götürürdü. Bizimkinin de denizden hırpalanacağı aklımızdan bile geçmiyordu…

    Fenerbahçe ise karşıdan karşıya belki de başka bir tekneye çektirerek futasını götürmüştü.

    O devirlerde Türkiye’de futa yarışı nadir olurdu. Kürek yarışları ise klasik tekneler arasında yapılırdı. Mesela bir çifte, iki çifte, sandal -iskele sandalı- alamana kayıkları, daha eskiden piyade kayıkları arasında olurdu. Bugünkü gibi yarış tekneleri diye ayrı bir sınıf yoktu.

    Her şeyden evvel bizim içimizde bir korku vardı. Öteden beri Türkiye’de esnaf tekneleri arasında yapılan yarışlarda teknenin altına sepet, küfe eskisi gibi bir şeyi gizlice mıhlayıp teknenin yolunu kesmek, yahut dümen kısmını sakatlamak gibi şeyler olurmuş.

    Biz Heybeli’ye gittiğimiz zaman öğleyi geçmişti. Yirmi kişi kadar vardık. Hemen bizim yarış teknesini şöyle mahfuz bir yerde karaya çektik. Biz de etrafında toplandık. Tekne temizlendi. Silindi, süpürüldü, ıskarmozlar kontrol edildi ve ertesi gün son tuvaleti yapılmak üzere bırakıldı.

    Gece ikişer kişi nöbet tuttuk. Bakınız, o zaman ne kadar şüpheci imişiz. Nöbet tutmayanlar da gece deniz kenarının ayazından pek iyi uyuyamadılar. Ben de bunlardan biriydim. Sabah güneşinde kemiklerimiz ısınır ısınmaz, hemen tekneyi çevirip suda yağladık ki altı suda kaysın diye. Bilmem gene böyle şeyler yapılıyor mu?..

    Ama şimdi tekneler o kadar hafif ki, kaç kürekli ise o kadar kimse başlarının üstüne kaldırıp elde taşıyorlar. Yarış saati geldi çattı. Tertibatı Ada Mektebi dediğimiz Bahriye Mektebi almıştı.

    Biz Heybeli’nin o ıssız yerinde, ne yedik, ne içtik hiç hatırlamıyorum. Yalnız çocukları tekneye bindirip selametledik. Ve yarış yerine gönderdik.

    Bizim tekne belki Fenerbahçe’nin teknesi kadar uzun değildi ama, gene de ondan daha heybetli idi. Üstelik bordası daha yüksek, baş tarafı da dalgalara göğüs gerecek kadar dik idi. Yarış başladı.

    Vay anam vay, bizimkiler daha on hamle almadan öne geçtiler. Nasıl gidiyorlar, dehşet bir şey. Yaşlı tekne hızlı giderken torpide gibi bir şey oluyor. Ben şöyle baktım, biliyorsunuz, bu yarışlarda dümenci de kürekçilerin hareketine paralel olarak öne arkaya kürek hamlelerine uygun ve ritmik olarak sallanır ve onları teşvik eder.

    Dümendeki merhum Rıza’nın sallanma ritmine baktım, Fener’inkine baktım, bizimki daha çabuk, Fenerliler ise daha geniş ve daha seyrek eğiliyorlar. Ne var ki, öne geçmiş bulunuyoruz. Biz yarışı sahilden takip etmekteyiz. Gördüğümüz kadarıyla bizim çocukların hamlaları iyi gidiyordu. Fakat mesafenin yarısına doğru Fener’in teknesi bize yaklaşıyordu, derken başa baş, derken bizi geçti. Bizim çocukların hareketlerinde bir ağırlama yok. Ama bizim tekne yürümüyor. Fenerliler bizi geçtiler, az sonra bizim teknenin hamlacıları denize atladılar. Galiba yalnız dümende Rıza kaldı. Ve yarışı tek başına Fenerbahçe’nin teknesi kazandı. Bizimkini de bir motor çekerek sahile getirdi.

    Ne olmuştu da bizim zırhlı gibi tekneyi mürettebat terketmişti?

    İşi anladık ve dersimizi aldık, ama geç ve pahalı bir ders oldu. Hadise şu:

    Fenerbahçe’nin hamlacıları kimlerdi hatırlamıyorum. Belki rahmetli Galip birinci kürekte idi. Ama iyi biliyorum ki dümende uzun zaman Fener’in deniz kaptanlığını yapmış olan Ziya Kaptan vardı. Bu zat tekne yarışlarında tecrübe sahibi idi.

    O zamanki kürek yarışları bugün dünyada tatbik edilen şekilde yapılmaz, denizde ve dalgalı sularda yapılırdı. Halbuki kürek yarışı sakin göl ve nehirlerde, hatta bu iş için kazılmış hususi uzun kanallarda yapılır. Bizim yarıştığımız Heybeli-Büyükada arası ise oranın en çırpıntılı ve denizi kabarık yeri idi.

    Bizim tekne hızla giderken baştan gelen dalgalardan içeri su almaya başlamış, buna çocuklar bir müddet aldırış etmemişler, ama su doldukça dolmuş, doldukça dolmuş. Artık oturak tahtaları hizasına yaklaşırken, zaten tekne de iyice sür’atini kaybetmiş, Rıza merhum “sefineyi terk” emrini vermiş, çocuklar da atlamışlar denize. O da işin caka tarafı. Orta yerde batmadan evvel, mürettebat denize atlayıp yüzerek karaya çıkmışlardı. Burada bizim hatamız, dalgaları hep baştan almak olmuştu. Fener’in serdümeni Ziya Kaptan ise, dalga geldikçe tekneyi yana çekerek dalgaları baştan yememiş, gerçi biraz yol kaybetmiş ama, teknesini bizimkinin akıbetinden, yani batmaktan kurtarmıştı.

    Bizim futayı Heybeli’ye çektik. Yüzü koyun kapadık. Üstüne birkaç çam dalı koyup kulübe döndük. Bir hafta orada kaldı. Böyle bir acı mağlubiyetten sonra batık tekneyi çekerek kulübe getirmeyi kimse istemedi. Neden sonra, aldık teknemizi getirdik, ama ıslak tekne, güneşte kalmış, bütün kaplamaları açılmıştı. Tamir etmeye kalktık, ağacını bulamadık. Bütün kaplamayı değiştirmeye de değmedi. Birine yok pahasına sattık, ondan sonra biz kürek yarışına girmedik.

    Burhan Felek (Geçmiş Zaman Olur ki…)

  • 100 Yıllık Bir Kürek Yarışının Hikayesi

    100 Yıllık Bir Kürek Yarışının Hikayesi

    Fenerbahçe’yi pek sevmediğini her fırsatta belli eden ama yazarlığına edecek kelime olmayan Şeyh-ül Muharririn Burhan Felek, 1985 tarihli “Geçmiş Zaman Olur ki…” kitabında, tadına doyulmaz üslubuyla, kurucusu olduğu Anadolu Kulübü ile Fenerbahçe Kulübü arasında yapılan 100 yıllık bir kürek yarışının hikayesi ile karşımızda. Keyifle okumanız dileğiyle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    100 Yıllık Bir Kürek Yarışının Hikayesi

    Bir avuç Üsküdarlı genç, Meşrutiyetten bir yıl önce Anadolu Kulübü’nü kurmuştuk. Rengi düz yeşik, markası göğüs solunda kalın beyaz bir dairenin tam içinde beş köşeli bir yıldı. O zaman yalnız futbol oynardık. Gün geçti, Meşrutiyet ilan edildi. Bizim kulübün adı, sanı, azası vardı ama ne yeri, ne yurdu, ne nizamnamesi!

    Bir gece kulüp azası olan arkadaşları bizim İhsaniye’deki evden çıkarken polis yakaladı, karakola götürdü. Futbol için toplandığımız anlaşıldı, ama kulübün Cemiyetler Kanunu’na göre tescil ettirilmediği meydana çıktı. Ondan sonra Anadolu Kulübü’nü  1908’de resmen tescil ettirdik ve bir de merkez gösterdik.  Kulüp bir müddet sonra gelişmeye başladı. İçimizde Salacaklı, İhsaniyeli, yani yalı çocukları çok olduğundan yüzme ve tekne sporuna meylettik. Tekne sporu pahalı spordu. Şimdiki gibi devlet yardımı da yapılmazdı. Onun için yelken yarışı hemen hemen hiç yapılmaz, nadiren kürek yarışı yapılırdı. İşte benim anlatacağım yarış bu kürek yarışlarından biridir.

    O zaman bize rakip yalnız Fenerbahçe Kulübü vardı. Galatasaray’ın bu anlatacağım yarışa girdiğini hatırlamıyorum. Bizim gireceğimiz yarış üç çifte futa yarışı idi. Sandalın uzun, narin ve sivrisine futa denirdi…

    Eskiden İstanbul halkı sandal tutup denizde gezerdi. Bu futalar, sandalın kibarı ve zarifi idi. Ama yarış futaları ayrı cinsti. Onların gerek yapıları, gerek resimleri, çizgileri, su ile olan temas satıhları adi futalardan ayrı olurdu.

    Yarışa Gidiyoruz.

    Bizim yarışa sokacağımız futa eski konak yalı kalıntılarındandı. Sert ve renkli bir yabancı ağaçtan yapılmıştı. Yalı baskısı dediğimiz şekilde dış kaplaması bindirme tarzında ve maun renkteydi. Sağlam, denizci bir tekne idi. Lakin hem ağır, hem geniş yani su çekeri fazla idi.

    Fenerbahçe’nin teknesi ise yarış için yapılmış, narin, hafif, ince uzun, sus tutmayan bir güzel futa…

    Yarışı kim tertip etti, nasıl oldu, bunları sormayın. O zamanın spor mecmualarında herhalde resimleriyle vardır.

    Biz bu yarışa girerken teknemizin ağır olduğunu biliyorduk. Ancak bizim elimizde iki koz vardı.

    Birisi kürekçilerimiz çok kuvvetli idi. Biri Ayı Ömer dediğimiz Kilyos’tan Salacak’a kadar kürek çeken bir arkadaşımız. Üsküdar İdadisi’ni beraber bitirmiştik. İkincisi, galiba Atıf isminde 90 kiloluk, futbol beki bir çocuk, üçüncüyü hatırlamıyorum. Dümende bizim mahalleli Rıza. Bu Rıza sonradan Polis Mektebi Beden Terbiyesi Muallimi olarak başkomiserlikten emekli olan Rıza Süeri’dir. Türkiye spor teşkilatının bütün denizle alakalı yarışlarında ve tertiplerinde hizmet etmiş bir kimseydi. Sporumuza büyük hizmeti olmuştur.

    İkinci kozumuz; yarış Heybeli ile Büyükada arasındaki kanalda yapılacaktı. Bu kanal yaz aylarında poyraz tutan rüzgarlı bir yerdi. Deniz daima dalgalı olurdu. Her yarış teknesi böyle denizlere dayanamazdı. Hatta su bastırıp batmaları bile mümkündü. Biz Fenerbahçe teknesinin bizimkine nazaran çok daha sür’atli, bizimkinin de hantal olduğunu bile bile bu yarışa şu anlattığım sebeplerle girmiştik. Bizimki denize dayanacaktı.

    Teknelerimiz Salacak’ta dururdu. Arkadaşlarımız içinde Ramiz Bey adındaki bir tekne mütehassısının nezaretinde bakılır, tamir edilirdi. Tekneyi yarıştan bir gün evvel Heybeli’ye kürekle götürdük. Başka bir beş çiftemizle de diğer arkadaşları götürdük. Gece tekneyi denizde bırakamazdık. Esasen yarış tekneleri hiçbir zaman daimi olarak suda kalmazdı ve kalmamalıydı. Sonra tekneler de yarış yerine denizden veya karadan nakledilmeliydi. Açık denizde 10-12 millik mesafeye kürekle çekerek götürmek tekneyi hırpalardı; ama o zamanlar herkes teknesini kendi götürürdü. Bizimkinin de denizden hırpalanacağı aklımızdan bile geçmiyordu…

    Fenerbahçe ise karşıdan karşıya belki de başka bir tekneye çektirerek futasını götürmüştü.

    Yarış Tekneleri Diye Ayrı Bir Sınıf Yoktu

    O devirlerde Türkiye’de futa yarışı nadir olurdu. Kürek yarışları ise klasik tekneler arasında yapılırdı. Mesela bir çifte, iki çifte, sandal -iskele sandalı- alamana kayıkları, daha eskiden piyade kayıkları arasında olurdu. Bugünkü gibi yarış tekneleri diye ayrı bir sınıf yoktu.

    Her şeyden evvel bizim içimizde bir korku vardı. Öteden beri Türkiye’de esnaf tekneleri arasında yapılan yarışlarda teknenin altına sepet, küfe eskisi gibi bir şeyi gizlice mıhlayıp teknenin yolunu kesmek, yahut dümen kısmını sakatlamak gibi şeyler olurmuş.

    Biz Heybeli’ye gittiğimiz zaman öğleyi geçmişti. Yirmi kişi kadar vardık. Hemen bizim yarış teknesini şöyle mahfuz bir yerde karaya çektik. Biz de etrafında toplandık. Tekne temizlendi. Silindi, süpürüldü, ıskarmozlar kontrol edildi ve ertesi gün son tuvaleti yapılmak üzere bırakıldı.

    Gece ikişer kişi nöbet tuttuk.

    Bakınız, o zaman ne kadar şüpheci imişiz. Nöbet tutmayanlar da gece deniz kenarının ayazından pek iyi uyuyamadılar. Ben de bunlardan biriydim. Sabah güneşinde kemiklerimiz ısınır ısınmaz, hemen tekneyi çevirip suda yağladık ki altı suda kaysın diye. Bilmem gene böyle şeyler yapılıyor mu?..

    Ama şimdi tekneler o kadar hafif ki, kaç kürekli ise o kadar kimse başlarının üstüne kaldırıp elde taşıyorlar. Yarış saati geldi çattı. Tertibatı Ada Mektebi dediğimiz Bahriye Mektebi almıştı.

    Biz Heybeli’nin o ıssız yerinde, ne yedik, ne içtik hiç hatırlamıyorum. Yalnız çocukları tekneye bindirip selametledik. Ve yarış yerine gönderdik.

    Bizim tekne belki Fenerbahçe’nin teknesi kadar uzun değildi ama, gene de ondan daha heybetli idi. Üstelik bordası daha yüksek, baş tarafı da dalgalara göğüs gerecek kadar dik idi. Yarış başladı.

    Vay anam vay, bizimkiler daha on hamle almadan öne geçtiler. Nasıl gidiyorlar, dehşet bir şey. Yaşlı tekne hızlı giderken torpide gibi bir şey oluyor. Ben şöyle baktım, biliyorsunuz, bu yarışlarda dümenci de kürekçilerin hareketine paralel olarak öne arkaya kürek hamlelerine uygun ve ritmik olarak sallanır ve onları teşvik eder.

    Dümendeki merhum Rıza’nın sallanma ritmine baktım, Fener’inkine baktım, bizimki daha çabuk, Fenerliler ise daha geniş ve daha seyrek eğiliyorlar. Ne var ki, öne geçmiş bulunuyoruz. Biz yarışı sahilden takip etmekteyiz. Gördüğümüz kadarıyla bizim çocukların hamlaları iyi gidiyordu. Fakat mesafenin yarısına doğru Fener’in teknesi bize yaklaşıyordu, derken başa baş, derken bizi geçti. Bizim çocukların hareketlerinde bir ağırlama yok. Ama bizim tekne yürümüyor. Fenerliler bizi geçtiler, az sonra bizim teknenin hamlacıları denize atladılar. Galiba yalnız dümende Rıza kaldı. Ve yarışı tek başına Fenerbahçe’nin teknesi kazandı. Bizimkini de bir motor çekerek sahile getirdi.

    Ne olmuştu da bizim zırhlı gibi tekneyi mürettebat terketmişti?

    İşi anladık ve dersimizi aldık, ama geç ve pahalı bir ders oldu.

    Hadise şu:

    Fenerbahçe’nin hamlacıları kimlerdi hatırlamıyorum. Belki rahmetli Galip birinci kürekte idi. Ama iyi biliyorum ki dümende uzun zaman Fener’in deniz kaptanlığını yapmış olan Ziya Kaptan vardı. Bu zat tekne yarışlarında tecrübe sahibi idi.

    O zamanki kürek yarışları bugün dünyada tatbik edilen şekilde yapılmaz, denizde ve dalgalı sularda yapılırdı. Halbuki kürek yarışı sakin göl ve nehirlerde, hatta bu iş için kazılmış hususi uzun kanallarda yapılır. Bizim yarıştığımız Heybeli-Büyükada arası ise oranın en çırpıntılı ve denizi kabarık yeri idi.

    Bizim tekne hızla giderken baştan gelen dalgalardan içeri su almaya başlamış, buna çocuklar bir müddet aldırış etmemişler, ama su doldukça dolmuş, doldukça dolmuş. Artık oturak tahtaları hizasına yaklaşırken, zaten tekne de iyice sür’atini kaybetmiş, Rıza merhum “sefineyi terk” emrini vermiş, çocuklar da atlamışlar denize. O da işin caka tarafı. Orta yerde batmadan evvel, mürettebat denize atlayıp yüzerek karaya çıkmışlardı. Burada bizim hatamız, dalgaları hep baştan almak olmuştu. Fener’in serdümeni Ziya Kaptan ise, dalga geldikçe tekneyi yana çekerek dalgaları baştan yememiş, gerçi biraz yol kaybetmiş ama, teknesini bizimkinin akıbetinden, yani batmaktan kurtarmıştı.

    Bizim futayı Heybeli’ye çektik. Yüzü koyun kapadık. Üstüne birkaç çam dalı koyup kulübe döndük. Bir hafta orada kaldı. Böyle bir acı mağlubiyetten sonra batık tekneyi çekerek kulübe getirmeyi kimse istemedi. Neden sonra, aldık teknemizi getirdik, ama ıslak tekne, güneşte kalmış, bütün kaplamaları açılmıştı. Tamir etmeye kalktık, ağacını bulamadık. Bütün kaplamayı değiştirmeye de değmedi. Birine yok pahasına sattık, ondan sonra biz kürek yarışına girmedik.

    Burhan Felek (Geçmiş Zaman Olur ki…) / 100 Yıllık Bir Kürek Yarışının Hikayesi

  • 100 Yıl Önce Bugün : Fenerbahçe-Süleymaniye

    Spor Âlemi mecmuasından maçın haberi…

    Tam 100 yıl önce bugün, 9 Nisan 1920 tarihinde, Fenerbahçe ve Süleymaniye takımları İstanbul Ligi maçında karşı karşıya geldiler. Bu maç ayrıca Fenerbahçe’nin işgal döneminde yaptığı maçların 43.sü idi. Aşağıda göreceğiniz metin, dönemin Spor Âlemi dergisinde yayınlanan maç haberi. Gollerimizi atan ve bu maçta forma giyen bütün sporcularımızı sevgi, saygı ve rahmetle anıyoruz.

    * * * * * *

    Galatasaray-Anadolu oyununu Fenerbahçe ve Süleymaniye kulüpleri arasındaki müsabaka takip eyledi. Takımlar berveçhi ati teşkil etmişti.

    Fenerbahçe :
    Kaleci;
    Suat,
    Müdafi; Ethem, Nahit,
    Muavin; Feyzi, İsmet, Kamil,
    Muhacim; Ziya, Alaaddin, Zeki, Burhan, Hikmet Bey’ler.

    Süleymaniye :
    Kaleci;
    Nedim,
    Müdafi; Orhan, Ahmet,
    Muavin; Hikmet, Nuri, Arif,
    Muhacim; Saim, Burhan, Rıza, Saadet, Kamil Bey’lerden müteşekkil idi.

    Hakem Galatasaray’dan Sedat Bey idi.

    Fenerbahçe Galip Bey’den ve Süleymaniye dahi sol açık Zeki Bey’den mahrum bulunuyorlardı.

    Oyunun ilk dakikasında Fenerbahçe ilk golü yaptı. Bundan fena halde müteessir olan Süleymaniyeliler Fener’in kalesine şiddetli muhacimatta bulundular. Mâhâzâ muhacim hattı lazım gelen faaliyeti ibraz edemiyor ve sol açık Zeki Bey’in gaybubeti pek güzel hissediliyordu. Fenerliler dahi Süleymaniye kalesine yaklaşmak için ibraz-ı faaliyet ediyor. Bütün muhacim hattı Süleymaniye merkez muavini Nuri Bey’in karşısında tevekkuf etmeye mecbur oluyordu.

    Arif Bey, Ahmet Bey’in yerine geçerek muavin vazifesini refikine terk eyledi. Bu suretle Süleymaniye müdafaa hududu layıkı veçhile tanzim edilmiş bulunuyordu. Fenerbahçe’nin Süleymaniye kalesine tevcih eylediği şiddetli havaleler kaleci Nedim Bey tarafından üstâdâne bir tarzda iade ediliyordu. İkinci kısımda Süleymaniyeliler tesâvî husule getirmek için pek ziyade ibraz-ı faaliyet eylemişlerse de talih kendilerine yardım etmemişti. Oyunun en heyecanlı anında hakem tarafından aleyhlerine verilmiş olan bir (ceza vuruşu) kendilerini pek ziyade münkesir eyledi. Fener’in yapmış olduğu bu sayıyı Zeki Bey’in yapmış olduğu iki gol takip ederek sıfıra karşı dört gol ile Fenerliler ihraz-ı galibiyet eyledi.

    Fenerbahçe’den bilhassa muavin hattı temayüz eylemiştir. Bu hat bu kulübün en kuvvetli rüknünü teşkil ediyor. İsmet Bey’in baş oyunu şayan-ı takdirdir. Muhacim hattı Zeki Bey her zaman olduğu gibi refiklerinden bir derece yüksek olduğunu bir defa daha ispat eyledi. Arkadaşları kendisine yardım etmedikleri halde her an karşısındaki kaleciye tehlikeli dakikalar geçirtmiştir.

    Süleymaniye’den kaleci Nedim Bey büyük bir soğukkanlılıkla tevâlî eden muhacimatı tevkif eyledi. Müdafilerden Arif Bey bu mevkiye geçtikten sonra Fenerbahçe muhacimlerini pek ziyade hırpalamış ve uzun vuruşlar ile kalesinin önünden topu uzaklaştırmıştır. Muavin hattında her zaman olduğu gibi Osman Nuri Bey müdafaa hududunun ruhunu teşkil ediyordu. Osman Nuri Bey her tarafa yetişmiş ve her surette temayüz eylemiştir. Mâhâzâ yorgunluk neticesi olarak oyunun sonlarına doğru yapmış olduğu bazı havalelerde kafi derecede intizam yoktu. Muhacim hattı münferit oynamış olduğu için Süleymaniye’nin bu kadar sayı ile mağlup olmasına sebebiyet vermiştir.

    Spor Âlemi

  • Asırlık Bir Maç Hikayesi

    Asırlık Bir Maç Hikayesi

    Bunlardan ne kadar çok var, değil mi? Dile kolay 113 yıllık tarih, “asırlık bir maç hikayesi” ile dolu… Tam 100 yıl önce bugün, 9 Nisan 1920 tarihinde, Fenerbahçe ve Süleymaniye takımları İstanbul Ligi maçında karşı karşıya geldiler. Bu maç ayrıca Fenerbahçe’nin işgal döneminde yaptığı maçların 43.sü idi. Aşağıda göreceğiniz metin, dönemin Spor Âlemi dergisinde yayınlanan maç haberi. Gollerimizi atan ve bu maçta forma giyen bütün sporcularımızı sevgi, saygı ve rahmetle anıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Galatasaray-Anadolu oyununu Fenerbahçe ve Süleymaniye kulüpleri arasındaki müsabaka takip eyledi. Takımlar berveçhi ati teşkil etmişti.

    Fenerbahçe :
    Kaleci;
    Suat,
    Müdafi; Ethem, Nahit,
    Muavin; Feyzi, İsmet, Kamil,
    Muhacim; Ziya, Alaaddin, Zeki, Burhan, Hikmet Bey’ler.

    Süleymaniye :
    Kaleci;
    Nedim,
    Müdafi; Orhan, Ahmet,
    Muavin; Hikmet, Nuri, Arif,
    Muhacim; Saim, Burhan, Rıza, Saadet, Kamil Bey’lerden müteşekkil idi.

    Hakem Galatasaray’dan Sedat Bey idi.

    Fenerbahçe Galip Bey’den ve Süleymaniye dahi sol açık Zeki Bey’den mahrum bulunuyorlardı.

    Birinci Devre

    Oyunun ilk dakikasında Fenerbahçe ilk golü yaptı. Bundan fena halde müteessir olan Süleymaniyeliler Fener’in kalesine şiddetli muhacimatta bulundular. Mâhâzâ muhacim hattı lazım gelen faaliyeti ibraz edemiyor ve sol açık Zeki Bey’in gaybubeti pek güzel hissediliyordu. Fenerliler dahi Süleymaniye kalesine yaklaşmak için ibraz-ı faaliyet ediyor. Bütün muhacim hattı Süleymaniye merkez muavini Nuri Bey’in karşısında tevekkuf etmeye mecbur oluyordu.

    Arif Bey, Ahmet Bey’in yerine geçerek muavin vazifesini refikine terk eyledi. Bu suretle Süleymaniye müdafaa hududu layıkı veçhile tanzim edilmiş bulunuyordu. Fenerbahçe’nin Süleymaniye kalesine tevcih eylediği şiddetli havaleler kaleci Nedim Bey tarafından üstâdâne bir tarzda iade ediliyordu. İkinci kısımda Süleymaniyeliler tesâvî husule getirmek için pek ziyade ibraz-ı faaliyet eylemişlerse de talih kendilerine yardım etmemişti. Oyunun en heyecanlı anında hakem tarafından aleyhlerine verilmiş olan bir (ceza vuruşu) kendilerini pek ziyade münkesir eyledi. Fener’in yapmış olduğu bu sayıyı Zeki Bey’in yapmış olduğu iki gol takip ederek sıfıra karşı dört gol ile Fenerliler ihraz-ı galibiyet eyledi.

    Kim İyi Oynadı?

    Fenerbahçe’den bilhassa muavin hattı temayüz eylemiştir. Bu hat bu kulübün en kuvvetli rüknünü teşkil ediyor. İsmet Bey’in baş oyunu şayan-ı takdirdir. Muhacim hattı Zeki Bey her zaman olduğu gibi refiklerinden bir derece yüksek olduğunu bir defa daha ispat eyledi. Arkadaşları kendisine yardım etmedikleri halde her an karşısındaki kaleciye tehlikeli dakikalar geçirtmiştir.

    Süleymaniye’den kaleci Nedim Bey büyük bir soğukkanlılıkla tevâlî eden muhacimatı tevkif eyledi. Müdafilerden Arif Bey bu mevkiye geçtikten sonra Fenerbahçe muhacimlerini pek ziyade hırpalamış ve uzun vuruşlar ile kalesinin önünden topu uzaklaştırmıştır. Muavin hattında her zaman olduğu gibi Osman Nuri Bey müdafaa hududunun ruhunu teşkil ediyordu. Osman Nuri Bey her tarafa yetişmiş ve her surette temayüz eylemiştir. Mâhâzâ yorgunluk neticesi olarak oyunun sonlarına doğru yapmış olduğu bazı havalelerde kafi derecede intizam yoktu. Muhacim hattı münferit oynamış olduğu için Süleymaniye’nin bu kadar sayı ile mağlup olmasına sebebiyet vermiştir.

    Spor Âlemi / Asırlık Bir Maç Hikayesi

  • Fenerbahçe’nin Her Şeyi : Galip Kulaksızoğlu

    Kurucu… Kaptan… Teknik Direktör… Başkan…
    Galip Kulaksızoğlu, Fenerbahçe’nin her şeyi idi.
    Fenerbahçe’nin kurucularından Nasuhi Esat Baydar, 1948 tarihli “Öz Fenerbahçe” dergisinde Galip Kulaksızoğlu’nu anlatıyor.

    * * * * * *

    Yıl 1906.

    Şimdiki Fenerbahçe stadının yerinde etrafı açık bir çayır: Papazın Çayırı

    İki futbol kalesi. Büyük bir kalabalık. Sarı-Kırmızı, geniş parçalı, bol gömleği içinde ince uzun bir genç, Galatasaraylı Galip; bir maça başlanmadan önce, kaleye korkunç şutlar çekiyor. Kaledekiler (Galip’in şutlarını karşılamak hususi bir hüner olduğundan egzersiz zamanında fırsattan faydalanmak isteyen kaleciler) bu bomba topları tutmaya kalkıştıkça cüretlerinin cezasını parmaklarını incitmekle çekiyorlar.

    Galip, sağ ve sol, ani ve sert vuruşları, büyük çevikliği, göz pekliği ve pas dağıtma kabiliyeti ile bir iki senedir şöhret yapmış bir orta akıncı olduğu için, benim, o zamanki futbol heveslisi çocuk merakımın başlıca mevzularından biri idi: Kendisini o gün hayran hayran seyrettim.

    Saint Joseph Koleji’ndeki arkadaşlarından çoğunun iştirakiyle “Fenerbahçe Futbol Kulübü” kurulunda bu mektepte talebe olan Galip de yeni kulübün takımında yerini aldı ve -heyhat!- vakitsiz ölümüne kadar nev’i şahsına münhasır bir uzvu olarak Fenerbahçe’de kaldı.

    İlk Fenerbahçe takımının orta akıncısı Galip’ti. Yaşlandıkça geri hatlara çekildi. Bir müddet hafbeklik yaptı. Rahmetli Arif’le birlikte Fener’in geçilmez iki bekinden biri oldu. Birkaç kere kaleciliği denedi. İlk Cihan Harbi dönüşü, katıldığı bir maçta -hüzünle hatırlarım- seyirci kalabalığınca artık tanınmayan Galip, saçsız başı ve az çok ağırlaşmış vücuduyla, yadırgandığını fark edince futboldan çekildi. Takım kaptanlığından, Kulüp umumi kaptanlığına geçti. İdareci olarak bu unvanını sporla beraber hayattan çekilinceye kadar muhafaza etti. “Kaptan” denilince aklımıza Galip gelirdi. Ve gerçekten, Fenerbahçe gemisinin sevkinde, yıllar yılı, onun fikirlerinden, tedbirlerinden, hiç değilse azminden ve misalinden kuvvet aldık.

    “Kaptan” daima başta idi : Futbolda, teniste, atletizmde, avcılıkta, kriket, kürek, yüzme, yürüyüş, ne bileyim, sporun Türkiye’de tatbik edilmiş olan her şubesinde “as”dı. Ve, şüphe etmem, Tanrı onu “baş” olmak için yaratmıştı. Yalnız büyük kusuru hudutsuz gururu idi. Sınıfının birincisi olmak lazımken haksızlık edilerek ikinci çıkarıldığı için bir mükafat tevzi merasiminde Saint Joseph Koleji’nden ayrılmıştı. Bir bankanın başveznedarlığı teklif edilirken kendisinden usulen kefalet istenildiği için “Şerefim kafi kefalettir”  cevabıyla mukabele etmiş, ısrarlara rağmen bir daha o bankanın semtine uğramamıştı. İhtimal ki bu gururunu spordaki muvaffakiyetleri de takviye etmişti. Nitekim, Galip, gitgide, kendine yeter, cemiyetin hemen hemen dışında yaşar bir adam olmuştu. Yaz ve kış demez, bir sandala atlar, tutup çoğunu eşe dosta ikram ettiği olta balıklarıyla beslenir, tütününü kendi kıyar, çorabını kendi örer, kundurasını kendi tamir eder, hatta ağrıyan dişini kendi çıkarırdı. Galip’de muhakkak ki, bir Robinson Crusoe, bir Alain Gerbault ruhu vardı; kendi kendine ve kendi aleminde devamlı bir faaliyet içinde çalışır, bahtiyar ve serazat yaşardı. Fikir ve his istikbalini hiç bir şeye feda etmeyen, uyuşmalara yanaşmayan bu çetin tabiatlı adama ekseriya kızar, fakat hakperestliğine, doğru düşüncesine, kararlarındaki dönmezliğe, fıtri nezaketine hürmet ederdik.

    Galip, Midilli eşrafından Kulaksızzade Mustafa Paşa’nın oğlu idi; Fatihler çocuğu halis Türk karakterini spordaki Fair-Play’den gelme hürriyet aşkıyla mezcetmiş centilmen haliyle, günün birinde aramızdan sessizce çekiliverdi.

    Fenerbahçe’yi bütün Türkiye’ye sevdiren o tarif olunmaz spor hususiyetinin yaratıcılarından biri olarak Galip’i Fenerbahçe Stadı kapısı yanında temsil edecek bir heykel, ilk günlerinde kendini feda edenlere, sporumuzun şükran borcunu ödemeyi de bildiğini gelecek nesillere anlatırdı.

  • O Fenerbahçe için Her Şey Demekti

    O Fenerbahçe için Her Şey Demekti

    Kurucu… Kaptan… Teknik Direktör… Başkan… O Fenerbahçe için her şey demekti… Fenerbahçe’nin kurucularından Nasuhi Esat Baydar, 1948 tarihli “Öz Fenerbahçe” dergisinde Galip Kulaksızoğlu’nu anlatıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Papazın Çayırı’nda

    Yıl 1906.

    Şimdiki Fenerbahçe stadının yerinde etrafı açık bir çayır: Papazın Çayırı

    İki futbol kalesi. Büyük bir kalabalık. Sarı-Kırmızı, geniş parçalı, bol gömleği içinde ince uzun bir genç, Galatasaraylı Galip; bir maça başlanmadan önce, kaleye korkunç şutlar çekiyor. Kaledekiler (Galip’in şutlarını karşılamak hususi bir hüner olduğundan egzersiz zamanında fırsattan faydalanmak isteyen kaleciler) bu bomba topları tutmaya kalkıştıkça cüretlerinin cezasını parmaklarını incitmekle çekiyorlar.

    Galip, sağ ve sol, ani ve sert vuruşları, büyük çevikliği, göz pekliği ve pas dağıtma kabiliyeti ile bir iki senedir şöhret yapmış bir orta akıncı olduğu için, benim, o zamanki futbol heveslisi çocuk merakımın başlıca mevzularından biri idi: Kendisini o gün hayran hayran seyrettim.

    Saint Joseph Koleji’ndeki arkadaşlarından çoğunun iştirakiyle “Fenerbahçe Futbol Kulübü” kurulunda bu mektepte talebe olan Galip de yeni kulübün takımında yerini aldı ve -heyhat!- vakitsiz ölümüne kadar nev’i şahsına münhasır bir uzvu olarak Fenerbahçe’de kaldı.

    İlk Fenerbahçe Takımında

    İlk Fenerbahçe takımının orta akıncısı Galip’ti. Yaşlandıkça geri hatlara çekildi. Bir müddet hafbeklik yaptı. Rahmetli Arif’le birlikte Fener’in geçilmez iki bekinden biri oldu. Birkaç kere kaleciliği denedi. İlk Cihan Harbi dönüşü, katıldığı bir maçta -hüzünle hatırlarım- seyirci kalabalığınca artık tanınmayan Galip, saçsız başı ve az çok ağırlaşmış vücuduyla, yadırgandığını fark edince futboldan çekildi. Takım kaptanlığından, Kulüp umumi kaptanlığına geçti. İdareci olarak bu unvanını sporla beraber hayattan çekilinceye kadar muhafaza etti. “Kaptan” denilince aklımıza Galip gelirdi. Ve gerçekten, Fenerbahçe gemisinin sevkinde, yıllar yılı, onun fikirlerinden, tedbirlerinden, hiç değilse azminden ve misalinden kuvvet aldık.

    “Kaptan” daima başta idi : Futbolda, teniste, atletizmde, avcılıkta, kriket, kürek, yüzme, yürüyüş, ne bileyim, sporun Türkiye’de tatbik edilmiş olan her şubesinde “as”dı. Ve, şüphe etmem, Tanrı onu “baş” olmak için yaratmıştı. Yalnız büyük kusuru hudutsuz gururu idi. Sınıfının birincisi olmak lazımken haksızlık edilerek ikinci çıkarıldığı için bir mükafat tevzi merasiminde Saint Joseph Koleji’nden ayrılmıştı. Bir bankanın başveznedarlığı teklif edilirken kendisinden usulen kefalet istenildiği için “Şerefim kafi kefalettir”  cevabıyla mukabele etmiş, ısrarlara rağmen bir daha o bankanın semtine uğramamıştı. İhtimal ki bu gururunu spordaki muvaffakiyetleri de takviye etmişti. Nitekim, Galip, gitgide, kendine yeter, cemiyetin hemen hemen dışında yaşar bir adam olmuştu. Yaz ve kış demez, bir sandala atlar, tutup çoğunu eşe dosta ikram ettiği olta balıklarıyla beslenir, tütününü kendi kıyar, çorabını kendi örer, kundurasını kendi tamir eder, hatta ağrıyan dişini kendi çıkarırdı. Galip’de muhakkak ki, bir Robinson Crusoe, bir Alain Gerbault ruhu vardı; kendi kendine ve kendi aleminde devamlı bir faaliyet içinde çalışır, bahtiyar ve serazat yaşardı. Fikir ve his istikbalini hiç bir şeye feda etmeyen, uyuşmalara yanaşmayan bu çetin tabiatlı adama ekseriya kızar, fakat hakperestliğine, doğru düşüncesine, kararlarındaki dönmezliğe, fıtri nezaketine hürmet ederdik.

    Büyük Sporcu

    Galip, Midilli eşrafından Kulaksızzade Mustafa Paşa’nın oğlu idi; Fatihler çocuğu halis Türk karakterini spordaki Fair-Play’den gelme hürriyet aşkıyla mezcetmiş centilmen haliyle, günün birinde aramızdan sessizce çekiliverdi.

    Fenerbahçe’yi bütün Türkiye’ye sevdiren o tarif olunmaz spor hususiyetinin yaratıcılarından biri olarak Galip’i Fenerbahçe Stadı kapısı yanında temsil edecek bir heykel, ilk günlerinde kendini feda edenlere, sporumuzun şükran borcunu ödemeyi de bildiğini gelecek nesillere anlatırdı.

    Nasuhi Esat Baydar / O Fenerbahçe için Her Şey Demekti

  • Galatasaray’dan Fenerbahçe’ye Geçen Başkan : Hamit Hüsnü Kayacan

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nün ilk şampiyonluklarında çok büyük katkısı olan, ilk Türk futbolcusu Fuat Hüsnü Kayacan’ın ağabeyi, büyük Fenerbahçeli Dr. Hamit Hüsnü Kayacan’ın Galatasaray’dan istifa edip Fenerbahçe Kulübü’ne girişinin hikayesi… Nur içinde yatsın.

    * * * * * *

    O zamanki âdet gereğince Union Kulüp sahası, her sene bir gün o yılın şampiyonuna parasız olarak verilirdi. Fenerbahçeliler bu fırsattan istifade ederek; sandalye parası olarak toplanılan 4-5 Lira ile 1911 senesi yazında büyük bir çiçek bayramı tertip ettiler. Yüksek zevat arasında ve bilhassa muhitte çok büyük alaka uyandırdı. Bayram neticesinde Fenerbahçe Kulübü 61 Lira kâr elde etti. İşte bu para da lokal ihtiyacını karşılamaya kâfi geldi.

    Kadıköy’de, Altıyol ağzından Kuşdili’ne giden iki yolun birleştiği noktadaki müselles şeklindeki bina kiralandı. Ayda üç lira üzerinden 6 aylık kontrat imza edilip; masalar, koltuklar, iskemleler de içeriye yerleştirildikten sonra bütün işler olup bitmişti. Fenerbahçe, artık bir lokale de sahipti. Burası tatlı günlerin samimi havası içinden yıkanıyordu.

    Bir gün bu mütevazi yuvaya kıymetli bir misafir geldi. Galatasaray Kulübü’nün reisi Dr. Hamit Hüsnü Bey (İlk Türk futbolcusu Fuat Hüsnü’nün ağabeyi). Şimdi sözü muhterem Hamit Hüsnü Bey’e bırakalım, biraz da o anlatsın :

    “Galatasaray’ın yurt dışına yaptığı ilk Macaristan seyahatinin kafile reisi idim. Macaristan’dan döndükten sonra bir gün halen zahire borsasında bulunan sevgili ahbabım Yahya Berki muayenehaneme geldi. Dereden tepeden konuşurken bana :

    – Bugün gel seni bir yere götüreyim, dedi.

    Ve beraberce çıkarak Kadıköy’e geçtik. Yahya beni Altıyol ağzında iki sokağı birleştiren müselles şeklindeki bir evin tavan arasına çıkardı. Burası Fenerbahçe Kulübü idi.

    Genç Fenerbahçeliler beni büyük bir samimiyet ve hürmetle karşıladılar. O gün geç vakte kadar beraberce oturduk, çay içip sohbet ettik. Bu yuvanın sıcak havası üzerimde silinmez bir intiba bırakmıştı.

    Evim Erenköy’de olduğu için her akşam muayenehaneden eve dönerken bu tavan arasına uğruyor ve Fenerbahçelilerin arasında tatlı saatler geçiriyordum.

    Bir gün Fenerbahçeliler bana, bu samimi yuvanın reisliğini teklif ettiler. Bu vazifenin daha imtiyazlı bir şahsa verilmesi icap ettiğini söyleyerek bu samimi teklifi reddettim ve Fenerbahçe Kulübü’nün riyasetine gelmesi için Erenköy’deki evimin komşusu Nafia Nazırı Hulusi Bey’den ricada bulundum. Hulusi Bey bu ricamı kabul ederek, Fenerbahçe’nin fahri reisliğini üzerine aldı. Bu arada ben de Galatasaray’dan istifa ederek Fenerbahçelilerin arasına katıldım.”