Bu tabiri çok fazla kişi için kullandığımızın farkındayız ama ne yaparsınız, burası Fenerbahçe; efsaneler her yerde… Dolayısıyla “hakkında kitap yazılması gereken” isimlerden birisi olarak Dr. Reşat Dermanver‘i değerlendirmek, hiç de hata olmaz. Efsanemiz muhteşem bir hatırasını anlatmış. 30 Nisan 1957 tarihinde oynanan ve Fenerbahçe’nin 3-0’lık galibiyeti (ve İstanbul şampiyonluğu) ile sona eren Galatasaray maçında, Gündüz Kılıç sinir krizi geçirmiş ve ona müdahale eden de Fenerbahçe’nin efsane doktoru olmuş. Hatıranın en altında maçın Milliyet gazetesinde yayınlanan haberini bulabilirsiniz. Keyifli okumalar…
Kendimi bildim bileli Fenerbahçeliyim… Tüm futbolcular evlatlarım gibidir… Sabahtan akşama kadar onların tedavileri, dertleri ile uğraşırım. Bu bana büyük zevk verir. Zevklerin en büyüğünü…
Türk futboluna gelmiş, geçmiş bütün şöhretler, elimden geçmiştir. Yıllarca onlarla birlikte sevindim, onlarla birlikte üzüldüm… Ciltler dolusu hatıralar var bende… Fakat bunlardan bir tanesini hiç unutamam…
Bakın sizlere de anlatayım :
1956-1957 futbol sezonunun sonuna gelmiştik. Galatasaray liderdi. Fenerbahçe ile berabere kalması dahi şampiyon olmasına yetecekti. Neyse, uzatmayalım iki takım da sahaya çıktılar. Galatasaraylı futbolcuların morallerinin yerinde olduğu görülüyordu. Buna karşılık bizim çocuklar da, söz vermişlerdi, and içmişlerdi şampiyon olacağız diye… Ve o gün, o unutulmaz gün ezeli rakibimize tam üç gol attık. Şampiyon olmuştuk…
Aramızdan ayrılışının 2. yılında futbolumuzun unutulmaz ismi Can Bartu ile dönemin ünlü sanatçısı Patricia Carli’nin öykülerini ayrı ayrı anlatacağım bugün. Patricia Carli’nin bir şarkısından ilham alarak yazılan bu öyküyü, dilden dile dolaşan bir efsane olmaktan çıkarmaya çalışacağım. Öncelikle babası Can Bartu’nun bu ilişki ile ilgili “bir kelimelik” onayını benimle paylaşan Gülfer Arığ Hanımefendi’ye sonsuz minnetimi buraya kaydetmekten çok mutluyum. Özel arşivlerinden faydalanmama izin veren Haluk Kılıç ve aynı zamanda hikayenin Fransızca çevirilerini de yapan, Alican Küçükcan’a teşekkür etmeyi de borç kabul ediyorum. Altmışlı yıllarda biri sanatçı, diğeri futbolcu iki ünlünün hikayesi… İyi okumalar.
Altmışlı yıllarda Avrupa ve Türkiye’de ünlenen Patricia Carli, 1938 yılında İtalya’da “Rosetta” ismiyle dünyaya geldi. Annesi Cezayir asıllı, madenci olan babası ise İtalyan’dı. İlk gençlik yıllarını, doğduğu Taranto’da geçirdikten sonra, çizmenin topuğundaki bu liman şehrinden Belçika’ya yerleşti. Burada yurtdışına yaptığı turnelere sanatçılar götüren bir şirkette çalışmaya başladı. Bu turnelerde uğradığı yerlerden biri de Ankara oldu. Türkiye ve Türkçe ile burada tanıştı. Sanatçıların kıyafetlerinden ve gardroplarından sorumlu olan bu kısa boylu bir kız, şarkı söylemek istediğini etrafındakilere söylediğinde yadırgandı. Kimse sesini beğenmiyordu. Hatta Ankara Palas otelinde kendisini rica minnet dinleyen Orhan Boran, ondan şarkıcı olmayacağına karar vermişti bile. Ankara’da öğrendiği birkaç Türkçe şarkı ile sonraki durağı İstanbul’a geldi. 1961 Yılında geldiği İstanbul’da küçük gece kulüplerinde sahne aldıktan sonra Belçika’ya döndü ve şarkı söylemeyi sürdürdü. Fransa ise onun üne kavuştuğu ülke oldu. Orhan Boran yanılmıştı. Patricia, 1963 yılında “Demain Tu Te Maries” adlı şarkısı ile müzik piyasasına giriş yaptı. Yıllar sonra yaptığı açıklamada; bu şarkıyı başka bir kadınla evlenen ilk aşkına yazdığını söyleyecekti. Şarkıda sevgilisine “bana dokunma artık, seni tebrik etmeme izin ver, çünkü yarın evleniyorsun” diyordu. Patricia’nın genç bir şarkıcı olarak ünlenmeyi beklediği günlerde; Can Bartu ise doğup büyüdüğü Kadıköy’den İtalya’ya gitme hazırlıklılarına başlamıştı.
Can Gidiyor
Can Bartu, Fenerbahçe’nin 1959 yılında oynadığı Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarında Avrupalı futbol adamlarının dikkatini çekmişti. Türkiye’nin Avrupa kupalarında tur atlayan ilk takımında yer alan Can, Türkiye liginde de 23 maçta 15 gol atmayı başarmıştı. Bu dönemde İspanyol Sevilla, Real Madrid gibi kulüplerin onunla ilgilendiği haberleri gazetelerde yer almaya başladı. Fransız otoritelere göre onda “izahı güç bir futbol yeniliği” vardı. Ve “meziyetleri dünyanın pek çok futbol şöhretini kıskandıracak” seviyedeydi.
1960-61 sezonunun sonunda askere giden Can, o sezon sadece 5 gol atabilmişti. Türkiye’nin 27 Mayıs rejimi ile tanıştığı günlerde “Asker Kaçağı” olarak yargılanmış ve ceza almıştı. Nitekim o da tıpkı Vatan Gazetesi’nin 24 Eylül 1960 tarihli haberinde yer verdiği Metin Oktay gibi, Avrupa’da futbol oynamayı seçecekti. Her iki futbolcunun, kariyerlerine yurt dışında devam etmesine, haklarında çıkan bu yargı kararları da etki etmiştir. Bu dönem Can Bartu’nun hayatındaki en önemli olay ise annesinin ölümü oldu. Sima Hanım’ın ani bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetmesi Can’ın yurtdışına çıkma isteğini arttırdı.
Can Bartu’nun Avrupa macerası 1961-1962 sezonunun ilk günlerinde başladı. Ağustos ayında, kendisi askerdeyken, temsilcisi Şükrü Gülesin İtalya’da önce Lazio kulübü ile görüşüp prensip anlaşmasına varmıştı. Sonradan transferde pürüzler nedeniyle Fransız St. Etienne kulübü de Can’ı transfer etmek için teklifte bulundu. Her iki kulübün girişimlerine rağmen transferi bir türlü gerçekleşmeyen Can, askerden gelince Fenerbahçe takımına katıldı. Eylül sonundan Kasım başına kadar Fenerbahçe’nin oynadığı 6 maçta 3 gol atması onunla ilgilenen Avrupa kulüplerini tekrar harekete geçirdi.
Hidegkuti
Macarların ünlü futbolcusu Hidegkuti, Can Bartu’nun İtalya kariyerini başlatan isimdir. Hidegkuti, teknik direktörlük kariyerine başladığı MTK Budapeşte’de 1 yıl çalıştıktan sonra, 1960 yılında Fiorentina’da göreve başlamış ve o sezon takımı Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nı müzesine getirmişti. Fenerbahçe’nin 1959 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası’ndaki Macar rakibi Csepel ile oynadığı maçlarda Can’ı seyreden Hidegkuti; birkaç aydır transferi yılan hikayesine dönen oyuncuyu ısrarla isteyerek transferini gerçekleştirdi. Aynı günlerde Roma’nın da transfer etmek istediği futbolcu Kasım ayı transfer döneminde 50.000 dolar karşılığında Fiorentina’ya katıldı. Bu paranın 17.000 doları ise bonservis ücreti olarak Fenerbahçe’nin kasasına giriyordu.
Macar Teknik Adam Hidegkuti Nandor
Fiorentinalı Can Fenerbahçe’ye Karşı
Can Bartu, Fiorentina ile idmanlara başladığında Türk basınında, İtalyanlar tarafından beğenildiğine dair haberler de çıkmaya başlamıştı. İlk sınavını 3 Aralık 1962’de Torino karşısında verdi. 2-0 Galip gelen kadronun bir parçası oldu. Aynı günlerde Fenerbahçe, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası ilk tur maçında Nürnberg’e İstanbul’da 2-1 yenilmiş, rövanş maçı için geldiği Almanya’da da 1-0 yenilerek turnuvadan elenmişti. Bu maç sonunda Fenerbahçe, önceden karar alındığı üzere Fiorentina ile maç yapmak için Floransa’ya geldi. Bu maç Can Bartu’nun Fenerbahçe’ye karşı forma giydiği ilk ve tek maç olarak tarihe geçti. Maçı Fiorentina 2-1 kazanıyor, yeni takımının galibiyet golünü Can atıyordu.
Can Bartu Fiorentina formasıyla Fenerbahçe’ye karşı
İlk Gol, İlk Zorluklar
Can Bartu Fiorentina’nın ilk 11’inde yerini sağlamlaştırmıştı. Lecce ve Atalanta’ya karşı mücadele eden Can’a yeni yıl, yeni takımında ilk golünü de beraberinde getirdi. 7 Ocak 1962’de Forentina, Bologna karşısına çıkmış, 1-0 kazandığı maçta atılan tek golü Can Bartu atmıştı. Bu maçtan sonra gazetelere verdiği röportaj’da İtalyan futbolunun sertliğinden yakınan Can Bartu’ya göre ülkeye adapte olmasının önündeki en büyük engel yabancı dil sorunuydu.
“Şimdilik Türk, İtalyan ve Fransız karışımı bir şive ile konuşuyorum. İtalya’da karşılaştığım en büyük zorluk lisan meselesi. En büyük derdim bu. İtalyancayı öğrenince her şey hallolacak.”
Can Bartu, transferinden sonra Türkiye’ye ilk kez 1962 Şubat ayında geldi. Sonraki günlerde tekrar nüksedecek olan omzundaki sakatlığı devam ediyordu. Hem bu sakatlık hem de Fiorentina’nın maçının olmamasını fırsat bilip aldığı izni ülkesinde geçirmek istemişti. Gazetecilerin büyük ilgi gösterdiği Can’ı havalimanında karşılayanlar arasında nişanlısı Oya Hanım da vardı. Can Bartu geldikten iki gün sonra verdiği röportajda İtalya’daki günleri hakkında şunları söylüyordu:
“Şu an istediğim oyunu oynayamıyorum. %35-40 Performans gösterebiliyorum. Takımın beyniyim ancak istediğim pasları alamıyorum. İlk hedefim takımda yer almaktı. Onu gerçekleştirdim. Sonraki hedefim ise daha iyi oynamak. İtalyanların Türk futbolu hakkında hiçbir fikri yok. İtalyan seyircisi hatayı affetmiyor. Ancak ben İtalyan seyircisinin gönlünü kazanmayı başardım. İtalyan takımlarında kimse kimseye yardım etmiyor. Büyük paralar döndüğü için her futbolcu kendine oynuyor. Şurası gerçek ki İtalya’da futbol galibiyete ve paraya dayanıyor.”
Finaldeki İlk Türk
Can Bartu izninin sona ermesinin ardından İtalya’ya döndü. Sezonun bitimine kadar 6 maçta daha takımda yer aldı. 1961-1962 sezonunda toplamda 14 maçta forma şansı bulmuştu. Fiorentina sezonu şampiyon Milan ve İnter’in ardından 3.sırada tamamlamıştı. Fiorentina’nın Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda 10 Mayıs 1962 yılında Atletico Madrid ile yaptığı final maçı ise bir Türk sporcunun uluslararası bir futbol organizasyonunun finalinde ilk kez forma giydiği maç olarak tarihe geçti. Fiorentina’nın 3-0 kaybettiği maçta Can Bartu ilk 11’de sahaya çıkmıştı.
Venezia : “Forsa Turco”
Kupa finalinin ardından 1963 sezonu öncesinde Can Bartu, Fiorentina tarafından satış listesine konuldu. Hem kulübü hem de kendisi, bu durumun sergilediği performans ile ilgili olmadığını, aksine maddi sebeplerden kaynaklandığını kamuoyuna açıkladılar. Venezia kendisi ile ciddi şekilde ilgileniyordu. 1962’nin Haziran ayı iki kulüp arasında Can Bartu’nun transferi için sıkı pazarlıklar yapıldı. Sonuçta kiralama konusunda anlaşıldı. Venezia, Can’dan vazgeçmeye hiç de niyetli değildi. Böylece Can, Temmuz ayı başında resmen Venezia’ya kiralandı.
Floransa’dan önce Yunanistan’ın Pire şehrindeki abisini ziyarete eden Can, oradan yeni takımı ile birlikte mücadele vereceği Venedik şehrine gitti. Venezia forması ile ilk maçına Catania karşısında çıkan Can Bartu, bu özel maçta 1 gol ve 1 asistlik performansı ile dikkat çekti. Maç sonunda taraftarların kendisi için yaptığı “Forsa Turco” panosunun önünde çocuk taraftarlar ile çektirdiği fotoğraf basında yer aldı. İtalya’daki ikinci yılını yaşayan Can Bartu, 26 Nisan 1962’de bir süredir nişanlı olduğu Oya Sart ile evlendi. İstanbul’da gerçekleşen düğüne spor camiası büyük ilgi gösterdi.
Venezia İtalyan liginde başarısız bir sezon geçiriyordu. Bir ara adı Juventus ile anılan Can Bartu, antrenörü Quario tarafından “Şahsi oynayan bir oyuncu” olarak değerlendirilse de bu durumun aralarında bir sorun oluşturmadığı da basına yansıdı. Antrenörüne göre Can, “Fakir Venezia’nın yegane serveti” idi. Ancak beklenen olmadı ve kötü geçen sezon Venezia’nın küme düşmesi ile sonuçlandı. Kiralık olarak sözleşmesi biten Can Bartu ise Fiorentina’ya döndü. Venezia’da 30 maçta forma giymiş ve 8 gol kaydetmişti.
Can Bartu Venezia formasıyla
Kötü Sezon – İyi Şöhret
1964 yılı Can Bartu’nun kariyerinin en kötü sezonu olarak tarihe geçti desek yanlış olmaz. Bu sene Can, Fiorentina forması ile sadece 10 maça çıkmış ve hiç gol kaydedememişti. Omuzundaki sakatlık nüksediyor, bu da futboluna olumsuz etki ediyordu. Buna rağmen İtalya’daki şöhretinden bir şey kaybetmedi. 28. yaş günü için binlerce mektup aldı. Giyim tarzı ve yakışıklılığı ile ilgi odağı olmaya devam ediyordu. Bu dönemde ülkede yayınlanan dergilerde yer aldı.
Fiorentina 1963-1964 sezonunu 4.bitirmiş, mali kriz kulübün kapısını çalmıştı. Yönetim, şöhretli Türk oyuncusunu tekrar satış listesine koymaktan başka çare bulamadı. Can Bartu’nun yeni takımı Roma şehrinin Lazio takımı olacaktı.
Fenerbahçe – MTK
Can Bartu Fiorentina’da kötü bir sezon geçirirken İstanbul’da Fenerbahçe takımı için işler iyi gidiyordu. 1964’ün Mart ayına gelene kadar takım ligde oynadığı 25 maç’ta sadece 2 mağlubiyet ve 7 beraberlik almış, Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda ise ilk iki turu geçerek Macaristan’ın MTK takımının çeyrek finaldeki rakibi olmuştu. İlk maçı Budapeşte’de 2-0 kaybetmesine rağmen ikinci maçta rakibine 3-1’lik üstünlük sağlayan Fenerbahçe, dönemin statüsü turu geçen tarafın belirleneceği 3.maç için Roma’ya gitti.
Roma’da oynanan 3.maçı izleyenler arasında eski takımına destek vermek için stadyuma gelen Can Bartu da vardı. Fenerbahçe MTK maçı 18 Mart 1964’te oynandı. Maç boyu dengeyi bozmaya çalışan iki takımdan başarılı olan taraf MTK oldu. Bitime 4 dakika kala Fenerbahçe kalesine giden şut ile Fenerbahçe’nin Avrupa macerası sona erdi. Maç sonunda eski takım arkadaşlarını teselli eden Can Bartu, en az onlar kadar üzgündü.
“Yarım Kalmış Duygular”
Can Bartu İtalya’nın başkentinde top oynamaya başladığında Patricia Carli ise aynı ülkenin bir başka kıyı kentinde yapılan yarışmayı kazanan şarkının sahibi olarak Avrupa’nın tanınan müzisyenlerinden biri olduğunu kanıtlıyordu. Henüz 16 yaşındaki Gigliola Cinquetti’nin seslendirdiği “Non ho l’eta” şarkısı 1964 Sanremo Müzik Festivali’nin birincisi olmakla kalmıyor, aynı yıl Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da yapılan 9.Eurovision Şarkı Yarışması’nda İtalya’ya birinciliği getiriyordu.
Patricia Carli’nin bu yarışmadan sonra zirveye ulaşan popülaritesi Türk gazetelerinin de dikkatini çekti. Yazının başında sözünü ettiğim “Demain Tu Te Maries” şarkısı Türkiye’de en çok dinlenen yabancı şarkılar listesinde 4.sırada yer buldu. Sanatçı hakkında Cumhuriyet Gazetesi’nde bir haber yapan Sadun Cenk, şöyle diyordu:
“Bugün Avrupalı müzisyenlerin adını dillerinden düşürmedikleri bu genç kızın bundan 3 yıl önce İstanbul’un bir lokalinde karın tokluğuna çalıştığını bilir misiniz?
En büyük konser afişinden satış rekorları kıran plaklara en lüks gazinolardan neonlu ilanlarına kadar Fransa’da her yerde adına rastlanılan bu kadın, başarısını bir tek sebebe bağlıyor: “Yarım bırakılmış duygulara”
Popülaritesinin artması ile dönemin yabancı şarkılara Türkçe aranjmanlar yapan müzik insanları Sezen Cumhur Önal ve Fecri Ebcioğlu’nun Patricia’nın şarkılarını Türkçe’ye uyarlamak konusundaki rekabetleri de başlamış oldu. 1964 Tarihli “Les Mal Aimes” şarkısı, her iki müzik insanı tarafından Türkçe’ye uyarlandı. Bunlardan biri “Özlerim İstanbul’u” adındaki Sezen Cumhur Önal şarkısıydı ve Patricia’nın kendisi tarafından seslendirilmişti. Fecri Ebcioğlu’nun uyarlaması ise Ajda Pekkan tarafından “İlkokulda Tanışmıştık” adıyla seslendirildi. Kısacası artık Patricia Carli, Türk müzikseverlerinin tanıdığı bir isimdi.
1964 Sanremo Müzik Festivali Birincilik Ödülü’nü kazanan Patricia Carli
Milli Forma ile İlk Gol
Can Bartu’nun 1956 yılında Polonya maçı ile başlayıp 1969 yılındaki Sovyetler Birliği maçına kadar süren 28 müsabakalık milli takım macerasında, İtalya’da top koşturduğu yıllara denk gelen 3 maç vardır. Bunlardan ilki 1 Kasım 1964’te Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan Tunus maçıydı. Türkiye’nin 4-1’lik galibiyetinin 3. Golünü atan Can için bu golün özelliği milli forma altında attığı ilk gol olmasıydı. Bu maç öncesinde Türkiye Futbol Federasyonu, Lazio yönetiminden izin alarak Can’ı Ankara’ya getirtmişti. Diğer iki maç ise Ali Sami Yen Stadyumu’nun açılışının yapıldığı Bulgaristan ve Türkiye’nin 1-0 yenildiği Portekiz maçlarıydı. Golsüz berabere biten Bulgaristan maçı, aynı zamanda tribünlerde çıkan arbede sebebiyle çokça kişinin yaralanması ile tarihe geçecekti.
Can Bartu’nun Milli Takımdaki İlk Golü
Roma’da Can Haftası, İstanbul’da Patricia Rüzgarı
Milli maçlardan sonra Lazio takımına katılan Can Bartu, İtalya’daki kariyerinin en güzel günlerini yaşamaya başladı. Ligde küme düşme potasında yer alan Lazio takımı ile ilk 11’de sahaya çıktığı üç maçta 2 gol atan Can Bartu, 25 Ocak 1965’te Genoa’ya attığı golü, “Hayatımın en güzel golü” diye nitelendirmişti. Bu maçlarda aldığı sonuçlarla Lazio takımı ligde orta sıralara çıkıyor, güvenli bölgeye yerleşiyordu.
Bu günlerde Can Bartu için Turizm ve Tanıtma Bakanlığı Roma Bürosu’nda “Can Haftası” düzenleniyor, bir hafta fotoğraflarının yer aldığı bir serginin açılışı yapılıyor, böylece Can Bartu Türkiye’nin sadece futbol değil aynı zamanda turizm elçisi de oluyordu. Lazio – Milan maçında çektiği şut gazetelere haber oluyor, değerinin 2 milyon liraya yükseldiği haberleri spor sayfalarının manşetini süslüyordu. Kendisi hakkında yapılan değerlendirmelerin ortak noktası: “İtalya’nın en teknik oyuncusu” olmasıydı.
Şarkılarının tanınmaya başlamasıyla popüler olan Patricia bu günlerde İstanbul’a geldi. Havalimanında hayranları ve gazeteciler tarafından karşılanan sanatçının şehirde katıldığı etkinliklerden en önemlisi Robert Kolej’de verdiği konser oldu. Konserin haberi gazetelere “Patricia Carli Kolejlileri ağlattı” şeklinde yansıdı.
Tek Maçlık Fenerbahçe Forması
Lazio 1964-1965 sezonunun son haftasında Mantova’yı yenerek ligden düşmekten kurtulmuş, Can Bartu için alışılageldiği üzere transfer dedikoduları da başlamıştı. Eşi ve kızı ile tatilini geçirmek için İstanbul’a dönen Can Bartu, gazetecilere verdiği röportajda konunun belirsizliği ile ilgili şu ifadeleri kullanmıştı: “İtalya’da transfer Türkiye’dekine benzemiyor. Şu anda hangi kulüpte futbol oynayacağımı ne Lazio ne de Fiorentina idarecileri biliyor. Bende bunu İtalyan gazetelerinden öğreneceğim”
Can Bartu, tatilini geçirdiği süre içerisinde Fenerbahçe’den takım arkadaşı “Mehmetçik” Basri Dirimlili’nin jübilesinde forma giymiş, 3 Temmuz 1965’te oynanan maçta “Şöhretler Karması”nın karşısına Fenerbahçe forması ile çıkmıştı.
Sakatlık
1965-1966 sezonunda yeniden Lazio forması giymesi kesinleşen Can Bartu, takıma yapılan takviyelerden dolayı kendini daha fazla göstermek durumundaydı. İtalya’ya döndükten sonra gazetelerin değerlendirmelerinde yer almaya başladı. Corrierra Della Sport, onu ligin en iyi 3.sağ açığı olarak lanse etti. Takımın ilk 11’inin değişmez oyuncusu olmuştu.
Bologna’ya attığı gol, takımının 1 puan almasını sağlamıştı. Ancak Lazio’nun Cagliari’ye 3-0 yenildiği maçta lif kopması nedeniyle yaşadığı sakatlık, bir anlamda İtalya kariyerinin sonunun başlangıcı oldu. Bu sakatlık dolayısıyla hem o hem takım istikrarını kaybetti. Ligde forma giydiği 24 maçta sadece 2 gol kaydedebilmişti. Lazio ise tıpkı geçen sezon gibi ligi, alt sıralarda sayılabilecek 13.sırada tamamlamıştı.
Lazio 1965-1966 Sezonu
“Ne Olur Beni Oynatın”
Lazio 1966-1967 sezonuna adeta kaldığı yerden devam ederek başladı. Antrenör Mannocci ilk 11’de Can’a yer vermiyordu. Takım ligin açılış maçında Fiorentina’ya 5-1 yenilince taraftarlar ilk 11’e giremeyen oyuncuların isimlerini bağırmaya başladılar. Bunlardan biri de Can Bartu’ydu. İlk 8 haftada alınan 5 mağlubiyet ve 2 beraberlik sonrasında Lazio yönetimi Mannocci ile yollarını ayırdı. Artık Lazio’nun yeni antrenörü Maino Nerri’ydi.
Nerri, gazetelere verdiği beyanatta takımı Can’ın üzerine kurduğunu ancak sakatlığının planlarını bozduğunu söyledi. Geçen seneden beri ara ara nükseden sakatlığı artık psikolojisini de bozmaya başlamıştı. 1966 Aralık ayında 3 maç forma giydiği günlerde kendisini uzun süredir takip eden KızılyıldızAntrenörüMiliç bu günlerde Gazeteci Reha Erus’a verdiği röportajda şunları söyledi:
“Can 6 sene önce Türkiye’de izlediğimde daha hızlıydı. Ancak şimdi oyunu oturmuş vücut çalımları bir harika. O futbolun şairidir. Can bugün İtalya’nın en klas futbolcusu hüviyetini taşımaktadır. Fakat Can’ın “kendini kontrol etme hissi” İtalyan ligi için yeterli değildir. İtalyan ligi çok çekişmeli geçer. Vurucu ve kırıcıdır. Halk bugün seni alkışlar yarın kötü oynarsan ıslıklar. İşte Can buna dayanamıyor”
Miliç’in de ifade ettiği, İtalya kariyeri boyunca başına dert olan, bu uyum sorunu sakatlığı ile birleşince 1967 yılının ilk günü kadro dışı kaldığı kendisine bildirildi. Türkiye’ye geri döneceğine ilişkin dedikodular da tam bugünlerde ortaya çıktı. Hem İtalyan hem de Türk gazetelerinde yer alan bu yönde haberlere karşı Can Bartu’nun cevabı ise kesindi.“Türkiye’ye dönmek diye bir şey söz konusu olamaz. İki yıl daha İtalya’da kalmayı düşünüyorum. Zaten yurduma oyuncu olarak değil ancak antrenör olarak dönebilirim”
Kadro dışı kaldığı günler Can Bartu’nun İtalya kariyerinin en zor günleri oldu. Üç aya yaklaşan bu sürecin sonunda deyim yerindeyse isyan etti. Gazetelerde “Ne olur beni Milan’a karşı oynatın” başlığı ile çıkan haberde Can’ın şu sözlerine yer veriliyordu:
“Topun şeklini unuttum. Yeter ki oynayayım. Bacağımda müthiş bir ağrı vardı. Onun için koşamıyordum. Bu yüzden kadro dışı kaldım. Ben bir futbol aşığıyım, futbol oynamadığım zaman kötü oluyorum”
Can Bartu’nun bu içten isyanı karşılık buldu. Lazio takımının kaderini belirleyecek Milan ve Roma maçlarında sahaya çıkan 11’lerde Can da yer alıyordu. İki maçı da yenilmeden bitiren Lazio takımı küme düşme potasına girmiyor, Can ise bu iki maçın İtalya kariyerindeki son maçlar olduğunu bilmiyordu. 5 Mart 1967 tarihindeki Roma maçı Can’ın son kez Lazio forması giydiği maç olarak tarihe geçiyordu.
Fenerbahçe Can’ı Getiriyor
Fenerbahçe’nin Can Bartu’yu transfer etmek için harekete geçtiği haberleri Nisan ayında gazetelerde yer almaya başladı. Mayıs ayına gelindiğinde ise Fikret Arıcan’ın Can’ı getirmek için İtalya’ya seyahat hazırlığına başladığı dile getirildi. İtalya’da mutsuz olan Can’ın Fenerbahçe’ye dönüşü ise Başkan Faruk Ilgaz’ın olaya bizzat el koymasıyla mümkün olacaktı. 20 Mayıs 1967’de Roma’ya uçan Ilgaz, uzun süren pazarlık sürecinin ardından Lazio’lu yöneticileri ikna edecek ve Can Bartu 144.000 lira transfer bedeli karşılığında yeniden yuvasına dönecekti.
Can, Türkiye’ye dönerken Patricia’nın İstanbul’u ziyaretleri her yıl tekrarlanan bir etkinlik halini almıştı. Sanatçı 1966 ve 1967 yılında gerçekleştirdiği ziyaretlerde konserler vermiş, şarkıları ise en çok dinlenenler listesinde yerini korumuştu.
Samanyolu
Patricia, Türkiye’de kendisine gösterilen ilgiyi, “Samanyolu” şarkısını dünyaya tanıtarak karşılıksız bırakmadı. Sözleri Teoman Alpay’a, bestesi Metin Bükey’e ait olan ve Berkant’ın seslendirdiği şarkı 1968 yılında çıkmış ve 100.000’lik satış rakamıyla Türkiye’nin ilk altın plağını kazanmıştı. Patricia, yazdığı Fransızca sözlerle bu şarkının tüm dünyaya yayılmasını sağladı. “Oh Lady Mary” adıyla dünyaya yayılan şarkı bir çok ünlü sanatçının repertuarına girdi. Fenerbahçe futbol takımının tam 5 kupa kazandığı 1968 yılında piyasaya çıkmış olan “Samanyolu” günümüzde bile tribünlerde söylenmekte ve bir takıma ithaf edilen en özel şarkı olma özelliğini taşımaktadır.
1968 Patricia’nın Türkiye’deki en verimli yılı oldu. Uluslararası İzmir Fuarı’nın konuklarından biri olan sanatçı bu yıl sırasıyla “Seni Andıkça” ve “Bir Gün Sana Döneceğim” adlı şarkıları yayınladı.
Sezen Cumhur Önal imzalı bu şarkılardan sonra Fecri Ebcioğlu’nun “Que C’est Triste” adlı şarkıya yaptığı aranjman piyasaya çıktı. “Üç Kalp” adıyla yayınlanan ve günümüzde hala bilinen şarkıyı bir çok sanatçı seslendirdi. Bu şarkının bilinilirliği bir anlamda Sezen Cumhur Önal – Fecri Ebcioğlu rekabetinin galibini de belirledi. Kazanan Fenerbahçeli Fecri Ebcioğlu’ydu.
“Can Büyüktü”
Fenerbahçe’ye döndükten sonra ilk birkaç ay, uzun süredir futbol oynamadığı için takımdan uzak kalan Can Bartu, sonraki günlerde takımdaki yerini aldı. Forma giydiği 3 sezon boyunca Fenerbahçe takımı ile 46 maça çıktı. İki lig şampiyonluğunun ve Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Manchester City zaferinin önemli bir parçası oldu.
Kendisi gibi yurtdışında kariyer yapan Galatasaray’ın efsane futbolcusu Metin Oktay’ın 1969 yılındaki jübile maçında Fenerbahçe Kaptanı olarak sahaya çıktı. Metin Oktay ile forma değiştirdikleri an, Türk futbol tarihinin en önemli anlarından biri olarak ölümsüzleşti. 6 Eylül 1970 yılında oynanan Beşiktaş maçı ile jübile yaptı. İtalyanlar onu ülkelerine son 15 yılda gelen en iyi 3 yabancıdan biri olarak nitelendirdiler. Jübilesinin ardından “Baba Gündüz” lakaplı Gündüz Kılıç’ın Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazdıkları ise Can Bartu ile ile ilgili çok şeyi özetliyordu.
“Can büyüktü… İstanbul’da da, Floransa’da da, Roma’da da fakat o’nun ne kadar büyük olduğunu tam anlamıyla ne biz, ne onlar, ne de kendisi anlayabildi galiba.. Can sanki bir kabuk içinde yaşıyordu zira.. Diyelim ki bir türlü açılıp içindeki inciyi etrafa iyice göstermeyen bir istiridye kabuğu… Belki de zor, özlemli geçen bir çocukluk devresi yüzünden, insanlara güvensizlikten onlardan korunmak için ister istemez sığınmıştı oraya. Zerre kadar çaba da göstermiyordu bu kabuktan sıyrılmaya. Aksine onun içinde kendini emniyette bulup astar üstüne astar, yaldız üstüne yaldız vuruyordu kabuğuna. Rakiplerini gülünç hale sokan şâhâne fakat pek müstehzi çalımlar atıyordu. Ünlü Hamrin’e: «Bu klâsınla hem ihya edebilirsin. Ne olur bana yardım et.» dedirtip yalvartıyordu. İtalyan basınına «Can mı? Rivera mı?» diye sordurtuyor. Bütün bunlar onca kabuğunu büsbütün sağlamlaştırmaktı. Fakat bence bu bunalım içinde Can olduğu gibi ortaya çıkıp da oynayabileceği o daha büyük futbolu içtenlikle ve devamlı olarak oynamadı bir türlü. Kısaca Can kabuğunun içindeki değer biçilmez inciyi tam olarak bizlere göstermeden futbolumuzdan kopup gidiyor işte.. Ama ne dersek diyelim, gene de çok büyüktür Can. Futbolumuzun ölümsüzleri arasında daima anılacaktır Can. Eğer ileri geri lâf ettiysek bağışla. Bu muhteşem futboluna doyamayışımızdandır Can”
Sessiz Gemi
Patricia Carli 1968-1969 yıllarında yarattığı şarkılardan sonra 3,5 yıl sessiz kaldı. Bu sessizliğin sonunda ise Türk müziğinin bir başka efsane şarkısının ortaya çıkmasına aracılık etti. “Sans toi je suis seul” adlı bestesi 1975 yılında Şair Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiiri ile birleşerek hayatlarımıza girdi. Hümeyra’nın sesi ile de günümüze kadar ulaştı.
Ve… “Canım”
Türkiye’de, “Ma Cherie” bu şekilde söyleniyor. Bu kelimeyi sen bana öğretmiştin. Güler, şarkı söyler, hiçbir şeyi önemsemez, eğlenirdik. Ben, mutsuz bir artist, senin yanında kederlerimi unuturdum. Canım… Sen aşkı dostlukla iyileştirmek istedin. O artist, o bencil kadın unutamadı işte gördüğün gibi. Benim için geleceğini biliyordun. Sen sakin, sen uysal… Sevilmek umuduyla sevmedin beni Canım… Günler su gibi geçtiğinden beri kendimi tekrar senin yanında buldum. Ya sen, sen ne alemdesin? Kendimi seni düşünürken buluyorum. Evlendin mi? Hayatında herşey yolunda mı? O da sana “Canım” diyor mu? Canım… Bir daha bana hiç canım denmedi. Ben bugün seni de “canım”ı da çok özlüyorum.
Mutlu Son
Patricia Carli 1970 yılı itibariyle şarkı söylemeyi bırakarak kariyerine söz yazarı olarak devam etti. Bir çok ünlü Fransız sanatçıya söz yazdı. Türkiye’ye en son ziyareti 1976 yılında oldu. Uzun bir aranın ardından, 1978’de yaptığı “L’Homme De La Plage” albümü ile müzik piyasasına dönmeyi denedi. 1982’de yayınlanan “La Balladine” ise onun son albümü oldu. Patricia Carli şu an 83 yaşındadır ve Fransa’da yaşamaktadır.
Patricia Carli, eşi ile birlikte İstanbul’da – 1976
“Canım” şarkısına, Can Bartu’nun 2019 yılındaki ölümünün ardından, yayınlandığı platformlarda yapılan yorumlarda, şarkının Can Bartu’ya ithafen yazıldığı söyleniyordu. Can Bartu hayattayken yanında olan, eşinin ilk evliliğinden olan kızı Gülfer Arığ ile iletişimim bu iddiayı doğrulatmak için gerçekleşti. Büyük bir zerafet örneği göstererek sorumu cevaplayan Arığ, “Can Bartu’nun bu şarkının kendisi için yazıldığını kabul ettiğini ancak detay vermediğini” söyledi. Gündüz Kılıç’ın deyimiyle “bir kabuk içinde yaşayan Can”dan gelen bu bilgi benim için hikayenin yazılmasına yeterli bir sebepti.
Can Bartu ile Patricia Carli’nin hayatlarının ne zaman kesiştiğini bilmiyoruz. Konuya ilgi duyan birisi Fransa’da Patricia Carli ile konuşmadan da öğrenemeyeceğiz. Aslında bu bilinmezlik hikayeyi özel kılıyor. İlk evliliğini 1962 yılında yapan ve 1976’ya kadar devam ettiren Can Bartu’nun, Patricia ile ilişkisini, aslında en iyi sanatçının kendisi tarif ediyor: “Yarım kalmış duygular”
Bütün hikayeyi bu bilinmezliğin sihrini bozmadan yazmaya çalışıp, kapalı olan defterin sayfalarını aralamak istemememin sebebi de bu. Bu sebep ki aynı zamanda hikayeyi şarkılarla süslememin de nedeni. Umuyorum ki; iki kişinin ayrı ayrı hikayelerinin birleştiği bu satırlardan, şarkıların eşliğinde, herkes kendi istediği masalı yaratır.
Patricia’nınkini bilemesek de Can’ın 2 sene önce sona eren hayat hikayesinin mutlu bittiğine eminiz. İkinci evliliğini 2003 yılında yapan ve bu beraberliği tam 16 yıl boyunca sürdüren; yeni doğan çocuklara bugün bile “Bartu” isminin verilmesine sebep olan, milyonlarca insan tarafından tanınan, kendi deyimiyle “Fenerbahçe marşında adının geçmesinin ne demek” olduğunu bilen bir insanın hayat hikayesi mutlu sonla bitmemiş olabilir mi?
Osman elinde gazete, telaşla dükkana girdi, müşterilerin arasında kaybolmuş Zeki’ye hışımla yanaştı:
“Duydun mu haberi?”
“Ne haberini?”
Gazeteyi tezgaha fırlatıp, “Al işte, artık kesin, bunlar bir oyun ediyorlar. Maç iptal olmuş, yeni mevsimde oynanacakmış” diye çıkıştı.
Zeki yine tüm sakinliğiyle, “Memlekette düzgün ne kaldı ki birader, olur tabİi. Ben sana neler neler anlatıyorum işte. Ne siyaset iyi, ne dünya. Futbolun, sporun iyi olmasından umudumuz niye ki? Hep diyorum, profesyonellik olduktan sonra bu işler değişmiş, her şey para olmuş pul olmuş. Eskiden böyle değilmiş” diye devam etti.
Osman hızını alamamıştı, “Şu koca koca adamların dediğine bak, bir de bahtlarına UEFA delegesi de buradaymış, adamı köprüde yakalayıp izin almışlar. Hem bütün yazılarda da diyor ki, şike mike yok, koca kulüpler yapmazlar. Bizim izlediğimiz neydi o zaman? Boşa gitti 10 liralar!”
Konuşmayı uzaktan dinleyen Salih amca, müşterisi dükkandan çıkınca yanlarına doğru yanaştı, “Çocuklar yapmayın etmeyin, 60 senelik camialar bunlar. Hem iki başkanın da topçuluklarını bilirim ben. İkisi de pırlanta gibi insandır. Ne Fenerbahçe ne Galatasaray böyle oyunlar yapacak kulüpler değil, etmeyin” dedi.
Zeki dedesini duymazdan gelip devam etti, “Birader, Mehmet bize önceden söylemişti. Bu hasılatlar, toto paraları büyük işler. Bunlar ne yaptı ne etti anlaştı, ikinci maça işi bağladı. Ama biz iyi ki bağırıp çağırdık bak korktular. Maçı Mithatpaşa’da oynamaktan çekindiler ve nihayet ertesi mevsime bıraktılar!”
Tezgahtan gazeteyi alıp Mehmetlerin dükkana doğru fırladılar.
Kapanış Maçı
İstanbul’da sıcak bir yaz oluyordu. Şehrin üç büyük takımını tutan üç çocukluk arkadaşı Sultanhamam’da ailelerinin dükkanında çalışıyorlardı. O güzel İstanbul’un güzel zamanlarının en büyük eğlencelerinden birisi futboldu.
1964/65 futbol mevsimi de heyecanlı başlamıştı aslında. Üç takım sezona iddialı girmişti girmesine ama sezonun sonunda kazanan ikinci defa üst üste Fenerbahçe olmuştu. Sezonun öncesine damgasını vuran hadise Karşıyaka’nın şike yaptığı gerekçesiyle Milli Lig’den düşürülmesiydi. Kümede kalma yolunda önem teşkil eden Kasımpaşa maçında rakibin 6 oyuncusuna para ödediğine hükmedilen Karşıyaka, 4-0 kazandığı maçı hükmen kaybetmiş sayıldı ve küme düşürüldü. Bu sonuçla bir sıra üste çıkan Beykoz ise ligde kaldı. Ara ara şike iddiaları atılırdı ama bu karar önemli bir gelişmeydi.
Baharın son günlerinde ligi uzun süre önde götüren Fenerbahçe, Ankara’da Hacettepe’yi 2-0 yenip ligin son haftasındaki Beşiktaş maçı öncesi şampiyonluğunu ilan ediyordu. Bu işe en çok sevinen tabi ki Zeki’ydi. Yıl boyunca arkadaşları Osman ve Mehmet’le didişip durmuştu ama aslına bakarsanız rahat bir şampiyonluk olmuştu. Geçen yılın ardından hoca değiştirmelerine rağmen Fenerbahçe, ligi Beşiktaş’ın 6, Galatasaray’ın 8 puan önünde birinci tamamlamıştı.
Sıcak bastırmıştı, fakat daha oynanacak kupa maçları vardı. Yarı finalde Galatasaray’ın rakibi Ankara Demirspor, Fenerbahçe’nin rakibi İstanbulspor’du. Ezeli rakipler ilk maçları 1-1 biten eşleşmeleri ikinci maçlarda kazanarak finale adlarını yazdırıyordu. Sezonun sonunda Mithatpaşa Stadı’nda futbolseverleri harika bir kapanış maçı bekliyordu.
22 Haziran – Maça 5 gün kala
“Epey kısmetliymişsiniz Osman?” dedi Mehmet. Ankara Demirspor’u zorlandığı maçta İsmet’in son dakikada attığı golle devirebilen Galatasaray’da pek iş olmadığını düşünüyordu.
Osman çıkıştı. “Bizde Metin var,” dedi. “Dün de atmış bomba şutunu. Hem ne olacak son dakikalarda yendiysek, dünyanın sonu değil ya. Kupa bizim işimiz, iki senedir nasıl kazanıyorsak yine alırız.”
Zeki uzaktan dinliyordu, şampiyonluğun keyfiyle sözün kendisine gelmesini beklerken gülümsüyordu. “İki kupa bizim olacak, takım şampiyonluğu kazanmasına rağmen Beşiktaş’ı devirdi. Dün de Ziya İstanbul’a golünü atmış, kesin alırız maçı.”
“Maça gidiyor muyuz?” diye sordu Mehmet sonra. Kafasını salladı Zeki ile Osman. “Pazar gecesi 8 buçuktaymış maç, berabere biterse uzamıyormuş ama, Çarşamba tekrar oynanacakmış. O maç da berabere biterse uzayacakmış, uzatmada da gol olmazsa kura çekilecekmiş.”
Omzunu silkti Zeki, “Pazar gecesi biter iş, alırız”. Osman hırslanıyordu ama sesini de çıkarmadı, çay söylemek için çıktı dükkandan.
“Kızdırma oğlum şunu” dedi Mehmet. “Sen de kendinden pek eminsin ama baksana ne diyor gazeteler. Sizin topçuların hepsi askerde. Ogün de oynamıyormuş, ordu milli takım kampına katılıyormuş.”
“Ogün’e izin alırız” dedi Zeki. “O işi çözer bizim başkan. Ogün lazım bize. Şenol yok, Birol yok, Selim yok, Nedim yok, Ogün’ün oynaması lazım.”
“Neyse gelir şimdi Osman, kapatalım şu bahsi artık, sonra konuşuruz.”
25 Haziran – Maça 2 gün kala
“Vay Ofsayt Osman, bu da mı gol değil”
“Deme be şunu Mehmet, kaç kere diyeceğim, deme artık”
“Tamam be birader takılıyoruz. Hem Sadri Alışık’a benzetiyoruz işte fena mı? Ne güzeldi film, hepimiz çok beğenmedik mi? Şakayla karışık Sadri Alışık.”
“Yahu nasıl bir adam Ofsayt Osman, ben öyle miyim aşk olsun.”
“Belki sen de onun gibi güzel bir kız bulursun, niye öyle diyorsun.” diye lafa girdi Zeki.
Arkadaşlar işten çıkmış Sultanahmet’e doğru yokuşu çıkarken şakalaşıyorlardı. Laf dönüp dolaştı, maça geldi. Mehmet maça gitmekten cayar gibiydi:
“Yahu çiçek gibi hava var, ne yapacağız maçı? Kalkıp Florya’ya plaja gidelim, tam zamanı.”
“Olur mu yahu” dedi Osman, “Kaçar mı bu maç? Söz verildi bir kere gidiyoruz.”
Zeki gazetede okuduğu haberleri sıraladı peş peşe: “Metin de çekiniyoruz demiş. Gündüz hoca zaten temkinli. Bizim İngiliz ise kendinden emin. Yalnız tek bahtsızlık Ogün’e izin alamamış bizimkiler. Maçtan sonra uçakla İspanya’ya gönderelim demişler ama paşalar izin vermemiş. Neyse artık onsuz bir çözüm bulacağız.”
“UEFA’dan birileri buradaymış, duydunuz mu?” diye lafa girdi Mehmet. “1967 Gençler şampiyonasını Türkiye’ye verebilirlermiş, stadyumları geziyorlarmış. Ne güzel olur, ilerideki dünya kupalarının yıldızı olacak oyuncular gelebilir, biz de bütün dünyadan önce onları izleriz. Genel sekreter Hans Bangerter buradaymış, önce İstanbul’daki stadyumlara bakmışlar, şimdi de Anadolu’dakileri geziyorlarmış. Halit Kıvanç yakalayınca sormuş soruları. Ofsayt kuralını değiştirmeye sıcak bakıyormuş UEFA, ceza sahası çizgilerini taç çizgilerine kadar uzatıp, ofsaytı sadece burada uygulayacaklarmış.”
“Yahu olur mu öyle şey,” dedi Osman. “Böyle işlerle uğraşacaklarına adam gibi top oynamayı öğretsinler. En basitinden şu oyuncu değişikliği işini düzeltsinler. Adam sakatlanınca takım eksik kalıyor böyle iş mi olur. Kaleci sakatlanınca al başına belayı, kaç kere oldu takımlara.”
Mehmet; “UEFA istemiyormuş oyuncu değişikliğini. Sakat numarası yapanlar var diyormuş Bangerter. Olacak iş değil hakikaten, bakalım ne olacak,” diye destekledi arkadaşını.
“Yahu bırakın şu adamı” diye girişti Zeki, “Bizimkiler Ercan’ı kaçırmış, duydunuz mu? İyi o çocuk, santrhafta öyle bir adam lazımdı bize. Çok iş yapar, yalnız sizinkiler kesin fellik fellik arıyordur.”
“Yahu hem para yok diye konuşuyorlar, hem de her mevsim döküyorlar ortaya. Şeref de Beşiktaş’a girecek diyorlar Zeki, o işe ne diyorsun?” dedi Osman.
“Şeref hiçbir yere gitmez. Şeref demek Fenerbahçe demektir. Olur arada böyle haberler ama sonunda kalır, itimadım tam.”
Mahallenin girişinde Pazar sabahı tramvay durağında buluşmak üzere ayrıldılar.
27 Haziran – Maç günü
En erken Osman geldi durağa. Bayram günü gibi giyinmişti, ütülü beyaz gömleği ve jilet gibi pantolonuyla arkadaşlarını beklemeye koyuldu. Beklerken de elindeki Milliyet’in Kulis bölümüne takıldı gözü, Fenerbahçe ve Galatasaray başkanları İsmet Uluğ ve Suphi Batur’un Tenis-Eskrim Dağcılık kulübündeki yemeğini yazıyordu:
“İsmet, gene Fenerbahçe kendisini dev aynasında görüyor. Biz sizin eski günlerinizi de biliriz. Az mı ağlattık sizi?”
“Ne o, yoksa sen Fenerbahçe’yi Demirspor mu zannediyorsun? Dua edin Feriköylü İsmet kurtardı sizi. Ha doğru ya, İsmet olsun çamurdan olsun.”
“Yaaa, beğenemedin mi Galatasaray takımını?”
“Bak Suphi, benimle şaka etmeye kalkma. Kızdırırsan benim kafamı iş başka olur.”
“Ne olacakmış yani ya?”
“Ben olacağını bilmem. Tutar sizi yeneriz. Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na girmeyiz de Kupa Galipleri’ne gireriz. O zaman siz avcunuzu yalarsınız. Sevinciniz kursağınızda kalır. Yapar mıyız, vallahi yaparız bunu. Sonra ne oldu sana anlayamadım. Sen bana telefon edip teşekkür etmedin mi? Ne çabuk döndün?”
“Maç berabere bitse nasıl olur İsmet?”
“Şimdi berabere dersiniz, sonra tutar yenersiniz. Ondan sonra da Milli Lig şampiyonunu yendik diye beyanatlar verirsiniz. Bizim bunlara karnımız tok. Biz çıkar sizi şakır şakır yeneriz kardeşim.”
“Ha unutuyordum. Ne oldu Ogün’ün işi?”
“Vallahi ben Ogün’ü bugünü bilmem. Haliniz harap sizin. Hakkı gelecekti, ne oldu? Unuttu mu acaba? Ama o öğle üzeri dalgın değildir. Benim bildiğim Hakkı akşamları dalgındır.”
“Ha bunu söylediğin iyi oldu işte, Hakkı’ya söylerim.”
“Hakkı’ya ne söylersen söyle aramızı bozamazsın. Bizim aramızı Ulvi bozamadı, sen mi bozacaksın? Bak bu Sabri’nin transferinde bile çocuk Beyoğlusporlu olduğu halde ‘ayın beşine kadar alırsanız alın, sonra biz talip olacağız’ diye haber yolladım. Bizde öyle katakulli yok. Yarınki maçtan korkma, bizim milyonluk forvet şimdi hep asker. Ogün, Nedim, Şenol, Birol, Selim. Ya bu forvetle çıksaydık ne olurdu haliniz?”
Mithatpaşa’ya Doğru
Mehmet’le Zeki birlikte geldiler. “Nerde kaldınız yahu” diye sitem etti Osman. “Geç kalacağız kuyruğa, şimdiden dolmuştur Dolmabahçe. Yürüyün yürüyün.”
Üç arkadaş tramvaydan Tophane’de inip Mithatpaşa Stadı’na doğru yürümeye, yürürken de birbirine takılmaya başladı.
Önce Osman “Yahu Zeki ne diyorsun bu Aydın’ın işine, maça bir gün kala hapis kararı çıkar mı bir adama?” diye sordu.
Zeki kızgın, “Bu ne dalgınlıktır. 910 Lira borcunu ödememiş. Yapılacak iş mi? 10 gün hapis çıkmış, neyse ödeyeceklermiş yarın sabah, çözmüşler. Bir de hakim Müfit Birsen Fenerliymiş ama “hukukta kulüpçülük olmaz, sporcu her şeyden evvel borcuna sadık olmalıdır,” deyip hem fırçalamış bizim Aydın’ı, hem de cezayı tecil etmemiş,” diye söylendi.
Mehmet de evde başkanların sohbetini okumuştu. “Ne konuştu bu adamlar yahu maça bir gün kala” diye sordu arkadaşlarına. “Bizim Baba Hakkı da gitmemiş, ikisi kalmış baş başa.”
“Ne konuşacaklar, birbirlerine takılmışlar işte” dedi Osman. “Hadi hadi hızlanın geç kalmayalım, sıra uzamıştır.”
Stadyum
Gerçekten de Mithatpaşa Stadı’nın önü o saatten ana baba günüydü. Maç 8 buçukta başlayacaktı ama erzağını, bayrağını kapan gelmişti. Geceden yatanlar bile varmış, öyle konuşanları işittiler. Ellerinde evden getirdikleri yiyecekler vardı ama sıraya girmeden birer simit aldılar. Kuyruktaki bekleyiş, birbirlerine takılmalar, sıradaki diğer insanlarla atışmalarla geçti.
Aslına bakarsanız, Avrupa bileti için maçın bir belirleyiciliği yoktu ama iki ezeli rakip dostluk maçı bile oynasalar kalabalık hemen toplanırdı. Dedeleri de böyle anlatırdı, babaları da. İki takımın ilk yıllarında bile halk tarafını seçip maçların yapıldığı çayırlara, Papazın Bahçesi’ne hücum ederdi.
Kalabalıktan stadın dolacağı belliydi ya, bu da 35 bine yakın taraftar ederdi. 10 liralarını verip içeri girdiklerinde daha maça çok vardı. Tuzu en kuru Mehmet’ti tabi. Kendi takımı sahada yoktu, heyecanı arkadaşlarına göre başka türlüydü. Osman ise Zeki’nin bu yılki takılmalarından yılmıştı, kazanmak istiyordu.
“Rakipten kimi sizin takımda isterdiniz” diye sordu Mehmet.
“Ben Ziya’yı beğeniyorum” diye lafa girişti Osman. “Daha çok genç, nasıl kaçırdık onu elimizden.”
Zeki, “Metin bambaşka bir adam ama ben bizim Naci’yi isterdim. Hala üzülüyorum onun gidişine, ayıp ettiler,” diye cevapladı soruyu.
Maç Başlıyor
Fenerbahçe’nin Hazım – B. İsmail, K. İsmail – Şeref, Özer, Osman – Şükrü, Hüseyin, Ziya, Ali İhsan, Aydın, Galatasaray’ın Bülent – Bahri, Doğan – Mustafa, Naci, İsmet – Yılmaz, Ayhan, Tarık, Metin, Turan onbirleriyle oynayacağını öğrendiler. Sürpriz yoktu.
Ve işte maç zamanı geldi çattı. Takımlar şimşek gibi bir gürültü altında sahaya koşturdular. Maçı yönetecek İtalyan hakem Gaston Roversi’nin ilk düdüğüyle final başladı.
İlk 5 dakika müthiş bir heyecan içinde sanki İngiltere Federasyon kupası maçı gibi geçince iştahları da arttı. Ama ne olduysa ondan sonra oldu. İki takım da bir komedi filmi çevirir gibi oynamaya başladı. Maçta tek tük kaçan pozisyonlar vardı tamam ama, onda bile çok yetenekli ayakların müthiş beceriksizlikleri, toptan bezgin bir çaba içinde 90 dakikanın dolmasını bekleyen halleri vardı.
Dakikalar geçtikçe homurdanmalar artıyordu tribünde. Arka sıralarındaki adamlar “Şike bu yahu” diye söylenmelerini sıklaştırdılar. “Çarşamba günü de hasılat yaparız diye böyle oynuyorlar, al gülüm ver gülüm. Böyle iş mi olur? Nerde şampiyon Fener, nerde bizim Cimbom. Pes yahu!”
Mehmet kafasını sallıyordu, o şimdiden hemfikirdi bile homurdanmalarla. Sahada takımı olmamasına rağmen futbol izlemeye gelmişti ama gördüğü rezalet canını sıkıyordu. “Hakikaten şike bu yahu” dedi arkadaşlarına, “Böyle rezalet olur mu?”.
Zeki ile Osman konduramıyordu. Onları bizzat kendileri kaç defa omuzlarında taşımıştı. Onların böyle bir işe tenezzül edeceğine ihtimal vermek istemiyorlardı. Hem birbirlerine gayet sert de giriyorlardı. Metin o topu ayağına oturtsa, Şükrü’nün ortasına biri yetişse gol de gelecekti işte.
Tribünde İsyan
Homurdanmalar bağırışlara döndü. Tribünler “Şike, şikeee” diye tempo tutmaya başladı. Ortalık iyice gerilmişti. Verilen para karşılığında futbol görmek istiyordu seyirci ama oyuncularda hiçbir ışık yoktu. Üstelik İtalyan hakem de iyice limon sıkıyordu maça. Taca çıkan topu frikik olarak kullanan oyuncuya ses çıkarmıyor, faullerde sanki Roma’da “Aşk Çeşmesi”ne para atarmışcasına Mithatpaşa’dan uzak kalıyor, atışlarda 9.15 metrelik duruş yerine aldırmıyor, yani aslında tam olarak “bu oyuna bu kadar hakem” olarak ortada dolaşıyordu.
Maçın sonuna doğru tepkiler iyiden iyiye arttı. Her yer şike şike diye inliyor, şişeler havada uçuşuyordu. Son düdükle birlikte takımlar soyunma odasına koştururken şişe yağmuru sürüyor, oyuncular kafasını kollayarak içeri kaçışıyordu.
Stadyumdan çıkış yolunda herkes kızgındı. Bizimkiler de iyiden iyiye kendini kaptırmış, birbirlerine destek çıkıyorlardı.
“Zaten dün buluşmalarından belliydi. Ne konuştular ki orada? Gazetenin doğruyu söylediği ne malum?” dedi Osman, “Kesin bir işler döndü, Çarşamba yine oynayalım, daha çok para kazanalım diye al gülüm ver gülüm oynadılar”.
Zeki de katılıyordu buna, “Olan bizim 10 liralara oldu, nerden baksan 300 bin lira toplanmıştır, yarısı 150. Artık yarın Ercan’ın parasını verirler, Şeref de imzalar.”
Söylene söylene yürüdüler bütün yolu. Gecenin yarısı olmuştu saat, üstelik ertesi gün de iş günü. Sinirliydiler, üç gün sonraki maça gitmemeye yemin etmişlerdi.
29 Haziran – Maçtan 2 gün sonra
Zeki ile Osman Mehmet’lerin lokantasına girip bir masaya oturdular. Abdullah amca futbolla pek yakından alakadar değildi ama geldi yanlarına ilişti. Vefalıydı Abdullah amca, mahallesinin takımını hiç bırakmamıştı. Sakinleştirme işi onundu.
“Çocuklar, olmaz öyle şey” dedi. “Baksanıza gazetedeki yazarlar, yöneticiler de söylüyor. İsterseniz seyircisiz oynayalım diyorlar. Üç kuruş için koca camialara leke düşürülür mü? Gençsiniz, kızgınsınız ama inanın yoktur öyle şey. Hem işte bakın, maçı da öbür mevsime bırakmışlar. Bursa’ya alınsaydı, Eskişehir’de oynansaydı daha mı iyiydi? Her şey iyi olur, boş verin siz işinize bakın.”
Aslına bakarsanız Mehmet, Zeki ve Osman da o geceki gibi kızgın değildiler. “UEFA genel sekreterine rezil olmamız kötü oldu, turnuvayı vermekten vazgeçmeseler bari” dedi Mehmet.
“Onun sayesinde maç iptal olmuş diyorlar” diye ekledi Osman. “Kupa Galipleri Kupası’na Galatasaray’ın alınmasına tamam demiş. Ama bir daha böyle şey olmasın diye de maçta şişe içecek satılmasını yasaklayın diye tembihlemiş. Elveda maçta içilen gazozlar, sular. Yandık desene.”
“Sizin Metin de film çekiyormuş,” diye konuyu değiştirdi Zeki. “Taçsız Kral diyorlar adına. Gider miyiz gelince?”
Şimdiden sözleştiler ve transferlerle yeni sezonu konuşmaya başladılar bile.
Yeni Sezon – Yeni Maç
Maçtan sonraki hararet yerini yaz sakinliğine ve transfer haberlerine bırakmaya başlamıştı. Orhan Şeref Apak yönetimi krizi ince hareketlerle öteleyip hem UEFA’ya karşı mahcubiyetten kurtulmuş, hem taraftarların tepkisinden sıyrılmış, hem de Temmuz sıcağında sezonun yorgunluğu üstünde oyuncuların bir kez daha sahaya çıkmalarını önlemişti.
Birkaç gün sonra Basri’nin jübilesi oynanacak, tüm dargınlıklar unutulacak, oyuncularla taraftar barışacaktı.
Kupanın ikinci maçı Eylül’ün birinci günü oynandı. Metin Oktay’ın golüyle 1-0 kazanan Galatasaray kupayı müzesine götürdü. Metin’in maçta attığı gol “Taçsız Kral” filminin final sahnesine konu oldu.
1967 UEFA U18 şampiyonası Türkiye’de oynandı. Türkiye, Fransa, İngiltere, SSCB yarı final oynadı, Ruslar turnuvayı kazandı. İngiliz Peter Shilton, Frank Lampard, Trevor Brooking İstanbul’da final maçına çıktı.
Üç büyüklerin maçları çoğu zaman heyecanla, bazen ise böyle garipliklerle sürmeye devam etti. Şike diye bağırılan maç da oldu, şiddetin zirveye çıktığı da.
Mehmet, Zeki ve Osman diye üç arkadaş belki yoktu ama onlar gibi binlerce İstanbullu vardı. İstanbul gerçekten güzeldi, eski İstanbul hayaliyle o günleri yaşamak muhtemelen çok keyifliydi. Bu yazı da o günleri hayal eden yazarın kaleminden, dönemin gazetelerinden ve gazetedeki makalelerden faydalanılarak kaleme döküldü. Sizlere o günleri yaşatmaya biraz olsun yaklaşabildiysem bile ne mutlu bana.
19 Aralık 1964 tarihli Milliyet gazetesindeki “Olaylar ve İnsanlar” köşesinde Hasan Pulur, Turgay Şeren’in Fenerbahçe bayrağı ile bir hatırasını nakletmiş. Arkasından Semai Şatıroğlu ile güldüren bir anı… Keyifli okumalar…
Hiçbir alkış, hiçbir tezahürat onu önceki gün meçhul bir Fenerbahçelinin hediyesi kadar heyecanlandırmamıştı…
Hastane odasının kapısı açıldı. İçeriye genç bir delikanlı girdi. Ürkek adımlarla yaklaştı, “Geçmiş olsun Turgay abi!” dedi ve Turgay’ın teşekkür etmesine fırsat vermeden devam etti:
Beni sen tanımazsın abi! Kapalı tribünün ortasında oturan binlerce Fenerbahçeliden biriyim! İnan abi belki Türkiye’de benim kadar koyu Fenerbahçeli yoktur! Ama sana çok üzüldüm. Geçmiş olsun abi! İnşallah yakında kaleye geçersin! Hastaya eli boş gelinmez abi… Çiçek getirsem, şeker getirsem, kolonya getirsem benim için kıymeti yok… Bunları herkes getirir… Ben sana en kıymetli şeyimi getirdim. Al abi!
… Ve ismini bile söylemeyen delikanlı bir anda odadan çıkıp giderken Turgay gözyaşlarını Fenerbahçe bayrağı ile siliyordu.
Hırsız Semai’nin Ziyareti
Turgay’ı ziyaret eden Fenerbahçelilerden biri de anlı, şanlı “Hırsız Semai”ydi.. “Baba Gündüz” Semai’ye Turgay’ın ameliyatını anlatıyordu :
Sorma Semaiciğim! Ameliyata girdim… Bir müddet seyrettim. İnsan çok fena oluyor. Turgay’ın koluna kocaman bir demir koyunca dayanamadım. Çiviymiş bu… Hemen dışarı çıktım…
“Hırsız Semai” lafı yarıda kesti :
Tamam! Bundan sonra bizim maçta tatbik edeceğimiz taktiği kurdum.
Gündüz’le Turgay “Hırsız”ın ne mal olduğunu bildikleri için “Söyle!” dediler “Neymiş bu taktik?”
Semai ciddi ciddi taktiği açıkladı:
Sen Allah’ın izniyle iyileş, bizim maça çık… Ben o maçta senin kalenin arkasına geçeceğim. Elimde bir mıknatıs… Mıknatısı tuttum mu kolun benim elimde! Sen ondan sonra tek elle giren toplara “Geç” işareti ver!
Turgay günlerden beri ilk defa gülüyordu.
Hasan Pulur / 19.12.1964 – Milliyet Gazetesi – Olaylar ve İnsanlar (Turgay Şeren’in Fenerbahçe Bayrağı)
18 Ağustos 1984 tarihinde Halit Çapın, Milliyet gazetesindeki köşesinde muhteşem bir yazı daha kaleme aldı ve “Fenerbahçeliler Başkanınızla Gururlanabilirsiniz” diyerek Fenerbahçe’nin “Büyük” Fikret’ini, Fikret Arıcan’ı anlattı. Keyifli okumalar…
Bir rüzgar ne kadar bekler rüzgar olmayı?.. Bir dalga, dalgacasına kayalara vurmayı?.. Bir kuş ne kadarda öğrenir uçmayı?
Ve bir adam, başında eğreti değil, gerçekçi “BÜYÜK” sıfatını taşıyan bir adam, kendi evinde, hiç dışarı çıkmadan, etrafında evlâdı-ayalı ne kadar süre dayanır kendisine “Başkan” denilmesi için?
Büyükse dayanır… Çünkü gerçek büyükler dayanma güçleri, hoşgörüleri, iğreti değil, dosdoğru sevgileri olanlardır… Ve onlar, günümüz dünyasında gerçekten büyük oldukları için, sahte büyüklerin arkasında yarım asırı aşkın bir süre de beklemesini bilenlerdir…
Fenerbahçe’nin başında şimdi tam 60 yıl önce, 12 yaşındayken formasını giymiş ve bir daha; bugüne değin bir daha çıkartmamış birisi var… BÜYÜK FİKRET…
Fenerbahçe gerçek bir başkana, gerçek bir büyüğe kavuştuğu için sevinçliyim…
Ben Baba Gündüz ile çoook içtim… Baba Hakkı ile bir kere içtim… Günlerden bir gün, Büyük Fikret ile kadeh tokuşturmazsam sayım suyum yok… Bunun nedenlerinden biri Büyük Fikret’in babamın en yakın arkadaşı olmasıydı… Babam tek kelime konuşmadığı halde, bir metre yakınına sokulmadığı halde, “Büyük Fikret” der, başka bir şey demezdi, lâf Fenerbahçe’den açıldığında…
Ve kocadığında, beraber Fenerbahçe maçlarına gittiğimizde, bir tek “Lefter” der, sonra yine Büyük Fikret’i anlatırdı…
Bir Maradona Şimdi Neyse, O da Oydu
Kendisi bilmez ama ben bir yerde kızgınımdır Büyük Fikret’e… Şükrü’yü Beşiktaşlı yaptığı için… Şükrü hep aynı şeyi söylerdi, “Türkiye’de her çocuk Fenerbahçeli doğar, sonra başka bir takımı seçer” derdi. Şükrü bu lafı kendiyle derdi. Fenerbahçe’nin sol tarafında Büyük Fikret olduğu için yeğlemiştir Beşiktaş’ı o… Büyük Fikret şöyle hikaye eder: “Türkiye’nin en iyi sol açıklarından biri de Şükrü Gülesin idi. Bir gün bir toplantıda ‘Ben de Fenerbahçeliyim ama, ağabey benim takıma gelmeme mani oldun’ dedi. Şaşırdım. Bu durumdan haberim yoktu. Oysa onun için kendi mevkimi değiştirebilirdim, bunu anlatmaya çalıştım. Sanırım ikna oldu…”
Büyük Fikret’in Fenerbahçe serencamı daha 12 yaşındayken 1924 yılında Fenerbahçe’nin dördüncü takımına girmesiyle başlar… Yetiştiği yer şimdi apartman tarlası olan Cevizlik Çayırı’dır. Büyük Fikret 16 yaşında ilk defa birinci takım formasını giymiş ve Fenerbahçe o gün Bekir’in golüyle Slavya’yı 1-0 yenmiştir.
Zamanlar zamanları kovalamış ve Büyük Fikret çok az eğlentisi olan bir ülkede, kısa bir sürede, bir efsane kişi olup çıkmıştır… Şimdi kuşakların anlayamayacağı bir şekilde… Ya da şöyle diyeyim… Bir devirlerde Büyük Fikret tek başına bir Beatles topluluğuydu… Bir Elvis Presley’di… Bir Maradona şimdi neyse, o da oydu. Gazetelerde ve dillerde ve sahalarda o sohbetlerde ve düşlerde…
Benden bu kadar.
Gelin getisini sporumuzun usta kalemlerinden dinleyelim:
Namık Sevik : Sahada top koşturduğu yılları az hatırlıyorum. Ona bütünüyle yetişebilmek isterdim doğrusu. Kendisini bugünlerimde tartabileyim, tanıyabileyim diye. Ama çocukluk hatıralarım dahi bana böylesine dev bir futbolcuyu günümüze dek göstermedi.
İslam Çupi : Fikret abi ile kaç bin kere karşılaşsam, kaç yüz kere laf etsem, kendi futbolculuğundan zırnık söz etmezdi. Kendini övmek, kendi kuşağının futboluna ağıt düzmek Fikret abinin insanı insan yapan kural kitabında yoktu. Oysa benden daha büyükler yaşı 57-58’lerde gezinip, bu Büyük Fikret klasiğini enine boyuna çevirmişlere göre hüküm kesin ve açıktır : “Büyük Fikret Türk futbolunun gelmiş, geçmiş en büyük futbolcusudur.”
Turgay Şeren : Bugünkü genç neslin hayallerinde dahi oluşturamayacakları bir futbol stili, bir çalım zerafeti, bir gol koklayışı vardı.
Halit Kıvanç : Bizim kuşak Büyük Fikret’i, ilk baharında değil de sonbaharında izledi. Mahalle maçlarında topa vuruşumuz değişmiştir Büyük Fikret’i gördükten sonra. Sahi nasıl da yatardık topun üstüne Büyük Fikretleşebilmek için… Oysa topa değil, yere yatsak da, amuda kalksak da farketmiyordu… Büyük Fikret taklit edilemiyordu ki…
Necmi Tanyolaç : Şimdi dördüncü takımlardan birinci takımlara yükselen Büyük Fikret’leri bir hatırlayın. Bir de birinci takımlarda oynayan dördüncü sınıf futbolcuları… O zaman Fikret’lerin niçin büyük olduklarını anlarsınız. Yaşını geri almak elimde olsa şöyle bir beş dakika seni seyretmek isterdim…
Eşfak Aykaç : Bu müstesna kabiliyet ‘sol açık’ olarak tanınmasına rağmen fevkalade kabiliyetiyle, bugünün futbolunu, bundan kırk küsur yıl önce, her yerin adamı olarak oynamış ve kendini memleket futbol tarihine, bütün zamanların en “BÜYÜĞÜ” olarak tescil ettirmiştir.
Fenerbahçeliler! Başkanınızla artık gururlanabilirsiniz…
Fenerbahçe, 14 Haziran 1959 tarihinde (dört gün önce oynanan ve 0-1 yenildiği maçın rövanşında) Galatasaray’ı tam 4-0 yenerek, Türkiye Şampiyonluğu Kupası’nı 10. kez müzesine götürdü. Aşağıda dönemin Milliyet gazetesinden iki önemli ismin bu şampiyonluk hakkında yazdıklarını okuyacaksınız. Galatasaraylı Gündüz Kılıç “Şampiyonlar Şampiyonu Fenerbahçe” derken, Necmi Tanyolaç sözü bu maçta gol atan Fenerbahçeli futbolculara bırakmış. Keyifli okumalar…
Gündüz Kılıç Yazıyor
Bu bir şampiyonluğun hikayesidir.
Bütün bir sezon birbirinize çok iyi kenetlenmiş, ahenkli bir birlik ile çalışmıştınız Fenerbahçeliler.
Reisinizle, idarecilerinizle, futbolcularınızla ve hatta kulüp içindeki muhaliflerinizle…
Milli takım kamplarında bu ahenginizi sezmiş de pek imrenmiştim. Reisiniz geldiği zaman etrafında isteyerek çemberleşiyor, umumi kaptanınız Fikret ağabeyinizin civarında neşe ile cıvıldaşıyordunuz.
Ben birbirini severek bağlanan, geçimli bir aile gibi oluşun, o birliğe ne büyük kudret vereceğini bildiğimdendir ki imrenmiştim doğrusu.
Günleri, haftaları hep beraberce geçirdiniz. Maçlar birbirini kovaladı. Yeniyor, yeniyordunuz. Öylesine ki artık rakipleriniz için puandan önce mesele sizi bir kere yenebilmekte idi. Hem büyük söyleyip böbürlenen futbolcularınız, ukalaca övünen idarecileriniz de yoktu. Görünüşte mütevazı bir Fener, hakikatte ise binlerce mumluk bir projektördünüz. Kısacası iki şampiyonluk tacını her hasletinizle, her meziyetinizle çoktan haketmiştiniz. Fenerbahçe camiası idare heyetini, kıymetli idareci Küçük Fikret’i, tecrübeli hoca Molnar’ı, çalışkan menajer Ahmet Erol’ı ve şampiyonlar şampiyonu Fenerbahçeli futbolcu kardeşlerimi candan tebrik ederim.
Necmi Tanyolaç Yazıyor
Kardeşim Namık Sevik,
Çarşamba günü Metin’in attığı şahane golü anlatırken “Bazuka mermisi gibi…” demiştin de yüz binlerce Fenerbahçeli taraftar sana tarizlerde, sitemlerde bulunmuştu. Sanki o “ağlatan” golü sen atmışsın gibi suçladılardı seni…
Halbuki senin hiçbir suçun yoktu ki. Sen sadece bir objektif kuvvetiyle “hadiseyi” tesbit etmiş, hakikaten şaheser bir golü güzel bir benzetme ile okuyucularına anlatmıştın.
Bugün, ben de dünkü maçın gollerini anlatmak mevkiindeyim. Biliyorum ki kardeşim, bana da, kullanacağım terimler, yapacağım benzetmeler için Galatasaraylı taraftarlar kızacak, sitem edecek, tarizlerde bulunacaklar. Ne yapalım dostum, bizim kaderimiz bu. Ben de Lefter’in şutuna, Naci’nin vurduğu kafayı anlatmak için “Mithatpaşa’da Fenerbahçeliler füze rampaları kurmuşlardı. Bütün füzeler de güdümlüydü…” diyeceğim.
Şimdi sarı-kırmızılı taraftarlar alınmayın. Ben kalemimi Mittahpaşa’ya füze rampalarını kuran Fenerbahçe’nin dört futbolcusunun emrine veriyorum. Bakın skor levhasını harekete getiren Yüksel ne diyor?
Yüksel Gündüz
“Lefter’in sağdan ortaladığı topa kaleci Yüksel’le birlikte fırladım. Belki yerli hakem bu hareketimi nizami saymaz ve faulle tecziye ederdi. Nitekim ilk sıçrayışta bu tereddüdü hissettim. Adaşım elinden topu kaçırmıştı. Bir anda bunu görerek ikinci atağı yaptım. Kafa ile vurduğum top Yüksel’in elleri üzerinden sekerek filelere gitti. Bu anda gök yırtılmış gibi bir ses duydum. Ve arkadaşlarımı da topla beraber filelerin dibinde uzanmış gördüm. Sevinçliydim. Çünkü takımımın avansını kapatmıştım”
Kaptan Naci Erdem
“Borcumu ödedim” diyerek söze başladı.
“Lefter topa o kadar hızlı vurdu ki, bu orta değil, bayağı şuttu. İtimat edin bana, gol atacağımı hissetmiştim. Kale önünde bulunuşum da bunun bir belirtisiydi. İsmail’le Ergun’dan evvel sıyrılıp hareketimi yaptım”
Sonra?
“Sonrasını siz de biliyorsunuz”
Mikro Mustafa Güven
“Yüksel’e yapılan bir faulden sonra kazandığımız atışı Lefter kaleye doldurdu. İsmail topu kafa ile keserek kale önünden uzaklaştırmak istedi. Ben de altıpasta bekliyordum. Baktım top bana doğru süzülüyor. Müdahale eden yok, kaleci Yüksel’in de önü kapalı. Şut atabilirdim. Ama kafa vurmak daha kolayıma geldi. Ve o kargaşalıkta topu boş bulduğum köşeye havale ettim. Kafamdan çıkan topun filelere takıldığı ana kadar geçen zaman içinde çektiğim heyecanı tasavvur edemezsiniz. Sonra, Can beni omuzladı ve mükafat olarak santraya kadar taşıdı…”
Şeref Has
Şeref, “Golü anlat” dememize fırsat bırakmadı. Zira, arkadaşlarının anlattıklarını heyecanla takip ediyor ve sırasını bekliyordu. “Ben” dedi, “Gol atacağımı falan hissetmedim. Çünkü ne zaman böyle bir şey düşünmüşsem şans bana yardım etmiyor. Naci ağabey’den derinlemesine bir pas aldım. Kovalarsam yetişeceğime aklım kesmişti. Sağa doğru kaçtım ve topu önce Nuri’den kurtardım. Sonra Ergun’u geçtim ve çaktım. Meşin top bu sefer bana ihanet etmedi. Ne dersiniz, fena gol değildi, değil mi ağabey? Ama gene de şanssız sayılırım. Zira Stad Müdürlüğü geçen haftadan sonra kale ağlarını yenilemiş…”
Vefatının 34. yıldönümünde, Melih Kotanca‘yı, Fenerbahçe’nin bu efsane sporcusunu sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz. Tapfereritter yazıyor. Evet, Fenerbahçe’den bir Melih Kotanca geçti!
30 Haziran 1940
Kurbağalıdere köprüsünün yanıbaşına yanaşmış olan Moda Deniz Kulübü’ne ait “Rüzgar” adlı sürat teknesi misafirini karşı yakada Şeref Stadı’nda Fenerbahçe ile Vefa arasında oynanan “Milli Küme” maçına yetiştirmek üzere bekliyordu. Biraz sonra atlet formalı ve çivili koşu ayakkabılı bir sporcu kan-ter içinde çıkageldi. Bu sporcu, Fenerbahçe Stadı’nda düzenlenen “Gül Kupası” adlı kulüplerarası ve puanlı atletizm yarışmalarında 200 metre, 4×200 bayrak ve cirit atmada birinci olup Fenerbahçe’ye puanlar kazandırarak ikinci kez üst üste şampiyon olmasını sağlayan Melih Kotanca’ydı (Fenerbahçe 42, Galatasaray 21, Beşiktaş 20 puan almıştı).
Ayağının tozuyla stadyumdan rıhtıma koşup “Rüzgar” teknesine bindikten sonra, tekne denizi yara çıka Moda Burnu, Haydarpaşa ve Kızkulesi önünden geçerken, Kotanca da atlet kıyafetlerini çıkarıp futbolcu kıyafetlerini giymişti. Çırağan Sarayı’nın rıhtımına yanaştıklarında fırladı ve Şeref Stadı’nda “Nasıl olsa Melih gelecek” diye maça 10 kişi çıkmış Fenerbahçe’ye katıldı.
Fenerbahçe Vefa’yı 4-0 yenip ikinci kez Milli Küme şampiyonluğunu garantileyerek tarihinde dördüncü kez Türkiye şampiyonu olurken, 35. dakikada Fenerbahçe’nin üçüncü golü Melih Kotanca’nın ayağından gelmişti. Bu onun kendisini Milli Küme gol kralı yapan 23. golüydü. Galatasaraylı “Baba” Gündüz Kılıç 16, Beşiktaşlı “Baba” Hakkı Yeten 14 golle “Atom” Melih Kotanca’nın çok gerisinde kalmışlardı.
Ekim 1936
Güneş Kulübü’nün teknik yetkilisi Kemal Rıfat Bey’in (Kalpakçıoğlu) gözü Balıkesir’den eline bilet tutuşturulup gönderilen 21 yaşındaki bu genci tutmamıştı. “Sen git, biz sana haber veririz” deyip yollamıştı kulüpten. Cebindeki üç kuruş parayla iki gün etrafını dolaşan, iki gün sonra da “vedalaşmadan dönmek ayıp olur” diye son bir kez kulübe uğrayan bu genç Kotanca’ydı.
Kulüptekiler, Kemal Rıfat Bey’e “Abi ne yaptın? Büyük yetenekmiş bu çocuk” diye üstelemiş olacaklar, veda için gelen Kotanca bu defa “Neredesin sen?” diye azar işitti. Kulüpte oda verilip, lisansı çıkarıldı. Fenerbahçe’nin üçüncü kez üst üste şampiyonluğuyla bitecek 1936-37 sezonunun 25 Ekim’deki ilk maçında Hilal’e bir gol attı, ikinci hafta ise 6-0 biten Topkapı maçında ise dört gol kaydetti. İlk on birdeki yeri daha baştan kesindi artık. İstanbul Ligi’ni de ikinci tamamlayıp o sezon ilk kez düzenlenen Milli Küme’ye katılmaya da hak kazanmıştı Kotanca’lı Güneş. Ve daha da kuvvetli parlayacaktı.
20 Mart 1938
Taksim Stadı’ndaki Milli Küme maçında Melih Kotanca 87. dakikada kendisinin dördüncü golünü atarken takımını da Galatasaray karşısında 7-0’lık galibiyete taşıyordu. Galatasaraylı dostlarımızın bu dönemleri yok saymaya çalışmalarının çok sayıdaki nedenlerinden biriydi bu maç. 5 Haziran’daki rövanşa intikam için çıkan Galatasaraylılar bu defa 4-2’lik bir yenilgi almışlardı. Esasen 20 Mart’taki maç da (güya) intikam maçıydı. Zira, İstanbul Ligi’ndeki maçta da 6-0 yenilmişti Galatasaray Güneş’e (merak edenler için söyleyelim, Galatasaray bu yenilgiyi Fenerbahçe ve Real Madrid’e olduğu gibi 6 Kasım’da değil, bir 19 Aralık günü almıştı)..
Parlıyordu Güneş.. 1937-38 İstanbul Ligi şampiyonluğundan sonra, 1938 Milli Küme şampiyonluğu da Güneş’in olmuştu. Aynı sezon atletizmde de İstanbul şampiyonu yine aynı takımdı..
5 Ekim 1940
Melih Kotanca takım arkadaşı Turan Çelikbaş’tan stafeti aldığında Yunan atlet Mandikas’tan 10 ilâ 15 metre gerideydi. Fenerbahçe Stadı’nda düzenlenen 11. Balkan Atletizm Şampiyonası’nda Türk milli takımı 4×100 bayrak yarışında son 100 metreye oldukça dezavantajlı bir pozisyonda girmişti. İlk 100 metreci Fikret Taygun başarılı bir performans sergileyememiş, ikinci bayrakçı Muzaffer Baloğlu (bir önceki Şampiyona’nın birincisi) sakatlığı nedeniyle görevini yapmakla yetinmiş, ancak fark bir hayli açılmıştı. Turan Çelikbaş varını yoğunu ortaya koyup farkı kapatıp stafeti Melih Kotanca’ya verdiğinde ise pek umut yoktu.
Ancak öyle bir 100 metre koştu ki Kotanca… 5.000 seyircinin gözlerine inanamadığı bir sprintle 5 metre kala Yunan’ı geçti ve Türk milli takımını birinciliğe taşıdı.
Bununla da kalmamıştı Kotanca.. 200 ve 400 metrelerde altın, 400 metre engellide de gümüş madalya kazanarak Türkiye’yi Yunanistan’ın iki puan önünde 134 puanla tarihinde ilk kez Balkan şampiyonluğuna taşıyordu (İkinci Dünya Savaşı koşulları nedeniyle, aslında pek de iddialı olmayan Bulgaristan ve Romanya’nın katılamamaları nedeniyle gayriresmî olarak yapılan puan tasnifinde Yugoslavya da 114 puanla üçüncü olmuştu).
Bu, Kotanca’nın atletizm kariyerindeki zirveydi. 1937’de 400 metrede gümüş almış, ayrıca bronz kazanan 4×400 bayrak takımımızda yeralmıştı. 1939’da ise 4×100 ve Balkan Bayrak yarışlarında da bronz alan takımımızın üyesiydi.
Bu zaferler Kotanca için aynı zamanda bir teselliydi de.. İkinci Dünya Savaşı koşullarında A milli futbol takımımızın 1937-1948 arasında tam 11 yıl tek maç yapmadığı döneme gelmişti futbolculuğu.. Milli Küme’de 1940, 1945 ve 1946’da olmak üzere üç kez gol kralı olarak dönemin en büyük golcüsü olduğunu kanıtlayan “Atom” Melih futbolda bir kez bile ay-yıldızlı formayı sırtına geçirememişti.
11 Haziran 1939
1938-39 sezonunun başında sporseverler gazetelerde yeralan sarsıcı bir haberle şaşkınlığa uğradılar: Güneş Kulübü futbol, atletizm ve güreşte faaliyetlerine son veriyordu. Cihat Arman, Rasih Minkari ve Ömer Boncuk’un yanı sıra Melih Kotanca da Sarı Kanaryalarla anlaşmıştı. Ancak, dönemin mevzuatı gereği kulüp sporcuları o sezon hiçbir kulüpte oynayamayacaklardı.
Melih Kotanca’nın sarı lacivertli formayı giymesi de, Fenerbahçe’nin o dönem geleneksel olarak sezon sonlarında kutladığı kuruluş yıldönümü etkinlikleri çerçevesinde, İngiliz Middlesex Wanderers takımıyla 11 Haziran 1939 tarihli maçı buldu (Bu takımın adını profesyonel ya da amatör liglerde bulabilmek mümkün değildir. Zira, bu takım daha 19. yüzyılda profesyonelliğe geçmiş İngiliz futbolunun, amatörlüğün hala sürdüğü ülkelere temsil amaçlı gönderdiği bir amatör karma takımdı. Zaten “Wanderers” da “Gezginler” demekti).
Bu maçla Fenerbahçe kariyerine başlayan Kotanca sarı-lacivertli formayla ilk golünü 25 Haziran 1939’da Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan Milli Küme maçında Ankaragücü’ne karşı attı.
15 Mayıs 1948
“İngiliz futbolunun yöntemlerini benimsemek istiyor ve daha fazla İngiliz takımıyla temas kurabilmeyi arzuluyoruz. (…) Bu gayretlerimizin ilk başarılı örneğini ise Queen’s Park Rangers’ın ülkemizi ziyareti teşkil etmiştir. Bu nedenle, davetimize icabet etmesinden ötürü Queen’s Park Rangers’a teşekkürlerimizi sunuyor, (..) 1948-49 sezonunda başarılar diliyoruz.” Genel Sekreter Zeki Rıza Sporel “Başkan” unvanıyla imzaladığı 19 Temmuz 1948 tarihli bu mektubuyla, bir taraftan İngiliz takımına teşekkür ederken, diğer taraftan kabuğunu kırmak isteyen Türk ve Fenerbahçe futbolundaki zihniyet değişimini de yansıtıyordu. Gerçekten de, A milli futbol takımı 11 yıl sonra ilk kez 23 Nisan 1948’de Atina’da Yunanistan’a karşı oynadığı dostluk maçıyla tekrar sahalara dönerken, Fenerbahçe de aynı yılın Aralık ayında tam 23 yıl sonra yurtdışına çıkarak Atina’da dört maç yapıyordu.
Yaş 33
Ancak, 33 yaşındaki Melih Kotanca için futbola veda zamanı gelmişti (atletizme 1941’de Vefa’ya karşı oynanan bir maçın ardından verilen 9 aylık haksız cezaya isyan ederek fiilen veda etmişti). Zeki Rıza Sporel’in nazik teşekkür mektubunun muhatabı Queens Park Rangers’la 15 Mayıs 1948’de oynanan karşılaşma Melih Kotanca’nın son maçıydı (bu, Fenerbahçe’nin de 1947’de açılan İnönü Stadı’ndaki ikinci maçıydı). 20. dakikada Ahmet Erol’un yerine girmiş ve yine de Fenerbahçe’ye hareket getirmişti.
Ancak 33 yaşın yanısıra, hayatın gerçekleri de vardı. Futbolumuzun amatörlük döneminde hayatını idame ettirmek ve kızını okutmak için çalışmak zorundaydı. Denizyollarında “Konya” vapurunun ambar memuru idi. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarının dışa açılma döneminde bu vapurla sık sık Yunanistan’a gitmesi futbol düzenini de etkilemeye başlamıştı.
Halit Deringör anlatıyor:
“Bir gün Şeref Stadı’nda maç oynarken, Stadın önünden geçen bir gemi düdük çaldı. Melih, sahada düdüğü duyunca ambale oldu. Ne kadar engel olmaya çalışsak da başarmıyoruz, bizi bırakıp gidiyor. Meğerse o gün o gemi Yunanistan’a gidiyormuş. Kotanca’nın da gemide şahsi eşyası ve parası varmış. Vapura yetişmek için çok uğraşıyor ama yetişemiyor. Gemi uzaklaşıp gidiyor. Aynı akşam Zeki Rıza Sporel’in evinde yemekteyiz. Hepimize birer cüzdan hediye etti. [Melih’in cüzdanının içinde para da varmış]. Melih’in bu durumuna üzülen yöneticiler, onu takviye etmişlerdi.”
26 Nisan 1969
2 Mayıs 1969’da gazetelerin acı haberler sayfasına düşen bu ilan Melih Kotanca’nın hayata küsüşünü simgeliyordu:
“VEFAT: Fenerbahçeli milli atlet ve futbolcu Melih Kotanca’nın Bağlarbaşı Amerikan Kız Koleji 962-963 mezunu biricik kızı GÖNÜL KOTANCA 26/4/1969 tarihinde Amerika’da İndiana şehrinde geçirmiş olduğu trafik kazasında vefat etmiştir. Cenazesi 3/5/1969 Cumartesi Kadıköy Osmanağa Camisinde öğle namazını müteakip Küçükyalı mezarlığında defnedilecektir. BABASI MELİH KOTANCA”
Bir Yunanistan seferinde tanışıp evlendiği eşinden ayrılan Kotanca’nın yegane meşgalesi kızını okutmaktı. Ancak, ABD’den gelen haber bir babanın alabileceği en kötü haberdi. Hayata küsmüştü. İnzivaya çekildi. Kupalarını ve madalyalarını kulübe teslim etmek istedi. Alan olmadı.
İnzivaya çekilse de, arada hatırlanmak onun da hakkıydı. Hatırlayan olmadı. Ta ki sporsever Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk eski şampiyonları ödüllendirip onore etmeye karar verene kadar..
18 Haziran 1979
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nun Şeref tribününde Fenerbahçe ve Trabzonspor arasındaki Cumhurbaşkanlığı Kupası maçını izliyor. Yanında geçmişte ay-yıldızlı formaya çeşitli sporlarda başarılar, madalyalar ve nice gurular yaşatmış sporular var. İçlerinden biri de Melih Kotanca.
Sabah 11’de Çankaya Köşkü’ne kabul edilmişler. Ödüllerini aldıktan sonra Muhafız Alayı’nda öğle yemeği yemişler. Sonra da Cumhurbaşkanı’yla birlikte maça. Yine de gazetecilere şikayetlerini sıralayıp karınca kararınca yol göstermeye çalışıyordu. Yıllar sonra kapıların iyiden iyiye devşirme sporculara açılacağını görürcesine:
“O devirlerin ünlüsüydük. Beklentimiz yoktu. Koştuk, oynadık. Yaşlandık şimdi ve unutulduk. Forması altıda yıllarımı verdiğim Fenerbahçe’nin Başkanı’nı gördüm dün. “Beni tanıdın mı?” dedim. Yüzüme baktı ve hatırlamadı. İşte bu benim sadece kendi örneğim. Şimdiki gençler güvence istiyorlar. Bulamayınca spora sarılmıyorlar..”
Hatırladı sonra Faruk Ilgaz. Sonra da Emin Cankurtaran. Sahipsiz bırakmadılar Fenerbahçe efsanesini. Sağlığıyla ilgilendiler..
8 Haziran 1986
Bir vefat ilanı..
Tezatların vuruculuğunu seven Türk basını “bir dönemin rekortmen sprinterinin” felç olup “yatağa düştüğünü” yazıyor üç ay önce..
8 Haziran 1986’da ise vefatını.. Bir efsane daha kayıp gitmişti Türk sporundan.. Neler sığdırmamıştı ki Fenerbahçe’deki yıllarına? 1940’taki Milli Küme şampiyonluğunun ardından buhranlı geçen iki sezonun sonunda, Fenerbahçe’nin makus talihini döndüren ünlü Admira maçı öncesinde, 1941-42 İstanbul Ligi gol kralı olmuştu.
Müteakip sezon Fenerbahçe bir kez daha Milli Küme şampiyonu olurken, Melih Kotanca da artık Türkiye Gol Kralı idi. Fenerbahçe 1943-44 yılında İstanbul ve Türkiye Şampiyonu, 1944-45 sezonunda Milli Küme, Başbakanlık Kupası ve İstanbul Kupası şampiyonu, 1945-46 sezonunda ise Milli Küme ve Başbakanlık Kupası şampiyonu olurken en golcü futbolcusu hep Melih Kotanca idi. 1945 ve 1946 Milli Küme sezonlarında da Gol Kralı olurken, bu başarısını daha sonraki Fenerbahçelilerden Cemil Turan ve Aykut Kocaman egale edebileceklerdi. Fenerbahçe’nin dört sezon üst üste Türkiye şampiyonluğu kazandığı tek dönemdi bu. Ardından 1946-47 ve 1947-48 sezonlarında İstanbul Ligi şampiyonu olan Fenerbahçe bu kulvarda da açık ara liderdi (1947-48 itibarıyla Fenerbahçe 13, Galatasaray 10 ve Beşiktaş 9 kez İstanbul şampiyonu olmuştu).
1947-48 sezonunda şampiyon takımın oyuncusu olarak futbola veda ettiğinde, 185 kez giydiği Fenerbahçe formasıyla 205 gol atmış ve inanılmaz bir ortalama yakalamıştı. 25 Şubat 1940 tarihinde Topkapıspor’la oynanan ve Fenerbahçe’nin 14-0 galibiyetiyle biten İstanbul Ligi maçında 8 gol atarak Zeki Rıza Sporel’le birlikte “bir maçta en çok gol atan Fenerbahçeli futbolcu” unvanını halen koruyor Kotanca..
Fenerbahçe, hayatlarının her biri ayrı bir “destan” olan sembolleri sayısız olduğu için “efsane”dir. Kotanca da en parlaklarından biri. Fenerbahçe parladıkça, onlar da parlayacak. Türk sporu Kotanca’ları hiç unutmayacak.
19 Mart 1956 tarihli Fenerbahçe Spor Gazetesi’nde, o zamanlar Lise dördüncü sınıfta olan Fenerbahçe taraftarı Ünsal Tunçözgür imzalı bir yazı yayınlanmış. Yaşıyorsa Allah uzun ömür versin, Ünsal Bey adeta “Yeni kuşaklar nasıl Fenerbahçeli olur?” sorusuna kısa bir yazıyla manifestovari bir yanıt vermiş. Keyifli okumalar.
Türkiye’de spor faaliyetlerinin en mühim kısmı okullarda cereyan eder ve büyük futbolcular, büyük atletler ekseriya okul sıralarında meşhur olurlar. Cihat Arman’la Ankara’da aynı sınıfta okumuş bir zat; Cihat Arman’ın, babasının şiddetli muhalefetine ve okulun kapısında kendini almaya gelen sopalı askere rağmen, kapağı istasyon altındaki sahaya attığını, yine Maarif Koleji’nde beraber okuduğu Baba Gündüz’ün de sporu her şeyden üstün tuttuğunu anlatmıştı
Bütün bunlarda belirtilen şekilde büyük sporcuların yetiştiği okullarda Fenerbahçe’ye gösterilen sempati benim gibi Fenerbahçe hastalarını fazlasıyla memnun ediyor. Bu asil sevgi istikbalin Fenerbahçesi için büyük bir kazanç olacaktır.
Şöyle ki; bugün bir parça futbol oynayabilen, spor yapabilen bir talebe, futbolunu geliştirip şerefli Lâcivert-Sarı formayı giyebilmek, onu layık olduğu şerefe ulaştırabilmek için can atıyor.
Yakaları Fenerbahçe rozetli bu Fener hastaları talebeler, Fenerbahçe’nin maçlarını heyecanla takip ediyorlar.
Biz Fenerbahçe hastaları, profesyonel ligin ikinci devresinde, Fenerbahçe’den şerefli galibiyetler ve şampiyonluk bekliyoruz. Bu galibiyetler ve şampiyonluğumuz, sevgimizi arttıracak ve okullarda Fenerbahçe’ye karşı olan ilgiyi çoğaltacaktır.
Hatırlarsınız, başkanımız sayın Ali Koç, Ekim 2019 tarihinde 1959 öncesi şampiyonluklar için şöyle bir beyanat vermişti :
“Bizim argümanımız çok basit. TFF nezdinde oynatılan tüm şampiyonluklar sayılmalı diyoruz. İşin boyutunu çok mantıklı bir boyutta incelediğiniz zaman, tarafsız bakan herkesin hakkımızı vereceğini düşünüyorum.”
Hemen arkasından, “bu konuda hiç söylenmemiş şeyler söylüyormuş gibi yapıp, aslında bin kere tekrar edilenleri biraz süsleyerek yazan” bir beyefendi ise şöyle buyurmuştu :
“Futbol Birinciliği’ni Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı düzenliyor. TİCİ’nin yerini 1936’da doğrudan dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası’na bağlı olan Türk Spor Kurumu alıyor. Milli Küme’yi işte bu spor kurumu düzenliyor. İki yıl sonra da yerini, Nazi Almanya’sındaki Hitlerjugend (Hitler Gençliği) ve faşist İtalya’daki Opera Nazionale Ballila örnekleri dikkate alınarak kurulan Beden Terbiyesi Genel Direktörlüğü’ne bırakıyor. Bu kurum dönemin Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olduğu için, “Milli Küme” adı 1940’lı yıllarda ilk olarak “Maarif Mükâfatı”, sonra da “Milli Eğitim Kupası” oluyor. Dolayısıyla her iki turnuvanın düzenlenmesinde Türkiye Futbol Federasyonu hiçbir şekilde devrede değildi”
25 Mayıs 1947 Pazar günü Ulus gazetesinin birinci sayfasında şöyle bir haber vardı:
Milli Eğitim Bakanı Dün Sporculara Bir Ziyafet Verdi
1946-1947 mevsimi futbol birinciliği müsabakalarına katılan futbolcular şerefine Milli Eğitim Bakanı Şemsettin Sirer tarafından dün saat 21’de Mutlu salonunda bir akşam yemeği verilmiştir. Bu yemekte C.H.P. Başkan Vekili Şükrü Saracoğlu, Çalışma Bakanı Sadi Irmak, Başbakanlık Müsteşarı Cemal Yeşil, Vali ve Belediye Başkanı İzzettin Çağpar, Beden Terbiyesi Genel Müdürü Vildan Savaşır, spor federasyonları erkânı ve sporcular hazır bulunmuşlardır.
Aynı gazetenin on birinci sayfasında ise tek devreli lig usulü oynanacak olan 1947 Türkiye Futbol Şampiyonluğu maçlarından ilkinin haberi görülüyordu.
24 Mayıs 1947 tarihinde oynanan maçta, Hüsnü Teoman, Murat Alyüz, Necati Köksal, Selahattin Torkal, Samim Var, Müzdat Yetkiner, “Küçük” Fikret Kırcan, Erol Keskin, “Lawton” Suphi Ural, Halil Özyazıcı ve Halit Deringör ilk on biriyle sahaya çıkan Fenerbahçe, Ferit, Kemal, Oğuz, Mecit, Muharrem, Lütfi, İhsan, Halil, Mahmut, Bedri ve Rıza’dan oluşan Adana Demirspor’u “Lawton” Suphi Ural (2), Halil Özyazıcı (2), “Küçük” Fikret Kırcan ve Halit Deringör’ün golleriyle 6-0 yendi.
25 Mayıs 1947’de oynanan ikinci maçta bizim için işler pek de iyi gitmedi. Ulus gazetesi karşılaşmayı şöyle anlatıyordu :
“Türkiye Futbol Birinciliği için dün yapılan karşılaşmada Ankara Demirspor takımı Fenerbahçe takımını 3-0 yenmeye muvaffak olmuştur. Bu müsabaka, kalabalık bir seyirci kütlesi tarafından takip edilmiştir. Türkiye Futbol Birinciliği’in son karşılaşması bugün şehrimizde Ankara ve Adana Demirspor takımları arasında yapılacaktır.
Demirsporlular dün bu mevsim içinde çıkardıkları en başarılı oyunlarından birini Fenerbahçe’ye karşı oynayarak haklı bir galibiyete ulaştılar.
Takımlar aşağıdaki kadroları ile sahada yer aldılar.
Oyuna İzmirli ile hakem Fethi Turgay’ın idaresinde başlandı, iki tarafta seri bir oyun tutturdular, yerden ve kısa paslarla, birbirlerinin zayıf taraflarını yokladılar, Gündüz’ün dördüncü dakikada Fener kalecisine yaptığı hafif bir şarjdan sonra oyunun temposu bir parça daha hızlandı, fakat iki taraf da kendi aralarında anlaşamadıkları için bir müddet sallapati bir oyun izledik.
On dokuzuncu dakikaya kadar devam eden bu hesapsız ve ahenksiz oyun arasında, Halit’in yaptığı münferit bir hücumdan sonra topu kapan Demirsporlular soldan yaptıkları bir hücumda, Gündüz’ün şimşek gibi bir şutuyla ilk sayılarını çıkardılar : 1-0. Bu gol Demirsporluları da Fenerlileri de canlandırdı. Demirspor sağ açığı İsmail güzel bir sürüşten sonra kaleci ile başbaşa kaldığı halde attığı şut boşa gitti.
Fenerbahçe en seri oyuncuları olan Fikret’le, Suphi’yi besleyemiyor, buna inzimamen Demirspor müdafaası da yerinde müdahalelerle bu iki tehlikeli oyuncuya adım attırmıyorlardı.
Otuz beşinci dakikaya kadar devam eden karşılıklı bir çekişme arasında zaman zaman iki taraf kalesi de sıkıştı, fakat ele geçen fırsatlardan iki taraf da istifade edemedikleri gibi, Demirsporlular sık sık ofsayta düştükleri için oyun hakem tarafından durduruldu.
Devre sonlarına doğru Fener kalesine tekrar yüklenen Demirsporlular topu sağa geçirdiler, sağ açık İsmail son müdafi Necati’yi de atlatarak topu Gündüz’e verdi ve Gündüz kısa mesafeden bu pası Fener kalesine soktu, bu suretle Demirsporlular birinci devreyi 2-0 galip bitirdiler.
İkinci devre başında Fenerlilerin yaptığı ilk akın boşa gittikten sonra, Demirsporlular da üst üste iki hücum yaptılarsa da, Fenerliler bunları kornere atarak durdurdular ve atılan kornerden Demirsporlular faydalanamadılar. Birinci devrede sakatlandığı için sol tarafı büsbütün muattal kalan Fenerbahçeliler, Fikret’i de işletemediklerinden topu ortadan söküp götürmek gibi güç bir usulü tatbik etmek zorunda kaldıklarından çok zorluk çekiyorlardı. Fenerbahçeliler bir ara kısa paslarla Demirspor kalesine abandılarsa da, Şevket’le İskender emsalsiz bir müdafaa yaparak Naci’nin de yardımıyla Fenerbahçe’nin bu hızını durdurduktan sonra yirmi altıncı dakikada topu birdenbire sağa geçirdiler, İsmail Fener’in hemen hemen bütün müdafaasını teker teker atlatıp topu Rıdvan’a geçirdi. Rıdvan da sağ ayağı ile vuracakmış gibi yaparak, topa sol vurarak kaleci şaşırtıp, Demirspor’un üçüncü golünü de çıkarınca Fener’in durumu bütün çıkmaza girdi : 3-0.
Fenerliler buna rağmen topu ayaklarında çok tutup, fazla paslaştıkları yetişmiyormuş gibi, uzaktan şut çektikleri için Demirspor kalesine yaptıkları tesir de zayıf oluyordu
Otuzuncu dakikadan sonra sertleşmeye yüz tutmasına rağmen iki tarafın oyunu tavsadı, bu arada bir müddet çelmeler, takışmalar da oldu ise de hakem kesin kararlarla bunları önledi, devrenin geri kalan dakikalarında Fenerliler bütün oyuncuları ile Demirspor yarı sahasına yerleştilerse de Demirsporlular da bütün oyuncularını geri çekerek sıkışık bir müdafaaya koyulduklarından bu vaziyet de Fenerbahçe’nin büsbütün aleyhine oldu.
Demirsporlular da 3-0’lık galibiyeti kafi görerek dakikaları öldürdüklerinden Fenerbahçe sahadan mağlup çıktı.
Dünkü oyunda Fenerbahçe şöhretine layık bir oyun çıkaramadığı gibi Demirsporlular da çok enerjik hareketlerle Fener’in oyununu bozduklarından bu netice hasıl oldu. Demirspor’dan Gündüz, küçük İsmail, İskender, Şevket, Naci, Fenerbahçe’den Samim, Selahattin, Boncuk Ömer çok güzel bir oyun çıkardılar. Hakemin idaresi iyiydi
Bugün saat 17.30’da Adana Demirspor ile Ankara Demirspor takımları karşılaşacak ve Türkiye futbol birincisi bundan sonra belli olacaktır.
Türkiye Futbol Birinciliği maçında Fenerbahçe’ye iki gol atan Ankara Demirsporlu Gündüz, Galatasaray’ın meşhur futbolcusu Gündüz Kılıç idi.
Bu arada konumuzla biraz uzak, sevimli bir parantez açalım. Maç haberiyle aynı sayfada 1914 yılında Fenerbahçe’nin meşhur Kuşdili Lokali açılırken henüz 9 yaşında olan (ve kim bilir, belki de dedesi Ahmet Rasim Bey ile beraber orada bulunan) Osman Nihat Akın da maça dair bir makale yazıyor ve şunları söylüyordu:
Fenerbahçe hiç şüphe yoktur ki memleketin her tarafında sevilmiş, milyonları bulan taraftar kazanmış bir kulüptür. Şimdiye kadar yaptığı maçlardan başka bilhassa yabancı karşılaşmalarda yalnız kendi mazisine değil, Türk Milletinin de spor tarihine şerefli yapraklar eklemiş bulunan bu kulüp, son zamanlarda nedense bir türlü istikrar tesis edemiyor. Bu kararsızlığın sebep ve âmillerini kurcalamak bizden ziyade Fener idarecilerini ilgilendiren bir konudur. Ancak futbol kalitesinin ibresi haline gelmiş bulunan bir kulübün her seferinde başka bir manzara arz etmesi, Fenerbahçe’yi sevenlerin kalplerini üzdüğü kadar, Fenerbahçe’ye rakip olanlara dahi azap vermektedir.
27 Mayıs 1947 tarihli Ulus gazetesi birinci sayfada ve spor haberlerinde aynı büyük başlıkla çıktı:
“Ankara Demirspor Türkiye Birincisi”
Yine İzmirli Fethi Turgay’ın yönettiği maçta takımlar aşağıdaki şekilde dizilmiş; Demirsporlardan Ankara, Adana’yı Fenerbahçe maçındaki akıbete yeniden uğratarak 6-0 yenmiş ve Türkiye Şampiyonu olmuştu.
Adana Demirspor : Ferit, Kemal, Ali, Mecit, Muharrem, Lütfi, İhsan, Halil, Akif, Bedri, Rıza
Ulus gazetesi haberi şöyle bitiriyordu :
Türkiye Birinciliğini Kazanan Ankara Demirspor takımı kendini yormadan rahat bir oyunla bu galibiyeti elde etti. Buna mukabil Adanalılar ellerinden geldiği kadar çalıştılar ve arada yaptıkları kombineli hücumlarla şut atabilselerdi belki bir iki sayı çıkartabilirlerdi. Hakem maçı güzel idare etti.
Türkiye Futbol Birinciliğini kazanan Ankara Demirspor Kulübü ve idarecilerini tebrik eder. Başbakanlık Kupası’nda başarılar dileriz.
28 Mayıs 1947 tarihli Ulus gazetesinin beşinci sayfasında “Bu organizasyonların Türkiye Futbol Federasyonu ile ilgisi yok” diyenleri utandıracak iki tebliğ alt alta yayınlandı. “Beden Terbiyesi Futbol Federasyonu Başkanlığı’ndan”
Birincisinde “Beşiktaş Millî Eğitim Mükafatı Birincisi Oldu” diyor.
İkincide ise “26 Mayıs 1947’de sona eren Türkiye Futbol Müsabakaları Birinciliği’ni Ankara’dan Demirspor takımı 946-947 yılı Türkiye Futbol Birinciliği’ni kazanmıştır” yazıyordu.
1959 Öncesi Şampiyonluklar’a canla başla karşı çıkanlara yönelteceğimiz sorulara geçmeden evvel, son olarak şu haberi de verelim. Milli Küme şampiyonu Beşiktaş ile Türkiye Futbol Birinciliği Şampiyonu Ankara Demirspor, 31 Mayıs 1947’de “Başbakanlık Kupası” için karşı karşıya geldiler. Beşiktaş maçı 4-0 kazandı ve kupayı Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Peker’in elinden aldı. Ulus’un haberine göre törende, yaptığı konuşmaya “Yiğit Beşiktaşlılar…” diye başlayan Başbakan Recep Peker’den başka, C.H.P. Genel Başkan Vekili Şükrü Saracoğlu, generaller ve birçok zatlar da hazır bulunmuşlardı.
Şimdi gelelim, 1959 öncesinin Türk futboluna adeta düşman olanlara sorularak sorulara…
Senede bir gün yere göye koyamadığınız rahmetli Gündüz Kılıç’ı yılın geri kalan 364 gününde nasıl unuttuğunuzu sormayacağız. Onun cevabı herkesin malûmu…
Sayın Ali Koç’un bu konuda söyledikleri belgelerle kanıtlanmışken, siz “Her iki turnuvanın düzenlenmesinde Türkiye Futbol Federasyonu hiçbir şekilde devrede değildi” diyerek neden gerçekleri saptırıyorsunuz?