Etiket: Güneşspor

  • Yüksel Gündüz Röportajı

    Yüksel Gündüz Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Yüksel Gündüz röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fırtına

    Nasıl Fenerbahçeli oldunuz?

    Fenerbahçeli olmak için İstanbullu olmak gerekmiyordu. 1937’de Kütahya’nın Tavşanlı kazasında bir Fenerbahçeli olarak doğdum.

    7- 8 yaşında babamın vazifesi dolayısıyla Ankara’ya taşındık. Babam laboranttı. 1950’li yılların başında Ankara’da Dışkapı takımında futbola başladım, aynı zamanda atletizm de yapıyordum. Disk atma ve güllede de iki birinciliğim vardı.

    1954 yılında daha sonra Güneşspor’a transfer oldum. 6 Nisan 1955’te Yugoslavya’ya karşı Gençler Avrupa Şampiyonası Grup Elemeleri’nde ilk kez genç milli formayı giydim. 1957 yılına kadar Güneşspor’da devam ettim. O zaman birinci ligdeydik.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’ne transferiniz nasıl gerçekleşti?

    Fenerbahçe idarecilerinden aynı zamanda eski kalecilerimizden Hüsamettin Böke beni Güneşspor’dan transfer etti.

    Fenerbahçe’ye gelmem olaylı oldu. Çünkü o zamanlarda Güneşspor beni Galatasaray’a vermek istiyordu. Galatasaray’ın iki katı para teklifine karşın ben Galatasaray’a gitmek istemiyordum. Gönlüm Fenerbahçe’deydi. Onun için Hüsamettin Böke beni ailemle beraber Karamürsel’e getirdi. Orada bir nevi saklayarak misafir ettiler. Kaçırmışlardı beni.

    Orada bir yaz sezonu geçirdik. İstanbul’a trenle geldim. Yol hiç bitmiyordu. Geçtiğimiz yolda ağaçlar villalar derken yolu bitirdim, heyecanım hiç geçmiyordu. Fenerbahçe’de oynayacaktım.

    Birinci sezon geçtikten sonra Acıbadem’de Anadolu Lisesi’ne kaydımı yaptılar. Son sınıftaydım, mezun olduktan sonra prosedür sorunları yüzünden bir sene top oynayamadım. Bir sene boyunca sadece özel maçlarda oynattılar beni. Özel şartlara bağlı olarak futbol federasyonunun koyduğu şartlardı.

    1958 yılında normal transferim yapıldı. Osman Göktan, Mikro Mustafa onlarla beraber oynadım. Böylece transferim gerçekleşmiş oldu, o sene şampiyon olduk. 1958 -59 sezonunda milli lig şampiyonu olduk. Futbola 1965 yılına kadar devam ettim.

    Fenerbahçe’ye geldiğimde çok gençtim. O kadar değerli futbolcuların arasında oynama şansımın olacağını hiç düşünmemiştim. Lefter, Avni, Şeref, Can, Basri, Nedim, Naci, Akgün hepsi çok kıymetli futbolculardı. Ve onlarla aynı topun arkasında koşturmayı ne mutlu ki başardım. İlk on birin sol kanadında oynadım. Ve Fenerbahçe’de yıllarca tek santrfor olarak oynadım. Her iki ayağımı da iyi kullanabiliyordum. Çok da iyi sıçrar, kafa gollerinden de kaçmazdım.

    Fenerbahçe’de kaç sene oynadınız?

    8 sene oldu.115 gol atmışım, 268 maçta oynamışım.

    Osman, Mikro Mustafa, kaleci Şükrü en yakın arkadaşlarımdandı ama hepsiyle çok iyi anlaşıyordum. O zamanlar herkesin birbirine sevgi ve saygısı vardı.

    Takımın her iki açık mevkiinde de yer alıyordum. Hem liseyi bitirip, futbolun yanı sıra İktisadi Ticari İlimler Akademisi’nden de mezun oldum.

    O zamanlara dair en hoşunuza giden bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?

    En büyük anılarımdan birisi 1958-59 yıllarında Galatasaray’la iki sefer karşılaşmamız oldu.

    İlk maçı Galatasaray 1-0 kazanmıştı. Hani o meşhur Metin Oktay’ın ağları delen golü vardı.

    3 gün sonra da rövanşta Galatasaray’ı 4-0 yenmiştik. Kupayı aldık. İlk golü ben atmıştım.

    Lakin o ilk yenilgimiz tam bir kâbustu bizim için. Ne uyku uyuyabiliyorduk ne de herhangi bir şey yapabiliyorduk. Bir an önce o gün gelsin maçımızı oynayalım, bütün her şeyimizi ortaya koyalım istiyorduk. Ve hakikaten de öyle oldu. Oradaki heyecanımızı hiç unutamıyorum ve dört tane golle süsledik olayı.

    Futboldan arta kalan zamanınızda neler yapardınız?

    O zamanlar bir pul koleksiyonuna sahiptim. Boş zamanlarımda pulları ortaya çıkarır onları odanın her tarafına yayar, saatlerce onlarla vakit geçirirdim.

    Müziğe de büyük merakım vardı. Halen de var.

    Bir de antrenman sonrası Moda’daki kütüphaneye uğrar birkaç kitap alır onları okuyarak zamanımı değerlendirirdim.

    O yıllarda sizin izleniminizle tribünler, takım içi dayanışma nasıldı?

    O zamanlarda tribünlerde seyirciler hepsi yan yana otururlardı. Galatasaraylısı, Fenerbahçelisi ya da Beşiktaşlısı. Oradaki dostluklar saha dışında da devam ederdi. Şimdiki gibi kavgalar- yoktu tabii ki. Oyun içinde taraftarlar arasında güzel rekabetler olurdu.

    Yine bir anımı anlatayım: Bir Galatasaray maçında bizim kaptan Naci ve Metin Oktay aynı anda topa kafa çıktılar ve Metin Oktay o topu aldı ve sonra bizim kaleye gol attı, durum 1-0 oldu.

    Bu duruma çok üzülen Naci yere çömelip başını iki elinin arasına alıp öylesine kala kaldı. Bu durumu görünce ben koştum yanına gidip “Kaptan kalk sen üzülme şimdi ben bir gol atarım telafi ederiz.” dedim. Hakikaten 5 dakika sonra ben bir gol attım ve maçı 2 -1 kazandık.

    Milli takımda da görev aldınız…

    Tabii milli takımda da oynadım. Macaristan ve İspanya’da da oynadım, o zaman genç milli takımdaydım. A milli takımında Metin Oktay oynadığında, ben hep yedekte kalıyordum. Sadece Macaristan maçında oynadım.

    Ayrıca askerlik nedeniyle ordudayken ordu milli takımında da oynadım. 1963 yılında ordu takımı için Atina’da oynadık ve dünya ikincisi olduk.

    Ne zaman jübile yaptınız?

    1964 yılında evlendim. Bir sene daha Fenerbahçe’de oynadıktan sonra 1965 yılında futbolu bırakmak zorunda kaldım.

    Ömrümüz hep maçlarda ve kamplarda geçtiğinden dolayı ailemle doğru dürüst beraber olamıyordum.

    O ara çok jübile vardı. Metin Oktay’ın falan… Kulübün teklif etmesine rağmen ben jübile yapmayı istemeden futbolu bıraktım. Çok sıkıntılar çekmemize rağmen para yönünü hiç düşünmemiştim.

    Futbolu bıraktıktan sonra neler yaptınız?

    Sonra özel şirketlerde çalıştım, müdürlük yaptım. İlaç firması kurdum. İki oğlum var, onlar da ilaç sektöründe çalışıyorlar.

    Fenerbahçe sevdalısı bir eski futbolcu olarak taraftarımıza mesajınız nedir?

    Taraftarlarımız hem fedakâr hem de cefakârlar her zaman olduğu gibi. Kulüplerine oldukça bağlılar. Onları her zaman çok sevdim. Futbol hayatım bittiğinden beri de onların oturduğu koltuğa oturup maç seyrederek neler hissettiklerini çok iyi anlayabiliyorum.

    Fenerbahçe’nin taraftarı her zaman çok farklıdır. Futbolcuları derseniz Fenerbahçe’nin kendilerine verdiği o şöhretten dolayı her yerde itibar kazanıyorlar. Ben 50 sene oldu bırakalı hala unutulmuyorum. Nereye gitsek yine tanıyan çıkıyor yani.

    Fenerbahçe’nin kredisi bitmiyor. Fenerbahçe bir zirve ve bütün futbolcular oraya tırmanmak ister. Başka kulüplerde oynayan futbolcularımız bugün bile halen ziyaretimize geliyorlar. Bizden kopamıyorlar. Fenerbahçe’ye karşı hep bir özlemleri var.

    Fenerbahçe’de oynarken en çok hangi futbolcuyu beğenip, örnek alırdınız?

    En büyük Lefter’di tabii. Beraber aynı takımda yan yana oynamamıza rağmen maçta bile onun oyunu seyrederdim. Lefter’le aram çok iyiydi, birbirimizi çok iyi anladığımızdan hem paslaşıp gol atar ya da gol attırırdık, ayrıca ben kendisine çok şeker taşımışımdır.

    Benim en büyük ve tek gayem Fenerbahçe’de oynamaktı. Yedeklerimiz bile çok kıymetliydi. Fenerbahçe’nin başarılı olması en büyük temennimizdi. Biz bu kadar mücadele ettik, şimdi de yine onların başarılarıyla öğünmek istiyoruz.

    Lakabınız var mıydı?

    Bana “Fırtına” lakabı takmışlardı.

    Ya şimdi Fenerbahçe Spor Kulübü’ne baktığınızda gururlanıyor musunuz?

    Fenerbahçe ruhu Başkanımızla çağ atladı. İlkel durumumuzdan şu günlere gelmemize inanamıyorum. Başarılarımız, güzel tesislerimiz oldu. Topuk Yaylası çok nefis ve güzel olmuş, havası da çok temiz. Lefter Dereağzı Tesisleri’ni çok beğeniyoruz ve sıkça gidiyoruz.

    Bugün oynanan futbolu beğenmediğim oluyor. Belki de futbolun endüstriyelleşmesinden dolayı bizim futbola verdiğimiz o amatör sevgi kalmamış. Şehirler, takımlar birbirine küsmüşler, sporun üstü buzdağı altı para olmuş, bütün her şey bundan kaynaklanıyor.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Yavuz Şimşek Röportajı

    Yavuz Şimşek Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Yavuz Şimşek röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Manchester Fatihi

    Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Yavuz Bey?

    Bahçıvan bir ailenin en küçük çocuğuydum. İki kız, beş erkek kardeşiz. Babam Samsun’un Havza kazasında bahçıvanlık yapardı.

    Yıl 1956-57 aklımın erdiği zamanlar. O zamanlar çikletlerden resimler çıkardı. Samsun’da Adalet, Karagümrük takımları vardı. O dönem Fenerbahçe’de Özcan Arkoçlar, Naci Erdemler, Akgünler, Avniler vardı. Havza’ya bir iki günlük gazeteler gelebiliyorsa, onların spor sayfasında ne okuyorsak aldığımız haberler oydu.

    Mahalledeki çocuklar arasında Beşiktaşlılar, Galatasaraylılar da vardı. Fakat ben ve ağabeylerim Fenerbahçeliydik.

    Ben forvet oynardım. Aslında topumuz bile yoktu, kâğıttan top yapar, sabahtan akşama kadar mahalle çocukları tepişir dururduk. Bazen de benden iki yaş büyük ağabeyimle yine patates tarlasında kâğıttan topları fırlatır, kim önce kapacak diye oynarken orada bir atlama hevesi geldi ama hala kalecilikte gözüm yoktu. İyi topa vururdum, yaşıma göre santrafor oynamayı düşünmüştüm.

    O 1957 yıllarında hayalimde yaşattığım Fenerbahçe Spor Kulübü’nü yerlere, göklere sığdıramıyordum. Ne gariptir ki tesadüfler insanı öyle bir yerlere getiriyor ki Fenerbahçe Spor Kulübü’nde forma giymek nasip oldu bana…

    Peki, Fenerbahçe’deki spor hayatınız nasıl başladı?

    10 sene sonra geldim Fenerbahçe’ye yani 1967 yılı…

    Önce ağabeyim öğretmen çıktı bizleri yanına Çanakkale’ye aldı, önce Çanakkale sonra bir sene de Kastamonu’da kaldık.

    1960 yılında da Ankara’ya geldik. Toprakspor genç takımda lisanslı oldum. 13-15,5 yaşları arası ikinci buluğ dönemi başlar o dönem kemik boyunun en çok uzadığı dönemdir. Benim de o dönemde bacaklarımın boyu 66’dan 80 cm’ye vurunca bacaklar vücudu taşıyamaz oldu.

    O sırada Ankara karmasının antrenörü Sabri Kiraz vardı. Sabri Kiraz Ankaragücü’nün kum havuzunda atlatarak beni kaleciliğe yönlendirdi. O senede beni Ankara genç karmasının kalesine koydu. Tuttuk Türkiye şampiyonu olduk. Tatlı gelmeye başladı.

    Bir sene lisanssız okumak için Adıyaman’a gittim. Öbür sene ablam öğretmen olmuştu Rize’ye tayini çıktı. Onun peşinden gittim, tesadüf Rize karmasıyla oynadım şampiyon olduk. Rize’de Güneşspor Kulübü vardı. Beni hemen angaje etti. Bir takım elbise, bir gömlek, bir şemsiye, okul kitapları ve lokanta fişi karşılığında. Çok başarılı oldum.

    Trabzon’la oynadığımız maçı milli hakem Ankara PTT’ de çalışan Necdet Hoyrat yönetmişti. Oradaki başarılı oyunumdan dolayı beni PTT’ye önerdi.

    1965-1967’de ise milli ligde top oynadım. 1967’de lise son sınıf öğrencisiyken okul müdürümüze Faruk Ilgaz, Semih Bayülken, Fikret Arıcan, Ahmet Erol geldi. Müdür, “Fenerbahçe Spor Kulübü’ne gitmezseniz bu okul bitmez.” dedi. Ondan önce de Coşkun Özarı Şekerspor’u çalıştırırdı, bizi Galatasaray’a önermişti. Seksen bin lira veriyordu. Ben Fenerbahçe Spor Kulübü’nün verdiği yetmiş bini kabul ettim, geldim. Hayalim gerçekleşmişti.

    Fiilen 24 yıldır Fenerbahçe’ye 12 yıl da futbolculuğa antrenörlük, yöneticilik, genel koordinatörlük olmak üzere hizmet verdim.

    Bugün 40-41 yaşına kadar oynayan kaleciler var. Siz neden erken bir yaşta bıraktınız?

    1977 senesiydi, futbolu 11 yıldan sonra bıraktım.

    Çim saha yok, kışın kum zımpara gibi yerlere yatarsın, koşullar çok zor geldi.

    Başkanımız Faruk Ilgaz 1977-78 sezonu için Radomir Antiç ile birlikte Radmillo İvançeviç’i eski Yugoslavya’nın Partizan takımından Fenerbahçe’ye transfer etmek istiyordu.

    Bana “Eğer bu transfer gerçekleşmezse bizde bir sene daha oynar mısın?” diye sordu. Ben üç defa boş mukavele imzalamıştım, kulüp bizim kulübümüz ben Fenerbahçeliyim. Fenerbahçeli olan Fenerbahçe’ye karşı forma giymez. Bana da her zaman cazip teklifler geldi ama gitmemiştim.

    Sonra bu transfer gerçekleşince Faruk Başkanımız “Hizmetlerinden dolayı teşekkür ederiz.” diye yazan bir mektup gönderdi. Benim bir sene yaşamımı temin edip, jübilemi yaptı ve bana “Senin bunca yaptıklarından sonra Fenerbahçe hiçbir zaman bunun altında kalmaz, istediğin tarih senin jübilendir.” dedi.

    Sezonun ilk hazırlık maçını bana jübile olarak verdiler. Bu da Kulübümün ve Faruk Başkanımın bana yaptığı bir jesttir. Kampa gittik 21 gün kampımız vardı, Antiç’in işi oldu ve ben eşofmanı ve eldiveni çıkardım.

    Futbol kariyerinizden sonra Türk sporuna katkılarınız neler oldu?

    Bir projeyi gerçekleştirmek için kaleci yetiştirmek adına hazırladığım projeyi Fenerbahçe’ye sundum.

    Mert Günok, Volkan Babacan, Recep Güler, Melih Özçelik’i altyapıda yetiştirdim.

    2000 senesinde federasyon istedi, U15, U16, U17, U18 hepsinin kalecisi Fenerbahçe’nin kalecisiydi, bunları da ben yetiştirdim, bundan da gurur duyuyorum. Bugün milli takım kalecisi benim kalecimse artık Türk futbolunda bir misyon sahibi oldum diye düşünüyorum.

    Sporu bıraktıktan sonra sesinizin güzelliği keşfedilmiş ve Zeki Müren’in alt kadrosunda şarkı söylediniz, spordan sonra çok farklı bir iş dalı değil mi?

    Antrenörlük dönemimde bir maç dönüşü Türk sınırına girerken Türkiye hasretiyle bir şarkı mırıldanmaya başladım. TRT’nin spor spikeri ile aynı arabadaydık.

    Bana kulak vermiş “Bir spor programında şarkı okur musun?” diye sordu.

    Ben de “Okurum.” dedim.

    Ben gayri ciddiydim. İstanbul radyo evinde “Unutturamaz Seni Hiçbir Şey” şarkısını söyledim kasete aldılar. O zaman sadece TRT Televizyonu var. Jenerik geçiyor, “Yavuz Şimşek şarkı okuyacak” diye… Sesimi beğendiler.

    O zamanın gazino patronlarından Osman Kavran, Fahrettin Aslan beni aradılar. O zaman Ateş Böceği Ercan komşumuzdu. Beni Osman Kavran’a götürdü. Zeki Müren’in alt kadrosunda çıkmaya başladım. İzmir’e Fuar’a gittik. Fakat çok farklı bir dünyaydı, ayak uydurmam zor oldu, eşimden ve çocuklarımdan uzak kalıyordum. Baktım bu iş bana göre değil, ticarete atıldım.

    1986 senesinde Fenerbahçe Spor Kulübü Tahsin Kaya başkanlığındaki yönetime girdim. O dönemdeki kaleci Adem’i çalıştırdım.

    Başkan Ali Şen zamanında haftada iki kez fahri olarak Nurettin’le, Yaşar’a antrenman yaptırdım.

    Bu ara altyapıdayken Ogün Ağabeyle Marmara Üniversitesi Spor Tesisi’ni beş seneliğine kiraladık. Altyapıdan futbolcu yetiştirecektik. Emin Ağabey’den spor malzemelerini aldık. Hüsnü Ağabey’den Grundig marka video, televizyon aldık. Yılmaz Yücetürk’ü işin başında getirdik. Hasan Özaydınlı da sorumlu oldu.

    Bugün U15 – 16 – 17 varsa tarihi o zamana bağlıdır. Sonra 1994’de Hasan Özaydınlı Fenerbahçe Spor Kulübü başkanı olunca bana “Altyapı genel koordinatörlüğüne geleceksin” dedi.

    O sırada TFF kaleci antrenörlüğü mecburiyeti getirdi. Benim hiçbir müracaatım yokken Başkan Hasan Özaydınlı beni TFF’nin açmış olduğu kursa yazdırmış, ben de devam ettim. Elliye yakın kursa katıldım.

    Sonra “Fenerbahçe’de yine geniş çaplı bir altyapı oluşacak” dendi. Burada da 56 talebe oldu her sabah özel çalışma yapıldı. Bu çocuklar 2 yaş 3 yaş üstü tekniğe sahip oldular. A takım kadrosuna dâhil olunca bu sefer proje için Hollandalılar geldi. Ben bıraktım. 2005- 2006 arası Zico’ya dışarıdan gelen önerileri değerlendireceğimi söyledim ve Federasyona tamam dedim. 

    Televizyonda hiç kaleci yorumculuğu yapmanız için istek geldi mi?

    Lig TV’den gelmişti teklif, sonra kaldı. Faydalı olabilir düşüncesindeyim.

    Türkiye sizi 1967-68 yılındaki Manchester maçıyla tanıdı, bir kez de siz o günü anlatabilir misiniz?

    1967- 68’ de tüm kupaları aldık. Hah bir de Balkan Kupası… Balkan Kupası deyip geçmeyin Avrupa düzeyinde bir kupa.

    Biz Kınalı Ada’da kamp yapıyoruz. Hep baba oyuncular var, kuradan Manchester çıktı. Manchester da 1966 Dünya Kupası’nı almış, o takımdan da 6 oyuncusu var. Manchester City takımını toprak sahalardan çıkıp böyle kaliteli sahalarda nasıl yenersin zaten yeniliriz düşüncesiyle sahaya çıktık. Kaleciye ne kadar top gelirse kalecinin kendini o kadar gösterme şansı var.

    Allah yardım etti, çok dikkatli ve iyi oynadım. Maç bitince kendimi Kıbrıslı bir Türk’ün omuzlarında buldum. Maç bitti 0-0. Bütün İngiliz seyircisi ayakta beni alkışladı.

    Ertesi gün Samim Var spor sorumlusu “Gazeteleri aldın mı? Bundan daha güzel bir haber olur mu? Dünya sporundasın, herkes senden bahsediyor.” dedi.

    Bir iki tanesini buldum. En çok üzüldüğüm de evde soba tutuşturayım derken hanım hepsini yakmış. Bir başlık şöyleydi:

    “Dünya sporu için ne gece!”

    Bir de dünya çapında üç yıldız dağıtmışlar. Biri Muhammet Ali Clay’e giderken… Bir yıldız da bana düşmüştü.

    Tabii o maçın rövanşı buradaydı.

    Mithatpaşa Stadı’nda rahat 50 bin kişi vardı. Taç çizgisine kadar seyirci doluydu.

    Biz burada havaya girdik, ilk yarı bir gol yedik, 50 bin kişi bir sessizlik kibrit sesleri geliyor sadece…

    İkinci yarı 1-1 oldu. Sonra 2-1 nasıl yendik bilemiyoruz. Eledik adamları. Bize prim sözü vermişlerdi ve de sözünü tuttu Kulüp. Hem de kendini sıkıntıya sokarak.

    Kaç kez milli maça çıktınız, Fenerbahçe Spor Kulübü’nde aldığınız şampiyonluklar?

    13 defa milli oldum o zamanlar zaten senede bir tane maç olurdu. İki tane Türkiye Kupası, 5 lig şampiyonluğu özel kupalar, Balkan Kupası, TSYD Kupası.

    Taraftarlar için neler söyleyeceksiniz?

    Taraftarla hiç sorunum olmadı, iyi bir Fenerbahçeliydim. Bu taraftar bizi bizden daha iyi tanıyor. Her zaman minnettarım onlara. Özellikle de bu sene yaşadığımız üzücü olaylarda Kulübümüze tam destek verdikleri için.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Büyük Fikret Bölüm X

    Büyük Fikret Bölüm X

    Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan‘ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm X

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Büyük Fikret

    Büyük Fikret Bölüm X

    Yunanlılarla siyası ve kültürel bir dostluk havasına girmiştik. Spor temaslarımız sıklaşmıştı. Bunların neticesi olarak meşhur Yunan takımı Olimpiakos’la karşılaşmamız kesinleşti. Müsabaka İstanbul’da Taksim Stadı’nda yapılacaktı. Maç günü Taksim Stadı o senelerin rekoru sayılacak seyirci ile doluydu. O kadar ki papazlar bile maça gelmişlerdi. Benim fena itikatlarımdan biriydi maçtan önce papaz görmek. Kendi kendime söylenip duruyordum. Bir hadise olacaktı sonunda oldu da…

    Maçın sonlarına doğruydu… Alaattin ağabeyim sağdan güzel bir vuruşla galibiyet golümüzü attı. Ben de direğe vurarak içeri girmekte olan topa bir daha çakarak ağlara gönderdim. Bugün bile Avrupa’da sevinç alameti olarak yapılıyor bu iş…

    Ama karşı takımı çok sinirlendirdiği de muhakkak… Neyse… Topu alarak hızlıca santraya doğru gidiyordum. Arkamdan Yunan kalecisinin koşarak bana yaklaştığını hissettim. Fakat kaleci bir anda ortadan kayboldu. Arkamı döndüğümde kaleci yerdeydi. Seyircinin arasına girmekte olan bir subayı ancak görebildim. Biraz daha oynadık maç bitti. Ertesi günkü gazeteler bu hadiseden biraz bahsettiler.

    Olay kapandı sanırken, iki gün sonra çalıştığım yere bir inzibat eri gelerek Merkez Kumandanlığı’ndan çağrıldığımı söyledi. Şaşırmıştım. “Ne oluyor?” diye acele gittim. “Galiba beni askere alıyorlar” diyordum. Beni bir albayın odasına çıkardılar. Kendisi sert bir lisanla kaleciye yumruğu kimin attığını sordu. Görmediğimi söyledim. Albay inanmıyordu. Hakikaten görmemiştim.

    Ertesi gün Zeki Bey’le beni yine çağırdılar. Uzun uzun soruşturdular. İkimiz de görmediğimizi söyledik. Ama albay ısrar ediyordu. Kızgın bir sesle, “Bu bir subay… Onu mutlaka bulacağız. Yoksa hepimiz ya tekaüt olacağız yahut Şark’a sürüleceğiz. Başvekilin emri var” dedi. Bize adeta yalvarıyordu adam… Kendisine yardımcı olmamızı istiyordu. Hakikaten görmemiştik.

    Bir gün sonra beni yine çağırdılar. Albay, “Biz yumruğu vuranın bir doktor yüzbaşı olduğunu tespit ettik. Bunların arasında var mı?” diyerek bana üç tane doktor yüzbaşı gösterdi. “Tanımıyorum” dedim. Öfkeleri gün geçtikçe artıyordu.

    O zaman Gülhane Hastanesi’nde şimdiki Profesör Rasim Adasal, bizde futbol oynayan Selahattin ve Deniz Hastanesi Başhekimi olan İhsan Meriç de doktordu… Bu iş hepimizi dertlendirmişti. Fakat yumruğu vuran yüzbaşı sonunda bulundu. Merkez Kumandanlığı rütbesi tespit edilen ne kadar doktor yüzbaşı varsa çağırıp maç günü nerede olduklarını sormaya başlamış. Yumruğu vuran maç has tası Yüzbaşı Hilmi, o gün maça gitmediğini ve öğretmenleriyle vapur gezisine iştirak ettiğini söyleyince ondan şüphelenmişler. Öğretmenleri de Merkez Kumandalığı’na çağırıp durumu tahkik etmişler. Bu tahkikat sonunda Yüzbaşı Hilmi’nin doğru söylemediği ortaya çıkınca yumruğu vuranın o olduğu anlaşılmış. Fakat yüzbaşının talihi yaver gitti. Yunanlılar da bizim federasyona başvurarak benim arkamdan koşmak suretiyle kendi kalecilerinin hadiseye sebebiyet verdiğini ve cezalandırıldığını bildirmişler. Böylece Yüzbaşı Hilmi cezadan kurtuldu. Sadece Şark’a tayin edilerek cezalandırıldı.

    O zamanlar fizik tedavileri için gerekli aletler yalnız Gülhane Hastanesi’nde vardı. Ben de bu tedaviler için gerektiğinde Gülhane’ye giderdim. Yüzbaşı Hilmi’yi, Rasim Adasal’ı, Selahattin ve Ihsan Meriç’i orada tanıdım. Kendileriyle çok yakın arkadaşlık ettim. İhtiyaç olduğunda daima oraya gider, tedavi görürdüm…

    Esat’ın Kulübe Gelişi

    Bizim Fenerbahçe Stadı’nda çok zaman küçük takımlar aralarında maç yaparlardı. Bir gün ekserisi Rum olan Atlas takımı ile diğer bir takım maç yapıyorlardı. Biz futbolcular ve idareciler seyrediyorduk. Bu futbolcular arasında ufak tefek sayılacak birini gördük. Bazı arkadaşlarımız kendisini tanıyor ve iyi futbol oynadığını söylüyorlardı. Orada da hemen göze batmıştı. Kendisini hemen kulübe aldılar, birkaç maç sonra birinci takıma girdi. Türkiye’de yetişen tüm futbolcuların en tekniklerinden biri olarak gelişti. Bütün kısmetsizliği milli maçların olduğu devirlerde hasta yatmasıydı. O devirlerde çok seyrek yapılan milli maçlarda oynayamaması nedeniyle sporseverlerin gözünden uzak kaldı. Ufak boyuna rağmen Gündüz Kılıç’a bile kafa topu bırakmadığını herkes bilir…

    Güneş Takımı ile Birlikte Yaptığımız Romanya Gezisi

    1935 senesiydi… Vatani vazifemi yapmakta olduğum için çok iyi aklımda kalmış. Güneş takımıyla Bükreş’te iki maç yapmak için Romanya’ya gittik. Bu seyahatimize Yusuf Öniş, Zeki Rıza Sporel, Nusret Bey gibi spor idarecileri de katılmışlardı. Bükreş’e o devirde “Küçük Paris” ismi veriliyordu. Orada iki müsabaka yapacaktık. Oyun tarzım itibariyle küçük ve sıkışık sahalarda top oynamayı hiç sevmezdim. Taksim ve Şeref stadlarının çamur, kum ve kömür tozu zeminlerinden gına gelmişti.

    Romanya’da yeşil bir sahada maç yapacağımızı düşündükçe memnun oluyorduk. Oynayacağımız sahada bir maç varmış. Gidip görmeyi çok arzuladım ve gittim. Bir de ne göreyim ufacık basketbol sahası gibi bir saha, iki takım maç yapıyor, birbirlerine bol gol atıyorlar. 6-1 bitti maç. Neşem kaçmıştı. Akşam Zeki Bey ve Yusuf Ziya Bey’e, “Biz bu sahada maç kazanamayız. Top oynayamayız” dedim.

    Şimdiden yenilgiyi kabul etmek lazımdı. Duyardım, orada gördüm Yusuf Ziya Bey idarecilik vasfı yüksek bir kişiymiş. Çok da olanaklı bir insan. Derhal Romen idarecileri çağırarak bu sahanın değiştirilmesini, orada top oynayamayacağımızı aksi halde geri dönebileceğimizi bildirdi. Hem de kesin bir lisanla… Onlar maddi sıkıntılarının olduğunu, bu sahaya bağlandıklarını, aksi olduğu takdirde, aklımda kaldığına göre iki bin lira tazminat ödemek zorunda kalacaklarını söylediler. Yusuf Ziya Bey münakaşayı uzatmadan “Bu tazminatı kabul ediyoruz, gidin, halledin” dedi.

    Onlar da bizi o zamanın en büyük statlarından Onef Stadı’nda oynattılar. Stat o zamana kadar hiç oynamadığımız kadar güzeldi. Takımda ilk defa Rum asıllı ve İtalyan tebalı Bombino ile beraber oynuyordum. O Türkiye’de yetişen gayri müslümler arasında ön sırada yer alırdı. O gün futbol hayatımın en güzel oyunlarından birini çıkardım ve bir de gol atarak maçı 2-1 kazanmamazı sağladım. Bambino’nun bana verdiği pasları unutmam mümkün değil… Bizden bir hafta önce Romenler aynı sahada İngilizler’i 3-2 yenmişler. Şöhretli solaçık İngiliz Bastin’de oynuyormuş. O günkü oyunumla Bastin’le mukayese edilmeye başlandığımı öğrendim. Bu hadise ve o güzel saha hatıralarım arasında büyük yer tutar. Sıra ikinci maçımıza geldi. Romenler bizi yine o küçük sahaya sokmak istediler. İdarecilerimiz razı olmadı. Bu durumda ikinci maçımızı oynamadan ve ödenmeyen masraflarımızı almadan yurda dönmek zorunda kaldık. O sırada bulunduğumuz süre içinde bir taksi parasını ödeme hadisesi geçti başımızdan…

    Bizim kafileyle beraber İş Bankası hissedarlarından Münip Bey adında bir işadamı da gelmişti. Orada hastalandı. Kendisine bir daire ve bir hastabakıcı tutarak tedavi ettirdik. Ona geçmiş olsuna gittim. Yanımda Hüsamettin de vardı. Galibiyetimizden son derece mütehassıs olan Münip Bey bize mükâfat olmak üzere meşhur Romen revüsünde iki bilet aldırdı. Kapıdan bir taksiye binerek ayrıldık. Şoför bizi yarım saat dolaştırdı. Bükreş’in içinde ve revünün önünde indirdi. Hüsamettin’le şöyle bir etrafımıza baktık az önce ayrıldığımız Münip Bey’in bulunduğu binadan yüz metre kadar ilerdeyiz. Adama teşekkür ederek çıkarıp biraz para verdik. “Allah senden razı olsun ahbap… Bizi gezdirdin. Fakat buna hiç ihtiyacımız yoktu…” diyerek gönderdik… Hiç unutmam şoförün gıkı çıkmadı…

    (DEVAM EDECEK)


    Fotoğraf-1) Fenerbahçe’nin 30. yıla girerken Yunan muhtelitini 2-0 yendiği maçtan sonra Orhan Nurah’ın karikatürü…

    Fotoğraf-2) Devrin sayılı hakemlerinden biri de Refik Osman Top’tu… Fotoğrafta, Refik Osman bir maçımızı başlatmadan önce bizlerle konuşurken…

    Fotoğraf-3) Kırmızı-Beyaz’da Fikret Arıcan için bir karikatür.

  • Elifi Öldürün

    Elifi Öldürün

    Galatasaray-Güneş hadisesi, tarih meraklılarının malûmudur. Önce Sarı-Kırmızı, sonra Ateş-Güneş, en son da Güneşspor olarak hayatına devam eden kulüp, bugün hala araştırmacılar için bakir bir alan… Ancak bu sıralar (herhalde “Biz o zamanlar fena birbirimize girdik” dememek için olacak) o hadiseyi de komik bir şekilde Fenerbahçe’ye yüklemeye çalışanlar var. Biz de kavganın çıkış günlerinde Selami İzzet Sedes’in yazdığı bir yazıyla sizleri baş başa bırakalım istedik. Elifi öldürün fıkrasını bugünlerde de okuması gerekenler var…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Elifi Öldürün

    Ehibba, şivei yağmada mebhut eyler âdâyı,
    Hüda göstermesin âsarı izmihlal bir yerde!

    Galatasaray izmihlal âsarı gösterir göstermez, en yakın dostu Eşref Şefik’in kaydını sildi. Eşref Şefik -idare heyetine göre- artık Galatasaraylı değildir.

    Oh!.. Artık mesele kalmadı demektir. Kulüpteki bozgunlara, idaresizliklere, hoşnutsuzluklara sebebiyet veren, meğerse, Eşref Şefikmiş. Mağlubiyetlerin en büyük âmili bu arkadaşmış…

    Eğer Eşref Şefik Galatasaray’ın mağlup olacağını evvelden yazmasaymış, galibiyet muhakkakmış.

    İdare mekanizması bozuktur, futbol ekibi çalıştırılmıyor, bu şekilde galibiyet temin edilmesi imkansızdır, demek müstekreh neşriyat yapmakmış.

    Meğer mensup olduğu kulübün düzeltilmesini istemek “mensup olduğu kulübün şahsiyeti maneviyesini tahkir” imiş…

    Bir kağıt, bir kalem, gazetelere bir tebliğ: Eşref Şefik Bey’in kaydını terkin ettik…

    Bundan böyle idare heyetini herkes sevecek, idare mekanizması kronometre gibi işleyecek, futbol takımı artık galip gelecek…

    Doğrusu, idare heyetinin kulüp işlerini tanzim için bir çırpıda bulduğu çareye deyecek yok…

    Vakti evailde, mahalle mekteplerindeki çocuklar, elifbeyi bir türlü öğrenemiyorlarmış. Dersi zihinlerine yerleştiremeyince aralarında karar vermişler:

    • Hocayı öldürelim.

    Karar mı karar. Ellerine birer sopa alıp, köşebaşında hocayı beklemeye başlamışlar.

    Oradan geçen bir zat, çocuklara sormuş:

    • Ne yapıyorsunuz burada?
    • Hocamızı bekliyoruz.
    • Neden?
    • Onu öldüreceğiz.
    • Sebep?
    • Elifbeyi öğrenemiyoruz.
    • Ayol, hocayı öldürürseniz yerine başkası gelir, elinizde ise elifbeyi öldürün!

    Eşref Şefik’i –hem de salahiyetleri yokken– kulüpten addetmemekle işler düzelecek mi? Eşref artık tenkit etmeyecek mi? Doğru yolu göstermeyecek mi? O olmazsa, başkası yazamaz mı?

    Bu neşrettikleri tebliğden sonra –bize kalırsa– idare heyeti, kendi kayıtlarını silmelidirler…

    Selami İzzet