Bundan iki sene kadar önce bir pazar günü idi. Fenerbahçe kulübünün müdüriyet odasında birinci takımda henüz oynamaya başlamış olan genç ve mahcup bir futbolcu, kulüp müdürünün karşısında ezile, büzüle konuşmaya başlamıştı:
Beni çağırmıştınız, Fikret ağbi…
Emektar futbolcu Büyük Fikret;
– Evet, demişti, seninle biraz konuşacağım.
Eski ve kurt futbolcu, 17 yaşındaki yeni ve istidatlı oyuncuya uzun, uzun nasihatte bulunduktan sonra, idare heyetinin kendisini beğenmekte olduğunu, tahsili ve sair ihtiyaçları için şimdilik mütevazi bir yardımın yapılacağını, fakat bazı futbolcular gibi, yarın, öbür gün gazetelerde birkaç defa resmi çıkınca, kat’iyen şımarmamasını söylemişti.
Bu genç futbolcu Can Bartu idi. Kulübünün hakkında gösterdiği alakayı unutamayacağını belirtiyor ve sık sık “Ağabeylerimin bana karşı gösterdikleri bu iyiliğe, minnettarım” diyordu.
Şu var ki genç oyuncu amatör kalmakta fayda görüyordu, Zira profesyonel olduğu takdirde basketbol oynaması da, imkânsızlaşacak ve Fenerbahçe basketbol takımı yıldız bir oyuncusundan mahrum kalacaktı.
Aradan çabucak iki sene geçti. Fenerbahçe futbol takımı, yine istikrarsız günler geçiriyordu.
Takım daha bir kaç hafta öncesine kadar Galatasaray’la puan, puana bulunurken, İstanbulspor’a mağlup olunca, şaşkın bir halde şampiyonluğu kaybetmişti. Fenerbahçe’ye bu akıbeti getiren futbol takımında bazı oyunculara yüz bin lirayı bulan mukavele yenileme ve transfer ücreti ödenmiş, kulüp bu yüzden mali kriz içine girmişti.
İşte bu sıralarda idareciler yeni mukavele ücreti talepleriyle karşılaşıyorlardı, İki sene önce ezile büzüle, en mütevazı yardıma bile minnettar kalacağını söyleyerek, emektar futbolcu ağabeysinden nasihat alan Can da, artık, profesyonel futbolculuğun tabii vasıfları içinde yirmi bine bile para demiyor, otuz bin lira talep ediyordu. Anlaşılıyordu ki, basketbola olan bağlılığı otuz binden daha değerli değildir.
Fenerbahçe idarecilerinin canlarını sıkan hâdise, yalnız Can meselesi değildi. Ondan daha mühim olan bir de Lefter hâdisesi vardı.
Büyük futbolcu Lefter belki de Fenerbahçe’de son senelerini idrak etmekte idi. Çünkü çok defa takım oyunundan ziyade, ferdi hüneriyle ün salmış olan bir virtüöz futbolcunun, eskiden kuvvetli Fenerbahçe on biri içinde şahsi oyun tarzı bugünkünden daha az yararlı olması yanında, bir de yüksek ferdi kabiliyetinin zaman zaman büyük teselliler halinde tecelli eden verimli neticeleri vardı. Oyun içindeki çalışması bugün maalesef eskisi gibi uzun süreli bir tempo ile devam etmiyordu. İşte bunu, kendisi de herkesten iyi bilen Lefter ne alırsa, bu son pazarlıkta alırdı.
Mukavelesi biten başka oyuncu yok muydu? İki kişi daha vardı: Niyazi ile Avni!
Niyazi de bir hayli eskimiş oyuncu idi. Onun da bir takım iddiaları vardı. O da en az ücret alan arkadaşları kadar hak sahibi idi. Asgari had 15.000 liradan başladığına göre, Niyazi de (kıdemi dikkate alınarak) idarecilerinden insaflı (!) olmalarını isteyecekti.
Avni de en azına katlanırdı amma, o az olan miktarda on, on beş bin lira civarı idi.
İşte Fenerbahçe idarecileri şimdi bu rakamlar karşısında şaşkın vaziyettedirler. Kaybolan şampiyonluğa mı acımalı, bir buçuk yıl evvel sarf ettikleri yüz bin ve belki de yeniden harcamak zorunda kalacakları bir yüz yirmi bine mi, yanmalıydılar? Şu anda ne yapacaklarını, ne edeceklerini kendileri de bilemez haldedirler. Çünkü artık Fenerbahçe’de durum öyle bir özellik gösteriyor ki; oyuncu idareciye değil, idareci oyuncuya tâbidir.
1953 yılının ılık bir ilkbahar günüydü. Fransa’nın Akdeniz kıyısındaki sayfiye şehri Cannes, hareketli günlere girmişti. Festival Sarayının önünde kalabalık kaynaşıyor, yerli ve yabancı birçok kimse festivale katılmak için gelen artistleri görmeye çalışıyordu. Bu sırada kalabalığı yaran “Nice” plakalı bir araba tam sarayın önünde durdu. Otomobilden iki genç adam inip merdivenleri tırmandılar. Az sonra meşhur Amerikalı film yıldızı Jane Russell ile karşı karşıya konuşuyorlardı. Onlardan biri senelerdir sarı-lâcivertli forması ile futbol sahalarında alkışlanan Fenerbahçeli Lefter, diğeri de Nice Kulübünün ikinci başkanı idi.
Altıncı Cannes Film Festivali o gün başlamıştı. Aynı günün öğleden sonrası, Lefter sahildeki plâjlardan birinde pazar günü oynayacakları maçı düşünmekteydi…
“1952-1953 mevsiminde, yakında (Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası) münasebetiyle karşılaşacağımız Nice takımında oynamıştım.” diyen Lefter Küçükandonyadis sözlerine şöyle devam etti:
“Futbola karşı ilk alakayı yedi yaşında duymuştum. O günden bu yana durmadan topla oynadım. İlk olarak Büyükada Gençlik Kulübüne intisap etmiştim. Daha sonra bunu Taksim Kulübü takip etti. O sıralarda henüz on beş yaşımda olduğum için kulüpler buna itiraz eder, ben ise sahte lisansla maçlara çıkardım. 1943 de asker oldum. Harp yıllarında bulunduğumuz için Diyarbakır’daki askerliğim dört yıl sürdü. 1947 yılında tekrar İstanbul’a dönmüştüm. O sene çok sevdiğim Fenerbahçe Kulübüne transfer oldum. Sırası gelmişken hemen herkesin sorduğu bir suali cevaplandırayım. Fenerbahçe’ye girişime Galatasaray’ın sol beki Ruhi kadar, Müslim Bağcılar’a vermiş olduğum söz sebep olmuştu. 1952 yılında önce İtalya’nın Fiorentina, oradan da Fransa’nın Nice Kulübüne transfer olmuştum, Bu iki sene içinde Avrupa’da yabancı formalarla sahaya çıktım. 1954 yılında tekrar çok sevdiğim Fenerbahçe Kulübüne döndüm.”
51 defa milli formayı giymiş olan Lefter Küçükandonyadis, doğup büyüdüğü Büyükada’da oturmaktadır. Net bir günlük programı yok, Sabahları kuvvetli bir kahvaltı yaptıktan sonra antrenman için Fenerbahçe Stadı’na iner. Çalışma olmadığı günler ise açık yeşil Chevrolet’sine atlayıp İstanbul’da gezintiye çıkar. Kendisi için enteresan olan şeylerin başında balık avlamak geliyor. Meşhur futbolcu bu merakını şöyle izah etti:
“Umumiyetle amatörler için balık tutmak bir dinlenme vasıtasıdır. Fakat bu benim için tamamıyla aksi. Balık tutarken bile, maç saatini düşünüyorum.”
Lefter’in diğer hobby’si de Christ-Craft motoruna atlayıp, Marmara’da yalnız başına saatlerce dolaşmaktır.
“Bütün maçlarım benim için bir heyecan kaynağı olmasına rağmen en enteresan ve zorlu bulduğum karşılaşma; Varşova’da Polonya Milli Takımını Mehmet Ali’nin gölüyle 1-0 yendiğimiz maçtır. Budapeşte’de oynadığımız Csepel maçı da zevkli bir mücadele halinde geçmişti.”
1926 yılında Büyükada’da doğan Lefter’in, Aliki ve Ruhla isimli iki küçük kızı var. İkisi de bir zaman babalarının okuduğu ilkokulda okuyorlar. Lefter her ikisini de birbirlerinden ayırt edemeyecek kadar seviyor. Hatta sınıfta onlarla birlikte bir ders boyunca oturup geçmiş günlerini hatırladığı bile oluyor.
Lefter Küçükandonyadis’in bu seneki Milli Lig hakkındaki fikri şöyle:
“Bu sene formsuz durumdayız. Geçen yılki gibi hızlı başlayamadık. Biraz lâkayt oynamaktayız. 38 maçı çıkartmak kolay değil. Muhakkak ki düzeleceğiz, fakat bunun şampiyonluğumuza mâni olmasını istemiyorum.”
Lefter bütün takım arkadaşlarını ve bu arada Basri ve Recebi örnek futbolcular olarak gösteriyor.
Kendisi bugüne kadar bütün Avrupa’yı karış karış dolaşmış. En beğendiği ülke İsviçre. Daha sonra Montecarlo ve Nice. “Buraları hakikaten yaşanılacak yerler” diyor.
Lefter yazısını bitirmeden evvel kendisinin başından geçen enteresan bir hadiseyi nakletmek yerinde olacak, Bu hâdiseyi şöyle anlattı:
“İtalya’dayken küçük bir Topolino otomobilim vardı. Antrenmanlardan sonra atlar, yeni tanımaya başladığım Fiorentina şehrini dolaşırdım. Yine böyle bir gezinti esnasında idi. Az önce virajı hızla dönmüş, tramvay yoluna çıkmıştım. Bu anda, iliklerime kadar titrediğimi hissettim, Zira önümdeki tramvay ani bir fren yapmıştı. Birden kendimi onun üstünde buldum. Arabayı geri vitese takıp harekete getirmem bir an meselesi olmuştu. Hâdise yerini hemen terk etmeliydim. Öyle de yaptım. Bu sırada vatman beni tanımış olacak “Lefter, Lefter kaçma ben de Fiorentinalıyım. Otomobilinin tamponunu al da öyle git” diye bağırıyordu. Hakikaten benim arabanın ön tamponu tramvaya takılıp kalmıştı… Onu sonradan tramvay idaresine giderek aldım!…”
Hayat Dergisi – 1959
Röportaj: Semiral Bilbaşar – Fotoğraflar: Mahmut Küçük
Kıymetli büyüğümüz Can Kozanoğlu’nun Datcu röportajı, Mart 1987 tarihinde Yeni Gündem dergisinde yayınlanmış. Haluk Kılıç ağabeyin arşivinden çıkan bu değerli anıyla sizleri baş başa bırakalım…
Yok, yok yanlış yazıyorlar. Benim isim hiç değişmedi. Türk tabiyetine geçmek için mecbur isim veriyorlar. Benim isim İlyas Datça oldu ama Türk tabiiyetine geçtikten bir ay sonra mahkeme kararıyla yine değiştirdim. Beni futbolcu olarak, antrenör olarak hiç kimse bilmez İlyas Datça diye. İsmim hâlâ aynı, Ilie Datcu.”
Spor sayfalarında, Kartalspor Teknik Direktörü İlyas Datça’nın demeçlerini görenler, eğer futbolla çok fazla içli dışlı değillerse, “‘bu da kim?”‘ deyip geçiyorlar. Ama Datça’nın kim olduğunu bilenler için iş değişiyor.
Prekazi kalsın mı, Pesiç gitsin mi? Yabancı antrenör getirelim mi, sahaları yalnızca Türklere mi bırakalım?
Son zamanlarda Türk futbolunun gündeminden hiç çıkmayan bu sorular, İlyas Datça’ya, yani Ilie Datcu’ya özel bir konum, ayrı bir önem kazandırıyor. 60’lı yılların sonundaki yabancılar furyasıyla Türkiye’ye gelen, sonra yabancılığını kadro dışı bırakıp Türk tabiiyetine geçen Datcu, tam on sekiz yıldır futbolumuzla iç içe yaşıyor. Romanya Milli Takımı’nın eski kalecisi Türkiye’de neler gördü, neler yaptı? Şampiyon Fenerbahçe’nin kalesinden, Üçüncü Lig takımı Kartal’ın teknik direktörlüğüne uzanan güzergâhta neler yaşadı, neler kazandı, neler kaybetti?
Futbolculuktan antrenörlüğe
“1969’da Fenerbahçe’ye geldim. 75’te jübile yaptım, 75-76’da, Giresunspor’da futbolcu oldum. 76-78 Fenerbahçe’de görev aldım. Sonra İstanbul takımları çalıştırdım, Vefa’ya antrenör oldum. 78-81 arası Almanya’da kaldım. Hem kurs için, hem bazı aile işleri için. 81’de Göztepe’ye geldim. Sonra iki yıl Karagümrük’te çalıştım, şampiyon yaptım. 84-85 yine Göztepe, ardından bir yıl Denizli ve bu yıl da Kartal.”
Datcu, bu uzun yol boyunca özel hayatında da önemli değişiklikler yapıyor. Türk vatandaşlığına geçiyor. Rumen eşinden boşanıyor, kızını kaybediyor, şimdiki eşi Nur’la evleniyor, yeniden baba oluyor.
Datcu, bu on sekiz yılı anlatırken hemen hiç yakınmıyor. Bol “canım”lı cümlelerle, hafif bozuk bir Türkçeyle konuşuyor ve hep gülümsüyor. Antrenörlükte en çok önem verdiği nokta, ortam. Hayatta hiçbir takımı iki üç maçta bırakıp gitmediğini söylüyor:
“Her iki taraf da memnun olacak biçimde çalışmak lazım. Parayı al, sonra git. Bu olmaz. Ben aldığımın karşılığını vermek isterim. İdarecilerle iyi anlaşmak lazım, sezon biterken, gelecek yeni yönetimi de düşünürüm ve hep efendi ayrılırım. ‘Bana müsaade, size teşekkür ederim. Belki yeni idareciler kendi adamlarıyla çalışmak isterler’ derim. Hep efendi, hep.”
Peki, bir Üçüncü Lig takımında çalışmak Datcu’yu rahatsız etmiyor mu?
Hayır: “Canım benim için bir problem olamaz.”
Datcu’nun eşi, İstanbul’da ailesinin yakınında olmak istiyor. Sezon başında İstanbul’a geliyorlar. ”Belki bir yıl dinlenirim” derken, Kartallı yöneticilerden Mehmet Özbek kapısını çalıyor, kıramıyor. Üstelik beklediğinden daha iyi bir ortam ve iyi tesisler buluyor: ‘Bu idareciler Üçüncü Lig’te kalırlarsa günah olur. İkinci Lig’e çıkarsak, belki on yıllık sözleşme bile yaparım.”
Elde kalanlar
Türkiye’de geçen yıllar Datcu’ya parasal açıdan ne vermiş? En azından geleceğini garantiye alabilmiş mi? Para kazanmak zorunda olduğunu biliyor, ama parayı her zaman ön planda görmüyor. Datcu bu konuda da memnun ve iyimser:
“Canım ben memnun. Yaşadığım aile hayatı, kazandığım para, her türlü memnunum. Öbür antrenörler gibi üç ev, beş ev istemiyorum. Şu anda kayınpederin yanındayız. Genellikle hayattan memnunum yani.”
Datcu için parayı ikinci plana iten bir sevgi de futbol. Hayatının en kötü günlerinin, jübileyi izleyen dönem olduğunu söylüyor:
“Futbolu bıraktıktan sonra günlerce insan değildim ben. Dolaştım dolaştım da evi bulamadım. Bana bir top verin ölünceye kadar öyle kalırım. O kadar seviyorum. Bir de yenildiğimiz zamanlar çok kötü olurum. Eve gelirim, karımla, çocuğumla konuşamam.”
Mağlubiyetlerin Datcu’yu ne kadar üzdüğünü anlayabilmek için, oğluyla konuşamamasının ne olduğunu bilmek lazım. Üç yaşındaki Kerem’e olağanüstü bir düşkünlüğü var:
“Bugün geldim, evi boş buldum, çıldırdım.”
Elli yaşındaki Datcu, Türkiye’de kurduğu yuvasını, aile hayatını, futbol camiasındaki ilişkilerini korumak istiyor. On sekiz yıl içinde buraları çok ama çok benimsemiş.
1969 yılında, “İki yıl oynarım, dönerim” düşüncesiyle terk ettiği, on altı kez milli formasını giydiği Romanya’ya sekiz yıldır gitmiyor. Vatandaşlık işlemleriyle ilgili sorunlar çözümlenirse bu yaz bir uğrayacak ama yalnızca kısa bir ziyaret için. Çünkü tekrarlamanın zararı yok, Türkiye’yi çok benimsemiş.
“‘Ben gerçek Fenerbahçeliyim”
Hem de ne kadar? Eğitim Dairesi’nin, kalecilik semineri için yaptığı çağrıyı, “Bu benim için milli bir görev” diye değerlendirecek kadar. Sonra Datcu’nun Fenerbahçe sevgisi var. “Ben gerçek Fenerbahçeliyim” diyor. Profesyonel çalıştırıcılığı bir yana, Fenerbahçeliliği bir yana koyunca ne oluyor?
Hani Galatasaray’dan, ya da Beşiktaş’tan bir teklif gelse:
“Çok düşünmek lazım ama zor, çok zor, Fenerbahçe’yi bırakabilmek çok zor.”
Datcu, Türkiye’deki en mutlu anlarını galibiyetler ve şampiyonluklar olarak görüyor. Jübile dışındaki en kötü anları ise mağlubiyetler, yediği kötü goller. Ama öyle, en kötü bir tek gol yok, çünkü: “Hatalı gol yemek beni üzer. Ama bir tane değil ki, çok yedim. Çok mağlubiyet aldım.”
Goller yemiş, mağlubiyetler, hezimetler görmüştü ama sonunda, nasıl başarabildiyse, mutlu bir Türkiyeli olmuştu. Eski bir yabancı futbolcu, yeni bir Türk antrenörü olarak, “Türkiye’nin yabancı antrenöre de, yabancı oyuncuya da ihtiyacı var ama kaliteli yabancılara, kolay uyum sağlayabilecek olanlara” diyor. Galiba, “benim gibi’ demek istiyor da alçakgönüllülüğünden söyleyemiyor.
Üzerine en detaylı araştırma yazısını Sevecen Tunç‘un (“Sana Hikaye Geliyor” kitabında) kaleme aldığı Bombacı Bekir Refet Teker, 1935 yılında Çelebizade Sait Tevfik’in “Ayda Bir” dergisindeki yazısına konu olmuş. Bombacı Bekir Almanya’da çok meşhur bir futbolcu olmuştu. Bir gün bir biyografiye kavuşması ümidiyle… Keyifli okumalar…
Not: Yazıyı bulup bize gönderen Haluk Kılıç ağabeye sonsuz teşekkürlerimizle…
Avrupa’da Gördüğüm İlk Maçta Bekir’i Seyretmiştim
Avrupa’ya ilk yolculuğum 1922 yılına rastlar. Varacağım yer, Peşte ve Viyana tarikiyle Almanya idi. Yapacağım iş de, o zamanlar sahibi bulunduğum stadyuma bir futbol takımı getirmek ve bizim meşhur futbolcu Bekir’le temas etmekti.
Bekir’i Fortshaymda buldum… Burası, ufak bir fabrika şehriydi… İstasyonda bindiğim otomobilin şoförü, elimdeki kâğıtta yazılı adresi okuduktan sonra, ağız dolu koca bir:
– Yah! çekerek hemen harekete geçti. Gittik, gittik… Gittik, gittik… Artık şehirden epeyce uzaklaştık sanıyordum… Fakat bir duvar üzerinde gördüğüm borazan çalan koca bir adam levhası, bilmem kaçıncı defa olarak tekrar gözüme ilişince, derhal şoförü eteğinden çekip durdurdum. Ben Türkçe, o Almanca, bir hayli hırlaştık… Ve bu kadar enayiliği kâfi görerek otomobilden indim.
Bekir’in çalıştığı fabrika, meğer karşımda imiş… Durmaksızın işleyen birkaç asansörden birine atladım. Bir saniye sonra, altıncı kat!…
Bekleme odasına aldılar… Girdim… Oturdum… Ve beş dakika sonra, kolları sıvalı bir işçi gömleği içinde bizim kara topuz göründü!
Gözyaşları arasında bir kucaklaşma…
Sokakta, kol kola giderken dikkat ettim: Bekir’i tanımayan yok. Herkes, ona, şapkasını çıkararak yarı hayran bir hürmetle selâm veriyor! Çocuklar, birbirini dürterek fısıldaşıyorlar:
– Bekir!… Bekir!…
Lokantada, karşı karşıya yurt hasretiyle konuşurken, bana bir müjde verdi: Bir gün sonra, senede ancak iki kere yapılan Fortshaym – Karlsruhe maçı varmış!
Ve asıl güzeli, Bekir, bu maçta oynayacakmış!
O gün geldi!…
Bütün Fortshaym seferber olmuştu…
Bütün şehir trene dolduk: kadını, erkeği, genci, ihtiyarile… Ellerde düdükler, balonlar… Ve bunların üzerlerinde şu kelime: Fortshaym!
Tren, neşeden, kahkahadan kanatlar açmış bir saadet kuşu… Saatte 80 kilometre koşarak bizi Karlsruhe’ye götürüyor… Uğramadan geçtiğimiz istasyonlar birer gölgeden çizgi halinde, gözümüzden vızlayarak geçip siliniyor…
Nihayet, şarkılar, gülüşmeler arasında Karlsruhe’ye geldik. Stadyum tıklım tıklım… Karşılıklı iki tribün: birini Karlsruheliler doldurmuş, öbürünü Fortshaymlılar…
Bekir, soyunmaya gitti… Ben, fabrikatörler arasında kaldım…
Heyecan… Gürültü… Düdük sesleri…
İki tribün nöbetleşe, hep bir ağızdan bağrışıyorlar!
Bu yirmi bin kişinin kopardığı fırtına arasında maç başladı…
Birinci devrede Bekir muhacim oynuyordu.
Oyun başlayalı on sekiz dakika olmuştu. Bizimki, ortadan doğru, topla beraber bir sökün etti. Muavini geçti… Müdafiyi bir çalımla sıyırttı ve nihayet dizlerine doğru akın eden pantolonunu, her zaman olduğu gibi şöyle bir yukarı çekerek: (Ya Settar!…) deyip dayandı…
Top ağlarda!… İlk gol!
Bizim tribünün keyfine değmeyin artık. Ben de aralarında sağa, sola yalpalar yaparak, kulak dolgunluğu ile ezberlediğim bir cümleyi yırtına yırtına bağırıyordum…
Bu golden sonra, Karlsruheliler de biraz canlandılar… Bizim kale de şimdi tehlike geçiriyordu… Fakat Bekir, geriden gelen topu gene yakaladı ve bu sefer orta çizgiyi biraz geçer geçmez, daha ileri sürmeye lüzum görmeden yaradana sığınıp öyle bir dayandı ki, topun seyrini gözümle takip edemeden ağlara takılmış gördüm!
Birinci parti böyle bitti…
Şimdi, Alman oyuncular, bizim Zekiler, Alâeddinler, Nihatlar gibi yanımızda oturuyorlar ve avuçlarındaki limonları emiyorlardı… Kalantor kılıklı bir adam, bu aralık, kendi sırtındaki şık pardösüyü, üşümesin diye Bekir’in omuzlarına attı!
Düdük:
İkinci parti başlıyor: bu sefer Bekir müdafaada…
Şimdi Karlsruheliler canlarını dişlerine takmış, on biri birden yükleniyor…
Yükleniyor amma, Bekir, geçilmez bir kale… Kâh ileri, kâh geri, kâh sağa, kâh sola seğirterek akınları kesiyor, tehlikeleri kırıyor… Şimdi bakıyorsun ayağile müdafaadan hücum geçmiş… Şimdi bakıyorsun kafasile bir akını havadan kesiyor!
İkinci kırk beş dakika, bu yeni plânın muvaffakıyetile geçti… Ve zafer, tehlikeye konmadı…
Oyunun bittiğini bildiren düdük öttüğü zaman bir şey gördüm: Sahayı kaplayan omuzlar üstünde Bekir!…
Bekir’e karşı beslenen sevgi, hayranlık öyle coşmuştu ki, bir aralık, kendi ayaklarımın da yerden kesildiğini duydum:
– Horrraaa!…
Türk olduğumu bilen Bekir’in arkadaşları, onun şerefine beni de sallasırt etmişlerdi!
Gece, Fortshaymlılar, şehrin en büyük lokantasında bir ziyafet çektiler…
Yenildi… İçildi… Şarkılar söylendi… Genç kızlar, onun yoluna çiçekler attılar…
Fabrika müdürleri onu alnından öptüler ve sokaklar onun ismile çınladı!
İşte, Avrupa’da seyrettiğim ilk maçta bunu görmüştüm: on bir kişilik bir takımı mağlúbiyetten galibiyete çıkaran bir Türkün zaferini!
Ses dergisinin “Şenol Birol Gool” filmini konu alan kapağını hepimiz biliyoruz ama içeriği görmemiştik. Haluk Kılıç ağabeyin arşivinden… Keyifli okumalar…
Futbol yıldızı Galatasaraylı Metin Oktay’ın “Taçsız Kral” filminden sonra Fenerbahçeli Şenol ile Birol “Şenol, Birol, Gool!” adlı bir film çevirdiler. Filmin enteresan tarafı genç kız rolündeki Fatma Girik’in “koyu” bir Beşiktaşlı olmasıdır. Bu yüzden çıkan dedikodular, Fenerbahçe’nin son yenilgileriyle birleşince bazılarının zihinlerinde bir soru işareti yarattı.
Maçta
Dolmabahçe Stadı’nın tribünlerinde eski bir futbolcu… Avucunu çenesine dayamış, oturuyor. Sahada sarı – kırmızı formalı Galatasaray’la, siyah-sarı formalı Beykoz oynuyor. Hani formalar olmasa bizim “aslan” Galatasaray’ı tanıyamayacağız. Beykoz bir penaltı kazandı. Eğer penaltıyı dışarı atmasaydı, maçı Beykoz almış olacaktı. Neyse, “şanlı mazi”yi sık sık anarak maçın sonucunu gördük sıfır sıfır berabere kalarak sahadan çıktılar.
Şimdi Fenerbahçe ile Vefa takımları çıkacak. Hani geçen yılın şampiyonu ile bu yılın ikinci kümeden yeni gelen mütevazı Vefa takımı… Stad parlak sonbahar güneşi altında pırıl pırıl. Heyecan, zevk, ıslık, kaynana zırıltısı, her şey tamam. Yer altındaki tünelden sarı – lâcivert çizgili bir futbolcu görününce sanki kıyamet koptu… Uzaktan kurşun askerler, minyatür oyuncaklar gibi birbirine benzeyen on bir kişi koşarak geldiler, ortada halkı selâmladılar. Eli çenesine dayalı eski sporcunun gözleri ümitle parladı. Çünkü aynı takımda yıllarca sol açık oynamış, Millî Takımın her maçına katılmış, sayısız gollerin atılmasına sebep olmuş, üzülmüş, sevinmiş, fakat çok defa sevinç gözyaşları dökmüştü. Oysa kırk yaşından elliye yaklaşan eski “usta” bu maçın daha ilk yarısında takımı sıfıra karşı iki golle yenik duruma düşünce acı acı ağlamaya başlayacak, sonra da arkadaşlarının kolunda bir harp yaralısı gibi otomobile konup evine gönderilecekti… Zira “Şenol, Birol, Gool!” diye taraftarlar istedikleri kadar bağırsınlar Fenerbahçe son beş maçında 10 gol yemiş, ancak 2 gol atabilmişti. Hâlbuki geçen yıl bunun hep aksi olurdu, Fener 2 gol yerse on gol atardı?
Tribündeki idarecilerle eski sporcular iki devre arasında “Takımı siz bu hale getirdiniz” diye birbirlerine girmişlerdi. Herkes bir şey söylüyor, her kafadan bir “çare” çıkıyordu. Ama bir taraftar ortaya şöyle bir soru attı:
“Yahu, Şenol ile Birol’dan gol bekliyorsunuz, ama pek safdilsiniz. Onlar golleri çevirdikleri filimde atıyorlar, Dolmabahçe’de atacak gol kalmıyor ki?”
Film Setinde
“Şenol, Birol Gool!” filminin setinde futbolcu – aktörlerin çalışmasını seyrediyoruz. İkisi de utangaç, ikisi de ürkek… İlk defa adım attıkları sinema dünyasında projektörlerden önce, gözlerini kadın yıldızların “serbestliği” kamaştırmış…
Bizim yerli filmlerin kadın artistleri, alışılmadık sert içkilere benzerler. Yeni jönlerimizin o yüzden başları çabuk döner, hemen sarhoş olurlar. Bir Sevda Ferdağ, bir Leylâ Sayar, bir Türkân Şoray ile yan yana filim çevirmek Afrika’da aslan avlamaktan daha tehlikelidir. Dünyanın her tarafında böyle olur.
Meşhur sporcular da bir iki filim çevirip, hayranlarına, kendilerini sahalarda seyretmeye doyamayanlara bir “gösteri” de bulunurlar. Bizim Şenol ile Birol da hayatlarının “tek” filmini çevirdiklerini biliyorlar. Tek filmlerini yerli filim piyasasına pahalı bir gol gibi atıp kendi alanlarına dönecekler. Ama bir film onları on maçtan fazla yormuş.
Şenol:
“Film çevirmek futbol oynamaktan zormuş… Çünkü Gülsün Kamu, Fatma Girik, Sevda Ferdağ gibi kadınlarla sevişmemizi istiyorlar. Hâlbuki ben meşin topla sevişmeye, oynaşmaya alışmış bir insanım. Sonra, alenen, bir hayli insanın gözü önünde sevişmek de bana pek ters geliyor. Hani, karşınıza Candemir gibi bir bek çıkar da nasıl zorluk çekersiniz, ondan beter…”
Beşiktaşlı Casus
Rejisör Nejat Saydam duymadan, settekilerden “birinin” kulağıma fısıldadığına göre Fenerbahçe’nin boyuna yenilmesinin sebebi sadece Şenol ile Birol’un değil, Şükrü, Aydın, Ali İhsan, Ogün gibi profesyonel futbolcuların filim setinde arkadaşlarına katılıp oynamalarıymış!
Fenerli taraftar:
“Fatma Girik, Beşiktaşlıdır. Vaktiyle kaleci Varol’u nasıl ‘Yok ol’ haline getirdiğini bilirsiniz. Şimdi biraz daha gayret ederse Beşiktaş’ı şampiyon yapacak. Malum ya, rejisör Memduh Ün de vaktiyle Beşiktaş’ta Baba Hakkı ile yan yana oynayan meşhur Artist Memduh’tur» dedi.
Filimde Birol çok ciddi görünüyor, kardeşi rolündeki uçarı çapkın Şenol’a boyuna nasihat veriyor. Her iki futbolcu – aktör bu rolleri için 60.000’er lira alıyorlar. Rol arkadaşları arasında Muallâ Sürer, Nubar Terziyan, Necdet Tosun var. Filmin yöneticisi Nejat Saydam’a göre Şenol, yerli filmlerdeki jönprömiyelerin birçoğundan daha iyi rol yapıyormuş. Birol da “ciddi adam” rolünde başarılıymış. Önceleri Fenerbahçe Kulübü itiraz etmiş, “Bakın Metin bir filim çevirdi, hâlâ sakatlığı geçmedi, bizimkilere de bir şey olursa bu yıl şampiyonluk Kadıköy sahillerinden Beşiktaş kıyılarına kaçar” diyormuş.
Şimdi dedikoducular derler ki, sette sahneler değişirken oyuncular dinleniyor, fakat “Beşiktaş Casusu” Fatma Girik, Mata-Hari’ye taş çıkartacak bir maharet gösteriyor ve iki “Fenerli”yi yormak için elinden geleni ardına koymuyormuş.
Sonra, Fatma Girik, filimde “masum” sevgili rolünde oynadığı halde, yeşil çimen çayırda yuvarlak meşin topu kapıp bir Şenol’a bir Birol’a durmadan “pas veriyor”muş. Şenol ile Birol’un projektörler karşısında döktüğü kilolarca ter yetmiyormuş gibi, bir de saatlerce süren Fatma’nın “oyununa gelmeleri” nefeslerini tüketip bitiriyormuş. Vefa Antrenörü Molnar “Fener havadan oynamaya başlamış. Onun için yenildi” diyor ya, işte Fenerlilere havadan oynamayı da Fatma öğretmiş.
Gerçi dedikoducular her yere burunlarını sokuyorlar. Ama futbolcular ayaklarını filim plâtolarına sokarlar da ağzı torba olmayan gevezeler dururlar mı?
2 Ekim 1955 – Ses Dergisi
Saati Unuttun mu? Şenol, Gülsün Kamu namındaki takma sarı saçlı, Kleopatra burunlu, güzel sesli, ince kemikli fakat ateşi 40 derece civarında dolaşan sevgiliyle dans ederken “ağabeyi” Birol yanına sokulup “Yarın sabah maç var, saat aklına gelmiyor mu?” diye ikaz ediyor.Malzemeci Necdet… Dolmabahçe Stadı’nın hamamında yıkanmak, hele biraz önceki maç kazanılmışsa çok tatlı olur. Espriler, nükteler birbirini kovalar. Şişman Necdet de hepsine gazozları bir bir dağıtır. Fotoğrafta Aydın, Ogün arkadaşları Şenol ve Birol’a filminde bile yardım ediyorlar.Sevda, Takımı Yatırdı… Futbolcuların kamplarına kadın gelmesi, veba illetinden daha tehlikeli olur. İdareciler bunu bildikleri için telefonlara bile sansür koyarlar. Ama Savda Ferdağ, her zaman olduğu gibi gene bir yolunu bulup “sevgilisi”ne koşmuş, Şenol’u baştan çıkarmak istiyor…Bir Çiçek, İkі Böcek… Şenol ile Birol’un arasına giren Fatma Girik iki kardeşle birlikte filimde hayli maceraya sebep oluyor. “Şenol, Birol, Gool!” adlı film, Metin’in oynadığı “Taçsız Kral”dan sonra bu yıl yapılan ikinci “sporcu filmi”dir.Her Yerde Fatma Var! Adamo’nun meşhur şarkısı “Her yerde kar var” gibi, her delikten Fatma çıkıyor. Filimde Şenol’un “masum” sevgilisi rolünde oynayan “siyah” saçlı, “beyaz” tenli Fatoş, dinlenme sırasında da iki kardeşi eğlendirip güldürüyor. Onlara kendi eliyle pikniklerde çaylar pişiriyor.
Haluk Kılıç ağabeyin yolladığı Fırt dergisi hazineleri içinden müthiş bir hikaye çıktı… Merhum Tekin Aral ile Sinyor’un İzmir seferi size keyifli dakikalar geçirtecek…
Can Bartu’yu tanımayanınız yoktur… Türk futbolunun, Türk basketbolunun ülke sınırları dışında da tanınan bu büyük ismi bildiğiniz gibi spor gazeteciliği dalında da, yazdığı maç eleştirileri ile başarı ve ününü sürdürüyor.
İşte geçenlerde bir gün Bartu ile oturmuş laflıyorduk.
“Salı günü milli maç için İzmir’e gidiyorum” dedi. “Sen de gelsene… Hem iki gün olsun kafanı dinler, hem de milli maçı seyredersin.”
Bunca hayhuy içinde, Can’ın teklifi cazip geldi…
“Tamam”, dedim… “Oldu bu iş.”
Ve maçın oynanacağı Çarşamba gününden bir gün önce, Salı günü için biletlerimizi aldık. Salı günü de uçağa atlayıp, kapağı İzmir’e attık. Doğru yer ayırttığımız otele gittik. Otel ana-baba günüydü. İstanbul’dan gelen diğer gazeteciler, hatta Milli Takım, hepsi o otelde kalıyorlardı. Biraz istirahat ettik, biraz eş dostla çene çaldık derken akşam oldu.
“N’apıyoruz?” dedi Can.
“İzmir’in çipura balığı meşhurdur. Şimdi de tam mevsimi, çıkalım bir yerde çipura yiyelim.” dedim.
Uzatmayalım, İstanbul’dan bir gazeteci arkadaşımız Aziz, onun bir yakını ve genç kuşağın bitirim spor muhabirlerinden Ferhan ile birlikte otelden çıkıp, balık lokantalarının sıralandığı İzmir’in Kordonboyu’nda yürümeye başladık. Şu lokantaya mı girelim, öbürüne mi? derken… Bu işlerden iyi anlayan bizim Aziz:
”….’e gidelim” dedi. “Şimdi nasıl bilmiyorum ama eskiden çok iyiydi.”
Ve sonunda, Aziz’in söylediği, bir böcek ismi taşıyan lokantadan içeri girdik. Daha kapıdan adımımızı atmıştık ki, lokantanın arka taraflarında bir yerden yaşlıca bir adam fırladı… Doğru bizim Bartu’ya koştu. Can’ı iki yanağından şapur şupur öptü.
“Hoş geldiniz Can bey” dedi. “Şeref verdiniz.”
Bir masaya oturduk… Bir garson geldi, elinde bir tepsiyle mezeler getirdi. Biz:
“Meze falan istemeyiz” dedik. “Balık yiyeceğiz… Biraz da salata. İçecek olarak da, bir ufak rakı getir… Bir şişē de beyaz şarap.”
Garson:
“Biraz da kalamar yaptırayım” dedi. “İzmir’e gelip de İzmir kalamarından tatmamak olmaz.”
Ha, bu arada şunu belirteyim… Lokantadan içeri girerken, dış kapıda koskocaman bir fiyat listesi asılıydı… Ve fiyatlar öylesine ucuz, öylesine komikti ki…
“Helal olsun valla şu İzmir’e be!” dedik. “İstanbul’da bu fiyatlara işkembecide bile bir şey yiyemezsin.”
Derken balıklar geldi… Ama çiğ olarak… Garson içinde balıklar bulunan elindeki tepsiyi masamızın üzerine koydu…
“Beyler burada balık fiyatları pazarlık usulüdür. Siz yiyeceğiniz balıkları seçin, ben size fiyatlarını söyleyeceğim.”
Can:
“Yahu burası sandal bedesteni mi birader?” Dedi.
“Usul böyle abi” diye tekrarladı garson.
O sırada kapıdan girdiğimizde koşup Can’ı öpen, lokantanın sahibi olduğunu öğrendiğimiz yaşlıca adam tekrar bitti başımızda. Bizim dünya efendisi Can ayağa kalktı, adam tekrar Can’ın boynuna sarıldı, şapur şupur tekrar öptü yanaklarından.
“Hoş geldin Can… Şeref verdin.”
Adam gitti… Can’ın kulağına eğildim:
“Tamam, usta” dedim. “İşi bağladık… Adam senin hayranın… Burdan bedavaya çıkarız bu gece.”
Garson tabaklarımıza kızarmış patatesi andıran birer tadımlık kalamar koydu. Sonra da pazarlıkta hafif tertip kazıklandığımız balıklar geldi. Ve arkadan da gene lokanta sahibi Can’a:
“Türk futbolunun en büyüğü. Medarı iftiharımız… Gel seni bi öpeyim” dedi.
Neyse laf lafı açtı… Falan derken, yemek faslı bitti… Hesabı istedik. Hesap geldiğinde ise… Donduk, kaldık. Garsona:
“Bana bak kardeş” dedim. “Bu hesap bizim değil herhalde. Bir yanlışlık olmalı. Şuna bir bakıverin…”
“Yok, beyim” dedi garson… “Hesap sizin hesap… Baksanıza üzerinde Can Bartu yazıyor.”
Simdi “Hesap neydi?” diyeceksiniz… Valla hesap öyle bir şeydi ki… Nah şöyle aile boyu bir şeydi… Yenir yutulur tarafı yoktu.
“Bu hesabı patron gördü mü?” dedim. “Hani şu ikide birde Can Beyi gelip öpen adam…”
“Tabii abi” dedi garson… “Zaten hesabı kendisi yazdı.”
O zaman işi çözdüm sevgili okurlar… Ve garsona döndüm…
“Sen şu patronunu bi’ zahmet çağırıversene” dedim.
Garson gitti… Biraz sonra da masaya patron geldi.
“Buyurun beni istemişsiniz” dedi.
“Deminden beri Can’ı öpüyorsun… Birer kere de beni ve diğer arkadaşları öpsene usta…”
Adam şaşırdı:
“Neden?” dedi.
“Şey… Biz ŞAAPILIRKEN öpülmekten hoşlanırız da.”
(Çok ünlü bir fıkra vardır… Sanırım çoğunuz da biliyorsunuzdur… Salamon’la Mişon ortak olmuşlar, bir iş kurmuşlar. Ama bir süre sonra anlaşamamışlar, ayrılmaya karar vermişler. Ayrılırlarken yazıhanedeki malları paylaşıyorlarmış. Salamon başlamış malları bölüştürmeye…
“Koltuklar benim, sehpalar senin…”
Mişon bakmış… Ses etmemiş. Salamon devam ediyormuş:
“Ben şaapılırken öpülmekten hoşlanırım da onun için Salamon…”
Lokanta sahibine tekrar döndüm…
“Yahu beyefendi insaf” dedim. ”Olur, ama bu kadarı da olmaz.”
Hışımla üzerime eğildi…
“N’apalım yani?” dedi… “Belediyecisine yedir, polisine yedir… Biz bu paraları nasıl çıkaracağız birader?”
Vee, evet aynen böyle söyledi. Rüşvet konusunun gündemde olduğu bu günlerde, vatandaşa attığı kazığı bu sözlerle açıklamaya kalkan, lokanta sahibinin bu sözlerini, yazının sonuna özellikle koyuyorum. Çünkü bu sözleri, adını vermediğim lokantanın sahibinden, beş kişi, on adet kulakla duyduk. İşin aslını araştırmak ise görevlilere düşüyor. Gerek yediğimiz kazık konusunda, gerekse lokanta sahibinin savunması konusunda ilgilenen olursa, lokantanın adı bende mevcuttur.
Haluk Kılıç ağabeyimiz, 1990’lı yıllarda Nokta dergisinde yayınlanan bir yazı gönderdi. Bir ara Emniyet, fanatik diye değerlendiği taraftarlar için Bakırköy’e bir gezi (!) düzenlemiş. Her şeye rağmen yazı gerçekten çok keyifli…
Fenerbahçe-Prag maçı öncesinde stat önünde toplanan taraftarlar derdest edilip akıl hastanesine yollandı
Hostesin verdiği formu dolduran İtalyan yolcu, “‘cinsiyet” bölümüne gelince biraz duralar, ardından da şu yanıtı verir. “Erkek, ama fanatik değil.”
İtalyanlar belki öyle ama bizim erkekliğimiz bir hayli fanatik. Spor basını bu özelliğimizin canlı ifadesi gibi. İşte birkaç örnek:
“Adamlığından ödün verene nonoş derler. Biz Beşiktaş’a Rambo demiştik. Dün o takım Ramboş olup çıktı.”
Yunan tanrıçası gibi düzgün hatlarıyla ‘Nielsen, kız ne dirsen?’ dedirten efemine bir görünüşü var.”
“Danimarkalıymış, neye yarar, Sony markalı olsaydı bir kaset sokar dinlerdik bari ‘Sarışınsın, sarışın güzel’ diye…”
Bu arada, TRT’nin de hakkını yememeli. Beşiktaş-Dortmund maçında “Recep’in düşürmesi lazım. Düşür Recep, düşür!”‘ diyebilen spikerler, yazılı basından pek de aşağı kalmıyor. Ne var ki, bu ”talihsiz ifadeler”, fanatizmin sınırlarını aşıp saldırganlığa yaklaşıyor gibi.
Ama asıl irkiltici olan (spor yazarlarıyla spikerlerin kulakları çınlasın) stadyum önünde tezahürat yapan taraftarların “fanatik” ‘oldukları gerekçesiyle polis tarafından derdest edilip akıl hastanesine sevk edilmesi. “Garip ama gerçek” deyişinin hakkını veren bu olay, geçtiğimiz günlerde İstanbul’da yaşandı.
“Toplaşmayın kardeşim!”
Fenerbahçe-Prag maçı öncesindeki gece, 81 taraftar, akıl ve ruh sağlıklarının yerinde olup olmadığının saptanması için Asayiş Müdürlüğü tarafından Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne gönderildi. Yapılan muayene sonucunda, taraftarlar ”delil yetersizliği” nedeniyle “fanatiklikten” beraat ettiler.
Hastanede muayene sıralarını beklerken, kimi “Biz taraftarız, tabii ki bağırırız, bunda ne acayiplik var? ‘diyordu, kimisi de “Bir daha televizyonda bile maç seyretmem”. Hepsi korkmuştu ama! Zaten amaç da buydu galiba…
Olay gecesi, hastanede nöbetçi olan Başhekim Yardımcısı Dr. Latif Alpkan, Nokta’ya yaptığı açıklamada, “Bu insanları Bakırköy imajıyla korkutmak istiyorlar galiba. Ama biz bu imajı silmeye çalışırken, böyle bir uygulamaya gidilmesi hoş değil” diyordu.
Dr. Alpkan’ın sözleri, ister istemez 1940’lardan nahoş bir anıyı getiriyordu akla. O yıllarda, ‘omuriliğinden su alma” caydırıcı bir yöntem olarak benimsenmişti.
Amaç korkutmaktı yine, ama ‘hedef kitle” farklıydı. İçkili vatandaşlar, ”ne olur, ne olmaz” denerek sokaklardan toplanıp Bakırköy’e gönderiliyordu. “Potansiyel suçlu” olup olamadıkları omuriliklerinden alınan suyun incelenmesiyle saptanıyordu. En azından böyle deniyor ve gereken etki yaratılmış oluyordu. Şırınga tecrübesiyle içleri çekilen” akşamcılar, Aman tövbe” diyerek arkalarına bakmadan kaçıyor, öyküyü duyanlar “Evde bile içmem” diye yemin ediyordu. Böylece “vatandaş”ın hır çıkarması engelleniyor, “halk” da huzur ve güven içinde yaşıyordu.
Neyse ki… Fenerbahçe-Prag maçı öncesinde, Bakırköy’e gönderilen ”fanatikler”in omuriliklerinden su alınmamış, psikolojik testlerle yetinilmişti. Sonuçta herkes “‘temiz” çıkmış, akıl hastalığına filan rastlanmamıştı. Ama zaten fanatikliğin akıl ya da ruh hastalığıyla ilgisi yoktu. Dr. Alpkan şöyle diyordu: “Fanatizm akıl hastalığı değil, bir kişilik özelliğidir. Avrupa’da fan kulüpler var. Bunlara ‘saldırganların kulüpleri’ denmiyor. Fanatizmi saldırganlıktan ayırmak lazım. Saldırganlık bir kişilik bozukluğudur, fanatiklik ise bir ruh hali, bir kişilik özelliğidir.”
Peki, polisi bu tuhaf uygulamaya götüren neydi? Yeni bir taraftar kitlesi vardı ortada. Yüzlerini, tuttukları takımların renklerine boyayıp, bayrak-pelerinleriyle maça gelen yeni bir taraftar kitlesiydi bu. Ve görüntüleri “potansiyel suçlu” muamelesi görmelerine yetiyordu.
Milliyet gazetesi spor yazarı İslam Çupi’ye göre, tarifi güçtü yeni taraftar tipinin. “Bizim ilk gençliğimizde olduğu gibi rahat değil insanlar. Deşarj olma olanakları yok. Mesela oyun oynayamıyorlar. Ne bileyim, çocuk doğadan nasibini alamıyor. Çitlembik ağacını tanımıyor. İstanbul’un denizinden yararlanamıyor. Çarpık kentleşmenin üzerine bir de ekonomik sorunları koyun. Bu koşullar tarif edilemez bir taraftar tipi yarattı.”
“Fanatik Galatasaraylı” Spor yazarı Hıncal Uluç’a göre ise, üç tip seyirci söz konusuydu. “Sadece ‘spor olsun’ diye seyredenler, fanatikler ve militanlar. Yani hooliganlar… Fanatik tuttuğu takımla özdeşleşiyor, tezahürat yapıyor, bayrak sallıyor, yeri gelince de küfürü basıyor. Takımı kazanırsa sevinçten ayağı yere basmıyor, kaybederse üzülüyor, kahroluyor. Fanatiğin taraftarlığı kişiliğinin bir parçası.”
Fanatikle saldırgan arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor Hıncal Uluç’a göre. “Taraftarlık militanın kişiliğinin ta kendisi. Fanatik, takımıyla özdeşleşirken, militan tuttuğu takımı kendisiyle özdeşleştiriyor. Dolayışıyla, kazanan da, kaybeden de takımı değil bizzat kendisi oluyor.”
Hal böyle olunca, kaybetmeye tahammül etmek de güçleşiyor. Çünkü tuttuğu takım militanın bizzat kendisi ama çıkıp oynayan başkaları. Takımı yenilince “‘küçük düşüyor” militan taraftar, yenilgiden sorumlu olmadığı halde. Ve bir sorumlu, bir suçlu arıyor ister istemez. Bu da, kâh “ruhsuz” futbolcu oluyor, kâh “İ… hakem.”
Uzun sözün kısası, fanatizm bir aşk, renk aşkı. Daha da önemlisi platonik’ bir aşk. Dolayısıyla, hayli ”masum” bir ilişki söz konusu. Ama bu aşk ”gerçek aşk”a dönüşünce, ipin ucu kaçıyor gibi. Seven kıskanır, ihanete uğramaktan korkar ne de olsa. Korktuğu başına gelirse, hele erkekliği kışkırtılırsa, intikam almak ister elbette.
Özetle, hem erkeğiz, hem de fanatik. Ama sorun fanatiklikte değil de, “erkeklik”te galiba…
Arşivine şapka çıkarttıran Haluk Kılıç, aşağıdaki müthiş yazıyı göndermiş. Bize de paylaşmak kaldı. Rahmetli Tekin Aral’ın arkadaşı, Manchester Fatihi Hurşit yaşıyorsa Allah ömür versin, öldüyse mekanı cennet olsun. Çok güzel adammış…
Fenerbahçe ve Galatasaray, Avrupa Kupaları’nın ilk turunda rakiplerini şutlayıp ikinci tura geçtiler. Bildiğiniz gibi Galatasaray Polonya takımı Lodz’u elerken, Fenerbahçe de olmayacak işi başardı, dünyanın sayılı takımlarından Bordeaux’un tepesine bindi.
Fenerbahçe 1968 yılında gene böyle bir ünlü takımı, İngilizlerin Manchester City’sini elemişti. Ama aslında Manchester City’yi Fenerbahçe değil, kendi iddiasına göre bizim Hurşit elemişti. Valla o günler Fenerbahçe takımında oynayıp bu zaferi kazanan futbolcu arkadaşlar kusura bakmasınlar.
Benim bir şey dediğim yok, Hurşit böyle iddia ediyor. Olaylar sırasında ben de orada, Hurşit’in yanındaydım ama olanların Manchester City’nin elenmesinde ne kadar rolü oldu onu pek kestiremiyorum.
Dilerseniz anlatayım. Siz karar verin.
Son zamanlarda pek maça gidemiyorum ama o yıllar maçlara çokça giderdim. O zamanlar Günaydın Gazetesi’nde çiziyordum. Günaydın Gazetesi’ndeki arkadaşlarla birlikte hemen tüm önemli maçlara giderdik.
Yalnız bir geleneğimiz vardı. Özellikle gece maçlarına gitmeden önce, o zamanlar Günaydın’ın spor servisi şefi olan Odhan Baykara’nın önderliğinde bir yerlere uğrayıp kafa çekerdik.
O gün de, yani Fenerbahçe Manchester maçının oynanacağı gün de öyle yaptık. Akşamüstü hep birlikte gazeteden çıktık, hala var mi bilmiyorum. Taksim’de “Mutfak” adlı bir meyhane vardı, oraya gittik.
O gün gene aşağı yukarı hep aynı arkadaşlardık. Farklı olarak yanımızda bir de Hurşit vardı. Hurşit benim Ankara’da olduğum yıllar tanıdığım, sevdiğim bir arkadaşımdır. Epeydir görüşmüyorduk. Ankara’dan gelmiş, o gün de gazeteye, bana uğramıştı. Maça onu da götürecektik.
Oturup kafayı çekmeye başladık. Kadehler kadehleri kovalıyor, sohbet gittikçe koyulaşıyordu. Derken maç saati geldi çattı. Dahası biraz geçti bile. Lokantadan çıktık. Arabalara doluşup İnönü Stadı’na yollandık. Maç başlamıştı. Ama stadın dışı hala tıklım tıklımdı.
İte kaka basın tribünü kapısına geldik. Ayakta duracak bile yer kalmamış. Bize “Şeref tribünü kapısından girip sahaya ineceksiniz” dediler. Bu defa şeref tribünü kapısına gidip, içeri girdik. Merdivenleri inip koridorlardan geçerek sahaya çıktık. Bu arada kapıdakiler tanıdık olduğundan Hurşit’i de sokmuştuk maça, o da bizimle beraberdi.
Saha inliyordu. Tribünlerde o bildiğimiz korkunç tezahürat vardı. Maç çoktan başlamıştı ama sahaya hala konfetiler, kâğıt şeritler atılıyordu. Sahanın içi de tıklım tıklımdı. Basın mensupları, görevliler ve bir yolunu bulup sahaya inenlerle, neredeyse taç çizgilerine kadar saha dolmuştu. Ayrıca bu maç için sahanın içine ek bir de portatif tribün kurulmuştu. Kendinize bir yer bulup maçı izlemek için kalabalık arasında yürümeye başladık.
Hepimiz çakırkeyiftik. Hurşit ise bizden bir gömlek ilerde hafif “Dut” durumunda idi. İşte bu sırada birden o korkunç tezahürat bıçak gibi kesiliverdi. Sahaya bir ölüm sessizliği çöktü. Ne olduğunu pek görememiştik ama vaziyetin durumunu anlamıştık. Fenerbahçe gol yemişti.
Kale arkasından dolaşıp karşıdaki kapalı tribünün o tarafa gittik. Hemen taç çizgisinin kenarında yere oturup maçı izlemeye başladık. Golün şoku atlatılmış, tribünlerde gene o korkunç tezahürat başlamıştı. Çılgınca bağıranlardan biri de hemen kulağımın dibindeki bizim Hurşit’ti. “Fener Feener” diye yırtınıyor, yumrukları ile havayı dövüyordu.
İlk yarı bu sonuçla bitti. İkinci yarı başladı. Ve ikinci yarının hemen başında da Fenerbahçe beraberlik golünü atınca saha ana baba gününe döndü. Saha içindeki tribünlerde oturdu seyircilerle, saha kenarında ne kadar gazeteci ve görevli varsa alayı oyun alanının içine girmişlerdi. Golü atan Abdullah’ın üzerine çullanmışlar Abdullah’ı öpüyor omuzlara alıyorlar, bir bölümü ise sahanın içinde koşuşturup duruyordu.
Bu arada yan tarafıma baktım, Hurşit yoktu. O da sahaya dalmıştı anlaşılan. Az ilerde de gördüm Hurşit’i. Bir İngiliz futbolcuyu kolundan yakalamış, eliyle ayıp işaretler yapıyor, bir yandan da “Naaah naaah!…” diye avaz avaz bağırıyordu. İngiliz futbolcu ne olduğunu anlamamış şaşkın gözlerle Hurşit’e bakıyor, Hurşit ise adamı “Nah naah!…” diye çekiştirip duruyordu. Derken İngiliz futbolcu Hurşit’in elinden kurtuldu, kaçmaya başladı. Hurşit de peşinden. Bu arada güvenlik görevlileri sahaya girmişler sahayı boşaltmaya uğraşıyorlar, hakem ise oyunu başlatmak için sahanın boşalmasını bekliyordu.
Yerimden kalktım, koşarak oyun alanına girdim. Hurşit’i santra yuvarlağının oralarda yakalayıp dışarı çıkardım. Yerimize oturduk… Oyun tekrar başladı.
Heyecan son haddini bulmuş, zaten kafası iyi olan bizim Hurşit’te iyice azıtmıştı. Tam o sırada hemen bizim oturduğumuz yerden bir taç oldu. Bir İngiliz futbolcusu tacı atmaya geldi. Ve Hurşit yerinden fırlayıp birdenbire İngiliz’in ayaklarına daldı. İngiliz bir yandan tacı atmaya uğraşıyor, bir yandan da ayaklarını Hurşit’ten kurtarmaya çalışıyordu. Fırlayıp Hurşit’i yakaladık ama bir türlü bırakmıyordu İngiliz’in ayaklarını. Derken İngiliz futbolcu eğilip Hurşit’e bir dirsek patlattı. Hurşit sırtüstü yere yuvarlandı. İngiliz tacı atıp sahanın içine doğru koştu. Hurşit’te yerinden hırsla doğrulup peşinden sahaya seğirtti. Hurşit’i tam çizginin üzerinde yakaladık. Güçbela dışarı çektik. Kendini kaybetmiş, ana avrat dümdüz bağırıp çağırıyor. Ta sahanın ortasında duran İngiliz’e.
– Gelsene ulan dışarı! Kam aut kam aut!. Diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
Bu sırada zannediyorum Can Bartu bir top aldı, bizim olduğumuz tarafa doğru sürmeye başladı. O İngiliz futbolcu da Can’ı durdurmak üzere koşarak tam önümüze geldi. Hurşit elimizden kurtuldu. İngiliz’i formasından yakalayıp tekrar bağırmaya başladı:
-Delikanlıysan gelsene lan dışarı! Kam aut kam aut!
Hurşit’i yaka paça tekrar yakaladık.
– Nasıl gelsin oğlum dışarı? Şampiyon Kulüpler Kupası maçı oynuyor adam.
Derken etrafımıza aniden polisler doluştu. Hurşit’i götürmek istediler. Rica minnet güç aldık ellerinden. Başka bir olay çıkmasın diye oturduğumuz yerden kaktık, Hurşit’i de sakinleştirerek hep birlikte Gazhane tarafındaki Manchester City kalesinin arkasına doğru yürümeye başladık. Tam kalenin arkasında da tekrar yere çöküp, tekrar maçı izlemeye başladık.
Fenerbahçe kendisine turu atlatacak olan ikinci golü atmak için akın akın Manchester kalesine geliyor, fakat bu akınları Manchester City kalecisi her defasında başarıyla savuşturuyordu.
Birden kalenin arkasından, yani bizim olduğumuz yerden kaleye taş toprak yağmaya başladı. Önce ne olduğunu kaleci gibi biz de anlamadık. Hurşit’i ise daha sonra gördük. Yerden taş toprak eline ne geçerse kaleciye doğru fırlatıyor, bir yandan da sağa sola koşturarak yerlerden küçük taşlar toprak parçaları topluyordu. Biz de kendimizi maça kaptırmış heyecanla maçı izliyor, eskisi gibi Hurşit’in peşinden koşturamıyorduk. Kaleci de ne yapacağını şaşırmıştı. Bir yandan korkunç tezahürat, bir yandan üstüne yağan taş toprak… Kale direğinin dibine çömelmiş korunmaya çalışıyor, saha kenarına doğru avazı çıktığı kadar bağırıp İngilizce yardım istiyordu. İki üç dakika sonra da gol geldi zaten. Ercan sağdan kafa ile bir top indirdi. Ogün de ayağını koydu top ağlara gitti.
Maç bittiğinde ortalık inliyor, futbolcularla seyirciler sahanın içinde birbirlerine sarılmışlar adeta yerlerde yuvarlanıyorlardı. Dışarı çıkmak üzere kapıya doğru yürümeye başladık. Tam bu sırada kulağımın dibinde bir ses:
– Ben adamı böyle elerim işte! dedi.
Döndüm baktım, Hurşit’ti. Pişmiş kelle gibi sırıtıyor, bir yandan da durmadan söyleniyordu.
Yeditepe Yayınevi‘nden çıkan ve buradaki linkten satın alabileceğiniz “Fenerbahçe Tarihi Meseleleri | Kuruluş” kitabının önsözünü sitemizde yayınlıyoruz. Fenerbahçe Hep Galip!
Bundan tam iki yıl önce on yedi kişi bir araya geldi. Bu kişilerden bazısı birbirini daha önceden tanıyorken bazısı da o gün tanışmıştı. Ortak paydaları Fenerbahçe, uzmanlık alanları ise Fenerbahçe tarihi olan bu kişiler; 1959 öncesi şampiyonlukları için kapsamlı çalışmalar yapılması, Fenerbahçe’nin tarihine, uydurdukları yalanlarla saldıranlara karşılık verilmesi için anlaştılar. Bu on yedi kişi arasında ifade gücü kuvvetli, kalemi keskin, hafızası mükemmel, organizasyon yeteneği takdire şayan, yüzyıl önce yazılan yazıları okumada mahir, yılların emeği ile oluşturdukları arşivi göz kamaştıran insanlar vardı. İkinci toplantıda iş bölümü yapıldı. Dönemler, konular, bu kitaba da adını veren meseleler üzerinde yoğunlaşacak kişiler belirlendi. Üçüncü toplantıda, masanın üzerinde yıllardır yapılan araştırmaların bir sonucu olarak meydana gelmiş onlarca sayfalık içerik duruyordu. Toplantı boyunca bu içerikler hakkında konuşuldu. Fenerbahçe tarihi ile ilgili bilinen birçok şeyin aslında klişeden ibaret olduğu, işin aslının farklı olduğu ortaya çıkmaya başlamıştı. Tarih yazımını; belgelere dayanarak, belgelerin de “kaynak” statüsünde olup olmadığını özenle değerlendirerek yaptıkları için bu müstesna topluluk ortaya çıkan gerçekleri paylaşmakta bir sakınca görmediler. Böylece FenerbahceTarihi.org doğmuş oldu.
İtiraf etmek gerekirse hazırlanan içerikler yayımlanmaya başlamadan önce, tarihî meselelerin bu kadar ilgi çekeceği aramızdan kimsenin aklına gelmemişti. Bir süre sonra deyim yerindeyse “mızrak çuvala sığmamaya” başladı. Yazdıklarımıza değer veren, önemseyen kişiler, bu yazıları kitaplaştırmanın zamanı geldiğine bizi ikna ettiler. Bu doğrultuda yazılarımızı sınıflandırarak Fenerbahçe tarihini dönemlere ayırdık. Bu ayrımın sonucunda elinizde tuttuğunuz kitabın da zamansal sınırı belirlenmiş oldu.
“Fenerbahçe’nin kuruluş hikâyesinin, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar süren Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme yılları içerisinde; toplumsal, politik hatta ekonomik olarak incelenmesi gereken özel bir anlamı vardır. Fenerbahçe’nin kuruluşu, farklı bir bakış açısıyla değerlendirilip yeniden yazılması gereken tarihî meseleleri de içerisinde barındırır. Fenerbahçe tarihindeki birçok olayın bugün ‘mesele’ olarak değerlendirilmesinin sebepleri, döneme ilişkin kaynakların yetersiz olması ve az sayıdaki araştırmacının ‘resmî’ tarih tezinden ayrılmamak konusunda gösterdikleri bilinçli çabadır. Fenerbahçe’yi kuran ve kuruluşunda pay sahibi olan kişilerin hayat hikâyeleri ve kuruluştan sonra geçen yıllardaki faaliyetleri, ‘Fenerbahçe’nin kuruluşu’nu özel kılan ana unsurlardır. Bu unsurlar, dönem için kalıplaşmış yargıların değişmesi ya da bazı ender durumlarda da desteklenmesi için Fenerbahçe’nin kuruluş tarihinin ana dayanaklarından birisi olacaktır.”
Türk spor tarihinde, üzerinde belki de en az çalışma yapılan dönem olan Fenerbahçe’nin kuruluş yılları için araştırmalarımız sonuç vermeye başladıktan sonra önceki paragrafta okuduğunuz satırları kendimize yol haritası olarak belirledik. Haritadaki izleri takip ederek ilk kitabımız olan Fenerbahçe Tarihi Meseleleri-Kuruluş’u, internet sitemizde yayımladığımız içerikleri temel alarak yazdık.
Dört bölümden oluşan kitabımızın ilk bölümü Fenerbahçe’nin kurucuları hakkındadır. Fenerbahçe’nin beş kurucusunun hayatını, bilinmeyenleri ortaya çıkaracak şekilde inceledik. Özellikle Enver Hoca (Yetiker) ve Nurizade Ziya Bey (Songülen) üzerinde yoğunlaşan çalışmalarımızın Fenerbahçe’nin bir kuruluş felsefesinin var olduğunu ortaya çıkardığını düşünüyoruz. İkinci bölümde ise kulübün basılı ilk tüzüğünü günümüz Türkçesiyle aktarıp tescil edilme tarihini belirlemeye çalıştık. Elde ettiğimiz belgelerin söyledikleri, dönemin bilinen siyasi şartlarıyla desteklenince karşımıza yepyeni bir hikaye çıkmış oldu. Üçüncü bölümde İstanbul’un kadim semti Kadıköy’ün Fenerbahçe tarihindeki yerini okuyacaksınız. İstanbul’da futbolun doğduğu topraklarda Fenerbahçe’nin büyüyüp geliştiği mekânların, ilk takımlarının top koşturduğu çayırların izlerini bulacaksınız. Kitabın son bölümünü portreler ve olaylara ayırdık. Bu bölümün iki özelliği var: İlki, Fenerbahçe’nin ilk yıllarının bilinmeyen karakterlerinin hikâyelerinin gün yüzüne çıkması. İkincisi ise, kitapta yer alan değerlendirmelerimizi oluştururken faydalandığımız kaynakları sizlerle paylaşmamız. Belirtmek isteriz ki bu kitap Fenerbahçe’nin kuruluş yıllarının olayları ve o dönemin kişileri için kesin yargılar içermiyor. Yazım dili olarak bunu iddia ettiği düşünülebilirse de kitabın önceliği, içinde yer alan belgelere dayalı tezlerle, Fenerbahçe’nin kuruluş dönemi üzerinde tartışmalar yapılmasını sağlamak.
Tarih yazımı, şüphesiz devinim içerisinde. Her gün yeni belgeler, yeni kaynaklar tarihçilerin karşısına çıkabiliyor. Bu kaynaklar kimi zaman ortaya atılan tezleri destekliyor, kimi zaman da çürütüyor. Yapılacak olan bu tartışmaların bizleri yeni belge ve kaynaklara ulaştırmasını, yeni bilgilere ulaşarak tez-antitez-sentez formülüyle Fenerbahçe tarihinin bugüne kadar karanlık kalmış olan bu dönemini daha fazla aydınlatmayı amaçlıyoruz. Bu amaç spor tarihi üzerine çalışan ya da çalışmayı amaçlayan genç tarihçileri teşvik etmeyi de içerisinde barındırıyor.
Kitap üzerinde çalışırken benimsediğimiz metot, yukarıda da belirttiğimiz gibi belge ve kaynaklara dayalı bir yazım yapmak oldu. Dönemin Osmanlıca gazeteleriyle devlet ve özel arşivlerde yapılan taramalar, daha önceden yazılmış tarihi kitapların ve anıların karşılaştırılması ve akademi etiği çerçevesinde eleştirilmesi, benimsediğimiz bu metodun temelini oluşturdular. Bu temeli oluştururken Türk spor tarihi yazıcılığının en büyük eksikliğinin, ülkede yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmeleri gerektiği gibi dikkate almaması olduğunu düşünüyorduk. Döneme ilişkin yaptığımız kaynak taramaları ve okumaların bu eksikliği gidermesini amaçladık.
Her yazdığımız yazıyı titizlikle okuyan, bize yol gösteren, öğrencisi olmaktan gurur duyduğumuz Saygıdeğer Hocamız Prof. Dr. Vahdettin Engin ve kıymetli eşleri Emel Engin Hanımefendi’ye; eşsiz koleksiyonundan faydalanmamıza izin veren, sohbetiyle yolumuzu aydınlatan değerli büyüğümüz Seyhun Binzet’e; spor tarihi üzerine çalışmalarıyla bize ilham veren Prof. Dr. Erhan Afyoncu Hocamıza, Murat Bardakçı’ya; bizi her fırsatta yüreklendiren Doç. Dr. Mehmet Emin Elmacı Hocamıza; Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün tüm çalışanlarına; Yapı Kredi Bankası Arşivi’nin değerli yöneticileri Abdullah Gül ve Ayhan Uçar’a; İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Furkan Sevim’e; kataloglarını hizmetimize sunan İBB Atatürk Kitaplığı Müdürüİrfan Dağdelen’e; Malta Ulusal Arşivi görevlileri Charles Farrugia, Leonard Callus ve Melvin Caruana’ya; Dr. Sinan Genim’e; Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu mensubu Dr. Hüseyin Kıyak’a; Ayetullah Bey’in fotoğraflarının bu kitapta ilk kez yayımlanmasına izin veren, kurucumuzun değerli akrabaları Mehmet Auf ve eşi Ebru İpek Auf Hanımefendi’ye; Lale Atman Hanımefendi’ye; Enver Yetiker’in fotoğraflarını tarihe bu kitap vasıtasıyla kazandıran, kurucumuzun değerli torunları Ayşe Bertülin Kenter ve Rona Bandar Hanımefendilere; Fenerbahçe’nin erken dönemiyle ilgili arşiv belgelerini bizlerle paylaşan Melih Şabanoğlu’na; doğru bilgi ve belgeye ulaşmamızda yardımlarını esirgemeyen, her zaman yanımızda olan Fenerbahçe camiasının değerli üyeleri; Belgin Beşe Aral Hanımefendi, “Paşalı Birol” Vecdi Teker, Acar Yıldız, Aydın Temizer ve kıymetli eşi Nazan Aksoy Temizer Hanımefendi, Bülent Batu, Cahit Binici, Cem Argun, Cafer Çağatay’ın torunu Jale Çağatay Hanımefendi, Sporel ailesinin kıymetli mensupları Dilara Sporel, Emine Sporel Özakat ve Feyhan Sporel Hanımefendiler, Ali Muhiddin Hacıbekir’in torunu Nazlı İmre Hanımefendi, bizlere gösterdiği teveccühten her zaman onur duyacağımızMüzdat Dağlaroğlu’na teşekkür etmeyi borç biliyoruz.
Bugün aramızda olmayan iki ismin; kitabımızı göremeden aramızdan ayrılan, “Kadıköy’ün Belleği” Demir Alp Serezli Ağabeyimizin ve Türk spor tarihçiliğinin sembol ismiDr. Rüştü Dağlaroğlu’nun manevi şahsiyetleri önünde de saygıyla eğiliyoruz. Bu birbirinden değerli kişilerin Fenerbahçe tarihine yaptıkları katkıları, geleceğin tarihçilerine aktararak bu borcu bir nebze de olsa ödeyebildiğimizi düşünüyoruz.
Ve Galip… Galip Kulaksızoğlu…
Bu kitabın sayfaları arasında adına rastlayıp hakkında yazılanları okuduğunuzda kitabımızı ondan başka birine ithaf etmenin zaten mümkün olmadığını sizler de düşüneceksiniz. İyi okumalar…
Aramızdan ayrılışının 2. yılında futbolumuzun unutulmaz ismi Can Bartu ile dönemin ünlü sanatçısı Patricia Carli’nin öykülerini ayrı ayrı anlatacağım bugün. Patricia Carli’nin bir şarkısından ilham alarak yazılan bu öyküyü, dilden dile dolaşan bir efsane olmaktan çıkarmaya çalışacağım. Öncelikle babası Can Bartu’nun bu ilişki ile ilgili “bir kelimelik” onayını benimle paylaşan Gülfer Arığ Hanımefendi’ye sonsuz minnetimi buraya kaydetmekten çok mutluyum. Özel arşivlerinden faydalanmama izin veren Haluk Kılıç ve aynı zamanda hikayenin Fransızca çevirilerini de yapan, Alican Küçükcan’a teşekkür etmeyi de borç kabul ediyorum. Altmışlı yıllarda biri sanatçı, diğeri futbolcu iki ünlünün hikayesi… İyi okumalar.
Altmışlı yıllarda Avrupa ve Türkiye’de ünlenen Patricia Carli, 1938 yılında İtalya’da “Rosetta” ismiyle dünyaya geldi. Annesi Cezayir asıllı, madenci olan babası ise İtalyan’dı. İlk gençlik yıllarını, doğduğu Taranto’da geçirdikten sonra, çizmenin topuğundaki bu liman şehrinden Belçika’ya yerleşti. Burada yurtdışına yaptığı turnelere sanatçılar götüren bir şirkette çalışmaya başladı. Bu turnelerde uğradığı yerlerden biri de Ankara oldu. Türkiye ve Türkçe ile burada tanıştı. Sanatçıların kıyafetlerinden ve gardroplarından sorumlu olan bu kısa boylu bir kız, şarkı söylemek istediğini etrafındakilere söylediğinde yadırgandı. Kimse sesini beğenmiyordu. Hatta Ankara Palas otelinde kendisini rica minnet dinleyen Orhan Boran, ondan şarkıcı olmayacağına karar vermişti bile. Ankara’da öğrendiği birkaç Türkçe şarkı ile sonraki durağı İstanbul’a geldi. 1961 Yılında geldiği İstanbul’da küçük gece kulüplerinde sahne aldıktan sonra Belçika’ya döndü ve şarkı söylemeyi sürdürdü. Fransa ise onun üne kavuştuğu ülke oldu. Orhan Boran yanılmıştı. Patricia, 1963 yılında “Demain Tu Te Maries” adlı şarkısı ile müzik piyasasına giriş yaptı. Yıllar sonra yaptığı açıklamada; bu şarkıyı başka bir kadınla evlenen ilk aşkına yazdığını söyleyecekti. Şarkıda sevgilisine “bana dokunma artık, seni tebrik etmeme izin ver, çünkü yarın evleniyorsun” diyordu. Patricia’nın genç bir şarkıcı olarak ünlenmeyi beklediği günlerde; Can Bartu ise doğup büyüdüğü Kadıköy’den İtalya’ya gitme hazırlıklılarına başlamıştı.
Can Gidiyor
Can Bartu, Fenerbahçe’nin 1959 yılında oynadığı Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarında Avrupalı futbol adamlarının dikkatini çekmişti. Türkiye’nin Avrupa kupalarında tur atlayan ilk takımında yer alan Can, Türkiye liginde de 23 maçta 15 gol atmayı başarmıştı. Bu dönemde İspanyol Sevilla, Real Madrid gibi kulüplerin onunla ilgilendiği haberleri gazetelerde yer almaya başladı. Fransız otoritelere göre onda “izahı güç bir futbol yeniliği” vardı. Ve “meziyetleri dünyanın pek çok futbol şöhretini kıskandıracak” seviyedeydi.
1960-61 sezonunun sonunda askere giden Can, o sezon sadece 5 gol atabilmişti. Türkiye’nin 27 Mayıs rejimi ile tanıştığı günlerde “Asker Kaçağı” olarak yargılanmış ve ceza almıştı. Nitekim o da tıpkı Vatan Gazetesi’nin 24 Eylül 1960 tarihli haberinde yer verdiği Metin Oktay gibi, Avrupa’da futbol oynamayı seçecekti. Her iki futbolcunun, kariyerlerine yurt dışında devam etmesine, haklarında çıkan bu yargı kararları da etki etmiştir. Bu dönem Can Bartu’nun hayatındaki en önemli olay ise annesinin ölümü oldu. Sima Hanım’ın ani bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetmesi Can’ın yurtdışına çıkma isteğini arttırdı.
Can Bartu’nun Avrupa macerası 1961-1962 sezonunun ilk günlerinde başladı. Ağustos ayında, kendisi askerdeyken, temsilcisi Şükrü Gülesin İtalya’da önce Lazio kulübü ile görüşüp prensip anlaşmasına varmıştı. Sonradan transferde pürüzler nedeniyle Fransız St. Etienne kulübü de Can’ı transfer etmek için teklifte bulundu. Her iki kulübün girişimlerine rağmen transferi bir türlü gerçekleşmeyen Can, askerden gelince Fenerbahçe takımına katıldı. Eylül sonundan Kasım başına kadar Fenerbahçe’nin oynadığı 6 maçta 3 gol atması onunla ilgilenen Avrupa kulüplerini tekrar harekete geçirdi.
Hidegkuti
Macarların ünlü futbolcusu Hidegkuti, Can Bartu’nun İtalya kariyerini başlatan isimdir. Hidegkuti, teknik direktörlük kariyerine başladığı MTK Budapeşte’de 1 yıl çalıştıktan sonra, 1960 yılında Fiorentina’da göreve başlamış ve o sezon takımı Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nı müzesine getirmişti. Fenerbahçe’nin 1959 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası’ndaki Macar rakibi Csepel ile oynadığı maçlarda Can’ı seyreden Hidegkuti; birkaç aydır transferi yılan hikayesine dönen oyuncuyu ısrarla isteyerek transferini gerçekleştirdi. Aynı günlerde Roma’nın da transfer etmek istediği futbolcu Kasım ayı transfer döneminde 50.000 dolar karşılığında Fiorentina’ya katıldı. Bu paranın 17.000 doları ise bonservis ücreti olarak Fenerbahçe’nin kasasına giriyordu.
Macar Teknik Adam Hidegkuti Nandor
Fiorentinalı Can Fenerbahçe’ye Karşı
Can Bartu, Fiorentina ile idmanlara başladığında Türk basınında, İtalyanlar tarafından beğenildiğine dair haberler de çıkmaya başlamıştı. İlk sınavını 3 Aralık 1962’de Torino karşısında verdi. 2-0 Galip gelen kadronun bir parçası oldu. Aynı günlerde Fenerbahçe, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası ilk tur maçında Nürnberg’e İstanbul’da 2-1 yenilmiş, rövanş maçı için geldiği Almanya’da da 1-0 yenilerek turnuvadan elenmişti. Bu maç sonunda Fenerbahçe, önceden karar alındığı üzere Fiorentina ile maç yapmak için Floransa’ya geldi. Bu maç Can Bartu’nun Fenerbahçe’ye karşı forma giydiği ilk ve tek maç olarak tarihe geçti. Maçı Fiorentina 2-1 kazanıyor, yeni takımının galibiyet golünü Can atıyordu.
Can Bartu Fiorentina formasıyla Fenerbahçe’ye karşı
İlk Gol, İlk Zorluklar
Can Bartu Fiorentina’nın ilk 11’inde yerini sağlamlaştırmıştı. Lecce ve Atalanta’ya karşı mücadele eden Can’a yeni yıl, yeni takımında ilk golünü de beraberinde getirdi. 7 Ocak 1962’de Forentina, Bologna karşısına çıkmış, 1-0 kazandığı maçta atılan tek golü Can Bartu atmıştı. Bu maçtan sonra gazetelere verdiği röportaj’da İtalyan futbolunun sertliğinden yakınan Can Bartu’ya göre ülkeye adapte olmasının önündeki en büyük engel yabancı dil sorunuydu.
“Şimdilik Türk, İtalyan ve Fransız karışımı bir şive ile konuşuyorum. İtalya’da karşılaştığım en büyük zorluk lisan meselesi. En büyük derdim bu. İtalyancayı öğrenince her şey hallolacak.”
Can Bartu, transferinden sonra Türkiye’ye ilk kez 1962 Şubat ayında geldi. Sonraki günlerde tekrar nüksedecek olan omzundaki sakatlığı devam ediyordu. Hem bu sakatlık hem de Fiorentina’nın maçının olmamasını fırsat bilip aldığı izni ülkesinde geçirmek istemişti. Gazetecilerin büyük ilgi gösterdiği Can’ı havalimanında karşılayanlar arasında nişanlısı Oya Hanım da vardı. Can Bartu geldikten iki gün sonra verdiği röportajda İtalya’daki günleri hakkında şunları söylüyordu:
“Şu an istediğim oyunu oynayamıyorum. %35-40 Performans gösterebiliyorum. Takımın beyniyim ancak istediğim pasları alamıyorum. İlk hedefim takımda yer almaktı. Onu gerçekleştirdim. Sonraki hedefim ise daha iyi oynamak. İtalyanların Türk futbolu hakkında hiçbir fikri yok. İtalyan seyircisi hatayı affetmiyor. Ancak ben İtalyan seyircisinin gönlünü kazanmayı başardım. İtalyan takımlarında kimse kimseye yardım etmiyor. Büyük paralar döndüğü için her futbolcu kendine oynuyor. Şurası gerçek ki İtalya’da futbol galibiyete ve paraya dayanıyor.”
Finaldeki İlk Türk
Can Bartu izninin sona ermesinin ardından İtalya’ya döndü. Sezonun bitimine kadar 6 maçta daha takımda yer aldı. 1961-1962 sezonunda toplamda 14 maçta forma şansı bulmuştu. Fiorentina sezonu şampiyon Milan ve İnter’in ardından 3.sırada tamamlamıştı. Fiorentina’nın Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda 10 Mayıs 1962 yılında Atletico Madrid ile yaptığı final maçı ise bir Türk sporcunun uluslararası bir futbol organizasyonunun finalinde ilk kez forma giydiği maç olarak tarihe geçti. Fiorentina’nın 3-0 kaybettiği maçta Can Bartu ilk 11’de sahaya çıkmıştı.
Venezia : “Forsa Turco”
Kupa finalinin ardından 1963 sezonu öncesinde Can Bartu, Fiorentina tarafından satış listesine konuldu. Hem kulübü hem de kendisi, bu durumun sergilediği performans ile ilgili olmadığını, aksine maddi sebeplerden kaynaklandığını kamuoyuna açıkladılar. Venezia kendisi ile ciddi şekilde ilgileniyordu. 1962’nin Haziran ayı iki kulüp arasında Can Bartu’nun transferi için sıkı pazarlıklar yapıldı. Sonuçta kiralama konusunda anlaşıldı. Venezia, Can’dan vazgeçmeye hiç de niyetli değildi. Böylece Can, Temmuz ayı başında resmen Venezia’ya kiralandı.
Floransa’dan önce Yunanistan’ın Pire şehrindeki abisini ziyarete eden Can, oradan yeni takımı ile birlikte mücadele vereceği Venedik şehrine gitti. Venezia forması ile ilk maçına Catania karşısında çıkan Can Bartu, bu özel maçta 1 gol ve 1 asistlik performansı ile dikkat çekti. Maç sonunda taraftarların kendisi için yaptığı “Forsa Turco” panosunun önünde çocuk taraftarlar ile çektirdiği fotoğraf basında yer aldı. İtalya’daki ikinci yılını yaşayan Can Bartu, 26 Nisan 1962’de bir süredir nişanlı olduğu Oya Sart ile evlendi. İstanbul’da gerçekleşen düğüne spor camiası büyük ilgi gösterdi.
Venezia İtalyan liginde başarısız bir sezon geçiriyordu. Bir ara adı Juventus ile anılan Can Bartu, antrenörü Quario tarafından “Şahsi oynayan bir oyuncu” olarak değerlendirilse de bu durumun aralarında bir sorun oluşturmadığı da basına yansıdı. Antrenörüne göre Can, “Fakir Venezia’nın yegane serveti” idi. Ancak beklenen olmadı ve kötü geçen sezon Venezia’nın küme düşmesi ile sonuçlandı. Kiralık olarak sözleşmesi biten Can Bartu ise Fiorentina’ya döndü. Venezia’da 30 maçta forma giymiş ve 8 gol kaydetmişti.
Can Bartu Venezia formasıyla
Kötü Sezon – İyi Şöhret
1964 yılı Can Bartu’nun kariyerinin en kötü sezonu olarak tarihe geçti desek yanlış olmaz. Bu sene Can, Fiorentina forması ile sadece 10 maça çıkmış ve hiç gol kaydedememişti. Omuzundaki sakatlık nüksediyor, bu da futboluna olumsuz etki ediyordu. Buna rağmen İtalya’daki şöhretinden bir şey kaybetmedi. 28. yaş günü için binlerce mektup aldı. Giyim tarzı ve yakışıklılığı ile ilgi odağı olmaya devam ediyordu. Bu dönemde ülkede yayınlanan dergilerde yer aldı.
Fiorentina 1963-1964 sezonunu 4.bitirmiş, mali kriz kulübün kapısını çalmıştı. Yönetim, şöhretli Türk oyuncusunu tekrar satış listesine koymaktan başka çare bulamadı. Can Bartu’nun yeni takımı Roma şehrinin Lazio takımı olacaktı.
Fenerbahçe – MTK
Can Bartu Fiorentina’da kötü bir sezon geçirirken İstanbul’da Fenerbahçe takımı için işler iyi gidiyordu. 1964’ün Mart ayına gelene kadar takım ligde oynadığı 25 maç’ta sadece 2 mağlubiyet ve 7 beraberlik almış, Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda ise ilk iki turu geçerek Macaristan’ın MTK takımının çeyrek finaldeki rakibi olmuştu. İlk maçı Budapeşte’de 2-0 kaybetmesine rağmen ikinci maçta rakibine 3-1’lik üstünlük sağlayan Fenerbahçe, dönemin statüsü turu geçen tarafın belirleneceği 3.maç için Roma’ya gitti.
Roma’da oynanan 3.maçı izleyenler arasında eski takımına destek vermek için stadyuma gelen Can Bartu da vardı. Fenerbahçe MTK maçı 18 Mart 1964’te oynandı. Maç boyu dengeyi bozmaya çalışan iki takımdan başarılı olan taraf MTK oldu. Bitime 4 dakika kala Fenerbahçe kalesine giden şut ile Fenerbahçe’nin Avrupa macerası sona erdi. Maç sonunda eski takım arkadaşlarını teselli eden Can Bartu, en az onlar kadar üzgündü.
“Yarım Kalmış Duygular”
Can Bartu İtalya’nın başkentinde top oynamaya başladığında Patricia Carli ise aynı ülkenin bir başka kıyı kentinde yapılan yarışmayı kazanan şarkının sahibi olarak Avrupa’nın tanınan müzisyenlerinden biri olduğunu kanıtlıyordu. Henüz 16 yaşındaki Gigliola Cinquetti’nin seslendirdiği “Non ho l’eta” şarkısı 1964 Sanremo Müzik Festivali’nin birincisi olmakla kalmıyor, aynı yıl Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da yapılan 9.Eurovision Şarkı Yarışması’nda İtalya’ya birinciliği getiriyordu.
Patricia Carli’nin bu yarışmadan sonra zirveye ulaşan popülaritesi Türk gazetelerinin de dikkatini çekti. Yazının başında sözünü ettiğim “Demain Tu Te Maries” şarkısı Türkiye’de en çok dinlenen yabancı şarkılar listesinde 4.sırada yer buldu. Sanatçı hakkında Cumhuriyet Gazetesi’nde bir haber yapan Sadun Cenk, şöyle diyordu:
“Bugün Avrupalı müzisyenlerin adını dillerinden düşürmedikleri bu genç kızın bundan 3 yıl önce İstanbul’un bir lokalinde karın tokluğuna çalıştığını bilir misiniz?
En büyük konser afişinden satış rekorları kıran plaklara en lüks gazinolardan neonlu ilanlarına kadar Fransa’da her yerde adına rastlanılan bu kadın, başarısını bir tek sebebe bağlıyor: “Yarım bırakılmış duygulara”
Popülaritesinin artması ile dönemin yabancı şarkılara Türkçe aranjmanlar yapan müzik insanları Sezen Cumhur Önal ve Fecri Ebcioğlu’nun Patricia’nın şarkılarını Türkçe’ye uyarlamak konusundaki rekabetleri de başlamış oldu. 1964 Tarihli “Les Mal Aimes” şarkısı, her iki müzik insanı tarafından Türkçe’ye uyarlandı. Bunlardan biri “Özlerim İstanbul’u” adındaki Sezen Cumhur Önal şarkısıydı ve Patricia’nın kendisi tarafından seslendirilmişti. Fecri Ebcioğlu’nun uyarlaması ise Ajda Pekkan tarafından “İlkokulda Tanışmıştık” adıyla seslendirildi. Kısacası artık Patricia Carli, Türk müzikseverlerinin tanıdığı bir isimdi.
1964 Sanremo Müzik Festivali Birincilik Ödülü’nü kazanan Patricia Carli
Milli Forma ile İlk Gol
Can Bartu’nun 1956 yılında Polonya maçı ile başlayıp 1969 yılındaki Sovyetler Birliği maçına kadar süren 28 müsabakalık milli takım macerasında, İtalya’da top koşturduğu yıllara denk gelen 3 maç vardır. Bunlardan ilki 1 Kasım 1964’te Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan Tunus maçıydı. Türkiye’nin 4-1’lik galibiyetinin 3. Golünü atan Can için bu golün özelliği milli forma altında attığı ilk gol olmasıydı. Bu maç öncesinde Türkiye Futbol Federasyonu, Lazio yönetiminden izin alarak Can’ı Ankara’ya getirtmişti. Diğer iki maç ise Ali Sami Yen Stadyumu’nun açılışının yapıldığı Bulgaristan ve Türkiye’nin 1-0 yenildiği Portekiz maçlarıydı. Golsüz berabere biten Bulgaristan maçı, aynı zamanda tribünlerde çıkan arbede sebebiyle çokça kişinin yaralanması ile tarihe geçecekti.
Can Bartu’nun Milli Takımdaki İlk Golü
Roma’da Can Haftası, İstanbul’da Patricia Rüzgarı
Milli maçlardan sonra Lazio takımına katılan Can Bartu, İtalya’daki kariyerinin en güzel günlerini yaşamaya başladı. Ligde küme düşme potasında yer alan Lazio takımı ile ilk 11’de sahaya çıktığı üç maçta 2 gol atan Can Bartu, 25 Ocak 1965’te Genoa’ya attığı golü, “Hayatımın en güzel golü” diye nitelendirmişti. Bu maçlarda aldığı sonuçlarla Lazio takımı ligde orta sıralara çıkıyor, güvenli bölgeye yerleşiyordu.
Bu günlerde Can Bartu için Turizm ve Tanıtma Bakanlığı Roma Bürosu’nda “Can Haftası” düzenleniyor, bir hafta fotoğraflarının yer aldığı bir serginin açılışı yapılıyor, böylece Can Bartu Türkiye’nin sadece futbol değil aynı zamanda turizm elçisi de oluyordu. Lazio – Milan maçında çektiği şut gazetelere haber oluyor, değerinin 2 milyon liraya yükseldiği haberleri spor sayfalarının manşetini süslüyordu. Kendisi hakkında yapılan değerlendirmelerin ortak noktası: “İtalya’nın en teknik oyuncusu” olmasıydı.
Şarkılarının tanınmaya başlamasıyla popüler olan Patricia bu günlerde İstanbul’a geldi. Havalimanında hayranları ve gazeteciler tarafından karşılanan sanatçının şehirde katıldığı etkinliklerden en önemlisi Robert Kolej’de verdiği konser oldu. Konserin haberi gazetelere “Patricia Carli Kolejlileri ağlattı” şeklinde yansıdı.
Tek Maçlık Fenerbahçe Forması
Lazio 1964-1965 sezonunun son haftasında Mantova’yı yenerek ligden düşmekten kurtulmuş, Can Bartu için alışılageldiği üzere transfer dedikoduları da başlamıştı. Eşi ve kızı ile tatilini geçirmek için İstanbul’a dönen Can Bartu, gazetecilere verdiği röportajda konunun belirsizliği ile ilgili şu ifadeleri kullanmıştı: “İtalya’da transfer Türkiye’dekine benzemiyor. Şu anda hangi kulüpte futbol oynayacağımı ne Lazio ne de Fiorentina idarecileri biliyor. Bende bunu İtalyan gazetelerinden öğreneceğim”
Can Bartu, tatilini geçirdiği süre içerisinde Fenerbahçe’den takım arkadaşı “Mehmetçik” Basri Dirimlili’nin jübilesinde forma giymiş, 3 Temmuz 1965’te oynanan maçta “Şöhretler Karması”nın karşısına Fenerbahçe forması ile çıkmıştı.
Sakatlık
1965-1966 sezonunda yeniden Lazio forması giymesi kesinleşen Can Bartu, takıma yapılan takviyelerden dolayı kendini daha fazla göstermek durumundaydı. İtalya’ya döndükten sonra gazetelerin değerlendirmelerinde yer almaya başladı. Corrierra Della Sport, onu ligin en iyi 3.sağ açığı olarak lanse etti. Takımın ilk 11’inin değişmez oyuncusu olmuştu.
Bologna’ya attığı gol, takımının 1 puan almasını sağlamıştı. Ancak Lazio’nun Cagliari’ye 3-0 yenildiği maçta lif kopması nedeniyle yaşadığı sakatlık, bir anlamda İtalya kariyerinin sonunun başlangıcı oldu. Bu sakatlık dolayısıyla hem o hem takım istikrarını kaybetti. Ligde forma giydiği 24 maçta sadece 2 gol kaydedebilmişti. Lazio ise tıpkı geçen sezon gibi ligi, alt sıralarda sayılabilecek 13.sırada tamamlamıştı.
Lazio 1965-1966 Sezonu
“Ne Olur Beni Oynatın”
Lazio 1966-1967 sezonuna adeta kaldığı yerden devam ederek başladı. Antrenör Mannocci ilk 11’de Can’a yer vermiyordu. Takım ligin açılış maçında Fiorentina’ya 5-1 yenilince taraftarlar ilk 11’e giremeyen oyuncuların isimlerini bağırmaya başladılar. Bunlardan biri de Can Bartu’ydu. İlk 8 haftada alınan 5 mağlubiyet ve 2 beraberlik sonrasında Lazio yönetimi Mannocci ile yollarını ayırdı. Artık Lazio’nun yeni antrenörü Maino Nerri’ydi.
Nerri, gazetelere verdiği beyanatta takımı Can’ın üzerine kurduğunu ancak sakatlığının planlarını bozduğunu söyledi. Geçen seneden beri ara ara nükseden sakatlığı artık psikolojisini de bozmaya başlamıştı. 1966 Aralık ayında 3 maç forma giydiği günlerde kendisini uzun süredir takip eden KızılyıldızAntrenörüMiliç bu günlerde Gazeteci Reha Erus’a verdiği röportajda şunları söyledi:
“Can 6 sene önce Türkiye’de izlediğimde daha hızlıydı. Ancak şimdi oyunu oturmuş vücut çalımları bir harika. O futbolun şairidir. Can bugün İtalya’nın en klas futbolcusu hüviyetini taşımaktadır. Fakat Can’ın “kendini kontrol etme hissi” İtalyan ligi için yeterli değildir. İtalyan ligi çok çekişmeli geçer. Vurucu ve kırıcıdır. Halk bugün seni alkışlar yarın kötü oynarsan ıslıklar. İşte Can buna dayanamıyor”
Miliç’in de ifade ettiği, İtalya kariyeri boyunca başına dert olan, bu uyum sorunu sakatlığı ile birleşince 1967 yılının ilk günü kadro dışı kaldığı kendisine bildirildi. Türkiye’ye geri döneceğine ilişkin dedikodular da tam bugünlerde ortaya çıktı. Hem İtalyan hem de Türk gazetelerinde yer alan bu yönde haberlere karşı Can Bartu’nun cevabı ise kesindi.“Türkiye’ye dönmek diye bir şey söz konusu olamaz. İki yıl daha İtalya’da kalmayı düşünüyorum. Zaten yurduma oyuncu olarak değil ancak antrenör olarak dönebilirim”
Kadro dışı kaldığı günler Can Bartu’nun İtalya kariyerinin en zor günleri oldu. Üç aya yaklaşan bu sürecin sonunda deyim yerindeyse isyan etti. Gazetelerde “Ne olur beni Milan’a karşı oynatın” başlığı ile çıkan haberde Can’ın şu sözlerine yer veriliyordu:
“Topun şeklini unuttum. Yeter ki oynayayım. Bacağımda müthiş bir ağrı vardı. Onun için koşamıyordum. Bu yüzden kadro dışı kaldım. Ben bir futbol aşığıyım, futbol oynamadığım zaman kötü oluyorum”
Can Bartu’nun bu içten isyanı karşılık buldu. Lazio takımının kaderini belirleyecek Milan ve Roma maçlarında sahaya çıkan 11’lerde Can da yer alıyordu. İki maçı da yenilmeden bitiren Lazio takımı küme düşme potasına girmiyor, Can ise bu iki maçın İtalya kariyerindeki son maçlar olduğunu bilmiyordu. 5 Mart 1967 tarihindeki Roma maçı Can’ın son kez Lazio forması giydiği maç olarak tarihe geçiyordu.
Fenerbahçe Can’ı Getiriyor
Fenerbahçe’nin Can Bartu’yu transfer etmek için harekete geçtiği haberleri Nisan ayında gazetelerde yer almaya başladı. Mayıs ayına gelindiğinde ise Fikret Arıcan’ın Can’ı getirmek için İtalya’ya seyahat hazırlığına başladığı dile getirildi. İtalya’da mutsuz olan Can’ın Fenerbahçe’ye dönüşü ise Başkan Faruk Ilgaz’ın olaya bizzat el koymasıyla mümkün olacaktı. 20 Mayıs 1967’de Roma’ya uçan Ilgaz, uzun süren pazarlık sürecinin ardından Lazio’lu yöneticileri ikna edecek ve Can Bartu 144.000 lira transfer bedeli karşılığında yeniden yuvasına dönecekti.
Can, Türkiye’ye dönerken Patricia’nın İstanbul’u ziyaretleri her yıl tekrarlanan bir etkinlik halini almıştı. Sanatçı 1966 ve 1967 yılında gerçekleştirdiği ziyaretlerde konserler vermiş, şarkıları ise en çok dinlenenler listesinde yerini korumuştu.
Samanyolu
Patricia, Türkiye’de kendisine gösterilen ilgiyi, “Samanyolu” şarkısını dünyaya tanıtarak karşılıksız bırakmadı. Sözleri Teoman Alpay’a, bestesi Metin Bükey’e ait olan ve Berkant’ın seslendirdiği şarkı 1968 yılında çıkmış ve 100.000’lik satış rakamıyla Türkiye’nin ilk altın plağını kazanmıştı. Patricia, yazdığı Fransızca sözlerle bu şarkının tüm dünyaya yayılmasını sağladı. “Oh Lady Mary” adıyla dünyaya yayılan şarkı bir çok ünlü sanatçının repertuarına girdi. Fenerbahçe futbol takımının tam 5 kupa kazandığı 1968 yılında piyasaya çıkmış olan “Samanyolu” günümüzde bile tribünlerde söylenmekte ve bir takıma ithaf edilen en özel şarkı olma özelliğini taşımaktadır.
1968 Patricia’nın Türkiye’deki en verimli yılı oldu. Uluslararası İzmir Fuarı’nın konuklarından biri olan sanatçı bu yıl sırasıyla “Seni Andıkça” ve “Bir Gün Sana Döneceğim” adlı şarkıları yayınladı.
Sezen Cumhur Önal imzalı bu şarkılardan sonra Fecri Ebcioğlu’nun “Que C’est Triste” adlı şarkıya yaptığı aranjman piyasaya çıktı. “Üç Kalp” adıyla yayınlanan ve günümüzde hala bilinen şarkıyı bir çok sanatçı seslendirdi. Bu şarkının bilinilirliği bir anlamda Sezen Cumhur Önal – Fecri Ebcioğlu rekabetinin galibini de belirledi. Kazanan Fenerbahçeli Fecri Ebcioğlu’ydu.
“Can Büyüktü”
Fenerbahçe’ye döndükten sonra ilk birkaç ay, uzun süredir futbol oynamadığı için takımdan uzak kalan Can Bartu, sonraki günlerde takımdaki yerini aldı. Forma giydiği 3 sezon boyunca Fenerbahçe takımı ile 46 maça çıktı. İki lig şampiyonluğunun ve Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Manchester City zaferinin önemli bir parçası oldu.
Kendisi gibi yurtdışında kariyer yapan Galatasaray’ın efsane futbolcusu Metin Oktay’ın 1969 yılındaki jübile maçında Fenerbahçe Kaptanı olarak sahaya çıktı. Metin Oktay ile forma değiştirdikleri an, Türk futbol tarihinin en önemli anlarından biri olarak ölümsüzleşti. 6 Eylül 1970 yılında oynanan Beşiktaş maçı ile jübile yaptı. İtalyanlar onu ülkelerine son 15 yılda gelen en iyi 3 yabancıdan biri olarak nitelendirdiler. Jübilesinin ardından “Baba Gündüz” lakaplı Gündüz Kılıç’ın Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazdıkları ise Can Bartu ile ile ilgili çok şeyi özetliyordu.
“Can büyüktü… İstanbul’da da, Floransa’da da, Roma’da da fakat o’nun ne kadar büyük olduğunu tam anlamıyla ne biz, ne onlar, ne de kendisi anlayabildi galiba.. Can sanki bir kabuk içinde yaşıyordu zira.. Diyelim ki bir türlü açılıp içindeki inciyi etrafa iyice göstermeyen bir istiridye kabuğu… Belki de zor, özlemli geçen bir çocukluk devresi yüzünden, insanlara güvensizlikten onlardan korunmak için ister istemez sığınmıştı oraya. Zerre kadar çaba da göstermiyordu bu kabuktan sıyrılmaya. Aksine onun içinde kendini emniyette bulup astar üstüne astar, yaldız üstüne yaldız vuruyordu kabuğuna. Rakiplerini gülünç hale sokan şâhâne fakat pek müstehzi çalımlar atıyordu. Ünlü Hamrin’e: «Bu klâsınla hem ihya edebilirsin. Ne olur bana yardım et.» dedirtip yalvartıyordu. İtalyan basınına «Can mı? Rivera mı?» diye sordurtuyor. Bütün bunlar onca kabuğunu büsbütün sağlamlaştırmaktı. Fakat bence bu bunalım içinde Can olduğu gibi ortaya çıkıp da oynayabileceği o daha büyük futbolu içtenlikle ve devamlı olarak oynamadı bir türlü. Kısaca Can kabuğunun içindeki değer biçilmez inciyi tam olarak bizlere göstermeden futbolumuzdan kopup gidiyor işte.. Ama ne dersek diyelim, gene de çok büyüktür Can. Futbolumuzun ölümsüzleri arasında daima anılacaktır Can. Eğer ileri geri lâf ettiysek bağışla. Bu muhteşem futboluna doyamayışımızdandır Can”
Sessiz Gemi
Patricia Carli 1968-1969 yıllarında yarattığı şarkılardan sonra 3,5 yıl sessiz kaldı. Bu sessizliğin sonunda ise Türk müziğinin bir başka efsane şarkısının ortaya çıkmasına aracılık etti. “Sans toi je suis seul” adlı bestesi 1975 yılında Şair Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiiri ile birleşerek hayatlarımıza girdi. Hümeyra’nın sesi ile de günümüze kadar ulaştı.
Ve… “Canım”
Türkiye’de, “Ma Cherie” bu şekilde söyleniyor. Bu kelimeyi sen bana öğretmiştin. Güler, şarkı söyler, hiçbir şeyi önemsemez, eğlenirdik. Ben, mutsuz bir artist, senin yanında kederlerimi unuturdum. Canım… Sen aşkı dostlukla iyileştirmek istedin. O artist, o bencil kadın unutamadı işte gördüğün gibi. Benim için geleceğini biliyordun. Sen sakin, sen uysal… Sevilmek umuduyla sevmedin beni Canım… Günler su gibi geçtiğinden beri kendimi tekrar senin yanında buldum. Ya sen, sen ne alemdesin? Kendimi seni düşünürken buluyorum. Evlendin mi? Hayatında herşey yolunda mı? O da sana “Canım” diyor mu? Canım… Bir daha bana hiç canım denmedi. Ben bugün seni de “canım”ı da çok özlüyorum.
Mutlu Son
Patricia Carli 1970 yılı itibariyle şarkı söylemeyi bırakarak kariyerine söz yazarı olarak devam etti. Bir çok ünlü Fransız sanatçıya söz yazdı. Türkiye’ye en son ziyareti 1976 yılında oldu. Uzun bir aranın ardından, 1978’de yaptığı “L’Homme De La Plage” albümü ile müzik piyasasına dönmeyi denedi. 1982’de yayınlanan “La Balladine” ise onun son albümü oldu. Patricia Carli şu an 83 yaşındadır ve Fransa’da yaşamaktadır.
Patricia Carli, eşi ile birlikte İstanbul’da – 1976
“Canım” şarkısına, Can Bartu’nun 2019 yılındaki ölümünün ardından, yayınlandığı platformlarda yapılan yorumlarda, şarkının Can Bartu’ya ithafen yazıldığı söyleniyordu. Can Bartu hayattayken yanında olan, eşinin ilk evliliğinden olan kızı Gülfer Arığ ile iletişimim bu iddiayı doğrulatmak için gerçekleşti. Büyük bir zerafet örneği göstererek sorumu cevaplayan Arığ, “Can Bartu’nun bu şarkının kendisi için yazıldığını kabul ettiğini ancak detay vermediğini” söyledi. Gündüz Kılıç’ın deyimiyle “bir kabuk içinde yaşayan Can”dan gelen bu bilgi benim için hikayenin yazılmasına yeterli bir sebepti.
Can Bartu ile Patricia Carli’nin hayatlarının ne zaman kesiştiğini bilmiyoruz. Konuya ilgi duyan birisi Fransa’da Patricia Carli ile konuşmadan da öğrenemeyeceğiz. Aslında bu bilinmezlik hikayeyi özel kılıyor. İlk evliliğini 1962 yılında yapan ve 1976’ya kadar devam ettiren Can Bartu’nun, Patricia ile ilişkisini, aslında en iyi sanatçının kendisi tarif ediyor: “Yarım kalmış duygular”
Bütün hikayeyi bu bilinmezliğin sihrini bozmadan yazmaya çalışıp, kapalı olan defterin sayfalarını aralamak istemememin sebebi de bu. Bu sebep ki aynı zamanda hikayeyi şarkılarla süslememin de nedeni. Umuyorum ki; iki kişinin ayrı ayrı hikayelerinin birleştiği bu satırlardan, şarkıların eşliğinde, herkes kendi istediği masalı yaratır.
Patricia’nınkini bilemesek de Can’ın 2 sene önce sona eren hayat hikayesinin mutlu bittiğine eminiz. İkinci evliliğini 2003 yılında yapan ve bu beraberliği tam 16 yıl boyunca sürdüren; yeni doğan çocuklara bugün bile “Bartu” isminin verilmesine sebep olan, milyonlarca insan tarafından tanınan, kendi deyimiyle “Fenerbahçe marşında adının geçmesinin ne demek” olduğunu bilen bir insanın hayat hikayesi mutlu sonla bitmemiş olabilir mi?