Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olan yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – XLIII” : 1914 yılından geliyor.
Birinci Dünya Savaşına tekaddüm eden yıllarda Osmanlı İmparatorluğunun merkezi İstanbul, muhtelif vesilelerle, birçok milletlerin harp gemileri tarafından ziyaret edilmiştir.
Futbolun memleketimizde ilk taammüm devrine rastlayan bu senelerde bu gemiler mürettebatıyla müteaddit futbol maçları yapıldı. İngilizlerin Barham, Neozeland, Infilexible ve Almanların da Göben ve Breslav zırhlı ve kruvazörleri, sırasıyla, bu gibi temaslara vesile olmuşlardır.
İngiliz donanmasından Infilexible dritnotu bir ziyaret maksadıyla 1914 Haziranında bir kaç gün için İstanbul limanında idi. Gariptir ki, 9 ay sonra, 18 Mart 1915 günü Boğazı zorlıyarak payitahta girmeğe teşebbüs ederken Çanakkale’de ağır surette yaralanan ve batmaktan zor kurtulan bu dritnot, dostane ziyareti esnasında enteresan bir futbol maçına imkân verdi.
Kadıköy’de kurulan Ramblez İngiliz kulübü, dritnot süvarisiyle bu maç için mutabık kaldıktan sonra, müsabakaya alaka celbi için muhitindeki Fenerbahçe ve Altınordu kulüplerine müracaat etmiş ve muhtelit bir takım teşkili teklifinde bulunmuştu.
Rusya seyahatinden henüz 3 gün önce dönmüş olan Fenerbahçe’den 7, Ramblez’den 3 ve Altınordu’dan da bir oyuncu alınmak suretiyle kurulan muhtelit takım 17 Haziran 1914 Salı günü Union Club sahasında yapılan bu maçı 1-0 kazanmıştır. İşte, yukarıdaki resim 2 takımı bu müsabakadan önce bir arada gösteriyor.
Resimde, İngiliz takımından yalnız 8 oyuncu hazırdır. Bunlar ayakta ve kalbleri üzerinde salip işareti bulunan beyaz fanilelilerdir. Yine ayaktakilerden yakaları beyaz 3 koyu fanileli Ramblez kulübüne mensup İngilizlerdir ki, resimde millettaşlarına karşı bir cemile maksadıyla veya milli duygularla Inflexible oyunculariyle beraber durmuşlardır.
Yerde oturan 8 genç ise, muhtelitin ayaktaki 3 Ramblezli hariç, Fenerbahçe ve Altınordulu 8 futbolcusudur.
Ramblezlilerden palabıyıklı zatı ilk futbol neslimizin bugün maalesef pek az kalmış mensupları çok iyi tanırlar. Bu zat meşhur Horace Armitage’dir. Türkiye’de futbolun kurucularından olan bu İngiliz, Fenerbahçe kurulurken Hasan ve Dalaklı Hüseyin’le beraber (Kadıköy) kulübünden ayrılıp Fenerbahçe’ye girmiş, bir kaç defa sağaçık oynadıktan sonra, tam lig arifesinde yine Hasan ve Hüseyin’le beraber Kadıköy’e dönmek azizliğini göstermişti. Armitage Kadıköy’den de ayrılıp Galatasaray’a girdi ve Galatasaray’ın ilk şampiyonluğu kazanmasında büyük rol oynadı. Nihayet Ramblez teessüs edince oraya geçti.
Bugün bizi daha fazla ilgilendirecekler şüphesiz ki yerde oturan 41 yıl öncelerin 8 delikanlısıdır.
Bunlardan sağ baştaki, yukarıda adı geçen meşhur Dalaklı Hüseyin’dir. Bir futbol takımının hemen her yerinde aynı muvaffakiyetle oynamak hususiyetini taşımış olan merhum dalaklı Hüseyin ilk futbol neslimizin en mâruf simalarındandı. O günkü muhtelit takımda Altınordulu tek futbolcu odur.
Dalaklı’nın yanında yine ilk futbol neslimizin meşhur solaçığı Fenerbahçeli Topuz Hikmet’in genç rakibi Süleymaniyeli Zeki olup o tarihlerde Fenerbahçe’de oynuyordu. 1913/14’te Süleymaniye kulübü lige girememiş, fakat oyuncuları formdan düşmemek için bir yıl müddetle muhtelif kulüplere dağılmışlardı.
İşte, solaçık Zeki’nin yanında meşhur kaleci Arslanyan’ı görüyorsunuz. Arslanyan Türk futbolunda plonjonu ilk tatbik eden fevkalade mahir bir kaleci idi. Hâlen Romanya’da olan Karnik Arslanyan, 1913’ten itibaren 7 sene Sarı-Lâcivert kaleyi korumuş, mütarekede Kadıköy’de Dork Ermeni kulübünü kurup hem reisliğini, hem de kaleciliğini yapmıştır. Arslanyan’ın Kadıköy’deki evinin 1918 yılı Kasımının 29uncu Cuma günü yanması eski Fenerbahçelilere acı bir günü hatırlatır. Filhakika; henüz 16 gün önce işgal olunmuş İstanbul’da Fenerbahçe, işgal kuvvetleriyle ikinci maçını o gün yapacaktı. Beş gün önceki ilk mütareke devri maçında Fransızları 3-1 yendikten sonra İngilizlerle de karşılaşacak Fenerbahçe, bu garip yangın hâdisesi üzerine ekseri oyuncuların Arslanyan’ın eşyalarını kurtarmakla meşgul olmaları yüzünden sahaya zayıf bir tertip ve noksan kadro ile çıkmış ve 2-1 yenilmişti. Fakat Fenerbahçe, kendisini böyle bir şart altında yenmiş hasmını, davet ettiği rövanş maçında 4-0 yendi. İngilizler, talip oldukları üçüncü maçta da 4-1 yenilmekten kurtulamadılar.
Arslanyan’ın yanında boğazı mendille bağlı Galip merhumu görüyorsunuz. Fenerbahçenin kaptanı ve devrinin bu meşhur müdafi oyuncusu hakkında fazla tafsilâtı lüzumsuz görürüz.
Galip merhumun yanında ufacık bir genç, sanki korkudan tir tir titrer ki, dudaklarını da ısırmakla meşgul. Sırtında Sarı lacivert fanila bulunan bu minimini yavrucuğun kendinden iki misli yaşlılar arasında ne aradığını soranlarınız çok olduğu gibi onun kim olduğunu merak edecekler de şüphesiz ki pek fazladır. Bu merak sahiplerini haklı görmemek gayri kabil. Sonra ve ayrıca, kim tahmin edebilir ki bu kara ve kuru çocukcağız o günkü maçın da kahramanı olsun. Muhtelitin, İngiliz dritnot takımına karşı galibiyet golü onun o, değnek gibi, incecik bacaklarından fırlayan,- hem de kurşun gibi, bir şutla İngiliz ağlarına mıhlanmış bulunsun. İşte 41 yıl öncenin bu kara kuru, zayıf nahif yavrusu Fenerbahçe üçüncü takımı futbolcularından Burhan’dır. Yâni, Fenerbahçe kulübünün mütareke senelerinde yeniden ihyasında rolü pek büyük olan kadim mensubu, sonraları hokey takımı kaptanı eski mebuslardan, meşhur muharrir ve hâlen (Türk Sesi) başmuharriri ve sahibi Burhan Belge’dir.
Burhan Belge’yi merhum Galip’le beraber, sağlı sollu himayelerine alanlardan soldaki Fenerbahçe ikinci takım santrhafı Haydar’dır. O yıl birinci takıma girecek Haydar iki sene sonra Altınordu’ya geçecektir.
Haydar’ın yanında Fenerbahçe ikinci takım muavinlerinden büyük Arslanyan’ı görüyorsunuz. Sağ mı ve nerede olduğu maalesef meçhulümüzdür.
Onun da yanında ve resmin en nihayetinde Arif yer almış. Kıymetli mühendis ve devrinin merhum Galip ile beraber aşılmaz Fenerbahçe defansını teşkil eden Arifin bu resimden 5 yıl sonra, maalesef şehitlik mertebesine yükseldiği malumdur.
(Gelecek resim ve yazı: Pek eski bir Fenerbahçe -Galatasaray maçına aittir. Bu münasebetle, bugüne kadar ki 144 Fenerbahçe – Galatasaray maçının en doğru listesi…)
9 Eylül 2023 tarihinde yapılan Fenerbahçe Olağanüstü Tüzük Tadili Genel Kurulu‘nda Yönetim Kurulu Üyemiz Sayın Simla Türker Bayazıt‘ın fikri, emeği ve uygulamasıyla hayata geçen 28 Şampiyonluk Yolu, büyük ilgi topladı.
Unutulduğunu düşünen sporcu aileleri de büyüklerini bu yolda görünce çok mutlu oldular…
Görselleri seçme ve metinleri yazma onurunu bize layık gördüğü için Simla Hanım’a sonsuz teşekkür ediyor, kronolojik sırayı herkesin görebilmesi için sitemizde de paylaşıyoruz…
Futbolun Türkiye topraklarına geldiği senelerde Saint Joseph Lisesi’nin çatısından çekilen bir fotoğrafta Papazın Çayırı. (1904) (Seyhun Binzet Koleksiyonu)Fenerbahçe’nin kazandığı ilk resmî şampiyonluk: 1911-1912 İstanbul Ligi!Prof. Dr. Erhan Afyoncu ve Prof. Dr. Vahdettin Engin tarafından arşivde bulunan, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün resmen tescil edildiğini gösteren belge. (1913)Fenerbahçeliler, ilk kez yabancı bir rakip karşısında. (23 Mart 1913)Aralarında Alaaddin Baydar ve Şekip Kulaksızoğlu gibi isimlerle beraber, Fikret Mualla’nın da bulunduğu Fenerbahçe üçüncü ve dördüncü takımları, bundan 110 yıl önce. (1913)Fenerbahçe’nin 18 yıl boyunca ikamet ettiği ve Atatürk’ün de şereflendirdiği Kuşdili Lokali’nin açılışı. (20 Mart 1914)Fenerbahçe’nin Kuşdili Lokali’nde salonu süsleyen spor malzemeleri. Doğduğundan beri, Dünyanın En Büyük Spor Kulübü.Fenerbahçe’nin kazandığı ikinci resmî şampiyonluk: 1913-1914 İstanbul Ligi!Fenerbahçe’nin ilk yurtdışı seyahati. 1914 Rusya!Mustafa Kemal Paşa’nın Fenerbahçe Kulübü’nü ziyaret ettiği sene çekilen bir fotoğrafı. (1918)Fenerbahçe, Mustafa Kemal Paşa’nın gazetesinde! 51 gün yayınlanan gazetedeki ilk ve tek spor haberi Fenerbahçe’ye dairdi! (30 Kasım 1918)Milli Mücadele yıllarında Malta’ya sürülen ve aralarında (Atatürk’ü Fenerbahçe Spor Kulübü Lokali’ne getiren) Fenerbahçe Başkanı Sabri Toprak’ın da bulunduğu Türk devlet adamları. (1920)İşgal senelerinde esir şehrin moral kaynağı olan Fenerbahçe, Kadıköy’de bir maçtan önce. (1921)Fenerbahçeli sporcular, millî mücadelede görev yapan arkadaşları arasında. (1922)3 Kasım 1922 tarihinde İstanbul’u işgalcilerden kurtaran Türk ordusunun temsilcisi Refet Paşa, Fenerbahçe Stadı’nın balkonundan halka hitap ederken. Fonda iki Fenerbahçe Başkanı birden var. Nurizade Ziya Songülen ve Hamit Hüsnü Kayacan.Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1 Ekim 1925 tarihinde Bursa’da (hayatında izlediği ilk ve tek kulüpler arası futbol müsabakasında) Fenerbahçe-Bursa/Ankara karması maçında!Atatürk, 1919’dan tam 8 sene sonra 1927 yılında İstanbul’a geri döndüğünde, O’nu denizde ilk karşılayanlar, Fenerbahçeli denizciler olmuştu. (Seyhun Binzet Koleksiyonu)1 Temmuz 1927’de Ertuğrul Yatı ile İstanbul’a dönen Gazi, Fenerbahçe açıklarından geçerken dürbün istemiş ve Fenerbahçe’ye bakarak “Şurası ne güzel bir yerdir” demişti.Tarih boyunca Papazın Çayırı, Union Club ve İttihat Spor Meydanı olarak anılan stadyum alanı, 1932 yılında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasıyla Fenerbahçe’ye verildi.Fenerbahçe tarihinin en büyük felaketi olan 1932 Kuşdili Yangınından sonra Fenerbahçe’nin yardımına koşanların başında Atatürk geliyordu.1934 yılında Atatürk, Fenerbahçe Stadyumu’na bir büstünün konmasına özel bir telgrafla müsaade etti. Bundan sonra Fenerbahçe’nin kuruluş yıldönümleri o büste çelenk konarak kutlanacaktı.17 Mayıs 1936 tarihinde Atatürk, yanındakilerle birlikte Fenerbahçe semtine son ziyaretini gerçekleştirdi.1921 yılında Fenerbahçe ve Altınordu futbolcularıyla takviye edilen Galatasaray, bir Avrupa turnesine çıktı. Bunlar ilk millî takım denemeleri sayılabilir.Türk milli futbol takımı, ilk maçını cumhuriyetin ilanından 3 gün önce, 26 Ekim 1923 tarihinde yaptı. Takvimler 1959’u gösterdiğinde milliler 70’in üzerinde maç yapmıştı.Türkiye Cumhuriyeti’nin sportif dış temasları yalnızca futboldan ibaret değildi. Fotoğraftaki atletizm millî takımı gibi, diğer spor branşları da yurtdışına gidiyor; Galatasaray kurucularından Büyükelçi Ruşen Eşref Ünaydın gibi devlet büyükleri tarafından ağırlanıyorlardı.Millî formayı ilk kez 1948 yılında giyen Lefter Küçükandonyadis (Selahattin Torkal ile birlikte) Fenerbahçe formasıyla hem 1959 öncesinde hem de 1959 sonrasında şampiyon olan iki futbolcudan birisiydi.Fenerbahçe’de 1959 yılından önce forma giyen ve “Sarı Kanarya” lakabıyla sembol olan Cihat Arman, millî futbolcularla bir arada.Türk futbol millî takımı bir maçtan önce seremonide… Arkadaki pankarta dikkat! Birkaç kez bu göreve gelen Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Orhan Şeref Apak, ilk kez 1959 öncesinde Başkanlık yapmıştı.Türk millî futbol takımı… 1959 öncesinde neyse, 1959 sonrasında da o…1930’larda Fenerbahçe!1930’larda Fenerbahçe!1940’larda Fenerbahçe!1940’larda Fenerbahçe!1950’lerde Fenerbahçe… Bu geçiş döneminde 1959 öncesi ve sonrasında forma giyen Fenerbahçeliler bir arada…Sene 1959! Agah Erozan başkanlığındaki Fenerbahçe, 10. Türkiye şampiyonluğunu kazanıyor. O zamanlar hiç kimse “1959 öncesi başka, bugünden sonra başka!” demiyordu.Fenerbahçe’nin 11. Türkiye şampiyonluğunu kazandığı sezon! (1961)Fenerbahçe’nin Macar teknik direktörü Ignace Molnar, Türkiye’ye ilk kez 1947 yılında geldi. Daha sonra 1957 ve 1967 senelerinde iki kez daha Fenerbahçe’de görev yapan başarılı ismin de 1959 öncesi ve sonrası ayrımından hiç haberi olmadı. Çünkü böyle bir ayrım yoktu.Fenerbahçe’nin tam 5 kupa kazandığı 1967-1968 yılı şampiyonluk kutlamalarından…1973-1975 yılları arasında Fenerbahçe’de şampiyonluklara imza atan Didi ve Fenerbahçeliler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan ile bir arada…Türk futbolu, doğumundan itibaren devletin resmî makamlarının kontrolünde/muhafazasında oldu. Başbakanlık ve (görseldeki gibi) Cumhurbaşkanlığı gibi makamların adına düzenlenen kupalar da bu durumun bir göstergesiydi. 1924’den itibaren ulusal çapta oynanan futbol, bugüne kadar resmî mahiyetinden hiçbir şey kaybetmedi.
1907’den bugüne Fenerbahçe ve Türk futbol tarihini izlediniz.
Ülkemizde 1923’den sonra başlayan ve günümüzde halen devam eden “ulusal” futbol organizasyonları hem tarihi hem de hukuki olarak devamlılık gösteriyor.
Türkiye Futbol Birinciliği ve Milli Küme, 1959 yılı itibariyle “Milli Lig” adını aldıktan sonra, günümüzde ise “Süper Lig” ismiyle devam ediyor.
Türk futbolu, kurumsal kimliğini kazandığı 1923 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî tüzük ve kanun maddeleri ile yönetiliyor.
Tüm bu gerçeklerden hareketle;
Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunu ve 1959 öncesini inkar etmek
Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olan yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – XXXIX” : 1914 yılından geliyor.
Odesa’da 3 maç yapan Fenerliler Rusya’nın her tarafından vâki davetlere red cevabı vermişlerdi. Esasen, Şehit Arif’le rahmetli Sabri, Mühendis Mektebi’ndeki imtihanları dolayısiyle İstanbul’a dönmüşler ve kadro 12 kişi kalmıştı. Buna rağmen, Nikolayef’den gelen bir heyetin ısrarları karşısında 2 maç için oraya gidildi.
İşte; yukarıdaki resim Fenerbahçe takımı 1914 Haziranında Nikolayef Stadı’na çıkarken alınmıştır. Bu fotoğrafta, 12’si futbolcu olmak üzere, 17 kişilik kafile tamamiyle hazırdır. İşte isimleri;
Oturanlar sağdan; sol açık Topuz Hikmet, sol iç Sait Salâhaddin (Cihanoğlu), santrfor Dalaklı Hüseyin merhum, kaleci Karnik Arslanyan, sağ iç Otomobil Nuri merhum, sağ açık mütevaffa Miço.
Ayaktaki 5 futbolcu ise; sağ muavin Süreyya merhum, sol bek Hasan merhum, sağ bek Kostantin Boris, santrhaf Galip (Kulaksızoğlu) merhum ve sol muavin Nüzhet (Baban)dır.
Feslilere gelince; sağdakiler Şakir (Beşe), muavin Jan Boris ve Zeki Mazlûm; soldakiler de merhum Salâhaddin (Manço), Yahya Berki ve kafile reisi rahmetli Doktor Hâmit Hüsnü (Kayacan)dır.
Kasketli zat ise kafileye Odesa’dan itibaren refakat eden Rus mihmandardır.
Fenerbahçe’nin Nikolayef muhtelitine karşı 3 – 0 gibi parlak bir galibiyetle neticelenen bu maçta gollerden birincisini ilk devrede Sait Salâhaddin, diğerlerini de, ikinci devrede Dalaklı Hüseyin atmışlardır.
Fenerbahçe’nin 41 yıl önceki Rusya seyahati cidden enteresan safhalar arz eder. Evvelâ, bu seyahat Osmanlı İmparatorluğu ile Çarlık Rusya’sı arasındaki yegâne spor temasıdır. Ayrıca, bugüne kadar bir Türk kulübünün Rusya’ya yaptığı ilk ve son seyahattir. Mevsim sonunda ve yorgun bir zamanına rastlayan bu seyahatin parlak bilânçosu, ayrıca, Sarı Lâcivertli kulübün tarihini süsleyen bir hâtıradır. Bilhassa, 10 günde 5 maç yapmak o tarihlerde Türk kulüpleri için alışılmamış bir keyfiyetti. Kulüplerimizin haftada 2 maç oynamaları bile görülmüş hâdise değildi. Sahada da ancak 15 günde bir sıraları geldikçe görünürlerdi.
Bu seyahatin propaganda bakımından tesirleri büyük olmuştur. Rus halkı, kendilerine yanlış tanıtılmış Türkleri gördükleri zaman hayretler içinde kalmışlardı.
Odesa’da çıkan bir Rus gazetesinde münteşir bir karikatür çok enteresandır. Bir çocuk annesine şöyle diyor:
– Anne; Türkler insan yerler deniliyor. Hâlbuki bak onlar da bizim gibi…
Annesi şöyle cevap veriyor:
– Yavrum, bunlar o Türkler değil… Bunlar Jön Türkler!
Filhakika; Fenerbahçe’nin maçları, Türkleri yakından görmek merakının doğurduğu alâka yüzünden, o zamanlar için fevkaladelik sayılacak 10 -15 bin seyirci tarafından takip edilmiştir. Şayanı dikkat bir nokta da seyirciler arasındaki kadın kesafeti idi. Rus kadınlarının sırım gibi Türk delikanlılarını yakından görmek için akın akın stada koşmaları futbolun yeni yeni taammüm ettiği o devir için fevkalade bir manzara idi.
Fenerbahçe futbolunun Ruslar üzerinde bıraktığı intiba çok müspet ve hatta sihirkâr olmuştur. Rus halkı futbolcularımızı hararetle alkışlanmış, statlar “Bravo Türko!”. sesleriyle çınlamıştır. Hatta Odesa ve Cenubi Rusya şampiyonuna karşı kazanılan galibiyetten sonra seyirciler Fenerbahçelileri bindikleri brik arabalarına kadar eller üstünde taşımışlar, Rus süvarileri inzibatı güçlükle temin edebilmişlerdi. Bir Rus hakem idaresinde oynanan bu maç çok sert cereyan etmiş, Ruslar mağlubiyetten kurtulmak için çok gayret harcamışlardı.
Rusların haşin oyunlarına Fenerbahçe’nin incelikle mukabele edip zafere ulaşması Rus seyircisini hayran bırakmıştır. Esasen, Fenerbahçe’nin; Arslanyan, Galip, Arif, Hasan, Sabri, Süreyya, Miço, Otomobil Nuri, Nüzhet, Sait Salâhaddin ve Topuz Hikmetten mürekkep kadrosunu göz önüne almak bu hususta tatminkâr bir kanaat uyandırır. Her biri büyük istidat ve devirlerinin asları olan bu kıymettar futbolcular yalnız namağlup bir şampiyon kadroyu teşkil etmekle kalmamakta; aynı zamanda, o devir için futbol tekniğinin de şaheser örneğini yaşatmaktaydılar.
Fenerbahçe’nin noksan ve yorgun takımının Rus şampiyon muhtelitlerini ve şehir muhtelitlerini kendi topraklarında mağlubiyetlere sürüklemesi o tarihlerde Türk futbolunun Rus futboluna üstün olduğunu pekâlâ ispata yeter bir keyfiyetti. Nitekim, Cenubi Rusya şampiyonu (Odesa Sporting Club) a karşı kazandığı galibiyetten sonra Rus şampiyonunun İngiliz antrenörü hayretini gizleyememiş ve hatta kafile reisi Doktor Hamit Hüsnü’nün, Fenerbahçe’nin henüz bir antrenör elinde çalışmadığı hakkındaki sözlerine de inanmak istememişti.
Bu zatın Rus gazetelerinde intişar eden Fenerbahçe takımı ve futbolu hakkındaki aşağıdaki sözleri, yarım asra yakın bir zaman sonra, bugün, cidden büyük bir kıymet iktisap etmiş bulunuyor!
“Türk takımının futbol bilgi ve tekniği fevkalâdedir. Bizim takımdan çok kuvvetliler… Bilhassa süratleri mucibi hayretim oldu… Fenerbahçe takımının antrenör nezaretinde hiç çalışmadığı hakkında kafile reisi doktor beyin sözlerini hayretle karşıladım. Bu derece kuvvetli ve süratli bir heyetin İngiliz ana sporunu bir antrenör nezaretinde çalışmadan tatbik edebilmesi cidden maharettir. Misafir heyeti bir İngiliz’in, hem de İskoçyalı’nın çalıştırmış ve yetiştirmiş olmasını akla yakın görüyorum.”
Fenerbahçe’nin 41 yıl önceki Çarlık Rusya turnesi Türk futbol tarihinde parlak bir sahife teşkil eder.
(Gelecek resim ve yazı; “Beykoz Zindeler Yurdu” futbol takım 28 sene evvel kuruluş devrinin ilk kadrosuyla Taksim stadyumunda.)
Rüştü Dağlaroğlu – 19 Aralık 1954 – Akşam Gazetesi
Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olan yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – XXXVIII” : 1914 yılından geliyor.
1913/14 senesi liglerinde yaptığı 10 maçın 8’inde galip gelen ve yalnız ikinci devrenin Galatasaray ve Ramblez maçlarında 0-0 ve 3-3 berabere kalan Fenerbahçe on sekiz puvan almış ve kalesine yapılan 6 gole 36 golle mukabele edip, yine yenilmeden, ikinci defa İstanbul şampiyonluğunu kazanmıştı. Progres ve İngiliz Ramblez kulüpleri (12)şer, Galatasaray 10, Stroglez 6 ve İngiliz Telefoncuları da 0 puvan almıştılar.
İstanbul şampiyonu Fenerbahçe parlak muvaffakiyetini Nisan ve Mayıs aylarında muhtelif cemiyetler ve bilhassa (Osmanlı İttihad ve Terakki Fırkası) tarafından tertiplenen cidden heyecanlı kupa maçları galibiyetleriyle taçlandırırken Çarlık Rusyasından bir davet aldı. Ruslar, Cablo Stren kumpanyası direktörü delâletiyle vaki müracaatlarında Fenerbahçe takımını, bütün masrafları üzerlerine alarak, üç maç için memleketlerine çağırıyor; Türk takımının fevkalâde bir hüsnü kabule mazhar olacağından şüphe edilmemesini de rica ediyorlardı.
Fenerbahçe kulübü bu daveti kabul etti ve 26 Mayıs 1914 pazartesi günü yola çıktı. Galata rıhtımından (Koca Petro) adlı Rus vapuruyla ilk defa olarak yurtdışına çıkmakta olan Fenerbahçe’ye yapılan teşyi merasimi İstanbul şampiyonunun şanına yaraşır bir tantana ve fevkaladelik arz etmiştir.
Kulüp reisi Doktor Hamit Hüsnü’nün başkanlığındaki 19 kişilik kafilede 4 idareci ve 14 futbolcu vardı. İdareciler Zeki Mazlum, Yahya Berki, Şâkir Beşe ve Selâhaddin Manço. Futbolcular da Arslanyan, Galip, Arif, Hasan, Dalaklı Hüseyin, Boris kardeşler, Süreyya Sabri, Miço, Otomobil Nuri, Nüzhet, Sait Selâhaddin ve Topuz Hikmet’ti.
Şampiyon takımın kaptanı ve santrforu Hasan Kâmil (Sporel) ile sağ muavin Kemal (Aşki) pek az önce Mişigan üniversitesinde tahsil için Amerika’ya hareket ettiklerinden bu seyahate katılamamışlardır.
Odesa’ya varan Fenerbahçeliler, haklarında yapılan neşriyat, reklâmlar ve sokaklarda gözlere çarpan büyük afişler dolayısile, muazzam bir kalabalık ve Çarlık spor teşkilâtı erkânı tarafından hararetle karşılanmışlar ve pek muhteşem bir bina olan Balşayı Moskovskaya yâni «Moskova Sarayı»na misafir edilmişlerdir. Odesa Cemaat-i İslamiye reisi Gani Efendi ile bir İtalyan ve bir Rus kendilerine mihmandar olarak vazifelendirilmiş bulunuyorlardı.
Fenerbahçe Odesa’da 3 maç yaptı. Evvelâ şehrin ikincisi Şaka kulübü ile 1-1 berabere kaldı. Sonra, şampiyon Sporting’i 1-0 yendi ve nihayet, son maçta, Odesa muhtelitine 3-0 yenildi. Son maçın mağlubiyetle neticelenmesinde müdafaanın en kıymetli unsurları Arif ile Sabri’nin mühendis mektebindeki imtihanları dolayısile bir gün önce İstanbul’a hareket etmeleri başlıca amildir. Bu sıralarda Fenerbahçe kafilesine mektup ve telgraflar yağıyor, Rusya’nın her tarafından davet ediliyorlardı. Bunlardan Nicolayef şehri adına gelen bir heyetin ısrarları reddolunamadı, takım angajmanını bitirmiş ve Arif ile Sabri’nin İstanbul’a dönmeleriyle 12 kişi kalmış olmasına rağmen iki maç için Nicolayef’e gidildi.
Birinci maçta (Nicolayef Club)a karşı, sakatlık dolayısile, 10 kişi ile oynamakta bulunan Fenerbahçe, Sait Selâhaddin’in bir şutunun son dakikada direkten dönmesi akabinde yediği talihsiz bir golle yenilmiş, ikinci maçta ise fevkalâde bir oyundan sonra Nicolayef muhtelitini 3-0 mağlup etmeğe muvaffak olmuştur.
Nicolayef’te iken Kiyef’ten vaki ısrarlı davet de kabul edilmek üzere idi ki Odesa konsolosu Şâkir Paşazade Tahir Bey’in ikazı üzerine bundan vazgeçildi. Zira siyasi ahval çok kötüleşmiş, Birinci Cihan Harbinin kokuları duyulmağa başlanmıştı. Nitekim takım Karadeniz boğazının kapanmasından 3 gün önce İstanbul’a döndü.
Fenerbahçeliler Rusya’da fevkalâde hüsnü kabul gördüler. Şereflerine hemen her akşam muhteşem ziyafetler verildi. İçlerinde bir kaç İngiliz’in de bulunduğu Odesa şampiyonuna karşı kazandıkları galibiyetten sonra arabalarına kadar Rus halkının elleri üstünde tasındılar. Kendilerine birçok kıymetli hediyeler verdiler. Bu arada avcı olduğunu öğrendikleri Sait Selâhaddin’e de cins bir av köpeği hediye ettiler. Hulâsa, bu seyahat Fenerbahçe için her bakımdan muvaffakiyetli ve yapılan propaganda dolayısile memleket için de hayırlı oldu.
İşte yukarıdaki resim Fenerbahçe’nin 41 yıl önceki 5 maçlık Rusya seyahatinin çok kıymettar bir hâtırasıdır. 19 kişilik kafileden, merhum Dalaklı Hüseyin hariç, 18’ini maçlardan önce Odesa stadını ziyaretleri esnasında ve bir arada gösteriyor. Bu tarihi ve kıymettar hâtıranın gözlerimizin önünde canlandırdığı simalardan ekserisi bugün artık aramızdan ebediyete göçmüş bulunmaktadırlar! 41 sene önce Rus topraklarında muzaffer olup Türkün ve Fenerbahçe’nin şanını yükselten bu kıymettar grup içinde ilk futbol neslimizin en büyük aslarını bulacaksınız. Bunlar içinde kimler yok ki!
Resimde olmayan merhum Dalaklı Hüseyin’den başka rahmetli Hasan ve Galipler, merhum Sabri, Nuri ve Süreyyalar. Şehit Arifler. Rahmetli Hamit Hüsnü’ler ve Selâhaddin Mançolar… İşte… Hepsi o heybetli tavırlarıyla karsınızdadırlar. Sanki ölmemişlerdir. Ve sanki “Türk futbolu ve Fenerbahçe yaşadıkça biz de yaşıyoruz!” demekteler…
Fenerbahçeyi bugünkü Fenerbahçe yapan ve kılanlardan Türk sporunun bu büyük kıymetlerini tanımayanlara huşu ile sunalım: Sağdan itibaren ayaktakiler: Yahya Berki, Santrfor Nüzhet (Baba) ki halen Nevyork basın ataşesidir. Yedek müdafilerden Jan Boris, santrhaf merhum Sabri, ilk futbol oynayan Türklerden meşhur Hasan merhum. Şakir Beşe, sağ acık müteveffa Miço, merhum Selahaddin (Manço) ve nihayet Türk futbolunda plonjon mucidi namdar kaleci Karnik Arslanyan.
Oturanlar, yine sağdan: Müdafi Galip merhum, sol açık Hikmet (Topuz). Soliç Sait Selâhaddin (Cihanoğlu), sağiç rahmetli Otomobil Nuri, kafile ve kulüp başkanı Dr. Hamit Hüsnü (Kayacan) merhum, müdafi şehit Arif, Zeki Mazlum, muavin K. Boris ve nihayet muavin Süreyya merhum.
(Gelecek resim ve yazı: Fenerbahçe’nin yine Rusya seyahatine ait hâtıralardır. Takım Nicolayef’te maça çıkarken ve Ruslar ile gazetelerinin Fenerbahçe futbolu ve Türkler hakkında)
Ali Sami Yen, Nasuhi Baydar ve Burhan Felek… Bu üçlü olmasa bizler için Türk futbolunun bazı ilkleri hep gölgeler arasında kalacaktı. Bu sefer mikrofonlarımız Burhan Felek’te. Milliyet gazetesindeki köşesinde, tanıdığı eski sporcuları anlatıyor. Keyifli okumalar…
Bu tanımak sözünden iki türlü mana çıkaracaksınız. Birisi gördüğüm sporcular, ötekisi görüştüğüm, tanıştığım kimseler. Bunların birincisi azdır. İkinci kısmı hayli dolgundur. Şimdi bu eski amatörleri sayıp dökmeye başlamadan evvel bizdeki eski sporlar bahsini burada kapatmak isterim.
Sanırım bundan evvelki yazımda bazı eski sporlardan bahsetmiştim. Bunlar arasında kayık yarışlarını yazdığımı hatırlamıyorum. Kayık yarışları programlı, tertipli olmakla beraber ara sıra yapılırdı. Bu ekseriya Donanma Cemiyeti menfaatine tertiplenen deniz bayramlarında yapılırdı. Bugün olimpik sporlar arasına girmiş ve beynelmilel nizamlara bağlanmış olan kürek yarışlarına benzemezdi. Mesela alamana kayıkları yarışı, piyade dediğimiz iki ucu sivri, şimdi tarihe karışmış kayık yarışları ve bildiğimiz sandal yarışları olduğu gibi yazın nadiren de futa denilen ince uzun sandal yarışları da olurdu. Bugünkü yarış teknelerinin hiçbirisi o zaman mevcut değildi.
Yüzme sporu da pek başıbozuk olarak yapılırdı. Devirde denize girmek için deniz hamamlarına gidilirdi. Bu hamamlar sahilden 5-10 metre uzakta, denize çakılmış direkler üzerine inşa edilmiş tahta salaş deniz hamamlarıydı. Etrafı tahtadan bir dolanma yeri, üstü kısmen kapalı, etrafı kapalı, deniz kısmi da kısmen kapalı birer havuz gibiydiler. İstanbul’un birçok sahillerine kurulurdu Bugünkü plaj hayatı çok yenidir ve o devirde âdeta ayıp sayılacak bir şeydi. Evinin önünden denize girenler bile bir küçük kulübe yaptırırlardı.
Şimdi mevcudu kalmamış sporlardan biri de çayır hokeyi idi. Hokey, bildiğiniz gibi buz üzerinde veya tekerlekli patenlerle skating dediğimiz kapalı salonlarda, bir de çayırda oynanan üç çeşittir. Bizde bunun ikisi yapılırdı. Çayırda[BE1] hokey, bir de salonda hokey.
Bilhassa İkinci Meşrutiyet’ten sonra Galatasaray, Anadoluhisarı, İdmanyurdu gibi Büyük kulüplerin hokey takımları vardı, Hokey, futbol sabasına yakın bir saha üzerinde ucu eğilmiş sopalarla oynanır ve oldukça sert bir Topa bu sopalarla vurarak futbol kalesinin yarısı kadar bir kaleye topu sokmaktan ibaret bir oyundu. Sopalar ve sert top bakımından oldukça tehlikeliydi. Bu sporun en meşhur simalarından birisi Galatasaraylı Rıza idi.
Bu sporun oynandığı İstanbul’da birkaç salon vardı. Bunlara skating adı verilirdi. Birisi Taksim’de eski Taksim Kışlası’nın şimdi yeri meydana gitmiş olan köşesinde büyük ve zemini çimentodan yapılmış bir salondu.
Hiç unutmam, biz o salonda Kazım Karabekir Paşa’nın himayesinde bir spor müsamere gecesi tertiplemiştik. Gecenin en mühim müsabakası, o devirde parlamış olan iki genç güreşçiyi karşılaştırmaktı. Bunlar birisi Haliç’ten veya Fatih Güreş Kulübü’nden Vehbi, diğeri Anadolu Kulübü’nden Enver ismindeki genç amatör pehlivanlardı. Hatırımda kaldığına göre Enver daha teknik, Vehbi daha kuvvetliydi. Güreş ne netice verdi bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey, gecenin geç saatlerine kadar süren o müsamere sebebiyle Üsküdar’a geçemeyip Beyoğlu’nda bir otelde kaldık. Gece sabaha karşı top atışlarıyla uyandık. Ne olduğunu anlayamadık. Fakat sabah gazetelerde bunun Cumhuriyet ilanı için atılmış toplar olduğunu öğrendik. Günlerden 29 Ekim 1923’tü,
Bu iki pehlivandan Enver bir bağırsak düğümlenmesi sonucu o müsabakadan biraz sonra hayatını kaybetti. Spor âlemini ve Anadolu Kulübü’nü mateme boğdu. Çünkü çok sevilen, nazik, terbiyeli, malumatlı ve aslan gibi güzel bir delikanlıydı. Rakibi Vehbi ise bildiğimiz arkadaşımız Vehbi Emre’dir. Uzun müddet, Türk güreşine ve beynelmilel federasyona hizmetten sonra sanırım şimdi emekli olmuştur. Allah uzun ömür versin.
Gelelim tanıdığım eski sporculara…
Bunların başında adını işittiğiniz ve Kadıköylü futbolcuların tanıdığı “Tahtaperde Aleko” gelir. Tahtaperde Aleko, sanırım Kadıköy Futbol Kulübü’nün sağbekiydi. Ben onu bir kere Kuşdili’nde Galatasaray’a karşı oynarken görmüştüm. O devirde futbol müsabakaları herkese açık çayırlarda oynanır, yalnız etrafına çelik tel halattan bir korkuluk gerilirdi. Biz de, oyunu bu telin dışından seyrederdik. Bir Galatasaray-Kadıköy maçında Galatasaray’da solaçık oynayan meşhur Emin Bülent Bey’di. (Merhumun Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa’nın torunu olduğu söylenirdi).
O zaman da hücumlar kanatlardan yapılırdı. Bir gün Emin Bülent, topu sürüyor, sürüyor, tam ortalayacağı sırada Aleko ayak koyup topu alıyor yahut çeliyordu. Bu iki defa tekerrür etti. Üçüncüsünde Emin içerledi:
“Herif! Seninle karakola gideceğiz galiba! Ne çelme takıyorsun?” diyecek oldu.
Aleko şakacı, yumuşak, terbiyeli bir sporcu idi. Rum şivesiyle:
O devirdeki Türk takımında oynamayan ve önde gelen Türk futbolcularını yazmıştım. Bir daha sempati ve rahmetle hatırlayalım: Hasan, Hüseyin ve Fuat Bey.
Hasan ile Hüseyin Kadıköy takımında, Bahriyeli Fuat Bey Moda Kulübü’nde oynardı. Bunların içinde Hasan adındaki oyuncu bugün futbolun sihirbazı sayılan Pele ayarında bir oyuncuydu. Topa hâkimiyeti cambazlık derecesine varmıştı. İyi zamanında haf bek oynardı. Son zamanlarda bek oynamaya başlamıştı. Futbol hayatında Hasan’ın bizim Anadolu Kulübü de dâhil girmediği kulüp kalmamıştı. Maalesef, futboldaki büyük yeteneğine mukabil, hususi hayatı son derece intizamsız geçti ve genç yaşında hastanede öldü.
Hüseyin’in adı Dalaklı idi. Çünkü Hüseyin şişman ve kuvvetli bir futbolcu idi. Attığı şutu tutacak kaleci nadir bulunurdu. Ama kondisyonu yoktu. Daha ilk yarıda şişerdi. Onu için adına “Dalaklı” demişlerdir.
Fuat Bey de sağ veya solaçık oynardı. İyi İngilizce bilmesi sebebiyle futbolun bütün nazariyatına vâkıftı. Lakin oyuncu olarak orta halli bir açık forvetti.
Dediğim gibi Türkiye’de ilk Türk takımı Galatasaray’dır. Fenerbahçe ondan sonra gelir
Türk olmayan takımlara gelince…
Bunların hemen hemen hepsi Kadıköy ve Moda’da kurulmuş Rum, İngiliz veya karma takımlarıydı. Başlıcaları Kadıköy, (Rum, İngiliz ve Türk), Moda (İngiliz ve Türk), Strugglers Rum, Helis Rum kulüpleriydi. Sonra Progre adıyla bir kulüp kuruldu. Bu kulüp sonradan Altınordu oldu. Anadolu, Süleymaniye, Şehremini, Türkgücü, Vefa, Nişantaşı, Hilal, Beşiktaş, Anadoluhisarı, İdmanyurdu, Beylerbeyi, Beykoz hep sonradan kurulan Türk kulüpleridir.
Galatasaray takımı futbol sahasına girdiği zaman, belli başlı oyuncuları başta Emin Bülent ve Ali Sami gelir, Ali Sami az oynamıştır. Sonra Bekir gelir, Bekir, beş-on sene evveline kadar İngiliz Mektebi Türk müdürü idi. Ben Emin Bülent’i oynarken gördüm, Bekir’i ve Ali Sami’yi hatırlamıyorum.
Ama Galatasaray’ın meşhur beki Adnan’ı herkes tanır. Adnan, kuvvetli bir bekti. Fakat her kuvvetli bek gibi bazen ıska geçerdi. Adnan, İttihatçıların Adliye Nâzırı merhum Müsahipzade Müsahip Molla’nın oğlu İbrahim Hakkı Bey’in oğlu idi. Bunu da yazıyorum ki, o zamanın sporcu neslinin hangi sınıftan geldiğini göresiniz diye!
İngilizlerden tanıdıklarımı değil de, oyununu gördüklerimi de sayayım.
Başta o zaman bizim Komber diye telaffuz ettiğimiz Cumber adındaki İngiliz ile onun soliçi Haytung dediğimiz arkadaşıydı. Bunlar, bize dripling, şut ve pasın ne olduğunu öğretmişlerdi. İngilizlerin bir de Jim Lafonten adında sonradan idareci olan birisi vardı. Daha sonra Novil ailesi katıldı. Bu İngilizler içinde uzun boylu, esmer, iriyarı bir bek vardı ki, Türkler adını Karamanlı koymuşlardı.
Galatasaray’ın ilk takımında ün yapmış oyuncuların başında Kürt Celal dediğimiz genç gelirdi. Celâl, aslında Kürt mü idi, yoksa karayağız ve çetin bir çocuk olduğundan mı öyle denirdi, bilemem. Ama şimdiye kadar gördüğüm santrhafların en kuvvetli ve yorulmayanı idi. Bugünkü futbol, artık oyuncuları oyuna başlarken diziliş tertibine göre adlandırıyorlar. Bizim anlatmaya çalıştığımız o devirde santrhaf takımın en mühim mevkii ve haf hattı belkemiği idi.
Kalecilere gelince… O devirde neden bilmem, iyi kaleci yok gibiydi, Bugün kalecilerin gösterdikleri tehlikeli ve fedakâr müdafaa oyunu hemen hemen yok gibiydi. Galatasaray’ın kalecisi Ahmet Robenson adında Güney Afrikalı bir mühtedi (sonradan Müslüman olmuş) İngiliz ailesinin çocuklarından en büyüğü idi sanırım. Hiçbir kuvvetli şutu tuttuğunu görmedim. Golü yedikten sonra topun nereden girdiğini, kendisinin nerede kaldığını uzun uzadı etüt ederdi. Ve bu hareketiyle şöhret bulmuştu. Bu Robenson ailesinin Abdurrahman Robenson adında pekiyi bir cimnastik hocası oğulları daha vardı. Bir de oldukça safdil Yakup Robenson vardı ki, herkesle dost, her yere girer çıkar, safsaf laflar ederdi. Birinci Cihan Harbi’nde casusluk suçuyla biçarenin kurşuna dizildiğini söylemişlerdi.
Kadıköylülerin kalecileri biri lokumcu, bir diğeri demirciydi, hatırımda öyle kalmış. Bunların hiçbirisi bugünkü gibi bir kaleci şöhreti yapmamışlardı. Aslına bakarsanız kaleci, o devirde futbola meraklı, fakat iyi oynayamayan çocuklardan seçilirdi. Size Anadolu Kulübü’nün birisi topal, diğerinin bir gözü sakat iki kaleciyle senelerce lig maçlarına iştirak ettiğini söylersem şaşar mısınız? İlk şöhretli kaleci Fenerbahçe’nin Arslanyan adındaki Ermeni kalecisi olmuştur. Tıknaz bir çocuktu. Bütün meziyeti çevik ve refleksinin süratli oluşundan ibaretti.
Burhan Felek (Geçmiş Zaman Olur ki – Tanıdığım Eski Sporcular)
Bu yazıda 1915 yılının Şubat ayına gidiyoruz. Dünya Savaşı devam ederken, İngilizler Çanakkale’ye dayanmışken yapılan bir maçta yaşanan olayı sizlerle paylaşıyoruz. 19 Şubat 1915 tarihli İdman Dergisi’nden öğrendiğimiz; Fenerbahçe’nin, İttihat ve Terakki’nin tam desteğini alan Altınordu takımı ile yaptığı bu maçın detaylarını aktarıyoruz. Galatasaraylı Abidin Daver, maç yazısında farkında olmadan, asırlık bir üst kimlik olarak Fenerbahçelilik kavramını tarihe geçiriyor.
14 Şubat Pazar günü Union Club çayırında Fenerbahçe ile Altınordu ikinci müsabakalarını yaptılar. İlk oyunda o zaman Progres adını taşıyan Altınordu’nun bir sayısına karşılık Fenerbahçe üç sayı yapmıştı.
Fakat o zamandan beri iki tarafın oyuncuları arasında epey değişiklik olduğundan bu defaki müsabakada iki takımda da bazı farklılıklar olmuştu. (Progres) adını (Altınordu)ya çeviren takım, millî bir çizgi takip edeceği için, kendi üyelerinden iki önemli oyuncuyu, bir Rum kulübünün formasını giyerek müsabakaya katıldıklarından, kulüpten ihraç etmiş idi. Takımın oldukça önemli diğer bir parçası da Avrupa’ya eğitim görmeye gitmişti. Sağ açık hücumcusu ve kaleci mevkilerinde maharetle oynayan iki oyuncu Rum olduklarından onlar da çoğunluğun milli tavrına karşılık olarak kendileri takımdan ayrılmışlardı.
Sonuçta, Altınordu Mister Crawford adındaki İngiliz kaleci haricinde tamamen Türk ve müslümanlardan oluşan bir takımla meydana çıkmıştı. Fakat bu yeni takım öncekilere oranla oldukça zayıf bir kuvvette idi. Özellikle rakibin hücum hattının akınlarına bir düzgün bir şekil verebilecek surette değildi.
Fener takımına gelince; en önemli eksiği sol iç hücumcusu Said Bey idi. Rahatsız bulunan bu yetenekli akıncının yerinde Nüzhet Bey oynuyordu. Diğer bir değişiklik olarak da merkez hücumcu Kamil Bey ile sağ savunmacı Galip Bey yer değiştirmişti.
Oyunun başında, iki takımın bu halini görenler Altınordu’nun kesin bir hezimete uğrayacaklarını düşünüyorlardı. Altınordu, her ne kadar yenilmiş olsa da, bu yenilgi düşünüldüğü gibi olmadı. Savunma hattı özellikle oyunun ikinci yarısında, şiddetli bir rüzgara karşı oynamakla beraber, Fener’in en sert hücumlarını bile durdurmayı, sonuçsuz bırakmayı başardılar. Özellikle savunmacılar ve sol bek gayet iyi oynayarak son kısmında Fener’e hiçbir sayı yaptırtmadılar.
Fener’in hücum hattında, rakibin zayıf durumundan, yeteneğini kullanarak yararlanıp sayılar yapan Said Bey’in eksikliği pek fazla hissediliyordu. Sol tarafta Said Bey ile ortaklaşa çok iyi görev yapan Hikmet Bey de eskisi kadar başarılı değildi. Çoktan beri merkez hücumcu pozisyonunda oynamayan Galip Bey de, karşısındaki Altınordu merkez orta saha oyuncularının acemiliğine rağmen hızlı ve düzgün paslar gönderememişti. Sağ açık Mösyö Miço ise biraz aşağıda hikaye edeceğimiz bir nedenden dolayı her zamanki iyi oyununu cesaretle ortaya koyamıyordu. Buna rağmen maçın birinci yarısında mükemmel bir sayı yapabilmişti.
Fenerlilerin bu oyunda herkesin beklediği gibi başarılı ve güzel oynamayışlarının, parlak bir zaferi elde edemeyişlerinin bir sebebi vardı ki bu da hemen hemen bütün takımın büyük bir asabiyet içinde olmaları idi. Gerçekte ilk yarının ortasında Fener’in sağ açığı Mösyö Miço ile Altınordu’nun sol beki Sedat Bey her nedense birdenbire tokatlaşmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Fener’in oyuncuları arkadaşlarına yardıma, Altınordu’nunkiler de kendi takım arkadaşlarının yardımına koştular. Ve bir süre için futbol müsabakası ne yazık ki bir boks maçına dönüştü. Seyircilerden bazı taraftarlar da işe karıştılarsa da bereket versin ki kavga genişlemedi. Fakat mesele bir millî renk haline geldi. Fener’in tarafını tutmayanlar, Fenerlilerin Mösyö Miço ile Sedat Bey arasındaki kavganın bitirilmesini hakeme bırakmayarak Rum arkadaşlarını korumak için Türk olan Sedat Bey’e saldırmalarını milli hissiyata uygun görmedikleri için, yüksek sesle Fenerbahçelileri kınamaya ve rakip Altınordu’nun her hareketini takdir ederek onları cesaretlendirmeye başlamışlardı. Fener’in taraftarları ise, Mösyö Miço’nun, Rum olmakla beraber Fenerbahçe’nin formasını giydiği için kavganın böyle bir milli cereyan almasını uygun görmüyorlardı.
Böylece herkesi bir asabiyet kaplamıştı. Oyuncuların en küçük bir hareketi iki kulüp taraftarlarının karşılıklı yücelten ve aşağılayan tezahüratları ile karşılanıyordu. Bilhassa Strugglers Kulübü’nün bir hafta önceli mavi-beyaz forması meselesinden kaynaklanan galeyan ile seyircilerin bir kısmı sürekli olarak Mösyö Miço’nun aleyhine bağırıyor, bu oyuncuyu şaşırtıyorlardı. Artık müsabaka sporculuğa has ciddiyet ve kibarlığını kaybetmişti. Halkın bu birbiri ardına bağırmaları arasında oyuncular da sakinliklerini kaybetmişlerdi. Şiddetli çarpışmalar, itişmelerle birbirlerini yuvarlıyorlardı. Ara sıra da bazen dil, bazen el ile ufak tefek kavgalar çıkıyordu. Nihayet bu keşmekeş içinde oyun sona erdi.
Bir spor sahasında böyle fena bir olayın olmasından ne kadar esef edilse azdır. Sporculuğun en büyük özellikleri; nezih, nazik, sakin ve kendine hakim olmasıdır. Spor müsabakaları en çok bu amaçlara ulaşmak, yol yordam bilen ve kurallara mükemmel uyan adamlar yetiştirmek için yapılır. Futbolda değil hatta güreş ve boks gibi rakiplerin adeta boğuştuğu sporlarda bile iki tarafın müsabaka dışında biri biriyle dost ve kardeş gibi geçinmesi, hiç olmazsa karşılıklı terbiye ve nezaket dairesinde hareket etmesi sporculuğun en büyük şerefi, özellikle hevesli genç sporcuların en büyük meziyetidir. Bizde maalesef böyle olamıyor. Ve olmadığının kanıtı da Pazar günü aralarında en samimi kardeşlik hissi olması gereken iki Türk takımının kavgaya girişmesidir.
Biz, şimdiye kadar futbol seyrine gelen halk arasındaki kişilerin ortaya fırlattığı münasebetsiz ve çirkin sözlerden, kaba adi şakalardan müteessir olmakla beraber sporcularımızı bu gibi hareketlerden ayrı tutuyor ve aralarında nadiren ortaya çıkan tartışmaları kişisel olarak algılayıp ciddiye almıyorduk. Halbuki Pazar günkü olay bizi bu hususta hayal kırıklığına uğrattı. Bu meselede hangi tarafın haklı veya haksız olduğuna gelince : Bunu karar vermek esasen bu kavgaya katılmak ve taraf tutmak olacağı için biz olayı yalnızca olduğu gibi ve tamamen tarafsız bir surette değerlendirdik. Hatta sporculuk şerefini koruma düşüncesiyle bir takım gereksiz ayrıntıyı vermekten de sakındık. Amacımız ne Fenerbahçe ne de Altınordu takımlarını haksız çıkarmak, ne de kimsenin aleyhinde bulunmaktır. Saf niyetimiz, henüz pek taze olan Türk sporculuk alemi için kötü bir örnek oluşturan bu gibi olayların zaten gün gibi ortada olan çirkinliğini hatıra getirerek tekrar etmemesini temenni etmekten ibarettir. Ümit ederiz ki Türk spor kulüpleri bu gibi kusurlardan uzak olduklarını kanıtlamak için çalışacaklar, olgunluk ve sakin bir şekilde oyun sahalarına şeref vermeye çalışacaklardır.
A.D. (Abidin Daver)
Miras
Okuduğunuz üzere, ülkenin içinde bulunduğu savaş iklimi, uzun yıllardır bir arada yaşayan Türklerle, başka dine mensup vatandaşların ilişkisini bozmuştu. Bu maçtan bir hafta önce Altınordu takımının 2 oyuncusu, Hasan ve Hüseyin, “milli duygulara uygun olmayan” hareketler yaptıkları için kulüple ilişkileri kesilmiş, Altınordu kulübü; iktidar partisi İttihat ve Terakki’nin politikalarına paralel bir tavır sergilemişti.
14 Şubat’taki maça kalecisi hariç 10 tane Türk oyuncu ile çıkan Altınordu takımından Sedat’ın, karşısında mücadele eden Fenerbahçe takımının Rum sol beki Miço ile yaşadığı tartışma kavgaya dönüşmüş; zamanın ruhuna uygun olarak bir milliyetler mücadelesi halini almıştı.
Büyümesine rağmen yatıştırılan kavgadan günümüze kalan ise yazıda geçen şu ifade olmuştur: “Fener’in taraftarları ise, Mösyö Miço’nun, Rum olmakla beraber Fenerbahçe’nin formasını giydiği için kavganın böyle bir milli cereyan almasını uygun görmüyorlardı.”
Geçtiğimiz yüzyıldan gelecek yüzyıla miras kalacak bu cümlenin anlamı şudur: “Üst Kimlik Fenerbahçelilik”…
Fenerbahçe taraftarının 1915 yılında, hem de ülke savaşın ortasındayken, gösterdiği “Fenerbahçe forması giyenin, Fenerbahçeli olanın, başka bir kimliğine bakılmaz” tavrı, vurguladığımız gibi eşsiz bir mirastır.
“Fenerbahçe’nin ‘Kuruluş’ hikayesinin, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar süren Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme yılları içerisinde; toplumsal, politik hatta ekonomik olarak incelenmesi gereken özel bir anlamı vardır.” Bu satırlarla başlayan Fenerbahçe’nin Kuruluş yıllarına ait araştırmalarımızın bugünkü konusu Ziya Songülen. Nasıl ilk başkan oldu? Fenerbahçe’nin temelini atanlardan olmasına rağmen neden kulüpten ayrıldı? Union Club’ın kuruluşunda rolü neydi? Milli Mücadele’ye katkısı ne oldu? İşte Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Nurizade Ziya Bey.
Nurizade Ziya Bey hakkında sıraladığımız soruları cevaplamadan önce, Fenerbahçe’nin Kuruluş hikayesine doğrudan etki ettiğini her fırsatta dile getirdiğimiz, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar geçen yıllar ile ilgili değerlendirmeler yapmamın konunun bütünlüğünü sağlamak için yararlı olduğunu düşünüyoruz.
Osmanlı Devleti için 1839 yılında başlayan Tanzimat; 1908’de Meşrutiyet’e, sonrasında da Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen sürede belirleyici bir dönemi ifade eder. Bu yıllarda zayıflayan devlet, ardı ardına tavizler vererek, Batı’nın isteklerine boyun eğmiş ve bir anlamda değişim sürecine girmişti. Tanzimat ile başlayan Batı etkisi, Enver Hoca yazımızda sözü edildiği üzere, yeni okulların açılmasına sebep oldu. Bu okullarda batı felsefesi ile verilen eğitim sonucunda yeni tip bir “Osmanlı Aydın” zümresi meydana geldi. Ve bu zümre kısa sürede toplumun önemli bir parçası oldu. Aldıkları eğitimle “aydınlanma” yaşayan bu kişiler zayıflayan devlet mekanizması içerisinde yer bulmaya ve zamanla Padişah otoritesine karşı bir tehdit unsuru olmaya başladılar. Padişah ile aydınların arasında adeta bir mücadele başlamıştı. Bu mücadelede Osmanlı aydınlarının en büyük destekçisi gördükleri eğitim felsefesinin kaynağı olan “Batı” oldu. Tanzimat döneminde sadrazamlık yapan Keçecizade Fuad Paşa’nın aşağıda yer alan ifadeleri gerek dönemi, gerekse Batı’nın, Osmanlı aydını için ne ifade ettiğini anlamamızı sağlayacaktır.
“Bir devlette iki kuvvet olur, biri yukarıdan biri aşağıdan gelir. Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet cümlemizi eziyor. Aşağıdan ise bir kuvvet oluşturmak imkansızdır. Bunun için bir destek kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvet de sefaretlerdir”
Fuad Paşa’nın kastettiği yukarıdan gelen kuvvet Padişah, ona karşı gelinecek destek kuvvet ise Batılı devletlerin elçilikleriydi. Osmanlı aydını 1839-1908’e hatta 1918’e kadar süren dönemde, ülkelerinde yapmak istedikleri iyi niyetli değişimler için Batı’nın desteğini almaya çalışmışlardır. Batılı devletler ise elçilikleri aracılığı ile “aynı dili konuştukları” bu kişilerle ilişkide olmayı tercih etmişlerdir. Bu dönem Osmanlı aydınları arasında “Batılı güçlerden hangisinin desteğini alalım?” sorusunun hayli popüler olduğunu söyleyebiliriz. Padişahlık kurumu ise bir yandan aydınların yapmak istedikleri değişimi kontrol altında tutmaya çalışırken, diğer yandan da Batılı devletlerden sürekli borç almış, böylece devletin ekonomik bağımsızlığı da büyük ölçüde tehlikeye girmişti. 1881 yılına gelindiğinde borçlarını tahsil edemeyen Batılı devletler, Duyun-u Umumiye İdaresi’nin kuruluşuna ön ayak olmuşlardı. Bu kurumun, devletin borçlarının denetlenmesi ve tahsil edilmesi gibi işlevleri vardı. Kısacası artık Osmanlı Devleti bir yarı-sömürge devletti.
Mehmed Ziya
Mehmed Ziya Bey, Osmanlı Devleti bu şartlar altında çözülmeye doğru giderken 1886 yılında İstanbul’da doğdu. Anne tarafından Osmanlı hanedanına mensup zengin ve köklü bir aileye sahipti. Aile üyeleri yüzyılı aşkın süredir devlet yönetiminde Sadrazam, Kaptan Paşa, Vali, Belediye Başkanı, Adalet Bakanı, Dışişleri Bakanı, Büyükelçilik gibi önemli görevleri yürütmüşlerdi. Ziya Bey’in soyadı kanununa kadar isminin önünde kullandığı “Nurizade” sıfatı ise Tanzimat’ın Dışişleri Bakanlarından Mehmed Nuri Paşa’ya dayanmaktaydı. Ziya Bey’in dedesinin babası olan Mehmed Nuri Paşa, Dışişleri Bakanlığından sonra Londra ve Paris’te büyükelçilik görevini yürütmüştü. Ziya Bey’in ailesi, giriş kısmında sözü edilen Osmanlı aydınların yetiştiği bir aileydi. Bu bilgilere dayanarak ailenin batı felsefesini benimsediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim, 2008 yılında verdiği röportajda Nazan Songülen Karakaş, dedesi Ziya Bey’in Osmanlı kimliğinden kopmadan ancak “İngiliz mürebbiyelerden Avrupai bir eğitim” aldığını da belirtmiştir.
Saint Joseph’ten Londra’ya
Nurizade Ziya’nın liseye kadar hangi okullarda okuduğunu bilmiyoruz. Torununun anlattıkları dikkate alındığında evde ailesinin tuttuğu öğretmenlerden eğitim almış olması da muhtemel. Liseyi ise Saint Joseph’te okuduğundan eminiz. Yine torununun anlattıklarından okulda kendisine uzun boyundan dolayı “Fil Ziya” lakabının takılmış olduğundan da haberdarız. Bu bilgi ışığında okulda popüler bir öğrenci olduğunu söyleyebiliriz. Ziya Bey 1903’te 17 yaşındayken okuldan mezun olup İngiltere’ye gitmiş, İngiltere’de İnşaat Mühendisliği eğitimi aldıktan sonra muhtemelen 1906 yılında ülkeye dönüp Duyun-u Umumiye’de memur olarak iş hayatına girmiştir. Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe’yi kuran kadronun başında yer alacağı süreci anlatmaya başlamadan önce buraya kadar yazılanları maddeler halinde özetlemenin yararlı olacağını düşünüyoruz.
Nurizade Ziya Bey, Tanzimat dönemi ile toplumun etkin zümresi olan Osmanlı aydınlarını yetiştiren zengin ve köklü ailelerden birinin üyesiydi.
Nuri Paşa ile beraber aile Batı felsefesi ile tanışmış, diğer Tanzimat dönemi aydınları gibi devletin geleceğinin kurtulmasını batı felsefesinin geçerli kılınmasında görmüştü.
Ziya Bey, İngilizceyi liseye başlamadan aile evinde, Fransızcayı ise Saint Joseph lisesinde “ana dili” seviyesinde öğrenmişti.
Üniversite eğitimini Londra’da almış, yurda döndükten sonra da Batı etkisinin en çok hissedildiği kurum olan Duyun-u Umumiye’de çalışmaya başlamıştı.
Jön Türkler
Nurizade Ziya Bey’in futbola olan ilgisini Moda’da büyümesi ile ilişkilendirebiliriz. O dönem futbolun doğduğu topraklarda büyüyen her çocuk gibi bu spora merak sarmış, yapılan maçların izleyicisi olmuştu. Çoğunluğu gayrimüslim olan sınıf arkadaşları ile okul ortamında yaşanan olası sportif rekabet ve sonrasında oluşan hırsı, ilk gençlik yıllarına etki eden olaylardı. Fenerbahçe’nin kuruluşunda yer almış diğer Saint Joseph Liseli öğrencilerde de aynı duyguların oluştuğunu biliyoruz. Nurizade Ziya Bey’in, Londra’da futbolun nasıl bir spor olduğunu ve gerçek anlamda nasıl oynanması gerektiğini gördüğünü de söyleyebiliriz.
Fenerbahçe’nin doğuşunun anlık alınmış basit bir karar olmadığı, bir felsefeye dayandığı üzerinde ısrarla durduğumuz noktalardan bir tanesi. Bu aşamada 1900’lerin başından itibaren etkinliğini arttıran Jön Türkler hareketi ile ilgili kısa bir bilgilendirme yapmanın yerinde olduğunu düşünüyoruz. Tanzimat’ta batı etkisi ile başlayan aydınlanma sonrasında oluşan Osmanlı aydınları, devlet yıkılmaya doğru gittikçe aralarında organize olmaya, Keçecizade Fuad Paşa’nın yazımızın başında aktardığımız sözlerine atıfla halkı da alttan gelen bir kuvvet olarak organize etmeye çalıştılar. Jön Türkler gerek yaptıkları yayınlarla gerekse yurt içi ve yurt dışı temaslarla Padişah Abdülhamit’in en büyük muhalifi oldular.
Fener’in Bahçesi’ndeki Koalisyon
Jön Türk hareketi zamanla İttihat ve Terakki Partisi’ne evrilecek, 1908 yılında ilan edilen Meşrutiyet’in de mimarı olacaktı. Devlet kadrolarında çok sayıda destekçileri vardı. Bunlardan bazıları zamanla yurtdışına kaçtı, sürgün edildi veya tutuklandı. Bu hareketin Fenerbahçe ve Nurizade Ziya Bey ile ilişkisi Jön Türklerin kendi aralarında yaşadıkları fikir ayrılıklarından kaynaklanmaktadır. Jön Türkler’in devletin kurtuluşu için öne sürdükleri fikirlerden ikisi Batıcılık ve Türkçülük’tü. Bu iki fikir, aynı amaca hizmet etmek için doğmuş ve Jön Türk hareketinin içindeki dinamizmi sağlamıştı. Zamanla ise bir koalisyona dönüşmüştür. İttihat ve Terakki ile başlayan bu koalisyon, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna da etki etmiş, “Türk kimliğine sahip ancak Batı felsefesini de benimsemiş bir devlet anlayışı” genç Türkiye’nin rehberi olmuştu.
Peki bu koalisyonun Fenerbahçe’nin kuruluşu ile ilgisi neydi? Enver Hoca araştırmasında ortaya koyduğumuz bilgileri tazeleyerek soruyu cevaplamaya başlayalım. Ortaya attığımız tezde “Saint Joseph Lisesi’nin Türk ve Müslüman öğrencilerinin, yabancı bir misyonun üyesi olan okulda, devlet tarafından görevlendirilen bir öğretmen tarafından bir araya getirilerek Fenerbahçe’ye insan kaynağı sağlandığını” söylemiştik. Bu öğretmen Enver Hoca’ydı. Enver Hoca zamanın ruhuna uygun fikirlere sahipti. Nitekim, yarı sömürgelikten, sömürge olmaya giden ve parçalanan devletin kurtuluşu için okulda öğrencilerine “Türklük ve Müslümanlık” paydasından çıkmadan “hürriyet” duygusunu aşılamaya çalışmıştı. Öğrenciler okulda bu fikirle donanırken, dışarıda ise okuldan mezun ağabeyleri Nurizade Ziya Bey ve arkadaşları bir futbol kulübü kurmaya hazırlanıyorlardı. İşte Fenerbahçe, Enver Hoca’nın “Türkçü” söyleminin, Nurizade Ziya Bey’in “Batıcı” fikirlerle şekillenen felsefesinin birleşmesinden doğdu.
Fenerbahçe’nin İlk Başkanı
Nurizade Ziya Bey ve arkadaşları Ayetullah, Necip ve Asaf Beylerin ortak özellikleri sadece yaşadıkları semt değildi. Bu dört arkadaş da yabancı dil bilen, batı felsefesini benimsemiş kişilerdi. Asaf Bey tıpkı Nurizade Ziya Bey gibi İngiltere’de eğitim alıp İstanbul’a dönmüştü. Ayetullah Bey, Moda’nın bir diğer Fransız okulu olan Faure Mektebi’nde okumuş bir Osmanlı aydınıydı. (Daha önceden Rüştü Dağlaroğlu’nun Fenerbahçe Tarihi’ne dayanarak Ayetullah Bey’in Saint Joseph mezunu olduğunu kabul ediyorduk. Ancak Araştırmacı Cem Argun’un Saint Joseph öğrenci listelerinde Ayetullah Bey’in kaydına rastlamadığını bize iletmesinden sonra bu bilgiyi güncellemiş bulunmaktayız.) İlerleyen yıllarda kulübün düştüğü sıkıntılı dönemde Üsküdar ile yapılan birleşme toplantısında sinirlendiği anda “Fenerbahçe benim” cümlesini Fransızca söyleyecek kadar da bu dile hakimdi. Fenerbahçe’nin kurulduğu yıl 16 yaşında olan Necip Bey ise Osmanlı modernleşmesinin başladığı okullardan biri olan Deniz Harp Okulu’nda öğrenciydi.
Nurizade Ziya Bey bu kadronun lideri konumundaydı. Rüştü Dağlaroğlu’nun onun için yazdığı şu tanımlama, bu liderliğin kaynağını açıklamakla birlikte, yukarıda yaptığımız “Batı” vurgusunu da destekler niteliktedir. “Mükemmel mali durumu ve İngiltere’de tahsil etmiş olmasının verdiği görgü ve spor aşkıyla dört başı mamur bir hüviyetteydi”
“Işık Saçan Fener”
Klasik Fenerbahçe tarih yazımında Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe’nin kurucuları arasından sıyrılıp liderliği ele almasının sebebi olarak mali durumundan dolayı takımın ilk formalarını alıp, masrafları üstlenmesi ön plana çıkarılmıştır. Bu durum göreceli olarak doğru olmakla birlikte, Nurizade Ziya Bey’in kulübün insan kaynağını sağlayan Saint Joseph Lisesi’nin bir mezunu olarak okul kadrosu ile ilişkileri yürütmesi de bu liderlikte etkilidir. Nitekim, futbolcu Hasan Basri’yi Fenerbahçe’de oynamaya ikna etmeye giden heyette o ve Enver Hoca vardır.
Fenerbahçe’nin ilk amblemi olarak ‘Işık saçan Fener’in seçilmesi dönemin ruhunu yansıtan bir başka öğedir. Enver Hoca’nın yönlendirdiği öğrencilerle birlikte Nurizade Ziya Bey ve arkadaşları Fenerbahçe burnundaki deniz fenerinin yakınlarında antrenman yapmaya başladıklarını biliyoruz. Nurizade Ziya Bey ve arkadaşlarından hangisinin feneri amblem olarak önerdiğini bilmesek de, Jön Türklerin benimsediği ‘Pozitivizm’ akımına gönderme yaptığı açıktır. Kulübün ambleminden sonra ismi de ilk antrenmanların yapıldığı yere atıfla “Fenerbahçe” olarak seçilecektir. Liderliği ile arkadaşları arasından sıyrılıp Fenerbahçe’nin ilk başkanı olan Nurizade Ziya Bey’in kulübün liglere katılması için ilk temasına da öncülük etmiştir. Rüştü Dağlaroğlu’nun anlatımıyla forma ve malzeme satın aldıktan sonra ligi organize eden James LaFontaine ile karşılaşan Fenerbahçe heyeti, ondan lige katılım sözü almıştır. Bu hikayenin iki aktörünün hayatı yakın gelecekte bir kere daha kesişecek ve kuruluş yıllarının bir başka meselesinde karşımıza çıkacaktır.
Görevi Bırakış
Nurizade Ziya Bey’in bir yılı biraz aşkın başkanlık döneminde Fenerbahçe, ilk kez katıldığı ligde başarılı olamadı. Takım futbolcu bulmakta zorlanıyor, Fuat Hüsnü gibi başarılı oyuncular futbol takımının zayıf olmasından dolayı Fenerbahçe’ye katılmak istemiyorlardı. Bu durum kulüpte moralleri bozuyor, başarısız saha sonuçlarını tersine çevirecek motivasyonun sağlanmasını engelliyordu. Nurizade Ziya Bey, ilk takımın savunmasında forma giyiyordu. Kaynaklarda başarılı bir futbolcu olduğuna dair kayıtlara rastlamıyoruz. Ancak, Rüştü Dağlaroğlu, sert şut çektiğine dair bir bilgi aktarmaktadır. Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe forması ile günümüze ulaşmış tek fotoğraf var. 1908 yılının son günü yayınlanan Musavver Muhit dergisinde yer alan bu fotoğraf, Nurizade Ziya Bey’in kulüpteki aktif görevlerini bıraktığı günlere rastlıyor.
Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe ile ilişkilerini kesmesi aşamalı olarak gerçekleşmiştir. 1909 yılı içerisinde başkanlık görevini bırakmış, 1910 yılında ise kulüpten istifa ederek ayrılmıştır. Öncelikle bilinmesi gereken, o dönem kulübü kuran gençlerin aslında birer sporcu olmasıdır. Hepsi, günümüzün “amatörlük” tanımı içerisinde değerlendirmelidirler. Günümüzün aidiyet anlayışını temel alarak o dönem insanlarını eleştirmek şüphesiz haksızlık olacaktır. Sürekli alınan yenilgilerin, kulüp için yaptığı maddi fedakarlıklar ile birleşmesiyle Nurizade Ziya Bey’in başkanlığı bırakmasının iki nedeni ortaya çıkmıştır. Bu noktada karşımıza bir başka neden olarak değerlendirilebilecek “Union Club” meselesi çıkmaktadır. Bu mesele, Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe’den kopuşundaki etkisi diğer iki nedenin de çok ötesinde anlamlar içermektedir.
Bir Türk – İngiliz Kulübü: Union / İttihat
Nurizade Ziya Bey’in Başkanlığı bırakmasının Union Club’ın kuruluşunda yer almak istemesi ile yakından ilgisi vardır. Fenerbahçe’ye yaptığı maddi desteğinin karşılığını sahada alamayan Nurizade Ziya Bey, spor yöneticiliği kimliğini, siyasi kimliği ile birleştireceği bu kuruluşta yer almak için Fenerbahçe başkanlığını bırakmış ve dönem tanıklarının aktardığı üzere kulübü ihmal etmeye başlamıştı. Rüştü Dağlaroğlu’na göre Nurizade Ziya Bey’in Union Club’ın kurucuları arasında yer alması onun “büyük davalara girişmek istemesi” ile ilgiliydi. Dağlaroğlu’nun bu muhteşem tespitini ilerleyen satırlarda açıklayacak ve bir anlamda ileriye taşımış olacağız. Belirtmekte yarar olan bir diğer husus da Nurizade Ziya Bey’in kulüpteki aktif görevlerini bırakmasının Nisan 1909’da başlayan ve “31 Mart Vakası” diye anılan olaylar sonrasında gerçekleşmesidir. 31 Mart Vakası’nın en önemli sonucu Ülkede 30 yıldır süren istibdat rejiminin hükümdarı İkinci Abdülhamit’in tahttan indirilmesidir. Bu tarihten sonra Meşrutiyet’in mimari İttihatçılık hareketi, ülkedeki etkisini arttırmaya başlamıştır.
Öncelikle Kadıköy’ün İstanbul’da futbolun doğduğu topraklar olduğunu yinelemekte yarar vardır. Kadıköy’ün en popüler futbol alanı ise bugün Fenerbahçe Stadı’nın olduğu yerdi. Kuşdili Çayırı, Papazın Çayırı ile birlikte bu alan futbol oynamak ve izlemek isteyenlerin ilk aklına gelen yerlerden biriydi. Burhan Felek’in anlatımına göre 1906 yılında Fenerbahçe Stadı’nın olduğu yerde manzara şöyleydi:
“Birkaç bin izleyici var. Ne giriş parası var ne bilet. Yalnız halkın oyun sahasına girmemesi için futbol sahası ölçülerinden ikişer metre kadar geniş köşelere yuvaları evvelden hazırlanmış demir kazıklara gerilen çelik halat tel gerilmiş.”
Lig maçları bu amatör koşullarda oynanırken, Nurizade Ziya Bey, beş kişi ile beraber, İstanbul’da futbol organizasyonunun profesyonelleşmesi için ilk adımı attılar. Bu o dönem için gerçekten de büyük bir davaydı. Union Club, dönemin ruhuna uygun olan ismiyle 1908 yılının son günlerinde kuruldu. Meşrutiyet’in ilanından sonra kurulan bu kulüp İttihat ve Terakki Partisinin “İttihat” ismini kendisine isim olarak seçmişti. Şimdi bu kulübün diğer kurucularından kısaca bahsedelim.
Whittal ve LaFontaine
Osmanlı arşivine baktığımızda futbol ile ilgili olan belgelerin tarihi 1890’lere kadar iner. Bu tarihlerde, dönemin zabıtaları tarafından futbol oynandığına dair yazılan raporlarda dikkat çeken bir isim vardır: Bay Whittal. “Kadıköy Moda’da ikamet eden Mösyö Whittal’in oğullarının öncülüğünde İstanbul’da oturan 25 kadar genç Kuşdili Çayırında toplanarak her Cumartesi top oynamaktadırlar.” İstanbul’da futbolun öncülerinden olan Bay Whittal, Union Club’ın kuruluşunda yer alan iki İngiliz’den biridir. Diğeri ise İstanbul futbolunun erken dönemi ile ilgilenenlerin yakından tanıdığı James LaFontaine’dir. Fenerbahçe kurucu heyetinin kuruluştan hemen sonra liglere katılmak için söz aldıklarını yukarıda belirttiğimiz, İstanbul Futbol Ligi’ni yöneten kişi olarak Bay James LaFontaine, Bay Whittal ile birlikte Union Club’ın kurucuları olmuşlardır.
“İngiliz” Mehmed Rıfat
Kulübün, dört Türk kurucusundan ikincisi Mehmed Rıfat Bey’dir. “İngiliz” lakabıyla tanınan Mehmet Rıfat Bey, o tarihlerde Londra Büyükelçiliği görevini tamamlayıp İstanbul’a dönmüştü. Meşrutiyetten sonra devlet yönetiminde etkili olmaya başlayan İttihat ve Terakki Partisi, kendisini Dışişleri Bakanı olarak görevlendirmek istiyor ancak o bunu kabul etmemekte direniyordu. İttihat ve Terakki’nin bu görevlendirmede ısrar etmesinin nedeni, parti için oluşan “İngiliz Karşıtı” algısının önüne geçmekti. Nitekim Mehmed Rıfat, ısrarlara dayanamayacak ve 1909 yılının Şubat ayında Dışişleri Bakanı olacaktır. Bir İttihatçı olduğunu bildiğimiz Nurizade Ziya Bey’in ikna aşamasının bir parçası olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dağlaroğlu’nun kastettiği ‘büyük davalar’dan biri de şüphesiz budur.
Mareşal Cemil Topuzlu
Günümüzde Mareşal olarak bilinen “Müşirlik” rütbesi ile Padişah Abdülhamit’in doktorluğunu yapan Cemil Topuzlu Paşa, anılarında bize Union Club’ın kuruluşu hakkında en net bilgileri veren kişidir. Union Club’ın dört Türk kurucusundan biri olan Cemil Paşa, İttihatçı kadroya katılmasından sonra 1909 yılında çıkan tasfiye kanunu ile askerlikten ayrılmıştır. Union Club’ın kuruluş dönemi bu kanunun çıktığı günlere denk gelmektedir. Cemil Topuzlu anılarında Union Club’ın kuruluşunda maddi destek verenlerden biri olarak Arif Hikmet Paşa ismini yazar. Meşrutiyetten sonra Bahriye Nazırı olan Arif Hikmet Paşa, 31 Mart Olayı’ndan sonra Abdülhamit’e tahttan indirildiğini söylemeye giden heyetin üyelerinden biridir. Union Club’ın, sadece adıyla değil Türk kurucuları ve maddi destekçileri ile birlikte bir “İttihatçı” kulüp olduğunu söyleyebiliriz.
Union Club Nasıl Bir Kulüptü?
Nurizade Ziya Bey’den başlayarak kurucularının siyasi ve toplumsal rollerini açıkladığımız Union Club, takımlar kurup, diğer kulüpler ile mücadele eden bir spor kulübü kimliğine sahip değildi. Ticari ve özel bir işletmeydi. Detaylarını belgeleriyle aşağıda aktaracağımız bu oluşum aynı zamanda İstanbul’da futbolun profesyonelleşmesi için atılan en büyük adımdı. Kulübün faaliyete geçmesiyle, bir anlamda spor kulüplerinin bir federasyon çatısı altında toplanmasının da provası yapılmış oluyordu. Union Club’ın kurulma fikri Cemil Topuzlu’nun daha önceden sitemizde detaylarıyla yayınladığımız anılarına göre Bay Whittal’den çıktı. Bay Whittal, Cemil Paşa’nın evinde verdiği davette kendisine şunları söylemişti:
“Paşa, çok şükür, hürriyete kavuştunuz, bundan sonra gençlerinizin toplanması daha kolay olur. Görüyorum ki sizde futbol merakı henüz başlamak üzere, halbuki bu spor İngiltere’de umumi ve milli bir oyun halini almıştır. Futbolun, ırkın ve gençliğin tekamülü için de büyük faydaları vardır. Türkiye’de de futbolun gençlik arasında ilerlemesini arzu ediyorum. Bu itibarla Kadıköy cihetinde bir stadyum kuralım, hem halka futbolu sevdirmiş, hem de bu oyunu ilerletmiş oluruz, ve kulübün müessisleri, yani bizler maddeten istifade ederiz”
Görüldüğü üzere yukarıda yaptığımız “profesyonelleşme” ve “ticari işletme” vurgusu bu satırlarla doğrulanmaktadır. Bay Whittal ile Cemil Paşa’nın bu sohbetine tanıklık eden; Nurizade Ziya Bey, Arif Hikmet Paşa, Mehmed Rıfat Bey ve James LaFontaine, davetin ertesi günü tekrar bir araya gelip kulübün kuruluşunun maddi esaslarını görüştüler.
1908’de Osmanlı Para Sistemi
Union Club kurucularının karara bağladıkları maddi esaslara geçmeden önce dönemin Osmanlı Para Sistemi hakkında genel bilgilere yer vereceğiz. Şüphesiz bu bilgileri vermekteki amacımız, okuyucunun konuyu daha iyi anlamasını sağlamak olduğu kadar, genel tarih yazıcılığında yer alan sebepsiz yüceltme ve alçaltmalara da karşı çıkmak olacak. 1900’lerin başında Osmanlı’da kullanılan paralar ve birbirine oranları şöyleydi. Temel birim olan 1 lira; 5 mecidiye / 100 kuruş / 4000 paraya eşitti. Union Club’ın kurulduğu yıl Cemil Topuzlu’nun maaşı 250 – 500 lira arasındaydı. Cemil Topuzlu’nun maddi kazançları üzerinden örnek vermek gerekirse, Osmanlı arşivinde karşımıza çıkan bir belgede 1903 yılında devletin Cemil Paşa’ya ait bir maden arazisini 3.500 lira bedelle satın aldığını biliyoruz.
Union Club Kuruluyor
Cemil Paşa anılarında, kurucular toplantısında kulübü kuracakları yer olarak bugünkü Fenerbahçe Stadının olduğu yeri belirlediklerini ve Ülkedeki diğer tüm araziler gibi Padişaha ait olan bu arazinin alınması için bizzat devreye girdiğini söyler. Aynı toplantıda kulübü kurmak için 3000 liraya ihtiyaç olduğunu da belirlediklerini söyler. Bu rakamı kendi aralarında toplamışlardır. Kendisinin ve Arif Hikmet Paşa’nın 250’şer lira verdiğini, Nurizade Ziya Bey ve Mehmed Rıfat Bey’in ne kadar verdiğini hatırlamadığını, geri kalan paranın da iki İngiliz üye tarafından tamamlandığını belirtir. Bu “tamamlama” ifadesinden İngilizlerin Türklerden daha fazla para verdiklerini anlıyoruz.
Cemil Paşa ertesi gün sarayın kapısını çalmıştır. Kendi deyimiyle “O sıralarda Sultan Hamit, mevkii sarsıldığı için, her talebi kabul ediyordu. Bu sebepten, Hünkârın, tarlayı vereceğine emindim.” Ancak işler planlandığı gibi yürümemiştir. Cemil Paşa gibi düşünen çok kişi olduğundan bu dönemde kendisine gelen devlet arazilerinin satın alınmasına yönelik istekler karşısında bir denge sağlamaya çalışan Padişah stat arazisini vermek yerine uzun süreli kiralanmasına izin vermiştir. Hatırlanacağı üzere, Fenerbahçe Tarihi’nde bu olaya ait belgeler ilk kez sitemizde yayınlanmıştı. Padişah Abdülhamit ile Cemil Paşa, arazinin yıllık kiralama bedeli olarak 30 altın üzerinde anlaşmışlardı. Böylece, kulüp için gerekli arazi ve inşaat için gereken para temin edilmiş oluyordu. Union Club Kuruluş Nizamnamesi 7 Ağustos 1909 tarihli The Levant Herald & Eastern Express Gazetesi’nde yayınlandı. Bu belge ile kulübün yapısı ve üyelik sistemi ile ilgili detaylara ulaşmış oluyoruz.
Union Club Kuruluş Nizamnamesi
UNION CLUB Tesis tarihi: 1908 Komite: Başkan: Mr.Whittal Kasadar: James LaFontaine İdare heyeti: Nurizade Ziya, Cemil Paşa, Rıfat Bey, James LaFontaine
Union Club, atletik ve spor oyunlarının bütün çeşitlerinin gelişimi ve tanıtımı için ve bu sportif cereyanları icra etmek için uygun bir mecra sağlamak üzere Türk ve İngiliz centilmenleri tarafından tesis edilmiştir. Kulüp saha bina ve müştemilatı, Kadıköy Papaz Bahçesi’ne yerleştirilmiştir ve şunları içerir:
1) 500 metrelik At yarışı ve Bisiklet parkuru 2) Kriket, Futbol, Rugby, Hokey ve diğer sporlar için çim saha 3) 1000 kişilik tribün 4) Resepsiyon, özel balkonlar, restoran, bar, kart oyunları odası, özel soyunma odaları ve kulüp binası 5) Tenis kortu 6) Patenli hokey pisti 7) Güreş platformu
Kulüp, Eylül ayında bütün eksik işleri tamamlanarak kesin olarak açılacaktır. Şu anda devam eden çalışmalar açılış tarihine kadar bitirilecektir.
Üyelik: A) Tam Üyelik: 2 lira giriş (ilk yıl için), 4 lira üyelik sözleşmesi – kulüp evi, tribünler ve saha kenarı için B) Normal Üyelik: 1 lira (ilk yıl için), 2 lira üyelik sözleşmesi – tribünler ve saha kenarı için C) Saha kenarı üyeliği sadece 1 lira
Bütün sorularınız için icra ve idare komitesi sekreteri James LaFontaine’e başvurunuz.
Görüldüğü üzere Union Club, sadece futbola değil, tüm spor dallarında faaliyet göstermek için kurulan ticari bir işletmeydi. Kulübe üç tip üyelikle giriş yapılabiliyordu. Günümüzün sağlık ve sosyal kulüplerinin üyelik sistemine çok benzeyen bu sistem, Union Club’ı dönemin diğer kulüplerinden ayıran en önemli unsurdur.
7 Ağustos 1909 tarihli The Levant Herald and Eastern Express gazetesinden
Saha Kiralanıyor
Yazımızın başında belirttiğimiz gibi Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe’den kopuş süreci ikiye ayrılır.
İlkinde, yaptığı maddi katkının karşılığını sahada başarı olarak alamaması belirlemiş, Başkanlığı bırakmış ve Union Club’ın kuruluşunda mesai harcamaya başlamıştır. Bu süreç 1910 yılına kadar devam etmiştir.
Peki 1910 yılına kadar geçen sürede Başkan olmadığı yıllarda Nurizade Ziya Bey ile Fenerbahçe Kulübü arasındaki ilişki nasıldı?
Bu süreçte Ziya Bey’in Fenerbahçe ile ilişkisini kesmediğinden eminiz. Ancak kulüp içerisinde aktif görev almadığı da bir gerçektir. Kendisinin başkanlığı bırakmasından sonra antrenman yapacak yer bulmakta zorlanan takımın, malzeme ve ekipman tedarikinde de sıkıntı çektiği kaynaklara yansımıştır.
Kulüp üyeleri, Fenerbahçe’deki üyeliği devam eden Nurizade Ziya Bey’den yardım talep etmişlerdir. Bu yardım talebini karşılıksız bırakmayan Nurizade Ziya Bey, oyuncuların Union Club sahasında antrenman yapmaları için gereken meblağı, kurucusu olduğu Union Club’a ödemiştir. Bu meblağ Dağlaroğlu’na göre 17 lira, Nurizade Ziya Bey’in torunu Nazan Songülen Karakaş’a göre 20 liradır. Esat Nasuhi Baydar’ın 1913 yılındaki ifadesine göre, Fenerbahçe takımı bu sahada idman yapmaya başladıktan sonra İstanbul Futbol Ligi’ne katılmıştır.
Fenerbahçe’den İstifa
Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe’den istifa tarihi olarak Dağlaroğlu, 1910 yılını verir. Bu tarih Fenerbahçe’nin katıldığı İstanbul Futbol Ligi’ndeki 2. sezonuna işaret etmektedir. İlk sezonda aldığı 5.likten sonra, bu sezonda da takım başarısızlığını sürdürmiş, kötüleşen durum ile birlikte de Nurizade Ziya Bey, kulüpten istifa etmiştir.
“Kötüleşen durum” ifadesinin altında yatan nedenleri maddiyata bağlamanın yanlış olmayacağı düşüncesindeyiz. Union Club’ın kurucularından biri ve aktif yöneticisi olarak Nurizade Ziya Bey’in bu dönemde Fenerbahçe’deki arkadaşlarının taleplerine maruz kaldığını söyleyebiliriz. Nitekim Nazan Songülen Karakaş’ın, “Ziya Bey’i darıltıyorlar ve Ziya Bey kulüpten ayrılıyor” ifadesi bu yargımızı desteklemektedir.
İstifa edip kulüple ilişkisi kesildikten sonra kulübün içine düştüğü maddi sıkıntılar, Nasuhi Esat Baydar’ın anılarında yer verdiği şu satırlarda gizlidir:
“Fenerbahçe Spor Kulübü birkaç sene, yersiz ve yurtsuz kaldı. Beş kuruş aylık taahhütlerimiz ile top satın alarak maçlarımızı yapar, toplantılarımıza da (evlerimizin) misafir odalarımızı tahsis ederdik. Arkadaşlardan birine ait olduğu halde hemen her gece evden eve taşındığı için müşterek malımız haline gelen bir semaverimiz vardı. Şeker ve gevrek tedarik eder, semaveri yakar, o buram buram tüterken etrafına dizilir, hülyalara dalardık.”
Nurizade Ziya Bey’in başkanlıktan istifa etmesinden sonra Fenerbahçe, Ayetullah Bey başkanlığı altında yönetilmeye başlandı. Ayetullah Bey’in kulübü ayakta tutmak için gösterdiği çaba, Üsküdar Kulübü ile birleşme görüşmeleri; Kuruluş araştırmalarımızın sonraki bölümlerinde ele alınacak konulardır.
Şimdi Nurizade Ziya Bey’in hayatının sonraki yıllarına göz atalım. Bu yıllar, siyasi kimliği ve sosyal statüsü hakkındaki önermelerimizi desteklemesi açısından gayet önemlidir.
Fenerbahçe Tarih yazımında Nurizade Ziya Bey’in Union Club’ın açılışından bir kaç yıl sonra Fenerbahçe’ye döndüğü ancak herhangi bir görev almadığı yazılmaktadır. Cemil Paşa’nın Union Club’ın beklenen geliri getirmemesi ve Balkan Savaşı’nın ardından başlayan Birinci Dünya Savaşı ile kulübün el değiştirmesine yönelik ifadeleri bu bilgiyi desteklemektedir. Nitekim Fenerbahçe 1912 yılında ilk şampiyonluğunu almış, ayakları üstünde duran bir kulüp haline gelmişti. Döneme ait herhangi bir kaynakta Nurizade Ziya isminin geçmemesi, 1910 yılında yaşanan kırgınlığın izlerinin sürdüğünün bir göstergesidir.
Nurizade Ziya Bey’in ismine 1910 yılından sonra ilk kez 1918 tarihli bir belgede rastladık. Bu belgede Nurizade Ziya Bey, Almanya’nın Frankfurt şehrine eğitim almak için gittiği belirtiliyordu. Belgede dikkat çekici nokta, Duyun-u Umumiye idaresinde memur olarak göreve başlayan Nurizade Ziya Bey’in artık “müfettiş” olduğuydu.
9 Mart 1921 tarihli Evening Mail gazetesinden
Londra Konferansı’nda
Almanya’dan yurda ne zaman döndüğünü bilmesek de Dağlaroğlu’nun dile getirdiği 1921 yılında gerçekleşen Londra Konferansı’na katıldığı bilgisine sahiptik. Yukarıda göreceğiniz belge ile hem bu bilgiyi doğrulamış, hem de Nurizade Ziya Bey’in birkaç faaliyetini daha gün yüzüne çıkarmış oluyoruz. Evening Mail Gazetesi arşivinden elde ettiğimiz bu belgede, Kurtuluş Savaşı sürerken Londra’da toplanan konferansa Ankara Hükümeti adına katılan heyette yer alan Nurizade Ziya Bey’in bir açıklaması yer alıyor. Bu açıklamada Nurizade Ziya Bey, konferansa gelmeden önce üzerinde tartışma yaşanan bir mesele için Samsun ve Trabzon’a seyahatler yaptığını dile getiriyor. Açıklamasının altındaki imzadan heyetteki görevinin “Secretary” yani “Katiplik” olduğunu anlıyoruz.
Nurizade Ziya Bey’in Fenerbahçe Kulübü ile olan ilişkilerinin 1910’dan sonra mesafeli olduğunu ve kulüpte herhangi bir görev almadığını biliyoruz. Bugüne kadar yaptığımız kaynak taramalarında kendisine ait iki fotoğrafa rastladık. İlki Refet Paşa’nın 3 Kasım 1922 tarihinde adı İttihat Spor olarak değişen Union Club Sahasında yaptığı konuşma sırasında çekilen (yukarıdaki) fotoğrafı. Bu fotoğrafın hikayesini geçtiğimiz hafta yayınladığımız “Refet Paşa’nın Fenerbahçe’yi Ziyareti” yazısında yayınlamıştık.
Son olarak 1923 yılındaki Fenerbahçe – Slavya maçı öncesinde çekilmiş bir fotoğrafı paylaşarak araştırmamızın sonuç kısmına geçiyoruz. Bu fotoğrafta “Fenerbahçe Kurucusu” olarak tanımlanan Nurizade Ziya Bey, dönemin Fahri Başkanı Şehzade Ömer Faruk Efendi ile görülmektedir.
24 Temmuz 1339 (1923) tarihli Spor Âlemi dergisinden.
Sonuç
Türk Spor Tarihi yazıcılığının en büyük eksikliğinin, ülkede yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmeleri gerektiği gibi dikkate almaması olduğunu düşünüyoruz. Araştırmalarımızı bu eksikliği gidermek üzerine yoğunlaştırmamızın nedeni de erken dönem futbolun siyasetle olan ilişkisinin yadsınamaz boyutta oluşudur. Cumhuriyet döneminde ise bu ilişkinin, kulüpler ve siyasi iktidarlar için, karşılıklı fayda sağlama gibi amaçlar güttüğü ortadadır.
Ancak Fenerbahçe Tarihi özelinde yapılan “Fenerbahçe’nin, İttihat ve Terakki Partisi’ne dayanarak var olduğu” yargısı dayanaksızdır. Çünkü Fenerbahçe’yi kuran kadro, İttihat ve Terakki’yi meydana getiren felsefeden gelmiştir. Araştırmalarımızı Tanzimat dönemine dayandırmamızın sebebi de budur. Zira kurucular yalnızca dönemin şartları gereği bu ilişkiyi kurup, geliştirmemişlerdir. Felsefeleri, Jön Türk hareketinin yarım yüzyıl içerisinde gelişen düşünüşleri ile paraleldir.
Nurizade Ziya Bey’in Batıcılığı ile Enver Hoca’nın Türkçülüğünün, “Jön Türk” ve devamında “İttihatçı” hareket içerisinde karşılığı vardır. Dolayısıyla Fenerbahçe’nin İttihat ve Terakki döneminde desteklenmesinin nedeni, kurucularının felsefesinden kaynaklanmaktadır.
Union Club’ın kuruluşu bu önermemize net bir örnektir. İngiltere ile ilişki kurmak isteyen parti yönetimi Nurizade Ziya Bey aracılığı ile bunu gerçekleştirmeyi amaçlamış, Mehmed Rıfat Bey örneğinde de görüldüğü gibi başarılı da olmuştur. Selim Sırrı Tarcan da Nurizade Ziya Bey’in aktif bir İttihatçı olduğunu söylemektedir. Bu yargılarımız, Nurizade Ziya Bey’in Türk Kurtuluş Savaşı’nın ilk yıllarında Ankara Hükümeti’ne verdiği diplomatik katkıyla da desteklenmektedir. Henüz belge ve kaynaklar ile doğrulanmasa da; Nurizade Ziya Bey’in Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Ankara’da oturduğu ve Mustafa Kemal Paşa ile yakın ilişkide olduğuna dair ortaya atılan tezler de bulunmaktadır.
Union Club’ın kuruluşu, eksikliğini vurguladığımız tarih yazıcılığının içerisinde değerlendirilebilecek meselelerden birisidir. Genellikle “Nurizade Ziya Bey ve birkaç İngiliz arkadaşıtarafından kurulduğu” yazılan bu işletmenin, ortaya çıkan belgeler ve yeniden değerlendirilen kaynaklardan sonra Türklerin çoğunlukta olduğu bir heyet tarafından kurulup, yönetildiğini bugün ortaya koymuş bulunuyoruz. Sermayesinde Türklerin ve Fenerbahçe kurucularından Nurizade Ziya Bey’in payı olan bu kulübün inşa ettiği stadın, Şükrü Saracoğlu döneminde Fenerbahçe’ye verilmesi, sadece Saraçoğlu’nun Fenerbahçeliliği ya da İttihatçı gelenekten gelmesi ile açıklanamaz.
Fenerbahçe Stadı’nın temelinde kurucusunun sermayesi vardır.
Barış Kenaroğlu, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün kuruluş felsefesi üzerine araştırmalarını genişletmeye devam ediyor. Bir devam yazısı mahiyetinde olan “Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Enver Hoca II” huzurlarınızda.
Tarih yazımını; belgelere dayanarak, belgelerin de “kaynak” statüsünde olup olmadığını özenle değerlendirerek yapmaya çalışıyoruz. Akademi etiğinden ayrılmadan, Fenerbahçe Tarihi’ne bir satır bile olsa katkı yapmış herkesi, bu etik çerçevesinde saygıyla değerlendirmek de üstlendiğimiz misyonlardan birisi. Ancak gerçek şu ki: “belgeye ve akademik olarak kabul edilmiş güvenilir kaynak sınıflamasına göre yazılan Tarih, şüphesiz devinim içerisinde… Her gün yeni belgeler, yeni kaynaklar tarihçilerin karşısına çıkabiliyor. Bu kaynaklar kimi zaman ortaya atılan tezleri destekliyor, kimi zaman da çürütüyor.
Aşağıda okuyacağınız satırlar, iki hafta önce kaleme alınan “Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Enver Hoca” makalesinde ortaya attığımız tezi destekler nitelikte belgeleri içeriyor olacak.
Enver Hoca’nın kuruluştaki rolü ile ilgili açtığımız tartışmanın Fenerbahçe Tarihi meraklılarını harekete geçirdiğini görmek bizi fazlasıyla memnun etti. Camiamıza mensup tarih meraklılarının yeni “belge” ve “kaynak” arayışlarının olumlu sonuçlanarak yayınlanması ve tez-antitez-sentez üçlemesinin Fenerbahçe Tarihi’nin bugüne kadar karanlık kalmış olan bu sayfasını aydınlatması, karşılık beklemeden verdiğimiz emeklerin tek amacıdır.
Şerefvarid olan 4 teşrin-i sani 1322 tarihli tezkere-i ali-i daveranelerine cevabdır: Kadıköy ve Haydarpaşa Frer mektebinde lisan-ı Türki muallimliğinde bulunan zatın, nezaret-i acizice celb ve davet edildiğine dair bervech-i kayd malumat olmadığı anlaşılmış olmağla, ol babda
Özel Komisyon Başkatipliğine
19 Kasım 1906 tarihli Yüce Vezirimizden (Bakandan) şerefle gelen tezkereye (sorunun yazılı olduğu pusula/kağıt) cevaptır: Kadıköy ve Haydarpaşa Frer Okulu’nda (Saint Joseph Lisesi) Türkçe öğretmenliği yapan kişinin, nezaretimizce (bakanlık) çağrıldığı ve davet edildiğine ilişkin bir kayıt olmadığı anlaşılmıştır.
Özel Komisyonlar
Abdülhamit döneminde istihbarat faaliyetlerine verilen önemi yazımızda belirtmiştik. Bu dönemde bakanlıklar içerisinde münhasıran “Özel Komisyonlar” kurulduğu da biliniyor. Danıştığımız Hocalarımızın bize verdiği detay ise: “bu komisyonların çalışmalarının dışarıya kapalı olması” Belgeyi incelediğimizde imzasız ve hangi bakanlığa bağlı komisyon adına cevaplandığını göremiyor olmamız bu detayı destekler nitelikte. Kısacası istihbarat faaliyetlerinin olmazsa olmazı “gizlilik” ilkesi belgeye yansımış durumda.
Yazımızda öne sürdüğümüz tezi özetleyerek, yukarıdaki belge ışığında değerlendirmelerimize geçebiliriz.
Enver Hoca’nın yabancı bir misyon okulunun içinde, devletin görevlendirmesiyle başladığı görev sırasında, üstelik yabancıların çoğunlukla yaşadığı bir semtte, birkaç Türk-Müslüman öğrenci ile bir kulübün insan kaynağını oluşturması”
Kadıköy ve Haydarpaşa’da şubeleri olan Saint Joseph Lisesi’nde Türkçe öğretmenliği kişinin Enver Hoca olduğunun maddi kanıtlarını sunmuştuk. Fotoğraflar ve dönemin tanıklarının yazdıkları da kendisinin İstanbul’da öğretmenlik yaptığını doğruluyordu. Siciline göre o tarihte İstanbul’da görev yapan bir gümrük memuru olduğu kesin.
Peki yukarıdaki belgeyi nasıl okumalıyız? Bakanlıklara bağlı özel komisyonların belirli aralıklarla toplandığı ya da bilgi alma amacıyla davetlerde bulunduğu anlaşılıyor. Bu toplantılara da komisyonlar adına çalışan ya da komisyonlarla ilişkisi olan kişiler davet edilmekte. Belgeye göre; bakanlık, 1906 Kasımı ayında komisyona, önceki toplantıya Enver Hoca’nın davet edilip edilmediğini soruyor. Komisyon ise kendisine davet gönderilmediği cevabını veriyor.
Belge üzerinden tezimizi destekler nitelikteki yapacağımız çıkarım: Enver Hoca’nın özel komisyon tarafından bilinmesi. Faaliyetlerinin bir parçası olması. Daha önceden toplantılara çağırılıp çağırılmadığı, 1906’dan sonra ne oldu da bakanlığın böyle bir soru sorma ihtiyacı hissettiği şimdilik soru işareti. Umudumuz ve gayemiz odur ki arşivin derinliklerinde yeni belgeler karşımıza çıkar ve gerçekler tescillenmiş olur.
Hasan Basri Bey’in Anıları
Tezimizin ilk aşamasını oluşturan Enver Hoca’nın “Devlet tarafından görevlendirilmiş bir memur” olması yargısının altını bu belge ile çizdikten sonra, “Türk-Müslüman öğrencileri futbol ile bir araya getirip Fenerbahçe’nin altyapısını oluşturması” kısmına geçebiliriz.
Fenerbahçe’nin ilk kadrosunda yer alan bir diğer Saint Joseph Liseli genç olan Hasan Basri Bey’in, 1932 yılında Türkspor Dergisi’nde yayınlanan hatıralarında, Fenerbahçe’nin kuruluş günlerine ait şu ifadeler yer alıyor:
“İlk kulübüm olan Kadıköy’de (Kadıköy Futbol Kulübü) üç sene bulundum ve bu müddet zarfında kulübüm hep şampiyonluğu korudu. Fakat üç sene sonra bu kulüpten ayrılmak zorunda kaldım. Sebebine gelince: Fransız Mektebi’nde Enver Bey isminde bir Türkçe öğretmenim vardı. Sadi Bey ve Ziya Bey (Nurizade Ziya) bu öğretmen ile beraber bana gelerek, Kadıköy Kulübü’nü terk edip yeni kuracakları kulüpte beraber çalışmamızı istediler. Bu üç hürmet ettiğim adam, böyle bir Türk kulübü doğarken bir yabancı kulüpte ve Rumlarla beraber oynamaman ve kendileri ile beraber bir İslam kulübü yapılması çaresini arayıp çalışmam gerektiğini söylediler. Bu, benim arayıp da bulamadığım bir şeydi. Ben de, kulübün sadece Türklerden oluşması şartıyla birlikte çalışacağımızı vaadettim. (…..) Kendi kanımdan kardeşlerimle bir Türk ve Müslüman kulübünün büyüyüp yaşaması için çalışacaktım”
Hasan Basri Bey’in hatıralarından anladığımız kadarıyla, Enver Hoca, sadece okuldaki öğrencilerini Fenerbahçe’ye yönlendirmekle kalmamış aynı zamanda semtin gayrı müslim takımlarında top koşturan Türkleri de Fenerbahçe’ye kazandırmaya çalışmış. Hasan Basri örneğinde görüldüğü gibi bunu da başarmış. Yazıdan ortaya çıkan bir diğer önemli nokta da, Hasan Basri’nin kendisini ziyarete gelen heyetin başı olarak Enver Hoca’yı işaret etmesi. Şüphesiz en önemli çıkarımımız Hasan Basri’yi ikna etmeye gelen heyetin “Türk ve Müslüman” kulüp vurgusunu yapması.
Fenerbahçe’nin İnsan Kaynağı
Bu belgelerle beraber Enver Hoca’nın Fenerbahçe’nin kuruluşundaki rolüne ilişkin bir tanık daha bulmuş oluyoruz. Nasuhi Esat ve Sait Selahattin’den sonra Hasan Basri’nin de yazdıkları Enver Hoca’nın kuruluştaki rolünü doğrulamış oluyor. Satırlarımızı önceki yazımızın sonuç kısmında yer alan değerlendirmemiz ile bitiriyor, giriş kısmında belirttiğimiz gibi tarihi gerçeklerin ortaya çıkması için emek veren tüm tarih meraklılarının da katkılarını beklediğimizi belirtmek istiyoruz.
“Mülkiye’den mezun olan Enver Hoca’nın yabancı bir misyon okulunun içinde, devletin görevlendirmesiyle başladığı görev sırasında, üstelik yabancıların çoğunlukla yaşadığı bir semtte, birkaç Müslüman Türk öğrenci ile bir kulübün insan kaynağını oluşturması Fenerbahçe Tarihi’nde öne çıkarılması gereken en önemli noktadır. Enver Hoca’nın bir Türkçe öğretmeni iken beden eğitimine verdiği önem, birlik beraberlik ve yardımlaşma üzerine yaptığı vurgular ve modernist bakış açısı dönemin ruhunu yansıttığı gibi; kulübün fikri altyapısının oluşmasına da etki etmiştir”
Barış KENAROĞLU – Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Enver Hoca II / Yeni Belgeler
Not : Fenerbahçe’nin 1914’deki Rusya seyahati sırasında Hasan Basri Bey de vardı. Yukarıdaki resimde ayakta, sağdan beşinci sırada…
“Fenerbahçe’nin ‘Kuruluş’ hikayesinin, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar süren Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme yılları içerisinde; toplumsal, politik hatta ekonomik olarak incelenmesi gereken özel bir anlamı vardır. Fenerbahçe’nin kuruluşu farklı bir bakış açısıyla değerlendirilip, yeniden yazılması gereken tarihi meseleleri de içerisinde barındırır. Kulübün kurumsal tarih tezi kapsamında kabul ettiği olgulardan birçoğunun bugün ‘mesele’ olarak değerlendirilmesinin sebepleri, döneme ilişkin kaynakların yetersiz olması ve az sayıdaki araştırmacının resmi tarih tezinden ayrılmamak konusunda gösterdikleri bilinçli çabadır. Fenerbahçe’yi kuran ve kuruluşunda pay sahibi olan kişilerin hayat hikayeleri ve kuruluştan sonra geçen yıllardaki faaliyetleri; ‘Fenerbahçe’nin Kuruluşu’nu özel kılan ana unsurlardır. Bu unsurlar, dönem için kalıplaşmış yargıların değişmesi ya da bazı ender durumlarda da desteklenmesi için yeniden yazdığım Fenerbahçe’nin kuruluş tarihinin ana dayanaklarından birisi olacaktır.”
Bir süredir üzerinde çalıştığımız “Fenerbahçe’nin Kuruluşu” adlı kapsamlı araştırmanın giriş kısmı bu satırlarla başlıyor. Detayları önümüzdeki aylarda araştırma yayınlandığında gün yüzüne çıkacak olan birçok “mesele” var bu dönem ile ilgili. Bugün, Fenerbahçe’nin kuruluş hikayesinin en önemli meselesini bu yazının konusu olarak sunmak istiyoruz: “Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Enver Hoca”
Kadıköy, Saint Joseph ve Fenerbahçe
Enver Hoca’nın Fenerbahçe’nin kuruluşunda oynadığı rol, Saint Joseph Lisesi’nde Türkçe öğretmeni olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Fenerbahçe’nin kuruluşu, 1864 yılından beri Moda’da faaliyet gösteren bu okulun varlığı ile yakından ilgilidir.
Moda ve Kadıköy, İstanbul’un “Küçük Britanya” diye anılan, yabancı nüfusun çoğunlukta olduğu bir semtlerinin başında gelmekteydi. Kadıköy bu demografik yapısı nedeniyle başkent genelinde hüküm süren Padişah Abdülhamit kaynaklı baskıdan etkilenmemekte; semtte, şehrin geri kalanına göre “Liberal” bir yaşam tarzı hüküm sürmekteydi. Gittikçe zayıflayan devlet mekanizmasının varlığını sürdürebilmesi için yabancı devletlerle kurduğu ilişkilerde “denge” politikasını benimseyen Padişah, genellikle onları kızdırmamak için kendi topraklarında yaşayan yabancıların özgürlüklerine dokunmuyordu.
Futbol, İstanbul’da, bu koşulların bir araya gelmesiyle Kadıköy’de doğdu. Bu doğumun hangi yıla denk geldiği tartışmalı olsa da İstanbul’da yabancılara yönelik yayın yapan Levant Herald Gazetesi’nin 1 Aralık 1906 tarihli sayısında yer alan şu ifadelerin tartışmayı bitirecek nitelikte olduğu düşünülebilir. “Futbol, çok uzun yıllardır İstanbul’da oynanmasına rağmen, 1895-1897 yılları arasında şehri ziyaret eden İngiliz Kraliyet gemilerinin mürettebatıyla yapılan maçlarla başarılı bir şekilde hayatımıza giriş yapmıştır.”
Gazetenin değerlendirmesine göre artık Kadıköy’ün genç nesli futboldan başka bir şey düşünmemekte, havanın güneşli ya da yağmurlu olmasını önemsemeyen 5000’e yakın kişi önemli maçları seyretmek için toplanmaktaydı.
Futbol Sıkı Takip Altında
Yabancıların özgürce futbol oynadıkları Kadıköy’de Türklerin bu spora ilgi duymamaları düşünülemez. Ancak ülkede yaşayan yabancılara ve Müslüman olmayan vatandaşlara karşı izlenen hoşgörülü politikadan, Türkler faydalanamıyor, Black Stockings örneğinde olduğu gibi en ufak girişim bile cezalandırılıyordu. Özetle, bu dönemde futbol “sıkı takip altındaydı.”
Türklerin özendikleri yabancılar gibi futbol oynamaya başlamasında iki büyük etken vardır. Bunlar, 1839’da başlayan Tanzimat dönemi ile eğitimde modernleşme kapsamında açılan okullar ve 1902 yılından sonra ülkede siyasi iklimin değişmesidir.
1854’te Beyoğlu’nda ilk açtığı binasından 1864 yılında Moda’ya geçen ve 1870’de bugünkü yerine geçen Saint Joseph Lisesi ve 1868’de açılan Mekteb-i Sultani, Fransız eğitim sistemine göre dizayn edilmişti. Arnavutköy’de 1863 yılında açılan Robert Kolej ise Amerikan eğitim sisteminin İstanbul’daki temsilcisi konumundaydı. Bu üç okulun yapısı birbirinden farklı olsa da Türk futbolunun doğuşunda rolleri büyüktür.
Müslüman olmayan öğrencilerden kurulu Robert Kolej’in futbol takımı İstanbul Futbol Ligi’ne katılmıştı. Kolejin öğretmenlerinden Reşat Danyal, Black Stockings’i kuran kadroda yer almış ve kısa ömürlü bu kulübün başkanlığını yapmıştı.
Osmanlı Devlet mekanizmasına memur yetiştirmek üzere kurulan Mekteb-i Sultani 1905 yılında bünyesinden Galatasaray Futbol Takımı’nı çıkarmış ve bu takım ilk Türk takımı olarak İstanbul Futbol Ligi’ne katılmıştı.
Okullar Hafiye Baskısından Kurtuluyor
Peki Türk gençleri daha birkaç sene önce peşlerindeki hafiyelerin baskısından top oynamaya korkarken nasıl oldu da takım kuracak kadar cesaret buldular?
Bu sorunun yanıtı gelişen siyasi olaylarda gizlidir. Devlet, bu yıllarda doğuda çıkan ve hızla yayılan vergi isyanları, Balkanlar’daki kaynaşmalar, Ermeni ayaklanmaları, yurtdışına kaçan Jön Türkler’in faaliyetleri ile uğraşıyordu. Bozulan ekonomiyi de hesaba katarsak, Türklerin futbol oynaması bu sayılanların yanında dikkate alınacak bir tehlike değildi. Ki zaten Mekteb-i Sultani, Osmanlı seçkinlerinin çocuklarını devlete memur olarak yetiştiren bir okuldu. Bu sebeple başlayan sportif faaliyetlere engel olunmaması okulun öğrencilerine bürokrasinin tanıdığı bir ayrıcalıktı. Moda’da eğitim veren Saint Joseph ise, tıpkı Robert Kolej gibi yabancı misyonu tarafından kurulmuş, bu özelliği ile Osmanlı Devleti’nin kontrolünde olmadan eğitim veriyordu.
Kurthan Fişek’in “Türkiye Spor Tarihi” adlı kitabındaki analizi bu dönemde okulları ile kurulan futbol takımları arasındaki ilişkiyi net bir şekilde açıklamaktadır: “Takımların büyük bölümünün mektepli oluşu, her türlü örgütlenme ve kalabalıklaşmanın yasak olduğu bu dönemde, okul duvarları arkasında ve spor yapılmasının sağladığı güvenceyle açıklanabilir.”
Her üç okulun öğrenci sayılarını incelediğimizde Müslüman öğrenci sayısının en fazla olduğu okul Mekteb-i Sultani’ydi. Saint Joseph’in Türk futbolunun başlamasına en büyük etkisi Fenerbahçe’nin kuruluşundaki payından birkaç yıl önce Mekteb-i Sultani’nin futbol topu ile tanışmasıyla ortaya çıktı. Saint Josephli bir öğretmenin Fransa’dan getirdiği futbol topu, bir öğrenci aracılığıyla Mekteb-i Sultani’ye gelmişti. Bu olaydan yıllar sonra Galatasaray’ın kurucusu Ali Sami Yen, 1904 yılında Kadıköy’de izlediği maçtan sonra bir takım oluşturmaya karar verdi. Galatasaray ve Robert Kolej gibi okul takımlarının da içinde olduğu İstanbul Futbol Ligi’nin karşılaşmaları bugün Fenerbahçe Stadı’nın olduğu yerde oynanıyordu.
Yabancıların tekelinden çıksa da hakimiyetlerinde oynanan ve çoğu kez de üstünlükleriyle biten lig maçlarının izleyicileri arasında Kadıköylü Türk gençleri de vardı. Bu gençlerin 1907 yılına gelindiğinde Fenerbahçe’yi kuran kadroyu oluşturduklarını açıklıkla söyleyebiliriz. Peki Saint Joseph Türkçe öğretmeni Enver Hoca bu kadronun neresinde yer alıyordu? Enver Hoca bugün neden Fenerbahçe Tarihi’nin bir meselesi olarak değerlendiriliyor?
Enver Yetiker’in Hayatı
Basit bir internet aramasında karşımıza çıkan biyografisinin ötesinde bir hayat hikayesi var Enver Yetiker’in. Bu hikaye ile beraber kendisi hakkında daha önce sorulmamış soruları sorup, yanıtlarını bulmaya çalışacağız. Hayatının Fenerbahçe ile kesişen döneminden öncesini aktarmadan önce bir teşekkür ile başlamak istiyorum. Barış Eymen’in saatlerce yaptığı arşiv taramalarından bulduğu vesika olmasaydı, Enver Hoca ile ilgili soruları asla soramayacağımızı bilmenizi isterim. Binlerce sayfalık “Sicill-i Ahval” defterlerinden birinde bulduğu Enver Hoca’nın sicil kaydını transkripte ederken duyduğum heyecanı, umarım satırlarıma da yansıtabilirim.
Devlet memurlarının resmi faaliyetlerinin kaydının tutulduğu Sicill-i Ahval Defteri’ne göre; Enver Efendi, 1869 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Ayasofya Dersiamlarından Adilcevazlı Abdurrahman Hulusi Efendi’dir. Dersiamlık, zamanın medreselerine özel bir sınavla alınan ve dini ve sosyal alanlarda ders verebilen özel statülü müderrislere verilen isimdi. Bu mesleğin önemi devletin istihdam ettiği dersiamların tüm ülke sınırları içerisinde toplamda 120 kişi olmasıyla açıklanabilir.
Enver Efendi orta ve lise eğitimini tamamladıktan sonra, Mülkiye Mektebi’ne girdi. Cumhuriyet döneminde Ankara’ya taşınan Mekteb-i Mülkiye, o yıllarda İstanbul’da eğitim veriyordu. 1892 yılında 23 yaşındayken okulu bitiren Enver Efendi, ‘gümrük memuru’ olarak göreve başladı. Kayıtlara göre, Arapça ve Fransızca biliyordu. 1907 yılının Ağustos ayında ‘istatistik kalemi müdür yardımcılığı’na yükseldi. 1909 yılına kadar bu görevde kaldı. Bu tarihte ‘müfettiş yardımcısı’ oldu ve Bulgaristan sınırına atandı. Enver Efendi’nin sicili kayıtları 1912 yılına kadar geliyor ve gümrük müfettişi olarak yürüttüğü kariyerinin aşamalarını ortaya koyuyor.
Saint Joseph Lisesi’nde Bir Türkçe Öğretmeni
Görüldüğü üzere Enver Efendi’nin sicilinde öğretmenlik yaptığı ile ilgili bir kayıt yok. Biz ise Enver Hoca’nın 1904 yılından itibaren Saint Joseph Lisesi’nde öğretmenlik yaptığını, özel arşivlerde ulaştığımız fotoğraflarından biliyoruz. Peki Saint Joseph ile devletin ilişkileri nasıldı? Bahsedildiği gibi Saint Joseph, Fransa merkezli bir misyon okuluydu. Arşivleri incelediğimizde okul ile ilgili bazı vesikalara rastladık. Zaptiye ve Maarif Bakanlıkları memurlarının hazırladıkları raporların yer aldığı bu vesikalarda, okulda okutulan bazı kitapların İslam dinine hakaret ettiği iddiaları yer alırken, Müslüman ailelerin çocuklarını bu okula göndermesinin engellenmesi istenmekteydi. Bu bilgiler ışığında Enver Hoca’nın hayatının buraya kadar kısmı ile ilgili sormamız gereken bir soru var:
“Bir devlet memuru olan Enver Efendi, devletin alenen karşısında durduğu bir okulda nasıl öğretmenlik yapabilmektedir ve bu görev sicil kayıtlarında neden yer almamaktadır?”
Bu soruya yanıt verebilmek için önce Enver Hoca’nın öğretmenlik günlerine dönmemiz gerekiyor. Enver Hoca’nın iki öğrencisinin anlattıkları hem o günlerde Saint Joseph’in yapısı hem de öğretmenleri ile ilgili değerli bilgiler veriyor.
Öğrencileri Anlatıyor
Bu öğrencilerden ilki Said Selahattin Cihanoğlu. 1971 yılında “Sporculuk ve Avcılık Hatıralarım” adıyla yayınladığı anılarında o günleri şöyle anlatıyor: “1905 senesinde Kadıköy’ünde Sen Jozef Fransız Mektebi’nde talebe idim. O devirde mektepte Bulgar, Romen, Yunanlı hatta Rusya’dan gelen talebeler vardı. Mekteb-i Sultani’de olduğu gibi talebeler arasında yapılan spor müsabakalarında daima bu ecnebi talebeler birincilik alırlardı. O zamanlar ecnebi talebelerden birincilik koparmak bir mesele idi, buna hep hasret içinde idik.”
Cihanoğlu’nun anlattıklarından anlıyoruz ki, okulda zaten azınlıkta olan Türk öğrenciler, sportif yarışlarda yabancı arkadaşlarının gerisindeler ve bu durum onları bir hayli rahatsız ediyor. Yüzyılın başından itibaren özellikle Balkanlarda yükselen milliyetçilik akımının, başkent topraklarında da yaygınlaşmaya başladığını, Jön Türkler’in de etkisiyle özellikle genç kuşakta bir uyanış olduğunu da değerlendirmeye almalıyız. Öğrencileri futbol topu ile tanışmış hatta bunu karşı kıyıdaki Mekteb-i Sultani ile de tanıştırmış olsa da bu dönemde Saint Joseph’ten belirli bir düzen içerisinde çıkmış bir futbol takımına rastlamıyoruz.
Futbolun doğduğu toprakların merkezinde oldukları düşünülürse öğrencilerin bu spora ilgili oldukları yönünde fikir yürütebiliriz. Nitekim bu yolla giden araştırmacılar, Moda’daki bir başka Fransız okulu olan Faure Mektebi’nin Rum oyunculardan oluşan futbol takımını, Saint Joseph futbol takımı ile karıştırmışlar, hatta Mekteb-i Sultani öğrencilerinin futbol takımının ilk maçlarını Saint Joseph ile yaptığını ileri sürmüşlerdir.
Bugün Faure Mektebi’nin varlığı ve Galatasaray’ın ilk futbol maçını bu okulun takımı ile yaptığı ortaya çıkmasına rağmen, birçok kaynakta ve Fenerbahçe resmi internet sitesinde bu yanlış bilgi yer almaktadır. Saint Josephli Türk öğrencilerin yabancı arkadaşlarına özenerek ve onların gerisinde kaldıkları için rahatsızlık hissederek geçirdikleri günlerde karşılarına Enver Hoca çıkmıştır.
Bir diğer öğrencisi Nasuhi Esat Baydar, Enver Hoca’yı şöyle tarif ediyor: “Ufak tefek, elmacık kemikleri çıkık, kılığı itinasız, ilk bakışta dikkati çekmeyen bir adamdı. Fakat kara gözlerini gözlerinize diktiği ve söz söylemek için etlice dudaklarını oynattığı anda şahsiyetinin sihrine kapılırdınız. Saint-Joseph Koleji’nde Türkçe hocamız Enver Bey’i, evde ve sokakta sık rastlamadığımız insanlardan olduğu için, çok beğenir ve severdik. Bilgisi genişti. Derhal prensiplere intikal eden bir zekası vardı. Her şeyin ‘Niçin’ini araştırdığı, bulduğu ve kolayca anlattığı için her bilmediğimizi kendisinden öğrenebileceğimizi düşünürdük”
Belgeler
Okuldaki Türk öğrencilerin psikolojisini ve Enver Hoca’nın karakteri hakkındaki izlenimlerini gördükten sonra sorduğumuz soruların yanıtlarına geçebiliriz. Bu soruların ortaya çıkma nedeninin Enver Hoca’nın sicil kaydında Saint Joseph’de öğretmen olarak yaptığı görevin yazılı olmaması olduğu söylenmişti. Dikkat çeken bu bilginin üzerine okul hakkında resmi makamlarca yazılan raporların içeriği de eklenince Enver Hoca’nın öğretmenliği hakkında aydınlatılması gereken bir şüphe oluşmuş oldu. Bu şüpheyi girmek için Saint Joseph Lisesi arşiv kayıtlarına bakma yönündeki çabamız sonuçsuz kaldı. Nihayetinde Salt Arşivi’nde karşımıza çıkan bir belge Enver Hoca’nın Saint Joseph’de öğretmenlik yaptığını kanıtlamamızı sağladı. Bu belge, Osmanlı Bankası’na ait bir mevduat cüzdanıydı ve Enver Hoca’nın karşısında “Saint Joseph Koleji Türkçe Öğretmeni” yazıyordu. Bu aşamada devam eden arşiv taramasında karşımıza çıkan bir vesika, oluşan soruların yanıtlarına ulaşmamızı sağladı.
Vesika 1897 yılına aitti ve Gümrük Nezareti’nden Hariciye Nezareti’ne yazılmış bir raporu konu ediyordu. Raporda, Saint Joseph Lisesi’ne Fransa’dan gelen kitapların içeriklerinin kontrol edilmesi sırasında okul tarafından gönderilen görevli ile çıkan tartışma detaylı şekilde anlatılıyordu.
Bu rapor Gümrük Nezareti’nin okul ile olan ilişkisini ortaya çıkarması anlamında büyük öneme sahip. Çünkü rapor yazıldıktan birkaç yıl sonra bir gümrük memuru olan Enver Efendi’nin okulda öğretmenliğe başlamasının sebebi bu raporda gizli. Gerek bu bilgiler gerekse o dönemin öğrencilerinin aktardıkları birleşince Enver Efendi’nin Enver Hoca olarak okula girmesinin bir görevlendirme sonucu gerçekleştiği anlaşılıyor.
Devlet Tarafından Görevlendirilen Bir Memur
Okulu dışardan kontrol etmenin zorluğuna karşın devlet otoritesinin, içeriye bir kişi sokarak olan biteni öğrenmek istemesi sorunun yanıtıdır. Abdülhamit döneminde istihbarat faaliyetlerine verilen önemi de göz önünde bulundurduğumuzda ortaya attığımız tez böylece bir temele oturmuş oluyordu. Enver Hoca, devlet tarafından görevlendirilen bir memur olarak Saint Joseph’e girmişti. Nitekim Rüştü Dağlaroğlu’nun Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihi adlı eserinin 1987 yılındaki genişletilmiş baskısında yer verdiği Enver Hoca’nın şu ifadeleri de tezimizi destekleyecek nitelikteydi. “Rolüm, istibdat içinde kıvranan gençlere hürriyet sevgisi aşılamaktı. Futbol toplantıları bu iş için en uygun zamanlardı.”
Enver Hoca’nın Fenerbahçe’nin kuruluşunda oynadığı rol Saint Joseph’de öğretmen olmasıyla başladı. Kulübün tarih yazımında farklı dönemlerde değişik şekillerde değerlendirilen bu rol, günümüze kadar hep tartışıldı.
Enver Hoca kendi deyimiyle “baskıcı düzen içerisinde ezilen” Türk gençlerine hürriyet düşüncesini aşılamak için futbolu seçmişti. Abdülhamit’in bir memuru olarak görevlendirildiği okulda “Hürriyet” fikrini benimsetmeye çalışması ilk bakışta bir tezat olarak görülebilir. Ancak mezun olduğu Mülkiye’nin Jön Türk fikirlerinin yaygınlaştığı bir okul olması bu durumu biraz da olsa açıklığa kavuşturmaktadır.
Enver Hoca’nın 1913 yılında dönemin İttihatçı Maliye Bakanı Cavit Bey döneminde İngiliz Crawford isimli bir gümrük uzmanına hazırlatılan sınavı kazanarak müfettiş olan üç kişiden biri olduğu da düşünülürse fikren Abdülhamit ideolojisinden uzak olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kendisini baskı altında hisseden öğrencilerinden Nasuhi Esat Baydar, Enver Hoca ile bir derste yaşadığı diyaloğu şöyle aktarıyor. “Bir gün derste arkadaşlardan biri: ‘Hasan ve Hüseyin Efendilerimizin başlarını kesenler bunları birbirine atarak oynamışlar; top oyunu da böylece ortaya çıkmış. Bunun için, top oynamak günahmış, doğru mu?’ dedi. Yaman bir psikolog olan, bize daima ölçülü olmamızı tavsiye eden, her fikrini bir ayetle, bir atasözü ile, bir kısa hikaye ile benimsetme yolunu tutmuş olan Enver Bey’in o günkü hiddeti görülecek şeydi: ‘Oyun çocuklarla gençlerin başlıca haklarındandır; çocuklarına oyunu yasak edip onların hareket ve faaliyetini haylazlık ve terbiyesizlik sayan milletler ölüme mahkumdur. Medeni dünyanın gençleri top oynuyorlarsa siz de top oynayın, bunun aksi gerilik ve bedeviliktir’”
Enver Hoca’nın futbol hakkında sorulan soruya verdiği yanıttan, öğrencileri arasında futbolun popüler olduğu, top oynamak istense de sosyal ve dini baskılardan oynanamadığı anlaşılıyor. Şüphesiz Saint Josephli Türk gençleri lig maçlarını takip ediyorlardı. Kurulan takımlardan da haberdardılar.
Enver Hoca Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Nerede?
Bu paragraf ile birlikte Enver Yetiker’in Fenerbahçe’nin kuruluşundaki rolü üzerine yapılan tartışmaları ve karşıt görüşleri değerlendireceğiz. Öncelikle belirtmek gerekir ki Enver Hoca’yı Fenerbahçe’nin gerçek kurucusu sayanlar Saint Josephli Türk öğrencileri. Yaptığım alıntılarda da görüldüğü üzere Nasuhi Esat Baydar ve Sait Selahattin Cihanoğlu bu görüşü anılarında aktarıyorlar.
Karşı tarafta ise kulübün bir diğer kurucusu Necip Okaner’in yazdığı mektup aracılığı ile bu görüşe karşı çıkışı var.
Nasuhi Esat Baydar Anlatıyor
Nasuhi Esat Baydar’ın İdman Dergisi’nde 1913’te yazdığı yazıda belirttiği görüşü ile Necip Okaner’in 1952 yılında yazdığı mektup arasında geçen 39 yılda Enver Yetiker’in kuruluştaki rolü kaynaklardaki farklılıklardan da görüleceği üzere hep tartışmalı kalmış.
İlk görüşü destekler ifadeleri aktararak başlayalım. Kuruluşun 6.yılında, Nasuhi Esat şunları söylüyor: “1907 yılında Saint Joseph Türkçe öğretmeni Enver Bey, eski öğrencilerinden beş altı futbolcu genci bir araya toplayarak bir kulüp kurmak arzusunda bulunduğunu bildirmişti. Bu fikre bütün arkadaşları katılmış ve akşamları Moda çayırında idman yapmaya başlamışlardı. Altı kişilik futbol takımı olmazsa da Enver Bey ve arkadaşları oluşturdukları kadroya bir isim vermeyi unutmamışlar, o zaman hiçbir siyasi fikre mal edilmemesi için Fenerbahçe ismini bulmuşlardı. Fenerbahçe o zamandan itibaren idmanlarına hız verdi, böylece dört beş ay içinde üye sayısı yirmiye ulaştı. Biraz sonra Enver Bey ‘Fahri Başkanlık’ makamından çekildi. Kulübün yönetimi, girişken ve faal olan Nurizade Ziya Bey’e verildi.”
Nasuhi Esat Baydar, 1913 yılında anlattığı kuruluş hikayesini 1944 yılında Öz Fenerbahçe Dergisi’ne verdiği röportajda detaylandırıp, son cümlesiyle de bir anlamda tamamlıyor: “Enver Bey güvendiği birkaç talebesine, “Fenerbahçe” adıyla kurulmakta olan futbol kulübüne girmelerini tavsiye etti. Fenerbahçe’ye gidip egzersiz yapmak üzere, Moda İskelesi’nde buluşmaya davet etti. Orada kulüp idare heyeti ile tanıştık. Nurizade Ziya, Hasan, Ayetullah, Bahriyeli Necip, Hintli Asaf Beyler, bize oranla yaşlı başlı adamlardı. Fenerbahçe’de, fenerin önündeki genişlikte, Enver Bey’i bulduk. İngiltere’den yeni getirilmiş olan sarı ve beyaz yollu kulüp formalarımızı Ziya Bey dağıttı. İki takım halinde karşı karşıya dizildiğimiz zaman Enver Bey ortada yer aldı. Ve bize, futbolun toplumsal faydalarından, takım ruhundan, birbirine yardımın her dinde esas olduğundan, yakın zamanlarda yardımlaşma ihtiyacını şiddetle hissedeceğimizden bahsederek topa ilk vuruşu yaptı. Fenerbahçe Kulübü, memlekette yeni bir devir başlamak üzere iken, gençlerin birbirini tutmaları, sevmeleri, kuvvetlenip neşelenmeleri amacıyla Hoca Enver Bey tarafından kurulmuştur.”
Sait Selahattin Cihanoğlu Anlatıyor
Said Selahattin Cihanoğlu ise Enver Hoca’nın Fenerbahçe’nin kuruluşundaki rolünü şöyle anlatıyor: “Türkçe hocamız Enver Bey isminde çok sevdiğimiz ve kendisine büyük bir hürmetle bağlandığımız bir kişi vardı. Enver Bey her cumartesi günleri, öğleden sonra bizi Fenerbahçe’ye futbol oynamaya götürürdü. İki takım yapardı. Birinin ismi Fenerbahçe, diğeri de Sen Jozef olurdu. o devirde Abdülhamit korkusuyla kulüp ismini vermeye kimse cesaret edemezdi. Türk öğrenciler arasına yabancı ve yerli gayrimüslim öğrencileri doldururdu. Yıllar böylece pek çabuk geçmişti. 1907’de Nurizade Ziya Bey, Ayetullah, Bahriyeli Enver (Yazarın Notu: Necip Okaner’in ön adı Enver’di) ve Hakkı Beyler Fenerbahçe Kulübü’nü kurma girişiminde bulundular. Enver Hoca kulübün isminin Fenerbahçe olması konusunda ısrar ediyordu. Özel bir yaratılışta ve Avrupai zihniyette bir kişi olan Ziya Bey Reis oldu. Çok mükemmel İngilizce bilen Ziya Bey Moda’daki İngilizlerle derhal temasa geçerek kulübü geliştirdi.”
Rüştü Dağlaroğlu Anlatıyor
İki öğrencisinin aktardığı bilgilerin benzerini 1949 yılında Enver Yetiker ile yaptığı röportajdan sonra Öz Fenerbahçe Dergisi’nde yazdığı uzun yazıda dile getiren Rüştü Dağlaroğlu ise, onun kulübü kuran bir numaralı üye olduğunu ilan etmişti. Yazıda dikkat çeken iki konu vardı. Birincisi Enver Hoca’nın kulübün renkleri olarak kırmızı-beyaz’ı seçmeyi düşünse de bu renklerden “milliyet”i temsil ettiği için vazgeçerek Fenerbahçe çayırındaki papatyalardan esinlenerek sarı-beyaz’da karar kıldığıydı. İkinci konu ise kulübün idare heyeti seçilirken Nurizade Ziya Bey’in başkan olduğu, Enver Hoca’nın resmi bir görev almadığıydı. Enver Hoca’nın Fenerbahçe’nin gerçek kurucusu olduğunu öne süren bu görüşleri 4 madde ile özetleyebiliriz:
– Saint Joseph’de öğretmenlik yaparken bir futbol kulübü kurma fikri Enver Hoca’ya aitti.
– Enver Hoca, öğrencileri arasından birçok kişiyi kulübe kazandırmıştı.
– Kulübün adı ve renkleri Enver Hoca tarafından belirlenmişti.
– Enver Hoca, kulübün ilk idare heyetinde görev almamış, sadece Fahri Başkanlık görevini yürütmüştür.
Karşıt Görüşler ve 1 Numara Kim Sorusu
Bu görüşlere karşı Necip Okaner’in 1952 yılında Rüştü Dağlaroğlu’na yazdığı mektuptaki ifadeleri koyabiliriz. Okaner mektubunda “Enver Bey’in kulüpte hiçbir zaman resmî olarak görev almadığını, kulübün kuruluşu ile bir alakası olmadığını” belirtmiştir.
Bu görüşü paylaşanlardan biri de 2007’de yayınlanan Asr-ı Fener’in yayın kuruludur. Kitapta Enver Hoca’nın kurucu olduğunu söyleyen Nasuhi Esat’ın bu iddiasının diğer tanıklarca doğrulanmadığı, Nasuhi Esat’ın bu iddiayı ortaya atmasının sebebi olarak da kendisini Fenerbahçe’ye kazandıran kişinin Enver Hoca olması yazmaktadır. Kitaba göre Enver Hoca’yı Fenerbahçe ile tanıştıran kişi Nurizade Ziya Bey’dir. Rüştü Dağlaroğlu’nun 1949 yılında benimsediği görüşünden vazgeçtiği de kitapta yer alan bir diğer ifadedir.
Gerçekte Dağlaroğlu, 1949 yılındaki düşüncelerinden Necip Okaner’in 1952 yılında kendisine yazdığı mektuptan hemen sonra vazgeçmemiştir. Bunun en büyük kanıtı Enver Yetiker’in 1955 yılında ölümünün ardından Cumhuriyet Gazetesi’ne yazdığı veda yazısıdır. Bu yazı “Fenerbahçe Kulübü büyük ve muhterem kurucusu ve 1 numaralı üyesini kaybetmiş bulunuyor” diye sonlanmaktadır.
Fenerbahçe’nin tarihini 1957 yılında kitaplaştıran Dağlaroğlu’nun görüşünü Enver Yetiker’in ölümünden sonra değiştirdiği kesindir. Kapsamlı eserinde Enver Yetiker için “Öğrencilerinin Fenerbahçe’yi kurmasına içten yardımcı olmuş ve kulübün ilk üyeleri arasında yerini almıştır.” ifadesini kullanması görüşünü değiştirdiği tarihi belirlememizi sağlamıştır.
Kitabını 1987 yılında, o yıla kadar genişleterek yeniden yayınlayan Dağlaroğlu, Bu kez Enver Yetiker’i kurucular sıralamasında 4.sıraya yerleştirmiştir. Yazılanlar ışığında Enver Hoca’nın kurucu olmadığını ileri sürenlerin görüşleri üç maddede özetlenebilir:
– Enver Hoca’nın kurucu olduğu iddiası öğrencisi Nasuhi Esat Baydar’a aittir ve diğer tanıklarca desteklenmemektedir.
– Enver Hoca, Fenerbahçe’nin kuruluşunda öğrencilerini takıma kazandırarak kulübe katkı sağlamıştır.
– Fenerbahçe’yi iki arkadaşı ile beraber kuran Nurizade Ziya Bey, Enver Hoca’yı Fenerbahçe ile tanıştıran kişidir.
Kulübün Enver Yetiker’e Bakışı
Peki Fenerbahçe Spor Kulübü kurumsal olarak Enver Yetiker’e nasıl bakmaktadır? Bu sorunun yanıtı için bakmamız gereken ilk yer şüphesiz kulübün tüzükleri. Fenerbahçe’nin ilk tüzüğü 1913 yılında yazılmış ve içerisinde kurucuların isimlerine yer verilmemiş. 1923’te yazılan ikinci tüzükte ise kurucular kıdemlerine göre şu sırayla yer almıştır:
Nurizade Ziya (Songülen)
Enver Bey (Yetiker)
Galip Bey (Kulaksızoğlu)
Nasuhi Esat Bey (Baydar)
Haccarzade Tevfik Bey (Taşçı)
Şimdi de 2016 yılında kabul edilen kulübün son tüzüğünün 2.maddesinde yer verilen kurucuları sıralayalım:
Ziya Songülen
Ayetullah Bey
Necip Okaner
Asaf Beşpınar
Enver Yetiker
İlk tüzük ile son tüzükte yer alan kurucular listesi arasındaki fark dikkat çekici durumdadır. 1923’te 2.sırada yer verilen Enver Bey, 2016’da 5.sırada kendine yer bulmuş gözüküyor. İki listenin de ortak tarafları Nurizade Ziya Songülen’in kurucular listesinde ilk sırada olması ve sırası değişse de Enver Hoca’nın her iki listede de yer almasıdır.
Şüphesiz kurucular listelerindeki tutarsızlıklar, yıllara göre silinen ve eklenen isimler bambaşka bir araştırmanın konusu. Asıl konumuza dönecek olursak, Enver Yetiker’in kulüple 1949 yılına kadar kaynaklarda yer alan hiçbir teması olmamıştır. Bu tarihte ise Fenerbahçe Stadı’nın açılışında, açılışı yapan kişilerden biri olarak fotoğraf karelerine girmiştir. Enver Hoca’nın 1955’teki ölümünün ardından kulübün gazetelere verdiği ölüm ilanında kendisinden “Kulübümüzün kurucusu ve 1 numaralı üyesi” diye bahsedilmiştir. Yüksek olasılıkla Rüştü Dağlaroğlu tarafından kaleme alınan bu ilan Fenerbahçe Spor Kulübü’nün kurumsal olarak Enver Yetiker’i son kez anmasıdır.
Günümüzde resmi internet sitesinde yer alan tarihçede Enver Yetiker’den şu şekilde bahsedilmektedir: “Kulübün ismi, başkanı, amblemi ve formaları seçilmiş, mesele sadece formaları giyerek bu ismi tescil ettirecek 11 Türk gencinin bir araya getirilmesine kalmıştı. Bu konuda da en mühim rolü St. Joseph Mektebi Türkçe Öğretmeni Enver (Yetiker) Bey üstleniyordu.” Bu ifadeden, Fenerbahçe kurumsal tarih tezinin, önceki sayfalarda sözü edilen ikinci görüşe paralel olduğu; Enver Hoca’nın kulüp kuruluşundaki katkısının, takıma oyuncu bulmaktan öteye geçmediği anlaşılmaktadır.
İstiklal Madalyalı Kurucu
Enver Hoca’nın hayatının Fenerbahçe ile kesişmeyen yıllarında yaşadıklarını sıralayarak meselenin çözümleme bölümüne geçelim. Enver Bey, 1909 yılında müfettiş yardımcısı olarak Bulgaristan sınırına atandı. 1913 yılında girdiği sınavı kazanarak müfettiş oldu ve sırasıyla Trabzon ve İzmir’de görev aldı. Kurtuluş Savaşı’nın başladığı yılda görev yeri Sirkeci, görevi ise gümrük müdürlüğü idi. Anadolu’ya silah kaçırılmasında aktif görev alması sebebiyle 1938 yılında İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi. Ölene kadar Kızıltoprak İstasyon Caddesi’nde yaşadı.
Enver Hoca için yapılan tartışmalar ve yıllar içerisinde değişen değerlendirmeler böylece sona eriyor. Çalışmanın sonuç kısmında değerlendirmelerimizi aktaracağız.
Sonuç
Öncelikle iki zıt görüşün düşüncelerinin tek ortak noktası Enver Hoca’nın Fenerbahçe’nin kuruluşunda öğrencilerini takıma kazandırmasıdır. İki yıl önce kurulan ve Galatasaray adını alan Mekteb-i Sultani futbol takımında top oynamaya başlayan Galip (Kulaksızoğlu) onun son sınıftaki öğrencilerindendi. Galip’in Galatasaray’dan ayrılarak yeni kurulan Fenerbahçe’ye gelmesinde Enver Hoca’nın payı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu kuvvetli varsayımın yanında alt sınıflardaki öğrencileri Galip ile temas ettirerek Fenerbahçe için idman yapmalarını sağladığı dönemin iki tanığı tarafından teyit edilmiş bir gerçektir. Galip’in ortaokulu Mekteb-i Sultani’de okuduktan sonra liseye Saint Joseph’de başlaması ve kısa süre Galatasaray’da top oynadıktan sonra Fenerbahçe’ye katılmasını “Fenerbahçe’yi Galatasaraylılar kurdu” şeklinde değerlendirmelere karşı Enver Hoca’nın kişiliği ve Saint Joseph’deki faaliyetleri, öne sürülecek kuvvetli bir olarak argüman olarak elimizdedir.
Enver Hoca’nın Büyük Rolü
Enver Hoca’nın gerçek kuruculardan olmadığını öne sürenlerin en etkili söylemi olan Nasuhi Esat Baydar’dan başka tanık olmadığı görüşü de Sait Selahattin Cihanoğlu’nun aktardıklarıyla çürümektedir. Kulübün adı, renkleri gibi daha detaylı araştırma ve farklı kaynaklardan onay gerektiren konular üzerinde olmasa da, takım oluşturma aşamasında Enver Hoca’nın katkısı konusunda şüphe yoktur. Özellikle Sait Selahattin’in ilerleyen yaşına rağmen berrak bir zihne sahip olduğu bilgisi, Enver Hoca’nın rolü hakkında yaptığımız değerlendirmelere dayanak olmuştur.
Mektup
Her iki tanığın da Saint Josephli olması sübjektif değerlendirme yaptıkları şüphesini doğursa da, son tüzükte adları sıralanan 5 kurucudan sadece Necip Okaner’in Saint Joseph ile ilgisi yoktur. (Okaner’in 1952’de Rüştü Dağlaroğlu’na yazdığı mektup düşünüldüğünde bu ayrıntı daha da önemli hale gelmektedir. Bugün Dağlaroğlu Ailesi’nde bulunan mektubun deşifre edilmesi konunun açıklığa kavuşması için önemlidir) Dolayısıyla Fenerbahçe’nin, kurulduğu semtin bu en büyük okulu ile inkar edilemez bir bağı vardır. Kulübün kuruluşundan kısa bir süre geçtikten sonra başlayan Meşrutiyet dönemi ve devamında İttihat ve Terakki rejiminin de etkisiyle zayıflatılmaya çalışılan bu bağ şüphesiz okulun Fransız misyonunu temsil etmesinden kaynaklanmaktadır.
Fenerbahçe Tarihinin En Önemli Noktası
Meşrutiyet devrinin temellerini atan Jön Türkler’in başat aktörlerinden Mizancı Murat’ın yakın geçmişte verdiği tarih derslerinin etkisinin sürdüğü bir ortamda Mülkiye’den mezun olan Enver Hoca’nın yabancı bir misyon okulunun içinde, devletin görevlendirmesiyle başladığı görev sırasında, üstelik yabancıların çoğunlukla yaşadığı bir semtte, birkaç Müslüman Türk öğrenci ile bir kulübün altyapısını oluşturması Fenerbahçe Tarihi’nde öne çıkarılması gereken en önemli noktadır.
Enver Hoca’nın bir Türkçe öğretmeni iken beden eğitimine verdiği önem, birlik beraberlik ve yardımlaşma üzerine yaptığı vurgular ve modernist bakış açısı dönemin ruhunu yansıttığı gibi; kulübün fikri altyapısının oluşmasına da etki etmiştir.
1923 Tüzüğünde sıralanan kurucular listesi şüphesiz hatalıdır. Ancak ilk iki sırada yer alan Nurizade Ziya Bey ve Enver Bey isimleri bu hatalı sıralamanın içerisinde doğru yerleştirilmiş iki isimdir. Kulübün maddi ihtiyaçları, 1903 yılında Saint Joseph’den mezun olduktan sonra eğitimini İngiltere’de tamamlayıp yurda dönen Ziya Bey tarafından sağlanmış, Enver Hoca ise kulübe insan kaynağı bulmuş, öğrencilerini kulübe yönlendirmiştir. Ziya Bey’in gerek maddi gücü gerekse popüler bir kişi olması bu görev dağılımında etkili olmuştur. Kulübün kuruluşunda yer alan bu iki isim, tıpkı diğer kurucu Necip Okaner gibi kuruluştan 1 yıl sonra kulüp yönetiminden ayrılarak bir daha aktif görev almamışlardır. Bu ayrılışlar ve kulübün girdiği bunalım, tamamlanacak olan çalışmamızın içerisinde detaylarıyla analiz edilecek konu başlıklarından biridir.
Nasuhi Baydar‘ın Öz Fenerbahçe yazılarına devam ediyoruz. Sırada Fenerbahçe’nin 1 numaralı üyesi Enver Yetiker var. Nasuhi Bey “Yıkılma Devrinde Bir Kurucu Hoca Enver Bey” diyerek bu idealist öğretmeni yâd etmiş. Bu arada kuruluş tarihine de bir yorum katmış. Fakat 1913 tarihinde yazdığı “Fenerbahçe’nin İlk Tarihçesi“nde yine kendisi 1907 yılını telaffuz ediyordu. Türk spor tarihi yazılırken kaynakların eskiden yeniye doğru taranması böyle durumlarda işe yarıyor işte. Her zaman için daha eski olan, daha muteberdir… Muhtemelen takvim geçişlerindeki mutad hatalar nedeniyle 1907 değil 1908 şeklinde belirtilmiş. Keyifli okumalar…
Ufak tefek, elmacık kemikleri çıkık, kılığı itinasız, ilk bakışta dikkati çekmeyen bir adamdı. Fakat kara gözlerini gözlerinize diktiği ve söz söylemek için etlice dudaklarını oynattığı anda şahsiyetinin sihrine kapılırdınız.
Saint-Joseph Koleji’nde Türkçe hocamız Enver Bey’i, evde ve sokakta sık rastlamadığımız insanlardan olduğu için, çok beğenir ve severdik. Bilgisi genişti. Derhal prensiplere intikal eden bir zekası vardı. Her şeyin “Niçin”ini araştırdığı, bulduğu ve kolayca anlattığı için her bilmediğimizi kendisinden öğrenebileceğimizi düşünürdük.
Bir gün derste, arkadaşlardan biri söz istedi:
Hasan ve Hüseyin Efendilerimizin başlarını kesenler ve bunları birbirine atarak oynamışlar; top oyunu da böylece zuhur etmiş, ve bunun için, top oynamak günahmış, doğru mu? dedi.
Yaman bir psikolog olan, bize daima itidal tavsiye eden, her fikrini bir ayetle, bir atasözü ile, bir kısa hikaye ile telkin yolunu tutmuş olan Enver Bey’in o günkü hiddeti görülecek şeydi:
Topu kesik başa benzetenlerin kafaları kopsun! diye söze başladı ve “Oyun çocuklarla gençlerin başlıca haklarındandır; çocuklarına oyunu yasak edip onların hareket ve faaliyetini haylazlık ve terbiyesizlik sayan milletler ölüme mahkumdur. Medeni dünyanın gençleri top oynuyorlarsa siz de top oynayın, bunun aksi gerilik ve bedeviliktir” derken susuverdi: Sultan Hamit saltanatının son demleri idi.
Bir iki hafta geçmedi, Enver Bey güvendiği birkaç talebesine, “Fenerbahçe” adıyla kurulmakta olan futbol kulübüne girmelerini tavsiye etti. Sınıfımızın en yaşlısı olan Galip’le temas edecektik. Galip de bizi, bir tatil günü, Fenerbahçe’ye gidip egzersiz yapmak üzere, Moda İskelesi’nde buluşmaya davet etti. Orada kulüp idare heyeti ile tanıştık : Nurizade Ziya, Hasan, Ayetullah, Bahriyeli Necip, Hintli Asaf Beyler, bize nispetle yaşlı başlı adamlardı. Fenerbahçe’de, fenerin önündeki genişlikte, “Kadıköy Kulübü”nün iki meşhur oyuncusu, Hasan ve Hüseyin’le Enver Bey’i bulduk.
İngiltere’den yeni getirilmiş olan sarı ve beyaz yollu kulüp formalarımızı Ziya Bey dağıttı. İki takım halinde karşı karşıya dizildiğimiz zaman Enver Bey ortada yer aldı. Ve bize, futbolun içtimai faydalarından, takım ruhundan, birbirine yardımın her dinde esas olduğundan, yakın zamanlarda tesanüd ihtiyacını şiddetle hissedeceğimizden bahsederek topa ilk vuruşu yaptı. Fenerbahçe kulübü, memlekette yeni bir devir başlamak üzere iken, gençlerin birbirini tutmaları, sevmeleri, kuvvetlenip neş’elenmeleri maksadile 1908 ilkbaharında, Hoca Enver Bey tarafından kurulmuştur.