Etiket: Hikmet Feridun Es

  • İbnürrefik’in Ölümü

    İbnürrefik’in Ölümü

    İbnürrefik Ahmet Nuri Sekizinci, Türk tiyatro tarihi için olduğu kadar Fenerbahçe için de önemli bir isim. Merhum başkanımızın yolunun Fenerbahçe’ye nasıl çıktığını da Nasuhi Baydar’ın İbnürrefik’in ölümü ardından yazdığı yazıdan öğreniyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İbnürrefik Öldü

    Evvelki gece, geç vakit, İbnürrefik Ahmed Nuri’nin öldüğünü duyan tanıdıkları, sanırım ki, benim gibi buna önce inanmamak istemişler ve sonra ölümün şaka götürmez olduğunu düşünerek yüreklerinin sızladığını sezmişlerdir.

    İbnürrefik’te öyle bir dinamizm vardı ki gittikçe çöken bu adamı iş başında görenler onun ölüme yaklaşmakta olduğunu düşünemezlerdi. O kadar cana yakın bir insandı ki iyice tanıyıp da ona dost olmamak olamazdı.

    Yirmi yıl kadar önce İbnürrefik’i, İstanbul’da, Kadıköyü’nde bir iyilik kurumunun üyesi olarak tanımış ve o vakitler güzel sanatlarla da uğraşan bir spor kulübümüze girmesine önayak olmuştum. Birkaç ay sonra, kulüpte temsil için çalışan gençler, sık sık yapılan toplantılarda, kendilerine, candan alkışlayan yüzlerce seyirci bulacak kadar ilerlediler. Mimiği, sahne kurallarının inceliklerini onlara öğreten İbnürrefik’ti. “Ceza Kanunu”ndaki “Bican Efendi” rolünü yapacak gence, kendinden umulmaz bir çeviklikle iskemlenin üzerine fırlayıp, peltek konuşmasıyla, rolünü öğreten “Hudud ve Sevahil Sıhhiye İdaresi” muhasebecisi, kara sakallı ve redingotlu İbnürrefik hala gözlerimin önündedir.

    Bir gün geldi ki, İbnürrefik, yolunu şaşırmış delikanlılar gibi, muhasebeciliğini bırakıp, her şeyden üstün tuttuğu sanatın peşinden gitti ve yazdığı ve adapte ettiği piyesler Darülbedayi repertuvarını doldurup taşacak ve yoldaşlarını kıskandıracak kadar ün aldı.

    Uzun zaman gözden kaybettiğim İbnürrefik’i bir-iki yıl önce Ankara’da halkevinin temsil işleriyle uğraşır buldum. Yolunda her şeyden vazgeçmiş olduğu tiyatronun en dedikodusuzuna, kendi ruhuna uygun olan en amatörcesine kavuşmuştu. Bir akşam Halkevi gençlerinin arasında, yüreği onlarınki kadar genç, bir piyeste rol aldı.

    O gün mü üşüttü, bilemediğimiz bir derdi mi vardı, yoksa küçükken hızlı yürümesini, olgunluğumuzda kısalmamasını ve ihtiyarlığımızda çabuk geçmemesini istediğimiz yıllar, törpüleyip yıpratıcı ödevlerini mi tamamlamışlardı? O da her fâni gibi devrilip gitti.

    İbnürrefik’te sahne en yılmaz bir işçisini kaybetmiştir. Onun, kimsesi varsa, onların ve onlar kadar yoldaşlarının da acısı bizimdir.  

    8 Mart 1935 – Ulus Gazetesi (Nasuhi Baydar)


    Ceza Kanunu Müellifi Öldü

    Kısa bir Ankara telgrafı: Tanınmış piyes muharrirlerinden İbnürrefik Ahmed Nuri ölmüş…

    Ölümünü şu iki satır arasında öğrendiğiniz bu büyük sahne adamı Türk tiyatrosuna hadsiz hesapsız eser vermiş bir adamdır.

    “Hisse-i Şayia”yı, “Ceza Kanunu”nu, “Sekizinci”yi, “Dokuzuncu”yu, sahnemize hediye eden gene odur.

    Türk sahnesinde bir “Bican Efendi” tipini yaratan gene bu İbnürrefik Ahmed Nuri’dir.

    Gözlerinizi bir an kapar, birkaç yıl geriye dönerseniz bu eski tiyatro üstadının bir zamanki büyük sahne hâkimiyetini pek âlâ hatırlayabilirsiniz.

    Hisse-i şayianın, Bican efendinin, Ceza kanununun sahnede görüldüğü zamanlar İbnürrefik Ahmed Nuri ne idi?. Ne parlak bir tiyatro şöhreti idi…

    Unutmamalıdır ki İbnürrefik Ahmed Nuri bizde ilk defa pek çok rağbet gören tiyatro muharrirlerinden biridir. Bu itibarla ilk defa büyük halk kitlelerini piyesinin, eserinin önüne çeken bir tiyatro muharriridir. Halka tiyatro zevkini verenler arasında İbnürrefik Ahmed Nuri baş safta gelir.

    İbnürrefik Ahmed Nuri mesleğine âdeta bir aşkla merbuttu. O temaşa denilen şeyin hangi şubesinde kendisini göstermedi ki… Sahneye çıktı, aktörlük etti, Görenler pekiyi aktör olduğunu söylerler.

    Hesapsız tiyatro eserleri, küçük küçük sayısız komediler yazdı. Kendisinin filime çekilmemiş, fakat bitmiş birçok senaryoları vardı. Ve en nihayet bir filimde ehemmiyetli bir rol oynadı. Ve pek çok ta muvaffak oldu…

    İbnürrefik Ahmed Nuri bütün bu hareketlerile temaşaya ne kadar düşkün olduğunu gösteriyor…

    Şimdi şu satırları yazarken gözümün önüne Ferah tiyatrosunda aktör Şadi’nin odası geliyor. Büyük aktör, İbnürrefik Ahmed Nuri, ben… Oturuyoruz, İbnürrefik Ahmed Nuri aktörlük hayatından bahsediyor:

    – “En büyük arzum neydi biliyor musunuz?” diyor… “Sahnede oynarken ölmek…”

    Zavallı “Hisse-i Şayia”, “Ceza Kanunu” muharriri… Onun başının içinde sahne, işte böyle, bir sevgili kucağı gibi üstünde ölüm bile tatlı gelen bir yerdi…  

    9 Mart 1935 – Akşam Gazetesi (Hikmet Feridun)

  • Kadıköy Parkı

    Kadıköy Parkı

    “Fenerbahçe ve Kadıköy tarihi birbiriyle bir bütündür” düsturundan hareketle, bir süredir ara verdiğimiz semt yazılarını aktarmaya devam ediyoruz. Kadıköy Parkı yazısı, 87 yıl önceden, Hikmet Feridun Es imzasıyla geliyor… Müthiş fotoğraf, her zamanki gibi Seyhun Binzet ağabeyimizin koleksiyonundan… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Akşamüstleri Kadıköy Parkı

    Hani ipek feraceliler? Nerede ipek yaşmaklılar arasındaki süzgün bakışlar?

    “Kuşdili, Fenerbahçe âlemleri tarihe karıştı ama burası onların yerini tutacağa benziyor… »

    İstanbul’da yeni bir mesire yeri gün geçtikçe parlıyor, kalabalıklaşıyor:

    Kadıköy iskelesinin önünde yapılan park…

    Bilhassa Cuma akşamları iskele parkı iğne atsanız yere düşmeyecek bir şekilde kalabalık oluyor. Yeşil tahta sıralarda zaman oluyor ki altı kişi omuz omuza oturuyor. Yer bulamayanlar ise bir aşağı, bir yukarı piyasa etmekle vakit geçiriyorlar.

    Yer bulmak için daha öğle zamanından gelenler mi istersiniz? Tramvaydan atlar atlamaz park tarafına koşanlar mı?

    Dört kişi oturup dolmuş sıralara da yaklaşarak: “Canım… Biraz sıkışın da ben de şunun kenarına ilişeyim!” diye kafa tutanlar mı?

    Parkın deniz kenarındaki iskemlelere rağbet son derece. Burası âdeta bahçenin hususî mevkii gibi bir şey. Öyle ya… Bir taraftan deniz görünüyor, bir taraftan vapurdan çıkanlar, bir taraftan otobüslere binenler, otobüslerden inenler, bir taraftan da tramvayla gelip gidenler… Öyle bir yer ki dört başı mamur. Bir yeşil sıranın köşeciğine iliştiniz mi? Ooh… Kekâ…

    Arkadaşımla beraber tamamile komple surların arkasından ilerledik. Önümüzde yer avcılığına çıkmış yaşlı başlı iki bey konuşuyor:

    – Kuşdili, Fener bahçe piyasaları tarihe karıştı, çayır âlemleri artık mazi oldu amma burası onun yerini tutacak galiba azizim.

    Öteki sanki arkasında bıraktığı gençlik senelerinin tatlı günlerini hatırlamış gibi memnun memnun gülümsedi:

    – Evet amma… Nerede burada o cakalı fayton arabaları? Hani ipek yaşmaklar arasındaki süzgün bakışlar? Nerede arabasının bir köşesine yaslanmış şemsiyesi elinde güzel feraceliler?

    Lâkin adamcağız daha sözünü bitirmedi. Parkın tam önünde enfes bir spor otomobili durdu. Direksiyonunda genç bir kız oturuyordu. Sert bir hareketle otomobilin kapısını açtı, Yere atladı.

    Önümdeki yaşlı beyler biribirlerine bakıştılar. Bu sefer gülümsemek sırası ötekine gelmişti:

    – Azizim… Faytonun, feracenin yerlerini başka şeyler almış!

    – Öyle…

    Uzaklaştılar…

    Burada yer bulmak tramvayda yer bulmaktan çok daha müşkül. Güç hal ile bir sıraya ilişecek kadar birer yercik bulabildik. Yanımızdaki sırada bir alay delikanlı. Aman efendim. Ne neşe, ne neşe… Kendilerine baktım da ruhiyat profesörü Şekip beyin “Gençlik kahkaha ile ölçülür. Neşeniz devam ettiği müddetçe gençsiniz” sözlerine yerden göğe kadar hak verdim. Gayet doğru…

    Genç olup olmadığınızı anlamak mı istiyorsunuz? Ne yüzünüzdeki buruşukluklara, gözlerinizin etrafındaki çizgilere, ne de saçlarınızda mı? İşte mesele burada… Eğer neşeniz yerinde ise sizden daha genci yoktur.

    Bunun için ilerimizdeki gençlerin yeşil tahta sırası âdeta bir kahkaha ve neşe membaı gibi… Kahkahanın bini bir para… Her şeye, amma her şeye gülüyorlar.

    Vapur geliyor gülüyorlar, vapur gidiyor gene gülüyorlar.

    Tramvay geliyor gülüyorlar, tramvay gidiyor gene gülüyorlar.

    Otobüs geliyor gülüyorlar, otobüs gidiyor gene gülüyorlar.

    Bahçıvan çiçekleri suluyor, gülüyorlar.

    İhtiyar bir kadın kâğıt helvacıdan torununa kâğıthelvası alıyor, ona da gülüyorlar.

    Karşıdan dört genç kız göründü. Dördü de bir örnek giyinmişler… Lâcivert ceketler, sarı kemerler… Delikanlıların gözleri genç kızlara dikildi. Biribirlerini dürtüklediler:

    – Fenerliler geliyor! Fenerliler geliyor!

    Fakat genç kızlara bakanlar yalnız bizim sıra komşumuz delikanlılar değildi. Arkadaki sırada oturanlarda da şafak atmıştı. Sarı lacivertli kızlar önlerinden geçerken birisi uzun uzun ofladı. Sonra arkasından bir vecize yumurtladı:

    – 17 senedir Galatasaraylı idim kardeşim… Bu dakikadan itibaren Fenerli oldum gitti…

    Bu söz üzerine delikanlılar durur mu? Onlar aşağı kalır mı hiç… Öteki sırayı bastırmak için delikanlılardan biri manzum olarak ilânı aşk etti:

    “İnce belde sarı kemer / Yaşasın şanlı Fener”

    Bir de “Bizde şair yetişmiyor” derler efendim. Delikanlılar böyle manzum sözlere başlayınca arkadaki masada sıska bir adam da aşka geldi. O da başladı:

    “Fener geliyor ah Fener / Galatasarayı değil”

    Bir türlü dördüncü mısraı bulup çıkaramadı…

    – Burada elektriğe lüzum yok kardeşim… Fener gelince ortalık biner mumluk ampuller konulmuş gibi aydınlanıyor.

    Sarı kemerli hanımlardan biri dönüp bunu söyleyene iltifat etti:

    – Terbiyesiz!

    Yanındaki arkadaşı da Fransızca konuştuğunu belli etti:

    – Embessil!

    İskele yanına şirketin artık iskelet halinde kalmış “Fenerbahçe” vapurunu bağlamışlar…

    Parka girdiğim zaman karşıma ilk çıkan yaşlı zatlar tekrar önümden geçerken:

    – “Birader” diyorlardı, “Şu Fenerbahçe vapuruna baktıkça yüreğim sızlıyor.  Onda öyle hatıralarım, öyle tatlı hatıralarım vardır ki… Hiç unutmam, şu yan kamarada bir gün köye dönüyorum. Kapı açıldı. İçeriye…”

    Önümden geçtikleri için konuşmalarının alt tarafını işitemedim.

    Parktan çıkıyordum, İzmarit toplayan saçı sakalına karışmış iki adam. Biri sordu:

    – Bu gece neredesin?

    Öteki parmağile iskeleye bağlı eski Fener bahçe vapurunu işaret etti:

    – Fenerbahçe apartımanında.

    – Hangi katta?

    – Havalar soğudu… Alt kamaradayım!

    Akşama görüşürüz öyleyse, diyerek biribirlerinden ayrıldılar.

    2 Ekim 1934 – Akşam Gazetesi – Hikmet Feridun (Akşamüstleri Kadıköy Parkı)

  • Bostancı Suadiye Tramvayları

    Bostancı Suadiye Tramvayları

    Hafta sonu keyif okumasını Hikmet Feridun Es’in “Bostancı Suadiye Tramvayları” yazısı ile yapalım dedik. 1934 yılından geliyor…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bostancı Suadiye Tramvayları

    Bostancı, Suadiye tramvaylarına bindiniz mi?. Binmediyseniz size tarif edeyim. Kapıları yandan. Vagona girdiniz mi? Evvelâ küçük bir sofa… Burası ayakta duracak yolculara mahsus… İki tarafında, iki küçük odacık… Birisinin koltukları maroken kaplı, öteki tahta sıralı. Biri birinci mevki, öbürü ikinci… Eğer sofada ayakta duracak olursanız o da ikinci…

    Tramvayın yan kapıları hareket etti. Yolcunun biri ikinci mevki ile birinci mevki arasında durmuş. Genç bir adam… Bir ayağı birincide, bir ayağı ikincide… Arkadaşı sordu:

    – Yahu sen birincide misin? İkincide mi?

    – Bitarafım kardeşim…

    Bitaraf, fakat biletçi gelince işin rengi değişti. Kondüktör bütün dikkatiyle gözlerini genç adamın birinci mevkide duran ayağına baktı:

    – Birinci mevki bileti alacaksınız… dedi.

    – Sebep?

    – Bir ayağınız birincide…

    Bu bilet ihtilâfı devam ededursun, ben de sanki büyük bir transatlantiği, meselâ Bremen vapurunu geziyormuşum gibi çifte mevkili tramvay arabasını dolaşmağa başladım.

    İkinci mevkide iki adamcağız konuşuyorlar:

    – Yahu… Sigara içeceğim amma korkuyorum?

    – Neden?

    – Ya dumanı birinci mevkie giderse… «Efendim vakıa kendiniz ikincide oturuyorsunuz amma sigaranızın dumanı birincide…» diye bilet keserler…

    Biletçinin «ne dolaşıyorsun, bir yere otursana…» gibi dik dik bakışları karşısında tramvay arabası içinde fazla dolaşmağı münasip görmedim, Birinciye girip oturdum.

    Pencereden bakarken bir şey dikkatime çarptı. İstanbul tramvaylarında olduğu gibi buranın tramvaylarına arabalar yürürken hiç kimse atlayıp binmiyordu.

    Çocuklar tramvaya asılmıyorlardı. Hayret ettim. Sebebini sordum.

    Biletçi:

    -Atlayacak, asılacak yer yok ki… dedi…

    Hakikaten baktım. Tramvayın kapıları kapanınca basamaklar ortadan kalkıyordu. Bunun için arabalar yürürken atlayıp binmeğe ve inmeğe imkân yok. Doğrusu birçok kazaların önüne geçen bu tarz kapılara pek memnun oldum.

    Tramvay Altıyol ağzına gelmişti. Oldukça yaşlı, gözlüklü bir bey içeri girdi, İkinci mevkie doğru yürümeğe başladı, Fakat birinciden bir zat seslendi:

    – Mehmet Ali Bey… Mehmet Ali Bey… Teşrif etsenize…

    Mehmet Ali Bey ikinci mevkie girmişken döndü. Yüzünü ekşitti.

    İstemeye istemeye birinci mevkie ahbabının yanına yürüdü.

    Mehmet Ali Bey bir müddet sonra sabredemedi. Ağzından – hem de yüksek sesle – baklayı çıkardı:

    – Birader… Bu tramvayların bir muzipliği var. İnsan ikinciye binmek niyetiyle içeriye giriyor. Birincide her halde bir ahbaba rasgeliyor. Bir davet haydi içeri… Yeni arabalar insanı masraftan çıkarıyor yahu…

    Baktım, Birinci mevkide oturanların ekserisi hanımlar. İkincide oturan tek bir kadın göremedim.

    Bu sırada gözüme tramvaydaki levhalar ilişti. Hepsi de gayet kati bir lisanla yazılmış bir sürü emirler.

    «Sigara içilemez!»,

    «Para bozulamaz»…

    Daha bunun gibi bir alay kumanda…

    Aklıma İstanbul tramvayları geldi. Hiç değilse orada bu gibi levhalar halktan rica tarzında yazılı…

    «Para bozulamaz!» ne demek?

    Halka karşı biraz daha hürmetli bir dil kullanılamaz mı?

    Bütün bu kati emirlerin yanında «dileklerinizi bize bildirin» levhası asılı. Şimdilik tramvay şirketinden dileğimiz şu… Halka karşı biraz daha hürmet… Mesela «yolcularımızın bozukluk para vermeleri rica olunur.» denilebilir.

    Halkla daima temasta bulunan umumi müesseselerin her şeyden evvel nazarı dikkate alacakları şey halkı saymağı öğrenmektir, Tramvaydaki iskemleler, kanepeler İstanbul’da olduğu gibi arka arkaya değil de karşı karşıya. Bunun için karşılıklı oturanlar arasında Kadıköyü’nden ta Bostancı’ya gidinceye kadar bazen ahbaplıklar peyda oluyor.

    Meselâ sağımızda karşı karşıya oturan iki genç mektepli ile iki genç kız…

    Tramvayın geçtiği yolda sağlı sollu ne güzel manzaralar var…

    Enfes deniz, şık şık köşkler, bahçeler…

    Fakat gençlerin bunlara dikkat bile ettikleri yok. Sanki en güzel manzara birbirlerinin yüzlerinde, gözlerinde, ağızlarında, burunlarında imiş gibi… Birbirlerine gözlerini dikmişler, Zaman zaman hiç sebebi olmadığı halde fıkır fıkır gülümsemeler; göz süzmeler…

    Ara sıra pencereden dışarıya bakıyorlar, delikanlılardan biri:

    Güzel kübik bir köşkü gösterip arkadaşına soruyor:

    – Şimdi şu köşkün sahibi olmak istemez misin? Meselâ bu dakikada onun içindesin…

    Meşhur sinema artisti Jon Vaismüller gibi yan saçlarını arkaya atmış olan arkadaşı genç kızların yüzüne bakıyor:

    – O köşkün içinde bulunmak isterim… Amma yalnız mı? diye soruyor.

    Bunun üzerine haydi genç kızlar kahkaha makaralarını salıveriyorlar…

    Suadiye’ye gidinceye kadar belki de aralarında bir nişan merasiminin ilk başlangıçları olmayacağı ne malûm…

    Zaten benim fikrime kalırsa bu karşılıklı iskemleler memlekette nişanların, düğünlerin artmasına çok yardım edecek.

    Yerimden kalktım Sofada iki kişi:

    – Asıl bu tramvaylara banyo, plâj zamanı binmeli… Kim bilir ne çorapsız bacaklar, ne yanık vücutlara rasgeleceğiz…

    İster misin birçok yolcular mayolarla tramvaya binsinler… Meselâ delikanlı Suadiye’den Bostancı’ya gidecek. Mayosunu çıkarıp giymeğe ne lüzum var? O halde tramvaya atlayıveriyor…

    İki mevki arasında duran bitaraf genç adam hâlâ bilet almamıştı. Kondüktöre:

    – Ben birinci mevki bilet alamam… Çünkü bir ayağım ikincide… diyordu… İkinci mevki bileti de alamam… Çünkü bir ayağım birincide… İkinci mevki bileti de bana gelmez,

    Olur mantık değil… Yeryüzünde ne anaforcular var!

    Hikmet Feridun Es | 13 Ekim 1934 – Akşam Gazetesi

  • Zeki Rıza Sporel Röportajı

    Zeki Rıza Sporel Röportajı

    Tuncay Yavuz‘un hazinesinden çıkan (1933 Haziran tarihli ve Hikmet Feridun Es imzalı) Zeki Rıza Sporel röportajı birbirinden sevimli detaylar içeriyor. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Zeki Futbolu Bırakıyor

    Moda Palas’ın yanında büyük bir ev… Kızkulesini andıran bol ışıklı bir oda… Her pencereden insanın gözüne bol bir mavilik çarpıyor. Her oturduğunuz yerden dışarıda çarşaf gibi süzülen denizi görüyorsunuz. Fener’in gözbebeği Zeki ile böyle bir dekor içinde konuşuyoruz.

    “Ben” diyor “Kadıköyü’nü çok severim. 26 sene Kadıköyü’nde oturdum. Sonra Beyoğlu’na geçtik. Fakat doktor tebdil-i hava tavsiye etti. Tekrar Kadıköyü’ne Moda’ya döndük.”

    Sizi stadyumda herkes bilir. Fakat ev hayatınız, 24 saatiniz, zevkleriniz, neler okuduğunuz, evde nelerle meşgul olduğunuz şimdiye kadar hiç yazılmadı. Evvela 24 saatinizden başlayalım.

    “24 saatim… Şimdi gayet muntazam geçiyor. Erken yatıyorum. Erken kalkıyorum. Ve çalışıyorum.”

    Eğlence?

    “Şimdi hemen hemen hiç eğlenmiyorum. İstirahat ediyorum. Fakat 5-6 sene evvel Beyoğlu’nda otururken her türlü Beyoğlu eğlencesini gördüm. İçinde bulundum. Artık Beyoğlu eğlencesi mi dersiniz? Beyoğlu sefaheti mi dersiniz? Bilmem ki… Siz ‘Sporla eğlence, sefahet nasıl telif edilir?’ dersiniz. Fakat ben sporla eğlenceyi telif edebilmiştim. Ne de olsa serde gençlik vardı. Artık benim için bu devir geçti. Şimdi eleğimizi duvara astık.”

    Futbolu ne zaman bırakacaksınız?

    “Bakın size bir haber vereyim. Bu sene futbolu kati olarak bırakıyorum. 34 yaşındayım. Bu benim için futbolu bırakmak çağıdır. Fakat bu çok sevdiğim sporu bana bıraktıran en büyük amil dedikodu meselesidir. Eskiden zevk olarak yaptığım bu spor şimdi benim için yavaş yavaş tahammül edilmez bir dedikodu mevzuu olmuştur. Bu da insanda biraz istikrah ve epeyce nefret uyandırıyor. Senelerce emek verdiğimiz kulüp aşkı olmasa şimdiye kadar çoktan elimizi eteğimizi çekmiştik ama… Zaten bugünkü şerait altında işin zevkini tamamıyla kaybettim.”

    Futbolu bıraktıktan sonra başka sporlarla meşgul olacak mısınız?

    “Tabii… Biniciliği çok severim. Süvarilik yapacağım. Sonra bol bol tenis oynayacağım. Deniz sporlarıyla meşgul olacağım.”

    Gözüm evvela Zeki Bey’in parmağındaki sarı lacivert büyük yüzüğe sonra odadaki eşyanın lacivertliğine ilişti. Her tarafta bol bir lacivertlik. Fenerbahçe’nin rengi. Ben “En çok sevdiğiniz renk galiba” diye söze başlarken o tamamladı:

    “Lacivert…”

    Maçtan sonra o gününüz nasıl geçer?

    Güldü:

    “Vallahi söylemesem daha iyi. Belki fena misal olurum. Maç esnasında uzviyet çok yorulduğu için ben alkol almak ihtiyacını hissederim. Maçtan çıkınca o akşam en çok sevdiğim şey bir iki kadeh bira yahut başka bir alkol almaktır. Yorgunluğum tamamıyla geçer. Bilhassa galibiyet neşesiyle olursa… Fakat sakın gençler ‘Zeki böyle yapıyormuş!’ diye bunu tatbike kalkışmamalıdır. Hiç tavsiye etmem. Bir delikanlı için bu muzır bir âdet olur. Bu bizim gibi yaşını başını almış insanlar için tabii.”

    Yaşını başını almış insan dediniz de aklıma geldi. Niçin şimdiye kadar evlenmediniz?

    Güldü, adamakıllı güldü:

    “Bilmem. Pek meşgul olmamıştım. Bilhassa iki üç sene evveline kadar evlenmek benim için hiç mevzubahis değildi. Fakat yaş ilerledikçe bunun mühim bir ihtiyaç olduğunu hissediyorum. Gençlikte insan kendini yalnız bulmuyor. Sonra sonra…”

    Zeki Bey, birçok genç kızları ümide düşüyorsunuz. Bari hangi tiplerden hoşlandığınızı söyleyin de merak düğümleri çözülsün.

    “Nasıl bir tip mi? Aman bunu bana sormayın. Dedikodu olur. Sonra güzeller esmer, sarışın, kumral, yeşil gözlü olduğu için beğenilmezler ki. Her tipin güzeli güzeldir.”

    Bilmem. Hani erkekler sarışınları severler derler de.

    “Yoo… Her rengin güzeli güzeldir.”

    Köşede büyük bir radyo vardı:

    “Size biraz radyo çalayım mı?” diye ilerledi, düğmeyi çevirdi.

    “Radyo erkekleri eve bağlayan mühim bir eğlencedir. Radyo merakı olan erkek evine erken gelmek ister. Bu da beni eve bağlayan bağlardan biri. Hoş ben şimdi tamamıyla bir sanatoryum hayatı geçiriyorum ya. Fakat radyoyu pek severim.”

    Yemeklerle aranız nasıldır?

    “Mideme hiç düşkün değilimdir. Bilhassa et sevmem. Ekmek yemem. Sebze ve meyve çok severim.”

    Biraz da futboldan bahsettik. Bana futbol hayatının küçük bir tarihçesini iki cümle ile hülasa etti:

    “Tamam 23 sene oynadım. Yirmi üçüncü yıl dönümünde futbolu bırakacağım. Takımlara gireli ve maçlarda bulunalı 20 sene oldu 14 yaşında oynamaya başlamışım demek ki.”

    Bu sırada içeriye Zeki Bey’in yeğeni girdi. Küçük, sevimli bir çocuk:

    “İşte, dedi, en çok sevdiklerimden biri de bu… Büyük bir futbol topu var. Ona ara sıra bahçede futbol dersleri veriyorum. İyi pasları var. Şutları da fena değil.”

    Küçük yeğen de futbolcu dayısına adeta hayran… Koyu bir Fenerli… Bu sırada sokakta müthiş bir gürültü. İnce ince sesler:

    • Pas ver Necati. Pas ver.
    • Dayan Refik. Bu taraftan, bu taraftan.
    • Ofsayt yahu. Dayan. Hah. Pas… Pas…
    • Gooool…
    • Yaşşa…

    Zeki Bey hemen yerinden fırladı, pencereye yaklaştı. Biz de ilerledik. Aşağıda, sokakta çocuklar bezden yaptıkları bir topla futbol oynuyorlar. Zeki Bey’e baktım, onları derin bir şefkat ve muhabbetle seyrediyor. Onlar birbirlerine pas verir, kaleye şut çekerken onun gözlerinin ta içi gülüyor, her birinin hareketini takip ediyor:

    “Bilmezsiniz, diyor, benim için küçüklerin oyununu seyretmek kadar büyük bir zevk yoktur. Onlar futbol oynarken bana adeta güzel bir şiir dinliyormuşum gibi gelir. Bunun için son zamanlarda en mühim işim kulüpte küçükler teşkilatı yapmak, genç takımlar teşkil etmek oldu. Küçüklerin turnuvasını hazırladım.”

    Çocuklar sokakta kavga edip oyunu yarıda bırakıncaya kadar pencerenin kenarında oturduk. Sonra biraz bahçeye indik. Küçük yeğen hemen topu dayısının önüne koydu. Ders başladı. Yeğen mükemmel bir şey. Dayısını bir dinleyişi var ki görmeli. Zannetmem ki hiçbir küçük hiçbir dersi bu kadar dikkatle dinleyebilsin.

    Zeki Bey hem dersle meşgul oluyor, hem bana cevap veriyor:

    Sinemaya gider misiniz?

    “Bakın onu unutuyordum. Sinemayı çok severim. Güzel filmleri hemen hiç kaçırmam. Eğlencelerimden biri de budur.”

    Sevdiğiniz artistler?

    “Modern hayatın, modern yaşayışın hilafına hiçbir sinema artistinin ismini bilmem. Hatta bana bazen kadın ismi söylerler de yanılıp erkek zannederim. Aman bunları yazmayın, sonra bana hanımlar gülerler.”

    Bu kadar sene futbol sahasında pala çaldınız. Herhalde stadyumda bir maceranız, bir gençlik macerası olacak. Bana öyle geliyor.

    Sevimli sevimli güldü:

    “Korkmayın, bu işler stadyuma kadar sokulmaz. Stadyuma ne lüzum var ki? Hem size bir şey söyleyeyim mi? Ben sahaya girdikten sonra etrafımla hiç meşgul olmam. Ne seyircileri görürüm, ne de bağırdıklarını çağırdıklarını işitirim. Yalnız oyunumla meşgul olurum. Esasen bu sırada kalp işiyle meşgul olmak gol kaçırmak demektir.”

    Maçtan evvel heyecan hisseder misiniz?

    “Vallahi çok pişkin olduk. Her maçta heyecan hissetmek. Fakat spor hayatımızda dönüm noktası olacak mühim maçlarda, milli maçlarda bütün pişkinliğimize rağmen gene heyecan hissetmemek mümkün değil. Hatta bazen çok heyecan duyarım.”

    Evde sporla meşgul olur musunuz? Sabahleyin kalkınca jimnastik filan…

    “Hayır… Sabahleyin yedi buçukta kalkarım… Spor, jimnastik yapmam… Evvelden çok yapıyordum, şimdi haftada bir iki…”

    Fenerbahçe’nin gözbebeği, dünyanın en nazik, en hoş genci. Vapuru kaçırmak tehlikesi olmasa onunla bir iki laf daha atardım. Fakat vapur geliyor.

    Allaha ısmarladık.


    Zeki Rıza Sporel Röportajı
    Zeki Rıza Sporel Röportajı
  • Galatasaray’ın 14 Gollü Yenilgisi

    Galatasaray’ın 14 Gollü Yenilgisi

    Arşivlerde Fenerbahçe tarihinin ayak izlerini ararken, sık sık diğer kulüplere de rastlıyoruz. Ve bu rastlantılardan ilginç olanları siteye taşımak suretiyle, Türk spor tarihi üzerindeki soru işaretlerini kaldırmaya uğraşıyoruz. Bu defa karşımıza çıkan isim, Ali Sami Bey ve hikaye de Galatasaray’ın 14 gollü yenilgisi…

    Akşam gazetesinde, Hikmet Feridun Es imzasıyla yayınlanan “Her Gün Bir Hatıra” başlıklı yazı dizisinin 18 Aralık 1936 tarihli misafiri, Galatasaray’ın 1 numaralı kurucusu Ali Sami Yen idi.

    “31 sene evvel, Galatasaray spor kulübünü nasıl kurduk?”

    “Elli kişi bir tarafta, elli kişi öteki tarafta 100 oyuncusu olan futbol takımı!”

    Yukarıdaki alt başlıkların atıldığı yazıda ilginç anlatılar var. Ama herhalde en önemlisi, rahmetli Ali Sami Bey’in “Galatasaray’ın ilk maçı”ndan bahsettiği satırlar. İlginçtir, 1913 tarihli İdman dergisinde, kuruluştan henüz sadece 8 sene sonra listelenen maçlarda bundan bahsedilmiyor. Galatasaray tarihçileri (şüphesiz gayriresmî olmayanlar) belki bir izine rastlamışlardır? Bilemiyoruz.

    Fenerbahçe’de de benzeri bir durum var aslında… 1940’larda tarihlenen bir kulüp süreli yayınında Fenerbahçe’nin ilk maçını 9-0 kaybettiği yazılı ama ne tarih var, ne de başka bir detay. Sonradan bu maç da bir şekilde tarihten silinmiş.

    Sözü daha fazla uzatmadan, sizi ilgili satırlarla baş başa bırakalım. Bakın Ali Sami Bey, Galatasaray’ın ilk maçını nasıl anlatmış…

    Galatasaray’ın İlk Maçı

    Hikmet Feridun Es : Galatasaray kulübü ilk maçı kimle yapmıştır?

    Ali Sami Yen : İlk maçı İngiliz kulübile yapmak istedik. Bir davet mektubu yazdık. Bizi kulüp yerine koyup cevap bile vermediler. Bu cevapsız kalan mektubun sureti hâlâ kulüpte durur. Onlardan cevap gelmeyince ilk maçı Kadıköy kulübile yaptık. Rum kulübile… Bu ilk maçta sıfıra karşı tamam 14 gol yedik… Bundan sonra Kadıköy kulübile pek çok maçlar yaptık. Her maçta yediğimiz goller azalıyordu. Yediğimiz goller azaldıkça biz sevinçten çıldırıyorduk. Mesela bir maçta “Bugün ancak sekiz gol yedik…” diye nerede ise bayram yapacaktık. Nihayet 1909’da benim de oynadığım son Kadıköy-Galatasaray maçında 0-0 berabere kaldık. Bu maçta benim ayağım kırılmıştı. Berabere kalmak sevinci içinde ayağımın acısını bile fark etmedim.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu / Galatasaray’ın 14 Gollü Yenilgisi


    Not : Niyeti halis olan tarihçiler ve tabii meraklılar, söyleşinin tamamı “şurada” bulabilirler. Gayriresmî tarihçiler için de bir not… Bir arkadaşlarına okutmalarına gerek yok; zira yazı Latin alfabesiyle…