Etiket: Hüsamettin Böke

  • 1955 Hatıraları I

    1955 Hatıraları I

    Öz Fenerbahçe dergisinin fotoğraf albümü özelliğinden istifade ederek yazlık bir seriye başlıyoruz… Huzurlarınızda 1955 Fenerbahçe Hatıraları I. Keyifli seyirler…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


  • Sedat Bayur

    Sedat Bayur

    Fenerbahçe’nin “Türkiye Şampiyonu” futbolcularından Sedat Bayur, Fenerbahçe Spor Gazetesi’ne, unutamadığı Güneş maçını yazmış. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sedat Bayur’un Unutamadığı Maç

    Beraberlik bile şampiyon olmamıza mâni idi. Sahaya çıkarken kaptan Büyük Fikret “Hadi bakalım asıl maç şimdi” demişti…

    Sedat Bayur, 1934 senesinde Fenerbahçe kulübünde futbola başlayarak 4üncü, genç ve B takımlarında oynamış ve nihayet 1936 senesinde A takımına girerek üç sezon muvaffakiyetle sağbek olarak sarı-lacivertli kadroda yer almış, tahsil için Ankara’ya gitmek zorunda kalınca da futbolu bırakmıştır.

    Fakat idarecilik sahasında Fenerbahçe’ye yardım etmekten geri kalmamış ve futbol takımında umumi kaptanlık yaptığı gibi, basketbol şubesi kaptanlığına da getirilmiştir. Bu sene sıhhi sebepler yüzünden bu vazifesinden feragat eden Bayur, halen 38 yaşındadır ve Genel Sigorta’da muhasebe ve tahsilât şubeleri müdürü bulunmaktadır.

    Aşağıda O’nun unutamadığı maçın hikâyesini bulacaksınız.

    * * * * *

    Kısa futbol hayatımda birçok mühim maçlar oldu. Bunlar arasında hâlâ unutamadığım karşılaşma ilk defa birinci takımda oynadığım bir şampiyonluk maçıdır. Zira 1936 – 37 senesinde ilk defa tertip edilen milli küme şampiyonası çok kritik bir durum arz ediyor, takımın sona kalan üç mühim maçı; Galatasaray, Beşiktaş ve Güneş karşılaşmalarını kazanması gerekiyordu.

    Beşiktaş ve Galatasaray’ı yenmiş, bir tek Güneş maçımız kalmıştı. Perşembe günkü antrenmandan sonra salonda çay içiyorduk. Antrenör Elliot Pazar günkü maçtan konuşuyor ve takımı açıklıyordu. Birden omuzuma vurarak, “Pazar günü Güneş’e karşı oynayacaksın” dedi.

    O kadar sevindim ve şaşırdım ki, taa maç saatine kadar nasıl oynayacağımı düşünüp, hayaller kurdum. Hatta her gece rüyamda maç yaptım. Hem ilk defa birinci takımda oynayacağım, hem de çok kritik bir karşılaşma olduğu için heyecanlıydım. Zira beraberlik halinde dahi (galiba Galatasaray olacaktı) şampiyonluğu kaybediyorduk.

    O zamana kadar A ve B takımları arasında yaptığımız maçlar çok iddialı olur ve B. Fikret’le çekişirdik. Bu sebepten soyunurken kaptan yanıma gelmiş; “Hadi bakalım asıl maç şimdi, göster kendini” demişti. Bende büsbütün renk atmıştı. Neyse ki sağ haf oynayan Cevat ağabey beni teselli ederek; “Hiç heyecanlanma, antrenmanlardaki gibi oyna, göreceksin muvaffak olursun” dedi.

    O gün; (30 Mayıs 1937) Hüsamettin, Sedat, Lebib, Cevat, Angelidis, M. Reşat, Niyazi, Naci, Namık, Esat, B. Fikret tertibindeki kadromuz güzel bir maç çıkardı. Oyun karşılıklı gollerle 1-0, 1-1, 2-1, 2-2, cereyan etti ve 4-2 lehimize neticelendi. Gollerimizi (aklımda yanlış kalmadıysa) Namık, B. Fikret ve Naci paylaşmıştı.

    Fenerbahçe stadının pistlerine kadar dolup taştığı bu şampiyonluk maçının bir de enteresan hatırası vardır. Fenerbahçelilik aşk ve sevgisinin ne derece kuvvetli olduğunu göstermesi bakımından üzerinde duracağım.

    Sol bek Lebip (Elmas), bir topa çıkışı sırasında düşerek kolu omuzundan çıktı. İlk devrenin 15inci dakikası olmasına rağmen Lebip bu haliyle bütün maçı oynayarak galibiyette maddiyattan çok maneviyat üzerine tesir edip takımı kamçılayarak rol oynamıştı.

    Maçtan sonra bizler Deniz Kulübü’ndeki ziyafete giderken zavallı Lebipçik otomobille hastaneye götürülüyordu.

    O zamanki Fenerbahçelilik işte böyleydi…

    Sedat Bayur – 5 Aralık 1955 – Fenerbahçe Spor Gazetesi

  • 28 Şampiyonluk Yolu

    28 Şampiyonluk Yolu

    9 Eylül 2023 tarihinde yapılan Fenerbahçe Olağanüstü Tüzük Tadili Genel Kurulu‘nda Yönetim Kurulu Üyemiz Sayın Simla Türker Bayazıt‘ın fikri, emeği ve uygulamasıyla hayata geçen 28 Şampiyonluk Yolu, büyük ilgi topladı.

    Unutulduğunu düşünen sporcu aileleri de büyüklerini bu yolda görünce çok mutlu oldular…

    Görselleri seçme ve metinleri yazma onurunu bize layık gördüğü için Simla Hanım’a sonsuz teşekkür ediyor, kronolojik sırayı herkesin görebilmesi için sitemizde de paylaşıyoruz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu




    1907’den bugüne Fenerbahçe ve Türk futbol tarihini izlediniz.

    Ülkemizde 1923’den sonra başlayan ve günümüzde halen devam eden “ulusal” futbol organizasyonları hem tarihi hem de hukuki olarak devamlılık gösteriyor.

    Türkiye Futbol Birinciliği ve Milli Küme, 1959 yılı itibariyle “Milli Lig” adını aldıktan sonra, günümüzde ise “Süper Lig” ismiyle devam ediyor.

    Türk futbolu, kurumsal kimliğini kazandığı 1923 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî tüzük ve kanun maddeleri ile yönetiliyor.

    Tüm bu gerçeklerden hareketle;

    Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunu ve 1959 öncesini inkar etmek

    TARİHİ İNKAR ETMEK,

    ÜLKE FUTBOLUNUN GEÇMİŞİNİ YOK SAYMAKTIR!

  • YKB Arşivinde Fenerbahçe

    YKB Arşivinde Fenerbahçe

    Ağırlığı Selahattin Giz fotoğraflarından oluşan YKB arşivinde Fenerbahçe fotoğrafları birbirinden müthiş sahneleri gün yüzüne çıkarıyor. Bu arşiv araştırması esnasında bizden yardımını esirgemeyen Ayhan Uçar ağabeyimize sonsuz teşekkür ediyor, kendisiyle beraber çalışan ve aynı derecede bize yardımı dokunan büyük Fenerbahçeli merhum Abdullah Gül ağabeyimizi de saygıyla anıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yapı Kredi Bankası Arşivinde Fenerbahçe

    Yapı Kredi Bankası arşivinde Kadıköy ve Fenerbahçe fotoğraflarından bir seçme
  • Fikret Arıcan Albümü

    Fikret Arıcan Albümü

    “Büyük” Fikret Arıcan… Halit Çapın’ın “Fenerbahçeliler Başkanınızla Gururlanabilirsiniz” dediği “Büyük” Fikret Arıcan albümü ile karşınızdayız… Kahraman futbolcumuzun ailesine ulaşma ümidimizi gerçekleştiremezsek bu müthiş yayınla Fenerbahçe tarihine muazzam bir armağan daha veren kıymetli büyüğümüzün hatıralarını sizlerle buluşturmanın gururunu yaşayacağız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: “Büyük “Fikret Arıcan, Fenerbahçe’nin en çok Türkiye şampiyonluğu yaşayan isimlerinden biri… Yedi şampiyonlukla başı geçen “Naci Bastoncu” ve “Esat Kaner”den sonra Cihat Arman ve Fikret Kırcan ile birlikte kendisinin 6 şampiyonluğu var. Bu zaferlerde 87 maçta 35 golü var… Hepsi nur içinde yatsın…


    “Büyük” Fikret Arıcan Albümü

  • Büyük Fikret Bölüm XII

    Büyük Fikret Bölüm XII

    Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan‘ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm XII

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Büyük Fikret

    Büyük Fikret Bölüm XII

    Romanya’da Oynadığımız Maçtan Edindiğim Faydalar

    Romanya’da Romenlere oynadığımız maçın bana büyük faydası olmuştur. Güneş takımının antrenörü olan İngiliz asıllı Donelli bizim sahada yaptıkları her idmanda beni de çalıştırırdı. Çalışmalarda kendisinden büyük faydalar sağladım. O zaman bana uyguladığı tarzını daha sonra antrenörlük devrimde futbolcularımıza uyguladım. Onlarda benim gibi büyük fayda sağladılar sanırım…

    Askerlik ve Futbol Hayatım

    Futbol hayatımın en formda zamanı bu yıla rastlar. Rahmetli Şükrü Saraçoğlu kulüp başkanımızdı. Bana, “Fikret askerken çok formda görünüyorsun. Seni her zaman asker yapalım…” diye iltifat etmişti. Bunu hiç unutamam.

    O yıl Galatasaray’ı benim zamanımda oynanan maçların en yüksek skoru olan 6-2 gibi açık farkla yenmiştik. Sanırım bu karşılaşma Galatasaraylı Aslan Nihat’ın son maçıydı.

    Benim için üzüntü kaynağı olan iki Galatasaray maçını anlatmadan geçemeyeceğim. Galatasaray’la lig maçlarının sonuncusunu yapıyorduk. Takımımız kesin favoriydi. Hatta forvet arkadaşlarım, “İlk golü sen atacaksın… Hayır, ben atacağım…” diye iddialara giriyorlardı… Maçın sonucunu söylemek biraz üzücü… 4-0 kaybetmiştik. O devirde averaj olmadığı için bir karşılaşma daha yapılacaktı.

    İkinci maçı Taksim Stadı’nda çok rüzgarlı bir havada oynadık. Bir penaltı kaçırarak hayatımın üzgün günlerinden birini yaşadım.

    Üçüncü maç bizim sahamızda Kadıköy’de oynanıyordu. Kar fırtına altında başladık ve maç 0-0 berabere bitti oyun… On beşer dakikalık iki uzatma devresi açıldı. İlk devrede biz fırtınanın altına düşmüştük. Niyazi’ye uzun bir top geldi. O da orta mı yaptı, şut mu attı, rüzgârdan anlayamadık. Kaleci Avni kazağını değiştirirken meşin yuvarlak Galatasaray ağlarına gitti. İkinci devrede rüzgârın altında oynadı Galatasaray ve bizim işimiz kolaylaştı. Şampiyonluğu aldık. Büyük bir yükten kurtulmuş oldum…

    Büyük Fikret Bölüm XII

    Askerlik Hayatımda Başımdan Geçen Bir Olay

    Şimdi yeniden tatbik edilen bedelli askerlik bizim zamanımızda da vardı. Ben, Fadıl, Hüsamettin ve Galatasaray kaptanı Avni ile 16 ve 86. piyade alaylarında bedelli olarak askerlik yapıyorduk. Bu alayların 33. tümene bağlı komutanlıkları Selimiye’deydi. Tümen komutanı bütün orduda disipliniyle tanınan Muzaffer Ergüder Paşa’ydı. Askerliğimizin ilk günleri Halkevi takımının Ankara, İstanbul ve İzmir’de Sovyetler’le yaptığı maçlarla kendi liglerimiz nedeniyle çoğu zaman izinli geçiyordu.

    Fakat karakterim icabı öğrenilmesi gereken şeyleri öğrenmek isterdim. Bu nedenle izinden sonra kışlaya geldiğimizde, öğretilen her şeyi öğrenmeye çalışırdım. Bunun da bana ne kadar yararlı olduğunu sonradan anladım.

    Askerliğimizin ilk üç ayı geçmiş sıra acemi teftişine gelmişti… Bölük komutanımız bir jandarma yüzbaşısıydı. Bu teftişte terfi notu alacağından bölüğü çok iyi hazırlamak istiyordu. Bu sebeple bizim yerimize muvazzaf askerleri teftişe sokmak hevesindeydi. Ancak teftiş günü muvazzafların ayrı bir manevraları çıkınca bizim acemileri de teftişe soktular. Ben de bölüğe katılmıştım. Taşımamakla beraber tüfeğimin numarasını biliyordum. 5485 idi… Atış durumum iyiydi. İki defa l’e vurmuştum.

    Bölük komutanı yanıma geldi, “Fikret…” dedi. “Bir daha l’e vur alayda birinci olacaksın. Sana 15 gün izin…” Sanki hiç izinli çıkmıyordum ve heyecanlandım… Tabii ancak 10 vurabildim… Bu parlak bir durum değildi. Düşüş kaydetmek de aleyhime bir nottu…

    Teftişe çıktık. Adamcağızın yüzü hiç gülmüyordu… Paşa da geldi ve teftiş başladı. O zaman takımlar 8 er ve 1 onbaşından kuruluydu. Tümen komutanı bizim takımın önünden geçerken durdu ve takımı bir adım öne çıkardı. Sonra sağa çark ederek yürüttü… Hemen arkasından “Karşıda düşman… Yere yat menzil al…” diye seslendi… Ben ani olarak bir adım sola atarak yere yattım. Derslerde görmüştük… Ağır makineli tüfek ateşine hedef olmamak için bir hat üzerinden mevzi almak doğru değildi. Diğer çocuklar birbirlerinin üzerine yığıldılar… Paşa onlara dönerek bir marş marş çekti… Onlarda kalkıp koştular ve onları bir daha gören olmadı…

    Paşa benim başıma dikilmişti… İçimden başıma basacak gibi geliyordu. “Mesafe 600 nişangâhı ayarla ve araziyi oku…” dedi. Ben futbol sahasından hesaplayarak 600 metreyi ayarladım ve oradaki bir kulübeyi okudum. Yere yatıyordum ki, “Süngü tak…” emrini verdi. Ben solak olduğum için biraz müşküldü. Zorlukla kolumu kaldırmadan süngüyü taktım. Beni ayağa kaldırdı. Çökerterek hafif makineli tüfeği söküp taktırdı… Ben bunları yaparken bölük komutanı sıkıntıdan dudağını ısırmış kanatmıştı. Komutan künyeme de bir göz attıktan sonra yüzbaşıya döndü, “Bu adam askerlik yapamaz. Ama sen bir şeyler öğretmişin…” dedi ve oradan ayrıldı. Bölük komutanı askerliği unutarak bana koştu ve havaya kaldırdı. Terfi edeceğini anlamıştı. “Bundan sonra istersen kışlaya hiç gelme…” diye bağırıyordu… Böylece 1935 yılının benim için başarılı geçtiğini söyleyebilirim…

    (DEVAM EDECEK)

    Büyük Fikret Bölüm XII

    Fotoğraf-1) Zeki’nin veda maçında Avusturya kaptanı Sesta ve Fikret Arıcan maç öncesinde.

    Fotoğraf-2) İstanbul muhtelitinin Eintracht Frankfurt ile yaptığı ve 3-1 kazandığı maçta Fikret Arıcan takımına bir gol kazandırırken.

    Fotoğraf-3) 1932’de Bulgaristan ile yaptığımız ve 3-2 yenildiğimiz maçta milli on birimiz karşılaşmadan evvel…

    Fotoğraf-4) 1936’daki Yugoslav milli takımı ile 3-3 berabere kaldığımız maç öncesinde iki açık Fikret Arıcan ve Niyazi Sel… Bu karşılaşmada üçüncü golü Fikret Arıcan atmıştı.

  • Büyük Fikret Bölüm XI

    Büyük Fikret Bölüm XI

    Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan‘ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm XI

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Büyük Fikret

    Büyük Fikret Bölüm XI

    Takım Kaptanlığındaki En Büyük Sorunum

    Kaleci Bedii takıma yerleştiğinde Hüsamettin ve “Uzun” lakabı ile anılan Necdet aynı seviyede üç kalecimizdi. Tercih çok güçtü. Takımda oynamayan gücenir, burulurdu. Fakat zamanla bu iş de kendiliğinden halloldu.

    Bir ecnebi maçı oynayacaktık. O gün kalede Bedii vardı. Ama kendisinin büyük mazereti olduğundan yerini Uzun Necdet’e bıraktı. Necdet de kadar güzel oynadı ki, maçı seyreden Sayın Orgeneral Fahrettin Altay maçtan sonra Necdet’i tebrik etmekten kendini alamadı. Bu başarı “Kazanan takım değişmez” kaidesine uygun olarak bir süre gitti…

    Bütün üstün vasıflarına rağmen Bedii hastalanmış, ameliyat olmuş, daha sonra babasının ölümüyle takımdan uzak kalarak formdan düşmüştü. Böylece futbolu bırakmak zorunda kaldı. Esasen kendisi yüksek tahsilli bir gençti ve sigortacılık mesleğinde ilerleyerek umum müdürlük seviyesine erişti. Bu durumda futbol oynamıcıak onun için zaten çok zordu.

    Zamanla Uzun Necdet de kulübümüzden ayrıldı. Biz yine fedakâr ve vefakâr kalecimiz Hüsamettin’e kalmıştık. Bu satırları yazarken Hüsamettin’in fedakârlığına değinmek isterim.

    Beşiktaş’la bir şampiyonluk maçı için Kadıköy sahasında karşılaşacaktık. Siyah – Beyazlıların her şeyi sayılan Şeref Bey ölmüştü ve O’nun hatırasına saygı göstermemiz gerekiyordu. Maç başında yapılan bir dakikalık saygı seremonisinin bizim takıma hiç yaramadığı söylenebilir. Neşem yine kaçmıştı. Yapmamak olmazdı. Göğsümüze matem işareti olarak siyah kurdele taktık ve sahaya çıktık. Mağlubiyetimiz halinde Beşiktaş şampiyon olacaktı. Büyük bir mücadele oldu ve Beşiktaş çok baskılı oynadı. Biz beraberliği kurtarmak istiyorduk. O gün Beşiktaş’ın bütün akınlarını Hüsamettin fedakâr biçimde önlüyordu. Ancak maçın son dakikasında elinin parmağı kırılmaz mı? Ben yanına gittiğimde Beşiktaş kaptanı Hakkı’da oradaydı. Elinin orta parmağı ters dönmüştü. Onu düzelttiler ve Hüsamettin elini sardırmadan “Takımı kalecisiz bırakmam. Ben oynayacağım” diye tutturdu ve oynadı. Son dakikada Hakkı’nın gollük bir şutunu kurtardıktan sonra Hakkı bana dönerek, “Herif ölse bugün O’na gol atamayacağız” dedi. Oyun böylece berabere son buldu biz de şampiyon olduk. Hüsamettin’in buna benzer fedakârlıkları çoktur.

    Bu arada emektar Lebib’i de unutmamak gerek. Bir maçta omuzu kırıldı. O da oyunun sonuna kadar devam etti. Bu gibi misaller her Fenerbahçeli sporcu için mümkündür. Sporcularımızın bu gibi fedakârlıkları daima yapacaklarından eminim…

    Çok Sevdiğim Galatasaraylı Suphi Batur ile Aramızda Geçen Bir Olay

    Uzun yıllar Galatasaray’a yenilmiştik. Takımımız o sene büyük bir çalışma devresine girerek liglere hazırlanmıştı. O zaman lig ve şilt şampiyonlukları aynı yıl içinde yapılmaktaydı. Bu iki müsabaka için de Galatasaray’la mücadele ettik. Ligde hedefimize kavuşmuş ve Sarı – Kırmızılıları 3-2 yenmiştik.

    Sıra şilt maçına gelmişti. Solaçık oynadığım için Galatasaray’da sağhaf oynayan Suphi Batur ile mücadele edecektik. Oyun büyük bir hız ve hırs içinde başladı. Galatasaray ligin rövanşını almak isterken biz yılın son meyvesini toplamak istiyorduk. Seyirciler Suphi Batur’a “Kuş” adını takmışlardı. Top bana gelince bir ağızdan “Kuş… Kuş…” diye bağırıyorlardı ve onu sinirlendiriyorlardı… Suphi Batur’un bu tezahürattan bana sert hareketler yapması da seslerin daha çok yükselmesine sebep oluyordu…

    Zeki ikimizin arasına uzun bir top attı. Suphi Batur uzun bacaklarıyla yavaş, bense kısa bacaklarımla hızla koşarak topa yetişmeye çalıştık. Suphi ağabey benden önce yetişti ve topa dokundu. Kaleci Avni de topu almak için çıkmıştı. Falsolanan top Sarı – Kırmızılı filelere gitti. Gençliğimden olacak Suphi ağabeyin yanına yaklaştım, “Eh Suphi ağabey… Şimdi maçtan sonra Fenerbahçeliler seni omuzlarına alacaklar. Herhalde iyi bir şey…” dedim. Bana çok kızdı… Az sonra bir top sürüyordum… Bana bir çelme taktı… Durmadım ve sürmeğe devam ettim. Baktım oyuncularda hiçbir hareket yok… O zaman durdum ve hakem Hamdi Emin Bey’in bir düdük çaldığını işittim… Bana sahadan çıkmamı söylüyordu… Sebebini sordum, “Düdük çaldığım halde durmadın ve seyircileri tahrik ettin, çık dışarı…” dedi. Galatasaray’a da penaltı vermişti. Zeki Bey penaltıyı gole çevirdi maçı 3-1 kazandık fakat çok üzgün izledim maçı saha kenarından… Hamdi Emin Bey’in bu kararı maç yöneten hakemlere ve kendisine hücum eden futbolculara bir ders olmalıdır…

    Zeki Bey’in Beni İlk ve Son Haşlaması

    Ankara’da Ankaragücü ile bir deplasman maçı oynuyorduk. Maça yenik başlamıştık. Çok kötü bir futbol çıkarıyorduk. Devre arasında soyunma odasına geldiğimizde Zeki Bey çatık kaşlarla bütün futbolcuları haşlamaya başladı. Doğrusu ya ben üstüme almamıştım. Sonunda bana döndü ve “Sen ne biçim oynuyorsun? Biraz çalış ve doğru oyna…” dedi. Şaşırmıştım. Ona elimden geleni yaptığımı söyleyecek oldum… Bana ters ters bakarak, “Ben Fikret’ten Fikret gibi oyun beklerim… Fikret’i Fikret’le mukayese ederim. Kendine gel ve çalış…” dedi… Çok utanmıştım. Bu sözlerin ışığı altında sahaya çıktık ve ikinci yarıda fırtına gibi oynayarak maçı 4-1 aldık… Bu sözleri hiç unutmam ve her sporcunun kendisine düstur edinmesini isterim…

    (DEVAM EDECEK)

    Büyük Fikret Bölüm XI

    Fotoğraf-1) Yabancı takımlardan biriyle yaptığımız maç öncesinde Hüsnü’lü Fenerbahçe takımı.

    Fotoğraf-2) Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı 1-0 yendiği ve şampiyon olduğu maçın devre arası. Soldan sağa: Nihat, Lütfü, Celal, Cevat, Zeki, Rasih, Fikret Arıcan, hakem Nuri Bosut, Şaban ve Tevfik.

    Fotoğraf-3) Büyük yakınlık gördüğümüz Sovyetler Birliği’nde okuyan bir Türk talebesi ile çektirilen resim.

  • Canlı Yapraklar – XX

    Canlı Yapraklar – XX

    Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olarak yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – XX” : 1933 yılından geliyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spor Tarihimizden Canlı Yapraklar – XX

    Yukarıdaki fotoğraf Fenerbahçe takımının bir İzmir dönüşü Sirkeci rıhtımında binlerce halk ve otuzu mütecaviz buketle ve muazzam tezahürat arasında karşılanışını görüyorsunuz… Bu fevkalâdelik neden mi? diyorsunuz!

    Bakınız nasıl hak vereceksiniz. Sene 1933’tür. Fenerbahçe, futbolda hem birinci, hem ikinci ve hem de genç takımlarda hiç yenilmeden İstanbul şampiyonudur. Evet; 36 maçta hiç yenilmemiş ve (18) e karşı da (94) gol atmıştır. “Fenerbahçe Türk futbolunun Darülfünunudur!” darbımeseli bütün kudret ve ihtişamiyle dost ve düşmanlarca tasdik olunmaktadır.

    Birinci takım Bursa’daki Türkiye şampiyonası grup birinciliğini 12-0 kazanmış, Ankara’ya gitmiştir. Orada Ankara ve Trabzon grupları şampiyonlarını 4-1 ve 3-0 yendikten sonra, Cumhuriyetin 10uncu yıldönümü şenlikleri arasında İzmir grup şampiyonuyla final oynamağa çıkmıştır. Bu maç (İzmirspor)un bir penaltıya itirazı ve halkın da etrafı açık sahaya dolması yüzünden yarım kaldı ve ihtilâf, uzun müzakerelerden sonra, şu neticeye bağlandı:

    Maç beynelmilel bir ecnebi hakem idaresinde tekrarlanacaktır. Kur’a çekilecek, ya İzmir veya İstanbul’da oynanacaktır. Hasılat kur’ayı kazanan kulübündür.

    Kur’ayı İzmirspor kazanınca müsabakanın 10 Kasım 1933 Cuma günü İzmir’de oynanması emrivaki oldu. İzmir’le Fenerbahçe arasındaki ezeli sevgiyi çekemeyen kundakçılara artık gün doğmuştu. (İzmir’e gelecek veya gidecek Fenerbahçe’nin göreceğinden) dem vurdular ve atıp savurmakta çok ileri gittiler. O kadar ki, hava yalnız İzmir’de değil, yurdun her tarafında elektriklendi ve 10 Kasım eşi görülmemiş bir merak ve heyecanla beklendi.

    Fenerbahçe takımı, İzmir’e Ankara’dan dönen İzmirspor’la beraber aynı vapurla gitti. Fakat iki takım birbirlerine karşı tam bir soğuklukla meşbu idiler. Hatta İzmirliler Ankara’dan aynı trenle geldikleri Fenerbahçeli futbolculardan bir kısmının ceket, pardösü ve paltolarını gizli gizli trenin pencerelerinden atmışlardı.

    Bu hava içinde İzmir’e kadar devam eden seyahatin son perdesi de çok enteresan sahnelerle dolu geçmişti. Rıhtıma çıkan Fenerbahçeliler sessizce, İzmir Palas oteli istikametini tutarlarken binlerce İzmirli kendi şampiyonlarını eller üstünde taşıyor, muazzam tezahürat yapılıyordu. (Fenerbahçe görecek! Yaşayın aslanlar, Cuma günü gösterin kendinizi şu İstanbullulara!) ses ve feryatları pasaport semtini inletiyordu.

    İzmirli futbolcular Konak istikametinde taşınıyorlardı. Sanki 9 Eylül günü idi. Kafile Vilâyet konağı önünde durdu ve futbolcular birer birer içeri alındılar. İzmir Valisi merhum General Kâzım Dirik’in emriyle Vilâyet konağında müstesna bir merasim tertip edilmişti.

    Filhakika; meşhur Rus Mareşali Voroşilof bir kaç gündür İzmir’de idi ve bir gün önce de kendisine büyük merasimle İzmir hemşeriliği unvanı tevcih olunmuştu. İzmirli futbolcular büyük salonda birer birer Mareşale takdim olundular. Voroşilof mütebessim bir çehre ile hepsinin ellerini sıktıktan sonra onlara Rusça olarak şöyle hitap etti:

    “Hemşerisi bulunmakla övündüğüm güzel İzmir şehrinin şampiyon futbolcularını görüp tanımakla çok bahtiyarım… Genç arkadaşlar; sizleri Cuma günkü maçınızda da yeniden muzaffer olarak görmek benim için büyük şeref olacaktır. Bunu daha şimdiden yüzlerinizden, gözlerinizden okumaktayım. Kalbim sizinle beraberdir. Zafer de sizindir.”

    İzmirli futbolcular bu sözleri hararetle ve alkışlarla karşılamışlar ve misafir Mareşal şerefine üç defa bağırmışlardı.

    10 Kasım geldi. 2 hafta önceki Yunanistan – İtalya B milli maçını idare etmiş Viyanalı beynelmilel hakem Mitez de gelmişti. Fenerbahçe takımı, tarihi bir gün yaşayan Alsancak stadının o mahşeri kalabalığı arasından sessizlikler içinde sahaya çıktı. En koyu taraftarlar bile, yaratılan hava dolayısıyla, sevgi hislerini açığa vurmaktan çekinmişlerdi. İzmir şampiyonu ise sahaya çıkarken yer yerinden oynamıştı.

    Hüsameddin, Yaşar, Fazıl, Cevat, Esat, Ziya, Niyazi, Muzaffer, Zeki, Şaban ve Fikret’ten mürekkep namağlup Fenerbahçe on biri bu maçı, tahminleri altüst eder bir netice ile, 3-0 kazandı ve girişinin tamamıyla aksine olarak, coşkun tezahürat arasında eller üstünde sahadan çıktı.

    Bir cuşü huruş içinde ve dalga dalga insan yığınları üzerinde havalara kaldırılan 11 Sarı Lâcivert formalının bu tarihi manzarası Rus Mareşali Voroşilof’un da mahcubiyetini ilân ediyordu.

    İzmir gazeteleri 11 Kasım 1933 Cumartesi günü Viyanalı hakemin şu beyanatını birinci sahifelerinde yazdılar:

    “Fenerbahçe’nin fevkalâde güzel oyunu beni hayretler içinde bıraktı. Avrupa’da olsaydı Viyana, Peşte ve Roma gibi futbol merkezlerinin birinci profesyonel liglerinde ilk 5 takım arasında yer alırdı. Balkanların en teknik ve kuvvetli takımıdır. Maçlarını geçenlerde idare ettiğim Yunan milli ve İtalya B milli takımlarını kolaylıkla mağlup edebilir. Zeki Bey bizim milli santrforumuz Sideler’den çok üstündür”

    İşte; gördüğünüz fotoğraf 1933 senesi Türkiye şampiyonluğunu bu şartlar içinde kazanmış Fenerbahçe takımını 13 Kasım Pazartesi günü saat 11 de, İzmir dönüşü Anafarta vapurundan indikten sonra, Sirkeci rıhtımında karşılanırken gösteriyor. Bu cidden tantanalı merasime şimdi (az bile!) diyorsunuz değil mi?

    Resimde ön plânda kaptan Zeki (Sporel), Âdil Giray, Fazıl (Arzık), Şaban (Topkanlı), Hüsameddin (Böke), Fikret (Arıcan) ve yedeklerden Lebib, Namık, Yusuf ve o zaman denizcilik kaptanı bu satırların muharririni görüyorsunuz.

    Şapkalılar arasındaki Aksaraylı Hafız Yaşar ve Ali San aramızdan ebediyen ayrılmışlardır.

    Şurasını işaretlemek gerekir ki; bu maç İzmir’de 5400 lira gibi o zamanlar için kırılması senelerce mümkün olmamış rekor bir hasılat sallamıştı. İzmirspor kulübü bu para ile bir futbol sahasına yetecek kadar arsa satın aldı.

    Kıymeti bugün bir milyon liradan fazla olan bu saha için İzmirsporlular (Allah Fenerbahçe’den razı olsun. Bize sekiz gol attı ama adını ebediyen hayırla yâda vesile olacak ve sırtımızı yere getirtmeyecek bir stat da kazandırdı!) demektedirler…

    (Gelecek resim ve yazı; Fenerbahçe’nin tam 30 sene evvel yaptıkları ilk İzmir seyahatine aittir)

    Rüştü Dağlaroğlu – 7 Ağustos 1954 – Akşam Gazetesi

  • 90 Yıl Önce

    90 Yıl Önce

    Bugün İzmir’de Türkiye Kupası final maçına çıkacak olan Fenerbahçe, ilk Türkiye şampiyonluğunu, bundan 90 yıl önce yine İzmir’de kazanmıştı. 29 Ekim 1933 tarihinde oynanan ilk maç yarıda kalınca kura çekilmiş, maçın İzmir’de tekrar edilmesi karar altına alınmıştı.

    Fenerbahçe İzmir’de rakibini 8-0 gibi müthiş bir skorla yenince, maçtan önce kendine güvenen İzmirlileri resmeden Vakit gazetesi yazarı çok keyifli bir metin kaleme almış. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Maçın Komik Cephesi

    Fenerbahçe’nin İzmirspor’u 8-0 gibi mühim bir farkla yenerek Türkiye şampiyonluğunu kazandığı malumdur. Dünkü posta ile gelen İzmir gazeteleri bütün Türkiye’nin sporcuları arasında hararetle karşılanan bu maç hakkında muhtelif hükümler veriyorlar. Fener’in çok yüksek bir maç yaptığını, her taraflarının bir saat gibi işlediğini, bununla beraber final maçları dünyanın her tarafında sinir ve asabiyet oyunu olarak gözüktüğünü, mukavemet gösteren ve asabına hakim olanın neticeyi kazandığını işaret ederek neticeyi gol farkı ile ölçmenin doğru olamayacağını işaret etmektedirler.

    İzmir gazetelerinin umumiyetle tenkit ettikleri taraf İzmir kalesidir. Kalecinin ambale olduğunu ve takım kaptanının da kaleciyi çıkarmayarak bu vaziyette oyuna devam ettiği için idaresizlik göstermiş olduğunu söylüyorlar.

    Bu arada “Yeni Asır” refikimiz de “Dünkü Maçın Komik Cephesi” başlığı altında ve “Laedri” imzasıyla bir yazı okuduk. Çok dikkate değer bulduğumuz için kısmen alıyoruz:

    “Her iddialı maç, benim için Sorbon dersleri kadar enteresandır. Herkes maça, maçı seyretmek için gider. Ben ise maça gidenleri seyretmek için giderim. Amma diyeceksiniz ki sen orada ne görürsün?

    Fenerbahçe-İzmirspor maçı çok iddialı bir şekil aldığından, iddialı maç haleti ruhiyesi İzmir’de de geçeceği aşikardı.

    Hemen hazırlandım. Üç gün evvelinden beri her muhavereye kulak kabarttım. Gizli gizli notlar almaya başladım.

    Notlardan birer parça yazıyorum:

    Fener’i Ankara’da yenmiştik, çekemediler.

    Hakemler hep onlardan taraf…

    Sıfır üç… Sıfır beş muhakkak…

    Yerli hakem kabul etmeyiz. Mutlaka tamamen bitaraf, Avrupalı olacak.

    Hezimeti kahkahri olacak.

    Aşağı yukarı, bütün İzmir’de hep bu iddia, bu kanaat kökleşmişti.

    Maç günü not defterim cebimde mahsus iki saat evvel sahaya geldim. Her kalabalığın arasına sokulup konuşanlara kulak veriyor ve belli etmeksizin notlarımı alıyorum.

    Gözüm önündekileri, kulaklarım arkasında ve yanımdakileri tetkik ediyor, Fener, Fener, nerede kaldın ey Fener, İzmirliler cömerttir, vereceğimiz goller çoktur, avuca sığmaz, çuval lazım Fener!

    Biraz yan taraftan: Fener, Fener, senin mumun söndü Fener…

    Biraz ileride: Fener, Fener boynun neden bükük Fener? Darbe ağır mı geldi Fener?

    Fener, Fener, gözün neden yaşlı Fener? Canın mı sıkıldı zavallı Fener?

    Fikret, Fikret çalım yapayım deme, bacağın burkulur Fikret… Yavrum Zeki sana ne oldu, hani senin şutların Zeki? Burası İzmir’dir Zeki?

    Acıyorum şu Fener kalecisi olacak Hüsamettin’e. A birader düşün bir kere her tıkanacak golün günahı hep o zavallıya yüklenecek.

    Yaşa… Vur! Acıma…

    Bu sözler sarf olunurken sahada kimse vardı zannetmeyiniz. Bular meydanda fol yokken söyleniyordu. Düdük çaldı. Fenerliler arkasından İzmirliler çıktı. İzmirliler, daha gürbüz, daha iyi, beni de helecan sardı.

    Hücumlar mütekabil… Arkamdan:

    “Fener burada çalım geçmez, yaşa Çeko, Fikret kendine gel..”

    Bir an bir şeyler oldu. Fikret yaradana sığınarak bir şut çekti. İzmirspor kalesinde top görüldü. Fener’in birinci golü…

    Oyun kızıştı. Haydi Çeko, haydi İzmir, yaşa filan derken top Zeki’nin ayağına geldi. Bir şut daha. İkinci gol…

    Zarar yok, zarar yok yeneceğiz, gayret çocuklar, yılmayın…

    İkinci haftaym başladı. Eh, Fenerliler şimdi görürler. Yaşa Çeko, sür oğlum sür derken topu Fenerli muhacim İzmirlilerden kaptı, yıldırım süratiyle kaleye indi. Şut! Ah, ay, aay derken üçüncü gol!

    “Ulan ne oluyoruz, iş fenalaşıyor, Zeki’yi tutun be… Niyazi’yi marke edin be…”

    Tutuyorlar ama onlar topu Fikret’e veriyorlar, Fikret sürüyor…

    “Ulan tutun şu mikrobu… Tutun… Derken Fikret bir şut çekiyor ve top dördüncü defa kaleye giriyor.

    Arkamdan, yanımdan sesler:

    “Kaleci mi bu? Defedin şunu yahu… Derken İzmirli bir oyuncu topu Fenerlilerden kapıyor fakat biraz tereddüt ediyor.

    “Bekletme, bekletme” derken Fenerli kapıyor, sürüyor.

    Bir gol daha…

    “Ulan Fikret’e bak… Tavşan gibi, ateş gibi…”

    Oyun bitmesine 3 dakika var… Arkamdan sesler:

    “Yarabbi maçı İzmir’e kazandır!”

    Başımı arkama çevirdim gülüyorlar. Yani Allah bile istese üç dakikada 8 golü geri çevirmeye imkan kalmadığını anlatmak istiyorlardı…

    Önümde “Haydi gidelim canım, ben demedim mi? Fener’in karşısında İzmirspor’a adım atamaz. Ben demedim mi böyle kaleci ile maç olamaz?

    Düdük çaldı. Oyun bitti. İzmir 8 gol yedi. Bir gol yapamadı.

    Önüme baktım, yanıma baktım, arkama baktım. İzmirspor’da tenkit etmedikleri bir oyuncu bırakmayan bu adamlar, oyuna başlarken bu lafların tamamen aksini söyleyen adamların kendisiydi.

    47inci defa aynı dersi tekrar öğrenmiş oluyordum.

    Takdir ettiği zaman neyi takdir ettiğini bilmeyen, seçmeyen bir spor efkarı umumiyesine güvenenler, tenkit ettiği zaman neyi tenkit ettiğini bilmeyen aynı spor efkarı umumiyesi tarafından hep söyle terk edilirler.

    İzmirspor kalesine 8 gol girmesini hazmedemeyen bu adamların kendi mantık ve muhakeme kalelerine bir buçuk saat zarfında 80 tane (tezat) golü girdiğini düşünürlerse biraz mahcup olmaları lazım gelir.

    İzmirspor çok çalıştı; fakat Fener kahir bir galibiyet kazandı. Olabilir ya… Bunda kızacak bir şey yoktu.

    İzmirsporlu çocuklar, beni dinleyiniz. Siz İzmir’i Türk sporunda ikincilik gibi çok şanlı bir mevkie çıkarırken, dün sizleri haksız itham edenler bulundu. İşte spor efkarı umumiyesi her zaman budur. Ve spor, Fener’in önünde değil, yirmi dakikada kırk defa mantık değiştiren böyle “dönek” fikirliler önünde meyus olmamayı öğreten mümaresenin kendisidir”

    14 Kasım 1933 – Vakit

  • Büyük Fikret Bölüm X

    Büyük Fikret Bölüm X

    Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan‘ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm X

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Büyük Fikret

    Büyük Fikret Bölüm X

    Yunanlılarla siyası ve kültürel bir dostluk havasına girmiştik. Spor temaslarımız sıklaşmıştı. Bunların neticesi olarak meşhur Yunan takımı Olimpiakos’la karşılaşmamız kesinleşti. Müsabaka İstanbul’da Taksim Stadı’nda yapılacaktı. Maç günü Taksim Stadı o senelerin rekoru sayılacak seyirci ile doluydu. O kadar ki papazlar bile maça gelmişlerdi. Benim fena itikatlarımdan biriydi maçtan önce papaz görmek. Kendi kendime söylenip duruyordum. Bir hadise olacaktı sonunda oldu da…

    Maçın sonlarına doğruydu… Alaattin ağabeyim sağdan güzel bir vuruşla galibiyet golümüzü attı. Ben de direğe vurarak içeri girmekte olan topa bir daha çakarak ağlara gönderdim. Bugün bile Avrupa’da sevinç alameti olarak yapılıyor bu iş…

    Ama karşı takımı çok sinirlendirdiği de muhakkak… Neyse… Topu alarak hızlıca santraya doğru gidiyordum. Arkamdan Yunan kalecisinin koşarak bana yaklaştığını hissettim. Fakat kaleci bir anda ortadan kayboldu. Arkamı döndüğümde kaleci yerdeydi. Seyircinin arasına girmekte olan bir subayı ancak görebildim. Biraz daha oynadık maç bitti. Ertesi günkü gazeteler bu hadiseden biraz bahsettiler.

    Olay kapandı sanırken, iki gün sonra çalıştığım yere bir inzibat eri gelerek Merkez Kumandanlığı’ndan çağrıldığımı söyledi. Şaşırmıştım. “Ne oluyor?” diye acele gittim. “Galiba beni askere alıyorlar” diyordum. Beni bir albayın odasına çıkardılar. Kendisi sert bir lisanla kaleciye yumruğu kimin attığını sordu. Görmediğimi söyledim. Albay inanmıyordu. Hakikaten görmemiştim.

    Ertesi gün Zeki Bey’le beni yine çağırdılar. Uzun uzun soruşturdular. İkimiz de görmediğimizi söyledik. Ama albay ısrar ediyordu. Kızgın bir sesle, “Bu bir subay… Onu mutlaka bulacağız. Yoksa hepimiz ya tekaüt olacağız yahut Şark’a sürüleceğiz. Başvekilin emri var” dedi. Bize adeta yalvarıyordu adam… Kendisine yardımcı olmamızı istiyordu. Hakikaten görmemiştik.

    Bir gün sonra beni yine çağırdılar. Albay, “Biz yumruğu vuranın bir doktor yüzbaşı olduğunu tespit ettik. Bunların arasında var mı?” diyerek bana üç tane doktor yüzbaşı gösterdi. “Tanımıyorum” dedim. Öfkeleri gün geçtikçe artıyordu.

    O zaman Gülhane Hastanesi’nde şimdiki Profesör Rasim Adasal, bizde futbol oynayan Selahattin ve Deniz Hastanesi Başhekimi olan İhsan Meriç de doktordu… Bu iş hepimizi dertlendirmişti. Fakat yumruğu vuran yüzbaşı sonunda bulundu. Merkez Kumandanlığı rütbesi tespit edilen ne kadar doktor yüzbaşı varsa çağırıp maç günü nerede olduklarını sormaya başlamış. Yumruğu vuran maç has tası Yüzbaşı Hilmi, o gün maça gitmediğini ve öğretmenleriyle vapur gezisine iştirak ettiğini söyleyince ondan şüphelenmişler. Öğretmenleri de Merkez Kumandalığı’na çağırıp durumu tahkik etmişler. Bu tahkikat sonunda Yüzbaşı Hilmi’nin doğru söylemediği ortaya çıkınca yumruğu vuranın o olduğu anlaşılmış. Fakat yüzbaşının talihi yaver gitti. Yunanlılar da bizim federasyona başvurarak benim arkamdan koşmak suretiyle kendi kalecilerinin hadiseye sebebiyet verdiğini ve cezalandırıldığını bildirmişler. Böylece Yüzbaşı Hilmi cezadan kurtuldu. Sadece Şark’a tayin edilerek cezalandırıldı.

    O zamanlar fizik tedavileri için gerekli aletler yalnız Gülhane Hastanesi’nde vardı. Ben de bu tedaviler için gerektiğinde Gülhane’ye giderdim. Yüzbaşı Hilmi’yi, Rasim Adasal’ı, Selahattin ve Ihsan Meriç’i orada tanıdım. Kendileriyle çok yakın arkadaşlık ettim. İhtiyaç olduğunda daima oraya gider, tedavi görürdüm…

    Esat’ın Kulübe Gelişi

    Bizim Fenerbahçe Stadı’nda çok zaman küçük takımlar aralarında maç yaparlardı. Bir gün ekserisi Rum olan Atlas takımı ile diğer bir takım maç yapıyorlardı. Biz futbolcular ve idareciler seyrediyorduk. Bu futbolcular arasında ufak tefek sayılacak birini gördük. Bazı arkadaşlarımız kendisini tanıyor ve iyi futbol oynadığını söylüyorlardı. Orada da hemen göze batmıştı. Kendisini hemen kulübe aldılar, birkaç maç sonra birinci takıma girdi. Türkiye’de yetişen tüm futbolcuların en tekniklerinden biri olarak gelişti. Bütün kısmetsizliği milli maçların olduğu devirlerde hasta yatmasıydı. O devirlerde çok seyrek yapılan milli maçlarda oynayamaması nedeniyle sporseverlerin gözünden uzak kaldı. Ufak boyuna rağmen Gündüz Kılıç’a bile kafa topu bırakmadığını herkes bilir…

    Güneş Takımı ile Birlikte Yaptığımız Romanya Gezisi

    1935 senesiydi… Vatani vazifemi yapmakta olduğum için çok iyi aklımda kalmış. Güneş takımıyla Bükreş’te iki maç yapmak için Romanya’ya gittik. Bu seyahatimize Yusuf Öniş, Zeki Rıza Sporel, Nusret Bey gibi spor idarecileri de katılmışlardı. Bükreş’e o devirde “Küçük Paris” ismi veriliyordu. Orada iki müsabaka yapacaktık. Oyun tarzım itibariyle küçük ve sıkışık sahalarda top oynamayı hiç sevmezdim. Taksim ve Şeref stadlarının çamur, kum ve kömür tozu zeminlerinden gına gelmişti.

    Romanya’da yeşil bir sahada maç yapacağımızı düşündükçe memnun oluyorduk. Oynayacağımız sahada bir maç varmış. Gidip görmeyi çok arzuladım ve gittim. Bir de ne göreyim ufacık basketbol sahası gibi bir saha, iki takım maç yapıyor, birbirlerine bol gol atıyorlar. 6-1 bitti maç. Neşem kaçmıştı. Akşam Zeki Bey ve Yusuf Ziya Bey’e, “Biz bu sahada maç kazanamayız. Top oynayamayız” dedim.

    Şimdiden yenilgiyi kabul etmek lazımdı. Duyardım, orada gördüm Yusuf Ziya Bey idarecilik vasfı yüksek bir kişiymiş. Çok da olanaklı bir insan. Derhal Romen idarecileri çağırarak bu sahanın değiştirilmesini, orada top oynayamayacağımızı aksi halde geri dönebileceğimizi bildirdi. Hem de kesin bir lisanla… Onlar maddi sıkıntılarının olduğunu, bu sahaya bağlandıklarını, aksi olduğu takdirde, aklımda kaldığına göre iki bin lira tazminat ödemek zorunda kalacaklarını söylediler. Yusuf Ziya Bey münakaşayı uzatmadan “Bu tazminatı kabul ediyoruz, gidin, halledin” dedi.

    Onlar da bizi o zamanın en büyük statlarından Onef Stadı’nda oynattılar. Stat o zamana kadar hiç oynamadığımız kadar güzeldi. Takımda ilk defa Rum asıllı ve İtalyan tebalı Bombino ile beraber oynuyordum. O Türkiye’de yetişen gayri müslümler arasında ön sırada yer alırdı. O gün futbol hayatımın en güzel oyunlarından birini çıkardım ve bir de gol atarak maçı 2-1 kazanmamazı sağladım. Bambino’nun bana verdiği pasları unutmam mümkün değil… Bizden bir hafta önce Romenler aynı sahada İngilizler’i 3-2 yenmişler. Şöhretli solaçık İngiliz Bastin’de oynuyormuş. O günkü oyunumla Bastin’le mukayese edilmeye başlandığımı öğrendim. Bu hadise ve o güzel saha hatıralarım arasında büyük yer tutar. Sıra ikinci maçımıza geldi. Romenler bizi yine o küçük sahaya sokmak istediler. İdarecilerimiz razı olmadı. Bu durumda ikinci maçımızı oynamadan ve ödenmeyen masraflarımızı almadan yurda dönmek zorunda kaldık. O sırada bulunduğumuz süre içinde bir taksi parasını ödeme hadisesi geçti başımızdan…

    Bizim kafileyle beraber İş Bankası hissedarlarından Münip Bey adında bir işadamı da gelmişti. Orada hastalandı. Kendisine bir daire ve bir hastabakıcı tutarak tedavi ettirdik. Ona geçmiş olsuna gittim. Yanımda Hüsamettin de vardı. Galibiyetimizden son derece mütehassıs olan Münip Bey bize mükâfat olmak üzere meşhur Romen revüsünde iki bilet aldırdı. Kapıdan bir taksiye binerek ayrıldık. Şoför bizi yarım saat dolaştırdı. Bükreş’in içinde ve revünün önünde indirdi. Hüsamettin’le şöyle bir etrafımıza baktık az önce ayrıldığımız Münip Bey’in bulunduğu binadan yüz metre kadar ilerdeyiz. Adama teşekkür ederek çıkarıp biraz para verdik. “Allah senden razı olsun ahbap… Bizi gezdirdin. Fakat buna hiç ihtiyacımız yoktu…” diyerek gönderdik… Hiç unutmam şoförün gıkı çıkmadı…

    (DEVAM EDECEK)


    Fotoğraf-1) Fenerbahçe’nin 30. yıla girerken Yunan muhtelitini 2-0 yendiği maçtan sonra Orhan Nurah’ın karikatürü…

    Fotoğraf-2) Devrin sayılı hakemlerinden biri de Refik Osman Top’tu… Fotoğrafta, Refik Osman bir maçımızı başlatmadan önce bizlerle konuşurken…

    Fotoğraf-3) Kırmızı-Beyaz’da Fikret Arıcan için bir karikatür.