Etiket: Ignace Molnar

  • Yüksel Gündüz Arşivi

    Yüksel Gündüz Arşivi

    Fenerbahçe’nin 4 Türkiye Şampiyonluğu sahibi, büyük golcüsü Yüksel Gündüz’ün birbirinden güzel fotoğrafları ihtiva eden arşivi, kıymetli oğlu Mehmet Ali Gündüz Beyefendi sayesinde Fenerbahçe tarihi ile buluşuyor… Sonsuz teşekkürlerimizle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Fotoğraflarda Bulunanlar: Agah Erozan, Ahmet Erol, Altan Tetik, Avni Kalkavan, Ayhan Elmastaşoğlu, Özcan Arkoç, Basri Dirimlili, Beşiktaş, Can Bartu, Candan Dumanlı, Cenap Doruk, Dario Moreno, Doğan Andaç, Emin Tokgöz, Ergun Öztuna, Fenerbahçe, Fikret Kırcan, Galatasaray, Gürcan Berk, Ignace Molnar, Lefter Küçükandonyadis, Müslim Bağcılar, Mehmet Ali Gündüz, Muhittin Bulgurlu, Mustafa Güven, Naci Erdem, Necdet Atsüren, Necdet Çoruh, Necmi Mutlu, Nedim Günar, Oral Keçilioğlu, Orhan Yüksel, Reşat Dermanver, Selahattin Torkal, Selim Soydan, Talat Yörük, Turgay Şeren, Vecihi Kayaökten, Vural Yılmaz, Yüksel Gündüz, Yunus Ceyhan, Yıldırım İper, Yılmaz Gökdel, Yılmaz Tuncel, Şükrü Ersoy, Şehmus Eraslan, Şeref Has, Şevki Ürgen


    Yüksel Gündüz Arşivi

  • Şükrü Ersoy Röportajı

    Şükrü Ersoy Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Şükrü Ersoy röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Lastik Şükrü

    Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Şükrü Bey?

    1943 yılıydı, çocukluğumda dayım futbola meraklıydı. Onun sayesinde ben de spora merak sardım. Hangi spor dalını yapayım diye karar vermekte zorlanıyordum.

    Sporun gelişmemiş oluşu ve o yıllarda okullarda spor yapmak yasak olduğundan zaten spor yapma gibi bir olanağımız da yoktu. Bugün olimpiyatlarda yeteri kadar derecemiz yoksa bunun da nedeni Türk sporunun bu yasaklar neticesinde az gelişmiş olmasıdır. Ama bizler yine kaçak olarak ilgilendik.

    İlk mektebi bitirdim. O zamanlar Talimhane’de Beyoğlu’nda oturuyorduk. İlkokula gidiyordum. İlk mektebi bitirdikten sonra annem bana “Seni nereye hangi okula verelim?” diye sordu. Ben de “Hangi okulda spor iyiyse beni o okula verin.” dedim.

    Böylece orta mektep için Haydarpaşa Lisesi’ne yazdırdılar. Zaten Kadıköylüyüm. Fenerbahçe Stadı’na giderken sizlerin de gördüğü o demir köprünün başındaki köşkte doğmuşum.

    Bütün hayatımız okul, yatak sonra da mektep koridorlarında geçti. Oralarda top oynardık.

    İlk önce hangi spor dalına yazılayım diye düşündüm fakat sonra boks dışında hiçbir spor kolunda yer olmadığını görünce boksa başladım. Boksta duruş, gard hareketleri yaptırıyorlardı. Hoşuma gitti. Çocuk aklı işte mahallede çocuklara karşı “Ben böyle boksörüm” esprisi başladı. Hava atmaya başladık. Artık yavaş yavaş eldiven giydim.

    Bir keresinde burnuma bir yumruk yedim. Burnum çok acıyınca “Ben boks yapamam.” dedim. Ve mektebin koridorlarında futbola başladım.

    O zaman top yok, çoraplarımızın içine kâğıt doldurup, onu topa benzeterek kendi aramızda oynardık. Sınıf arkadaşlarımız arasında takım kurar, sınıflar arası top oynardık. Bu bir müddet devam etti. Zamanla göze batmaya başladım. Mahalle futbolu oynardık. Cihangir, Beykoz gibi semtlerde mahalle aralarında boş alanlar vardı. O sıralarda Adalar’da Lefter de futbol oynardı. 

    Fenerbahçe’deki spor hayatınız nasıl başladı?

    Bir gün Adalarla, Cihangir arasında futbol maçı yapmıştık. Bu yazlık maçlarda yine bir gün bizim Cihangir takımımızın Anadoluhisar’la maçı vardı. Kalecilik yapıyordum. Atlıyorum, zıplıyorum, hopluyorum…

    Sabri Kiraz Ağabey beni gördü. Benim hayatımda çok büyük rol oynadı. Beni teşvik edip öncülük eden Sabri Ağabey’dir.

    Bana “Sen kimsin, ne yapıyorsun?” diye sordu.

    Ben de anlattım.

    “Seni Fenerbahçe’ye alalım” dediğinde çok sevinip hemen kabul ettim. Zaten taraftarı olduğum kulüptü.

    Küçüklüğümde yine bir gün stada gitmiştim. Fenerbahçe’de o zamanlar tahta tribünler var, yönetim kurulu orada toplanırdı. Mahallede kendime diğer arkadaşlarımdan ayrıcalıklı hissettirmek için idare heyetinin toplandığı yerde koltukların arkasına saklandım. Biraz sonra yönetim kurulu toplandı. Bunlar ne konuşuyorlar dinleyeyim diye yanaştım.

    O zamanlar Zeki Rıza Sporel başkandı.

    Birden beni gördü. “Ne arıyorsun burada?” diye sordu

    Korkudan nasıl kaçacağımı şaşırmıştım.

    Benim maksadım orada konuşulanları duyayım da mahalleye geldiğimde “Ben bu haberleri duydum” diyerek ayrıcalık hissetmekti. Fenerbahçe sevgisi her şeyi yaptırıyordu, çok utanmıştım.

    Sonra Sabri Ağabey beni genç takıma aldı. Beni yetiştirdi. Orta mektep biterken ben kaleci olarak başladım.

    Sabri Ağabey o kadar değerliydi ki şimdi bakıyorum da 50–60 sene sonrası kalecisinin öğreneceklerini taa o zamandan bana öğretmişti.

    Ben orta mektepte mahsustan 3 dersten kalmıştım. Böylece bir sene boşta kalıyorsun. O bir senede de futbolda büyük gelişme gösterdim. Fenerbahçe’nin tam anlamıyla kalecisi ve kısa bir süre kaptanı oldum.

    O zamanlarda Fenerbahçe takımının futbolcularını Boğaziçi Lisesi’nde okuturlardı. Sabri Ağabey “Seni Boğaziçi Lisesi’ne yatılı olarak verelim” dedi.

    “Memnuniyetle.” dedim.

    “Senin paranı Fenerbahçe Spor Kulübü verecek.” dediler.

    Bir sene aradan sonra Fenerbahçe’ye kendimi kabul ettirdikten sonra Boğaziçi Lisesi’nde okumaya başladım. Hem mektep takımında hem de Fenerbahçe genç takımında oynuyordum.

    Vücudum spora çok yatkındı. Koşu yaptım. 200 m.– 400 m. derecelerim vardı. Voleybol, basketbol oynadım. Turgay Şeren’le o Galatasaray Lisesi’nde, ben Boğaziçi Lisesi’nde iki takım maç yapıp karşılıklı oynuyorduk. Tabii hayatımda en çok kaleciliği yaptım ve sevdim.

    Cihat Arman Ağabey’in de son zamanlarıydı. Beni çok severdi. Örnek olarak da Cihat Ağabey’i aldım. Kaleiçi kalecisiyim. Cihat Ağabey sarı kazağını bana verdi.

    1949 yılında “Ben sporu bırakıyorum” dediğinde, sezonun bitmesine son 3–4 maçı vardı.

    “Benim yerime kaleye sen geçeceksin.” dedi.

    Sevinçten havalara uçtum. Elim ayağım titredi.

    Naci Erdem Ağabey takım kaptanıydı. Benim kaleci olmama itiraz ederek “Biz çoluk çocukla mı oynayacağız?” dedi.

    Sabri Ağabey geldi ve bana “Sen ona uyma, biraz aksidir.” dedi.

    Şeref Stadı’nda 2–0 maçı kazandık. Ligin son maçıydı. Naci Ağabey bana “ Şükrü Şükrü sen ne iyi kaleciymişsin. Aferin…” dedi. O sezon öylece bitti.

    Vefa’ya gidişiniz nasıl gerçekleşti?

    Melih Ilgaz rahmetli çok iyi arkadaşımdır.

    “Ya dedi sen burada enayi gibi… Erdal’ı transfer ettiler, yeni sezonda seni oynatmayacaklar.” dedi. Ve beni aldı, Vefa’ya götürdü.

    1949–1950 sezonu orada oynadım. Fakat Fenerbahçe’de Erdal Kocaçimen sakatlandı ve futbolu bıraktı.

    “Keşke Vefa’ya gitmeseydim.” dedim kendi kendime.

    Bir baktım ilk idmanda Hüsnü Ağabey de Vefa’da… O da Vefa’ya gelmiş. Vefa o sene milli takıma çok futbolcu verdi, çok iyi takımdı. Hatırladığım kadarıyla; Selahattin, Rahmi, Kazma İsmet ve ben gitmiştik.

    Sonra vatani görev mi?

    Evet, 1952 yılında askere gittim. Orada Ordu Takımı’na girdim. Finallere katıldım. 13 defa Ordu Milli Takımı’nda oynadım.

    Sonra Müslüm Bağcılar vardı. 1957’de Fenerbahçe’ye döndüm. 1962’ye kadar oynadım. Sakatlandım. Bir Galatasaray maçında dizim döndü. Top oynayamayacağım doktorlar tarafından söylenince Fenerbahçe doğal olarak mukavelemi yenilemedi, böylece Fenerbahçe’deki futbol hayatımı noktaladım.

    Yurtdışı başarılarınızdan söz edebilir miyiz? 

    Molnar, beni Avrupa’ya çağırdı. 1962 yılında Avrupa’ya Salzburg’a gittim. Sahalarımız çok güzeldi. Orada iki kez Avrupa’nın en başarılı kalecisi seçildim. 1967 yılına kadar Avusturya takımında kalecilik yaptım.

    Sonra Almanya da 8 ay antrenörlük eğitimi aldım. Türkiye’ye döndükten sonra Balıkesir, Manisa, Aydın, Altay, Kayseri, Sivas sonra Trabzonspor’da antrenörlük görevi yaptım.

    1975 yılında ilk defa lig şampiyonu olan Trabzonspor’da teknik direktörlük görevini üstlenmiştim. Sonra Sakaryaspor, Düzce ve Karagümrük takımları…

    Daha sonra Futbol Federasyonu’na çağrıldım. Orada Genç Milli Takım antrenörlüğü yaptıktan sonra İstanbul bölge antrenörü ve bayan milli takım antrenörlüğü…

    Baktım gençler etrafımda dolaşıyorlar ve ne zaman ayrılacağım diye merak ediyorlardı. 2004 senesinde artık yaş nedeniyle ayrıldım. 37 sene bilfiil antrenörlük yapmışım.

    Fenerbahçe’nin üç dönem yönetim kurulu üyeliğinde bulundum. İki keresinde Faruk Ilgaz başkandı. Bir dönem de Güven Sazak başkandı. Kısa bir süre de Fenerbahçe’nin de teknik direktörlüğünü yaptım.

    Sizi dinledikçe Fenerbahçeli olmanın gerçekten de bir ayrıcalık olduğunun iyice farkına varıyoruz.

    Evet, her açıdan bir ayrıcalık. Fenerbahçe sevgisi çok farklı bir sevgi.

    “Futbol nankördür.” derler ama ben hiçbir nankörlüğünü görmedim.

    Ben Fenerbahçe’nin içinde büyüdüm. Babam askeri eczacıydı ama ben futbolu tercih ettim. Çok dayak yedim. Fakat sonra da semeresini gördüm. Önceleri kızan annem daha sonra, tramvaya her bindiğinde “Ben Şükrü Ersoy’un annesiyim.” derdi. Anneme susmasını, ayıp olduğunu söylerdim. Ama o beni hiç dinlemez benimle övünürdü.

    Babam paşaydı. Annem öldüğünde cenaze merasiminin hep törenle olmasını isterdi. Ne kadar temiz kalpliymiş ki benim o dönemlerde Fenerbahçe Yönetim Kurulu’nda olmam sıfatıyla cenazesi tıklım tıklımdı. Ve bandoyla gitti. Allah rahmet eylesin…

    Kaleci olmanın sorumluluklarının, ruhsal yönden de çok ağır olduğunu düşünüyorum… Neler söyleyeceksiniz?

    Takımla bütünleşir, takımın bir parçası olursun. Futbolcuların herhangi biri, bir hata yaptı mı, diğerinin, arkadaşını telafi şansı olabilir. Kaleciye gelince golü yer ve günlerce kalecinin o golü nasıl yediği kritik edilir. Bir tane yesen de dalga geçilir “Bir tane top geldi, onu da yedin.” derler.

    Kalecilik de bir ayrıcalıktır. 11 kişinin içinde kalecinin bir hatasıyla gol olur. Futbolcularda böyle değil. Zor bir yerdir. Antrenörün verdiği taktik üzerine kaleci, arkadaki bütün savunmayı ve hücuma dayalı organizasyonun başlangıcını tayin eder. Bunu da arkadan konuşarak halleder. Sonucunda takım böyle oynarsa rahat eder. Bu nedenle kaleci devreye girer. Ama bunun için kalecinin de lider özelliklerine sahip olması gerekir. Bazen öyle bir kurtarış yapar ki bütün takımı rahat ettirir. 

    Maça çıkmadan önce uğur getiren herhangi bir simgeniz veya hareketiniz var mıydı?

    Uğur olarak maça sağ ayakla çıkardım. Siyah çorap, şort giyerdim. Bazıları solmuş olurdu ama uğurumdu o. Çevremdekilerse merak eder “Başka şortun yok mu?” derlerdi.

    Kaç kez milli maça çıktınız?

    Milli takımda 13 defa oynadım. Turgay Şeren mektep arkadaşımdır. Milli takımda da kaleciliği beraber yaptık.

    Ülkemiz genelindeki yabancı futbolcuları nasıl buluyorsunuz?

    Yabancı futbolcu oynatılmasıyla ilgili söylemem gerekirse; bazı yabancı futbolculara ülkemizde oynamaları için haklarından daha yüksek paralar veriyoruz.

    Ben genç futbolcuların getirilmesinden yanayım ama genelde yorgun futbolcular, adalesi yıpranmış futbolcular getiriyorlar. Genç, dinamik oyuncular bulmalıyız. Adı duyulsun veya duyulmasın önemli değil.

    Galatasaray- Fenerbahçe maçlarının her zaman bir ayrıcalığı vardır… Sizler neler yaşadınız?

    Lig şampiyonu olmayalım ama Galatasaray’ı yenelim. Fenerbahçe taraftarı bir lig şampiyonluğunu bu şampiyonluğa feda ederdi…

    Yine bir Fenerbahçe- Galatasaray şampiyonluk maçı… Beykoz’la berabere kaldık. Galatasaray’ı yenmemiz lazım. Dolmabahçe’de 1–0 galiptik. Metin Oktay’ın vuruşları geliyor fakat her vuruşu engelleyebiliyordum. O maçı 3–0 aldık…

    Maç bitiminde Müslüm Bağcılar geldi ve “Ver o güzel elini öpeyim Şükrü” dedi. Bundan daha büyük bir övünç olabilir miydi?

    Ya kamplarınız nasıl geçerdi?

    Zamanımızda kamplarımız çok uzun olurdu. Birbirimizi çok severdik. Çok neşeli geçerdi.

    Avrupa’ya maça giderdik. Dakikalarca sahanın çimenlerine bakardık. Bizde nerde o zamanlar çimen saha!

    Ali Ersan, o zamanların en ünlü foto muhabiriydi. Çok güzel fotoğraf çekerdi. Teknik bugünkü gibi olmadığından golleri yakalayabilmek için tüm fotoğrafçılar kale arkasında yer alırdı. Ben de uçan kaleci gibi iyi pozlar verirdim.

    Hatırladığınız bir anınızı paylaşır mısınız?

    Yine bir maça çıkacağımız gün “Şimdi Şükrü çıksın, koşsun biz duralım, bekleyelim.” demişler.

    Ben bir çıktım, koştum, orta sahaya geldim, bir baktım ki arkamda hiç kimse yok.

    Yine Can Bartu’nun şakasıydı… Canım arkadaşım. Bizleri her zaman şakalarıyla güldürmeyi, eğlendirmeyi başarıyordu. Tabii efsane bir oyuncu olduğunu da unutmamak gerek.

    Moda’da Mona Palas vardı. Burada uzun kamplarımız olurdu. Aramızda rekabet yoktu.

    “Sen bunu aldın, ben bunu aldım” demezdik. Hepimiz hemen hemen aynı maddi koşullara sahiptik. Her şey çok güzeldi. Şimdi bakıyorum hep transferler ve para mevzuları var. Şimdilerde mütevazılık kalmadı. Verilen rakamın karşılığını da sahalarda göremiyoruz.

    Şimdiki formalara bakın; su gibi terleme yok, forma kupkuru, şu tesislerin muhteşemliğine bak, Fenerium’lara bak. Eskiden bir soyunma odası vardı, duş sırası beklerdik. Şimdi bakıyorum jakuziler, modern banyolar, saunalar.

    Bazen küvete sıcak su doldurulur, sırası gelen içine girer, kas dinlendirirdi. Ama herkes aynı suyun içine girdiğinden çamurun içine girer, çıkardık. 25 kişi aynı küvete sırayla… Şimdilerde düşünebiliyor musunuz? Şimdi sağlık kontrolleri, MR’lar her şey planlı ve muhteşem.

    Biz bazen kampa Bursa’daki Çekirge bölgesine giderdik. Eski hamamlar vardı. Orada havuza girerdik. En büyük lüksümüz oydu.

    Bir de bizim ilginç bir sauna hikayemiz var. Rahmetli doktorumuz Reşat Dermanver, bir elektrik tedavisi yöntemi bulmuştu. Tahtanın üzerinde ampuller… İyi ki bizleri elektrik çarpmadı. Kalbimiz de sağlammış demek. O ampullerin sıcağında oturduktan sonra “Tamam terlediniz çıkın.” derlerdi. 

    Taraftarlar için neler söyleyeceksiniz?

    Taraftarlar artık yan yana oturmalı tıpkı eskisi gibi. O deplasman, bu deplasman diye ayrılmamalı. Eskiden farklı takım taraftarları yan yana oturur, şakalaşırlardı. Ama şimdi böyle bir şey yok. Herkes hakemin her çaldığı düdüğe itiraz ediyor. Taraftarlar tribünü bölüyorlar.

    Dünya Kupaları’nda görüyorum. Brezilyalı sağımda Fransız solumda oturuyor ama hiç kavga etmiyorlar. Otobüste bile şakalaşarak gidiliyor.

    Taraftar profili değişmeli… Özellikle Fenerbahçe taraftarı her zaman birlik ve beraberlik içinde olmalı takımını ve kulübünü her daim desteklemelidir.

    Sayın Aziz Yıldırım’ın yeniden yapılanmayla yarattığı kulübümüz bu noktaya kolay gelmedi. İskambil kağıtlarından yapılan bir kule olarak inşa edilmedi. Hepimizin birlikteliğiyle büyük bir emek harcandı. İyi ve kötü gün ayırımı yapılmadan verilen bir destek bizi her zaman daha güzele götürecektir. Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki Fenerbahçe futbol kulübü değil, çeşitli branşların yer aldığı Türkiye’nin en çok taraftarı olan bir spor kulübüdür.

    Eşiniz Dilek Hanım ve oğlunuz Murat’la yazları uzun bir dönem Kuşadası’nda, kışlarıysa İstanbul’da yaşıyorsunuz. Memnun musunuz?

    Burada keyifli bir ortamımız var. Gördüğünüz gibi Ekim sonlarındayız ve hala güzel bir havaya sahibiz. Denizin en sıcak olduğu dönem…

    Oğlum Murat’ın aktif faaliyetleri var… Hiç sıkılmıyoruz. Murat da sporcu. Özürlü Olimpiyatları’nın koşu ve yürüyüş dallarında bir adet altın ve 8 adet de gümüş, bronz madalyalar kazandı. Eşim Dilek Hanım ve ben onunla gurur duyuyoruz.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Osman Göktan Röportajı

    Osman Göktan Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Osman Göktan röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Trabzon’dan İstanbul’a

    Spor hayatınız nasıl başladı?

    Çocukluktan başlarsak; 1934 yılında Trabzon’da doğdum.

    Ortaokulu bitirdikten sonra, o sıralar annem vefat etmişti. Ağabeyim de eşiyle İstanbul’da yaşıyordu. 1950 yazında iki, üç aylığına İstanbul’a onların yanına geldim. Geliş o geliş…

    Annem de olmadığı için ağabeyim beni bırakmadı, Vefa Lisesi’ne yazdırdı. Vefa Lisesi evimize çok ters bir yerdeydi. Okula yürüyerek gidip gelmek zorundaydım.

    Sonra Beyoğlu Anadolu Lisesi’ne geldim. Tünelspor diye bir takımı vardı. Önceleri mahalle arasında oynanan futbol, bu kulübe girmemle benim için profesyonelliğin ilk adımı oldu.

    Trabzon’dan bir de arkadaşım sonradan Beşiktaş’ın kaptanı olacak Nazmi Bilge vardı. Hepsinin arasından ikimiz sivrildik. Ben defans, o forvet oynardı.

    O sene Liseler arası İstanbul Şampiyonu olduk. Kuleli Askeri Lisesi’ni yendik.

    Kısa dönem Kasımpaşa takımından sonra Emniyetspor’a geçtim. İktisat Fakültesi’ne giderken de Emniyetspor’da oynuyordum. Antrenmanlar çok sıkı olmadığından üniversite eğitimimi çok kolay tamamladım. Tamamen müstakil bir kulüptü.

    Galatasaray Kulübü’nde santrafor oynayan Bülent Eken Beyoğluspor takımını yönetiyordu. Takım karşılaşma için Danimarka’ya gidiyordu.

    “Gelir misin?” diye sordular.

    Ben de “ Bülent Ağabey bıktım küçük takımlarda oynamaktan maçlar 8-7 bitiyor. Biraz da şansımı büyük kulüplerde deneyeceğim.” diye cevap verdim.

    Fazla ısrar etmedi. Ben Emniyetspor’da oynarken Fenerbahçe Spor Kulübü’nün doktoru rahmetli Reşat Dermanver’in muayenesi Beyoğlu’ndaydı. Sakatlandığımızda biz de ona giderdik. O da bana çok ısrar ediyordu. Beni illaki Fenerbahçe’ye almak istiyordu. Benim hayalimse zaten Fenerbahçe’ydi.

    Ve hayaliniz gerçekleşti…

    Kim istemez ki Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oynamayı…

    1958 senesi Naciler, Lefterler, Basriler, Canlar, Şükrüler eski ve oturaklı bir takımdı.

    “Tamam” dedik, gittik kulübe…

    Hiçbir şey konuşmadan “İmzala” dediler, imzaladık ne para ne pul hiçbir şey sormak yok. Yeter ki Fenerbahçe olsun.

    Öğrenciydim, ev de geçindirmiyordum. Paranın da pek önemi yoktu.

    Böylece 1958-59 sezonu Fenerbahçe’ye girdim. O sezon da çok iyi gidiyoruz. Bütün sezon her maçı da kazandık. Bayağı da iyi oynuyoruz. Öyle ki diğer takımlar bizden korkuyor ve “Fenerbahçe’den ilk 20 dakika gol yemezsek maçın berabere kalma ihtimali var.” derlerdi. % 90 da her maçı kazanırdık.

    Unutamadığınız maçlar hangileriydi o dönem?

    O sene, bir gruptan Galatasaray; bir gruptan da biz birinci çıktık. İlk maçta Metin Oktay’ın ağları yırtan o gol oldu ve maç 1-0 yenildik.

    Dolmabahçe’de oynuyoruz. Ağlar şimdi olsa yırtılmaz da işte o zamanlar sökmüyorlar bir sene asılı dururdu. Kar, yağmur, çamur çürümüş tabii…

    Neyse o bize büyük bir darbe oldu. “Biz bu maçı kazanacağız, nasıl kazanacağız” diye de konuşuyoruz.

    Bir maç Çarşamba diğeri ise pazardı. O maça çıktık. Çınar Oteli’inde kamptaydık. Ondan önce ben sağ bek oynuyordum. O maçta benim isteğimle santrhaf oynattı beni Fikret Kırcan ağabey. Molnar da antrenördü.

    Fikret Kırcan’a “Ağabey ben Metin’le oynayayım onun stilini çözdüm, ben varken nefes bile alamaz” dedim. O da kabul etti, o pazar günü ikinci maça çıktık.  Ve çok rahat bir şekilde bu final maçını aldık. 4-0 Galatasaray’ı yendik. Bu iki maçı asla unutamam.

    Bu arada Lefter gibi futbolun ordinaryüsü ile de oynama şansı elde ettiniz.

    Lefter bizim için o kadar önemliydi ki, Lefter’le maça çıktığımız zaman hiç korkmuyorduk. Tüm maçları alacağımızdan emindik.

    “Lefter ne yapar eder maçı aldırır” diye düşünürdük hep.

    “En azından bir gol atar” derdik.

    İşte Lefter bize böyle bir güven verirdi. Lefter başka bir futbolcuydu. Onunla oynama bahtiyarlığa da ulaştık. Nur içinde yatsın. Onun gibi bir futbolcu gelmedi sahalara…

    Bir de bir Lefter’le bir anınız varsa paylaşabilir misiniz bizlerle?

    Var tabii, olmaz mı?

    Bir sene Beşiktaş’la üç maç yapacaktık. Bir İstanbul, bir Ankara, bir de Adana. Özel bir turnuvaydı. İstanbul’da, Ankara’da yendik. Son maçımız da Adana. Çok sıcak bir mevsimdi.

    Lefter çok cinlikler yapar hepimizi güldürürdü. Otelde odada oturuyorum. Öyle yukarıda bavulların konulduğu bir yer vardı. Ben de o sırada yatağın üzerinde oturuyorum. “Tak” diye bir yumurta düştü yanıma, nereden geldi anlamadım, biraz sonra baktım bir tane daha düştü. Bir baktım Lefter valizlerin konduğu yere çıkmış oradan kafamıza pişmemiş yumurta atıyor. “Sen ne yapıyorsun?” dedim kaçtı odadan ben de bir yumurta aldım elime lobide dolaşıp onu arıyorum. Onu görünce attım kafasına yumurtayı, yumurta kafasından akıyor. Aman beni bir kovaladı, Adana’da 100 metre yarış olsa birinci olacağız yani. Öyle bir anımız vardı.

    Fenerbahçe’de kaç sene forma giydiniz?

    Zaman içinde Fenerbahçe’de demirbaş olduk. 10 sene oynadım. Ve 340 maça çıktım. O zamanlar defans oyuncularının santrayı geçmesi yasaktı, o nedenle gol sayım çok azdır.

    Antrenör bağırırdı. “Santrayı geçmeyeceksin” derdi.

    Ara sıra penaltı atardım. Beğenirlerdi. Ama asıl penaltıcı yine Lefter’di.

    Yalnız Ankara’da bir son şampiyonluk maçında Lefter yok muydu tam olarak hatırlamıyorum bir penaltı oldu, attım ve o maçla şampiyon olduk. Zaten şampiyonluğa gidiyorduk fakat o penaltıyla şampiyonlukta hisse sahibi olmuştum.

    Bu 10 sene içinde kaç defa şampiyonluk yaşadınız?

    5 şampiyonluk gördüm. Bunların hepsi de benim için ayrı bir önem taşır.

    Sizin döneminizde WM sistemi ile oynanırdı. Yani kalecilik dışında defansın her yerinde görev aldınız. Sizi zorlar mıydı?

    Ben her iki ayağımı da rahat kullanan bir oyuncu olduğum için bu beni hiç zorlamadı. Santrhaf, sağ bek, sol bek oynadım.

    Futbol oynarken mi evlendiniz?

    1962 yılında evlendim. Evli olunca takip altındaydınız. Hatta bazı maçları aldık mı hep beraber eğlenmeye gazinolara giderdik.

    Bir ağabeyimiz rahmetli Müslüm Bağcılar vardı “Fenerbahçe’de evliyim” diye bana takılırdı. Hepimizin hesabını da verir öyle giderdi.

    Çocuklarınızın sporu erken bırakmanızla ilgisi oldu mu?

    İki tane de evladım oldu.

    1967’de tamamen futbolu bıraktım. Evliydim. Deplasmanlara gidiyordum, artık çocuk olunca da ihmal etmek istemiyordum. Futbol hayatımı noktaladım.

    Fakat futbolu Fenerbahçe’de bırakmak benim için hep bir onur kaynağı oldu. Spor hayatım bittikten sonra bile adım her zaman “Fenerbahçeli Osman” oldu. Bunun da değeri para ile ölçülemez. 

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nde bir de yöneticilik geçmişiniz var, anlatabilir misiniz?

    Futbolu bıraktıktan on sene sonra yönetim kuruluna seçildik. Faruk Ilgaz başkandı. İki sene yöneticilik yaptık. O iki senede de bir şampiyonluk, bir ikincilik gördüm.

    Rahmetli Ahmet Erol vardı. Yönetimdeydi. İkimiz futbol takımına karışırdık. Ben sahaya çıkardım.

    7-8 sene sonra da Fenerbahçe Yüksek Divan Kurulu’na seçildim. Adnan Alptekin as başkandı. İki sene de öyle çalıştım. Orada da yine bir şampiyonluk, bir ikincilik gördüm. Şansımıza çok güzel geçti. 

    Teknik direktörlük yapmak istemediniz mi?

    Maalesef hayır, çünkü çocuklarım çok küçüktü. Çalışacağım yer de İstanbul dışı ve mutlaka bir Anadolu takımı olacaktı. Çocuklarımı da götürmek istemedim.

    Zaten çocuklar da çok iyi okudular. Oğlum, Alman Lisesi’ni bitirdi. İTÜ’de okudu, master yaptı. Futbolla da ilgisi olmadı. Benim için şartlar çok zordu. İstanbul’daki büyük takımlar ise hep yabancı hocalarla çalışıyordu. 

    Milli takımda kaç kez forma giydiniz?

    Milli takımda dokuz kez oynadım. O zamanlar milli maçlar o kadar çok oynanmıyordu.

    Bir de benim askerlik dönemimde Ordulararası şampiyonluğum var. Maçlar 1960 yılında Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel zamanında Ankara’da oynandı. O sırada Ankara’da Hollanda ile de bir milli maç oynadık. Ankara’da kampa girmiştik. Oradan da milli takımla Dünya Şampiyonası için Rusya, Norveç’e gidecektik. Bir taraftan da ordular arası dünya şampiyonası oynanıyor üç maçtı. Türkiye, Fransa, Hollanda, Belçika vardı. Dört takım finale kalanlar. Ankara’da ilk iki maçı ordu adına oynadım bu iki maçı kazanarak aslında Ordulararası şampiyonluğumuz belli olmuştu.

    Sonra ben A milli ye seçilince kamptan beni aldılar. Milli takımın kampına gideceğiz, askerim de…

    Almanya’da kamp yaptık, oradan Norveç’e geçtik, milli maç oynadık oradan Moskova’ya geçtik orada da Lenin Stadı’nda ikinci milli maçı oynadık Dünya Kupası için.

    Her şey bitince, Türkiye’ye döndük. Bir gün evimdeyken bir baktım kapı çaldı, askerlikten firarımı vermişler “Haber vermeden yurt dışına çıkmış.” dediler. Gittiğim takım milli takım “Orduya haber vermedi.” demişler. Ve mahkemeye verdiler. Sonra her şey açıklığa kavuştu. Bu da bir anıydı benim için.

    Deplasmanlarda genelde kimle aynı odayı paylaşırdınız?

    Mikro Mustafa ile aynı odayı paylaşırdık. Ben de o da çok uykucuyduk. Kafamızı vurduk mu uyurduk. O nedenle beraber kalırdık.

    1958-59’ da Mikro Mustafa, Özcan Erkoç, Yüksel Gündüz hep beraber aynı sene geldik. Takımda oynamaya başladık. Hepsini de çok severdim.

    Kulübümüzün bugünkü şartlarında oynamak ister miydiniz?

    Tabii ki, kim istemez ki?

    Şimdi kulübe baktığımda çok büyüdü. Fenerbahçe’de olmadı ama Emniyetspor’dayken formamı getiriyor, evde yıkatıyordum.

    Fenerbahçe’de o zaman böyle değildi tabii.

    Şimdi formalar havada kapışılıyor.

    Bizde bir forma vardı. “Terledim, bu formayı arada değişeyim” diye bir şey yoktu.

    O zaman bu kadar para da yoktu. Sahaya sezon başında çim ekerlerdi, sezon ortalarına doğru sahada çim falan kalmazdı, toprak sahada çamur içinde oynamak zorunda kalırdınız. Mukayese bile edilmez.

    Taraftara mesajınızı alabilir miyiz?

    Fenerbahçe taraftarını dünyaya değişmem. Kulübünü bu kadar seven taraftar görmedim. Taraftarımız hep takımını seviyor ve hep kazanmak istiyor. Ben seyircimizi çok seviyorum. Oynarken de bir problem yaşamadım. Zaten taraftarla problem varsa o takımda barınamazsınız.

    Maçlara gelebiliyor musunuz? 

    Maçlara geliyorum. Ve aynı heyecanla seyrediyorum.

    Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

    4 tane dünya tatlısı torunum var. Hepsi de dedeleri gibi Fenerbahçeli, bundan dolay çok büyük bir mutluluk duyuyorum.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Mustafa Güven Röportajı

    Mustafa Güven Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir “Mikro” Mustafa Güven röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    En Küçük Dev Adam Mikro!

    Mustafa Bey, siz sadece Fenerbahçeli olarak doğmadınız, ayrıca takımımızın formasını da giydiniz. Nasıl başladı Fenerbahçe serüveniniz?

    Sonradan olmaz Fenerbahçelilik. Biz doğuştan Fenerbahçeliyiz.

    Biz boş mukaveleye imza atardık. Öyle bir adet olsa ve zengin bir çocuk olsam Fenerbahçe formasını giymek için para verirdim. Fenerbahçe formasını senelerce giymişim; Beşiktaş’a, Galatasaray’a gollerimi atmışım, layık olmuşum bu formaya…

    Fenerbahçelilik hikâyeme gelince;

    1936 yılında Giresun’da doğdum, babamın işi icabı sonra Bursa’ya yerleştik. 2 yaşından itibaren çocukluğum Bursa’da geçti.

    Henüz 7-8 yaşındayken futbola ilkokulda başladım. 15 yaşına kadar ortaokulda mahalle arasında hep takım kaptanı olarak maçlar yaptım. Biz dört kardeştik. Ağabeyim hariç, üç kardeş hepimiz aynı takımdaydık. Bu büyük avantajdı bizim için.

    O zamanlar efsane futbolcu Lefter vardı. Bana “Küçük Lefter” demeye başladılar.

    15 yaşımda Bursa ikinci amatör kümedeki Yıldırımspor’da oynadım.

    Bana bir pantolon diktirdiler, bunun karşılığında İstiklal Kulübe transfer oldum. Ondan sonra Bursa’da 1. Lig’de oynayan Çelikspor’a transfer oldum. Ayda 50 Lira alıyordum. Bu iyi bir paraydı. Kendi elbiselerimi kendim yaptırabiliyordum.

    Derken 1955 senesinde Adana Milli Mensucat Takımı beni transfer etti. Adana Demirspor’u 35 sene sonra ilk biz yendik. Adana’da yer yerinden oynadı. Şampiyon olduk. Ben de 47 golle gol kralı oldum. 19 yaşıma geldiğimde, artık İstanbul kulüp temsilcileri beni araştırmaya başlamışlardı.

    Bu arada ordu takımında sağ açık eksik vardı. Bu yüzden beni bir sene evvelden askere aldılar. Ankara Ordu Milli Takımı’nda 1956 senesinde Amerika’yı 19-0 yendiğimizde ben dört gol attım. Ve Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş gibi kulüpler benimle temasa geçmeye başladı.

    Tabii askerliğim devam ediyordu. Bu arada Dünya ordular arası şampiyonu olduk. Bu takımda Şeref Has da vardı. Fenerbahçe’de teknik direktör Molnar beni beğendi. Ahmet Erol da menajerdi. Askerliğimin son zamanlarında Fenerbahçe bana 100 Lira para yollamaya başladı.

    Böylece Fenerbahçe Spor Kulübü’ne adım atmış oldunuz.

    Evet. Bir yerde Fenerbahçe ile anlaşmış olduk. Benim için hayatta en büyük olay Fenerbahçe’ye transferimdi.

    Büyük Fikret, kulüp müdürüydü. Bana “Sana bir şey söyleyeceğim ama kızma, sen bu boyla Fenerbahçe’de oynayamazsın. İstanbulspor Beykoz’a gitsen daha iyi olur.” dedi.

    Ben de dedim ki “Kendime güveniyorum.” Sonra “8.000 lira sana transfer parası” dedi. Bu arada Adaletspor bana 20.000 teklif etmişti.

    Anadolu’daki futbolcuların ideali milli takım değildir, Fenerbahçe’de, Galatasaray’da, Beşiktaş’ta oynamaktır.

    Çocukluğumdan beri dört kardeş de futbolcuyduk; Fenerbahçe idealimizdi. Oranın 20.000 lirası beni enterese etmiyordu. 8.000 Lira’ya Fenerbahçe’ye “Evet” dedim.

    O sene 34 maç oynadık. Yaz – kış aynı örme formayı giyerdik. 3 sene Cumartesi – Pazar maç oynardık. Hem de 11 kişi oynardık. Yedek yoktu. Diğerleri tribüne çıkardı. Oyuncu değişme yoktu. Bazen Can Bartu, Şükrü Ağabey sakatlandığında kaleye geçerdi. Ve topların ağırlığı 900 gram falandı, şimdiki gibi 400 gram top yoktu. İzmir’e gideriz iki deplasman yaparız; oyuncu değişikliği olmazdı.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nde toplam kaç kez forma giydiniz?

    1964 senesine kadar 7 sene, 268 maçta, 74 gol atmışım. 34 golü de kafayla. 1.60’lık bir adam için zordur kafa golü atmak. Sıçrama kabiliyetime borçluyum sanırım.

    Milli takım formasında kaç kez maç yaptınız?

    A milli takım, B milli takım, amatör takımda oynadım. Benim zamanımda senede bir maç oynanırdı. 13 kez milli takım forması giydim.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nden sonra bir dış transferiniz olmuştu…

    Bir sene Viyana’da Admira takımında oynadım.

    Beykoz’da antrenör futbolcu olarak oynadım. 3. Lig’den 2. Lige çıkardım

    Ve en sonunda sporu Malatyaspor’da 1969 yılında bıraktım. Yurtdışındaki takımın bana en büyük şansı eşimle tanışmamdı. 1966 senesinde Viyana’da tanıştık. Bir ataşenin kızıydı. 45 senelik evliyim. 40 yaşında oğlum var. Yurt dışında yaşıyor, mimar oldu. O da sıkı bir Fenerbahçeli. İtalya’ya sık sık giderim Inter – Milan maçlarını seyrederim.

    Deplasmanlarda oda arkadaşınız kimdi?

    Evet, takımda arkadaşlık çok önemliydi, perşembe kampa girerdik. Çınar Oteli’nde olurdu. Ben daha çok sağ bek Osman Göktan’la kalırdım, çünkü o da kitap okumasını sever ben de severdim; o da uyumasını sever ben de severdim. Uykusuz geçen bir gecenin sonunda Fenerbahçe formasını giymek kötüdür. Osman’la uyuşurduk.

    Milli takımda da daha çok Metin Oktay’la beraberdim, asker arkadaşımdı. Dört dörtlük bir insandı. Galatasaraylıydı ama en samimi arkadaşımdı.

    Coşkun, Turgay, Metin, ben, Lefter… Çok şakalaşırdık. Kampta da zaten Şeref, Can, ben, Ergun, Yüksel hep beraberdik. Hatta Puşkaş Ergun’un annesi bize yemekler hazırlardı. Bizim o dönemdeki dostluklarımız hala devam ediyor. Rakiplerimizle bile hala görüşüyoruz. Benim oğlumun ismi de Can Bartu’dan dolayı Can’dır. 

    Uğurlarınız var mıydı?

    55 seneden beri bu kolyem var hiç çıkarmam boynumdan. Bir de maça sağ ayakla çıkarım. Lefter’i biz Cumaları Eyüp Sultan’a götürürdük.

    Biraz da derbi maçı öncesinden bahseder misiniz?

    Öyle enteresandır ki başkanı bir transferlerde görürdük. Bir de derbi maç öncesi soyunma odasında yanımızda görürdük. Bu maç şampiyonluktan da önemli derlerdi bu maçı alın şampiyon olun olmayın önemli değil, derbi maçı kaliteli olmaz iki takımın futbolcuları strese girer, uyku hapım vardı onu alırdım, derbi öncesi uyku tutmaz.

    Ya şu futbolcuya bak ne kötüydü acaba düşünüyor mu anası mı hasta, babası mı, çocuğu mu? Bunun olumsuzluğunu sahaya yansıtır mı, futbolcu olmayan bilmez. Bir de forvet oyuncularına 1Gol atamazsanız Fenerbahçe formasını giymiş ad edilmesiniz.” denirdi.

    Maça çıktığınızda taraftarın olumlu ya da olumsuz tepkilerini o sesleri duyar mıydınız?

    İlk 10 dakika her şeyi duyarsın, sonra hiçbir şey duymazsın, babanı görsen tanımazsın, antrenörü bile duymazsın, kaba oyundur eskiden de küfür vardı. Bilerek ya da bilmeyerek içerdeki atmosfere uyarsın. Devre arasında antrenörü dinlersin, birer çay içerdik. Taktiği saha içinde futbolcular yapar, kendine güvenen gole yürürdü.

    Peki ya seyirci olarak durumunuz nasıl?

    15 senedir seyrediyorum, “Sen ne biçim futbolcusun bağırmıyorsun, çağırmıyorsun” diyorlar. Ben de derim ki; “Duyurmayacağımı biliyorum.” Sakin sakin seyrederim, derbi seyirci penceresi vardır. Kilit adamlarla maç biter, üstün oyunlarıyla maçı kazanırsın. Kazanacaksın, kaybedeceksin, berabere bitecek bu bir şovdur, harp değildir.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nün eski bir sporcusu olarak 2011’in kulübünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Ben size bir şey söyleyeyim mi? 20 tane başkan gördüm. Dünyayla rekabet var, şimdi çıtamız çok yükseldi.

    Geçen hafta başkan sağ olsun kokteyl yaptı. Can Bartu Tesisleri’ni ziyaret ettik. Futbolcuları idmanda izledik, sahaya indik, böylesini rüyamızda görmedik.

    Devre arasında masör bize masaj yapacağına ayakkabımızın çivilerini çekiçle içeri atmaya çalışırdı. Şimdi hava durumuna göre her futbolcunun dörder beşer ayakkabısı var.

    Avrupa’da bile bu tesisler yok, bu çok güzel bir olay: Localar, tesisler… Sayın Aziz Yıldırım çok başarılı. Böyle bir başkan böyle bir idare gelmedi. Gelirler yükseldi, binlerce insan çalışıyor bunların hepsini kulüp geliri karşılıyor. Topuk Yaylası’nda tesisler, Ataşehir’de tesisler, stat zaten başlı başına bir olay. Bu güzellikleri yapan bir insana ancak minnet duyarım. Gelmiş geçmiş en iyi başkandır; başka başkan tanımam.

    Mikro Mustafa” lakabını nasıl aldınız?

    1953 senesinde Sakız Adası’na maça gitmiştik 17 yaşlarındaydım. 3-1 kazandık. Ben iki gol atmıştım. Maçın ardından Yunan halkı beni omuzlarına alarak “Zito Mikro” diye bağırarak otele kadar sırtında taşıdılar.

    Sonradan öğrendim ki Mikro “Küçük” Zito da “Yaşa” demekmiş. O zamanlar futbolda çok fanatizm ve aşırı milliyetçilik yoktu. Gazeteci Kamil Yaman bana bu lakabı taktı. Ondan sonra bu lakapla anıldım. Hatta Halit Kıvanç maç anlatırken “Mikro” dediği için TRT’den ihtar almıştı.

    Ayrıca Almanya’da “Klein Mustafa” İtalya da ise “Bambino Mustafa” olarak çağrıldım.

    Hangi futbolcu size benzer?

    Ben çabuk oyuncuydum. Rıdvan’a benzer bir stilim, Alex tarzı da bir tekniğim vardı.

    Bir anınızı bizimle paylaşın lütfen…

    Futboldan hiçbir maddi kazancım olmadı. Bizim dönemimiz Türk ekonomisinin en kötü zamanıydı. Ne hakem, ne antrenör, ne de futbolcu geçimlerini futboldan kazanmazdı. Futbolun geliri çok azdı. Herkesin ikinci bir işi vardı.

    10 yaşlarındayken en popüler spor futboldu. Futbolcuların resimlerini görürdük. Erol, Suphi, Lefter, Fikret, gibi oyuncular Bursa’ya gelmişlerdi. O dönem ben gazete satardım. Oynadıkları maçı seyrettim. Maçı izlerken gazetelerimi satamamıştım. Bursa’da tek bir restaurant vardı. Orada futbolcuları beklerken Ahmet Erol beni gördü.

    “Oğlum ne bekliyorsun?” dedi.

    Ben de onlara “Sizleri görmek istedim.” dedim. Saçımı okşadı, beni içeri davet etti. O gün hep birlikte yemek yedik. İnanamıyordum. Elimde kalan bütün gazeteleri de satın aldılar. Fenerbahçe hastalığım o dönemde daha da pekişti. Ne önüme gelen yemeğin ne olduğunu ne de yediğimi hatırlamıyorum.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Fikret Kırcan Röportajı

    Fikret Kırcan Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Cemil Turan röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Benim Mektebim

    Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur” deriz her zaman siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Fikret Baba?

    25 Aralık 1919 doğumluyum. Doğuştan Fenerbahçeliyim diyebilirim. Evimiz Feneryolu semtindeydi. 10 yaşımdan beri futbol oynardım. Çocukluğumdan beri de Fenerbahçe’nin içindeyim.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’ne girişiniz nasıl oldu?

    Yıl 1934. 14 yaşındaydım. Küçük antrenman sahası vardı, orda futbol oynardık bir gün çağırdılar. Fikret Arıcan, “Gel, başla Fenerbahçe’de sen de Küçük Fikret olursun” dedi.

    Küçük Fikret olarak Fenerbahçe’ye girdim. 1934 yılında Taksim stadında Galatasaray – Fenerbahçe maçı vardı. O zaman Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciydim. Büyük Fikret Fenerbahçe takımının kaptanıydı. O gün bana “Bugün seni oynatacağım” dedi. Ben heyecanla bekliyordum, bir baktım benim yerime kardeşi Semih’i oynattı. Ben ağlayarak oradan kaçmıştım. O maçta Fenerbahçe 3-0 mağlup olmuştu.

    Rahmetli Gündüz Kılıç ve Haşim ağabey beni Galatasaray’ın idmanına götürdüler. O an için üzülüp kızmıştım. Artık Galatasaray’da oynayacaktım. O sıralarda Zeki Rıza Sporel geldi. “Senin yerin Fenerbahçe” dedi. Beni tekrardan Fenerbahçe’ye götürdü. Galatasaraylı Gündüz Kılıç Bey hiçbir şey diyemedi.

    Genç takımdan başlayıp yöneticiliğe kadar yükselen bir dönem geçirdiniz.

    Genç takımla başladım. 1934-1956 arası 22 sene futbol oynadım. Rüya gibiydi. 6 kez şampiyonluk ve 10 kupa şampiyonluğu yaşadım. Ayrıca Milli Takım Komite Başkanlığı, Futbol Federasyonu ve Fenerbahçe’de yöneticilik, Milliyet Gazetesinde de spor yazarlığı yaptım.

    Bu rüya gibi geçen futbol yaşamınızda arkadaşlarınızla iletişiminiz nasıldı? Uzun süre takım kaptanlığı yaptınız.

    Hepsini çok seviyordum, onlar da beni seviyorlardı, hepsiyle sonuna kadar geldik.

    Maçtan evvel bana hep sorarlardı: “Ne yapalım?” diye…

    “Yenilmek yok” derdim.

    “11 kişiyiz, çıkacağız, oynayacağız. Hiç konuşmayacağız. Başka kaidesi yok” derdim.

    Çok golünüz var mıydı?

    Hem de çok. Diğer yandan gol pasım da çok. 412 maçta 139 tane golüm var. Bir sürü kupa maçı yaşadım. İlk zamanlar yalnızca İstanbul Ligi vardı. Galatasaray, Beşiktaş, Vefa, Beykoz, Süleymaniye gibi takımlar vardı. Öyle başladık. Sonra sistem değişti. Yalnız İstanbul değil, tüm Türkiye’de oldu maçlar.

    Bir Beşiktaş maçımız var: İyi de başladık fakat 20. dakikada Dolmabahçe’de Beşiktaş 3 tane gol attı. Ben de kaptanım. Halk, taraftarlar sinirli tabi, bağırıyorlar.

    Devre arasında odaya geldik. Baktım, menajer yok, teknik direktör yok. Beşiktaş gene atacak 6-7 olacağız diye kimseler kalmamış.

    Lefter dedi ki “Ne yapacağız Fikret ağabey?”

    “Yüzünü yıka gel” dedim.

    Sonra Burhan geldi . “Ne yapacağız?” dedi.

    “Git yüzünü yıka gel, kafanı dağıt ruh, aşk Fenerbahçe düşüncesi ile oynayacağız, maça yeni başlamışız gözüyle bakacağız. Lefter, sen sol açık, ben sağ açık, Burhan sen santrafor oynayacağız” diye direktifler vermeye başladım.

    Sonra maç başladı. 10 dakikada 3 gol attırdım. Lefter “Allah Allah Fikret, Fikret maç bitecek.” diyor.

    Coşkun sol açık, topu aldım, defans durdu. 15 dakika var. Hakem gördü, “Oyna” dedi. 4-3 attılar golü. Lefter gene geldi “Biz bittik Fikret ne yapacağız?” dedi.

    “Dur, daha 15 dakika var. Maç bitmedi.” dedim. 10 dakika daha geçti. Ortadan köşeye vurdum; 4-4 oldu. 3 dakika var topu Lefter’e bıraktım, geldi, direkten döndü olmadı. Bana geldi top, vurdum, yine direkten olmadı. Sonuçta 4-4 bitti. Bu da inancın, takım ruhunun gücüdür. 3-0 olan maçı 4-4 sonuçlandırabiliyorsunuz. 

    1958-1959 sezon başı, 2 ayrı grupta oynanıyordu. O zamanki prosedür gereği; grup maçlarını lider tamamlayan Fenerbahçe ve Galatasaray finalde karşılaşacaktı.

    Fenerbahçe, Metin Oktay’ın golüyle ilk maçta 1-0 yenildi ama biz Galatasaray’ı rövanşta 4-0 yenerek şampiyon olduk.

    Rövanşın hikayesi ise şöyle: Galatasaray’a 1-0 mağlubuz, üzüntülüyüz. Kamp Yeşilköy’de, antrenman yaptık.

    Cuma akşamı çocuklarla oturdum, “Kimseyle konuşmayacağız” dedim.

    Yöneticiyim, kimseyi almadım toplantıya. “Bu ruh ve bu aşkla başlayacağız” dedim. Lefter sağ açık, Naci santrafor, Osman orta saha sonra Seracettin vardı. Oyun kurulumuyla ilgili kimseye bilgi vermedik.

    Başkanımız Agah Erozan ile yemek yedik. “Fikret durum nasıl, plan nasıl?” dedi. “Takım 30 değil, 11 kişi söyleyecek bir şey yok” dedim. Kızdı bana ama hiç aldırmadım bir gün sonra geldi, maç 4 -0 bitti, şampiyon olduk.

    Savaş çıkacak haberlerinde Amerika’ya gitmek istediğiniz doğru mu?

    Harp olacak, o hava var. Yıl 1939, 19 yaşındayım. Evliyim. Konuşuyoruz “Ne yapalım, ne edelim, kime söyleyeyim.” diye… En güzel şey; Saracoğlu ile görüşmek üzere Ankara’ya gittim, kimseyi almıyorlar. Başbakanlığa çağırdı, hemen elini öptüm. “Ne istiyorsun?” dedi. “Amerika’ya gitmek istiyorum” dedim. Bak dedi: “İsviçre’ye gidersen olur.” O zamanlarda Hukuk Fakültesi 2. sınıftayım. “Ben sevmem İsviçre’yi…” dedim. Ondan sonra olmadı, kaldı. Ayrılırken yanından “Bak, Galatasaray maçımız var, unutma gol at” dedi. O maçta da gol attık. 2-1 bitti.

    Ya Hukuk Fakültesi?

    Hukuk Fakültesi’ni de 2. sınıftan devamsızlıklardan bırakmak zorunda kaldım. Futbol daha ağır bastı.

    Teknik direktörlerinizle aranız nasıldı?

    Hepsi başkaydı. Hakikatten iyi hocalar vardı. İlk geldiğim sene Macar antrenör Josef Svenk geldi, bir İngiliz hoca James Eliot geldi. Ignace Molnar, Fikret Arıcan, Cihat Arman harika insanlar kimler geldi kimler. Hepsiyle çalıştım.

    Çok uzun süre takım kaptanı oldum, teknik direktörlük de yaptım. 1993’e kadar Fenerbahçe’ye hizmet verdim. En son Güven Sazak başkanlığındaki yönetimdeydim.

    Peki, şimdiki teknik direktörümüz ve futbolcularımızı nasıl buluyorsunuz?

    Zico’yu pek tanıyamadım çünkü çok seyredemedim. Futbolcularımız ise iyi, zamanla daha iyi olacaklar.

    Tuncay’ı beğeniyorum ama bazen çocuk oluyor. Menajerinin ve antrenörün onunla konuşması lazım. Havaya getirmek başka bir şeydir.

    Ben, Galatasaray’dan bir oyuncuyu getirmiştim Fenerbahçe’ye. Sahaya çıkmaya korkuyordu. 30.000 kişi küfür edecek bana dedi. Hiç unutmam onun kulağına pamuk koyardım maça çıkarken “Şimdi artık duymazsın hiçbir şeyi” derdim. Ayrıca hepsiyle tek tek konuşurdum. Şimdi fazla konuşan yok. Konuşmak ve onların psikolojisiyle yakından ilgilenmek gerek.

    1965 senesinde önce Can Bartu’yu İtalya’ya götüreceğim üç gün sonra da oradan Almanya’ya geçeceğim. Avrupa kupa maçımız var, geldim, bir gün antrenman yaptı. Yemek yiyor. Halit Kıvanç da var.

    Can’ı Fiorentina’ya vereceğiz.

    Can bize söyleniyor: “Ben kalamam, yapamam.” diyor.

    “Yapacaksın” dedim.

    Fiorentina’da dünya çapında antrenör Hamren vardı. Can’ı çok sevdiğini ve beğendiğini söylemişti. Bir de ikazı olmuştu Hamren’in: “Bir Mercedes getirmiş, kocaman. Siz babasısınız. Bu araba olmaz. 10 sene sonra alır bu arabayı, bu çocuğa lütfen söyleyin” dedi. Onun bile Volkswagen’i vardı. Can’a söyledim. “Hemen babacığım” dedi ve sattı.

    Üzüldüm geçen sene Tuncay’a da söylemek istedim. Sonra vazgeçtim çünkü hepsi öyle lüks arabalara biniyorlar. Bende de vardı arabalar, iki şirketim vardı, spor bakanı oluyordum. Çok da zengindim ama babam “Mütevazı olmak lazım. Hepsi spor hayatı bitince…” derdi. Şimdi belki devir değişti ama göz önünde olan insanların her hareketlerine dikkat etmesi lazım.

    Ayrıca en son Melih’in cenazesine Galatasaray eski başkanı gelmiş, Beşiktaş eski başkanı gelmiş. “Fikret ağabey” diye öpüyorlar demek ki bir saygı, sevgi var. Eskiden Galatasaray-Fenerbahçe maçlarından sonra yemeğe giderdik. O zaman bir başkaydı. Kim yenilirse yenilsin herkes dost, ağabey ve kardeşti.

    Arjantin Devlet Başkanı Peron’un eşi Eva Peron, hastalığı sırasında iyileşmesi için adına Mevlit bile okutan Türk halkının sevgisinden duygulandığı için Türkiye’yi ziyaret eden Arjantin Kulübü Athletico Lanus aracılığıyla bir de gümüş kupa göndermişti. Beşiktaş ve Galatasaray ile oynayan Lanus, son maçını yaptığı Fenerbahçe’ye 3 – 2 yenilince, kupa da Fenerbahçe’nin Müzesi’ne gitti. Bu takımda da kaptandınız…

    1951-1952 Arjantin maçı vardı, Galatasaray’a 5 tane, Beşiktaş’ a 6 tane attılar. Son maçı biz oynayacağız. Arjantin Dünyanın en büyük takımlarından birisi tabii.

    Maç Dolmabahçe’de oynandı. Çocuklara “Hiç sıkılmayın, çıkacağız ve her zaman oynadığımız gibi futbol oynayacağız” dedim. Harika oynadık. 3-2 kazandık. Manşetlerde gazetelerdeydik.

    Sonra geldiler bana teklif ettiler “Arjantin’e gideceksin orada her şey var.” dediler. “Yok, benim mektebim burası; Fenerbahçe” dedim.

    Milli Takımda da oynadınız…

    Milli takımda 12 kere oynadım. 3 kez kaptanlık yaptım.

    1936’dan 1948’e kadar Milli maç zaten yoktu. Tam 12 sene.

    Milli Takımımız 2. dünya savaşından sonra 23 Nisan 1948’de ilk maçını Yunanistan’la yaptı. Takımın çoğu Fenerbahçe’dendi. Oraya gideceğiz, başladık oynamaya. Beşiktaş’tan Şükrü, Fenerbahçe’den Lefter, Ahmet Erol hatırladıklarım…

    7. dakikada ilk golü attım. Sonra Lefter attı. 2-1 oldu sonra Şükrü attı, kazandık. Maç Atina’daydı. Saha da nasıl kötüydü bir görseydiniz, nasıl biliyor musun? Çorak. Sonra yengiliye doyamamış olacaklar ki bir 3. maç daha istediler. Bu kez de Yunanlıları İstanbul’da yendik. Burada da golü Lefter atmıştı.

    Bir de Leningrad zaferimiz var…

    Can Bartu ile Rusya’ya gittik. Büyük Fikret direktördü. 1956’da oynayacak halim yoktu. “Oynarsam bir hafta sonra oynayabilirim” dedim.

    2 maç oynayacağız Leningrad’da. Büyük Fikret dedi ki: “Oynarsın”. Antrenman yaptım, sahayı açmışlar 90 bin kişi. Rusya’ya kimse gelmemişti. Gece maçı oynuyoruz üstüne üstlük.

    Halit Kıvanç aradı, sordu: “Ne olur maç?” dedi.

    “Futbol bu, oynayacağız maçı 2-1 alacağız” dedim.

    Pat gol geldi. Sonra Mehmet Ali’ye pas attım, durum 1-1 oldu. Sonra bir harika gol attım, 2-1 kazandık.

    Ruslar bırakmadı bir maç daha dediler. Oynamadık. Daha ne oynayacağız! Rusya’da bir tek şeye üzülmüştüm. Nazım Hikmet’i görmek istediğimi söyledim yetkililere. “Akşam bekle” dediler. Bekledim ama gelen olmadı, gelemedi. Çok üzülmüştüm.

    Örneğin maç oynanıyor, yeniliyorsunuz… O esnadaki duygularınız ne olurdu?

    Bırakın yenilgiyi hiçbir şey düşünmemek gerekiyor. Oynayacaksınız maç bitti mi bitmedi sonuna kadar havaya getirirdim, pozisyona girerdim, kötü düşünmek yoktu benim için. Ben koşup oyuncuları da öperdim, “Boş ver, atacağız.” derdim.

    Bir gün Lefter’le başladık. 3 puan öndeyiz, şampiyonluğa oynuyoruz. Beşiktaş’tayız. Denize karşı oynuyoruz, kar var, soğuk var. Lefter sağ iç, ben sağ açık oynuyorum, defansı geçtim, sağımda Burhan, solumda Lefter, tam 7 metre kala kaleye önden geldim.

    Lefter seyircilere “Fikret ağabey bana pas vermez, çocuklara pas verir” dedi.

    “Mahvedeceğim” dedim içimden… Haber öyle manşete geçti. Maç 0-0 bitti.

    Salı günü antrenmana geldim, odaya girdim. “Çıkın dışarı” dedim. Lefter odada kaldı.

    “Ne yapayım, seni öldüreyim mi seni” dedim.

    Ağlamaya başladım, “Yanlış düşünüyorsun” dedim.

    “Babacığım, babacığım” diye o da ağlamaya başladı.

    Başarılıydınız belki bir iki sene daha oynayabilirdiniz. Niçin bıraktınız?

    “Kal” dediler tabii ama 36 yaşında şampiyon oldum ve bıraktım. Neden biliyor musun?

    1946’da bir Beşiktaş maçı vardı. Kaptan Hakkı Yeten ağabey 36-37 yaşındaydı. Götüremiyordu maçı, oynayacak hali yoktu. Bir baktım taraftarlar, kötü sözler söylediler. Tabii ki nankörlük bu insanların yaptıkları. Ağladım o gün.

    Demek ki her şey zamanında olmalı. “Unutma Fikret zamanında bırak” dedim kendi kendime. 1956’da futbolu bıraktım.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oyuculuk dışında hangi görevlerde bulundunuz?

    Futbol Vakfını kurdum. Buranın ilk başkanlığını yaptım, sonra Ziya Şengül’e devrettim. Sezon antrenörlüğü, asbaşkanlık yaptım. İnsanlar spor yaşamım sonrasında da beni hiç yalnız bırakmadılar.

    Tanju Hanım siz neler söyleyeceksiniz Fikret Baba ile ilgili?

    Yakışıklı, iyi kalpli ama herkesin uzaktan çekinerek yaklaştığı bir insan. Kalbi yumuşacık ama kendine dışardan öyle bir duvar örmüş ki tanımayan çekinir, tanıyan da çok sever. Prensipleri olan, tutucu, tam bir oğlak erkeği. Fikret, karakteri çok sağlam bir insan.

    4 kardeşler. Babasını 3 yaşında kaybetmiş. Dedesi Kırca Ali Paşa çok zenginmiş.

    Paraya hiçbir zaman ihtiyacı olmadı. Futbolda kazandığı parayı bile takım arkadaşlarının arasında pay ederdi. Futbolu kendi Fenerbahçe sevgisi ve zevki için oynadı. Ama bunun zevki için olduğunu da hiç bir zaman belli etmedi. Sorumluluklarını her zaman bildi. Çünkü bu onun yaşam biçimiydi.

    Babamız halen çok yakışıklı. Bu konuda neler söyleyeceksiniz Tanju Hanım?

    İstanbul’da en iyi giyinen erkekler arasındaydı. Çok da çapkındır. Bir arkadaşım anlatmıştı. Fikret Karaköy vapurunda lüks mevkide gidermiş. Kaptan anons yaparmış, “Fikret’ in tarafına fazla gitmeyin vapur o tarafa yatıyor” Bütün hanımlar, genç kızlar gemide Fikret’in yanına giderlermiş. Çok hayranı vardı. Herkes “İdolüm” diyordu.

    Maçları izlerken siz nasılsınız, Fikret Baba nasıl?

    Ben ondan çok heyecanlanıyorum. Giderim Fikret’in ellerine bakarım buz gibi. İçinde yaşıyor her şeyi. Çok fazla kızarsa o zaman tepkisini veriyor. Ben çığlık atıyorum, bağırıyorum. O sakin. Sanki ben futbol oynamışım, o oynamamış.

    Geçen sene şampiyonluğu son anda kaçırdığımızda tepkileriniz ne oldu? Fikret Baba ne yaptı?

    O Denizli maçı… O maçı hediye ettik, ellerimizle şampiyonluğu verdik. Yani hatırlamak bile istemiyorum. Çok üzüldük hasta gibiydik. Fikret “Top yuvarlaktır her şey olur her türlü ihtimali kabul edeceksin” der. Bu da bir olgunluk herhalde… Heyecanları içinde yaşıyor. Ben o şampiyonluğu kaybedilmiş saymıyorum. Fenerbahçeli olmak ayrıcalık öyle doğduk, öyle gidiyoruz.

    Fikret Baba saçları bozulacak diye hiç kafa topu vurmazmış. Siz biliyor muydunuz?

    Benim annemle babam maça gidermiş. Babam anneme dermiş ki “Bak Fikret hiç topa kafayla vurmaz onun saçları çok kıymetlidir.” Hakikatten Fikret’in saçları kıymetlidir.

    Fikret Baba’ya dönüyoruz. Gerçekten saçlarınız kıymetli miydi?

    Öyle derler. Ama Altay maçında bir tane kafayla golüm var. Bir anda attım. (Gülüyor)

    Hatırlanmak, hala tanınmak nasıl bir duygu?

    Geçen senelerde Amerika’ya gideceğiz. Delta Hava Yolları’na geldik. 550 kişi sıradan geçerek uçağa biniyoruz. Bir görevli selam durarak “Sayın Fikret Kırcan hoş geldiniz” dedi şaşırdım, Türk olsa gerek. Güzel bir duygu hatırlanmak ve en önemlisi iyi izler bırakmak. Çok güzel günler yaşadım, çok önemli insanlarla tanıştım ama beni bugüne kadar en çok etkileyen an Atatürk’le karşılaşmamdı. Moda’ya geldik. 14 yaşındaydım. Atatürk, İngiltere kralıyla motorla yanaştı. Saçımı okşadı. Gözlerine bakamamıştım. En çok gurur duyduğum andı.

    Taraftarlara mesajınız var mı?

    Bu muhteşem taraftara tek mesajım var: Hepsini çok seviyorum.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Can Bartu Hazinesi

    Can Bartu Hazinesi

    Çok uzun zamandır bir “Can Bartu Kitabı” için çalışmaya çalışıyoruz fakat, gaile-i hayat, bihakkın bir proje için gereken zamanın ayrılması mümkün olmadı… Bununla beraber, bu müthiş ismin fotoğraf arşivi yani (tabiri caizse) “Can Bartu Hazinesi” için de bir şey düşünmek gerekiyordu.

    Sevgili eşi Güler Bartu Hanımefendinin teveccühü sayesinde tamamını dijital hale getirdiğimiz fotoğrafları Fenerbahçe ve Türk spor tarihi ile buluşturmak yerinde olacaktı. Merhum Can Bartu’nun ruhu şâd olsun. Saygıdeğer Güler Bartu’ya, kelimenin tam anlamıyla, sonsuz teşekkürlerimizle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Can Bartu: 1936’da İstanbul’da doğdu. Futbola Fenerbahçe’de başladı. 1961’de profesyonel kadroda iken, antrenör Szekely’nin aracılığıyla, İtalya’nın Lazio kulübüne gitti ve bu transferden Fenerbahçe Kulübü 17 bin dolar aldı. İtalya’da 6 yıl futbol oynayan Can, 1967’de tekrar Fenerbahçe’ye dönmüş ve 1970 Temmuz’unda futbolu bırakmıştır. Fenerbahçe’de 330 maç yapıp 162 gol atan Can, 28 kez yer aldığı ve 5 gol attığı milli takımın da 6 kez kaptanlığını yapmıştır. Basketbolda da millidir. (Rüştü Dağlaroğlu | 1907-1987 Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihi)


  • Ersoy Sandalcı Röportajı

    Ersoy Sandalcı Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Ersoy Sandalcı röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Takımın Beyni

    Spor hayatınız nasıl başladı?

    İstanbul, Kızıltoprak semtinde yaşıyorduk. Dört kardeşli bir ailenin en küçüğüyüm.

    Sporcu bir aile sayılırız. Ağabeyim Erdinç’le benim aramda 1,5 yaş var. O da Fenerbahçe’de iki sene oynadı, 1969’da Vefa’ya transfer oldu, başarılı olunca da Vefaspor geri vermedi.

    Top benim için mahalle arasında başladı. Ben fazla meraklı değildim ama arada bir oynuyordum. Mahallede oynarken o dönem kulüplerin altyapılarına yönlendiren ağabeyler vardı. O dönemde de Talha Altunbaşak vardı. Onun tavsiyesiyle Fenerbahçe genç takıma iki kardeş gittik. 40 kişi arasından seçilmiştik. Birinci plana çıktık. Benim yaşım küçük olduğu için lisansım çıkmadı ama ağabeyiminki çıktı. Baktım ona ayakkabılar, formalar verildi. Bana da cazip geldi, iştahlandım.

    Futbola ben de yetenekliydim fakat kendi yeteneğimin farkında değildim. Fakat bana lisans çıkarılmayınca ben de antrenmanlara gitmemeye başladım. Lisans yaşı on beşti çünkü. Ben de o ara Beşiktaş’ın seçmelerine katıldım. Gittik oradan döndük.

    Dönüşümüzde Molnar zamanında semt takımları turnuvaları düzenlerdi. Fenerbahçe’de Faruk Ilgaz dönemiydi. Biz de Kızıltoprak olarak katılırdık. Orada junior takıma ve genç takıma seçim vardı. Burada ben Ümran Kaçar’la genç takıma seçildik. Bir müddet oynamadık. Genç takımda Donanma Kamil ilk antrenörümüzdü. Kendi muhitinden oyuncular getiriyordu, kadro öyle oluşuyordu. Biz yeni çıktığımız için öyle sessiz, ufak tefek, cılızdık. Diğer oyuncular daha güçlü kuvvetliydi. Antrenmanlarda başarılıydı.

    1966-67 yıllar böyle başladı. Yaş 15. Tabii daha sonra tercih edilmeye başlandık. Genç takım bazında Türkiye’de ilk defa gerçekleşen turnuvada Türkiye şampiyonu olduk. Fenerbahçe tarihinde o da bize kısmet oldu. Konya’da finalleri oynadık. O zaman bana Karşıyaka takımı talip oldu. Oradan beni kaçırdılar. Bir ay orda kaldım Fenerbahçe onaylamadı tabii. Sonra Almanya’da olan bir turnuvaya katıldık. Faruk Başkanımız da geldi. Turnuvada çok başarılı oldum, hatta turnuvanın gol kralı oldum. Hâlbuki orta saha oyuncusuydum fakat uzak toplara iyi vururdum.

    Hatta sizin “Takımın beyni” diye de bir titriniz varmış…

    Evet, daha çok organizasyon, oyun kurma ve asist yapardım. Az gollerim var ama öz gollerdi bunlar. Değerli gollerdi. Braytner’e benzetirlerdi. Lakap olarak “Dansör” derlerdi.

    Dönüşte sezon sonuydu. Ankara’ya gittik, Başbakanlık Kupası vardı. Orada da gol attım. Yavaş yavaş oynamaya başladık. 

    A takımdaysa daha yeni oynuyorum. Nedim Doğan kaptandı. Birkaç iyi maçım oldu. Sabri Hoca ile de çalıştım. Parlak dönemim Didi zamanıydı. Benim için “Didi’nin gözdesi” derlerdi, Didi dönemi çok başarılı geçti. O’nun gelişiyle şeklimiz değişti, öz güvenimizi kazandık, onla beraber şampiyonluklar yaşadık, kupalar aldık.

    Kaptanlık da yaptınız…

    Ercan Aktuna menajerdi. Necdet Niş’le beraber görevdelerdi. 1974’de Abdulah Gegiç geldi.1975-76 sezonunda Abdullah Gegiç antrenörümüzdü. “Kim eski?” diye sordu. Benim olduğumu söylediler. Ziya’nın sakatlığı döneminde kaptan oldum.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nden sonra hangi takımlarda oynadınız?

    1976-77 sezonunda Zonguldakspor’a transfer oldum. Altı sene oynadım. Başarılı geçti. Oradan Ankaragücü’ne gittim. 1985 yılında bıraktım.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nden ayrılmak zor olsa gerek…

    Buruk ayrıldım. O günkü koşullarda bazı polemikler yaşandı, dışarıdan gelenler daha öncelikliydi. İçerideki altyapıdan yetişenler evlat muamelesi görüyordu. Haklarımızı aramak durumundaydık.

    Hatta bir dönem rahmetli Emin Cankurtaran’ın başkanlığı zamanında beni satışa çıkardılar. Büyük bir paraya çıkardılar, kulüpte kaldık fakat bir sürü vergi ödedim.

    Bir süre kadro dışı çalıştım sonra affedildik. Didi “Ersoy’suz Fenerbahçe olmaz” dedi tekrar başladık.

    Futbol sonrası neler yaptınız?

    1985’te amatör kurslara katıldım, antrenörlük kurslarına gittim. Fenerbahçe’de PAF takımını çalıştırdım.

    Daha sonra Denizlispor’a gittim. 1996’da “Altın Tepsi Amatör Şampiyonluğu” olayı oldu.

    Sonra Düzcespor, Nilüferspor’da teknik sorumlu olarak çalıştım, Düzce dönüşü 1998’de TFF’ye girdim.

    O zamandan bu zamana genç milli takımlar bölge antrenörü olarak başladım, tüm yaş kategorilerinde antrenör olarak çalıştım.

    Semih’le başlamıştım. Daha sonra 1984-85-86-87 grupları çalıştırdım sonra rotasyon oldu, 88’lileri yetiştirmek üzere milli takım Gürbüz Hoca’yla olan takımı biz hazırlamıştık. Dünya üçüncüsü olan takımdı. Volkan Demirel, Volkan Babacan gibi değerli sporcularımıza bizim de katkılarımız olmuştur.

    Milli takımda kaç kez forma giydiniz?

    Üç kez giydim. En son İtalyan maçında menüsküs oldum. 70 senesiydi. Şimdi bakıyorsun bir genç 150 kere milli olmuş. O zamanlar bu kadar milli maç yoktu.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oyuncu olduğunuz dönemde kimle aynı evi paylaşırdınız?

    Dereağzı Fenerbahçe Burnu’nda kalırdık. Adil’le paylaşırdım evi. Çoğu zamanım onla geçerdi.

    Bir anınızı paylaşır mısınız?

    Benim Erdinç kardeşim Kayserispor’a transfer olduğu dönemde karşılıklı bir maç yaptık. Ben de Fenerbahçe’de oynuyordum.

    Bir gün evvel de annemle beraberdik. Anneme şakadan “Bak oğlunun ayağını elini vereceğim eline” dedim. Annem de saf bir kadın “Aman sana sütümü helal etmem güzel oynayın, birbirinizi yaralamayın.” dedi.

    Maç başladı. Kayserispor da iyi oynuyor. Bir pozisyon oldu, baktım o taraf çok etkili geliyor. Ben ağabeyim Erdinç’i bir tırpanladım, attım, çimden dışarı çıktı. Ben de dışarı çıkmışım. İstemeden tabii. O da sakatlandı, benim de dizim döndü, ameliyatlık duruma geldim, onun da kasığı yırtıldı.

    Ertesi gün gazetelerde “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?” diye başlık atmışlardı. Annem de duyunca baktım benimle konuşmuyor, aramızda önceden böyle esprili bir konuşma geçince gerçek sanmıştı. Ta ki ben ameliyata girinceye kadar…

    Taraftarımıza mesajlarınız nelerdir?

    Zaman zaman taraftar faturayı kişileştirir, bazen protestolar olurdu. Tabii aranan isim de olurdunuz.

    Fenerbahçe çok büyük bir takım olduğu için onun büyüklüğünü sahaya yansıtmak çok önemli bir işti bizim için. Taraftar takımı kişiselleştirmemeli. Futbol bir takım oyunu.

    Maçlara geliyor musunuz veya izlerken nasılsınız? Tepkileriniz neler?

    Maçlara geliyorum. Gelmediğim zaman televizyondan izliyorum. Kazanmasını arzu ediyorum.

    Kaoslar bazen yaşanıyor ama kısa sürede atlatılacağını düşünüyorum. Keyifli maçlar izledik son haftalarda. Küfre çok sinirleniyorum. Televizyonda daha sinirli olmadan izleyebiliyorum.

    Uğurlarınız var mıydı?

    Uğur olarak bir muskam vardı, onu takmadan çıkmazdım.

    Özel sorunlarınızı sahaya yansıtan biri miydiniz?

    Özel sorunlarımı sahaya asla yansıtmazdım, sahada her şeyi unuturdum ama çok hassas yapılı insanlar vardı, onlar yansıtırdı. Düzenli bir hayatım vardı. Erken yatardım. Maç önceleri sorunlardan uzak kalmayı başarırdım.

    Evlatlarınızın spor ilgisi oldu mu?

    Üç evladım var ama sporla ilgileri olmadı. Ben de belki fazla yeteneklerini araştırmadım. Okudular.

    Kulübümüzün bugünkü şartlarında oynamak eminim sizin için çok zevkli olurdu…

    Kim istemez ki bu koşullarda bu kulüpte oynamayı? Aziz Başkan gerçekten çok güzel işler yaptı. Çok büyük bir değişime uğradık. Bizim şartlarımızla kıyas kabul edilmez. Kulübe gibi sobalı soyunma odalarından, yırtık formalardan, merdaneli çamaşır makinelerinden nereye geldik. 70’li yıllarda bile koşullar çok kötüydü.

    Yabancı oyuncuların sayısının artmasının artı ve eksileri yaşanıyor. Belki sadece yabancı oyuncunun gelişi ile ilgili değil, altyapı oyuncularının yetişmeleriyle ilgili de problem yaşıyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz?

    Altyapıdan oyuncu yetişiyor ama kendi oyuncumuza fazla ilgi duymuyoruz. 8+1 ya da 7+1 olursa belki hiç şansları kalmayacak. Yetişmesinde problem oluyor tabii, şimdi biraz gençlik geliştirme programları içerisinde iyi eğitilmeye başlandı.

    Eskiden ahbap çavuş ilişkileri yaşanıyordu. “Gel işte, orda çalış” deniyordu. O çocukları geliştirmek önemli. Bir yere kadar geliyoruz fakat neticeye endeksli olduğu için sonra pek ilgilenemiyoruz. Avrupa’da öyle değil. Önce kendi sistemini oturtuyor.

    Bizdeki yetenekli çocuklar da Avrupa’nın kancasına takılıyor, diyebilir miyiz?

    Avrupa takımının menajerleri bütün turnuvalara dağılıyor. Küçüğü büyüğü nerde turnuva var takip ediyorlar, alıp götürüyorlar.

    Bizim kulüplerin bu oluşumu yapması lazım. Federasyonun 14 bölgesi var. Turnuvalar yapıyoruz sezon sonunda, kulüplere hizmet veriyoruz. Gelip seçebiliyorlar. Veya biz Dereağzı’na götürüyoruz. Orada yetenekli oyuncuları gösteriyoruz.

    Fenerbahçe devreye girip bir oyuncu seçti mi kulüpler fazla para istiyorlar. Bazı çocuklara şans veriliyor mesela Semih, Emre bunlara örnek.

    Yabancıya karşı değilim tabii. Örnek oluyorlar. Fakat bizlerden de yeteneklerin keşfedilmesi adına devletin daha fazla destek olması lazım.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Ercan Aktuna Röportajı

    Ercan Aktuna Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Ercan Aktuna röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Çekirdekten Fenerbahçeli

    Biz aramızda her zaman “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur,” deriz. Siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Ercan Bey?

    Rahmetli amcam savcı muaviniydi. Sekiz yaşındayken beni alır, maçlara götürürdü. İlk maçımız için Dolmabahçe Stadı’nın açılışına götürdü. Protokol kısmında oturmuştuk. Unutulmaz bir gündü.

    Fenerbahçe maçlarından sonra çok mutlu olurdu. Amcam da zamanında futbol oynamış. Lakabı Pire Mehmet’ti. Bana Fenerbahçe’yi ilk sevdiren amcam oldu.

    Annem çok sert mizaçlıydı. Maçları seyretmeye gitmeme izin vermek istemezdi.

    Fenerbahçe maçları öncesi erkenden Üsküdar’a gider Canavar Burhan, Basri, Özcan, Naci Ağabeyleri beklemeye başlardım. Onlar da bizler gibi arabalı vapura binerler, üst katta çay ocağına yakın yerde otururlardı. Elimden geldiğince onlara yakın olmak için gayret gösterirdim.

    O yıllarda inanamazdım elbet gönül verdiğim Fenerbahçe’de ben de top koşturacaktım.

    Spor hayatınız profesyonel olarak nasıl başladı?

    İstanbul Erkek Lisesi’nde okuyordum. O sıralar Fenerbahçe genç takımda idmanlara çıkıyordum.

    Önceleri mektep maçları vardı. Ahmet Erol da Fenerbahçe’de menajerdi. Beni beğendiler, fakat yaşımdan dolayı daha lisansım yoktu. 17 yaşındayım, bir gün eski Fenerbahçeli kaleci Sabri Kiraz Hoca bana “Gel seni İstanbulspor’a götüreyim. Yatılı olarak yazdırayım,” dedi. 1957 yılıydı. Meseleyi amcama açtım. Ona Sabri Hoca’nın önerisini anlattım. Amcam da “Sabri Hoca’yı dinle, önce oku,” dedi

     Çok az maçlara giriyordum. O zamanlar İstanbulspor çok kuvvetli bir kulüp. Kadrosu da çok iyiydi. Senede 2-3 maç oynuyordum. İstanbulspor’un yanı sıra genç milli takımda da oynuyordum.

    1960 yılında Turkcell lig gibi bir milli lig kuruldu. O zamanlar cumartesi ve pazar olmak üzere haftada iki kere maç yapılıyordu. Deplasmanlara giderdik. 6 takım kura çekiyordu. İzmir ve Ankara’da; Altay, Göztepe, Altınordu gibi güçlü takımlar vardı.

    Hatırlıyorum o zamanlar İzmir’e deplasmanlara gittiğimizde Fenerbahçeliler Alsancak’ta iyi otellerde kalır, uçakla giderlerdi. Biz ise Basmane’deki otellerde kalır, otobüsle yolculuk ederdik. Küçük kulüplerin kaderidir bu.

    İzmir’de felaket sıcak olurdu. Fenerbahçe Karşıyaka ile oynar. Biz Altay’la oynarız. Ertesi gün de Fenerbahçe Altay’la oynar, biz de Karşıyaka ile oynarız. Günümüze baktığınızda haftanın iki günü üst üste maç yoktur. 

    İstanbulspor’da oynarken Fenerbahçe ile karşı karşıya kaldığınızdaki duygularınız?

    Bir keresinde Fenerbahçe bir mağlubiyeti İstanbulspor’dan aldı. Üzüleyim mi? Ağlayayım mı? İki arada bir derede kaldım. Bilemedim! Ama ondan sonra Allah gönlüme göre verdi. Neyse neticede Fenerli olduk, mutlu olduk.

    Fenerbahçe transferiniz nasıl gerçekleşti?

    1965 yıllarıydı. Milli takımda oynadığımdan dolayı gündeme gelmiştim. Galatasaray Beşiktaş ve Fenerbahçe beni istiyordu. Benim gönlüm Fenerbahçe’deydi. Ve Fenerbahçe kulübü beni takımda istediğini bir aracı vasıtasıyla iletti. Hayallerim gerçekleşecekti…

    Ama o zamanlar transferler bugün olduğu gibi bazı prosedürlerle yapılmıyordu. Futbolcu önce kendi onayıyla kaçırılır ve bir yerde kısa bir süre saklanırdı. Basından uzak tutulur, diğer kulüplerin futbolcuya ulaşması engellenirdi. Bana da Koyu Fenerbahçeli Hırsız Semai lakaplı ağabeyimiz eşlik etti.

    O dönem İsmet Uluğ Başkan, Faruk Ilgaz ise Genel Sekreterdi. Semai ağabey “Evladım seninle güzel bir yere gideceğiz,” dedi. Neticede enteresan bir olay, Semai ağabeye “Semai ağabey ben deniz çocuğuyum, deniz kenarı olsun, ben denizden ayrı kalamam,” dedim. Kocaeli yakınlarında Tütünçiftlik’te bir ayakkabı mağazalarının sahibinin villasında 21 gün kaldık. O zamanlar İzmit Körfezi’nden denize girilebiliyordu.

    21 günün sonunda Kadıköy Belvü Restoran’da Kadıköy grubundan Muhittin Bulgurlu ile buluştuk. Bir çantayla gelmişti.

    Muhittin Bulgurlu bana “Evladım işin en zor tarafını bitirdik. Şimdi transfer zamanı imzalar atılacak. Sen ne kadar istiyorsun?” dedi.

    Bizim dönemimizde o formayı giymek şerefti. Ona “Ne verirseniz verin takdir sizin efendim” dedim.

    Bana önce 50.000 TL sonra da 5000 TL daha verdi. Transferim 55.000 TL’ye gerçekleşti.

    Muhittin Bulgurlu sonra orada bulunan kişilere dönerek “Gördünüz mü, ne tok bir insan aldık. Tam bir Fenerbahçeli” demişti.

    Galatasaray’ın bana teklifi 160.000 TL ile 180.000 TL arasında bir rakamdı. Hepsini Fenerbahçeli olmak uğruna elimin tersiyle itmiştim.

    Aramızda Erdal Kocaçimen de vardı. O da eski kalecilerimizden. “Ağabey merak ettim sadece, çantada ne kadar vardı?” dedim.

    Bana “165.000 TL civarı vardı, isteseydin senindi” dedi. Ama ben o an onu düşünmüyordum, manevi yönü daha önemliydi.

    1965 yılında Fenerbahçe ile bağlanan hayatım 1975 yılına kadar devam etti.

    Kaç kez Milli takım formasını giydiniz?

    O formayı 29 kez giymek nasip oldu bana…

    Oynadığınız yıllardan bir anınızı anlatır mısınız?

    1965’de bir Avrupa Kupası eleme maçı vardı. İstanbulspor’da oynadığım dönemdi. Bizim oynadığımız dönem saha zemini şimdiki gibi değildi tabii. Bir milli maç için Portekiz’e gitmiştik. Onların sahası çimdi tabii.

    Sonra onlar rövanş için geldiler. Yeniköy’de otelde kamptayız. Kampa takviye olarak İtalya’dan Can Bartu, Avusturya’dan Özcan Erkoç geldi. Portekiz idman için oynanacak sahayı bir gördü. Tabii toprak saha Portekiz milli takım yetkilileri “Biz bu sahada oynamayız dönüyoruz ve FIFA’ya bildireceğiz” dediler.

    Bizi bir telaş aldı. Maç için Yeniköy’den Ankara’ya taşındık. Şimdi bakıyorum da 2008-2009 UEFA finalinin Türkiye’de ve Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu’nda oynanacak olması ne kadar haklı gurur bizim için…

    Savunmanın bel kemiğiydiniz. Lakabınız var mıydı?

    Benim lakabım Maldini idi. Tribün öyle takdir etmişti. Fizik olarak da Milan’da oynayan Maldini’nin babasına benzetirlerdi.

    En beğendiğiniz ve kendinizi yakın hissettiğiniz takım arkadaşlarınız kimler?

    Adada güzel günlerimiz geçti. Lefter ağabey “Hadi kros yapalım,” derdi. Koşardık. Nerdeyse 40 yaşına kadar oynadı; müthiş bir topçuydu. Böyle bir futbolcu bir daha gelmez. İki ayağı aynı. Çalım atamayacağı adam yok. Burada bir Macaristan maçı oynadılar, paramparça etti. Bir vole bir de penaltı 3-1 yendik. Macarlar o zaman sistemi öyle bir oturtmuş ki İngiltere’ye 6 atıyorlar. İki golü Lefter ağabey, bir golü Metin Oktay attı. Onu da çok severdim.

    Bir derbi maçımızda o kadar kötü oynuyoruz ki Galatasaray baskı kuruyor, biz kontra atak oynuyoruz. 3 kontra atak yaptık. Maç 0-3 oldu. Maçın bitmesine 8 dakikaya yakın bir zaman vardı. Metin Oktay “Biraz yavaş olun, zaten maç 0-3,” dedi. Yılmaz Şen de biraz kötü sözler söyledi. Bunun üzerine Metin Oktay çok kızdı, Yılmaz’ın boğazına sarıldı. Ve hakem Metin Oktay’ı maçtan çıkardı. Metin çok efendi bir insandı, onun ilk defa oyundan çıkarılmasına şahit oluyorduk. Küfrü bile olmayan bir insandı. Ve o gün soyunma odasına gittiğimiz de hepimiz 0-3 galibiyetimize sevineceğimize Metin ağabeyin oyundan çıkarılmasına üzülüyorduk. Futbolcular arasında çok büyük samimiyet vardı; kardeş gibiydik.

    Şeref Has’ı çok severdim çok âlem ve titiz bir insandı. Aynı odada kaldığımız bir dönem, “Ercan yatağın yerini değiştirelim,” der, bir o tarafa bir bu tarafa… Yastık kılıflarını evden getirirdi. Benim saatim vardı başucumda meğer onun tik tak sesinden rahatsız olurmuş. Kendine çok iyi bakardı, müthiş bir oyuncuydu. Arkadaşlarımızın hepsiyle uyum içindeydik. Herkesle iyi geçinirdim.

    Bir stoper oyuncusuydunuz. Oyun kurmadaki ustalığınız ve hava toplarındaki hâkimiyetiniz en büyük özelliğinizdi. Bir de penaltılar… Bu meziyetleri nasıl kazandınız?

    İstanbulspor’dan başlayarak zor anların adamı, Yılmaz Şen’le 14 sene birlikte oynadık.

    Bir de disiplinli, futbol sezgisi kuvvetli, Bükreş dinamosu Ion Nunweiller vardı. Dört dörtlük bir futbolcuydu o da, çok iyi anlaşırdık.

    Yılmaz’la da birbirimizi tamamlardık. Spor devamlılık ister, istikrar ister, kararlılık ister. Onlarla birbirimize baktığımızda “Keser mi keser, alır mı almaz mı” anlardık hemen.

    Molnar zamanında penaltıları ben atardım. Antrenmanda hepimizi toplar, herkese 10 penaltı attırır. Kim daha fazla atarsa onu tercih ederdi. Galatasaray’a karşı penaltılarım vardır.

    Sahaya çıkarken uğurlarınız var mıydı?

    Takımla sahaya çıkarken sağ ayağımla çıkardım, çizgiyi geçerken sağ ayağımı atardım. Çok sakin bir oyuncuydum. Hiç kırmızı kartım olmadı. Profesyonel top oynadım. Bizim zamanımızda kırmızı kart yoktu, hakem “Çık dışarı!” derdi. 

    Fenerbahçe tarihinde beş kupa aldığımız 1967-68 kadrosunda siz de vardınız…

    Türkiye Kupası, Başbakanlık Kupası, TSYD, Lig Şampiyonluğu, Cumhurbaşkanlığı ve Balkan Kupası maçlarını kazanarak beş kupayı aldığımız bir dönemdi. Çok iyi anlaşan bir kadroydu.

    1975 yılında futbolu Fenerbahçe’de bıraktıktan sonra çalışmalarınız nasıl devam etti?

    Futbolu bıraktıktan sonra İngiltere’ye menajerlik eğitimi için gittim. Eğitimimi tamamladıktan sonra kulübüme tekrar geri döndüm. Gitmeden evvel 6 senelik bir mukavele imzalamıştım. 2-3 sene menajerlik görevinde ve yönetimde bulundum. Primleri ben tespit ederdim,

    1974-1976 Emin Cankurtaran başkan olduğu dönemde başladım. 1975’de Rıdvan’ı aldım, kaçırdım. Rıdvan’ı o zamanlar Galatasaraylılar istiyordu. O da ayrı bir maceradır.

    1983-1984 Faruk Ilgaz’ın başkanlığında da görevdeydim. Faruk ağabey borçtan korkardı, “Açılmayalım” derdi. Futbolcular beni tanıdıklarından, başkanımız Faruk Bey Yüksel Bey’le beraber transfer işlerini yürütmemi istemişti. Altay’dan Erol’u aldım.

    En son 1989-1993 Metin Aşık’ın başkanlık döneminde görev yaptım.

    Fenerbahçe’de oynadığınız dönemde sizi en çok etkileyen, sizde en çok iz bırakan isim kimdi?

    Derbi maçları öncesi Moda Burnu’ndaki Mona Palas’ta kalırdık. Maça gitmeden evvelde Moda Deniz Kulübü’ne uğrardık.

    Eski efsane Fenerbahçeli futbolcu Zeki Rıza Sporel aynı zamanda Moda Deniz Kulübü’nün kurucularındandı. O müthiş bir insandı. Nur içinde yatsın.

    Fenerbahçe flamasını eline almış, Taksim Stadı’nda başlamış gümbür gümbür gollerini atmaya.

    Onun gibi biriyle tanışmış olmak bizim için bir şeref olmuştur. Başarı dileklerini kabul etmek üzere bizi kulübün başkanlık odasında ağırlardı. Çok klas bir insandı. Fazla konuşmayı sevmezdi. Bize asla “Şöyle yapın, böyle yapın” diye taktikler vermezdi.

    Zeki Rıza Sporel’in söylediği sözler bugün hala kulağımda “Fenerbahçeli gibi oynarsanız maçı kazanırsınız; oynayacaksınız ve kazanacaksınız,” derdi. Sonra odasından çıkar, maçımız için önce taksilerle Üsküdar’a, Üsküdar’dan da vapura binerek Dolmabahçe’ye giderdik. Antrenörümüz Molnar takımı soyunma odasında açıklardı.

    Derbi maçları nasıl geçerdi?

    Galatasaray- Fenerbahçe maçları çok elektrikli geçerdi. Sakin olan maçı kazanır. Sinirli olmak insanı kontrolden çıkarır. Bugün de böyle… Son maçta Galatasaray’ın hiç üstünlüğü yoktu. Bu sezon yine deplasmanda da yenecek Fener…

    Boyunuz uzun, neden basketbolu tercih etmediniz?

    Boyumun uzunluğu sanırım yüzmeden geliyor. Boğaz çocuğu olduğumdan çocukluğumdan beri yüzerim. O zamanlar boğazı geçmek Rumeli İskelesi ile Kuzguncuk arasında olurdu. Bu da bayağı uzun bir mesafe. Çok iyi yüzerdim. Kaptanların başlarının belasıydık. Gemiden atlardık. Yaramaz çocuk futbolcu olur, sakin çocuktan futbolcu olmaz. (Gülüyor)

    Bir arkadaşınızın evlenmesine vesile oldunuz… Bizimle paylaşır mısınız?

    Takım arkadaşlarımın hepsiyle çok samimiydik. Fakat Selim’le dostluğumuz biraz daha fazlaydı. Kamplarda aynı odada kalırdık. Hülya ile Selim’i ben tanıştırmıştım. Bugün baktığımda buna vesile olduğuma çok seviniyorum.

    Bir Galatasaray maçı öncesi adada kamptaydık. Hülya hanım da oraya istirahate gelmiş.

    Hülya ve ailesiyle Kuzguncuk’ta komşuyduk. Hatta ben genç takımda oynarken okul sıralarında annem derdi ki “Oğlum sen bu mahallenin ağabeyisin, kızlarda aklım kalıyor, 3 kız kardeş kalkıp gidecekler, onları tiyatroya, görevlerine sen götür getir,” derdi.

    Babaları Sedat Bey sağdı. Tiyatro Tepebaşı’ndaydı. Hülya ve kardeşleri Feryal ve Nilüfer hepsi tiyatroda oynuyordu. 00.15 ve 00.30 son vapura biniyor. 3 kuzuyu ailelerine teslim ediyordum. Hülya beni çok sever, hep Ağabey derdi.

    Kampa geldik. Selim görmüş, “Tanıştır bizi” dedi.

    Ben de dedim ki “O senin bildiğin kızlardan değil” ama ısrar etti.

    Ertesi gün oldu idmandan dönmüştük. Sabah kahvaltısını yapıyorduk Selim’e de “Sen de arkamdan gel Hülya ile tanıştırayım,” dedim.

    Tam tanıştıracağım ikisini “Günaydın” dedim Hülya’ya baktım Selim’e döndüm ki Selim yok.

    Hülya’ya “Ya seni çok cici tatlı dilli ayrıca oda arkadaşım olan biriyle tanıştıracaktım, ama utandı yok oldu galiba” dedim.

    Hülya’da Selim’i çağırarak “Gelin utanmayın” dedi.

    Sonra ada’da kaldığımız süre içinde Hülya, kızkardeşi Feryal hep beraber eşli pişpirik oynuyoruz. Tabii Selim tatlı dilli. Kamp bitti fakat Selim Hülya’yı setlerde hiç yalnız bırakmadı, çiçekler yağdırıyor, arada bir bana anlatıyordu.

    Ben 1968’ de evlendim, sanırım Selim’de 1969’ da evlendi. Şimdi torun sahibi bile oldular… Mutluyum tabii… İkisi de mükemmel insanlar.

    Peki ya sizin aileniz… Biraz aileniz hakkında bilgi alabilir miyiz?

    İki evladım var Zeynep ve Ali. Zeynep grafik mezunu. Ada Mobilya’da yönetici konumunda. Oğlum çok iyi bir futbolcu olabilirdi.

    Can Bartu ile evlerimiz çok yakın. Ali’yi çocukken top oynarken gördüğünde “Ya Ercan bu aynı benim gençliğime benziyor,” derdi.

    Fakat ne yazık ki futbolcu olamadı. Biraz fazla yakışıklı bir çocuktu, kızlar peşini bırakmadılar. Şimdi reklam sektöründe çalışıyor.

    Eşim Barkın da yine Ada Mobilya’da dekorasyon üzerine çalışıyor. Boş durmayı hiç sevmeyen bir yapısı var. Çok çalışkan bir insan. 40 yıllık mutlu bir evliliğimiz var. Boş zamanlarımızda sık sık kulübe veya sosyal tesislerimize gideriz.

    Ben maçları mutlaka seyrederim. Oynamak ve seyretmek arasında çok fark var. Ama şimdi eski bir futbolcu olarak seyretmek çok farklı bir duygu oluyor.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi

  • Şenol Birol Gool

    Şenol Birol Gool

    Ses dergisinin “Şenol Birol Gool” filmini konu alan kapağını hepimiz biliyoruz ama içeriği görmemiştik. Haluk Kılıç ağabeyin arşivinden… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şenol Birol Hani Gol?

    Futbol yıldızı Galatasaraylı Metin Oktay’ın “Taçsız Kral” filminden sonra Fenerbahçeli Şenol ile Birol “Şenol, Birol, Gool!” adlı bir film çevirdiler. Filmin enteresan tarafı genç kız rolündeki Fatma Girik’in “koyu” bir Beşiktaşlı olmasıdır. Bu yüzden çıkan dedikodular, Fenerbahçe’nin son yenilgileriyle birleşince bazılarının zihinlerinde bir soru işareti yarattı.

    Maçta

    Dolmabahçe Stadı’nın tribünlerinde eski bir futbolcu… Avucunu çenesine dayamış, oturuyor. Sahada sarı – kırmızı formalı Galatasaray’la, siyah-sarı formalı Beykoz oynuyor. Hani formalar olmasa bizim “aslan” Galatasaray’ı tanıyamayacağız. Beykoz bir penaltı kazandı. Eğer penaltıyı dışarı atmasaydı, maçı Beykoz almış olacaktı. Neyse, “şanlı mazi”yi sık sık anarak maçın sonucunu gördük sıfır sıfır berabere kalarak sahadan çıktılar.

    Şimdi Fenerbahçe ile Vefa takımları çıkacak. Hani geçen yılın şampiyonu ile bu yılın ikinci kümeden yeni gelen mütevazı Vefa takımı… Stad parlak sonbahar güneşi altında pırıl pırıl. Heyecan, zevk, ıslık, kaynana zırıltısı, her şey tamam. Yer altındaki tünelden sarı – lâcivert çizgili bir futbolcu görününce sanki kıyamet koptu… Uzaktan kurşun askerler, minyatür oyuncaklar gibi birbirine benzeyen on bir kişi koşarak geldiler, ortada halkı selâmladılar. Eli çenesine dayalı eski sporcunun gözleri ümitle parladı. Çünkü aynı takımda yıllarca sol açık oynamış, Millî Takımın her maçına katılmış, sayısız gollerin atılmasına sebep olmuş, üzülmüş, sevinmiş, fakat çok defa sevinç gözyaşları dökmüştü. Oysa kırk yaşından elliye yaklaşan eski “usta” bu maçın daha ilk yarısında takımı sıfıra karşı iki golle yenik duruma düşünce acı acı ağlamaya başlayacak, sonra da arkadaşlarının kolunda bir harp yaralısı gibi otomobile konup evine gönderilecekti… Zira “Şenol, Birol, Gool!” diye taraftarlar istedikleri kadar bağırsınlar Fenerbahçe son beş maçında 10 gol yemiş, ancak 2 gol atabilmişti. Hâlbuki geçen yıl bunun hep aksi olurdu, Fener 2 gol yerse on gol atardı?

    Tribündeki idarecilerle eski sporcular iki devre arasında “Takımı siz bu hale getirdiniz” diye birbirlerine girmişlerdi. Herkes bir şey söylüyor, her kafadan bir “çare” çıkıyordu. Ama bir taraftar ortaya şöyle bir soru attı:

    “Yahu, Şenol ile Birol’dan gol bekliyorsunuz, ama pek safdilsiniz. Onlar golleri çevirdikleri filimde atıyorlar, Dolmabahçe’de atacak gol kalmıyor ki?”

    Film Setinde

    “Şenol, Birol Gool!” filminin setinde futbolcu – aktörlerin çalışmasını seyrediyoruz. İkisi de utangaç, ikisi de ürkek… İlk defa adım attıkları sinema dünyasında projektörlerden önce, gözlerini kadın yıldızların “serbestliği” kamaştırmış…

    Bizim yerli filmlerin kadın artistleri, alışılmadık sert içkilere benzerler. Yeni jönlerimizin o yüzden başları çabuk döner, hemen sarhoş olurlar. Bir Sevda Ferdağ, bir Leylâ Sayar, bir Türkân Şoray ile yan yana filim çevirmek Afrika’da aslan avlamaktan daha tehlikelidir. Dünyanın her tarafında böyle olur.

    Meşhur sporcular da bir iki filim çevirip, hayranlarına, kendilerini sahalarda seyretmeye doyamayanlara bir “gösteri” de bulunurlar. Bizim Şenol ile Birol da hayatlarının “tek” filmini çevirdiklerini biliyorlar. Tek filmlerini yerli filim piyasasına pahalı bir gol gibi atıp kendi alanlarına dönecekler. Ama bir film onları on maçtan fazla yormuş.

    Şenol:

    “Film çevirmek futbol oynamaktan zormuş… Çünkü Gülsün Kamu, Fatma Girik, Sevda Ferdağ gibi kadınlarla sevişmemizi istiyorlar. Hâlbuki ben meşin topla sevişmeye, oynaşmaya alışmış bir insanım. Sonra, alenen, bir hayli insanın gözü önünde sevişmek de bana pek ters geliyor. Hani, karşınıza Candemir gibi bir bek çıkar da nasıl zorluk çekersiniz, ondan beter…”

    Beşiktaşlı Casus

    Rejisör Nejat Saydam duymadan, settekilerden “birinin” kulağıma fısıldadığına göre Fenerbahçe’nin boyuna yenilmesinin sebebi sadece Şenol ile Birol’un değil, Şükrü, Aydın, Ali İhsan, Ogün gibi profesyonel futbolcuların filim setinde arkadaşlarına katılıp oynamalarıymış!

    Fenerli taraftar:

    “Fatma Girik, Beşiktaşlıdır. Vaktiyle kaleci Varol’u nasıl ‘Yok ol’ haline getirdiğini bilirsiniz. Şimdi biraz daha gayret ederse Beşiktaş’ı şampiyon yapacak. Malum ya, rejisör Memduh Ün de vaktiyle Beşiktaş’ta Baba Hakkı ile yan yana oynayan meşhur Artist Memduh’tur» dedi.

    Filimde Birol çok ciddi görünüyor, kardeşi rolündeki uçarı çapkın Şenol’a boyuna nasihat veriyor. Her iki futbolcu – aktör bu rolleri için 60.000’er lira alıyorlar. Rol arkadaşları arasında Muallâ Sürer, Nubar Terziyan, Necdet Tosun var. Filmin yöneticisi Nejat Saydam’a göre Şenol, yerli filmlerdeki jönprömiyelerin birçoğundan daha iyi rol yapıyormuş. Birol da “ciddi adam” rolünde başarılıymış. Önceleri Fenerbahçe Kulübü itiraz etmiş, “Bakın Metin bir filim çevirdi, hâlâ sakatlığı geçmedi, bizimkilere de bir şey olursa bu yıl şampiyonluk Kadıköy sahillerinden Beşiktaş kıyılarına kaçar” diyormuş.

    Şimdi dedikoducular derler ki, sette sahneler değişirken oyuncular dinleniyor, fakat “Beşiktaş Casusu” Fatma Girik, Mata-Hari’ye taş çıkartacak bir maharet gösteriyor ve iki “Fenerli”yi yormak için elinden geleni ardına koymuyormuş.

    Sonra, Fatma Girik, filimde “masum” sevgili rolünde oynadığı halde, yeşil çimen çayırda yuvarlak meşin topu kapıp bir Şenol’a bir Birol’a durmadan “pas veriyor”muş. Şenol ile Birol’un projektörler karşısında döktüğü kilolarca ter yetmiyormuş gibi, bir de saatlerce süren Fatma’nın “oyununa gelmeleri” nefeslerini tüketip bitiriyormuş. Vefa Antrenörü Molnar “Fener havadan oynamaya başlamış. Onun için yenildi” diyor ya, işte Fenerlilere havadan oynamayı da Fatma öğretmiş.

    Gerçi dedikoducular her yere burunlarını sokuyorlar. Ama futbolcular ayaklarını filim plâtolarına sokarlar da ağzı torba olmayan gevezeler dururlar mı?

    2 Ekim 1955 – Ses Dergisi


    Saati Unuttun mu? Şenol, Gülsün Kamu namındaki takma sarı saçlı, Kleopatra burunlu, güzel sesli, ince kemikli fakat ateşi 40 derece civarında dolaşan sevgiliyle dans ederken “ağabeyi” Birol yanına sokulup “Yarın sabah maç var, saat aklına gelmiyor mu?” diye ikaz ediyor.

    Malzemeci Necdet… Dolmabahçe Stadı’nın hamamında yıkanmak, hele biraz önceki maç kazanılmışsa çok tatlı olur. Espriler, nükteler birbirini kovalar. Şişman Necdet de hepsine gazozları bir bir dağıtır. Fotoğrafta Aydın, Ogün arkadaşları Şenol ve Birol’a filminde bile yardım ediyorlar.

    Sevda, Takımı Yatırdı… Futbolcuların kamplarına kadın gelmesi, veba illetinden daha tehlikeli olur. İdareciler bunu bildikleri için telefonlara bile sansür koyarlar. Ama Savda Ferdağ, her zaman olduğu gibi gene bir yolunu bulup “sevgilisi”ne koşmuş, Şenol’u baştan çıkarmak istiyor…

    Bir Çiçek, İkі Böcek… Şenol ile Birol’un arasına giren Fatma Girik iki kardeşle birlikte filimde hayli maceraya sebep oluyor. “Şenol, Birol, Gool!” adlı film, Metin’in oynadığı “Taçsız Kral”dan sonra bu yıl yapılan ikinci “sporcu filmi”dir.

    Her Yerde Fatma Var! Adamo’nun meşhur şarkısı “Her yerde kar var” gibi, her delikten Fatma çıkıyor. Filimde Şenol’un “masum” sevgilisi rolünde oynayan “siyah” saçlı, “beyaz” tenli Fatoş, dinlenme sırasında da iki kardeşi eğlendirip güldürüyor. Onlara kendi eliyle pikniklerde çaylar pişiriyor.
  • 28 Şampiyonluk Yolu

    28 Şampiyonluk Yolu

    9 Eylül 2023 tarihinde yapılan Fenerbahçe Olağanüstü Tüzük Tadili Genel Kurulu‘nda Yönetim Kurulu Üyemiz Sayın Simla Türker Bayazıt‘ın fikri, emeği ve uygulamasıyla hayata geçen 28 Şampiyonluk Yolu, büyük ilgi topladı.

    Unutulduğunu düşünen sporcu aileleri de büyüklerini bu yolda görünce çok mutlu oldular…

    Görselleri seçme ve metinleri yazma onurunu bize layık gördüğü için Simla Hanım’a sonsuz teşekkür ediyor, kronolojik sırayı herkesin görebilmesi için sitemizde de paylaşıyoruz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu




    1907’den bugüne Fenerbahçe ve Türk futbol tarihini izlediniz.

    Ülkemizde 1923’den sonra başlayan ve günümüzde halen devam eden “ulusal” futbol organizasyonları hem tarihi hem de hukuki olarak devamlılık gösteriyor.

    Türkiye Futbol Birinciliği ve Milli Küme, 1959 yılı itibariyle “Milli Lig” adını aldıktan sonra, günümüzde ise “Süper Lig” ismiyle devam ediyor.

    Türk futbolu, kurumsal kimliğini kazandığı 1923 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî tüzük ve kanun maddeleri ile yönetiliyor.

    Tüm bu gerçeklerden hareketle;

    Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunu ve 1959 öncesini inkar etmek

    TARİHİ İNKAR ETMEK,

    ÜLKE FUTBOLUNUN GEÇMİŞİNİ YOK SAYMAKTIR!