Etiket: İnönü Stadı

  • Dededen ve Babadan Fanatik

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Artık Fenerbahçe tribün tarihini de yazmaya başlıyoruz. Daha doğrusu yazılmazına vesile olmaya… İlk konuğumuz gençlikten orta yaş kuşaklarına doğru giden bir arkadaşımız : Dededen ve babadan fanatik, kongre üyesi Can Turgut.

    Sözü uzatmayalım. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Vazgeçilmez klasiklerden başlayalım. Nasıl Fenerbahçeli oldun? Gittiğin ilk maç hangisi? Hatırda kalan “sence” mühim detaylarıyla tabii.

    Röportaja “klasik” bir cevapla başlayacağım. Dededen ve babadan fanatik Fenerbahçeli olarak doğunca bana başka bir şans kalmıyordu.

    İlk hatırladığım maç Toni Schumacher’in İnönü’deki jübilesi. Babamla Yeni Açık’a gitmiştik, Atletico Madrid’le 3-3 berabere bitmişti ve hatta elektrikler kesilmişti. Bileti hala durur. Maça gitmenin keyfi kanıma öyle girdi.

    Babam (Ayhan Turgut) beni evde sarı-lacivert giydirirdi. Hatta 6 yaşımda çektirdiğimiz fotoğraflardan birini de sırtıma dövme yaptırdım.

    Daha sonra Uche’nin 90’da attığı Beşiktaş maçı da ilk ağladığım maç olarak kayıtlara geçirirsek, bir canavarın doğumunu resmileştirebiliriz bu dönem.

    Bu cevaptan sonra bir zaman atlaması yapmak farz oldu. Rahmetli babanın en az senin kadar renkli biri olduğunu biliyorum. Biraz anlatır mısın, mesleğini ve muhakkak duyduğun bir-iki enteresan hikayesini? Bir de dede faktörü varmış ki onu ben de bilmiyordum. Kim bilir onda da ne cevherler vardır?

    Babam film yapımcısıydı, Beyoğlu’nda yazıhanesi vardı. Öyle çok ahım şahım işlerle haşır neşir değildi ama, o dünyadandı. Gerçi son dönemlerinde Emrah ve Hülya Avşar’ın çoğu işinde vardı. Ben çocukken ananemin evinde Ali Avaz’ın “Alaman Avrat Kırk Bin Mark” filminin çekildiğini hatırlıyorum. Bir de klipte oynamıştım, Nilüfer Örer diye bir kızın “Şımarık” şarkısı. :)

    Film dünyasında gece gündüz kavramı olmadığı için, babamla geçirilen vakitte maça gitmek çok değerliydi. 2001 şampiyonluğu sonrası bayrağı arabaya asıp havaalanına gitmiştik, yolda da Galatasaray takım otobüsü denk gelmişti. Fatih Akyel ve Okan’la falan bayağı bir el kol, küfürleşmeler derken… “Kaptan orta kapı” deyip cama vuruyordu daha sonra bizde oynayacak kişi. Güzel anı : )

    Her deplasman öncesi “Oğlum gitme” deyip, arkadaşlarının yanında bizimki de hafta sonu Samsun’daydı diye övünen babalardan :)

    Dedem (Ulvi Turgut) eski ağır ceza hakimi. Pandemiden önce vefat etti. 90 küsür yaşında hala bizle şarap içiyordu : ) Bayramlaşmalarda hep kendisine aldığım sarı lacivert kravatı takardı. Mekanı cennet olsun.

    İkisi de nur içinde yatsın… Biraz da tahsil zamanlarından  bahsedelim. 1985 doğumlusun. Şöyle bir ilkokuldan üniversiteye doğru bakınca, sen de “30 kişiden 20’si Fenerbahçeliydi” dönemlerine yetiştin, diyebiliriz. Biraz anlatır mısın okul durumlarını?

    Teşekkürler… İlkokul Şair Nedim, ortaokul ve lise Cağaloğlu Anadolu.

    Çocuklukta en fazla şampiyon olan takım biz olduğumuz için zaten sayıca üstünlük çok normal bir şeydi. Mesela ben Beşiktaşlı’yla girdiğim bir laf dalaşı hatırlamam hiç. Burdan da aslında “Ne kupa büyüklüğü ne şampiyonluk” sözünün tersine daha çok inandığımı belirtmek isterim.

    Cağaloğlu ise gerçekten Fener’in kalesi durumundaydı. Hep hızlı tribüncüler yetiştirmiştir. 6-0’lık maça İstanbul Erkek’le birleşip kortej halinde yokuştan bağıra çağıra inmiş, vapurun üst katını kapatmıştık : )

    Rahmetli İslam Çupi’nin o sözü, o şekilde kullanılması için söylemediği çok açık. Büyük ihtimalle sana hak verirdi. :) Giden şampiyonluklardan başlayalım o zaman. Denizli maçı denince aklına ne geliyor?

    Deplasman tribünündeydim. Aslında İstanbul’dan elinde Denizli tarafı bileti olan bir tayfa olarak yola çıkmıştık ama son dakika ben bizim tribüne bilet bulunca sattım bizimkileri : )

    Gerçi ondan önce yine Denizli’de şampiyonluğu kazandığımız maçta da vardım, dolayısıyla uğurlu geleceğini düşünüyorduk şehrin. Maalesef olmadı, golü de yedikten sonra Denizli tribünündeki Galatasaraylılarla cebelleşerek sinir krizleri altında bitirdik maçı. Bilet politikasındaki adaletsizlikten iyi tribün de yoktu.

    Dönüş yolu azap olmuştu, hatta o sırada askerde olan bir arkadaşım arayıp neden koltukları kırıp maçı iptal ettirmiyorsunuz diye veryansın etmişti : )

    Tarihin en haklı ama imkansız veryansınlarından biri olabilir :) Uğurlu şehir demişken, sözlü tarih derslerinde kullanılabilecek bir Kayseri röportajın var malûm. Şöyle bir yurt içi deplasman sıralaması rica etsek, iyiden kötüye doğru. 

    Sami Yen ve İnönü’leri kategori dışı bırakırsak, pek tabii ki Trabzon uzak ara birinci sıradadır. Polisler tarafından tribün dışına taşınırken gazetede fotomun olması sebebiyle de anısı vardır : )

    Hem günübirlik olması hem rakip tribünün sağlamlığı açısından, Bursa her zaman temiz ve net deplasman olmuştur. Hafta içi kupa maçları dahil kaçırılması abestir.

    Üçüncü sıra için İzmir ve Rize kapışır.

    Maça gitmeyip sadece Kordon, Alsancak takılsak aslında nefis ama o iğrenç devasa statta tribün yapmak puan kırıyor.

    Rize sanki daha bir 3. sıra adayı… Hiç saymasam 6-7 kere gitmişimdir. Her seferinde hafta sonluk; hep başka bir tarafını keşfetme, tribün ahalisinin de kalabalık geldiği şehirlerden olunca vakit su gibi akıyor. Faili meçhul silahlı saldırı sırasında da çok yakınındaydık takım otobüsünün, umarız devran dönünce bir şeyler açığa çıkar.

    Son dönemlerde eski tadı olmasa da, Ankara 19 Mayıs da hep iyi deplasman yaptığımız stat olmuştur. Oradaki dostlarımızın varlığı yeter de artar zaten.

    Bütün şehirleri yazıp sıkıcı hale getirmek istemiyorum.

    Sakarya-Kocaeli aynı kasa her gittiğimizde arşivlik videolar çıkarttık Fener tribünü olarak.

    Antalya’ya her sene gideriz, en az 4 farklı stadında maç izlemişimdir şehrin. İlginç bir istatistik, 7 Mehmet’te yemek yemeye gidilir sırf zaten. Türkiye’nin en iyi restoranı demişti Vedat Milör, katılıyorum.

    Gırtlaktan açtık madem, Antep’i ekleyip bitirelim. sabah erkenden şehre inip beyrana koşuş, eski stadyum zamanı maç saati dev bir izdiham ki bir maç girememiştik, LİG TV röportaj yapmıştı karakolda bizimle. Karakol amiri şikayet için gittiğimizde “Nerden bileyim ben sizin maça girmediğinizi?” demişti maç oynandığı esnada. Şebelek!

    Bir çırpıda sayabildiklerim bunlar, vilayet kusacağım.

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Adeta bir valinin seyir defteri :) Yurtiçinden bahsetmişken beynelmilel deplasmanları saymamak olmaz. Tadı damakta kalan, “Bu ne güzel deplase olmaktır” dedirten uluslararası temaslar hangileri?

    Sonu kötü ama gidişi ve şehri istila edişimizle Benfica deplasmanını 1 numaraya koyarım. 2 gün boyunca liman kafelerinde oturup tezahürat etmiştik. Tabii Euro 2 civarıydı iç içebildiğin kadar : )

    İkinci sıraya Bükreş’e 3 otobüsle gittiğimiz deplasmanı koyarız. Hem yeni dönemde otobüsle yurt dışı daha önce yapılmamış bir şeydi, hem de çekirdek kadroyla otobüs içi makaraların üst düzey olduğu bir yolculuktu. Tribünde meşaleyle beraber maçı da almıştık.

    Üçe herhangi bir Hollanda deplasmanını koyabiliriz… Hadi en kalabalık olan Ajax’ı seçelim. Meydanda atlarla çatışma çıkmıştı : )) Tribünün baca gibi tüttüğü şiirsel bir orkestraydı. Vondelpark’ı Yıldız Parkımız yapmıştık adeta.

    Ben tabii ki kendi gittiklerimden yola çıkıyorum; yoksa bir başkası Marsilya’yı da anlatır Prag’ı da.

    Spesifik garip deplasman olarak Moldova Sheriff Tiraspol’u ekleyebilirim, Transdinyeper özerk bölgesine geçmiştik. Ülkeception! Tanımlanamayan çeşitli para birimleri cepte maç sırasında büfeden bira alma keyfi.

    Son olarak, Eurolig Final 4’ların hepsinde vardık, Madrid daha bi eğlenceliydi sanırım kalabalıklık ve meydan performansı açısından : “Var bir hayalim herkes dinlesin..” 

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Tribüne gitmeye 2000’lerden önce başlayan insanların, bu tarih sonrasında kendilerini gittikçe daralan bir alanda buldukları tartışılmaz bir gerçek. Bu anlamda gidilen her yurt dışı deplasmanı, o “özlenen” özgürlüğü insanlara yeniden tattırıyor olsa gerek. Her fırsatta YouTube’da nostalji videolarına daldığımız bu pandemi döneminde şöyle bir geçmişten bugüne bakınca taraftarın tribünde “iyi ki artık yok” veya “keşke bugün de olsa…” dediği neler var?

    Valla maça 10 saat evvel girmemek iyi ki artık yok : ) Tabi dönem ve yaş gereği zevkli olsa da, bir gece önceden bilete sabahlamak iyi ki yok.

    Bugün de olsa dediklerimiz artık 6222’ye giriyor, en son meşaleyi Anderlecht deplasmanında yakmıştık çok özlediğimizi fark ettik.

    Kadıköy’deki Galatasaray maçlarında rakip oyuncuyu daha maç öncesi ısınmada bezdirmeyi özledim.

    Büyüklerimizin Telegol, bizim TSYD baskını gibi spontane eylemleri özledim.

    Hayat gibi tribün pratikleri de değişiyor, evriliyor. Uyum sağlayıp keyif almaya ve destek olmaya devam edeceğiz.

    Spontane eylemlerin Fenerbahçe taraftarının hayatında önemli yer kapladığı dönem, hayli yakın bir geçmişte. Caferağa, Burhan Felek, Abdi İpekçi gibi spor salonları da bunlardan nasibini bolca almıştı. Bu salonları (ve çevresindeki kayıntı  mekanlarını) özlüyor muyuz biraz? Yeni salonlar iyi hoş da mekanik bir tadı mı var? Yönlendirmeli gibi soru oldu ama…

    Yok deyip yönlenmiyormuşum bilerek :))

    Ya İpekçi deyince Safa Meyhanesi geliyor akla, ama biz o dönem genelde otoparkta bira, votka takılıyorduk.

    Burhan Felek öncesi o cadde üstündeki Turanlar Balıkçısı’nı mesken bellemiştik beraber. Pirana gibi bir dönem kullandık sonra mendil gibi kenara attık sanki; adamlara uğramıyoruz artık. Ayıp bize.

    Caferağa sosislisi demezsek sanki sinkaf edeceklermiş bizi (editörün yumuşatması) hissine kapıldım ama yine demeyeceğim. Ben o salona “Terleyerek kilo verilir”i deneyimlemek için gidiyordum.

    Yeni salonlara pek ayak uyduramadık dürüst olmak gerekirse… Ataşehir’e tek tük gittik tiyatro atmosferinden dolayı. Cevap evet, çok mekanik : ) Yönlendim.

    Caferağa sosislisinin imtiyaz sahipleri sonrasında diğer salonlara da geldiler ama demek ki olay mekanmış. Yeri gelmişken Kadıköy’ün İstanbul beyefendisi kazı Rodi’yi rahmetle yad edip, aynı isimli kısa ömürlü mekanı da anmış olalım. Bu cevap, bir başka soruya orta açmış olsun. Stadyum çevresinde maç öncesinde zaman geçirme ritüellerinden bahsedelim biraz. Sizinkiler nelerdi? Halkımız merak ediyor desek biraz mübalağa olur ama tarihe not hep bunlar, değeri sonradan anlaşılacak :)

    Üniversiteye girdiğimiz zamanlar, forumdan Unifeb’e üye olmuştum gruba girme motivasyonuyla. Dediler ilk maç, fasılda buluşacağız. Ulan cumartesi öğlen saat 1, ne fasılı dedim neyse gittik : ) Mekanın adıymış. Bir 9-10 senemizi rahat vermişizdir.

    Genelde kalabalık ortam, bitmeyen biralar ve hep bir beste yapma içgüdüsüyle şimdiye dek sürdürdüğümüz dostlukların ilk yeriydi. Özeldir bizim için.

    Daha sonraları değiştirdiğimiz mekanlar oldu. Maçın önemine ve saatine göre içki tercihleri değişti. Nazlı’nın arka sokaklarına maalesef uzun yıllar teşaşür eyledik (editörün tebdili), yöre halkından özür diliyoruz.

    Maç öncesi ne yaparsak yapalım, bira kesinlikle soğuk olacak, o gündeme özel bir slogan veya melodi dillerde olacak.

    Bunların dışında benim şahsi olarak maça karşıdan gelen biri olarak, ille de vapur sevdam vardır. Metrobüs dislike.

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Bir kez daha 1990’lara dönelim. Herkesin sorulmadan anlattığı bir safahat vardır : “Şu tribünde başladım, şuraya geçtim” ya da “Ben hep şuradaydım” diye… TRT tarzı soru : Stadyum inşaatından önce ve sonra Can Turgut’un yolculuğu hangi tribünlere oldu? En çok hangisini sevdi? Hangisini pek de özlemiyor?

    Can Turgut’un yolculuğu babasıyla beraber Numaralı’da başladı, ama gözümüz hep maratondaydı.

    Babadan kurtulup lisede birkaç arkadaşla maratona gitmeye başladık, fakat son dönemlerine denk geldik ve üniversiteyle beraber uzun yıllar Lise Açık’ta Unifeb çatısı altında konuşlandık.

    Sonra ikinci ve bu sefer daha aktif bir maratonun köşesi dönemi. Tribünsel muhalefeti de körüklediğimiz, herkesin birbirini tanıyıp sevdiği B blok. Those were the days!

    Son birkaç senedir, Fenerium üstteyiz, eskisi kadar tad alamasak da ayaklarımız geri geri gitmiyor hala.

    Tribünlerin yönetim yüzünden bomboş olduğu, keyfekeder uygulamaların yapıldığı dönemi hiç mi hiç özlemiyoruz. İyi direnç göstersek de ne gerek vardı yani? Gençlik enerjimizi böyle bir saçmalıkla mücadele ederek geçti. Neyse güzele dönelim.

    Dededen ve Babadan Fanatik

    Tribün tarihini yazmaya çalışırken tribün gruplarını irdelememek olmaz. Kurulduğundan bugüne bir ÜNİFEB değerlendirmesini başından beri bir şekilde içinde olan birinden istememek de öyle… Bir gün kendisi iken, ertesi gün mezunları olan üyeleri, uzaktan bakılınca “geldiler” dedirten t-shirtleri ve bir dönem meşhur bayrakları ile biraz da ÜNİFEB’den konuşalım. Biz derken, sen konuş, biz dinleyelim ve ikinci soruyu da ekleyelim. Şöyle geçmişe bir bakınca, tribün için son 25 senenin “en uzun süren mutlu günleri” hangileridir sence?

    Aslında sorunun muhatabı ben mi olmalıyım emin değilim Unifeb konusunda, çünkü dernek işlerine hep mesafeli yaklaştım adımımı attığımdan beri.

    Arkadaş grubu özelinde Fener’i desteklemek daha romantik, daha özgür ve daha şatafata meyilli geldi.

    Ha 2. jenerasyon olarak girdik, şimdi en yakın dostlarımızı, abilerimizi ve kardeşlerimizi Unifeb’in kuruluşuna borçluyuz. 18 yaşındayken, o bayraklarla oluşturdukları havadan etkilenip girmiştik.

    Şimdiki 18 yaşında gençler için maalesef tribün görselliği konusu eksik kalıyor. İlgiyi tribünden başka yere kaydırıcı çok fazla şey var ülkede ve dünyada.

    Unifeb’in Fenerbahçe tribününe kattıklarını dışardan birilerinin anlatması daha keyifli olabilir bu arada, ben de sizi yönlendireyim : )

    En uzun süren mutlu günler, tribünün sağlamlığıysa konu 90’ların ikinci yarısından 2000’lerin ilk yarısına kadarki Fenerbahçe tribünü iç saha, görsellik, çoğulluk, derbi deplasmanlarındaki üst düzey motivasyon bence Türk tribünlerinde zirveydi.

    Son dönem en fazla birlik bütünlük gösterdiğimiz dönemse, bahsetmeden geçilemeyecek 3 Temmuz’daki sokak mücadelesi dönemidir. Selam olsun herkese.

    Dededen ve Babadan Fanatik

    3 Temmuz tam yerine rast geldi, manzara koyalım :) Şöyle bir her anlatışta tebessüm ettiren anılar demeti alabilir miyiz? Gerçekten de sokak hallerinin kitabı yazılması gereken şenlikli zamanlardı.

    Valla tebessümlük anı olarak da bakabiliriz, İstiklal Caddesi’nde yapılan gövde gösterisinin bitişine doğru polis cebimizde limon buldu diye gözaltına alınmıştık : ) Dışarda arkadaşlarımız Fener diye bağırarak destek oluyorlardı. Duygusala geçiş.

    Beşiktaş DGM’de geçirdiğimiz saatler çok özeldi. Sagopa’nın son şarkısına verdiği isim gibi tam “saldırground” günlerdi. Bir gece Çağlayan’da dava sonucunu bekliyoruz, neyse hurra murra gaza boğuldu her yer. Ekip canını ezilmekten kurtarmış, tekrar toplandık bi baktık herkesin bira elinde haha kimse atmamış, namusu gibi korumuş : ) Doğru tabi, ziyan.

    TSYD lokaline yaptığımız baskın da güzeldi, sahte rezervasyonlarla en az 50 kişi gidip şeklimizi koymuştuk. Hesapları önden ödemiştik gaspçı demesinler diye.

    Son olarak bir sabaha karşı da TFF binasının önüne viledalar, deterjanlarla gidip temizlik yapmıştık pissiniz hesabı, sonra da ligden düşürün pankartı açmıştık : )) 

    Konulan eylemlerin hemen hepsinde bir sanat kokusu, emeği var :) Demişken, biraz da başka bir tutkudan konuşalım. Bir sinefil olarak, pandemide YouTube’du, platformlardı, online gösterimlerdi derken, kendimizi “Evde Sanat” gibi bir sürekli etkinlik içinde bulduk. Sizde durumlar nasıl gidiyor, 14-15 saatlik ekran sürelerine de bakacak olursak :)

    Evet, geçen telefon bildirim gönderdi gün içinde 15 saat telefonu kullanmışım aktif olarak. Laf soktu galiba?

    Ofise artık gitmiyoruz, alıştık ve artık gideceğimi de sanmıyorum. Borsacıyım, bütün gün masada ekran başındayım zaten. Sadece boş zamanlarda değil, gün içinde arka fonda da hep bir şeyler açık. İçerik manyağı olduk çıktık gerçekten, devamlı bi’ film-dizi listesi hazırlıyorum, hepsi de hemen tüketilmiyor tabi. Birikiyor da birikiyor. Neyse illa vakti gelir. 

    En güzel neyi tükettin dersen; kıyıda köşede kalmış Türk filmlerini bitirdim. Kurtlar Vadisi’nin bir tur daha üzerinden geçtim. Poyraz Karayel izlememiştim, güzeldi. Line of Duty ve Gangs of London da yabancı dizi önerisi olsun.

    Salonda sinema izlemeyi çok özledim. Tam kapanmalar öncesi Tenet’e gittiydik de hayal kırıklığı oldu film.

    Online festival işiyse hiç olmadı, ruhuna aykırı bir kere.

    En güzelini sona sakladım; absürd severlere gerçek hazine Exxen’deki “Gibi”.

    Film, dizi konuşursak çıkamayız. Bitirelim : )

    Pandemi alışkanlıklarının sonrası için peşrev oldu bir önceki soru. Bizim bağlama gelecek olursak, aşılarımız tamamlanıp (tövbe estağfurullah) seyirciler tribüne geri döndüğünde  bizi neler bekliyor olacak? Biraz eve alıştık, rahatladık mı? Yoksa huylu huyuna kaldığı yerden sahip çıkar mı?

    Huylu huyuna “ayı yavrusunu severken öldürürmüş” misali sahip çıkacak bu çok net. İnsanlar deplasmanda bastırırken atılacak kornere serçe parmaklarını feda etmeye hazır.

    Hayır yeri geliyor protesto yapmak istiyoruz ki maalesef son yıllarda devamlı yeri geliyor, twitter pek kesmiyor.

    Orada olmak lazım, olacağız.

    Röportajın sonlarına yaklaşırken biraz da tarihe iz bırakan bestelerden konuşalım. Maalesef Can Kozanoğlu’nun müthiş kitabı “Bu Maçı Alıcaz” pek çok alanda olduğu gibi tezahürat tarihi konusunda da yalnız. Oysa bu konuda oldukça üretken bir topluluk sizinki. Şöyle kolayda ise geçmişten bugüne birkaç kuple alabilir miyiz linklerden? Kolayda değilse de bendeniz Twitter timelineından, YouTube’dan arayıp bulacağım artık, ne yapalım :)

    Teveccühünüz… Şöyle ortaya karışık birkaç link bırakıyorum. 

    Gidiyoruz Amsterdam’a

    Var Bir Hayalim Herkes Dinlesin

    Dilimde Şarkıların Gündüz Gece

    Silinmeyen Hatıralar

    Şampiyon Olacaksın

    Büyük hizmet. Var ol.. Bir klasikle başladık, diğer bir klasikle bitirelim. Kişisel taraftarlık tarihinin en iyi 11’ini sayar mısın, teknik direktörüyle birlikte?

    En zor soru da buymuş ya. Gerçi başlayınca geçer ama her mevkiye bir adam koyamayız. O zaman vefa duygusunu silmiş oluruz.

    Madem ilk maçımız Toni, kaleye de o geçsin. Eski maçları seyrediyorum, çok hatalı gol de yemiş ama canı sağ olsun : )

    Defansa Uche‘yi “Sen Allahın Bir Lütfusun” şarkısı eşliğinde koyalım.

    Yanına Luciano mu Lugano mu gelsin? Hadi Luciano olsun. Högh de kusura bakmasın.

    Sol bek Halil İbrahim olmayacak tabii ki, Roberto Carlos.

    OkochaAlexPVH ön tarafın değişilmez 3’lüsü ve Moşe.

    Sağ Bek almayacağım kadroya.

    Çapamız Appiah.

    Valla kaossa kaos kardeşim, taktiği bıraktım; Rıdvan ve Rap Rap Rapaic‘le kapıyorum.

    Bu kadroya Daum yakışır, yaşlandım benim işim olmaz derse de Ersun Yanal.

    Teşekkürler Can…

    Dededen ve Babadan Fanatik
  • Neşe-i Muhabbet

    Neşe-i Muhabbet

    Fenerbahçe ve Fransız Nice takımları, 1959 yılında Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası için karşı karşıya geldiklerinde, muhteşem maçlarla birlikte bu muazzam fotoğrafları da tarihe hediye olarak bırakmışlar. Nicelerine ulaşabilmek dileğimizi baki tutuyoruz… Yukarıdaki resim, muhteşem bir yazının meydana çıkmasına sebep oldu. Gerçi yazarımız Alican Küçükcan, bu yazıyı Facebook sayfasındaki yorumlara parça parça yazdı ama sorumlu yayıncılık gereği, oradan alıp buraya taşıyoruz. Bu neşe-i muhabbet öyküsünü keyifle okuyacaksınız…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Nice Kahkahalar

    İnönü Stadı’na portatif tribünler çok özel günlerde teşrif ederdi. Söküp takılmasına değecek, bilet talebinin elli binlerle telaffuz edildiği, dünya devi bir takım geldiğinde ya da işin içinde Fenerbahçe olduğu zaman.

    Gazhane’nin Dolmabahçe’den taşınması peyderpey olur. Gümüşsuyu yokuşuyla, Bayıldım yolu arasındaki alanı kaplayan binaların, depoların ve teçhizatın kaldırılması 60-61 yıllarında olur, yeni açık tribününün başlaması ise 1961 yılının eylül ayının başlarına rastlar. Fondaki gazhane bu tarihten öncesine götürür bizi.

    Gülmesinden hala mutlu olduğumuz, şerefli formayı nasıl terlettiğini kendisinden dinleyebildiğimiz değerli bir sporcudur Naci Erdem. O an ki mutluluğu, seremonideki hazirunu neşelendiren hanımefendi ve kukuletalı stad-ı komik olabilir ama kaptanın asıl mutluluğu, takımın başında bir kez daha sahaya adım atmış olması…

    Yerdeki kupayı getirenler, orta yuvarlaktaki iki gözlüklü beyefendi. Bize yakın planda, kahkahasını gizlemeyen zat, Türk Ticaret Bankası GM. Haki Bey. Güneşi yiyince pek bir kolormatik olan gözlüklü ise adı geçen bankanın şube müdürlerinden biri olmalı. Bu beyefendiler, Fenerbahçe’nin yakın zamanda elde ettiği bir başarının nişanesi olarak takdim etmişler kupayı.

    Hakem neşeyi muhabbete odaklansa da, yüz, elmacık kemiği ve saç kesimine yansıyan dışarlıklı halini gizleyememiş. Maçı başlatmak için çevresindeki gölge yoğunluğunun azalmasını bekliyor Çek hakem.

    1959, Fenerbahçe’nin Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na adını ilk kez yazdırdığı yıl. Bu maç da o kupanın ikinci tur ilk maçı, Nice karşılaşması. Tarih 19 Kasım 1959. Stadda otuz bin, dışarda yüz binlerin radyo başında Fenerbahçe’nin 2-1 lik galibiyetini kutladığı günler…

    Alican Küçükcan / Neşe-i Muhabbet

  • Siyah Tosbağa

    Siyah Tosbağa

    Fenerbahçe’nin 18. Türkiye Şampiyonluğu’na sahne olan 1977-1978 sezonu, Alican Küçükcan‘ın muhteşem kalemiyle karşınıza geliyor. Sezonun sembolü haline gelen başrol oyuncusu siyah tosbağa ile birlikte, mutlu sonla biten bir film şeridi gibi keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Giden Şampiyonluk, Gelen Sezon

    1976-77 sezonu şampiyonluğuna havlu attığımız günlerde, ilkokul ders kitaplarına girebilecek kadar yalın dilli, çağdaş ozan, işgal günlerinin İstanbul’unda, henüz yirmili yaşlarındaki bir onbaşı olarak üniforma kuşanan ‘’Jacques Prevert’’ in ölüm haberi gazetelere düşüyordu.

    Eşek, kral ve ben
    Sabaha sağ çıkamayacağız
    Eşek açlıktan
    Kral iç sıkıntısından
    Bense aşk ateşinden
    Aylardan mayıs

    Can Yücel’in lezzetli çevirisinden damlayan dizelerin sahibi Prevert, 1977 yılının Nisan ayında uzaklaştı bu dünyadan. Fenerbahçe de, aynı günlerde Beşiktaş beraberliğiyle el salladı şampiyonluğa.

    Aylardan nisan…

    Trabzonspor birkaç hafta sonra ikinci şampiyonluğunu kutlamaya hazırlanırken biz de yeni sezonu düşünüyorduk. İstatistikler Fenerbahçe’nin yumuşak karnının galibiyeti koruyamaması olduğunu söylüyordu.  Düzeltilmesi gereken saha içi sorunlarından sadece biriydi bu, belki de en önemlisi…

    Haziran ayı sonunda 14 futbolcunun mukaveleleri sonlandı. Bunların arasında Cemil, Alparslan, Ender, Engin, Ömer, Nevruz, Sabahattin ve Ersoy da vardı. Bu futbolcuların Fenerbahçe’ye verdiği hizmetler yadsınamazdı. Fakat kamuoyu ve basın yönetimi rahat bırakmıyor, yeni bir takım kurulması gerektiğini, Fenerbahçe’nin kabuk değiştirmeye ihtiyacı olduğunu yüksek sesle ifade ediyordu. Yönetim yaz sıcaklarından çok, transfer baskısı altında terliyordu.

    Cesaretli bir kararla, Cemil, Alparslan ve Engin hariç, diğerleri için satış kararı alındı. Yönetim Kurulu büyük bir riski üstleniyor ve dinamizmi arttırmak, yeni hava getirmek adına gençlerle harmanlanmış bir takım kuruyordu.

    Yaz Günü Yağan Kar

    Çiçeği burnunda Teknik Direktör Kaleperoviç’in isteği üzerine sezon öncesi hazırlığı için Yugoslavya’nın Pirot şehri tercih edildi. Ve lig benim de ilk kez sarı-lacivert renkleri tribünden görmemi sağlayan İstanbul’daki Samsun maçıyla başladı. Takım sahaya çıktığında başlayan konfeti sağanağını yeni açığın en üst katında yaşamıştım. Yaz günü üzerime kar taneleri iniyordu. Maçı Coşkun ve Aydın’ın golleriyle 2-1 kazandık ve sezona 2 puanla başladık. Tribünleri saran, takım aşkının bezde vücut bulduğu pankartları o güne ait unutamadığım hatıra parçaları olarak söyleyebilirim.

    Maç günlerinde, stadın çekim alanına girmeden önce, İstanbul sokaklarında babamla beraber yaptığımız gezintilerinde dikkatimi en çok çeken şey duvar yazıları olurdu. O yaşlarda anlamlandıramadığım, içeriğinden pek de bir şey anlamadığım farklı renklerdeki bu yazıların olduğu duvarların önünde durur ve okuma yazmayı çoktan çözmüş öğrenci güveniyle, hecelenmemiş ‘’slogan’’ bırakmazdım. Bu yazıların arasına tek tük de olsa karışan, yan yana duran ‘’FB’’ harfleri beni çok mutlu ederdi. Duvarlara yazı yazanların ve afiş asanların zaman zaman yapılan güvenlik aramalarında gözaltına alındıklarını yıllar sonra, göz gezdirdiğim eski gazete kupürlerinden öğrenecektim.

    Ertesi hafta yine İstanbul’da Mersin İdmanyurdu’nu gole boğduk: 5-2. Üçüncü hafta ise deplasmandaydık ve ilk puanlarımızı Ankaragücü’ne kaybettik: 1-2

    Ankara dönüşü üzüntü çok büyüktü. Kaleperoviç, UEFA Kupasındaki rakibimiz Aston Villa’yı izlemek üzere İngiltere’ye gitmişti. Sabri Kiraz kazanılacak maçı verdiğimizi söylüyordu. Avrupa kupası maçı öncesi moraller bozulmasın diye futbolculara eleştirel tek laf edilmedi yönetim kanadından. İngiltere’den 4-0’lık mağlubiyet ve Alparslan’ın sakatlığıyla döndük. Villa Park Stadı tribünlerini sarı lacivert bayraklarla donatıp, Fenerbahçe’ye moral vermek isteyen 5 bine yakın Türk seyircisi stadı üzüntüyle terk ediyordu. Önümüze, Ordu, Galatasaray ve Altay maçlarının belirsizliği dikilmişti.

    3 Maç 3 Galibiyet

    Ordu maçını 2-1’lik skor Cemil ve Şevki’nin golleriyle geçtik. Ama hiç ummadığımız bir yerden darbe almıştık: İvançeviç’e yoğun eleşitri vardı. Ülkeye ve takıma uyumu zaman alıyordu file bekçimizin. Galatasaray maçından alınacak iyi bir sonuç yönetim kadar İvançeviç’i de rahatlatacaktı. Yönetim Kurulu uzun tartışmaların yaşandığı toplantıda, sene başında aldığı prensip kararını bozmadı ve Galatasaray maçı için takımı kampa almadı. Maç gecesi yöneticiler bazı futbolcuların evlerine derbi maçının önemini son kez anlatmak için ziyaretler yaptılar. İvançeviç’in eşi Genel Sekreter Yüksel Günay’a tercüman aracılığıyla:

     ‘’Bizleri buraya siz getirdiniz. Bu maç eşimi olduğu kadar, sizleri de kurtaracak. Yarın biz Yugoslavya’ya Fenerbahçe’nin gözbebeği olarak döneceğiz, buna inanıyorum. Bu maça eşimle beraber hazırlandık, korkmuyoruz’’  dedi. İvançeviç ertesi gün Fenerbahçe kazağıyla en iyi maçını oynadı. 1980 yılının devre arasına kadar sürecek -GS maçlarında mağlubiyet görmeme serisinin- ilk adımı 2 Ekim 1977’de atılıyordu. Cemil ve Tuna maçın skorunu belirlediler: Fenerbahçe-2 Galatasaray-0

    Deplasman Maratonu İçin İşaret Fişeği

    Takımın moralleri yerine gelmişti. Fenerbahçe kırk bir bin seyirci önünde ve rakip Altay’dı. Şevki golü attı. Arkasından Cemil’in verilmeyen golü ve penaltısı geldi. Maçın tansiyonu daha ilk devrede artmıştı.  Yeteneksiz ve kötü niyetli hakemin son düdüğünden sonra sahaya giren bir seyircinin hakeme attığı yumrukla başlayan olaylar, polisin tribüne çıkıp seyircileri coplamasıyla büyüdü ve stad dışına taştı. Birçok araç büyük hasar görürken, polis arabaları devrildi ve yakılmaya teşebbüs edildi. Ters yüz edilen bir polis aracını hatırlıyorum: Siyah tosbağa. Kapımızın önünde onun beyaz olanı dururdu. Bagajı öndeydi ve neredeyse benzin istasyonuna sokmazdı bizi. Tosbağanın beyaz olanına beni İstanbul’un uzak semtlerdeki akrabalarımızla buluşturduğu, şoför koltuğunda oturduğum ilk araba olması sebebiyle ne kadar sempati duyuyorsam, imgemde sırtının üzerinde durduğu hali asılı siyah tosbağaya ise Fenerbahçe’yi gurbete yolladığı için o kadar kızacaktım.   

    Üsküdar’dan vapurla Beşiktaş’a geçip, yeni moda biletçisiz otobüslerlerde, şöförün hemen yanındaki kumbaraya biletimizi attıktan sonra babamla Taksim’e çıkmamız ve Beyoğlu’nda gezdikten sonra Gümüşsuyu üzerinden Dolmabahçe’ye inip maça gitme ritüelimizin iki maçlığına arızaya uğradığını zannetmiştim. Oysaki, devre arasını da hesaba katarsak âşık olduğum renkleri yeni takvim yılının Mart ayına kadar göremeyecektim.   

    Evliya Çelebi Misali

    Olaylı maçın yankıları arasında bir gün önceden gittiğimiz Adana’da ev sahibi takımı, Yenal, Cemil, Önder’in golleriyle 3-0’la bozguna uğrattık. Adana dönüşü Beşiktaş’la oynayacaktık. Uzun ayrılık öncesi son kez İnönü’nün çimlerine çıkacak ve bu maçla beraber İstanbul seyircisine dört aylığına veda edecektik. Maça camianın güvendiği, tecrübeli hakem Hilmi Ok atandı. Beşiktaş maçını kaptan Cemil’in golüyle 1-0 kazandık. Cemil, maçtan iki gün sonra, tüm Fenerbahçelileri rahatlatacak bir demeç verdi:

    ‘’-Dışarıda daha iyi oynuyoruz ve hiç korkumuz yok’’ diyordu Kaptan. Bu anlayış ve beraberlik içinde yolculuk başladı.

    Deplasmandaki Diyarbakır maçından sonra(2-2) ilk cezalı maçımız Ankara’da Bursaspor’laydı. Puan haricinde Federasyon’a verilecek cevabımız vardı. Bu cevap kâğıt üzerinde değil, yeşil sahalarda olacaktı. Federasyon cevabını aldı:  Bursa ve Zonguldak maçları galibiyetle bitti. 24 Aralık günü yine cezalı maç için Ankara yollarındaydık. Bu kez rakip Eskişehir’di. Önder ve Cemil’le Eskişehir’i de geçtik.

    İstanbul son 20 yıldaki en yağışlı yılbaşını yaşarken, takım Bolu maçı için yılın son günü rotayı aşçıların diyarına kırdı. Yönetim Federasyona tüm maçların ertelenmesi için başvurmuş ancak ret cevabı almıştı. Futbolcular saat 22.45’de Koru Motel’deki odalarına çekilip, erkenden uyudular. Bolu maçı hem yeni senenin ilk maçı hem de bir hafta sonra Trabzon’da oynayacağımız müsabaka için moral olması açısından büyük öneme sahipti. Evdeki hesap çarşıya uymadı. İkinci yarının hemen başında Antiç’in kırmızı kart görmesi tüm hesapları bozdu. İki puan ev sahibi Bolu’nundu. Soyunma odasındaki sessizlik derindi. Pazartesi günü, yönetim kurulunda maçın kritiği yapıldı. Kaleperoviç hafta sonundaki Trabzon maçını final havasına sokmaya çalışıyordu. Peşimizdeki rakipler aldığımız yenilgiyle ümitlenmişlerdi. Takımın morali yerindeydi. Trabzon deplasmanına galibiyet için gideceklerini söylüyorlardı. Lider, Karadeniz’den puan tablosunun en tepesindeki yerini koruyarak döndü. İvançeviç, Fenerbahçe camiasının güvenini tam olarak kazanmıştı: TS-0 FB-0

    Toma’nın Kehaneti

    1978’in ilk günleri hayli soğuk geçmişti. Ülkede yakıt tüketimi çok artınca fuel-oil satışının soğuklar geçene kadar durdurulduğu haberlerini ve bu yüzden evimize minik, sadece kendi çevresini ısıtabilen elektrikli petek alındığını hatırlıyorum. İşte bu Trabzon maçını radyodan o peteğe yapışmış vaziyette dinlemiştim. O gün içimi ısıtan şeyin peteğin sıcaklığı mı  yoksa İvançeviç’in her tuttuğu topta bana verdiği güvenin sıcaklığı mıydı, hala düşünürüm…

    Takımın kurmayları Kaleperoviç, Sabri Kiraz ve Yüksel Günay devre arasında takımın yurt dışında ve ya Antalya’da kamp yapması gerektiğini Yönetim Kurulu’na ilettiler. Yönetim, aksi görüşler olsa da, oy çokluğuyla ikinci yarı hazırlıklarının Dereağzı’nda yapılması kararını aldı. Toma, haliyle isteğinin reddedilmesine üzülmüştü. Hoca, kamp olmadığı takdirde takımın kondüsyonunun son haftalarda düşmesinden korktuğunu yönetim kuruluna söyledi. Kaleperoviç artık bu kozu her yönetim kurulunda kendi lehine kullanmaya başlayacaktı…

    Bu arada, Kasım ve Aralık aylarında Evliya Çelebi gibi dolaşan takımın kaptanı ve etkili oyuncuları kafalarını dinleyecek bir tatil için bastırıyorlardı. Dedikleri oldu. Toma da olur verince, takım karların içindeki bir dünyaya, Uludağ’a hareket etti. Cemil ve Alparslan hariç, tatile gidenlerden iyi haber gelmiyordu. Özellikle Cem Sultan, lakabına yakışır bir hareketlilik içindeydi. Hazırlık çalışmalarıyla beraber, kongre koşuşturması da start aldı.

    İkinci Yarı Başlıyor

    İkinci yarının ilk maçında Samsun’da hem maçı hem de liderliği kaybettik. Peşimizdeki takımların iştahları kabarmıştı. Gıyabımızda yeni hesaplar yapılmaya başlandı. Mersin deplasmanından 1 puanla döndükten sonraki maç başkent temsilcisiyleydi. Ankaragücü maçına çıkan onbir,  vefakâr seyircisini elinde iki buket golle selamladı. Meşinden çiçeklerin üzerindeki kartlarda iki isim yazıyordu: Cemil ve Tuna. 

     1972 Temmuzunda Fenerbahçe Kulübü, Cemil için vazgeçilmez bir inatla İstanbulspor’un kapısını aşındırıyordu. Her seferinde cevap aynıydı:

    ‘’Bizim verilecek futbolcumuz yok, lütfen bu sevdadan vazgeçin. Üstelik Cemil’in kulübümüzle 3 yıllık sözleşmesi var’’ Peşinden, Galatasaray devreye giriyor ve zamanın İstanbulspor Başkanı Nurin Şahingiray bunaldıkça bunalıyordu. Fenerbahçe ve İstanbulspor 3 ay boyunca gırtlak gırtlağa geliyorlardı. Uzatmalı transfer uğruna tabancalar çekiliyor, devrin Federasyon Başkanı Hasan Polat arabulucu olmaya çalışıyordu. Ve bütün ümitlerin tükendiği sırada eski Kasımpaşa Kulübü başkanlarından Sultan Demircan sahneye çıktı. Basın toplantısında söylediği sözler meydan okumanın en üst perdeden icrasıydı:

    ‘’Cemil Fenerbahçeli olmazsa bileklerimi keserim’’

    Cemilizm Doktrini

    Aralık ayının üçünde Cemil, Fenerbahçe formasını ilk kez bir Galatasaray maçında giyerek Sultan Demircan’ı haklı çıkartmıştı. Büyük Fenerbahçeli’nin doğum günü, kendisini sarı lacivertlilere renklere bağlayan 25 Kasım olarak belirlendi. Takımın yıldızı Cemil, Didi’yle birçok kupa kaldırdı. 1977-78 sezonunda ise Cemil’e güvenme sırası Kaleperoviç’e gelmişti.

    Gündüz Kılıç Cemil’i unutulmaz bir cümleyle anlatacaktı:

     ‘’Kim ne derse desin futbolumuzda Cemilizm diye bir tür doktrin var’’

    Büyük futbolcu için başka tarif gereksizdi. Bu doktrin, rakiplerin her türlü önlemini, markaj hilelerini çözen bir rehber niteliğindeydi. Cemil, ceza alanına girdiğinde, rakibin elinde ne tür silah olursa olsun,  yok edilmesi imkânsız bir canavar haline gelirdi. Patlayıcı kuvvetiyle ilk 10 metrede hasmına nal toplatır, sert şutlarıyla kalecileri çaresiz bırakırdı. Bu yakalanamaz oyuncu, onu sahanın bir noktasında kıstırıp da sert faullerle yıldırmaya çalışanlarla muhattap olmayıp, işin ceza kısmını hakemlere havale etmesi, Cemil’in üzerinden hiç çıkartmadığı efendilik smokininin bir parçasıydı adeta.

    Derbi ve Sonrası

    Smokinli futbolcu kritik Galatasaray maçı öncesi soyunma odasındaki son konuşmayı yapan Başkan Ilgaz’ı dinleyip, çıkış tünelinde göründüğünde tarih 19 Mart 1978’di. Tribünlerdeki coşkuya cevap vermek için oradalardı. İlk devrede 2-0 biten maçı hatırladı Kaptan; şampiyonluğun ilk adımı o gün atılmıştı. ‘Bugün’  mağlup olmazlarsa kupanın bir kulpundan tutacaklarını biliyordu. Bu maçı ‘’Camia’’ son engel olarak görüyordu. Oynadığı futbolla, damağımızda hoş bir tat bırakıp İspanya’ya dönen Antiç, son dakikalarına 1-2 mağlup girdiğimiz maçta bize kanla karışık bir beraberlik sunuyordu. Modern orta saha,  sol kanattan ceza alanına şandellenen topa yükselip, kaleci Bahattin’in soluna, direk dibine yaptığı kafa vuruşuyla tabelayı eşitlemişti. Yükseldiğinde yüzüne aldığı darbenin etkisiyle yere kan revan içinde inmiş, zeminden dakikalarca kalkamamıştı Antiç.

    Maç sonrası Toma çok sinirliydi. Gerçi 1 puan iyidir diye hesaplanmıştı ama kötü oyun moralleri az da olsa bozmuştu. Aynı akşam Cemil, Alparslan ve eşleri Yüksel Günay’ın evinde yemekteydiler. Beş gün sonra çıkılacak İzmir deplasmanı konuşuldu. Günay zaman zaman futbolcu ve eşlerini evinde ağırlar, bekâr futbolcuları da alıp yemeğe çıkartırdı. Bu buluşmaların faydasının görüldüğü aşikârdı. Bu tip toplantılarda samimi ve açık konuşmalar yapılıyordu. Takımın ele avuca sığmayan ikilisi Engin ve Cem’di. Şevki ara sıra kurtlansa de genel olarak uslanmıştı.  Bekârlar içindeki iki kanatsız melek ise Yenal ve Fuat’tı. Toplantılarda, Yenal’a şakalar yapılmadan evlere dönülmezdi. Önder, maç dışında sakin ve efendi görüntü sergilese de saha içindeki netlik ayarı bozuktu, karta yakın oyunuyla kenar yönetimi ve arkadaşlarını telaşlandırırdı.

    Fenerbahçe İzmir deplasmanına yönetim kurulunun yeni üyeleriyle gitti. Ali Dinçkök, Başaran Ulusoy, 2.Başkan Eşref Aydın’ın kafileyle beraber olması futbolcular üzerinde iyi etki yaratmıştı. Şevki’nin golü iki puanı getirdi.

    Beşiktaş Derbisi ve Tura Doğru

    2 Nisan günü karşımızda Adana ve Orhan Cebe vardı. Bolu maçının da hakemi olan Cebe, Adana maçı içinde Cemil’e, ‘’bu maçı dışarda oynasaydınız 3 kişiyi oyun dışı bırakırdım’’ diyordu. Bolu deplasmanından sabıkası olan, Antiç’i oyundan atan, devrisi ilk maçımızda aynı yönetimi sergileyen hakemin tutumu ertesi gün düzenlenen basın toplantısıyla kamuoyuna anlatıldı. Olayın futbolcular üzerindeki etkisi tehlikeli bir hal almıştı. Kapıda Beşiktaş maçı vardı. Hafta içinde futbolcular yöneticiler tarafından rehabilitasyon kampına alındılar adeta. Takipçimizle olan puan farkı azalmıştı. Beşiktaş maçı çok önemliydi. Cemil durumun farkındaydı ve gereğini yaptı… Fenerbahçe:1 Beşiktaş:0

    Ertesi hafta yine İstanbul’da Diyarbakır’la oynadık ve Tuna’nın golleriyle 2-0 kazandık. Sonra da Bursa’yı orada yine Cemil’in tek golüyle alt ettik. Dönüş yolunda taraftarlar kafileyi Kartal meydanına kadar yalnız bırakmadılar. Arabalı vapur Kartal’a yanaştığında binlerce sevgili takımlarını bağırlarına bastı. Bu görülmemiş sevginin futbolcular üzerindeki pozitif etkisi İnönü Stadı’ndaki Adana Demir ve Zonguldak maçlarında görüldü. Gemi okyanusu aşmış, limana girmek için gün sayıyordu. İşin Es es deplasmanında bitmesi isteniyordu. Yazılıp/çizilenin aksine, Fenerbahçe sahaya beraberliğe değil, Eskişehir’i yenmek için çıkacaktı. İkinci yarıda yediğimiz gol şampiyonluk hesaplarını Bolu maçına bıraktı. Dönüşte yalnız Cemil’e kendi arabasıyla dönmesi için izin verildi. Tur Bolu maçına kalmıştı.

    İbrahim İskeçe’nin Seftesi

    Takımda ilk defa şampiyonluk tadacak oyuncular Cem, Bahri, Onur ve Engin’deki heyecanın fazlası daha önce şampiyonluk kupasını kaldırmış oyuncularda da vardı. Her şampiyonluk başkaydı ve Fenerbahçe camiası malzemecisinden Faruk Ilgaz’ına kadar kimsenin, son 100 metresine önde girdikleri lig maratonunda, ipi göğüslemeden dönmeye niyeti yoktu. Altay maçı sonrasında takımın üzerini kaplayan kara bulutlar, tatlı tatlı esen galibiyet rüzgârlarıyla iyice dağılmıştı. Gökyüzü pırıl pırıldı.

    Fenerbahçe’nin Altay maçında aldığı cezanın altında imzası olan İbrahim İskeçe, Haydarpaşa Lisesi forması içinde koştururken yöneticilerin dikkatini çekmiş (1940) birer yıl arayla Fikret Kırcan’la beraber kulübe kazandırılmıştı. İskeçe, 1977 Ağustosunda federasyon başkanı olduğunda üzerindeki çubukluyu geçici olarak katlayıp dolaba kaldırmış ve gerçek bir spor adamı olduğunu görevi boyunca ispat etmişti. Bu İskeçe’den gelme göçmen çocuğu, tatlı Trakya şivesiyle siftaha ‘sefte’ der. Şans mı, golün kokusunu herkesten önce aldığından mı bilinmez, nedense ilk golü çoğunlukla o atar, ‘’sefteyi yaptım gerisi sizden’’ deyince de,  göğsüne çıkartmamacasına lakabını iğneler.

    Anektod bu ya,  B. Fikret (Arıcan) Halit Deringör askere gidince ‘’gel oyna’’ ısrarlarına dayanamaz ve 37 yaşında sahalara döner. Sefte İbrahim’le de iki/üç defa yan yana oynamışlardır. Beşiktaş’la oynanan bir maçta 0-3 mağlup duruma düşünce İbrahim’e dönüp ‘’yahu nerede kaldı senin sefteliğin’’ diye çıkışır saha içinde antrenör-futbolcu Fikret. Neyse maç 3-3’e gelip, hakem bir de Fenerbahçe lehine penaltı verince kıyamet kopar, kavga çıkar. Kargaşanın içinde olmayan, uzakta kalan sadece İbrahim İskeçe olur. Bu beyefendi, kırklı yılların Türkiyesinde Avrupayi futbol oynardı. O günün futbolcuları arasında pek rağbet görmeyen topsuz koşular, boş sahaları kullanma, İskeçe’nin  futbol literatüründe yazılı olan maddelerdi. Önüt olan soyadını değiştirip, doğduğu memleketin adını alan İbrahim İskeçe, futbol federasyonu başkanlığı koltuğunda oturduğu sürece ruhundaki sakinliği korumuş, Batılı bakışını Türk futbolunun gelişmesi için kullanmıştı.  

    Şampiyonluk Geliyor

    Bolu maçında alınacak 1 puan şampiyonluğa yetiyordu. Maç sabahı Bağdat Caddesi ve kulüp civarı taraftarlarca doldurulmuştu. Saat 13.30’da takım kendi otobüsüyle stada hareket etti. Yolculuğa, otobüsü takip eden araçların klaksonları eşlik etti. Futbolcular soyunma odasına girdiklerinde malzemeler henüz gelmemişti. İvançeviç’in ve Antiç’in yarım yamalak Türkçeleriyle yaptıkları espriler heyecanı bir nebze olsun dağıtmıştı. Zaman akıyordu. Önce malzemeler, sonra maç saati ve Şevki’nin golü geldi. Fakat kısa bir süre sonra Bolu karşılığını verdi. Devre arasında herkesi yeniden endişe sarmıştı. İlk yarı skoru şampiyonluğa yetiyordu. Kupayı çok isteyen Fenerbahçe’ye İnönü Stadı’nın ahşap kale direği de yardım etti: Fenerbahçe 1 Bolu 1

    İnönü Stadı’nın arkasındaki Dolmabahçe Saat Kulesi,  Sirkeci Gar saati, İstanbul Üniversitesi’nin anıtsal kapısındaki dev kadran, Taksim meydanında çocuklara tasarruf algısı ‘aşılayan’ kumbara saat, Haydarpaşa Gar Saati… Ezcümle İstanbul’daki tüm saatler 17.20’de hakemin son düdüğüne Sarı Lacivertlilerin şampiyonluğu için eşlik ettiler…

    Totalde 40 hafta süren yarışın galibi Sarı Kanaryalar oldu. Bir sonraki şampiyonluk filminin ana platosu, yenilenmiş haliyle Fenerbahçe Stadı olacak.  Gönüllerimize yazılı o büyük kramponların yeşerdiği Papazın Çayırı’nın hemen yanındaki alanda inşa edilmekte olan 32.500 kişilik stadın, tribünlerinde ‘’Kadıköy’den çıkış yok’’ şarkısının çınlayacağı mabed olmasına henüz 4/5 sene var.

    Daha bir ay öncesinde Fenerbahçeli taraftarların akın ettiği Kartal iskele meydanını, kışı Kadıköy tarafında geçiren ve sezonun başlamasıyla yazı Adalar’da sürdürecek, kiralık büyük motorları bekleyen faytonlar doldurmuştu. Zaman ekspres trenden fenaydı; çok hızlı geçiyordu…

    Siyah tosbağa ise kimbilir hangi hurdalıkta ömür tüketiyordu…

    Alican Küçükcan


    Fotoğraflar

    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
    • Siyah Tosbağa
  • Toni Schumacher’in İlk Jübilesi

    Toni Schumacher’in İlk Jübilesi

    29 sene önce bugün, 4 Haziran 1991 tarihinde Toni Schumacher, İnönü Stadı’nda oynanan Fenerbahçe-Atletico Madrid maçında “ilk” jübilesini yaptı

    Dieter Pauly, Lale Orta ve Binali Kartal hakem üçlüsünün yöneteceği maçta kadrolar şu şekildeydi :

    Fenerbahçe :

    Schumacher (Yaşar), B.Şenol, Müjdat, Semih, İsmail, Serdar, Oğuz, K.Şenol, Hakan (Sercan), Aykut, Vokri

    Atletico Madrid :

    Mejias, Lopez, Solozobal, Donato, Pedro (Koldo), Fereira, Manola (Julio Prieto), Schuster, Viscanio (Sabas), Futre, Orejuela

    Maçın başlamasına kısa bir süre kala elektrikler gidince, ilk yarı sadece hava kararıncaya kadar 16 dakika oynandı. Bu arada Atletico Madrid, Orejuela’nın ayağından bir gol buldu.

    Aşağı yukarı bir saatlik bir gecikmeden sonra, ikinci yarı başladı.

    Vokri’nin 65. dakikada, Aykut’un 77’de ve Müjdat’ın 82. dakikada attığı gollere, 84’de Koldo ve 88’de Sabas karşılık verince, maç 3-3 berabere bitti. Schumacher omuzlara alındı, tribünleri selamladı ve İstanbul’daki Fenerbahçe taraftarlarına veda etti. Yaklaşık iki ay kadar sonra bu kez İzmir’de, Bayern Münih maçında ikinci jübilesini yapacaktı.

    Halit Deringör, Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde bu jübile maçı için şunları yazdı :

    Tanrılar da Ağlarmış

    Schumacher, ülkemizde öğrenmesini bilenlere çok şeyler öğretti. Hatta Türk, Alman elçilerinin iki ülke arasında yıllarca kuramadığı sıcak ilişkiyi Schumacher kurdu. Büyük futbolculuğu ile beraber bu kişiliği yüzünden Türk spor tarihinde önemli bir köşeye sahip oldu.

    Schumacher, isyankar, kavgacı, reaksiyoner, haksızlığa tahammül edemeyen, ruhsal yapısı ile duygusal, insancıl bir yapıya da sahip. Onu insan yapan da bu duyguları. Yağmurlu ve boş tribünler önünde oynanan Gaziantep maçından sonra Schumacher bir arkadaşımıza, “Tanrı, sevdiği insanların arkasından gözyaşı dökermiş. Beni de seviyor olmalı ki arkamdan yağmur yağdırıyor ve gözyaşı döküyor” demişti. Dün Schumacher’in jübile maçı yıllarca dillerden düşmeyecek bir sevgi gösterisi içinde cereyan etti. Schumacher, omuzlara alındı. Gözlerinden yaşlar ip gibi akıyordu. Tanrıların ağlayıp ağlamadıklarını bilmiyoruz ama bu defa stadyumu dolduran insanların çoğu gözyaşlarını tutamamıştı. Hem de karanlıkta için için ağlayarak.

    Halit Deringör – 5 Haziran 1991 – Cumhuriyet Gazetesi

  • Yarım Asır Önce İnönü Stadı ve Fenerbahçe Tribünleri

    Sağdaki resim 1968 yılında, Spor Sergi Sarayı’nda oynanan bir Fenerbahçe-İTÜ maçından. Fenerbahçeli taraftarlar, Fenerbahçeli olduğu bilinen İTÜ oyuncusu Kemal Erdenay’a muhtemelen “Fener’e gel” diyorlar.
    X işaretli Alp Bacıoğlu.

    Fenerbahçe’yi sevdirenler kadar, Fenerbahçe’yi sevenlerin de geçmişini bilmemiz gerek… Fenerbahçe tarihine imza atmış birçok ismi şahsen tanıma ve onlarla uzun saatler boyunca sohbet etme imkanı bulmuş değerli büyüğümüz Alp Bacıoğlu, aynı zamanda 1960’lardan beri Fenerbahçe tribünlerinin muazzam bir emekçisi… Kendisinin geçmişte farklı mecralarda yayınlanmış yazılarını burada, tek bir yerde kayıt altına alacağız. “Çok yaşasın” diyor, sözü ona bırakıyoruz.

    * * * * * *

    1963 – 1964 sezonunun ikinci yarısından itibaren Fenerbahçe’nin her maçına gitmeye başladım. Artık tüm ruhum ve benliğimle oradaydım. Kısa bir süre sonra varlığımın, kişiliğimin, kısacası benliğimin oradaki toplumun benliğiyle kaynaştığına tanık olacaktım. Ertesi yıl, 1964 – 1965 sezonunda artık tribünde ciddi arkadaşları, ağabeyleri olan bir Fenerbahçeliydim.

    Tribüncülüğümün bu ilk yıllarında benim gibi gençlerin gurur duyduğu, en çok övündüğü olay ise şuydu:

    Tribünleri bağırtan, coşturan Kör Çetin, Şişe Haldun, Baba Numan, Astsubay Yücel, Lazoli Zeki, Asker Erdoğan, Süha Baba amigo ya da günümüzün deyişiyle tribün liderleri taraftarı coşkuyla bağırtırken kendilerinden geçerlerdi. Bu arada doğaldır ki her zaman için dengelerini yitirip üst kattan aşağıya düşme tehlikeleri vardı. Bu ağabeylerimiz kendilerinden geçmiş bir şekilde taraftarı bağırtırken düşmemeleri için ayaklarından sıkıca kavranıp, düşmeleri engellenmeliydi. Bu görev işte biz tribün çocuklarına, gençlerine kalırdı. 1964 yılından itibaren pek çok tribün liderinin, bizim gözümüzde tribün efsanesi Fenerbahçelilerin yanında, yakınında bulundum. O yıllarda onların dengelerini yitirip düşmemelerini sağlamamda katkımın olması diğer gençler gibi benim içimde bir övünç ve mutluluk kaynağıydı.

    İlk deplasmana gidişim ise bir sezon sonradır. 1964 – 1965 sezonu Aralık ayında rahmetli babam bir işi için Ankara’ya gidecekti. Israrla beni de yanında götürmesini istedim. Bu ısrarımın nedenini tabii peder bey hemen anlamıştı. Çünkü 26 Aralık 1964 Cumartesi günü PTT ile lig maçımız vardı. Yaşamımdaki bu ilk deplasman karşılaşmasını Aydın’ın golüyle 1 – 0 kazanmıştık. Bir yıl sonra ise artık deplasmanlara tribün arkadaşlarım ve ağabeylerim ile gitmeye başladım.

    İstanbul’daki ilk tribünüm ise İnönü’deki Yeni Açık’tır. O dönemde tribün kovalamaya başlayan çocuklar ya da gençler için bu değişmeyen bir olgu idi. Eğer bağırıp takımınıza destek vermek istiyorsanız, başka da seçeneğiniz yoktu. İşe Yeni Açık’tan başlardınız.

    1960’larde ne Ali Sami Yen’de ne de Kadıköy Şükrü Saracoğlu’nda maçların oynanmadığı yıllardı. Maçlar Dolmabahçe, Mithatpaşa, İnönü olarak sık sık adı değişen statta oynanırdı. İşte bu İnönü Stadı’nın maçlarımızda takıma destek veren ve bağıran tek tribünü “Yeni Açıktı.”

    O dönemlerde stat Beşiktaş Kulübü’ne verilmemişti. Şimdiki gibi stadın dört bir yanı da koltuklu değildi. Sanırım bir tek eskiden “Şeref Tribünü” denen, bugünkü Protokol Tribünü’nde koltuk vardı. Serbest giriş kartlıların girdiği bir başka tribün de L Tribünü idi. Orada koltuk sistemi var mıydı, onu bilemiyorum. Kapalı ve numaralıda üç şeritli tahtalar beton üzerine kalın beton çivileriyle çakılmışlardı. Maça gelen taraftarlar o tahtaların üzerine otururduk. Deniz tarafındaki “Eski Açık” ile eskiden Gazhane tarafı diye adlandırılan “Yeni Açık” tribünde sıralar betondandı. Buradaki taraftarlar taşın üzerine oturmak zorundaydık.

    İnönü’nün böyle koltuksuz hali 41 bin biletli seyirci alırdı. Buna karşın karşılaşmalar televizyonlardan da naklen yayınlanmadığı için stat genellikle dolardı. Hatta birçok maçta dışarıda kalanlar bile olurdu. Bunları Galatasaray ya da Beşiktaş derbileri için söylemiyorum. Normal bir lig maçında bile bu dışarıda kalma olayı, bu sıkıntı yaşanırdı.

    Maçlar hep öğleden sonraları oynandığı için maçın oynanacağı gün hafta sonu tatili olmasına karşın sabah çok erken kalkardım. Bizim gibi her maça gitme zorunluluğu olan taraftarlar için koşuşturmadan yapacağımız rahat bir kahvaltı özlem duyduğumuz bir şeydi. Benim annem, babam, kardeşlerim ile birlikte zaman kavramı olmadan oradan buradan söyleşerek yaptığım kahvaltı sayısı liglerin tatile girdiği yaz ayları ile sınırlı idi. Çünkü ligler başladıktan sonraki haftalarda bir an önce kahvaltıyı yapıp İnönü’ye doğru yola çıkmadığınız her dakika aleyhinize işler, dışarı da kalma olasılığınız artardı.

    En fazla saat dokuz, dokuz buçukta İnönü’nün önünde olmak zorundaydınız. Orada hemen kuyruktaki yerinizi alır, kapının açılmasını beklerdiniz. Eğer tribünün eskilerinden bir tribüncü iseniz ayrıcalıklı bir konuma gelirdiniz. 1970’lerin ikinci yarısından sonra ben de bu ayrıcalıklı tribüncülerdendim. Bazen tribünden genç arkadaşlarımız kuyruktaki yerimizi tutarlar. Bizlerse Çiçek Pasajı’na gidip biraz atıştırır, bir iki duble parlatırdık. Eğer maç 15.30’da ise kapılar ancak öğleden sonra açıldığı için böyle bir şansımız olurdu. İnönü’de kapılar nedense yıllar yılı hep geç açılmıştır.

    Eskiden büyük bir dert de, oluşturulmuş olan ve uzayıp giden kuyruğun sonuna girmeyi göze alamayanlar kendilerini biran önce içeriye atmak için kapı önünde karambol yaratırlardı. 1960’larda stat önünde birde atlı polisler olurdu. Bunlar bazen atlarını tek sıra olunması konusunda uyarı olması bakımından karambolcülerin üzerine sürerlerdi. 1970’lerde atlı polisler kaldırıldı. Yerlerini coplu polisler aldı. Onlar içeri giriş kuyruğun baş tarafı kalabalıklaşıp karambol arttığı vakit coplarını haşin bir şekilde bilinçsizce sallayarak kalabalığın içine dalarlar, tek sıra olunması konusunda da sözlü uyarırlardı. Eski tribüncü olup da polis copu yememiş taraftar yok gibidir.    

    Günümüzün taraftarları kombinesi ya da internetten daha önce aldığı bileti cebinde olduğu için maçın başlama saatine yarım saat kala stada gelebilir. Oysaki 30, 40 yıl önceki o yıllar Avrupa kupası maçları için üç, dört gün önceden kulüpten yapılan bilet satışı dışında biletinizi ancak maç günü alabilirdiniz. Yani sevgili okurlar, eskiden tribün ve tribüncülük zorluktu, sıkıntıydı kısacası külfetti. Şimdiki taraftarların bu bakımdan çok şanslı olduğunu söylememe sanırım gerek yok…

    Alp BACIOĞLU

  • Yarım Asırlık Bir Hikaye

    Yarım Asırlık Bir Hikaye

    Fenerbahçe’yi sevdirenler kadar, Fenerbahçe’yi sevenlerin de geçmişini bilmemiz gerek… Fenerbahçe tarihine imza atmış birçok ismi şahsen tanıma ve onlarla uzun saatler boyunca sohbet etme imkanı bulmuş değerli büyüğümüz Alp Bacıoğlu, aynı zamanda 1960’lardan beri Fenerbahçe tribünlerinin muazzam bir emekçisi.. “Çok yaşasın” diyor, yarım asırlık bir hikaye için sözü ona bırakıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yarım Asırlık Bir Hikaye

    Kaynak : Zaman Tünelinde Fenerbahçe

    1963 – 1964 sezonunun ikinci yarısından itibaren Fenerbahçe’nin her maçına gitmeye başladım. Artık tüm ruhum ve benliğimle oradaydım. Kısa bir süre sonra varlığımın, kişiliğimin, kısacası benliğimin oradaki toplumun benliğiyle kaynaştığına tanık olacaktım. Ertesi yıl, 1964 – 1965 sezonunda artık tribünde ciddi arkadaşları, ağabeyleri olan bir Fenerbahçeliydim.

    Tribüncülüğümün bu ilk yıllarında benim gibi gençlerin gurur duyduğu, en çok övündüğü olay ise şuydu:

    Tribünleri bağırtan, coşturan Kör Çetin, Şişe Haldun, Baba Numan, Astsubay Yücel, Lazoli Zeki, Asker Erdoğan, Süha Baba amigo ya da günümüzün deyişiyle tribün liderleri taraftarı coşkuyla bağırtırken kendilerinden geçerlerdi. Bu arada doğaldır ki her zaman için dengelerini yitirip üst kattan aşağıya düşme tehlikeleri vardı. Bu ağabeylerimiz kendilerinden geçmiş bir şekilde taraftarı bağırtırken düşmemeleri için ayaklarından sıkıca kavranıp, düşmeleri engellenmeliydi. Bu görev işte biz tribün çocuklarına, gençlerine kalırdı. 1964 yılından itibaren pek çok tribün liderinin, bizim gözümüzde tribün efsanesi Fenerbahçelilerin yanında, yakınında bulundum. O yıllarda onların dengelerini yitirip düşmemelerini sağlamamda katkımın olması diğer gençler gibi benim içimde bir övünç ve mutluluk kaynağıydı.

    İlk Deplasman

    İlk deplasmana gidişim ise bir sezon sonradır. 1964 – 1965 sezonu Aralık ayında rahmetli babam bir işi için Ankara’ya gidecekti. Israrla beni de yanında götürmesini istedim. Bu ısrarımın nedenini tabii peder bey hemen anlamıştı. Çünkü 26 Aralık 1964 Cumartesi günü PTT ile lig maçımız vardı. Yaşamımdaki bu ilk deplasman karşılaşmasını Aydın’ın golüyle 1 – 0 kazanmıştık. Bir yıl sonra ise artık deplasmanlara tribün arkadaşlarım ve ağabeylerim ile gitmeye başladım.

    İstanbul’daki ilk tribünüm ise İnönü’deki Yeni Açık’tır. O dönemde tribün kovalamaya başlayan çocuklar ya da gençler için bu değişmeyen bir olgu idi. Eğer bağırıp takımınıza destek vermek istiyorsanız, başka da seçeneğiniz yoktu. İşe Yeni Açık’tan başlardınız.

    1960’larde ne Ali Sami Yen’de ne de Kadıköy Şükrü Saracoğlu’nda maçların oynanmadığı yıllardı. Maçlar Dolmabahçe, Mithatpaşa, İnönü olarak sık sık adı değişen statta oynanırdı. İşte bu İnönü Stadı’nın maçlarımızda takıma destek veren ve bağıran tek tribünü “Yeni Açıktı.”

    O dönemlerde stat Beşiktaş Kulübü’ne verilmemişti. Şimdiki gibi stadın dört bir yanı da koltuklu değildi. Sanırım bir tek eskiden “Şeref Tribünü” denen, bugünkü Protokol Tribünü’nde koltuk vardı. Serbest giriş kartlıların girdiği bir başka tribün de L Tribünü idi. Orada koltuk sistemi var mıydı, onu bilemiyorum. Kapalı ve numaralıda üç şeritli tahtalar beton üzerine kalın beton çivileriyle çakılmışlardı. Maça gelen taraftarlar o tahtaların üzerine otururduk. Deniz tarafındaki “Eski Açık” ile eskiden Gazhane tarafı diye adlandırılan “Yeni Açık” tribünde sıralar betondandı. Buradaki taraftarlar taşın üzerine oturmak zorundaydık.

    Tıklım Tıklım

    İnönü’nün böyle koltuksuz hali 41 bin biletli seyirci alırdı. Buna karşın karşılaşmalar televizyonlardan da naklen yayınlanmadığı için stat genellikle dolardı. Hatta birçok maçta dışarıda kalanlar bile olurdu. Bunları Galatasaray ya da Beşiktaş derbileri için söylemiyorum. Normal bir lig maçında bile bu dışarıda kalma olayı, bu sıkıntı yaşanırdı.

    Maçlar hep öğleden sonraları oynandığı için maçın oynanacağı gün hafta sonu tatili olmasına karşın sabah çok erken kalkardım. Bizim gibi her maça gitme zorunluluğu olan taraftarlar için koşuşturmadan yapacağımız rahat bir kahvaltı özlem duyduğumuz bir şeydi. Benim annem, babam, kardeşlerim ile birlikte zaman kavramı olmadan oradan buradan söyleşerek yaptığım kahvaltı sayısı liglerin tatile girdiği yaz ayları ile sınırlı idi. Çünkü ligler başladıktan sonraki haftalarda bir an önce kahvaltıyı yapıp İnönü’ye doğru yola çıkmadığınız her dakika aleyhinize işler, dışarı da kalma olasılığınız artardı.

    En fazla saat dokuz, dokuz buçukta İnönü’nün önünde olmak zorundaydınız. Orada hemen kuyruktaki yerinizi alır, kapının açılmasını beklerdiniz. Eğer tribünün eskilerinden bir tribüncü iseniz ayrıcalıklı bir konuma gelirdiniz. 1970’lerin ikinci yarısından sonra ben de bu ayrıcalıklı tribüncülerdendim. Bazen tribünden genç arkadaşlarımız kuyruktaki yerimizi tutarlar. Bizlerse Çiçek Pasajı’na gidip biraz atıştırır, bir iki duble parlatırdık. Eğer maç 15.30’da ise kapılar ancak öğleden sonra açıldığı için böyle bir şansımız olurdu. İnönü’de kapılar nedense yıllar yılı hep geç açılmıştır.

    Uzayan Kuyruklar

    Eskiden büyük bir dert de, oluşturulmuş olan ve uzayıp giden kuyruğun sonuna girmeyi göze alamayanlar kendilerini biran önce içeriye atmak için kapı önünde karambol yaratırlardı. 1960’larda stat önünde birde atlı polisler olurdu. Bunlar bazen atlarını tek sıra olunması konusunda uyarı olması bakımından karambolcülerin üzerine sürerlerdi. 1970’lerde atlı polisler kaldırıldı. Yerlerini coplu polisler aldı. Onlar içeri giriş kuyruğun baş tarafı kalabalıklaşıp karambol arttığı vakit coplarını haşin bir şekilde bilinçsizce sallayarak kalabalığın içine dalarlar, tek sıra olunması konusunda da sözlü uyarırlardı. Eski tribüncü olup da polis copu yememiş taraftar yok gibidir.    

    Günümüzün taraftarları kombinesi ya da internetten daha önce aldığı bileti cebinde olduğu için maçın başlama saatine yarım saat kala stada gelebilir. Oysaki 30, 40 yıl önceki o yıllar Avrupa kupası maçları için üç, dört gün önceden kulüpten yapılan bilet satışı dışında biletinizi ancak maç günü alabilirdiniz. Yani sevgili okurlar, eskiden tribün ve tribüncülük zorluktu, sıkıntıydı kısacası külfetti. Şimdiki taraftarların bu bakımdan çok şanslı olduğunu söylememe sanırım gerek yok…

    Alp Bacıoğlu / Yarım Asırlık Bir Tribün Hikayesi