Etiket: İnönü Stadyumu

  • Stadın Adı

    Stadın Adı

    Sık sık konuğumuz olan Burhan Felek, bu defa da 1974 yılından “Stadın Adı” başlıklı yazısıyla geliyor… Türk futbolunun kadim sahalarından İnönü / Mithatpaşa Stadı’nın isim hikayesinin bir safhası… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Stadın Adı

    A!… Bir de öğrendim ki Mihatpaşa Stadı’nın adı değişmiş, İnönü Stadı olmuş.

    Ve hemen hatırladım. 27 yıl iktidarda kaldıktan sonra seçim bozgununa uğrayan Halk Partisi, Cumhurbaşkanı ve kendi başkanıyla birlikte iktidardan düşünce her şey değişmişti. İsmet Paşa’ya yaranmak, hulûs çakmak veya gerçekten hürmet göstermek için akla gelen gelmeyen şeylere onun adını koyuyorlardı. Bunlardan biri (hâlâ bitirilemeyen) bir bedbaht ansiklopedi, İnönü Ansiklopedisi idi. Hiçbir emeği olmadığı bir ilmi esere bir siyasi liderin adı verilir miydi? Bir diğeri eski has ahırın arsası üzerine yaptırılmakta olan şehir stadyumu idi. İsmet Paşa ömründe futbol seyretmemiş, hatta spora (ata binmek hariç) asla itibar etmemiş, Dolmabahçe’nin önünden geçmemişken ona da “İnönü Stadı” demişlerdi. Ayrıca Taksim Kışlasının aslında o güzel ve kıymetli yerini battal eden bir boşluktan ibaret olan “Taksim Gezisi”nin (merdivenlerinin hemen gerisine de İsmet Paşa’nın bir heykeli dikilmek üzere teşebbüse girişilmiş ve bir mermer heykel oturağı yapılmıştı. Ayrıca İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olur olmaz posta pullarının üzerine resmi basılmıştı.

    Ne ise… Bunlar ve daha başka manasızlıklar yapıldı; yapıldı, yapıldı. Derken 1950’de Halk Partisi iktidardan düştü, Bugünkünden daha hızlı bir değiştirme cereyanı, önüne geleni alıp götürürken memlekete verdiği büyük zaferin adı, Atatürk tarafından kendisine ad verilmiş İsmet Paşa’yı da hiçe sayıp ne kadar “İnönü” ismi, resmi varsa ortadan kaldırdılar.

    “Yahu! Ayıptır!” diyen olmadı… Ve biçare Paşa’nın ilk “tesmiye”lerden haberi yokken son tashihlerden ister istemez acı acı haberi oldu. Posta pullarındaki resmine suratını örtsün diye nizam harici kalın kaşlı bir kara ay bastılar. Ansiklopedinin adına “Türk” dediler. En gülüncü, Dolmabahçe Stadyumu’nda oldu. Allah rahmet etsin, bir gazeteci arkadaşımız vardı. 1950 siyasi furyasında İstanbul’dan belediye azası oluverdi ve Şehir Meclisi’nde bir gün:

    “İnönü’nün adını kaldıralım. Mithat Paşa Stadı olsun efendim!” diye teklif etti. Tabii hemen kabul edildi, İnönü kalktı ya! Yerine Mithat Paşa denmesine kim itiraz edebilir?

    İnönü’nün Taksim’deki heykel kaidesine de üstündeki yazıları örtmek için tahta kapladılar. Bütün bunlardan ismet Paşa’nın ne kadar mustarip olduğunu bilmem. Hâlbuki yaptıran asla kendisi değildi. Ayıp oldu. Çok ayıp oldu. Ama asıl ayıplar uçtu.

    Birincisi, İsmet Paşa’nın hayat ve iktidar devrinde ona bağlılık için bu isimleri koymak.

    İkinci ayıp, bu isimleri ismet Paşa düşer düşmez hemen değiştirmeye kalkmak.

    Üçüncüsü, İsmet Paşa’nın vefatından sonra değil, Halk Partisi koalisyonu iktidara gelir gelmez eski yeni isimleri kaldırıp tekrar İnönü ismini koymak.

    Bunların hiçbirine ihtiyaç yoktu dostlarım. Çünkü o adam bunlara ne muhtaç, ne teşne idi. Ve milli takdir bu kadar oynak ve değişik olamazdı. Ya, şimdi hiçbir şeyden haberi olmayan Mithat Paşa ne olacak? Bunlar abes, hatta güzel olmayan şeylerdir. Niyetler güzel olsa da.

    Ve şimdi işitiyorum, öteye beriye İnönü adı koyuyorlar. Sokaklara, meydanlara Belki yarın mekteplere falan… Acaba samimi mi? Öyle ise neden önce değiştirdin; siyasi etkenlerle?

    Vatan hizmetlerini takdir ve bunların karşılıklarını iyice tayin bir medeniyet ve hemşerilik vazifesidir. Ama bunu ilk akla getirenin peşinden koşmaya da asla zaruret yoktur.

    Her şeyde; takdirde, tenkitte, hatta mizahta daha ciddi olmaya çalışmalıyız. Bu adına şimdi uygarlık dediğimiz medeniyet icabıdır. Pek de güç değildir. Sadece gösterişsizdir. Bir medeni cemiyet, yelkenli kayak değildir. Her rüzgâra yelken açmaz. Hizmet erbabını takdir etmek bir kadirşinaslık vazifesi ise, bu da siyasi mevsimlere göre değişmemelidir.

    Bundan 20 yıl evvel ismet Paşa liyakatsiz idi diye stattan aldığınız adını bugün sonradan liyakatlendiği için mi iade ettik?

    Burhan Felek – 16 Şubat 1974 – Milliyet Gazetesi

  • Ya Tutarsa

    Ya Tutarsa

    Madem #DerbiHaftası‘ndayız. Biraz belgeleri konuşturalım, dedik… Enteresan bir yazışma ile karşınızdayız. Malumunuz, Fenerbahçe tarihi boyunca stadyum bulma sıkıntısı çekmedi. Çünkü kulüp Türkiye’nin en eski spor sahasında doğdu, desek yeridir. Fakat diğerleri için aynısını söylemek mümkün değil. Eğer “Ya tutarsa” denip istenen şey uygun görülse imiş İnönü Stadı belki de Galatasaray’ın olacakmış. Arşivde dursun. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    GALATASARAY SPOR KULÜBÜ’NÜN STADYUM IÇIN ARSA TALEBI

    9 Ocak 1922

    BOA, HR. İM, 65/21

    Galatasaray Spor Kulübü’nün stadyum olarak kullanmak üzere Dolmabahçe Gazhanesi arkasındaki arsanın bir kısmının kendilerine kiralanmasına dair talep yazısı.

    Sâbık Maliye Nazırı Tevfîk Beyefendi hazretlerine Hususidir

    Efendim hazretleri

    Galatasaray Spor Kulübü, kulübe muhtass bir stadyuma mâlik olmaması dolayısıyla azâsının mümarese icra edemediğini bildirerek idâresi zât-ı âlîlerine mevdû‘ ve Dolmabağçe Gazhanesi arkasında kâin araziden bir kısmının kendilerine icâra verilmesi suretiyle bu arzularının tatmini cihetine gidilmesini rica etmek üzere tavassutuma müracaat eyledi. İmkân olduğu takdirde is‘âf-ı matlûblarını rica eder ve bi’l-vesile takdim-i ihtirâmât eylerim efendim hazretleri.

    9 Kânûn-ı Sânî sene [1]338 HR.İM, 65/21

  • Canavar Burhan Röportajı

    Canavar Burhan Röportajı

    Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Canavar Burhan röportajı ile karşınızda… Burhan Sargın, Fenerbahçe’nin yaşayan en eski futbolcusu fakat şu anki durumu hakkında ne yazık ki bilgi sahibi değiliz. Belki kulübümüz biliyordur, inşallah iyidir.

    Sizi röportajla baş başa bırakalım… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Küçük Şeytanların Canavarı

    Yıl 1951… Şimdi gözlerinizi kapatın ve bir futbolcumuzun yaşlı malzemeci Mustafa Efendi’ye yardım etmek adına; her gece uyuduğu tahta tribünlerin altından kalkıp, Şükrü Saracoğlu Stadı’nı sabahın erken saatlerinde suladığını hayal edin. Ve aynı futbolcumuzun dört sene içinde 112 gol atarak Fenerbahçemize verdiği emekleri düşünün… O futbolcumuz nam-ı diğer; Canavar Burhan…

    Canavar Burhan Röportajı

    Spor hayatınız nasıl başladı Burhan Bey? 

    1929 Ankara doğumluyum.

    Önce Kurtuluş Ortaokulu’nu bitirerek, liseyi son sınıfa kadar Atatürk Lisesi’nde ve son seneyi de Maarif Koleji’nde okudum. Bir yandan okul takımının maçlarında oynuyor bir yandan da Hacettepe Kulübü’nde futbol oynuyordum. Maarif Koleji 13 golle Ankara şampiyonu oldu, 12 golü ben atmıştım. Hacettepe Kulübü’nü de birinci lige çıkarmıştım.

    Ankara’da 34 takım vardı. 1946-47 sezonunda Ankara Futbol Ligi’nde ilk maçıma çıktım. Hacettepe’yi 1949-1950 yıllarında Ankara şampiyonu yaptık.

    Sonra bir ara Ankara’da sıtma salgını vardı. Bu hastalık beni de bir süre yatağa düşürdü, oynayamadım. İyileştikten kısa bir süre sonra ağabeyim beni trenle İstanbul’a götürdü. Hem hava alacağız hem de mal satın alacağız. Ankara Garı’nda milli hakemlerimizden Cezmi Başar’a rastladık.

    Başar, benim çok maçımı yönetmişti. Ağabeyim aynı zamanda Hacettepe Kulübü’nün başkanıydı. Cezmi Başar bizi garda görünce; hemen Beşiktaş Kulübü’nü aramış ve benim İstanbul’a geleceğimi bildirip beni idarecilere tavsiye etmiş. Vardığımızda Haydarpaşa Garı’nda Beşiktaşlı yöneticiler bizi bekliyorlardı. Beşiktaş’ın idarecileri “Bizde oyna” diye çok ısrar ettiler. Ağabeyimin de isteğiyle çok kısa bir süre için oynadım. Sadri Usuoğlu da çok ısrar etmişti. Orada Beyoğluspor’la bir hazırlık maçı yapmıştık. Yaz sezonuydu. 4-0 biten bir maçta 2 golü ben atmıştım. Fakat alışamadım çok soğuk geldi bana, Ankara’yı özledim ve hemen tekrar geri döndüm.

    Ve Fenerbahçe’ye gelişiniz…

    O zamanlar Fenerbahçe’de efsane bir takım vardı. Süper bir takım: Küçük Halil, Cihat, Lefter, Murat, Küçük Fikret, Erol, Suphi, Halit, Samim, Selahattin, Ahmet.

    Bu futbolcuların bazıları idarecilerle sorunlar yaşıyor. Futbolcular Ahmet ağabeyin kahvesinde oturuyorlar, kazan kaldırıyorlar, antrenmanlara çıkmıyorlar. Futbolcularla yönetim arasında itilaf doğunca; o dönemin Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Osman Kavrakoğlu da Karadenizli yönü ağır basıp, kızıyor ve bu futbolculara bir mektup göndererek kulüple ilişkilerinin kesildiğini açıklıyor.

    Sonra Ankara Hacettepe Kulübü Başkanı ağabeyim Celal Sargın’ı arayıp, Fenerbahçe’ye takviye için futbolcular istiyor. Hacettepe’den ben ve Akgün; Ankaragücü’nden Abdullah ve Orhan; Karagücü’nden de Selahattin 5 kişi Fenerbahçe’ye geliyoruz.

    Fenerbahçe’ye geldiğimizde stadın altında yatmaya başladık. Tahta tribünler vardı. Şükrü Saracoğlu Stadı’nda benim de çok emeğim vardır. Her sabah stadı ben sulardım. Malzemeci Mustafa Efendi yaşlıydı yardım ederdim ona. Atlet Osman Coşgül de bizimle kalanlar arasındaydı. Hepimiz oralarda uyurduk. 200 lira da maaşımız vardı.

    İlk geldiğimde sezon çok kötü geçmişti. Kendimize Fenerbahçe’nin ikinci cumhuriyeti derdim. Fikret Kırcan, Donanma Kamil, Müzdat Yetkiner ağabey vardı. Taraftarlar o sezon çok hor gördüler bizi. Yollarda yürüyemezdik, yüzümüze tükürenler, hakaret edenler, dövmeye kalkanlar bile oldu. Şaşırmıştık!

    Stadımızda şu an sunulan olanakları gördüğünüzde neler hissediyorsunuz?

    Fenerbahçe’nin temelini atanlardan biriyim. Geçmişe baktığımda; çamurlu toprak sahaları görüyorum. Yıkanmak için kullanılan duşlar, sıcak su bulamayışımız, renkleri solan formalar, parasızlık ve tüm o şartlarda iyi oynamaya çalışan futbolcular.

    Şimdiye baktığımda ise bir Fenerbahçeli oyuncu olarak gurur duyuyorum. Fenerbahçemiz artık bir dünya kulübü. UEFA finaline ev sahipliği yapacak aynı zamanda Türkiye’yi de dünyaya duyuran bir takım. En büyük isteğim o finali bu statta bizim oynamamız. Ne kadar gıpta edildiğimizi hepimiz görüyoruz. Sadece merakla daha neler yapabileceğimizi takip ediyorum. Başta Başkanımız Aziz Yıldırım ve yöneticilerimizi tebrik ediyorum. Son 10 senede çağ atladık desem; haksız sayılmam herhalde. Her şey ortada.

    Peki, hep stadın altındaki tahta tribünlerde mi kaldınız?

    Bir süre de Moda’daki Mano Palas’a geçtik. Sonra da Kadıköy İskelesi’ne yakın bir yerde çatı katında ev tutmuştuk. Erken yatar erken kalkardım. Her gün 5 kilo portakalı sıkıp içtiğimi hatırlıyorum. Bursa’dan da şeftalilerimiz gelirdi. Kalori onlardaydı.

    Fenerbahçe’ye kötü bir sezonda geldiniz ama sonra tarihe geçtiniz. Sizlere “Küçük Şeytanlar” denmeye başlandı. Namağlup şampiyon olduğumuz yılı anlatır mısınız?

    1952-53 sezonuydu.

    Niyazi Tamakan, Niko Knezeviç, Abdullah Matay, Fahir Ülgür, Muammer Tokgöz, Fikret Kırcan, Kamil Ekin, Akgün Kaçmaz, Nedim Günar, Orhan Çakmak, Haluk Eralp, Melih Ilgaz, Selahattin Ünlü, Müzdat Yetkiner, Fehmi Özişler, Mehmet Ali Has, Feridun Bugeker ve ben.

    “Küçük Şeytanlar” denmişti gençlerden oluşan bu takıma. Gerçekten bizden beklenmeyen büyük bir başarı göstererek sezonu namağlup ve İstanbul şampiyonu olarak kapadık. 18 maç oynamıştık. 14’ünü kazandık. 4 tanesinde de berabere kaldık. 44 gol attık. 32 puanla şampiyonduk. Beşiktaş 29 puanla 2’nci, Galatasaray 23 puanla 3’üncü olmuştu.

    1952’de Arjantin’den ilk defa bir takım Türkiye’ye geliyor. Club Atletico Lanus. Bu takım Arjantin Devlet Başkanı Peron’un eşi tarafından gönderilen “Eva Peron” Kupası’nı da yanında getiriyor. Diğer adıyla “Evita” Türkiye’de de sevilen bir kişiydi. Elim bir hastalığa yakalandığında halkımız üzülmüş, iyileşmesi adına Şişli Camii’nde dualar okutulmuştu. Bu sevgi Eva Peron’u duygulandırıp Lanus takımıyla bu kupayı göndermişti. Bu kupa son maçın galibine verilecekti. Lanus takımı Beşiktaş ve Galatasaray’dan sonra son maçı tekrar Fenerbahçe ile oynadı. O maçı anlatır mısınız?

    Eva Peron Kupası bizler için ne kadar değerliyse; Arjantinliler için de daha çok değerliydi. O kupayı mutlaka almak istiyorlardı.

    27 Ocak 1952; yer İnönü Stadı…

    Biz Küçük Şeytanlar yine sahadaydık… İlk golü Abdullah, ikinci golü ben, üçüncü golü Fahir atmıştı. Sonuç 3-2 bitti. Kupa bizimdi.

    Arjantinliler çok sert bir maç çıkardı. Çok tekme yedik ama maçı bırakmadık. Kupa Fenerbahçe taraftarınındı. Şimdi müzemizi süslüyor.

    Sonra bir süre Feshane’de Adalet Kulübü’ne gittiniz…

    Bir Galatasaray maçında sakatlandım Dr. Reşat Dermanver vardı. O zamanda Ayazağa’da askerdim. Sakatlanınca tedavi olmam gerekti. Sabah tedavi için Dr. Reşat’a öğleden sonra da Yorgo’ya giderdim. Beş kere tedaviye gitmiştim, kulübe de ibraz etmiştim. Yönetimden bana ödenmemesi emri çıkınca o an çok sinirlendim ve ayrıldım.

    Muhittin Bulgurlu vardı. O da benim akrabamdı, Ahmet Erol’da menajerdi. O arada Gündüz Kılıç Galatasaray’a çağırdı. “Kasamızda 17.500 TL var. 2.500 TL de Rafet verecek, gel burada oyna” dedi.

    Adalet Kulübü’nde oynarken Galatasaraylı kaleci Turgay Şeren antrenmana geldi. “Hadi beraber kulübe gidelim, seni Metin Oktay’la oynatmak istiyorlar” dedi. Gündüz Kılıç hakkımda çok iyi yazılar yazardı.

    Ben de Turgay’a “Sana Fenerbahçe’den teklif gelse Fenerbahçe’ye gider misin” diye sordum.

    “Düşünürüm” dedi.

    “O halde sen Galatasaray’da kal ben de Fenerbahçe’de”dedim.

    İki sene kaldığım Adalet Kulübü’nden tekrar Fenerbahçe’ye geçtim. Toplam 4 sene Fenerbahçe’de futbol hayatım sürmüştü. Dönüşümde çok az bir süre oynayıp jübilemi Fenerbahçe’de yaptım. Gelmeme kaleci Şükrü Ersoy önayak olmuştu. Belki biraz daha oynayabilirdim lakin sakatlık geçirmem ve tedavi dönemleri nedeniyle futbolu birkaç sene erken bıraktım. 7 kez de Fenerbahçe yönetiminde görev aldım.

    Fenerbahçemizde toplam kaç maçta oynadınız, kaç gol attınız?

    Toplam 4 sene içinde 172 maç, 112 golüm var.

    Milli takım formamızı kaç kez giydiniz?

    8 defa milli oldum, 8 gol attım. 

    Türk futbolunda övünçle söz edeceğimiz bir de 1954 yılı var? Türk milli takımımız İspanya gibi dev bir takımı eleyerek dünya kupası finallerine katıldı.

    İspanya’da İspanyollara karşı 4-1yenildik. Ama 2’nci maçı burada oynadık, 1-0 yendik. Çok güzel bir goldü. 16’ncı dakikada ben attım. O golü ben bile göremedim tekrarı yok.

    Averaj sistemi olmadığından iş 3. maça kaldı. Çarşamba İtalya’ya tarafsız sahaya gittik.

    İspanya önce 1-0 galipti. Beraberlik sonrası durum 2-1 oldu. Ben gol attım 2-2 oldu. Bu sonuçta kurayı kazandığımızdan dünya kupasına biz gittik.

    İlk maçımızı Federal Almanya’ya karşı oynadık, 4-1 yenildik. Almanya’ya 4-1 yenilmiştik ama ilk golü biz atmıştık.

    En zor gruba düşmüştük. Sonunda Almanya-Macaristan final oynadı.1954 Dünya Kupası’nda bir maçta 3 gol atan tek kişi ben oldum. .

    1955 yılında tesadüftür ki çok yetenekli futbolcular askeri hizmetlerini yapıyorlardı. Ordu futbol takımı sizlerle Ordu Takımı’nı güçlendirdi. Türk Silahlı Kuvvetleri ilk defa ordulararası Dünya Futbol Şampiyonluğu’nu kazandı. Seyirci kapasitesiyle en kalabalık CISM maçıydı. Biraz o günlere dönebilir miyiz?

    Kafile başkanımız Kurmay Albay Nuri Gücüyener’di. O takımdaki tek Fenerbahçeli oyuncu bendim.

    Hollanda’yı, Mısır’ı yendik. İtalya ile final oynayacağız. O takım fazla hatırlanmaz bence müthiş bir takımdı.

    İlk gol 20.dakikada Sabahattin’den gelmişti. Sonra durum 1-1 oldu. Sonra İtalya durumu 2-1 yaptı. Artık işimizin bittiği düşünüldü. 71. dakikada bir gol attım. Beraberliği yakalamıştık. Durum 2-2 oldu. Daha iki dakika geçmedi ki 73. dakikada üçüncü golü atmıştım. Efsane İtalya’yı Roma’da 3-2 yendik.

    Gollerin dakikalarına bakın; nasıl bir maç olduğunu anlarsınız. Böylece en sevdiğim stat Roma stadıdır. Olimpiyat Stadı’nı 70.000 kişi doldurmuştu. Bu şampiyonluk Türk futboluna gelen ilk ordular arası dünya şampiyonluğudur. 

    Sonra İslam Orduları Dünya Şampiyonası oldu, orada da dünya şampiyonu olduk. Bu şampiyonlukla ilgili ne yazık ki hiç resme sahip değildim. TSK arşivinde belki bulunabilir.

    Uğur getirdiğine inandığınız şeyler var mıydı? Oyuncu arkadaşlarınızla uyumunuz nasıldı?

    Allah’a dua eder çıkardık. İnanç tamdı. Takım ruhu vardı. Öyle bir kardeşlik havasındaydık ki şakalaşırdık. Büyüğümüz Fikret ağabey vardı; haddimizi bilirdik. Hava atmazdık. Antrenör bana yanında kimi oynatayım diye sorardı. Asla isim verdiğimi hatırlamam.

    8 Mart Kadınlar Günü’nü erken kutladığımız Burhan Sargın Bey’in eşi Evnur Hanım anlatmaya başlıyor…

    Fenerbahçe’de oynayan tüm oyuncuların her zaman büyük bir itibarı vardır.

    Nişanlıyken bir yemeğe gittiğimizde ve Burhan Bey hesabı istediğinde “Hesap ödendi” derlerdi.

    Bir vapurla Kadıköy’den Karaköy’e geçsem “Eşiniz karşıya geçti” diye Burhan Bey’e iletirlerdi.

    Süreyya Operası’nda tanıştık, 1956 yılında evlendik. İki kızımız var. Aslı ve Nazlı.

    Nazlı’dan bir de 21 yaşında torunumuz var. Aslı ve Nazlı beraber çalışıyorlar. Saat ve giyim ithali yapıyorlar. Nişantaşı ve Kanyon’da yerleri var. 

    (Evnur Hanım’ın dedesi Suat Avni Paşa, Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı gemiyi tahsis eden generaldi. Suat Avni Paşa sonra sürülmüş tabii.

    Canavar Burhan lakabı nereden geldi Burhan Bey?

    Haydarpaşa Lisesi Müdür Muavini Ferhat Bey vardı. Ben böyle atak futbol oynayınca o ismi takmış bana. Sonrasında tribünlere taşındı.

    Okuyucularımız için bir mesajınızı alabilir miyiz? Derbi maçlarda Beşiktaş’a çok gol attım. Yedek subayken maçlara geliyordum. Yüzbaşım Beşiktaşlıydı. Bana çok kızardı. Herşey bir tarafa, Fenerbahçe bir tarafa… Fenerbahçe’nin taraftarı hiçbir takımda yok. Ne kadar övünsek azdır. Aziz Yıldırım öyle bir stat yaptı ki tabir-i caizse; “Her şeyi ilk Fenerbahçe yapar diğer kulüpler ne görürse onu yapar” demek istiyorum. Şimdi Fenerbahçe’nin yaptıklarına kimse yetişemiyor. Bunda da en büyük katkı her zaman 12 numaranın. Hepinizi çok seviyorum.

    Sibel Kurt | Fenerbahçe Dergisi – Mart 2008

  • Manchester Fatihi Hurşit

    Manchester Fatihi Hurşit

    Arşivine şapka çıkarttıran Haluk Kılıç, aşağıdaki müthiş yazıyı göndermiş. Bize de paylaşmak kaldı. Rahmetli Tekin Aral’ın arkadaşı, Manchester Fatihi Hurşit yaşıyorsa Allah ömür versin, öldüyse mekanı cennet olsun. Çok güzel adammış…

    Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Manchester City’yi Kim Eledi?

    Fenerbahçe ve Galatasaray, Avrupa Kupaları’nın ilk turunda rakiplerini şutlayıp ikinci tura geçtiler. Bildiğiniz gibi Galatasaray Polonya takımı Lodz’u elerken, Fenerbahçe de olmayacak işi başardı, dünyanın sayılı takımlarından Bordeaux’un tepesine bindi.

    Fenerbahçe 1968 yılında gene böyle bir ünlü takımı, İngilizlerin Manchester City’sini elemişti. Ama aslında Manchester City’yi Fenerbahçe değil, kendi iddiasına göre bizim Hurşit elemişti. Valla o günler Fenerbahçe takımında oynayıp bu zaferi kazanan futbolcu arkadaşlar kusura bakmasınlar.

    Benim bir şey dediğim yok, Hurşit böyle iddia ediyor. Olaylar sırasında ben de orada, Hurşit’in yanındaydım ama olanların Manchester City’nin elenmesinde ne kadar rolü oldu onu pek kestiremiyorum.

    Dilerseniz anlatayım. Siz karar verin.

    Son zamanlarda pek maça gidemiyorum ama o yıllar maçlara çokça giderdim. O zamanlar Günaydın Gazetesi’nde çiziyordum. Günaydın Gazetesi’ndeki arkadaşlarla birlikte hemen tüm önemli maçlara giderdik.

    Yalnız bir geleneğimiz vardı. Özellikle gece maçlarına gitmeden önce, o zamanlar Günaydın’ın spor servisi şefi olan Odhan Baykara’nın önderliğinde bir yerlere uğrayıp kafa çekerdik.

    O gün de, yani Fenerbahçe Manchester maçının oynanacağı gün de öyle yaptık. Akşamüstü hep birlikte gazeteden çıktık, hala var mi bilmiyorum. Taksim’de “Mutfak” adlı bir meyhane vardı, oraya gittik.

    O gün gene aşağı yukarı hep aynı arkadaşlardık. Farklı olarak yanımızda bir de Hurşit vardı. Hurşit benim Ankara’da olduğum yıllar tanıdığım, sevdiğim bir arkadaşımdır. Epeydir görüşmüyorduk. Ankara’dan gelmiş, o gün de gazeteye, bana uğramıştı. Maça onu da götürecektik.

    Oturup kafayı çekmeye başladık. Kadehler kadehleri kovalıyor, sohbet gittikçe koyulaşıyordu. Derken maç saati geldi çattı. Dahası biraz geçti bile. Lokantadan çıktık. Arabalara doluşup İnönü Stadı’na yollandık. Maç başlamıştı. Ama stadın dışı hala tıklım tıklımdı.

    İte kaka basın tribünü kapısına geldik. Ayakta duracak bile yer kalmamış. Bize “Şeref tribünü kapısından girip sahaya ineceksiniz” dediler. Bu defa şeref tribünü kapısına gidip, içeri girdik. Merdivenleri inip koridorlardan geçerek sahaya çıktık. Bu arada kapıdakiler tanıdık olduğundan Hurşit’i de sokmuştuk maça, o da bizimle beraberdi.

    Saha inliyordu. Tribünlerde o bildiğimiz korkunç tezahürat vardı. Maç çoktan başlamıştı ama sahaya hala konfetiler, kâğıt şeritler atılıyordu. Sahanın içi de tıklım tıklımdı. Basın mensupları, görevliler ve bir yolunu bulup sahaya inenlerle, neredeyse taç çizgilerine kadar saha dolmuştu. Ayrıca bu maç için sahanın içine ek bir de portatif tribün kurulmuştu. Kendinize bir yer bulup maçı izlemek için kalabalık arasında yürümeye başladık.

    Hepimiz çakırkeyiftik. Hurşit ise bizden bir gömlek ilerde hafif “Dut” durumunda idi. İşte bu sırada birden o korkunç tezahürat bıçak gibi kesiliverdi. Sahaya bir ölüm sessizliği çöktü. Ne olduğunu pek görememiştik ama vaziyetin durumunu anlamıştık. Fenerbahçe gol yemişti.

    Kale arkasından dolaşıp karşıdaki kapalı tribünün o tarafa gittik. Hemen taç çizgisinin kenarında yere oturup maçı izlemeye başladık. Golün şoku atlatılmış, tribünlerde gene o korkunç tezahürat başlamıştı. Çılgınca bağıranlardan biri de hemen kulağımın dibindeki bizim Hurşit’ti. “Fener Feener” diye yırtınıyor, yumrukları ile havayı dövüyordu.

    İlk yarı bu sonuçla bitti. İkinci yarı başladı. Ve ikinci yarının hemen başında da Fenerbahçe beraberlik golünü atınca saha ana baba gününe döndü. Saha içindeki tribünlerde oturdu seyircilerle, saha kenarında ne kadar gazeteci ve görevli varsa alayı oyun alanının içine girmişlerdi. Golü atan Abdullah’ın üzerine çullanmışlar Abdullah’ı öpüyor omuzlara alıyorlar, bir bölümü ise sahanın içinde koşuşturup duruyordu.

    Bu arada yan tarafıma baktım, Hurşit yoktu. O da sahaya dalmıştı anlaşılan. Az ilerde de gördüm Hurşit’i. Bir İngiliz futbolcuyu kolundan yakalamış, eliyle ayıp işaretler yapıyor, bir yandan da “Naaah naaah!…” diye avaz avaz bağırıyordu. İngiliz futbolcu ne olduğunu anlamamış şaşkın gözlerle Hurşit’e bakıyor, Hurşit ise adamı “Nah naah!…” diye çekiştirip duruyordu. Derken İngiliz futbolcu Hurşit’in elinden kurtuldu, kaçmaya başladı. Hurşit de peşinden. Bu arada güvenlik görevlileri sahaya girmişler sahayı boşaltmaya uğraşıyorlar, hakem ise oyunu başlatmak için sahanın boşalmasını bekliyordu.

    Yerimden kalktım, koşarak oyun alanına girdim. Hurşit’i santra yuvarlağının oralarda yakalayıp dışarı çıkardım. Yerimize oturduk… Oyun tekrar başladı.

    Heyecan son haddini bulmuş, zaten kafası iyi olan bizim Hurşit’te iyice azıtmıştı. Tam o sırada hemen bizim oturduğumuz yerden bir taç oldu. Bir İngiliz futbolcusu tacı atmaya geldi. Ve Hurşit yerinden fırlayıp birdenbire İngiliz’in ayaklarına daldı. İngiliz bir yandan tacı atmaya uğraşıyor, bir yandan da ayaklarını Hurşit’ten kurtarmaya çalışıyordu. Fırlayıp Hurşit’i yakaladık ama bir türlü bırakmıyordu İngiliz’in ayaklarını. Derken İngiliz futbolcu eğilip Hurşit’e bir dirsek patlattı. Hurşit sırtüstü yere yuvarlandı. İngiliz tacı atıp sahanın içine doğru koştu. Hurşit’te yerinden hırsla doğrulup peşinden sahaya seğirtti. Hurşit’i tam çizginin üzerinde yakaladık. Güçbela dışarı çektik. Kendini kaybetmiş, ana avrat dümdüz bağırıp çağırıyor. Ta sahanın ortasında duran İngiliz’e.

    – Gelsene ulan dışarı! Kam aut kam aut!. Diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

    Bu sırada zannediyorum Can Bartu bir top aldı, bizim olduğumuz tarafa doğru sürmeye başladı. O İngiliz futbolcu da Can’ı durdurmak üzere koşarak tam önümüze geldi. Hurşit elimizden kurtuldu. İngiliz’i formasından yakalayıp tekrar bağırmaya başladı:

    -Delikanlıysan gelsene lan dışarı! Kam aut kam aut!

    Hurşit’i yaka paça tekrar yakaladık.

    – Nasıl gelsin oğlum dışarı? Şampiyon Kulüpler Kupası maçı oynuyor adam.

    Derken etrafımıza aniden polisler doluştu. Hurşit’i götürmek istediler. Rica minnet güç aldık ellerinden. Başka bir olay çıkmasın diye oturduğumuz yerden kaktık, Hurşit’i de sakinleştirerek hep birlikte Gazhane tarafındaki Manchester City kalesinin arkasına doğru yürümeye başladık. Tam kalenin arkasında da tekrar yere çöküp, tekrar maçı izlemeye başladık.

    Fenerbahçe kendisine turu atlatacak olan ikinci golü atmak için akın akın Manchester kalesine geliyor, fakat bu akınları Manchester City kalecisi her defasında başarıyla savuşturuyordu.

    Birden kalenin arkasından, yani bizim olduğumuz yerden kaleye taş toprak yağmaya başladı. Önce ne olduğunu kaleci gibi biz de anlamadık. Hurşit’i ise daha sonra gördük. Yerden taş toprak eline ne geçerse kaleciye doğru fırlatıyor, bir yandan da sağa sola koşturarak yerlerden küçük taşlar toprak parçaları topluyordu. Biz de kendimizi maça kaptırmış heyecanla maçı izliyor, eskisi gibi Hurşit’in peşinden koşturamıyorduk. Kaleci de ne yapacağını şaşırmıştı. Bir yandan korkunç tezahürat, bir yandan üstüne yağan taş toprak… Kale direğinin dibine çömelmiş korunmaya çalışıyor, saha kenarına doğru avazı çıktığı kadar bağırıp İngilizce yardım istiyordu. İki üç dakika sonra da gol geldi zaten. Ercan sağdan kafa ile bir top indirdi. Ogün de ayağını koydu top ağlara gitti.

    Maç bittiğinde ortalık inliyor, futbolcularla seyirciler sahanın içinde birbirlerine sarılmışlar adeta yerlerde yuvarlanıyorlardı. Dışarı çıkmak üzere kapıya doğru yürümeye başladık. Tam bu sırada kulağımın dibinde bir ses:

    – Ben adamı böyle elerim işte! dedi.

    Döndüm baktım, Hurşit’ti. Pişmiş kelle gibi sırıtıyor, bir yandan da durmadan söyleniyordu.

    – Ben adamı böyle elerim işte!

    Fırtçakalın…

    Tekin Aral

  • Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Çay kokusu Prost’u çocukluğuna götürürdü. O nefis rayihânın, ünlü yazarı zaman yolculuğu için kışkırtmasına ve çocukluk anılarını alevlendirecek aromada olacağına şaşırmamak lazım. Kos helva çıtırtısı da Oktay Akbal’ı alır, çok gerilere, tıfıl günlerine taşırdı.

    Peki ya, sambanın tınısı..?

    O kıvrak Latin Amerika dans ve müziği, yaşı altmışlara dayanan Fenerbahçelileri ilk gençliklerine götürdüğü gibi, Sarı-Lacivert sevdalılarını nasıl da uzun bir hatıra yürüyüşüne çıkartırdı değil mi?

    Çocukluk dönemimin ‘hatıra yürüyüşlerinin’ ilki, belki de en sevimlisi Türkiye Ligi’nin 1974-75 sezonu olmuştu benim için. Hayat filmine dair anımsadığım ilk sahneler, -ki o kesitler içinde muhakkak Fenerbahçe vardır- bahsettiğim yıllara tarihlenir. 1975 yılı, Fenerbahçe- Didi evliliğinde yüzüklerin atıldığı yıl oldu. Ama Didi Fenerbahçe tarihine kalıcı izler bırakarak ayrıldı Türkiye’den ve hiç unutulmadı…

    (Tribünlerinden inmiş, tartan pisti aşmış, taç çizgisi kenarına kadar dayanmış bir sevgi patlaması vardı o akşam. O güne kadar görülmemiş bir seyirci topluluğunun huzurunda oynanan Fenerbahçe-Santos maçının öncesinde Pele ve arkadaşlarının şaşkınlığına bakın hele! Bu futbol konserine İstanbullu sporseverlerin gösterdiği teveccüh, devrin en büyük ‘yeşil saha figürünü’ ziyadesiyle memnun etti. Doğan Babacan ise Türkiye’nin popüler hakemi olarak bu maçın direksiyonuna oturmayı çoktan hak etmişti.)

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Pele’li Santos’u Türkiye’ye getiren Lübnanlı organizatör Zacour, Fenerbahçe’nin futbol kaderini etkileyeceğinin farkında değildi o unutulmaz Santos akşamında.

    1972 yazının yapış yapış bir İstanbul gecesinde Zacour, yeni bir antrenör arayan Başkan Faruk Ilgaz’ın kulağına:

    “Mr. Ilgaz.. Her başkanın hayalini süsleyecek büyük bir antrenörü size getirebilirim” teklifini fısıldadı. Olmaz denilen olacak ve Brezilya milli takımın ünlü oyuncusu Siyah İnci Didi Dereağzı’na inecekti.

    Didi bir futbol cambazıydı ama sihirbaz değildi. Sistemine inancı hep tam oldu ve Türkiye’de kaldığı üç yıl içinde Fenerbahçe’yi iki defa lig şampiyonu yapacak, Cumhurbaşkanlığı Kupası da dahil olmak üzere, sayısız kupayı Fenerbahçenin müzesine getirecekti.

    Brezilyalı Hoca duygusaldı. Hatta bir ara, ülkesinde bile görmediği teveccüh, sevgi karşısında Türk vatandaşı olmayı bile düşünmüştü. Fenerbahçe camiası antrenörlerini her davette, her nikahta baş tacı etmekte cimri davranmayacaktı; ta ki peri masalının sonlandığı Benfica deplasmanına kadar…

    Didi oyuncularına olması gerektiği gibi yaklaştı. Gençlere güvendi. Egosu göbekli, havalı oyuncularını ‘yere indirmeyi’ bildi. İşine burnunu sokan yöneticilere dersini vermekten çekinmedi. Ne ki Semih Bayülken, Didi’den yediği zılgıtı hiç unutmayacak, ‘Şambaba Semih’ Brezilyalı hoca gidene kadar rahat durmayacaktı. Benfica maçında alınan ağır yenilginin tek sorumlusunun Didi gösterilmesi ‘Şambaba’yı rahatlatacaktı. Ünlü isim apar-topar görevinden uzaklaştırıldı. Didi uçağa bindiğinde yanında iki kızı Hebilia ve Rebecca ile eşi Guiomar vardı. Bir galibiyet sonrası eğlenmek için gittikleri kulüpte, eşinin yanında Didi’yi şapır/şupur öpen Gönül Yazar’ın ruju çoktan silinip gitmişti. İçinden Fenerbahçe geçen anıları ise hep taze kalacaktı büyük futbol adamının.

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Didi uçağın penceresinden iyice küçülmeye başlayan Kadıköy’ü seyrederken, İstanbul’da geçirdiği üç sene gözlerinin önünden akıp gitti. “Sanırım 74-75 şampiyonluğunu unutamayacağım” diye geçirdi içinden ve zihni onu sezonun ilk düdüğüne götürdü:

    Bu görüntü, bir Trabzonspor atağında Zafer Göncüler’in topu uzaklaştırma anı ve o anın paydaşları Yılmaz, Ersoy, Selahattin ve Alparslan’ın savunma içinde büyüdükleri bir fotoğraf değildir sadece. Bu görüntü, Sarı Lacivert formanın, hangi sahaya çıkarsa çıksın, gördüğü ilginin tablosudur. Bu tablo, dallarını seyirci basmış insanağacının üzerindekileri, 1907’den beri izlenen takımın yeni meraklılarını resmetmesi açısından önemlidir. Didi, takımına olan teveccühün çığ gibi büyüdüğünü Trabzon deplasmanında iyice hissedecekti. Sarı Lacivertlilerin 70’li yıllarda artan popülaritesinde Didi’nin emeği yadsınamazdı. Didi’nin dönüş yolu boyunca ağzının kenarında oturan tebessüm, Ender’in golüyle gelen galibiyetten çok, takımının Türkiye’nin her yerinde gördüğü sıcak ilginin yansımasıydı.

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Trabzonspor: 0 Fenerbahçe: 1

    Ligin ikinci yarısında, ateş gibi futboluyla karları eritecek Fenerbahçe için sezonun ilk bölümü tatsız geçmişti. Bazı yıldız oyuncularla~düzenli yaşam, Didi ~ yönetim, oyuncular~ galibiyet ilişkilerinde sorunlar başlamış ve ikinci yarının ilk günlerine kadar bu kaos sürmüştü.

    Cemil’in askerlik problemi ise tüm bu olumsuzlukların üstüne tuz biber oldu. Birliğinden lig maçlarında oynamak için izin kağıdıyla ayrıldığı günlerde ünlü yıldız firari sayılmış ve terhis olduktan sonra bu mesele uzunca süre Cemil’in peşini bırakmamıştı. İstanbul’daki Adana Demir maçı sonrası inzibatlar soyunma odasının kapısına dayanmış, Cemil ise odanın penceresinden kaçarak paçayı kurtarabilmişti.

    Ligin son perdesinde tüm hünerlerini gösteren Fenerbahçenin çimende koşturan aktörlerinin fizik kondüsyonunun yüksekliği, otoritelerce Necdet Niş’e bağlanmıştı. Didi’nin yurt dışında ya da izinli olduğu günlerde Antrenör Necdet Niş oyuncuları ‘tatlı kondüsyon huzuru’ almaya Kalamış sahillerine kumuna götürmesi, futbolcuları çamurlu/karlı, ağır zeminlere hazır hale getirmişti.

    ‘Otoritelerce’ fizik güçteki sınıf atlayışında, Didi’nin hiç payı yoktu! Antrenör öğütme makinesi non-stop çalışıyordu yine. Üç sezondur kadroyu fizik kondüsyon olarak eksiksiz hazırlıyan Didi’nin emekleri görmezden gelinmiş, takımın şaha kalkması Niş’in karnesine pekiyi şeklide not edilmişti.

    Türkiye, şubat ayı başlarında soğuk hava dalgasının etkisine girdi. Batıdan doğuya kadar bütün statlar karla kaplanınca maçlar ertelendi. Diz boyu yağan karın, Fenerbahçe’nin rakiplerinin umutlarının üzerine serilen beyaz bir örtü olacağı birkaç ay sonra herkes tarafından görülecekti.

    (Cemil, Hasan Tahsin kupası eline en çok yakışan oyuncuydu. Altay’ı tek başına yenerken, Beşiktaş’ı arkadaşlarına bıraktı. Cemil mutluluk, İzmir Belediye Başkanı Alyanak da şıklığının sarhoşluğu içerisinde. )

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Güzide Çelebi

    Kar tanelerinin İstanbul caddelerine usul usul indiği o günlerde, zarif bir ruh gökyüzüne doğru yükseldi. Bu ruhun eşi Sait Çelebi, yıllar önce dünya değiştiren önemli bir Fenerbahçeliydi.

    Anadoluhisarı’ndaki yalısında sıcak yatağında uyuyacağına Kuşdili lokalinin minderlerinde gözlerini dinlendirmeyi tercih eden, Fenerbahçe’nin ilk İstanbul Şampiyonluğu’nda Union Club stadında aşık olduğu renklerin amigoluğunu yapan, “Spor Alemi” dergisinin patronu, dönemin en ünlü maç spikeri ve Sarı Lacivert renkler için Tıbbiyeyi bırakacak kadar kalbî Fenerbahçeli olan Sait Çelebi’nin biricik eşiydi Güzide Hanım.

    Çelebizade Saidin göz pınarından, hayatında ilk ve son kez dökülen tek damlanın şahidi Güzide Hanım da dünya değiştirmişti işte, hayat akıyordu. Güzide Hanım, eşinin meftun olduğu renklerin Galatasaray’ı İnönü Stadı’nda dize getirişini göremeyecekti.

    Halı gibi zeminlerde samba yapan Fenerbahçe, ayakta durulması zor sahalarda nasıl oynanacağını öğrenmişti. Buz dansı sporcularını kıskandıran figürlerini binlerce jüri üyesi önünde sergileyen futbolcular, Galatasaray maçı öncesi kendilerini liderlik kürsüsünde bulmuşlardı. Ertelenen maçlarda rakiplerini silip süpüren Fenerbahçe, Galatasaray’ın 4 puan gerisinde girdiği ikinci yarıda ezeli rakibiyle yapacağı maç öncesinde iki puanlık farkı yakalamıştı.

    Maç günü yaklaşıyordu ama ortada büyük bir sorun vardı: Sivri kalemiyle bilinen Deniz Som;

    “Stadın elektrik tertibatında sorun olduğu ve giderilmezse her an bir facia yaşanabileceği” yazmıştı. Haber, gündeme bomba gibi düşüyordu. Cumhuriyet gazetesi, İnönü’de inceleme yapılıp, rapor kamuoyuyla paylaşılana kadar olayı sıcak tuttu. Maçın ilk düdüğüne bir gün kala müfettişlerin raporu açıklandı:

    “Maçın oynanmasında sakınca yoktur”

    Takipçisinden iki puan önde koşan Fenerbahçe, bu avantajın verdiği güvenle oyunu ilk yarıda forse etmeyip, rakibinin üzerine gitmedi. İkinci yarıda roller değişti. Son yılların klasiği haline gelen Fenerbahçe-Yasin maçlarının bir benzeri yaşanıyor, Galatasaray kalecisi iyi toplar çıkarıyor derken, Yasin’in direncini defans arkasına sızan Aydın kırıyordu. 87. dakikada atılan gol, Bolu’dan gelen forvetin, ‘attım mı puan gelir’ mottosunun bir tekrarıydı adeta.

    Didi’yi, Adanaspor’a içerde iki puan kaybetmekten çok, maç sonundaki olay üzecekti. Ligin sonu yaklaşmış, lideri takip eden Galatasaray’la puan farkı erimiş, fileleri bulamayan Sarı Lacivertli futbolcular, başları önde çıkış tünelinin yolunu tutuyorlardı.

    Çilekeş seyircinin sezon başından beri en çok şikayet ettiği konulardan biri de, çubuklu formanın sırtındaki beyaz numaraların tribünden seçilememesiydi. Osman Arpacıoğlu’nun formasındaki 9 numara, golsüz geçen bir günde, bu sıkıntıyı pekiştirircesine tünel girişinde adeta eriyecek, görünmez olacaktı.

    20 yaşındaki Osman ise kendi halinde diyemeyeceğimiz bir taraftar profiliydi. Osman Tekin, santrafor Osman’ın rakip kaleye atamadığı golü hakeme atmak istedi. Mağlubiyeti hazmedemeyen yanını doyurmak için sahaya atladı ve bayrak sopasını hakem Muzaffer Sarvan’ın kafasına indirdi. Maçın son düdüğünü galiz küfürler arasında öttüren Sarvan son darbeyi böyle yemişti. Yan hakem Sarvan’ı iki mütecavizin elinden aldı. Osman Tekin ve ‘dava arkadaşını’ yalnız bırakmayan Yücel Kızılkaya Beşiktaş karakolunda iki saat misafir olduktan sonra serbest bırakıldılar.

    Gerilimli olması öngörülen müsabakalar için “bu maç karakolda biter” deyimi maalesef gerçekleşmişti.

    Spor kamuoyu 16/9 tansiyonlu ligin sonunun nasıl geleceğini, şampiyonun Fenerbahçe mi yoksa Galatasaray mı olacağını merak ederken, Türkiye de bir yandan “Kaçak” dizisine kilitlenmişti. Dizi, karısını öldürmekten idama mahkum olan, iki yıl ‘adaletten’ fellik fellik kaçan Dr. Kimble’ın gerçek katilin peşine amansızca düşmesi hikayesiydi. Kaçak dizisinin doksan dakikalık son bölümü için tv karşısına geçen izleyiciler, “katil kim?..”sorusunun cevabını öğrenmek için hazırdılar. Televizyonu olmayanlar komşularına, kahvehanelere ve pastanelere hücum ettiler. Kaçak dizisi, oyuncu kadrosu, konuyu ele alışı ve içeriğiyle sıradan bir diziydi ama TV’nin ilk gözağrılarından biri olması nedeniyle çok ilgi görmüştü. Dizinin finalinde ise neredeyse Türkiye’de hayat durmuştu:

    Katil kimdi acaba?..

    Richard Kimble

    Spor ve muhabbetseverler ise telvesi az kahveyle ligin falına bakmaya çalışıyordu:

    Şampiyon kim olacaktı acaba?..

    Fenerbahçe, final gibi bir maç arefesindeydi. Dundee United fatihi Bursaspor ligin kuvvetli takımlarındandı. Üstelik maç da Uludağ’ın eteklerindeydi. Fenerbahçeliler yeniden sevinmek için sadece 1 hafta bekleceklerdi. Osman Arpacıoğlu Adana maçında sırtında silikleşen 9 numarayı daha görünür kılmak için Bursa deplasmanınında fırçayı eline aldı. Mahşeri kalabalığın önünde oynanan maçın 17. dakikasında seyirciler nefaset dolu bir gol izlediler. Cemil’in sola bıraktığı topu penaltı noktası civarına ortalayan Aydın’ın ikramının önüne ‘asist’ yazdırmak isteyen Osman’ın volesi, üst direğin içine vurup filelere gitti ve Fenerbahçe ‘deplasman kralı’ titrini Bursa ovasından Türkiye’ye yeniden duyurdu. Bu maçın en ilginç olayı, Fenerbahçe rakip sahaya yerleşmişken kalesinde ısınma hareketleri yapan Yavuz’un maçın henüz başında kendi kendini sakatlayıp, yerini Adil’e bırakmasıydı. Takımın hareketli, yerinde duramayan, rakibe nefes aldırmayan, yaratıcılığı az, dönerek oynayıp kısa pas yapan orta sahası, deplasmanda üzerine gelen takımları bezdirirdi. İkinci bölgede kapılan toplarla kalkılan kontraataklarda da orta saha oyuncuları Cemil, Ender ve Aydın’ı gol pozisyonuna sokuyordu. Bahsi geçen gollerden birinin kurbanı da o sezon Kupa Galipleri kupasında iki tur atlayan Bursaspor olmuştu. Şampiyon artık gün sayıyordu, en önemli viraj dönülmüş, kupanın tek kulpundan yine tutulmuştu. Bundan sonrası daha kolaydı artık. Kupa yeniden Kadıköy’e geliyordu…

    Didi ve ailesini taşıyan uçağın tekerlekleri piste değdiğinde Brezilyalı hoca irkildi. Dereağzı’nda geçirdiği üç yılı tekrar tekrar hatırlamıştı yol boyunca. Türkçede öğrendiği ilk kelime olan Fenerbahçenin yanına unutulmaz bir eserin güftesini de ekliyordu şimdi Didi:

    Elbet bir gün buluşacağız…

    Ali Can Küçükcan | Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Bayram Haftası

    Bayram Haftası

    Pek az kişi bilir ama Halit Kıvanç‘ın Fenerbahçe yazarlığı muhteşemdir. Üstat her hafta kaleme aldığı “Fener Alayı” köşesinin “Bayram Haftası” başlıklı yazısında, Fenerbahçe Stadı’nın 1949 yılındaki açılışını yazmış. Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bayram Haftası

    Allah’ın inayetiyle stadımızı açtık. Lâkin geçen Pazar Kadıköyü’nü bir görmeliydiniz! Doğrusu yarım Üniversite inşaatını, yıllanmış Radyo Sarayı’nı düşününce bu mütevazı stad karşısında iftihar duymamak elde değildi.

    Malûmunuz, bu seneki kış gariplik ve şiddette meşhur Ceza Hey’etimizi bile gölgede bıraktı. Bir bakıyorsunuz kar, fırtına, tipi, soğuk, don… Bir de bakıyorsunuz güneş, parlak sema, ılık rüzgâr, bahar güneş! Amma isterseniz bir sokağa çıkın! Mektep çocuklarına bir haftalık kartopu tatili kazandıran modern nezle hazır: Hapşuuu!

    Eeee böyle havada da cahil yan hakemi gibi şaşkına dönmemek mümkün değil… (Lafa bakın yani! Sanki hakemin bilgilisi olurmuş da…)

    Neyse ki Ulu Tanrı bizleri çok seviyormuş da hemen imdadımıza yetişti. Aman efendim, neydi o hava, neydi o hava? Hani hilafsız söylüyorum, bu kışta o güzel havayı görüp de sandığa koşup mayoyu çıkarmamak elde değildi. (Ne attım ama? Maç tahmini yazıyorum sanki!)

    Kısacası yirmi beş kuruşluk roman tabiriyle tam “yazdan kalma” bir gündü.

    Stadın önündeki mahşeri kalabalığı yararak ve insana serbest seçimi hatırlatan jandarmaların yanından geçerek içeri girince hepimiz bir “Aaaaa!” çektik. Ne ayıplıyorsunuz canım? İnönü Stadı’nın 21 kademeli tribünlerine: “Amma da yüksek ha?” dedikten sonra Fener Stadı’nın 35 kademeli tribünü karşısında “Aaaa!” değil, alfabenin bütün harflerini sıralasak yine az…

    Çok geçmeden Şehir Bandosu marşlara başladı. Ankara radyosunu dinleye dinleye Şopen’le Bethoven’e alışmış olan halk, zeybek havalarını dudak bükerek karşıladı. Nihayet kordela da kesildikten sonra Vali Lütfü Kırdar’ı sahanın ortasında gördük. Topa ilk vuruşu o yapacaktı. Fakat epey durakladıktan sonra yanında bulunan Vildan Aşir’in kulağına eğildi ve : “W mi vurayım?” diye sordu. “Bu hususta hükümetin nokta-i nazarı ne?”

    Derken ilk vuruş yapıldı. Böylece sayın valimiz bir sene evvel temel atma ve bir sene sonra da kordela kesme törenlerinde hayli yorulmak suretiyle stadın bu hale gelmesine büyük mikyasta yardım etmiş oldu.

    Nihayet oyun başladı. Fenerbahçelilerin bugünün şerefine tertiplemiş oldukları gol müsabakası zevkle seyredildiği sırada hakemin bir kararı tribünü az kalsın Kravçenko davasına çeviriyordu. Neyse ki haftaym imdada yetişti.

    Nihayet oyun bittiği zaman İnönü Stadı’nın frigofrik tribünlerinde titremiş tecrübeli seyircilerin verdikleri parayı helal ederek staddan çıktıkları görüldü.

    Bu sırada büyüklerden birine sokulup “Efendim” diyecek oldu, “Şu İnönü Stadı’nın duşlarının ısıtılmasını rica…”

    Büyüğümüz tebessümle: “Haydi haydi” dedi, “Soğuk duş insanı daha dinçleştirir”

    Kendisine artık: “Öyle amma, hasta oluyor çocuklar…” diyemedim.

    Muhakkak ki ona da: “Aldırma” cevabını verecekti, “Sporcudur onlar. İki günde iyileşiverirler.”

    Halit Kıvanç | 21 Şubat 1949 – Öz Fenerbahçe (Bayram Haftası)