Etiket: İslam Çupi

  • Dört Futbolcu

    Dört Futbolcu

    1962 yılı arşivlerinde gezerken İslam Çupi yazılarına denk geldik ve sitemizde yayınlayalım istedik. İşte “Dört Futbolcu” başlıklı üçüncüsü… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dört Futbolcu

    Şükrü dedi ki: “Bırakın bana Fenerbahçemi,,

    Basri konuşma yerini ağlayarak terk etti…

    Fenerbahçe Kulübü, kongreden kongreye iskemleleri sahip değiştiren “İdare Heyeti Odası” değildi. Üstelik o “İdare Heyeti Odası” iki gün önce bırakın diğerlerini, 17 yıllık bir Fenerbahçeli için bu derece hain bir “Darağacı” olmamalı idi.

    Ne demişti, Şükrü Ersoy?

    “Bırakın bana Fenerbahçe’mi… Para istemiyorum. Gerekirse, forma ve top ayakkabılarımı da cebimden alayım. Sadece hayatımın en güzel yıllarını dolduran o çimenlerden beni mahrum etmeyin. İdmana çıkayım Bu sevgiyi İsmet Abi (İsmet Uluğ) çok iyi bilir. Onu koparıp almaya hakkınız yok. Futbolcu olarak belki takıma yaramayabilirim, ama üye Şükrü Ersoy olarak Fenerbahçe’ye hizmet etmek kararındayım.”

    Ve cevap yeryüzünün ilk cinayetini işleyen o malûm “çene kemiği”nden bile çirkindir:

    “Tespit edilen 22 kişilik kadroda yoksun. Antrenmanlara çıkamazsın.”

    Şimdi bir soru:

    “Acaba yasak, sadece Fenerbahçe’nin idman yapacağı saatlere mi, yoksa bütün günlere mi teşmil edilecek?”

    “Ebedi yasak” ise yaşadık. Demek Fenerbahçe’de farkında olmadığımız bir toprak reformu (!) yapılmış. Koca stada yeni bir isim bulunmuş: “Mehmet Ağa”nın bağı…

    Şükrü bir kenara çekilip kendisine şöyle denemez mi idi?

    “Evlât! Bu yuvaya 17 yıllık bir hizmetin var. Ama artık Fenerbahçe ve futbol için çok yaşlandın. Gel senin önümüzdeki futbol mevsimi başında jübileni yapalım.”

    Her halde Fenerbahçe’de 17 yıllık bir emeğe verilecek paslı bir kupanın faturasını ödeyecek cüzdan bulunurdu.

    Fenerbahçe İdare Heyetinin iki gün önce satış listesindekilerle yaptığı konuşmada Artin ve Basri’ye de aynı şey söylenmişti. Artin boynunu bükmüş, Basri ise kapıyı açarak gözyaşları arasında dışarıya fırlamıştı.

    İslam Çupi – 1962 – Akşam Gazetesi

  • Amatör Ruh Takımı

    Amatör Ruh Takımı

    1962 yılı arşivlerinde gezerken İslam Çupi yazılarına denk geldik ve sitemizde yayınlayalım istedik. İşte “Amatör Ruh Takımı” başlıklı ikincisi… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Amatör Ruh Takımı: Fenerbahçe

    Başkana göre “Otuz yıl önceki ruhla şahlanan bir Fenerbahçe” seyredeceğiz. Bunun müjdesini “Amatör isimler”, parasız yapılan transferler veriyor…

    Fenerbahçe’de şöhretin karşılığı; para canlısı, kulis yaparak takımda oynayan her lâfı para isteyip form tutmamak olan bir grafiğin ressamı olmuş… Bıkmışlar. Kaprissiz bir takım yaratmak idealine koşuyorlar.

    Kendi zaviyelerinden hakları var. Ağızları yanık. Ama bir de bugünkü feza devrinde futbolun bile mücadelesinde “paraya ihtiyaç” yok mu?

    Para vereceksin.

    Otuz yıl evvelki ruhu değil, meslek aşkını arayacaksın.

    Para kazanmak için futbolcu oynayacak.

    Futbolu sevdiği ve bu imkânı en iyi şartlarla ona Fenerbahçe temin ettiği için o formayı giyecek.

    Yoksa bugünkü amatörler yarın “Popüler Fenerbahçe’nin formasını giydiği için” şımarmayacak mı?

    Şöhretler istenmiyor… Kabul. Fenerbahçe’nin adı “şöhret” değil mi? Galatasaray’ın tam ters açısından liglere katılıyor Fenerbahçe. Yalnız unutmamalı ki bir takımı kaliteli yapan şöhretlerdir. Bugün Brezilya bile isimleriyle Şili’de şampiyon olduğunu itiraf ediyor. Otorite iyi şey… Ama yıldızsız bir otoritenin takımı Rappa’nın İsviçresi gibi turistik seyahat yapar.

    Hâlbuki Fenerbahçe camiası “şampiyonluk iddiasının kaybolduğu” an daima sarsıntı geçirmiştir. Sahada isim olarak sadece “Fenerbahçe formasını” göreceğiz. Rakiplerin büyük bir kısmı için bu kâfi ise de şampiyonluk sarhoşluğunu yaratacak iksir değildir. Şöhretlerin satılması gerekirdi. Hakları var, çünkü randıman vermiyorlardı. Fakat yeni şöhretler veya hiç olmazsa hazır istidatlar alınsaydı. Yordan (Beykoz), A. İhsan (Kasımpaşa) gibi… Bunlara teşebbüs edildi. Ama bir 60 bin Yordan’a uzatılamadı. Biz böyle düşünüyoruz. Ama arzularız ki sezon Fenerbahçe’ye hak versin.

    Teknik yönden yeni bir antrenör, havasında olmayan bir on bir Sarı-lacivertlileri terleten nokta… Ama rakiplerinin isimsiz Fenerbahçe’yi yakaladık diye yenmek için oynamaları belki de yıllardan beri “Kapalı takıma karşı ne yapılır?” istihfamından teknik adamları kurtarıp puan dağarcıklarını doldururlar. Beşiktaş’ın üç yıl evvel yaptığı gibi isimsiz on bir bir mucize yaratır. Şampiyon olur. Ama takımını “ideal” olarak Fenerbahçelilerin gözüne biraz zor takdim eder.

    Not: Bu yazı dizildiği sırada Galatasaraylı Ergun’un transferi için çalışılıyordu. Son dakikada olan bu transfer Sarı-lacivertli camiada da bizim gibi düşünenlerin bulunduğunu ve zaman zaman harekete geçtiğini göstermektedir.

    İslam Çupi – 1962 – Akşam Gazetesi

  • Bir Kilo Namus

    Bir Kilo Namus

    1962 yılı arşivlerinde gezerken İslam Çupi yazılarına denk geldik ve sitemizde yayınlayalım istedik. İşte “Bir Kilo Namus” başlıklı ilki… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Kilo Namus

    Herkes namuslu…

    Şu tayyör kumaşını eksik almış cici kız, şayet İktisat Fakültesi’nin kantininde birkaç sıcak çay içmişse, “açık şehir” haline gelen namusunu ilmin sayfaları ile örtmeğe çalışacaktır.

    Budaktaki göz, günün herhangi bir saatinde ipince bir minarenin metrelerine tırmandığı zaman, günahlarını bir balon safrası gibi, fırlatıp attığını zannedecektir.

    Bilmem bugünlerde arka sayfalara baktınız mı? Bir namus lafıdır; gidiyor. Herkes, her şey, her gün yıkanan naylon gömlek gibi pırıl pırıl bembeyaz… Siyahlıkların hepsi sanki tencere diplerinde kalmış.

    100 kilometre hızla giden bir otomobilin içine bindirilen genç “Gezmeye gitti” şirinliği ile takdim edilir; 2000 kilometre öteden ailece yükselen para çığlıkları onlara göre bir “sermaye namusu”dur.

    Kulüple çiftlik arasında kesin bir ayırım yapamayacak kadar kafasında hücre yerine gübre taşıyan futbolun kustuğu insanlara göre satış listelerini düzenleyen el namussuzdur. Onlar saçları aklaşıncaya kadar alıcı bulmak tutkusunda olan birer hasta adamdır.

    Bir başka kişi azı dişlerinin arasına kurduğu tebessümle 1 ay sonra sararacak bir fotoğrafta yapışır kalır. Büyük bir lâf etmiştir. Söz bağlılığı, yönünden her gün Moda vapurunun halatını boynuna geçiren Kadıköy iskelesinin çilekeş babası gibidir. Sadıktır, fakat hissiz…

    Çünkü aynı kişi 2 ay önce bir maçın 2 puan pazarlığını patates çuvallarının üzerine oturmuş, altın dişinden başka parıltısı olmayan bir insanın iştahı ile yapmıştı.

    Daha öteye gidelim!

    Yine bizimki bir tarihte semtin ve arkadaşlarının “Antrenör değiştirelim!” feveranına, cüzdanındaki borç senetlerini çıkararak hep aynı şekilde bağırmıştı: “Ya o; ya icrayı boylarsınız.”

    Bir espri yapalım dedik. Ertesi gün çalan telefonun öbür ucundaki ses bize gazetecilik dersi vermeye kalktı. Espri ile tepsiyi karıştıracak kadar düşünme inceliğini kaybetmişe bir hikâye anlatalım:

    “Bir adamcağız bir filmin sadece 5 dakikasını seyreder çıkarmış. Bu yedi gün her seans devam etmiş. Seyrettiği sahne şu: Perdesi kalkık, elektrikleri yanık bir odanın penceresi… İçinde soyunan bir kadın… Ama kadın tam külotunu çıkarırken önünden bir tren geçermiş.

    Adamcağızın davranışı sinemada yer gösteren ışıkçının dikkatini çekmiş. Nihayet sormuş; son seansta:

    (Birader, hep aynı şey için 7 gün sinemaya gelmeğe – değer mi?)

    Kişioğlu şöyle bir sarsılmış. Bir iki yutkunmuş ve sonra hislerini kesinlikle açıklamış:

    “Valla ne yalan söyleyeyim, her gün her seans trenin bir kere rötar yapabileceğini düşündüm de…”

    Hikâye bu kadar…

    Ama kaleme alan bir tek şeyi unutmuş. Adamcağızın ve namusun adını koymayı… Oysa fark etmez. Nasıl olsa çağdaş yazıcılığın büyüklerinden Amerikalı Sallinger, günümüze damgasını koyuvermiş:

    “Dünyanın ancak bir kilo namusu kaldı. Bunun hepsi senin olsa, ancak 3 öğün namuslusun…”

    İslam Çupi – Akşam Gazetesi – 1962

  • Kaptanın Seyir Defteri V

    Kaptanın Seyir Defteri V

    Başından beri Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu ekibinde desteğini esirgemeyen kıymetli büyüğümüz Alp Eralp “el emeği göz nuru” bir arşivi, sezon sezon tuttuğu defterleri paylaşmamız için bize teslim etmişti… “Kaptanın Seyir Defteri I” 1980’li yıllarında sonunda tutulan müthiş bir imza defteriydi. Serinin beşinci defteri Fenerbahçe’nin 1989-1990 sezonuna ait. Huzurlarınızda: Kaptanın Seyir Defteri V

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kaptanın Seyir Defteri I

    Kaptanın Seyir Defteri II

    Kaptanın Seyir Defteri III

    Kaptanın Seyir Defteri IV


    Fenerbahçe’nin Kadrosu: Aykut Kocaman, Batur Altıparmak, Bilal Şar, Cafer Orbay, Can Barhan, Cevdet Çapar, Durmuş Çolak, Erdi Demir, Ergin Parlar, Hakan Tecimer, Hasan Kemal Özdemir, Henrik Nielsen, İmdat Korkmaz, Ivan Vishnevski, İsmail Kartal, Mustafa Kurt, Müjdat Yetkiner, Necat Barut, Neşet Muharremoğlu, Nezihi Tosuncuk, Nurettin Yıldız, Oğuz Çetin, Rıdvan Dilmen, Sedat Karaoğlu, Serdar Şenkaya, Şenol Çorlu, Şenol Ulusavaş, Şenol Ustaömer, Taygun Erdem, Toni Schumacher, Turhan Sofuoğlu, Vedat Uysal

    Lige Katılan Takımlar: Beşiktaş, Fenerbahçe, Trabzonspor, Galatasaray, Sarıyer, Bursaspor, Konyaspor, Karşıyaka, Ankaragücü, Zeytinburnu, Gençlerbirliği, Adanaspor, Boluspor, Malatyaspor, Altay, Samsunspor, Adana Demirspor, Sakaryaspor

    Köşe Yazarları ve Fotoğrafçılar: Ahmet Ravalı, Ahmet Yüksel, Alaettin Metin, Altan Altun, Arif Işıldayan, Atılay Kayaoğlu, Atilla Türker, Attila Gökçe, Bahadır Doğan, Birol Pekel, Can Bartu, Can Tanrıyar, Cem Şengül, Cemal Ersen, Cihangir Şahin, Coşkun Özarı, Cüneyt Şengül, Deniz Gökçe, Doğan Babacan, Doğan Ersavaş, Engin Biçer, Ercan Aktuna, Ercan Alituna, Ercan Güven, Ercüment Ateş, Erdoğan Şenay, Erol Yaşar, Ertuğrul Dilek, Faik Çetiner, Güngör Sayarı, Gürcan Bilgiç, Halit Kıvanç, Hıncal Uluç, Hüseyin Kırcalı, Hüseyin Sarıuçak, Hüsnü Çil, İhsan Topaloğlu, İlhan Söyler, İlyas Namoğlu, İslam Çupi, İsmet Solak, Kemal Belgin, Lefter Küçükandonyadis, Mehmet Kırcalı, Metin Oktay, Murat Deveci, Mustafa Çakır, Mümin Özkasap, Mümtaz Soysal, Münir Bağrıaçık, Necati Özçağlayan, Necmi Tanyolaç, Nevruz Şerif, Nezih Alkış, Nihat Geven, Onur Kayador, Orhan Aldinç, Orhan Tokatlı, Osman Denizci, Osman Korkmazel, Ömer Üründül, Recep Şeker, Saim Altunterim, Selahattin Gökhan, Sinan Erbil, Süleyman Gültekin, Şafak Kayarlar, Şansal Büyüka, Şükrü Kaya, Taki Doğan, Talat Tokat, Talay Erker, Tamer Güney, Tayfun Bayındır, Tayfun Gündoğar, Tayyar Özdemir, Togay Bayatlı, Turgay Esmer, Turgay Örme, Turgay Şeren, Uluğ Örs, Ünal Tümin, Ünver Ergun, Vedat Bayraktar, Vedat Okyar, Yalçın Türk, Yılmaz Canel, Yusuf Dursun, Yusuf Tunaoğlu, Yusuf Yalkın, Zeki Çol, Ziya Şengül


    Kaptanın Seyir Defteri V

  • Osman Arpacıoğlu Röportajı

    Osman Arpacıoğlu Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Osman Arpacıoğlu röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bay Gol

    “Fenerbahçeli olunmaz, Fenerbahçeli doğulur” deriz her zaman. Siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Osman Bey?

    1947, Ankara doğumluyum. Babam avukat, annemse öğretmendi. Dört kardeştik. Çocukluğum Samsun’da geçti. Tahsil ve futbol hayatım da yine orada başladı.

    Babam koyu bir Fenerbahçeli olduğundan, Samsun’da aynı renkleri taşıyan “Fener Gençlik” takımının her maçını birlikte izlerdik. Ben de doğuştan Fenerbahçeliyim diyebilirim. Tabii hem Fenerbahçeli olup, hem de takımımın formasını giyebilmek benim için mutluluk kaynağı oldu.

    Spor hayatınız nasıl başladı, Osman Bey?

    16 yaşımda ilk takımım Samsun Akınspor oldu. Sonra Samsun Yolspor, Ankara Hacettepe, Mersin İdmanyurdu sonunda da Fenerbahçe…

    Ve efsane takım Fenerbahçe’ye geldiniz…

    Evet. Fenerbahçe, çocukluk hayalim, rüyalarımın takımıydı.

    1971’de, 24 yaşında transfer olduğum Fenerbahçe’me 6 sezon elimden, ayağımdan ve kafamdan geldiği kadar hizmet ettim. Bu yıllar arasında hemen hemen tüm maçlarda forma giydim. Zannederim bu rakam 250’nin üzeri maç ve 125 gol…

    Rahmetli Hocamız Didi’yle gelen 2 lig şampiyonluğu ve Türkiye Kupası’nın yanında Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve bir sürü kupa…

    Biri Mersin İdman Yurdu’nda, biri de Fenerbahçe forması altında 2 kez gol krallığı…

    1962 yılında başlayan futbol hayatım, 1978’de sona erdi.

    Bir yandan üniversite bir yanda futbol yaşamı zor olmadı mı?

    Futbol hayatımla beraber yürütebildiğim tahsil hayatımda da iktisat fakültesini zorla da olsa bitirebildim ve yararını da, 1979’da Eczacıbaşı’nda başlayan iş hayatımda, 1997 yılında emekli olana kadar gördüm.

    Milli takımda da oynadınız…

    1 genç, 2 ümit milli ve 16 kez de A milli takım formasını şerefle giydim. 3 de golüm var.

    A milli takımın da 200. golü İzmir’de oynadığımız ve 4–0 yendiğimiz Cezayir maçında kaydetmiştim.

    Uğur getirdiğine inandığınız şeyler var mıydı? Oyuncu arkadaşlarınızla uyumunuz nasıldı?

    Allah’a dua eder çıkardık. İnanç tamdı. Takım ruhu vardı. Öyle bir kardeşlik havasındaydık ki şakalaşırdık. Fakat sahaya çıktığımızdaysa görevimizi başarıyla yerine getirmeye çalışırdık. 

    “Bay Gol” lakabı nereden geldi Osman Bey?

    Sanırım attığım goller nedeniyle bu lakabı aldım.

    Lakabı, ilk olarak 15 Ekim 1972 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki bir yazısında bana yakıştıran değerli büyüğüm Gündüz Kılıç’ı rahmetle anıyorum.

    Bu arada Galatasaray’a karşı oynadığım tüm maçlar ve attığım goller benim için hala güzel anılardır.

    Forvet arkadaşlarınız kimlerdi?

    Forvetteki silah arkadaşlarım Ender Konca ve Cemil Turan’dır. Çok yetenekli futbolculardı. Birbirimizi tamamlardık.

    Futbol sonrası uzun süre spor yazarlığı yaptınız. Yazılarınız her zaman spor yazarlarına örnek oldu. Bunun dışında bulunduğunuz görevler ve halen sürdürmekte olduğunuz görev nedir?

    Futbola veda ediyorsunuz fakat futbola ve Fenerbahçe’ye hizmetiniz bitmiyor.

    Fenerbahçe Eski Sporcular Derneği, Fenerbahçe Futbol Vakfı ve Fenerbahçe Altyapı Derneği’ne üyeyim.

    Bugün için, yine elimden geldiği kadar Fenerbahçe’ye ve 2 senedir de Federasyon temsilcisi olarak Türk futboluna bir şeyler kazandırmaya çalışıyorum.

    Televizyondaki spor programlarında yer almıyorsunuz. Bu tercihinizin sebebi nedir?

    Eskiden maçları TRT verirdi. O yıllarda maçlar pazar günü biter fakat maçları çarşamba günü anca seyredebilirdik. Maçın dublajı, banyosu vs. ancak yapılırdı.

    Bugün öyle mi? Bir günde üç veya dört maçı aynı anda seyrediyoruz. Televizyonlarda aynı hızla eleştiriler yapılıyor. Ben bunu haz etmiyorum. Bazen Fenerbahçe’yi eleştirenlere kırılıyor, üzülüyorum. Hal böyleyken onlardan biri olamam. Bu eleştiriler daha dikkatle yapılmalı.

    1972–73 sezonunda ilk 6 haftaya 10 gol sığdıran bir futbolcusunuz…

    Bu başarı yıllarca yakalanmadı… Hatta 34 yıl… Benden sonra Ümit Karan bu unvana sahip oldu.

    Çocuk yaştaydım maçları tam olarak anlamazsam da sizleri biliyor ve seyrediyordum. Özellikle ağabeyimin size ve Cemil Turan’a olan hayranlığı hayli ilgimi çekiyordu. Nasıl bir takım ruhuydu… Ve taraftara bu coşkuyu nasıl yaşatıyordunuz?

    Cemil ile beraber Ziya, Alpaslan, Ali Kemal gibi efsanelerle beraber oynadım.

    Didi’ye minnettardım. Ondan çok şey öğrendik. Futbol kariyerimde ayrı bir yeri olan ve beni frikik ustası yapan yaklaşık 3,5 sene beraber çalıştığımız sevgili hocamız Didi’nin Galatasaray ve Beşiktaş maçları öncesinde bize moral ve isteklendirme dopingi vardı.

    Onun hocalığı döneminde Galatasaray’la 15 kez karşılaştık. 8 kez galibiyet, 6 beraberlik ve 1973 yılında Ankara’da oynanan ve normal süresi 0–0 biten Cumhuriyet Kupası’nı da penaltılarla kaybettiğimiz tek maçtı. Beşiktaş takımıyla 18 kez karşılaştık, 9 galibiyet, 6 beraberlik ve 3 yenilgi aldık.

    Bu moral ve isteklendirme dopingi neydi?

    Sevgili Didi bu büyük maçların öncesinde soyunma odasında önce ilk 11’i açıklar ve eline bir top alıp, “Bakın tribünlerdeki binlerce kişi sizin için geldi, galibiyetinizle bayram yapacaklar, onları mahcup etmeyin, dönüp evlerinde de bayramlarını kutlasınlar. Eşleri, çocukları ile sizlere dua etsinler; bu topa elinizi koyun ve galibiyet sözü verin” derdi. Büyük maçların taktiği buydu ve hep başarılı olduk.

    Geçmiş zaman olur ki… Biraz da zimmetli formalardan bahseder misiniz?

    Şimdi bakıyorum her şey çok güzel, formalar çok hoş.

    Bizim oynadığımız senelerde kulüp müdürü Hidayet Bey vardı. Sezon başı yaz kampından dönüldüğünde herkesi toplar elindeki listeden isim isim yanına çağırır:

    “İşte al sana iki tane şort, iki tane atlet, bir pamuklu eşofman” derdi.

    Tüm bunlar bir sezon için üzerimize zimmet edilirdi. Sezon bitince de geri verirdik. O zamanki şartlar tabiî ki bunu gerektiriyordu. Fakat şimdilerde oyunculara baktığımda imrenmiyor değilim. Hele yağmurlu günlerde giydiğimiz o formaların ağırlaşması hiç de inanılır gibi değildi… 

    “Çok güzel bir gol attım” dediğiniz bir maç anınızı bizimle paylaşır mısınız?

    Bursa’da Bursaspor’u 1–0 yendik ve maçın tek golünü ben atmıştım. Bizim orada berabere kalmamız veya yenilmemiz şampiyonluğumuzu tehlikeye atacaktı.

    Takımımız baskı altındayken sol tarafa güzel uzun bir top açıldı. Cemil mi, Selahattin miydi, hatırlamıyorum. Sol avut çizgisinden bir orta yaptı. Bir an evvel karar verilmesi gereken bir olaydı.

    18’in içinden benim dönüp yan bir voleyle vurmam topun tam 90 dediğimiz direğe vurup yere vurup tekrar içeri girmesi enteresan bir gol oldu. Şampiyonluğa bedel bir gol olarak da Fenerbahçe tarihine geçti.

    En onur duyduğunuz an?

    7–8 maçta da olsa Fenerbahçe takımının kaptanlık pazu bandını şerefle takmam.

    Ailenizde herkes Fenerbahçeli mi?

    1970 senesinde evlendiğim eşim Nuray, kızım Başak ve oğlum Hakkı hepsi ailemin bir parçası.

    Kızım Başak mimar olup halen Avea’da müdür olarak görev yapmakta.

    Oğlum Hakkı kendi şirketini kurdu. İnternet yazılım, program işleri ile uğraşıyor. Ben Fenerbahçemizin Yüksek Divan Kurulu’ndayım, eşim ve çocuklarım ise kongre üyesi.

    Okuyucularımız için bir mesajınızı alabilir miyiz?

    Bizim zamanımızda beyler kravatlı fötr şapkalı gelirlerdi. Öyle formalar, Feneriumlar yoktu. Tribünlere bakıldığında şapkalar gözükürdü.

    Şimdilerdeyse turkuaz, sarı-lacivert çubuklu formalar, şapkalar. Tam bir eğlence, neşe ortamı yaratılıyor.

    Çok pahalı transferlerle futbolcular alınıyor. Taraftarımızın da bunun bilincinde olup, her zamankinden daha çok Fenerbahçe taraftarına yakışır şekilde takımlarını desteklemeleri gerekir.

    Kulübümüzün prosedürleriyle ilgili bir öneriniz var mı?

    Neden kaleci antrenörü var da neden golcü antrenörü yok?

    Bunun için uzun uzun yazdım. Bunun yapılması lazım.

    Kaleci özel bir kişi ve onun antrenörü var, neden bu özel futbolcular içinde futbolcu antrenörü olmasın. Bu önerimin dikkate alınmasını istiyorum.

    Osman Bey’in eşi Nuray Hanım’a yenilgi ile eve döndüğünde ailesinin onu nasıl karşıladığını sorduğumuzda aldığımız yanıt tam bir futbolcu eşine yakışır bir cevaptı:

    Her maçta desteklerdik, maçta yenilse bile hiç belli etmezdik. O gün maç ile ilgili hiçbir şey konuşmaz, o maçı unutması için elimizden ne gelirse yapmaya çalışırdık. Yemek ve aile düzenine çok dikkat eder, bir futbolcu hanımına düşen tüm sorumlulukları taşırdım. Sık sık futbolcu eşleriyle bir araya gelirdik. Bunların hepsi de hoş sohbet geçen akşamlar olurdu.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı


    OSMAN”lı imparatorluğu

    Sıkıldım! Koca Fenerbahçe’yi buruşturup çöp sepetine fırlat, git Osman’ın ayaklarına halı yerine methiye döşe.

    Lig lideri tepedeki yeri bırakmasa bile futbolu bıraktı. Her hafta taraftarlarına güven yerine enfarktüs korkusu veriyor. Fenerbahçe taraftarı haftalardır oksijen çadırında mı statta mı belli değil Fenerbahçe kazanmıyor OSMAN kazanıyor.

    Dünkü iki golde Osman Fenerbahçe koalisyonunun dışındaki tek iktidardı. Aman takımın öteki forvet ve gol kulları kendinize geliniz. Bir gün ihtilal olabilir ve OSMANlı İmparatorluğu yıkılabilir. Enkazın altında kalmamaya bakınız.

    07.04.1974 – İslam Çupi

  • Tekin Heyet

    Tekin Heyet

    Başlığıyla çok da dikkat çekmeyen bir İslam Çupi yazısı olan “Tekin Heyet”, içeriği ile birden fazla romantizm anıtını yıkacak nitelikte… Üstadın kurduğu bir cümleden ibaret paragrafları artık kimsenin yazamıyor olması da cabası…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tekin Heyet

    Fenerbahçe 2 – 2 Sakaryaspor

    Bu sonuç ne dizgi hatasıdır, ne eşek şakası, ne de Fenerbahçe adına yapılmış bir hain muziplik…

    Beş eski Sarı-Lacivertli futbolcunun bulunduğu Sakaryaspor, maçın ikinci yarısında Erdi’nin dışında bir “korkuluk ormanı” halinde duran Schumacher’in ön kalabalığını duygu ve romantizm kokan yumuşak hücum salvoları ile ihtar ederken, oyunun sonuncu dakikasında Serdar diye sırtına gazete yıldızları değmemiş, adının etrafında hiç objektif yığını kümelenmemiş bir çocuk beraberlik golü olarak kale çizgisini geçiyor ve Fenerbahçe nostaljisini bitiriyordu.

    Geriye ne kalmıştı, sahada?

    Pazartesi’ye ligin tepesine lider olarak oturacak yeni sahip Fenerbahçe’yi kutlayacak 28 bin Fenerbahçeli…

    Ümitler gerçeğe bir kere daha yenilmişti.

    28 bin Fenerbahçeli taraftarın tribünlerden ite kaka şampiyonluk galerisinde bir kristal avize gibi astığı Fenerbahçe, dün beklenmeyen bir maden aşınması hastalığına uğrayacak ve tutunduğu yerden düşüp tuzla buz olacaktı.

    Geriye lig şampiyonluğu değil, seyirci şampiyonluğu kalmıştı, sadece…

    * * *

    Aslında son haftalarda içerde ve dışarda kazandığı maçlara rağmen Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray’ın puan dengeleri bozulduğunda sahaya bir beklenmeyen şampiyonluk ağırlığı getirecek kişilik göstermiyordu.

    Fenerbahçeli taraftarını yüreğini burnuna, karaciğerini kulağına, dalağını mendil cebine sokan, galibiyetleri bile bunalımlı olan bir takımdı Fenerbahçe…

    Fenerbahçe’nin saha seyir defterinde puan cetvelinde sırası onunculuk olan bir takım nasıl futbol oynuyorsa onu oynayan bir üçüncü sınıflık ilkelliği vardı.

    Takımda açıkça modern futbolu oynamaya yetmeyen müthiş bir kondisyon açığı vardır.

    Vücudu bir fizik fakiri olan ekip, kafası ile ne kadar renkli senaryolar düşünürse düşünsün, çağdaş futbola uygun bir top filmini çevirmesi mümkün değildir.

    Geri dörtlü ile orta sahanın Amerika ile Brezilya ülkeleri gibi biribirinden uzak kalışı, yardımlaşmaya sırt çevrilmesi, adam egoizminin yeni bir futbolcu tipi olarak sahaya egemen olması, sahanın hiçbir noktasında hiç pres yapılmaması, “Futbolu ben başlatırım ben bitiririm” şeklinde gösterinin temel felsefesi olan kolektivizme büyük ihanetler atılması, beyni çok gelişmiş olsa da, içine hiç fizik pompalanmamış vücutların futbol sahalarına dökebileceği enkazın ismidir.

    * * *

    Gelen son şampiyonluk şans ruletinin önünde iyi bir oyuncu olabilmenin şartları, ne futbolcuların umurundadır, ne de Veselinoviç’in…

    Şampiyonluğu kendisine yakıştırmış bir takım, şampiyonluğu yakalayacağına inanmış bir takım, idman grafiğinden yemek masasına, yürüyüşünden uykusuna, giyim-kuşamından pabuç bağlayışına, evinden stada ve soyunma odasına getirdiği en uzun disiplini ile belli olur.

    Nielsen’i bir İngiltere’ye bir Tanganika’ya bir Bering Boğazı’na postala, sonra getir dünkü maçın içine kurtarıcı bir kahraman olarak dök…

    İki ameliyat sonunda Rıdvan’ı ve bek Şenol’u 24 saat takibe alınması gereken büyük bir merak ve görev belleme, “24 gün görmesem olur” gibi bir özgürlük aşığı rolü oyna…

    Bütün uyarılara rağmen bek vitrinini “Erdi-Bilal” ikilisi ile süsleme…

    Ölü kiralıklar kiralandığında olaya hiç tavır koyma…

    “Gelene ağam, gidene paşam” diye dünyada şimdiye kadar görülmemiş bir futbol şekline güfte ara…

    Karşıda oynayacağın bir maçın kampını Lambada truplarının konakladığı Batı’daki bir otelde yap…

    Batı yakasının hikâyesine karışan seks fantezileri, Gayrettepe’den uçup, Kalamış’a düşsün…

    Fenerbahçe’de “teknik”e karışan kaç insan var?

    Belki bir, iki, üç… Belki dört, beş, altı…

    Bunlar teknik heyet mi, tekin heyet mi?

    Pazartesi günü burç yazılarına sekiz sütun yer ayıran bir gazeteye bakabilirsiniz…

    İslam Çupi – 26 Şubat 1990 – Milliyet Gazetesi

  • Taraftarlar Bakırköy’e

    Taraftarlar Bakırköy’e

    Haluk Kılıç ağabeyimiz, 1990’lı yıllarda Nokta dergisinde yayınlanan bir yazı gönderdi. Bir ara Emniyet, fanatik diye değerlendiği taraftarlar için Bakırköy’e bir gezi (!) düzenlemiş. Her şeye rağmen yazı gerçekten çok keyifli…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Futbolkolikler Bakırköy’de

    “Fanatiğiz icabında…”

    Fanatizm bir akıl hastalığı mı?

    Fenerbahçe-Prag maçı öncesinde stat önünde toplanan taraftarlar derdest edilip akıl hastanesine yollandı

    Hostesin verdiği formu dolduran İtalyan yolcu, “‘cinsiyet” bölümüne gelince biraz duralar, ardından da şu yanıtı verir. “Erkek, ama fanatik değil.”

    İtalyanlar belki öyle ama bizim erkekliğimiz bir hayli fanatik. Spor basını bu özelliğimizin canlı ifadesi gibi. İşte birkaç örnek:

    “Adamlığından ödün verene nonoş derler. Biz Beşiktaş’a Rambo demiştik. Dün o takım Ramboş olup çıktı.”

    Yunan tanrıçası gibi düzgün hatlarıyla ‘Nielsen, kız ne dirsen?’ dedirten efemine bir görünüşü var.”

    “Danimarkalıymış, neye yarar, Sony markalı olsaydı bir kaset sokar dinlerdik bari ‘Sarışınsın, sarışın güzel’ diye…”

    Bu arada, TRT’nin de hakkını yememeli. Beşiktaş-Dortmund maçında “Recep’in düşürmesi lazım. Düşür Recep, düşür!”‘ diyebilen spikerler, yazılı basından pek de aşağı kalmıyor. Ne var ki, bu ”talihsiz ifadeler”, fanatizmin sınırlarını aşıp saldırganlığa yaklaşıyor gibi.

    Ama asıl irkiltici olan (spor yazarlarıyla spikerlerin kulakları çınlasın) stadyum önünde tezahürat yapan taraftarların “fanatik” ‘oldukları gerekçesiyle polis tarafından derdest edilip akıl hastanesine sevk edilmesi. “Garip ama gerçek” deyişinin hakkını veren bu olay, geçtiğimiz günlerde İstanbul’da yaşandı.

    “Toplaşmayın kardeşim!”

    Fenerbahçe-Prag maçı öncesindeki gece, 81 taraftar, akıl ve ruh sağlıklarının yerinde olup olmadığının saptanması için Asayiş Müdürlüğü tarafından Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne gönderildi. Yapılan muayene sonucunda, taraftarlar ”delil yetersizliği” nedeniyle “fanatiklikten” beraat ettiler.

    Hastanede muayene sıralarını beklerken, kimi “Biz taraftarız, tabii ki bağırırız, bunda ne acayiplik var? ‘diyordu, kimisi de “Bir daha televizyonda bile maç seyretmem”. Hepsi korkmuştu ama! Zaten amaç da buydu galiba…

    Olay gecesi, hastanede nöbetçi olan Başhekim Yardımcısı Dr. Latif Alpkan, Nokta’ya yaptığı açıklamada, “Bu insanları Bakırköy imajıyla korkutmak istiyorlar galiba. Ama biz bu imajı silmeye çalışırken, böyle bir uygulamaya gidilmesi hoş değil” diyordu.

    Dr. Alpkan’ın sözleri, ister istemez 1940’lardan nahoş bir anıyı getiriyordu akla. O yıllarda, ‘omuriliğinden su alma” caydırıcı bir yöntem olarak benimsenmişti.

    Amaç korkutmaktı yine, ama ‘hedef kitle” farklıydı. İçkili vatandaşlar, ”ne olur, ne olmaz” denerek sokaklardan toplanıp Bakırköy’e gönderiliyordu. “Potansiyel suçlu” olup olamadıkları omuriliklerinden alınan suyun incelenmesiyle saptanıyordu. En azından böyle deniyor ve gereken etki yaratılmış oluyordu. Şırınga tecrübesiyle içleri çekilen” akşamcılar, Aman tövbe” diyerek arkalarına bakmadan kaçıyor, öyküyü duyanlar “Evde bile içmem” diye yemin ediyordu. Böylece “vatandaş”ın hır çıkarması engelleniyor, “halk” da huzur ve güven içinde yaşıyordu.

    Neyse ki… Fenerbahçe-Prag maçı öncesinde, Bakırköy’e gönderilen ”fanatikler”in omuriliklerinden su alınmamış, psikolojik testlerle yetinilmişti. Sonuçta herkes “‘temiz” çıkmış, akıl hastalığına filan rastlanmamıştı. Ama zaten fanatikliğin akıl ya da ruh hastalığıyla ilgisi yoktu. Dr. Alpkan şöyle diyordu: “Fanatizm akıl hastalığı değil, bir kişilik özelliğidir. Avrupa’da fan kulüpler var. Bunlara ‘saldırganların kulüpleri’ denmiyor. Fanatizmi saldırganlıktan ayırmak lazım. Saldırganlık bir kişilik bozukluğudur, fanatiklik ise bir ruh hali, bir kişilik özelliğidir.”

    Peki, polisi bu tuhaf uygulamaya götüren neydi? Yeni bir taraftar kitlesi vardı ortada. Yüzlerini, tuttukları takımların renklerine boyayıp, bayrak-pelerinleriyle maça gelen yeni bir taraftar kitlesiydi bu. Ve görüntüleri “potansiyel suçlu” muamelesi görmelerine yetiyordu.

    Milliyet gazetesi spor yazarı İslam Çupi’ye göre, tarifi güçtü yeni taraftar tipinin. “Bizim ilk gençliğimizde olduğu gibi rahat değil insanlar. Deşarj olma olanakları yok. Mesela oyun oynayamıyorlar. Ne bileyim, çocuk doğadan nasibini alamıyor. Çitlembik ağacını tanımıyor. İstanbul’un denizinden yararlanamıyor. Çarpık kentleşmenin üzerine bir de ekonomik sorunları koyun. Bu koşullar tarif edilemez bir taraftar tipi yarattı.”

    “Fanatik Galatasaraylı” Spor yazarı Hıncal Uluç’a göre ise, üç tip seyirci söz konusuydu. “Sadece ‘spor olsun’ diye seyredenler, fanatikler ve militanlar. Yani hooliganlar… Fanatik tuttuğu takımla özdeşleşiyor, tezahürat yapıyor, bayrak sallıyor, yeri gelince de küfürü basıyor. Takımı kazanırsa sevinçten ayağı yere basmıyor, kaybederse üzülüyor, kahroluyor. Fanatiğin taraftarlığı kişiliğinin bir parçası.”

    Fanatikle saldırgan arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor Hıncal Uluç’a göre. “Taraftarlık militanın kişiliğinin ta kendisi. Fanatik, takımıyla özdeşleşirken, militan tuttuğu takımı kendisiyle özdeşleştiriyor. Dolayışıyla, kazanan da, kaybeden de takımı değil bizzat kendisi oluyor.”

    Hal böyle olunca, kaybetmeye tahammül etmek de güçleşiyor. Çünkü tuttuğu takım militanın bizzat kendisi ama çıkıp oynayan başkaları. Takımı yenilince “‘küçük düşüyor” militan taraftar, yenilgiden sorumlu olmadığı halde. Ve bir sorumlu, bir suçlu arıyor ister istemez. Bu da, kâh “ruhsuz” futbolcu oluyor, kâh “İ… hakem.”

    Uzun sözün kısası, fanatizm bir aşk, renk aşkı. Daha da önemlisi platonik’ bir aşk. Dolayısıyla, hayli ”masum” bir ilişki söz konusu. Ama bu aşk ”gerçek aşk”a dönüşünce, ipin ucu kaçıyor gibi. Seven kıskanır, ihanete uğramaktan korkar ne de olsa. Korktuğu başına gelirse, hele erkekliği kışkırtılırsa, intikam almak ister elbette.

    Özetle, hem erkeğiz, hem de fanatik. Ama sorun fanatiklikte değil de, “erkeklik”te galiba…

    Nokta Dergisi

  • O Zamanlar Tanrı Bile

    O Zamanlar Tanrı Bile

    İslam Çupi 1994 yılının Ocak ayında kaleme aldığı yazıda yine birbirinden harika cümlelerin altına imza atmış… Bunlardan biri de uzun zamandır aradığımız “O zamanlar, Tanrı bile gizli bir Fenerbahçeli idi, belki de…” cümlesiydi. Yazının tamamını büyük bir keyif ve özlemle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe ve Yeni Yıl

    Bundan 50 yıl öncesinin anılarında bir ölmüş güzellik olan o esatiri üçgen, üstüne yağan on binlerce takvim yaprağı yüzünden, sadece kartpostallara sığınan eski bir dükalık manzarası olarak kalmış ve günümüz İstanbul’u artık, ister çirkinlik deyin, ister mantıksız kocamanlaşma deyin, bir tarafı İzmit’e öteki tarafı Tekirdağ ve Karadeniz’e dayanan, şehirden öte bir ülke gibi şiştikçe şişmiştir.

    Manevi büyüklüğünü sayısal üstünlüğünü bir kenara bırakınız, ama gerçek şu ki Fenerbahçe İstanbul’un dinozorlaşan istilacılığı karşısında, hala Kadıköy’de bir evde, olanca kapalılığını ve tek başınalığını sürdürmektedir, ısrarla…

    * * * * * *

    Gerçek İstanbullu zenginler, Polonezköy’de Trakya’da Şile’de Podima’da, daha çok yeşil daha çok oksijen daha çok mekan gibi ekolojik dengeler ararken, Fenerbahçe 85 yıldır Kadıköy ısrarında yarattığı bir fil mezarlığı içinde, kendi ölümü için, bir 25 yıldır kazdığı lahidin müteahhitliğini yapmaktadır.

    50 yıl önce güzeldi Kadıköy…

    500’e yakın arsa ve semt sahalarında futbollarını Fenerbahçe için büyüten İstanbul çocukları, kendi top rönesanslarını sadece sarı – lacivert forma için imrenilir bir düzeye getirirler sonra büyüdüklerinde, Kadıköy’de stadın anlatamayacağı güzellikte bir futbol resitaline soyunurlardı.

    Cambazlar gelirdi, yıldızlar üşüşür, dripling şeytanları santrayı sarhoş eder büyük ustalar oyun zemininin her santimetre karesine sar – lacivertli renkli bir “TSE” damgası, basardı Fenerbahçe’de…

    Hoş bir akrobasi kitabı idi, Fenerbahçe o dönemde…

    Bir maçta jonglör Mehmet Ali Has önüne gelen rakibe çalımı basıp topu bir türlü “başka arkadaşına pas” olarak postalamayınca kaptan Küçük Fikret sinirlenir ve “Senden başka hiç kimse bu sahada top oynayamayacak mı? “diye sorunca, sempatik Tarzan’ın verdiği cevap, eskilerin hafızalarında aynı tazelikle yanar söner, şimdilerde bile…

    “Kaptan… Sahada Fenerbahçe ismini yazıyorum. Son iki harfi kaldı, sabret biraz…”

    * * * * * *

    O zamanlar Fenerbahçe’nin ne başkanı, ne yönetimi, ne antrenörü önemli idi. Önemli olan süper futbolcular idi.

    Bu süper futbolcuları da Fenerbahçe’ye ne bugün üç rakamlı milyara vurmuş transfer fiyatlar, ne teknik direktörlerin oyuncu bulma dikkati, ne ithal kotası getirirdi.

    Bunları İstanbul’un doğası, Ankara ve İzmir’in Fenerbahçe’ye duydukları uzak aşk yığardı, Kadıköy’e…

    O zamanlar, Tanrı bile gizli bir Fenerbahçeli idi, belki de…

    25 yıldır yaza yaza, tazminat fermanına benzer uzunlukta bir Fenerbahçe fermanını, İstanbul yakasından Kadıköy yakasını birleştiren bir yakınma boğaz köprüsü yaptım.

    İstanbul değişiyordu, İstanbul’un büyümesi, yayılması, nüfus kesafetinin ikamet istikametleri her gün değişen paraboller çiziyordu.

    Genç nüfus, fakir aile çocuğu nerede konaklıyordu. Nerelere konaklıyordu, futbola yatkın genç?

    Fenerbahçe yönetimleri, tüm bu ısrarlı uyarılara rağmen, ne değişen ve büyüyen İstanbul’u görebilme dürbününü taktı gözlerine, ne de İstanbul’un futbol oynama yaşına gelmiş çocuk oranının nerelere kümelendiğinin envanterini yapabildi.

    Büyüyen İstanbul’la birlikte, büyüyen futbol çocuk haraları ile birlikte, bilimsel bir açılmayı ve istasyonlar kurmayı beceremedi Fenerbahçe ve 25 yıl sonra İstanbul’un Kadıköy’ünde küçük bir nokta olarak kaldı.

    * * * * * *

    Fenerbahçe yönetimi hala, “zengin çocuğundan futbolcu olmaz” diyen bir sosyo-ekonomik gerçeğe sırtını dönerek Kadıköy’de futbol tesisi kumarını oynuyor, muhalefet Fenerbahçe üniversitesi ve hastanesi gibi maarif ve sağlık ütopyalarının peşinde koşuyor, ama hiç kimse İstanbul’un şehirleşme planını dikkate alarak ve politika büyüklerinin çok Fenerbahçeli göründüğü dönemde, devlet arazisi isteyip, bu şehir genç nüfusunun en fazla biriktiği yerlerde, gönderine sarı-lacivert bayrak dalgalanan 6 Fenerbahçe alt yapı tesisi ya da futbol okulu yapalım demiyor.

    Hayaller pahalıdır Türkiye’de, ama gerçekleştirilecek alt yapılar ve futbol okulları daha ucuz.

    Hayalleri satın almaktan vazgeçmeli, gerçek ucuza alınacak şeylere dönmelidir, Fenerbahçe…

    * * * * * *

    Fenerbahçe ligin ilk yarsında Galatasaray’ın 3 puan gerisinde ikinci sıraya oturmuştur.

    İşin futbol estetiği dışlanıp, görüntüyü bir matematik laboratuvara soktuğunuzda bu bir başarıdır.

    Fenerbahçe ikinci yarıda mutlaka adı şampiyonluk denen hedefe vuracak şekilde organize edilmelidir. Bu konuda beşinci yıl da bu takıma “sabır” diyenler, Fenerbahçe taraftarı değil, bu renklerin azrailidir.

    İkinci yanda takım disiplini ekip mantığı tamam ama bu oyunculara ferdi esneklik ve yaratıcılık aşılamak şarttır.

    Fenerbahçe stadı, hem uzaklık hem her türlü rüzgâr ve yel türbülanslarına açık, İstanbul’un en kötü futbol stadıdır.

    Beşiktaş’ın deplasmanda olduğu haftalar mutlaka İnönü stadı kiralanmalı ve İstanbul’un merkezi, daha çok taraftar ve sahada daha teşvik gören bir Fenerbahçe takımı ile bütünleştirilmelidir.

    “TV – gece – Fenerbahçe takımı – naklen yayın” gibi seyirciyi maçlardan kaçıran, taraftarlık kavramını soğutan ve ortadan kaldıran bir görüntü tuzağı mutlaka bitirilmelidir.

    Fenerbahçe takımının şahlanma ilacı, bir futbolcunun san – lacivertli forma ile oynadığını hissetmesi için mutlaka dolu tribünlere ihtiyacı vardır.

    Birinci devre boyunca görüldü ki, naklen TV yayınının rengi ve kalbi gerçek Fenerbahçeli değildir.

    Fenerbahçe 85 yıldır İstanbul’da kocaman kocaman kaldığı Kadıköy evinde, şimdilik bir nokta ailedir.

    Oraya 85 yılda her şeyi soktuk, bari ikinci devrede odadaki TV’yi kaldıralım.

    İslam Çupi – 4 Ocak 1994 – Milliyet Gazetesi

  • Televizyon Stadyuma Karşı

    Televizyon Stadyuma Karşı

    17 Mart 1990’da Fenerbahçe’nin Boluspor’u 2-0 yendiği maç için İslam Çupi bir “Televizyon Stadyuma Karşı” yazısı yazmış ama olan maçın iki golünü atan Nielsen’e olmuş. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    TV’yi Tutan Fenerbahçeliler

    20 bin Fenerbahçe taraftarını televizyona kaptırıp, tribünlerdeki brüt 6 bin Fenerbahçeliye kalırsanız, sahada tavla, pişpirik oynayabilirsiniz ama futbolun iyisini katiyen oynayamazsınız.

    Yığınlar tarafından desteklenmeyen, ateşlenmeyen futbol ve futbolcu, dünyanın en kuru, en cansız ve en ölü oyuncağı olur, çünkü…

    Puan cetvelinin tepesinde nadide yerlerden birine hangi dualar, hangi nefesler ve hangi muskalarla geldiği, hangi sarıklar giyilerek tartışılırsa tartışılsın, Fenerbahçe’nin lig şampiyonluğunu yakalama haftalarda en büyük gücü olan seyircisinin %80’ini televizyona kaptırması, yönetimin devlete uzatması gereken bir zorunlu taviz midir?

    Son büyük usta Oğuz’un sahanın hangi cephesine koşarsa koşsun, maç başından maç sonuna kadar bir tek Fenerbahçe’nin sağlam askerine rastlamaması ve “ölü ordunun generali” rolünü çaresizlik içinde oynaması, televizyon meydan savaşında kaybedilmiş 20 bin kişilik bir tribün rezervinden kaynaklanmıyorsa, hangi uğursuz pınardan fışkırıyor?

    Bir menüsküs reviri ve çok sık sakatlanma hastanesi haline gelen Fenerbahçe, şampiyonluk haftalarının çok kritik kulvarına girerken, zaten ne teknik, ne de efor olarak şekilleyemediği ve de “her an yıkılabilir” bir futbol oynarken, seyircisini de televizyonsever yönetimi sayesinde “‘beyaz cam”‘a kaptırırsa, rakiplerine karşı ateşleyeceği hiçbir silahı kalmıyor demektir.

    Bir futbol ana okulunun bol ağaçlı çok sahalı yeşiline dönüp adamları ve hareketleri yargılamak Fenerbahçe için çok geç kalınmış bir teknik nasihat olmaz mı?

    “Pas isabeti yok… Dripling dengesi şaşkın… Pres keyfi kayıp… Kademe ve yardımlaşma bilinmiyor… Kolektif kemikleşme hak getire… Ferdi beceri açılmamış, hiç okunmamış bir kitap…” gibi Avrupa’da 12-14 yaş grubunda bilinir ve yenilip yutulmuş bir futbol mönüsü olan bir sofranın başına, hangi aşçılık ustalığını gösterirsek gösterelim, 25 yaşını bitirip otuza doğru yürümüş insanları oturtmak mümkün olmaz.

    Dün Bolu karşısında bir yarım saat rakip nerede kalabalıksa oraya saldıran, Bolu merkezinde ne kadar dört kanatlı yel değirmenleri varsa taarruz sevk ve idaresini oraya yığıp her keresinde kafasını gözünü yaran, bacaklarını ve dizlerini kan gölüne çeviren Fenerbahçe, tüm politik duvarların yıkıldığı günümüz dünyasında bu markaj esaretini kıramıyorsa bu rakip kalabalığını tenhalığa dönüştüremiyorsa, bunun altında belki de hâlâ çözülememiş bir tarihsel büyünün ağır vebali gezmektedir.

    Futbol tarihinin 50 yılını Fenerbahçe ve Şeref Stadı’nda, sonraları daha bir çimen asriliğine bürünmüş İnönü ve Ali Sami Yen’de geniş bir özgürlük yelpazesi altında geçiren San-Lacivertli takımın son 8-9 yılını İstanbul’un en kötü stadına kilitlemesi, rakip defansları bir türlü yeteri kadar açamamanın üstüne çöreklenen bir aşağılık duygusundan kaynaklanmaktadır, belki de…

    Şampiyonluğa hangi silahlarla gittiği, şampiyonluğa hangi faziletleri ile gittiği bilimsel açıdan ispatlanamayan Fenerbahçe’nin, eski şampiyon Fenerbahçe olmadığı kesin…

    Çünkü Fenerbahçe futbol bakımından alfabesi “A”dan “Z”‘sine kadar oturmuş bir oyun ilim yuvası olsa, Nielsen gibi İstanbul’da coplarla, kızılcık sopaları, şimşir tokaçlarla kovalanmış bir insan dün, hayatı ve futbolculuğu hep inkâr edilmiş bir küçüklükle sahaya girip oradan maçı kurtarmış bir kahraman olarak çıkmazdı.

    Fenerbahçe, dokunsan yıkılacak bir lig ve kupa şampiyonluk adayı.

    Fenerbahçe, “Bu hafta kaybeder” seklinde bir genel hükümle çıktığı maçları, bir ferdi büyü ile nedense kazanıyor.

    Fenerbahçe’nin yitmiş çok şeyini geri getirmek mümkün değil.

    Ama Fenerbahçe’nin televizyona yapışmış yığınlarını geri getirmek mümkün.

    İnsanlar, Fenerbahçeli ise Fenerbahçe’yi tutarlar, televizyonu değil.

    Başkan, şu beyaz camdaki ampulü lütfen söndür, artık…

    İslam Çupi – 18 Mart 1990 – Milliyet Gazetesi

  • Kaptanın Seyir Defteri IV

    Kaptanın Seyir Defteri IV

    Başından beri Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu ekibinde desteğini esirgemeyen kıymetli büyüğümüz Alp Eralp “el emeği göz nuru” bir arşivi, sezon sezon tuttuğu defterleri paylaşmamız için bize teslim etmişti… “Kaptanın Seyir Defteri I” 1980’li yıllarında sonunda tutulan müthiş bir imza defteriydi. Serinin dördüncü defteri Fenerbahçe’nin 1990-1991 sezonuna ait. Huzurlarınızda: Kaptanın Seyir Defteri IV

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kaptanın Seyir Defteri I

    Kaptanın Seyir Defteri II

    Kaptanın Seyir Defteri III


    Fenerbahçe’nin Kadrosu: Ahmet Suphi Evke, Aykut Kocaman, Bilal Şar, Czeslaw Jakolcewicz, Ercan Koloğlu, Erdi Demir, Ergin Parlar, Fadıl Vokri, Gökhan Gedikali, Hakan Tecimer, Hasan Kemal Özdemir, Hayrettin Aksoy, İsmail Kartal, Müjdat Yetkiner, Neşet Muharremoğlu, Oğuz Çetin, Rıdvan Dilmen, Semih Yuvakuran, Sercan Görgülü, Serdar Şenkaya, Şenol Çorlu, Şenol Ulusavaş, Şenol Ustaömer, Toni Schumacher, Turhan Sofuoğlu, Yaşar Duran, Guus Hiddink

    Lige Katılan Takımlar: Adanaspor, Ankaragücü, Aydınspor, Bakırköyspor, Beşiktaş, Boluspor, Bursaspor, Fenerbahçe, Galatasaray, Gaziantepspor, Gençlerbirliği, Karşıyaka, Konyaspor, Sarıyer, Trabzonspor, Zeytinburnu

    Köşe Yazarları ve Fotoğrafçılar: Alaattin Metin, Atalay Gülen, Atılay Kayaoğlu, Attila Gökçe, Bedri Koraman, Bekir Boran, Birol Pekel, Bilal Meşe, Bülent Tuncay, Can Bartu, Cüneyt Şengül, Deniz Gökçe, Doğan Koloğlu, Doğan Yıldız, Engin Biçer, Ercan Aktuna, Erdoğan Şenay, Ergun Hiçyılmaz, Fuat Ercan, Güray Soysal, Gürcan Bilgiç, Haldun Domaç, Hasan Elidemir, Hüseyin Yangır, İlhan Söyler, İslam Çupi, Kahraman Bapçum, Lefter Küçükandonyadis, Mehmet Çakıroğlu, Mehmet Önal, Meriç Müldür, Metin Oktay, Mümin Özkasap, Necati Bilgiç, Orhan Aldinç, Ömer Üründül, Rıdvan Yelekçi, Selahattin Gökhan, Selçuk Mumcu, Serdar Uluer, Togay Bayatlı, Turgay Demir, Turgay Esmer, Turgay Örme, Yalçın Türk, Yılmaz Canel, Yusuf Dursun, Yusuf Yalkın, Zeki Çol, Ziya Şengül


    Kaptanın Seyir Defteri IV