Etiket: İslam Çupi

  • Ölümden Önce Ölmek

    Ölümden Önce Ölmek

    Fenerbahçe, 1990-1991 sezonunun 23. haftasında, 16 Mart 1991 tarihinde iç sahada Karşıyaka ile karşılaştı. Sezonun sonunda küme düşecek olan Karşıyaka’dan beraberliği 82. dakikada penaltıdan attığı golle kurtaran Fenerbahçe, İslam Çupi’ye ölümden önce ölmek nedir, onu tattıracak, üstat da o kızgınlıkla, Fenerbahçe edebiyatında sonsuza giden bir şaheser kaleme alacaktı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ölümden Önce Bir Ölü Olmak

    Dün Kadıköy’deki stadın üstüne inen ve maç boyunca zeminden hiç kalkmayan kurşuni gri bir sis, herhalde içinde oynanan futbolun yığınla ayıbını örtmek için doğaca gönderilmiş kanul bir yorganı idi; sanki…

    Hava güneşli ve açık iken, görüş uzaklığı her türlü gözün seyir zevkini bozmayacak düzeyde iken Fenerbahçe’nin Türkiye’nin en tanınır takımı olmak gibi tarihsel tarifi haftadan haftaya bozulunca, artık bir mevsim Sarı-Lacivert yalanlar söyleyen doğa sıkılıp utanmış olmalı ki, futbol adına 1 yıl en çelişkili vitrinleri sergileyen Fenerbahçe takımını, Karşıyaka oyunundan önce kalın bir sisin içine sokarak, bu ekibi seyretmeye koşanların ızdıraplarını nispeten hafifletmek gibi bir duygusal tabiat şakasına sapmıştı.


    Yoğun sisin altında, yoğun ızdıraplarla stadın muhtelif basamaklarına çıkmış 2 bin 500 seyirci, iyi ki gökyüzünün azizliğine uğramış Fenerbahçe’nin aslını değil, çok uzaklara park etmiş suretini seyrediyorlardı.

    Yoksa sis izin verse, yoksa günlük güneşlik bir hava, takımın üstüne yeni cilalanmış bir ayakkabı sırtı gibi düşse, futbol adına sahanın ötesine-berisine inen talihsiz mesai, insanı çıldırtan boyutlara ulaşır, belki kalpten ölmeler, belki intiharlar, belki sosyal hayatta denenmemiş ecel icatları bu 3-3’lük Karşıyaka maçının bir haftalık yeni mezarlığını oluştururdu.

    İyi ki meteorolojinin ibrelerinde hesapta olmayan bir sis, hesapta olan büyük dramını örtüvermişti Fenerbahçe’nin…


    Bırakınız futbolda, vücut ve kafa ayrıntılarına dayanan ve bir takımın kollektif ve ferdi zenginliklerini bütün sahaya anlatan gezginci görkemini bir tarafa, Fenerbahçe’nin futbol oynamak için topla iki uygun adım sallamaya mecali bile yok.

    Kendi arkadaşını kestirme bilinci olmadığı için topu rakibe verip, Karşıyaka’ya gol getirecek kapanmaz bir hareket alanı açan adam Fenerbahçe’de… Defanstaki ilk topu yere çaptırıp, kendi tehlikelerini kendisi yaratan adam Fenerbahçe’de… Vücudunu ve ayaklarını kendi futbolculuk güveni ile çarpıştıran adam Fenerbahçe’de… Dripling, stop ve pas gibi futbol oyununu seyredilir ve neticeye götürür marifetlerini en ilkel bir iletişime bağlayamayan adamlar Fenerbahçe’de…

    Fenerbahçe, Karşıyaka’ya karşı kazandığı bir penaltıyı atacak bir adamı, takımın bütün fertlerini “Sen mi, beni mi?” şeklinde yığılmış tereddüt ve korkuların büyük torbasından “zar-zor” seçiyorsa, atışı yapacak adam topun üzerine giderken bildik sözlü ve yazılı duaların hepsini okumasına rağmen yine de meşin yuvarlağı kaleciye çarptırıyorsa, futbol oynamak için gereken “kişilikli adam, kendisine mutlak güvenen adam” modeli bir tesadüfler tekkesinin bin aminli müridi olmuş demektir.


    Bir deplasman galibiyeti ile kümede kalma ümitlerine yeni pencereler açması pekala mümkün olan Karşıyaka, dünkü maçın düğümünü beraberlikten galibiyete doğru açamamışsa, dün karşısında oynayan rakibin ismini koyamamasından, onu hep eski Fenerbahçe olduğunu sanmasındandı.

    Futbolda, karşısında oynadığın rakibi kendi oynadığı şeylere bakıp, değerlendirmek varken, onu kalmamış tarihsel bir yükle biçimlendirmek, onu hayali tonajlarla kantara çıkarmak dünkü maçı kazandırmadı Karşıyaka’ya…

    Fenerbahçe’nin sahadaki mevcut “dün”ünden maçı kazanak için ez 10 tane çözüm yolu bulmak, Karşıyaka’nın önüne teslim edilmiş bir açık çek iken, İzmir takımının rakip derken hep “Sarı-Lacivertli büyük bir mazinin” engelinde galibiyet atlayışlarına yönelmesi, gereksiz bir atletizm gösterisi idi.


    Yeni bir ikili şarkı kaldı Fenerbahçe’de şimdi…

    Hiddink’le önce, Hiddink’siz sonra…

    Hiddink’le öncede hala taze sesler vardır futbolcu kramponlarında… “Bizi Hollandalı hoca mahvetti…”

    Hollandalı hocanın “Hiddink’le önce” yaşadıkları için mahvolan futbolcuların “Hiddink’siz sonra”da düştükleri özgürlük ortamında dün oynadıkları futboldaki yeni eseri gördünüz mü?

    Ölümden önce bir ölüm varsa, o Fenerbahçe’dir işte…

    Fenerbahçe’nin pist kulübesinde Hiddink’e yapılan suiskastten sonra canlı kalan, canlı kaldığı için de şimdi bile taktik mesajlarını sahaya iletebilen kahramanları kutlarım.

    Maçın ikinci yarısında Oğuz’u çıkardıkları için…

    Oğuz, 80 yıldır birike birike gelmiş Fenerbahçe oyuncu tipinin hataları ile, küskünlükleri ile takımın içine yavaş yavaş girmiş anti-Oğuzcu kalabalığı ile kişiliğini korumaya çalışan son temsilcisidir…

    Baktılar ki artık Fenerbahçe’yi kurtarmak mümkün değil, Oğuz’u kurtardılar…

    Futbol tarihçileri bir takımı kurtaranlara teknik direktör derler, bir insanı hayata döndürenlere ise plaj cankurtaranı…

    İslam Çupi / 17 Mart 1991 – Milliyet Gazetesi


    Ölümden Önce Ölmek
  • Bu Seyirci Nerede Yaşar?

    Bu Seyirci Nerede Yaşar?

    10 Aralık 1989 tarihinde, Fenerbahçe 0-2 geri düştüğü Sarıyer karşısında müthiş bir geri dönüş yaptı ve maçı 5-2 kazandı. Aşağıda okuyacağınız “Bu Seyirci Nerede Yaşar?” başlıklı yazı, İslam Çupi’nin kaleminden, tam bir destan yazısı…

    Bu arada, “İslamÇupi.org adresini ziyaret etmeden geçmeyin” diyerek, keyifli okumalar dileyelim.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bu Seyirci Nerede Yaşar?

    YAŞAYAN insanların yaşadıklarını sandıkları anda öldüklerini, sinir, et kemik ve kan taşıdıklarını bildikleri anda bir ceset haline geldiklerini hiç gördünüz mü?

    Ben gördüm dün…

    Fenerbahçe’nin Sarıyer karşısındaki ilk devresi, insanın, “canlı” olarak nesi varsa, teker teker bıçaklanmış bir sadist cinayetin tüyler ürpertici sonunu gösteren bir korku filminin finali gibi idi.

    Hafta içinde haber muhabirlerinin kulağı delik bültenlerinde tertip olarak şekillenen Fenerbahçe, maç sabahı hangi sansür ağasının makası altında bilinmez bir budamaya uğramış ve maçın içine şimdiye kadar yapılmış en hatalı bir onbirle düşmüştü.

    Maç planı ile, kazanma hevesi mücadelesi ve kişisel kavgası ile çok şeyler değil, bir şeyler yapmak istemenin ateşi bile yanmıyordu Fenerbahçe’de…

    Fener, “Fener”ini söndürmüştü.

    Sarıyer iki lider kafa ve ayakla, ismi Sercan ve Fikret olan iki virtüözle rakibinin üstüne gelirken, Fenerbahçe Nejat’ı, kaleci Can’ı, Erdi, Turan ve Şenol’un küçüğü ile bir telaş ve acemiler mangası olarak sahanın en kör yerlerine ateş ederek ve bu gözü bağlanmış düelloda daha kurşunların balistik raporunu almadan 2-0 yenik duruma düşecekti.

    Tribündeki Müthiş Güç

    Hezimete doğru yeni bir fal açıyordu Fenerbahçe…

    Çünkü dünkü oyunda Fenerbahçe takımında bir Fenerbahçeli futbolcu gibi savaşan Nezihi ve B. Şenol’un örnek gayreti, suyun üstüne bir türlü çıkmayan tekniği ile Oğuz görüntüsü, sol ileri uçta bir bilinmez olarak kalan Aykut heykelciği, Fenerbahçe’ye sonuç Oscar’ını kazandıracak futboldaki “tek adam” lık öldürücülüğü değildi.

    Hele müthiş hırsı, takım taşımadaki olağanüstü özverisi olan Müjdat’ın arena boğası korkunçluğundaki meziyetlerinin libero halatları ile dar alana kıskıvrak bağlandığım gördükten sonra…

    Bu aralarda Fenerbahçe’nin “müthiş Fenerbahçe” diye nitelendirilecek gücü, sahada değil, tribünde idi.

    2-0’ın saha içinde döneceğini, o anda kaç futbolcu yürek ve kafalarında hissediyordu bilemem ama, 13 bin Fenerbahçeli en susulacak dakikalarda, en susulmaz kıyametleri koparıyor ve Sarıyer’e, “Biz bu takımı sana yendirmeyiz” demekle yetinmiyor, ayrıca “0-2”nin altında kalmış kendi takımlarına yeni bir kazanma modeli aşılıyorlardı.

    Hemen ikinci devrenin başında bir gezinen profesyonelden geçen seneki kral Aykut’u yaratan bu seyirci idi.

    Aykut’un olağanüstü güzellikteki şandel golünden sonra Fenerbahçe’yi geçen yılki dörtlü beşli gollerle süslenmiş galibiyet hünerlerine taşıyan bu seyirci idi.

    Rus’un liberoya yerleştirilmesi, K. Şenol’un tam çizgi futboluna yöneltilişi, Müjdat gibi bir mücadele ve inat anıtının orta sahaya sürülüşü bu muhteşem seyircinin kendilerini yırtarcasına kurdukları bir Fenerbahçe senfonisinin doğal sonucu idi.

    İnanılmazlığın Mimarı

    İlk yarıdaki ölüden ikinci yandaki beş gole koşmuş takımı yaratan inanılmazlığın mimarı Fenerbahçe taraftarı idi kısaca…

    Aykut, yokluğu her dakika dayanılmaz bir yokluk olan Rıdvan’ın ta kendisi idi sanki. Oğuz, Sarıyer geri dörtlüsünün açık saçık yerlerine pas değil mayın fırlatıyordu.

    K. Şenol çizgiye kadar rakip çağıran Fenerbahçe’nin geçen yıldan kalma en akıllı satrancını oynuyordu. Bilal yanlış Hakan’ı değil doğru Hakan’ı getirip dikmişti sahaya…

    Müjdat ve B.Şenol ikinci yanda beş gollük ikmali geriden alıp Sarıyer ceza sahasına yığan bir komando birliğinin cesur ve tehlike tanımaz iki yürekli neferi idi.

    Fenerbahçe tarihinde kazanılmış maçı kazandırmış yığınla kahraman vardır. Fenerbahçe tarihinde gitmiş maçları geri çevirmiş yığınla fenomen oyuncu vardır.

    Ama dünkü maçla Fenerbahçe tarihine, Fenerbahçe taraftarının girmesi ilk defa oluyor galiba…

    Şeref verdiniz…

    İslam Çupi / 11 Aralık 1989 – Milliyet)

  • Namık Sevik

    Namık Sevik

    Pazar gününü buram buram hüzün kokan bir yazıyla geçirmek istemeyebilirsiniz ama o yazıyı İslam Çupi yazdıysa başka olur… Namık Sevik 21 Ağustos 1986 tarihinde bu dünyadan ayrıldı. Arkasında muhteşem bir gazetecilik kariyeri ve bir o kadar muazzam bir özlem bıraktı. İşte İslam Çupi, onun ölümünden 8 sene sonra bu özlemi anlatıyor. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sazlar Çalınır Çamlıca’nın Bahçelerinde

    Üsküdar Kısıklı’dan Çamlıca tepesine doğru kıvrıla kıvrıla çıkan eski İstanbul yeşillikleri, yine aynı güzargahta, bu kentin efendilik, çelebilik imbiğinden geçmiş bir yığın renkli hayatlarına, sofa ve oda kapılarını gıcırtılarla açan, bahçeli, ahşap binalar ve köşkler, dükalığa kurulmuş bir cinayet şantiyesinin dev palet bıçaklarına, adı her gün “Doğa” olan çocuğunu, bu dişlilerin iştahına doğru fırlatıyor.

    Kısıklı’da bir nihaventin tanbur sesi olan, eski İstanbul akşamları, İcadiye’de flurya, saka, ispinoz ve de bülbül olan Türk sanat müziği seansları, en tepelerde “sazlar çalınır Çamlıca’nın bahçelerinde” diye anlık enstrümanların sesleri, grayder ve loderlerin mekanik naraları altında, gittikçe etkisini kaybetmekte ve duyulmaz bir çığlık olmaktadır, sonunda…

    Kısıklı, İcadiye ve Çamlıca, yeşile düşman olmuş, para karşısında, tüm güzel eski yapraklarını dökerken, devlet köstebeği karayolları da, TEM’in asfalt damarlarını bu emsalsiz tabiatın en ücra köşelerine sokmamak için, yüzeyi çelik ve betondan bir viyadük ve tünel bombardımanına tutmaktadır.

    Çamlıca tepelerinin az düşmüş metreli eteklerinde eski İstanbul’u, o tabiat harikası İstanbul’un en güzel günlerini yaşamış insanlarına, uzunluğu hiç kesilmeyecek bir uyku için, topraktan yatak olan Çakaldağı mezarlığı, ölüler rahmetine kurulmuş bu yörenin son yeşilliğidir belki de, artık…

    Namık Abi’nin Evi

    Boğazdan kopup gelen her tür isim ve hızdaki rüzgarlara karşı, seksen yıllık yeşil bağrını olanca korumasızlığı içinde açan Çakaldağı mezarlığı, etrafını çepeçevre dolanmaya hazırlanan TEM’in tali yollarının karşısına, iri çamların, iğne yapraklarını teker teker sivrilterek, çoktan kaybedilmiş bir İstanbul savaşının son cephesini oluşturmaktadır, güya…

    Çakaldağı mezarlığının alçak taşlı girişine varıp, adeta betonlaşan toprak yokuşun sağına kaykılıp, 50 metre yürürseniz, yine yönü sağa rastlayan, damı selvili, çevresi yabani otlu, betonarmesi beyaz mermerli, küçük ve şirin, adresi dünyevi değil, uhrevi bir eve rastlarsınız.

    Bu evde 8 yıldan beri, Türk basınının saygın isimlerinden ne kadar insan olunabilecekse o denli insan, ahlakta, beyefendilikte, çelebilikte, güzellikte bir doruk oturmaktadır ; Namık Sevik.

    Bu kentin ve eski Bab-ı Ali’nin son İstanbullularından biri olan Namık Abi, tüm mekan ve insan kavramları, yeni terzi ve mimarlarca ters yüz edilip tanınmaz hale getirildikten sonra, bu dükalığın adam prototipi ile birlikte, bir mezbele konumundaki yerlerini de terk ederek Çakaldağı’ndaki küçük evine sığınmıştır, ebediyyen…

    Yeldeğirmeni’nden Kaçanlar

    Yeldeğirmeni, ne Namık Abi’nin doğumundaki çocuklukta olduğu kadar yeşil ve gürültüsüzdür şimdi, ne de oyun alanları ve çeşitli ağaç tepeleri ile o dönemlerde bulunduğu kadar yaramaz…

    Ağaç doruklarından oksijen oksijen bakılan o alçak evli semt, katları göğe doğru yapılmış yüksek apartmanları, asfaltlanmış caddeleri, otomobil sirenlerince bir İsrafil borusuna çevrilmiş gürültüsü ile, Sevik’in çocukluğundaki asudeliğin çok uzağındadır şimdi…

    Semih Bayülken de kaçmıştır Yeldeğirmeni’nden, Memduh Eren de, hatta hatta, semtin sembollerinden hırsız Semai de terki diyar edip başka bir adrese sığınmıştır, Kadıköy’de…

    Yeldeğirmeni’ndeki bütün Ermeni ve Rum meyhanelerinin kadehleri kırılmıştır.

    Sırtındaki omuzluğu ile Silivri’nin en kaymaklı yoğurdunu bağırarak mahalle arasında satan Mestan Ağa, yaptığı sakız gibi dondurmayı, bakır bakracını, dut ağacından olma tahta korunağına sardığı kar beyazı havlularla örtüp satan esnaf, eski İstanbul kartpostallarında kalmış anı insanlardır, artık…

    O yaz bayramlarında, semtin güneşi çabuk inen yerlerinde kurulan açık hava cambazhanesi, palyaçosu, çığırtkanı, telde ürkek ürkek hava adımı atan cambazı, etrafında çeşitten birbirine vuran kalabalığı ile, eski takvim yapraklarına sarılmış bir yalancı dolmadır, artık Namık Abi…

    Süreyya Sineması ötesi bir yeşiller ülkesi olan Moda ve burnu, o İtalyan ve Rum azınlıkların oturduğu aşı boyalı, geniş bahçeli, tahta köşkler, sahipleri ile birlikte tepeden Marmara’ya “denize inen sokak” çaresizliği içinde yuvarlanıp kaybolmuşlardır, İstanbul ve senin için…

    Moda’dan Fenerbahçe’ye… Gidenler…

    Basının fıkra devi Falih Rıfkı Atay, Türk hikayeciliğini köyden alıp içine İstanbul sokan Haldun Taner, futbolumuzun ilk esatiri kahramanı Zeki Rıza artık ne Moda’nın aristokrasisini selamlayabilmekte ne de mağrur adımları ile yaşadıkları semte bir kundura şerefi verebilmektedir.

    Fenerbahçe burnunun orta kuzeyinde en güzel kumunu yığan aynı isimli plaj, kendisine bir 50 yıl yelpaze zerafetinde vuran dalgaların efendiliğinden pek sıkılmış olacak ki, tahta kabinleri, trampleni, küçük şarpileri, kum şemsiyeleri ve gişesi ile birlikte o kıyıdan koparak, başka bir dünyaya göçmüşlerdir.

    Senin, bana, İstanbul’a ve sevdiklerine yaptığın gibi, Namık Abi…

    Todori meyhanesinin bir masasında Selahattin Pınar’ın mızrabında bir İstanbul nihavendi olup, etrafı helezon helezon esir alan deruni musiki bugünlerde susmuş, rakı hayalhanesinde tiyatro oyunculuğunu bir mizah mitralyözü yapan Vahdi Ersin ve Salih Tozan gibi komedi sanatçıları, repliklerini bitirip bir dönülmez yolculuğa çıkmışlardır, belki de…

    Bab-ı Âli de Bitti

    O eski Kadıköy vapur iskelesi de, o kadar sıcak insan ve terbiye kokmaz artık, Namık Abi…

    Vapurlar ne gelin duvağı beyazlığında ne de Marmara İstanbul’un en mavisi değildir. O lüks mevki, o güzel insanlarla birlikte Kadıköy’ün hayatının içinden çıkmışlardır, şimdi.

    O Karaköy meydanının sağından, insanları Cağaloğlu’na bırakan, ne tarihi Amerikan arabaları kalmıştır yollarda, ne de şöförlerin adam başına istedikleri 25 kuruşluk ücret…

    Bab-ı Ali de bitmiştir şimdilerde. Ne üçüncü hamur kağıtlı bir bobin ne yuvarlanır dar sokaklarında, ne de bodrumda dev bir rotatif bütün Türkiye’yi merdanesine alıp çevirir.

    Çıkacaksan eğer Cağaloğlu’na Namık Abi, bundan sonra zahmet etme…

    Yalnızlığı seyredersin sadece…

    Çakaldağı Mezarlığı’ndaki Ev

    21 Ağustos’ta birlikte geleceğiz Çakaldağı mezarlığındaki sizin eve Namık Abi…

    Bizi nasıl karşılayacaksın, bilmiyoruz…

    Belki öfkeli, belki biraz kırık ya sevecen ya da okyanus suları kadar çok hoşgörüyü üstümüze dökerek, kirlenmiş vücutlarımızı bir güzel yıkayarak…

    Şikayet edeceksin bizi… Belki tanrıya, belki ondan öte bir makama…

    Ne yaptınız İstanbul’a” diyeceksin. Oradan atlayacaksın basına.

    Bu kadar yalan dolan, bu kadar mübalağa ve tevzirat, hocanız kim oldu ki, evladım.” Cevap veremeyeceğiz, yüzümüze mahcubiyet denen kırmızının en belirgin tonu oturacak, sana değil, toprağa bakacağız, birlikte…

    Bu bir kucaklama, algılama, bu dünyayı sıfır meridyenden ufuk ucuna kadar kavrama becerisidir.

    Kimse senin kadar büyük olamadı Namık Abi… Ne İstanbul için, ne Bab-ı Ali için…

    İkisi de üzerimize yıkıldı. Esas toprağın altına giren siz değil, bizleriz…

    Hem de hala canlı imişcesine roller yaparak…

    İslam Çupi – 31 Temmuz 1994 / Milliyet Fiesta


    Not : IslamCupi.org adresini ziyaret etmeyi unutmayın. Üstadın birbirinden leziz yazılarını toplu halde orada bulabilirsiniz.

  • Duvara Asmalık Yazı

    Duvara Asmalık Yazı

    Arşivde dolanırken, 1983 şampiyonluğundan sonra İslam Çupi tarafından kaleme alınan bir yazıya denk geldik. Kısacık, muazzam bir keyif anında yazıldığı belli olan ve onlarca benzeri gibi sizi alıp göklere çıkartacak bir Fenerbahçe yazısı. Tam duvara asmalık yazı…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İstanbul Kenti mi, Fenerbahçe Şehri mi?

    İstanbul, İstanbul şehri değil de, sanki şehr-i Fenerbahçe…

    Kanaryalar Fenerbahçe diye ötüyor.

    Semtlerde, sayfiyede adada, Moda’da, mevsim sanki Sarı-Lacivert…

    Meyhanelerde kadehler Fenerbahçe’ye kalkıyor.

    Fenerbahçe Oktay Rıfat’ın;

    “Bu ne biçim meyhane.
    Apostol…
    Tabağımda gökyüzü,
    Kadehimde de bulut.”
    dizelerine sizlere ömür demiş. Yenisine mürekkep açmış…

    Bu ne biçim Fenerbahçe.
    Ali Şen…
    Tabağımda lig…
    Kadehimde
    Federasyon Kupası var…

    Fenerbahçe mi İstanbul’un, İstanbul mu Fenerbahçe’nin? Karışmış belli değil…

    İstanbul Fenerliliğini, Fenerbahçeliliğini yaşıyor, kime ne…

    Kanaryalar Fenerbahçe’ye ötüyor… Ona ne?… Saksağan ve sakaları sorarsanız haber fena… Göç ettiler?…

    İslam Çupi / Milliyet Gazetesi – 20 Haziran 1983 – Duvara Asmalık Yazı


    Notlar :

    1982-1983 sezonu şampiyonluğunu 34 maçta 18 galibiyet, 13 beraberlik ve 3 yenilgiyle, Trabzonspor’un iki puan önünde şampiyon tamamladık. Tam 24 oyuncunun forma giydiği yıl boyunca bütün maçlara çıkan tek isim Cem Pamiroğlu oldu. Selçuk Yula ise, diğer takım arkadaşlarının uzak ara önünde (30 maçta) 19 gol atarak Fenerbahçe’nin gol kralıydı.

    O sezon oynayan futbolcularımız şunlardı :

    Alpaslan Eratlı
    Arif Kocabıyık
    Bahtiyar Yorulmaz
    Cem Pamiroğlu
    Erdoğan Arıca
    Fahruddin Zeynelovic
    Güngör Tekin
    Hasan Özdemir
    Hasan Yıldızeli
    Mahmut Aydın
    Mehmet Hacıoğlu
    Muhammed İbrahimbegoviç
    Mustafa Arabacıbaşı
    Müjdat Yetkiner
    Nurettin Yıldız
    Onur Kayador
    Osman Denizci
    Önder Çakar
    Özcan Kızıltan
    Sedat Karaoğlu
    Selçuk Yula
    Sertaç Olcayto
    Yaşar Duran
    Zafer Dinçer

  • Mehmetçik Basri Öldü

    Mehmetçik Basri Öldü

    14 Eylül 1997’de bir Fenerbahçe efsanesi, Mehmetçik Basri öldü. İslam Çupi, 16 Eylül 1997 tarihli Milliyet gazetesinde kıymetli dostunun arkasından mükemmel bir yazıya daha imza attı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Mehmetçik Erken Değil mi?

    Basri Dirimlili öldü…

    Basri Dirimlili ölürken, Fenerbahçe’de ve milli takımda büyük bir futbol uslubu, bir güzel çağ ve yenisi gelmesi mümkün olmayan bir kişilik ve adamlık dönemi kapandı.

    Türkiye’yi şimdi Basri’yi seyredenler ve seyretmiyenler diye ikiye ayırmak gerek.

    Ben talihliyim çünkü Basri’yi seyredenlerdenim.

    Şimdiki futbolcunun iyisini şöyle yazıyorlar…

    Mevkii olmayan adam, top ve kendisi sahanın neresinde ise, oranın gerektiği icaplarla futbol oynayan insan…

    Basri Dirimlili bundan 40 yıl önce herkesin adından önce mevkii ile anıldığı dönemlerde bu günkü tarzı uygular ve şimdi “modern oyuncu tipini” yarım yüzyıl öncesinden sahalara getirmiş isimdi.

    Neden Mehmetçik?

    Çok ipinci çok süratli ve yağsız vucuduna çok muhteşem bir teknikle birlikte, büyük bir yürek eklemiş ve sahalardaki korkusuzluğu bu yüzden “mehmetçik” sıfatı ile taçlandırılmıştı.

    Futbolcu olarak Fenerbahçe ve milli takımda ne kadar inanılmaz büyüklükte maçları varsa, sosyal yaşamda o kadar sade ve basit yaşamlı bir vatandaştı.

    Futbolu bıraktıktan sonra büyük ismi daha fazla para getirecekken, O Fenerbahçesinin içinde kalmaya her ikbale tercih etmiş ve tesisler müdürü olarak Fenerbahçe ve yaşamdaki ömrüne nokta koymuştur.

    Son yılları kendisinden sonra emekli olmuş iki Fenerbahçe futbolcusu Ercan Ziya ve Sarı – Lacivertli kulübün insan katalogu denince “hırsız” diye gündeme gelen Semai Şatıroğlu ile küçük bir aile ve küçük bir dünya kurarak, kendi cephesine çekilmiştir.

    Buruk Ayrılık

    Basri Dirimlili zamanından kalma Türkiye’de en eski yaşayan masörlerden Beşiktaşlı Zeki Er, futbolcunun bir milli maç bittikten sonra sahadan çıkmayıp çimeni dikkatle incelediğini görünce Dirimlili’ye sormuş. Ne arıyorsun diye…
    Meğer Basri’nin büyük mücadelede oyunun bir dakikasında diş protezi fırlamış ağızından onu arıyormuş.

    Beni çok severdi ama, buruk ayrıldı galiba benden…

    Bir kitap vardı idealinde… Bunu benim yapmamı istiyordu.

    Çok gitti, geldi bana…

    Ziya ve Ercan da vardı devrede…

    Ben “vaktim yok” diye, bazen doğru bazen yalan hava raporu ile atlattım hep onu.

    Tam karar verdik ortaya çıkarmaya kitabı…

    Geçen yıl benim beynim karıştı, arkasından kısmı felç… Uzun süre İnternational’de yattım ve çıktım.

    Her karşılaşmada sağlığımı sorarken, ben onu “nerde kitabım” diye alıyordum.

    Bu erken vefatı acaba bu kitaptan ve benden mi diye düşünüyorum.

    Üçlü beni teselli ediyor; Ziya, Ercan ve Semai…

    “Tanrı öyle istedi, sen değil…”

    İslam Çupi / 16 Eylül 1997 – Milliyet Gazetesi


    Not : İslam Çupi yazılarının derlendiği İslamÇupi.org sitesini sizlere tavsiye etmeden geçmeyelim.

  • Erdal Akkan

    Erdal Akkan

    İki gün sonra, 4 Eylül’de önemli bir Fenerbahçelinin ölüm yıl dönümü : Erdal Akkan.

    Fenerbahçe’nin ve Türk atletizminin bu unutulmuş ismi için sözü, Fenerbahçe edebiyatının 1 numarası İslam Çupi‘ye bırakıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kendi Boyundan 30 Santim Fazla Atlayan Adam

    Yıl, 1956 adlı yıl iken, Türkiye pistleri pıtraktı…

    Ekrem Koçak, Cahit Önel, Osman Coşgül, Gül Çıray, Muzaffer Selvi gibi, dev adamlar dev adımlarla Balkan Akdeniz Oyunları pistlerini pislemeyip şereflendirirken, rekorlar rakı kadehi kolaylığında kırılırken, 1956’yı unutturmayan 56 yapan başka biri de vardı…

    Öyle elektrik direklerine ellerini uzattığında, ampul çevirme gibi bir beceriyi gerçekleştirebilecek kadar uzun boylu değildi, ortancadan az uzundu…

    Kıvırcık sık siyah saçlı idi… Yüzü çikolataya az süt karıştırılmış, siyah sarı karışımı bir renge sahipti. Bu renge kestirmesinden, rengin melezi derlerdi… Vücudu, eti kemiklerine çok yapışmış bir incelikte ve çeliklikte idi…

    Bu gelin genci delikanlı da atletti… Adı Erdal Akkan’dı ve yüksekten atmaz, yüksek atlardı.

    O tarihte Türkiye’nin en yüksek adamı idi… Çıta 1.97’ye konulduğunda, vücudu bu yüksekliğe hiç ırım kırım demeden, öte tarafa Türkiye yüksek atlama rekortmeni olarak bay gürültülerle geçiyordu…

    İlanla mı bulunmuş, kim bulmuş, hangi hınzır beyin düşünmüş, hangi zehir kalem yazmış, bilmiyoruz…

    O zamana kadar sadece Erdal Akkan dedikleri Erdal Akkan’a, 1.97’lik Erdal Akkan olduktan sonra şöyle denilmeye başlanmış…

    “Kendi boyundan 30 santim yüksek atlayan adam…”

    İnsanlar mı Yoksa Bardaklar mı Daha Vefalı

    Ve sonra başladı, geçmemesi gereken güzel günlerin geçmeye başlaması…

    İstanbul’un yeşili, renk kataloğundan silindi…

    Atletizm pistleri rekortmen yerine, ot yetiştirmeye başladı… Kendi fanilalarını kendileri yıkayıp yarışanlar, ilaçsız delik kuruşsuz rekorlar kıranlar, Balkan ve Akdeniz oyunlarında kimseyi önüne geçirmeyenler, yani Türk atletizminin kralları, bir bir tahttan indiler… Krallıklarını bırakıp, sadece vatandaş kalabalığına karıştılar…

    Aranmadılar, yoklanmadılar, unutuldular…

    Erdal Akkan da bunlardan biri idi…

    Bir zamanın alkışlanan aranır adamı olmak, öteki zamanda alkışlanmaz aranmaz adamı olmak zordur…

    Kişiyi sallar, bozar, kişiyi toplumdan soyutlar, küskün ve ezik yapar… Kişiyi, “İnsanlar mı yoksa bardaklar mı daha vefalı?”…” gibi sonradan çıkılması olanaksız inişlere yapıştırıverir…

    Milliyet bir büyük eskiyi bulduğu zaman o büyük eski de inişe geçmiş ve sırtı ile, bir hastane yatağına yapışmıştı…

    Erdal Akkan şimdi felçtir. “Düzelir mi, düzelmez mi?”nin kararı Tanrı’dandır…

    Ama Türkiye’nin büyük şampiyonları “bir Tanrı gibi” yaşatmadığı, Tanrı’nın her gün gördüğü başka bir gerçektir…

    İslam Çupi / Milliyet Gazetesi – 12 Mart 1985


    Not : Bol miktarda İslam Çupi yazısı için İslamÇupi.org adresini de ziyaret etmenizi tavsiye ederiz.

  • Deniz’in Ummanı

    Deniz’in Ummanı

    30 yıl önce bugün Fenerbahçe (İslam Çupi‘nin deyimiyle) Galatasaray’ı “beklenmeyen beş çayı hatıralarına doğru yola çıkardı”… Ertesi gün Milliyet gazetesini alanlar, “Deniz’in Ummanı” başlığı altında üstadın doyumsuz kaleminden bu Galatasaray beşliğinin hikayesini okudular. Sıra sizde…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Bayram Tarihi

    Futboldaki Fenerbahçe kahramanlığı Galatasaray galibiyetine rastladığında kocaman olur ve de ölümsüzleşir…

    Meşin yuvarlağı tutma işini yavaş yavaş elinin işi olmaktan çıkarmaya karar veren bir Yaşar’ın kaleciliğinin sonbaharında Galatasaray’ı açık farkla yenen Fenerbahçe’nin bir numaralı kahramanı olması, kendisine, çoluk çocuğuna anlatması 20 yıl sürecek bir büyük zenginlik bırakmaktadır.

    Hep anlatacaktır Yaşar, bu birinci kahraman olduğu bu Galatasaray beşliğinin hikayesini… Mahalleliye anlatacaktır, kahvesini bu keyifle karıştıracaktır, hatıralarında Fenerbahçe’nin faziletleri söz konusu olduğu zaman dün ellerinde boğduğu Galatasaray’ı, bir bayram tarihi olarak anıp duracaktır, hep…

    Ölümsüzleşen Hatıra

    Maçın 21. dakikasında Fenerbahçe’yi sahada 10 kişi bırakıp saha dışına düşen Müjdat, kendi ile başlayıp kendi ile bitmeyen böyle bir zafere yaşadığı sürece, Fenerbahçeli kaldığı sürece, her geçen gün büyüyen hayranlıklar atacaktır.

    “Fenerbahçe’nin 10 kişi ile Galatasaray’ı hezimete uğrattığı maç” Müjdat’ın hafızasında beyin buruşukluk yaşı ne olursa olsun, arkadaşlarının yarattığı bir inanılmaz zafer heybeti ile, takımının rekorlar kitabında özel bir sayfada ölümsüzleşip duracaktır.

    Hakan, stobu bile acemilik haline gelmiş dünkü takımda, Fenerbahçe stilinin 50 yıldan beri yerleşmiş kılığını ve kıyafetini giydiği zaman tek adamın nasıl bir Sarı-Lacivertli bela olacağını gösterirken, belki bu ekibin tarihine rakibin on bir adamına tek başına kâfi gelmiş bir yeryüzü dışı yaratığın son temsilciliğini yapıyordu.

    Mevsim başından beri Fenerbahçe’nin milyarlarca lira tutan transfer mallarına “hayali ithal” olarak bakan çoğunluk için dünkü oyun, Ercan’ın kendisini bu şüpheli yığından kurtarıp, Fenerbahçe futbolcusu olduğunu belgeliyordu.

    Kurdeşen

    Mustafa Denizli’nin eşofman altı ile bir kaleciden çok Galatasaray sarayına gelen köylü intibaı veren o son çocukla, defans dikkati ve özelliklerinin hiçbirini sırtlamamış o savunma ile kendi takımını koca umman olarak görmesi o kadar aceleciliğe getirilmiş bir röntgen cihazı ki…

    Mustafa’nın, Tayfun’un, Rotariu’nun, Tanju’nun ve Uğur’un spor sayfalarının şeref köşelerine alınışı, bir mevsim sürecek lig iniş çıkışlarına bakılmaksızın bu elemanlar için yapılan altın borsasının Fenerbahçe maçı ile iflas ettiği, bir ibretli örnek olarak devamlı hatırlanmalıdır.

    Kurdeşen tedavisi iyi yapılmadığı zaman “geçti” zannedildiği bir maçta Galatasaray taraftarını böyle kederlere boğar. Ve beklenmeyen beş çayı hatıralarına doğru yola çıkarır.

    Kurdeşen fena illet anlaşılan…

    5-2’yi Ne Edeceksin?

    Dünkü maçı adil teraziye oturttuktan sonra, Fenerbahçe’yi de kazığa oturt…

    Fenerbahçe’nin defans tedbirlerine çağ dışı de… Fenerbahçe savunmasına “90 dakika tek yorgansız gariban” de… Fenerbahçe’nin takım armonisine, takım gidip gelmelerine futbol adına ortaya konmuş en berbat gösteri de…

    Fenerbahçe takımının 90 dakika tek akın için abone bilet almadığını öne sür… Galatasaray takımının oyunun bütününde rakibini aciz ve taciz ettiğini 10 sütunda iddia et… “Galatasaray açık farklı kaybetmezdi, bilakis açık farklı kazanırdı” gibi, Kadıköy’de askıya alacağın bir inadın iddianın sahibi ol… Galatasaray “mükemmel”, Fenerbahçe “ilkel” deyimini yazının son imzası olarak yap, istersen…

    “5-2″yi ne edeceksin?

    Ben ne söylesem boş, son sözü o söyledi, çünkü…

    İslam Çupi / Milliyet Gazetesi – 12 Ağustos 1990 (Deniz’in Ummanı)


    Not : İslam Çupi’nin yazılarının bulunduğu IslamCupi.org sitesine uğramadan geçmemenizi tavsiye ederiz.

  • Biz Deliler Gibi Fenerliyiz

    Biz Deliler Gibi Fenerliyiz

    10 Mayıs 1985 tarihli Milliyet gazetesinde İslam Çupi almış yanına Ateşböceği Ercan ile Öztürk Serengil’i… Ve adeta “Biz Deliler Gibi Fenerliyiz” başlığının altında, hep beraber şov yapmışlar. Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Biz Deliler Gibi Fenerliyiz

    Bu milleti yıllar yılı “kasık basuru” yapan iki büyük komik, pardon komedyen Ateşböceği Ercan’la Öztürk Serengil’i bir yuvarlak masada, iki omzumun yanına aldım.

    Ercan sol tarafıma park ettiği için solcu, Öztürk sağ tarafıma çöreklendiği için sağcı mı oldu?..

    Yazının burasına gelince kızılca kıyamet geldi. Ercan, “Ben hayatımda sol elle aşk mektubu bile yazmadım” demez mi? Ercan der de, Öztürk susar mı?.. “Ben de hayatımda yataktan sağ tarafıma yuvarlanarak hiç kalkmadım…

    İkisine de sordum… “Aşkınız?..

    Eh, İstanbul Kız Lisesi önünde değiliz, Yeşilçam’ın cümbüşünde değiliz, bir film setinde hiç değiliz, ya neredeyiz? Milliyet Spor Servisi’ndeyiz.

    Spor Servisi’ndeki Öztürk ve Ercan -zeka yaşları gür ömürlü olsun- Spor Servisi’nde olduklarını hemen çaktıkları için Ayşe, Fatma, Feride demediler, “Fenerbahçe” dediler…

    Ben” diye başladı Öztürk, “Bugünkü yöneticilerden bazıları süt kuzusu bile değilken, ben Boks Şubesi’nin yöneticisi idim…

    • Cepten para verdin mi?
    • Cepten para vermedim. Bizim terzi delikten huylandığı için, benim pantolonları cepsiz diker. Ama Kadıköy’de ne kadar cepli Fenerbahçeli erkek varsa, derhal hacamat… Benim Fenerbahçe’ye topladığım paraları, Sülün Osman 1000 yıl yaşasa idi toparlayamazdı…

    Ercan, Öztürk gibi parasal bir erkek değil, platonik bir erkek… “Ben sandıktan çıkmadığım için, beni Bayülken topu bile deviremez. Ben 25 yıldır Fenerbahçe moral şubesinin yöneticisiyim… Benim kamplarda futbolculara verdiğim morali, ne dolar, ne mark verebilir…

    İkisine birden bir soru sordum : “Fenerbahçe’yi ne kadar seviyorsunuz?

    İkisi birden tek cevap verdi : “Deliler gibi…

    Nasıl Fenerbahçeli Olduk?

    İkisi de sünnet olmadan Fenerbahçeli olmuşlar… Öztürk’ün Giresun’da sınıf takımında kaleci oynarken lakabı Cihat’mış. Bir gün Giresun’a Öz Fenerbahçe dergisi gelmiş, sahte Cihat, gerçek Cihat’la tanışmış, gerçek Cihat’ın fotoğrafı kensilmiş, langırt duvara… Gerçek Cihat duvara yapışınca, Öztürk’e de Fenerbahçe sevgisi yapışmış.

    Ercan mini midi iken Abdülvahit Turan karamelası satarmış. Satarken, birisini yiyeceği tutmuş, içinden Fenerbahçe takımının fotoğrafı çıkmış. “Bir takımın ancak bu kadar tatlı bir şekeri olur” demiş ve Ercan, o gün bu gün ağzının tadını hiç bozmamış….

    İkisinin de Fenerbahçe aşkından sonra ikinci göz ağrıları Beşiktaş’mış. Ama ittifak bozulmuş. Beşiktaş NATO’da iken, Varşova Paktı’na kaçmış. Bozuklar… Öztürk hıncını söyledi : “Bu kere Beşiktaş’ı kanırta kanırta yenip şampiyon olacağız..

    On yıldır maça gitmeyen Öztürk, böyle söylerken, 10 yıldır hiçbir maçı kaçırmayan Ercan, bu defaki Fenerbahçe maçını kaçıracak…

    Ercan hasta Fenerbahçeli, Neco hasta Beşiktaşlı… Bu maçlarda her ikisinin tansiyonu, lipid ve kolestrolü tavana vuruyormuş. O gün otomobilleri ile ıssız bir dağda kontak kapatacaklarmış… Kendin pişir kendin ye vaziyetleri… Rakılama vaziyetleri… Tavlalama vaziyetleri… Maçın sonucunu gece öğreneceklermiş.. Ehlikeyf taraftar, bu ikiliye denir işte…

    Eski Fenerli Trabzonspor Başkanı

    10 yıldır maça gitmeyen Öztürk, iki yıl önce, Fenerbahçe’nin Trabzonspor’u 4-2 yendiği maça gitmiş. Yanında M.Ali Bey varmış… M.Ali Bey, hem Öztürk’ün büyük patronu, hem de Trabzonspor Başkanı… Hemen Öztürk’ün suratında bir Trabzonspor maskesi. Trabzon ilk golü yemiş, Öztürk profesyonel cenaze ağlayıcısı gibi perişen… Trabzon ikinci golü yemiş, Öztürk, ahlar-vahlar içinde bitap… Trabzon üçüncü golü yiyince Öztürk’te ne Trabzon maskesi kalmış, ne keder, ne gam… İnci Birol’un zillerini bulsa parmaklarına takıp tüm tribünü oynatacak. O anda patronuna bakacağı tutmuş, ne görse beğenirsiniz: Patron da bıyık altından devamlı tebessüm koyveriyor… İçinden şöyle geçirmiş Öztürk… “Patron da gülüyor. O da eski Fenerli, arada sırada Fenerliliğini hatırlamazsa rahat edemez…

    İki komedyen, Milliyet Show’ın perdelerini şöyle çektiler…

    Komedyenlik bizimle…
    Futbol, Cemil’le…
    Türk parası Özal’la…
    Sizlere ömür öldü…

    İslam Çupi / Biz Deliler Gibi Fenerliyiz (Milliyet Gazetesi – 10 Mayıs 1985)

  • 10 Numara

    10 Numara

    1991 yılında Fenerbahçe’de bir “10 Numara” krizi çıktı. Formayı Oğuz Çetin mi giyecekti, yoksa Tanju Çolak mı? İslam Çupi, yine kaleminden kan damlatarak bu konuya eğilmiş. 28 Temmuz 1991 tarihli Milliyet gazetesinden…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    10 Numara

    Fenerbahçe mevsim başında çalışma disiplinini, futbola ait şampiyonluk aşkını, yeni kadronun işe tam attığı halatla, liste başı tuttu ya… Mutlak barış, uyum ve bütün futbol olaylarına sağlam mantık gözlükleri ile bakılmaya başlandı ya…

    İnsanlar ne zaman uslansa Fenerbahçe’de, bu sefer formalar hırçınlaşıp, biribirlerini yemeye başlıyorlar.

    Sonbahar forma vitrinini gördünüz mü?

    “10 numarayı kim giyecek?”

    Kulüp başkanından malzemecisine, sokaktaki ya da kundaktaki Fenerbahçelilerden cep ve el feneri sahibi olan ne kadar kul varsa, hepsi bu sezonun köz ateşine düşmüş, 200 derece santigratta yanıp duruyorlar.

    Türkiye’de, enflasyon pahalılık işsizlik gelir dağılımındaki bozukluk, genel insanları genel bir bunalıma sürüklerken, 20 milyon Fenerbahçeli için şimdi gırtlakları masajlayacak bir münafık bulundu…

    Kim?

    “10 numaralı formayı kim giyecek?…”

    Temmuz güneşi iklim uzmanlarına göre, insanın derisini en iyi yakan ısıdır. Ama bazılarının beynini karartabileceğini bu forma kavgası sebebi ile yeni yeni öğreniyoruz.

    85 yıllık Fenerbahçe’de hiçbir dönem trikotajdan olma bir savaş çıkmadı. Ne Zeki Rıza, ne Büyük Fikret, ne Cihat, Esat, Küçük Fikret, Can, Basri, ne erişilmez Lefter, bu takımda özel forma değil, Fenerbahçe formasını giydi.

    Fenerbahçe’de forma rakamlandığı için değil, Fenerbahçe’nin forması olduğu için büyüktür.

    Aritmetik bir değer ve saygınlığı yoktur, Fenerbahçe formasının… Sırtı ister numarasız olsun, ister “bir”den “elli”ye kadar rakamlanmış bulunsun, her soyunma odasına asılan sarı-lacivertli kıyafet, para ve itibar kıstaslarına girmeyen, manevi zenginliği eş değerde bir büyük futbolcu üniformasıdır.

    Oğuz ve Tanju gibi futbolda rakamsal bakış gözlüklerini çoktan atmış iki süper oyuncuyu, bu yıl Fenerbahçe’nin muhtemel şampiyonluklarında kesintisiz başrol oynayacak bu iki süper starı sanırsınız ki bu forma kavgasının en yangınlı yerine, Fenerbahçe’nin futbolda tekrar hegemonya olmasını istemeyen dış güçler getirmiş.

    Öyle olsa, saygı duyarız. Kalemden dönenin kağıdı yırtılsın…

    Ama takımın en önemli iki ustasının bir mevsim boyu sürecek biribirine duyacağı sevecenlik ve aşkı en hayati damarlardan kesmeye hazırlananlar dıştakiler değil, bizzat yönetim koltuklarında oturan Fenerbahçeliler…

    Beyler… Vakko’nun Beymen’in vitrinine -parasını kendi cebinizden ödeyeceğiniz için- istediğiniz kadar bakıp istediğiniz formayı dilediğiniz rakamla birlikte satın alınız.

    Fakat lütfen saha içinde futbol oynayacak Fenerbahçe takımının kıyafetine karışmayın.

    Sistem ne olacak, defans ve ofans incelikleri hangi eskizle çizecek, sanatçılar ve askerler hangi cephede mevzilenip hangi numaralı bazuka kıyafetlerini giyecekler, bırakın da Fenerbahçe’nin teknik heyeti tespit etsin.

    Zahmet olmuyorsa, tabii…

    İslam Çupi / 28 Temmuz 1991 – Milliyet Gazetesi (10 Numara)

  • Fenerbahçeliler Başkanınızla Gururlanabilirsiniz

    Fenerbahçeliler Başkanınızla Gururlanabilirsiniz

    18 Ağustos 1984 tarihinde Halit Çapın, Milliyet gazetesindeki köşesinde muhteşem bir yazı daha kaleme aldı ve “Fenerbahçeliler Başkanınızla Gururlanabilirsiniz” diyerek Fenerbahçe’nin “Büyük” Fikret’ini, Fikret Arıcan’ı anlattı. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçeliler Başkanınızla Gururlanabilirsiniz

    Bir rüzgar ne kadar bekler rüzgar olmayı?.. Bir dalga, dalgacasına kayalara vurmayı?.. Bir kuş ne kadarda öğrenir uçmayı?

    Ve bir adam, başında eğreti değil, gerçekçi “BÜYÜK” sıfatını taşıyan bir adam, kendi evinde, hiç dışarı çıkmadan, etrafında evlâdı-ayalı ne kadar süre dayanır kendisine “Başkan” denilmesi için?

    Büyükse dayanır… Çünkü gerçek büyükler dayanma güçleri, hoşgörüleri, iğreti değil, dosdoğru sevgileri olanlardır… Ve onlar, günümüz dünyasında gerçekten büyük oldukları için, sahte büyüklerin arkasında yarım asırı aşkın bir süre de beklemesini bilenlerdir…

    Fenerbahçe’nin başında şimdi tam 60 yıl önce, 12 yaşındayken formasını giymiş ve bir daha; bugüne değin bir daha çıkartmamış birisi var… BÜYÜK FİKRET…

    Fenerbahçe gerçek bir başkana, gerçek bir büyüğe kavuştuğu için sevinçliyim…

    Ben Baba Gündüz ile çoook içtim… Baba Hakkı ile bir kere içtim… Günlerden bir gün, Büyük Fikret ile kadeh tokuşturmazsam sayım suyum yok… Bunun nedenlerinden biri Büyük Fikret’in babamın en yakın arkadaşı olmasıydı… Babam tek kelime konuşmadığı halde, bir metre yakınına sokulmadığı halde, “Büyük Fikret” der, başka bir şey demezdi, lâf Fenerbahçe’den açıldığında…

    Ve kocadığında, beraber Fenerbahçe maçlarına gittiğimizde, bir tek “Lefter” der, sonra yine Büyük Fikret’i anlatırdı…

    Bir Maradona Şimdi Neyse, O da Oydu

    Kendisi bilmez ama ben bir yerde kızgınımdır Büyük Fikret’e… Şükrü’yü Beşiktaşlı yaptığı için… Şükrü hep aynı şeyi söylerdi, “Türkiye’de her çocuk Fenerbahçeli doğar, sonra başka bir takımı seçer” derdi. Şükrü bu lafı kendiyle derdi. Fenerbahçe’nin sol tarafında Büyük Fikret olduğu için yeğlemiştir Beşiktaş’ı o… Büyük Fikret şöyle hikaye eder: “Türkiye’nin en iyi sol açıklarından biri de Şükrü Gülesin idi. Bir gün bir toplantıda ‘Ben de Fenerbahçeliyim ama, ağabey benim takıma gelmeme mani oldun’ dedi. Şaşırdım. Bu durumdan haberim yoktu. Oysa onun için kendi mevkimi değiştirebilirdim, bunu anlatmaya çalıştım. Sanırım ikna oldu…”

    Büyük Fikret’in Fenerbahçe serencamı daha 12 yaşındayken 1924 yılında Fenerbahçe’nin dördüncü takımına girmesiyle başlar… Yetiştiği yer şimdi apartman tarlası olan Cevizlik Çayırı’dır. Büyük Fikret 16 yaşında ilk defa birinci takım formasını giymiş ve Fenerbahçe o gün Bekir’in golüyle Slavya’yı 1-0 yenmiştir.

    Zamanlar zamanları kovalamış ve Büyük Fikret çok az eğlentisi olan bir ülkede, kısa bir sürede, bir efsane kişi olup çıkmıştır… Şimdi kuşakların anlayamayacağı bir şekilde… Ya da şöyle diyeyim… Bir devirlerde Büyük Fikret tek başına bir Beatles topluluğuydu… Bir Elvis Presley’di… Bir Maradona şimdi neyse, o da oydu. Gazetelerde ve dillerde ve sahalarda o sohbetlerde ve düşlerde…

    Benden bu kadar.

    Gelin getisini sporumuzun usta kalemlerinden dinleyelim:

    Namık Sevik : Sahada top koşturduğu yılları az hatırlıyorum. Ona bütünüyle yetişebilmek isterdim doğrusu. Kendisini bugünlerimde tartabileyim, tanıyabileyim diye. Ama çocukluk hatıralarım dahi bana böylesine dev bir futbolcuyu günümüze dek göstermedi.

    İslam Çupi : Fikret abi ile kaç bin kere karşılaşsam, kaç yüz kere laf etsem, kendi futbolculuğundan zırnık söz etmezdi. Kendini övmek, kendi kuşağının futboluna ağıt düzmek Fikret abinin insanı insan yapan kural kitabında yoktu. Oysa benden daha büyükler yaşı 57-58’lerde gezinip, bu Büyük Fikret klasiğini enine boyuna çevirmişlere göre hüküm kesin ve açıktır : “Büyük Fikret Türk futbolunun gelmiş, geçmiş en büyük futbolcusudur.”

    Turgay Şeren : Bugünkü genç neslin hayallerinde dahi oluşturamayacakları bir futbol stili, bir çalım zerafeti, bir gol koklayışı vardı.

    Halit Kıvanç : Bizim kuşak Büyük Fikret’i, ilk baharında değil de sonbaharında izledi. Mahalle maçlarında topa vuruşumuz değişmiştir Büyük Fikret’i gördükten sonra. Sahi nasıl da yatardık topun üstüne Büyük Fikretleşebilmek için… Oysa topa değil, yere yatsak da, amuda kalksak da farketmiyordu… Büyük Fikret taklit edilemiyordu ki…

    Necmi Tanyolaç : Şimdi dördüncü takımlardan birinci takımlara yükselen Büyük Fikret’leri bir hatırlayın. Bir de birinci takımlarda oynayan dördüncü sınıf futbolcuları… O zaman Fikret’lerin niçin büyük olduklarını anlarsınız. Yaşını geri almak elimde olsa şöyle bir beş dakika seni seyretmek isterdim…

    Eşfak Aykaç : Bu müstesna kabiliyet ‘sol açık’ olarak tanınmasına rağmen fevkalade kabiliyetiyle, bugünün futbolunu, bundan kırk küsur yıl önce, her yerin adamı olarak oynamış ve kendini memleket futbol tarihine, bütün zamanların en “BÜYÜĞÜ” olarak tescil ettirmiştir.


    Fenerbahçeliler! Başkanınızla artık gururlanabilirsiniz…

    Halit Çapın