Günümüz Türk spor basınına bakıldığında, aşağıdaki türden bir hatıratın bundan sonra kaleme alınabileceğii düşünmek pek de mümkün değil. İşte Burhan Felek merhumun kaleminden, 1924 Olimpiyat Hatıraları.
Not : “1959 Öncesi Şampiyonluklar” hakkında söylediğimiz bir şey var: “1959 öncesini inkar Cumhuriyeti inkardır”
Burhan Felek, aşağıdaki cümleleriyle bu sözümüzün ne denli doğru olduğunu teyit ediyor. Bu bir kanuni devamlılık meselesidir. Fenerbahçe haklıdır!
“O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.”
Geçmiş Zaman Olur Ki
Olimpiyat Hatıraları
Bu günlerde dünya spor âleminde konuşulan lâf, Moskova Olimpiyatları’na gidilip gidilmemesidir. Bu satırların sahibi de, bu hususta bir fikir ve oy sahibidir. Ama bu yazılarda onu ifadeyi yersiz bulurum.
Rusların Afganistan’ı istilâ etmesi, dünya milletleri üzerinde öyle bir tesir yaptı ki, safi bir spor gösterisi olan olimpiyatları bu yolda baskı vasıtası olarak kullanmaya kadar gittiler. Kim gitti diye sorarsanız, cevabı basit. Hükümetler gitti. Bu yolda asıl söz sahibi olan olimpiyat millî ve beynelmilel teşkilâtları henüz bu yolda menfi bir karar almış değillerdir.
Neyse, bunu bırakalım da, bizim hatıralarımıza gelelim. Türkiye, 1924 8. Paris Olimpiyatları’ndan başlayarak 1928 Amsterdam, 1936 Berlin, 1948 Londra, 1952 Helsinki, 1956 Melburn, 1960 Roma, 1964 Tokyo, 1968 Meksika, 1972 Münih, 1976 Montreal Olimpiyatlarına katılmıştır. Bu tutumunu da, yani olimpiyatlara katılma geleneğim değiştirecek hiçbir şey olmamıştı… dedikten sonra, birinci olimpiyatlara katılışımızın hafızamda kalan anmaya değer noktalarını hikâye edeyim.
Beden Terbiyesi Kanunu ve Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı
O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.
Burada bu malûmatı keselim de, işin öteki tarafına geçelim.
Yolculuk Başlıyor
O devirde, bizim bu teşkilâtın reisi Ali Sami merhumdu. Ali Sami’nin, benim spor çalışmalarıma çok güveni vardı. Ben, teşkilatta hem ikinci başkan, hem de Atletizm Federasyonu Başkanı’ydım. O devirde üç federasyonumuz vardı. Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya merhumdu, Güreş Federasyonu Başkanı Ahmet Fetkeri Bey merhum ve Atletizmin de bendim. Atletizmi kimse almak istemezdi. Çünkü bizim memlekete göre, en başarısız ve rağbet görmeyen spor dalıydı. Benim elimde o devirde gerçekten amatör atlet olarak sporuna bağlı 5-10 kişi vardı. Bunların başında Semih, Mehmet Ali Aybar, Ömer Besim, yüksek atlayıcı Haydar gibi çocuklar gelirdi. Ben bunları kendi evlâdım gibi severdim, hâlâ da severim. En genci 65’i geçmiş olan bu beylere “çocuklar” diye hitap ederim. Onlar da, bu hitabımı hiç yadırgamazlar.
Tavuklu Menü
1924 Olimpiyatlar’ı iki kısımda cereyan etmişti. Birinci kısım mayıs başlarındaki futbol turnuvasıydı. Daha ilk adımda, birinci kafile başkanının seçiminde merhum Yusuf Ziya ve o zaman da Fenerbahçe kulübüne hâkim olan Ali Naci merhum ile, aramızda ihtilâf çıktı. Ali Naci Bey, benim için, “Lisan bilmez” diye yazdı. O, Nasuhî Baydar’ın kafile başkanı olmasını istiyordu. Halbuki, Nasuhi Bey, teşkilâtta bir vazife sahibi değildi. Seyahate ait tertibatı Yusuf Ziya merhum almıştı. Bizi İstanbul’dan Marsilya’ya kadar tam 10 günde götürecek Jak Freresme admda bir büyük şilebe bindirdi. Gemi Varna’dan canlı tavuk yüklemiş ve tavuk kafesleri baş güverteye konmuştu.
Gemi yürürken tavuk pisliği ve kokusu bütün güverteyi kaplıyordu. Gemi büyük olduğu için Korent Kanalı’ndan geçemeyerek Mataban Burnu’dan dolaştı ve tam 10 günde bizi Marsilya’ya ulaştırdıydı.
Hâlâ hatırımdadır. Fuat adında Hariciye’de iş sahibi bir arkadaşımız vardı. Onun bir de lâkabı vardı ama pek hatırlayamayacağım. Bizim vapur bilmem ne sebeple Cenova Limanı’na uğrayınca, orada Kançılar olan Fuat, bizi ziyarete geldi. Biz de, mutemet Otomobil Nuri ile Kaleci Nedim’i karaya gönderip tereyağı, reçel, peynir, kakao gibi kahvaltılık yiyecek aldırdık. Çünkü günlerden beri yemekte çiğ baklavayla tuzlu mönü balığı haşlaması yemekten anamız ağlamıştı. Yusuf Ziya merhum, geminin 24 yatağı olan 12 kamarasını tutmuştu. Ama yemek bedelini üçüncü mevkiden ödediği için, biz eğer Bulgar tavuk sahiplerini kandırıp günde birkaç tavuğu yemeseydik açlıktan helâk olacaktık.
Müshil
Uzatmayalım, Marsilya’ya sağ-salim vardık. Ha! Gemide idareci olarak kafile başkanı ben, Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya, İkinci Başkan Hamdi Emin, mutemet Altınordulu Otomobil Nuri ve bir de futbol antrenörü Billy Hunter adındaki İskoçyalı mükemmel antrenör vardı. Bu adamı Yusuf Ziya, İsviçre’de tahsili sırasında oranın Servette adındaki bir kulübünde tanımış ve oradan Türkiye’ye almıştı. Gemide güvertede koşu ve kondisyon idmanları yapılıyordu.
Bu sırada bir hususî vaziyete işaret edeceğim. Bindiğimiz Fransız şilebi İstanbul’dan kalkarken liman idaresi, gemide doktor olmadığı için, limandan ayrılmasına izin vermedi. O sırada merhum Doktor İsmet, mektebi yeni bitirmişti. Kumpanya onu doktor olarak hizmete aldı ve biz o suretle hareket ettiydik. İsmet, hakikatte Millî Futbol Takımının yan haf beki idi. Bu yüzden gemi doktorluğu hizmetine çok ehemmiyet verdi. Bir gün bana, Doktor Sabih’in hastalık bahane ederek idmana çıkmadığını rapor etti. Ben Sabih’e gittim. Çocuğun biraz ateşi vardı. Başı ağrıyordu. Sordum. Üç gündür dışarı çıkmadığını öğrenince, kendisine bir müshil ilacı verdik düzeldi.
Domuz Eti Olmasın!
Gemi Marsilya’ya varınca, Vaux Port denilen eski limanda bir yemek istedik. Çocukların hepsi birden:
— Domuz eti olmasın! diye bağırıyorlardı.
Bilmiyorlardı ki, domuz eti Avrupa’da lüks bir ettir ve her lokantada bulunmaz. Neyse, hâlâ hatırımdadır, patlıcanlı bir yemek yedik, karnımız doydu. O devirde adı PLM (Paris-Liyon- Marsilya) olan trene akşam üzeri bindik. 14 saat tren yolculuğundan sonra Liyon garına vardık. Bizi orada ataşemiz Mösyö La Croix bekliyordu.
Aksaray Yangın Yeri
Liyon Gar’ı kapalı bir gardır. İçinde, “metro” denilen yeraltı trenine inen merdivenler vardı. Kafilemizle hemen metroya bindik ve “Kolombe” stadına giden Porte Champeter Porte denilen Paris’in kapılarından birinden -bizde de Eğri Kapı, Edirnekapı, Mevlânakapı var ya!- bizi ikamet edeceğimiz Olimpiyat Köyü’ne götürecek elektrikli trene bindik. Turnemiz bitmeden evvel çıktığımız kapı Paris’in eski istihkâmlarının enkazının yanındaydı. Kafilede yedek kaleci Hamit:
— Yahu! 10 gün deniz, 1 gün tren, gene gele gele Aksaray yangın yerine geldik! diye bir espiri yaptı.
Bu çocuğun bir mecliste bulunuşu, insanı ne kadar neşelendirirdi, tarif edemem.
Olimpiyat Köyünde
Bindiğimiz eletrikli tren, bizi Kolomb köyüne götürdü. Oradan da, ilk defa Fransızların icat ettikleri Olimpiyat Köyü’ne gittik. Galiba, tren pek yakınında duruyordu.
Biz odalarımızı tam köyün kapısına yakın yerde seçtik ve büyük direğe bayrağımızı çektik. Her biri dörde bölünmüş, 4 odadan ibaret kare şeklinde ahşap kulübeler pek konforlu değildi. Hatta ondan sonraki memleketlerin olimpiyat köyleri şöyle dursun, bizim İzmir’deki Akdeniz Oyunları’nda atletleri yatırdığımız binamızdaki konforun onda biri yoktu.
Bir kere, ayakyolu ve banyolar evlerin dışında idi. Sabahleyin yüzümüzü yıkamak ve ihtiyaçlarımızı defetmek için yağmura ve çamura bakmadan açık havaya çıkacak ve kömür tozundan yapılmış çamurlu yollarda bir hayli gittikten sonra ayakyoluna ve lavaboya varıyorduk.
Yunanlılar Geldi!
Yugoslavlar bizden bir gün sonra geldi, bir gece kaldılar, hemen hesabı kestiler ve Paris’te bir otele indiler. Biz kaldık. Zaten paramızı da yatırmıştık. Galiba o günlerde bütün masraf içinde adam başına 55 frang veriyorduk. Bir Türk lirası da 19 frang kadar tutuyordu. (O devirde bir altın 4 kâğıt lira ederdi.)
Bir gün odamda otururken çocuklar geldiler:
— Reis Bey! (O zaman başkan sözü icad olunmamıştı) yanımıza Yunanlılar geldiler biz buna dayanamayız, patırdı çıkar.
— Durun bakalım, nereden anladınız Yunanlıların geldiğini!
— Bayraklarından. Gelin bakın.
Gittim baktım, Yunan bayrağına pek benzeyen ve Yunan bayrağındaki istavroz yerine, güneş bulunan bir bayrak. Sonradan anladık ki, Uruguay bayrağıymış. Adamlar o turnuvada olimpiyat şampiyonu olmuşlardı.
Baron de Coubertin
Olimpiyat Köyü’ndeki evlerimiz bitişik olduğu halde en yakın komşumuz olan Uruguaylıları biz tanımıyorduk. Bize bunu, Kolombe köyüne geldiğimizin ertesi gün ziyaretine gittiğimiz modern olimpiyatların kurucusu meşhur Baron de Coubertin haber verdi.
Bu harikulâde temiz yürekli ve kibar bir adam olan ve bütün servetini şu olimpiyat davasına harcayarak son zamanlarda başkalarının yardımına muhtaç hale gelen Baron’u, o zaman Paris’in meşhur Konkord Mey- danı’na bakan bir köşe binadaki Olimpiyat Komitesi Merkezi’nde tanıdık.
Trende Hadise
O gün Olimpiyat Köyü’nden Paris’e Baron’u ziyarete giderken elektrikli trende bir hadise oldu. Yanımızda ataşemiz Mösyö La Croix olduğu halde gidiyorduk. Henüz Türkiye’de şapka yayılmamıştı. Bizim çocukların kiminde bildiğimiz kırmızı püsküllü fes, kimisinde de İstiklâl Harbi’nin yadigâri astragan kalpak vardı. Böylece bizim Müslüman bir ülkenin çocukları olduğumuz anlaşılıyordu. Trende biz oturuyorduk. Ortadaki direğe dayanmış bir sarhoş işçi duruyordu. Üstü başı berbat, kirli bir tulum giymişti. Bize baktı baktı, başladı Fransızca söylenmeye:
— Ben Muhammed’i tanırım. Benim pek iyi dostumdur! dedi.
O sırada bizim çocuklar pirelendiler. Otomobil Nuri:
— Ben bu herifi döverim! dedi.
Ben yatıştırdım. Herif Fransızca söylenip duruyordu:
— Zaten Paris’te yabancılardan başka kimse kalmadı!
Bu muhavereler cereyan ederken, bir Fransız yolcu:
— Bunlar olimpiyatlara gelmiş bizim misafirlerimizdir. Neden rahatsız ediyorsun? diye sarhoş işçiye çıkışınca, başka bir Fransız lafa karıştı:
— Siz ne karışıyorsunuz mösyö? dedi.
— Bunlar bizim misafirimizdir. Bu adam onları rahatsız ediyor. ‘
— Onlar kendilerini müdafaa etsinler. Size ne?
— Ne demek, siz ne karışıyorsunuz bana? diye ayağa kalktı, öteki de ayağa kalktı, iki Fransız bizim hesabımıza dövüşecek. Derken, bir tünele girdik. Elektrikler söndü. Simsiyah oldu ortalık. Tünelden çıktığımız zaman ikisi de yerlerinde oturuyorlardı.
Allah Kerim
Baron de Coubertin ile sohbetimiz uzun sürmedi. Galiba yukarılarda bahsetmiştim. Biz, yoldayken futbol turnuvasında kur’alar çekilmiş, bize o devrin en kuvvetli takımı olan Çekler çıkmıştı. Baron bizi teselli için:
— Ümitsizliğe düşmeyin. Bakınız, Uruguay diye bir memleketin takımı buraya gelirken her uğradığı yerde maçları kazanarak geldi. Biz bunların adını bile duymamıştık. Allah kerim! falan gibi sözlerle bizi teselli etti.
Oradan çıktık, gene tıpış tıpış Kolombe köyüne döndük. Komşularımız Uruguaylılar kara kuru insanlardı, içlerinde Habeş teninde olanlar da vardı. Her gün sabahtan Paris’e gider, gece dönerlerdi. Bizim çocuklara da Paris’te eğlendiklerini söylerlerdi. Bizim zavallılar ise, maçtan evvel Paris’e gitmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı.
Nedim Kaleci’nin Kanlı Elleri
Çeklerle olan maçı, Paris’in en berbat stadlarından biri olan Saint Quint Stadı’nda oynadık. Burası meşhur Sacré Coeur Kilisesi’nin bulunduğu Bute Montnade’de idi ve Paris’in en yüksek (120 metre) semtiydi.
1924 senesi mayıs başlarında oynanmış olan bu maçı, oynamış veya görmüş olanlardan arkadaşlarımız vardır. Doğrusunu isterseniz, o devrin en büyük ve kuvvetli takımlarından olan Çeklerin önünde biz ufalıyorduk. Adamların en kısası 1.80 boyundaydı. Bu maçta kaleci Nedim, bugünkü kalecilerin yaptığı gibi, gelen oyuncunun ayaklarına atılarak top kurtarmaları yaptı ve o devirde kalecilerin eldiven giymesi âdet olmadığından elleri kan içinde kaldı. Birinci haftayımı (3-0) kapadık.
İkinci Yarı 2-2 Bitiyor
Antrenör Billy Hunter psikolog bir hocaydı. Haftayımda bize:
— Sizin ayakkapların kramponları bozuk. Stadın otları da bozulmuş onun için düşüyorsunuz! dedi ve güya, kramponları birkaç çivi ile takviye etti.
İkinci haftayımda takım kendini toparladı, biz Çeklere bir gol attık ve tam maçın biteceği dakikada Çekler bir penaltı yaptılar. Bilindiği gibi, penaltı ve kornerde maç bitse de, atış yapılır ve atılmasıyla biter. Penaltıyı Bekir attı, gol oldu. Böylece 1924’de ilk defa iştirak ettiğimiz olimpiyat oyunlarının futbol turnuvasını Çekler’e karşı 5-2 kaybettik. Çünkü, ikinci haftayımda Çekler de, bize iki gol daha atmışlardı. Yani, ikinci ‘haftayımı biz 2-2 sonuçlandırmıştık.
Bekir’in penaltı atışı, pek meşhur Çek kalecisini aldatmıştı. O devirde Türk futbolcuları içinde ayağının yüzüyle olduğu kadar dış yanıyla da şut atanlar vardı. Avrupa’da böyle bir şey görmedim. Kaleci, sağ ayağı ile vurmaya hazırlanan oyuncunun ayağının yüzüyle kepçeleyerek atacağı şutu, tabiî olarak kendisinin sağında karşılamaya hazırlanıyordu. Halbuki Bekir, sağ ayağının dış kenarıyla şut çekti ve top kalecinin solundan içeri girdiydi. Hiç unutmam, maçı beraberce seyrettiğimiz Hamdi Emin bana:
— Arpa ektik, darı çıktı! diye, Bekir’in yanlışlıkla topu ters istikamete attığını sanmıştı.
Kim Demiş?
Maçı, o civar halkından başka seyreden yokt;u. Bunlar da, sanırım 6-7 bin kişi kadardı. Adamlar bizi değil, Çekleri seyre gelmişlerdi.
Anlaşılan Fransız gazeteleri “Türkler futbol oynayamazlar” mealinde yazılar yazmış olmalı ki, maçtan sonra dağılan halk arasında, ‘Türkler pekâlâ futbol oynuyorlar. Kim demiş futbol bilmez diye? İşte ikinci haftaymı berabere bitirdiler.” diye konuşuyorlardı.
Turne
Maçtan sonra köye döndük.
Futbol takımımız, evvelden kararlaştırılmış bir program mucibince, bir şimal turnesine çıkacaktı. Bu turneyi İsveç Futbol Federasyonu Reisi ve Yusuf Ziya merhumun şahsî dostu Jonson adındaki biri ayarlamıştı. Hatırımda kaldığına göre, bu Jonson, o devirde futbol âleminin sözü geçen simalarındandı ve bir gözü de takmaydı.
Çeklere karşı çıkardığımız takımın formasyonunu iyi hatırlamıyorum. Bunları bizim Halûk San arkadaşımız iyi bilir. Ama kalede Nedim vardı. Bekler Ali ile Kadri idi. Haf beklerinin ikisini bilmiyorum. Ortada Aslan Nihat, sağda Yavuz İsmet vardı. Söldakini hatırlayamıyorum. Forvette soldan sağa Alaaddin, Zeki, Bekir, Leblebi Mehmet mi, bilmiyorum ama, Bedri vardı. Maçtan sonra takım hemen şimal turnesine çıkacaktı. Yusuf Ziya merhum:
— Bana para lâzım, başka türlü turneye çıkamam! demez mi?
Ben, 20’den fazla adamı aylarca nasıl beslerim? Elimde 15 bin Fransız frangı para vardı. Hepsini almadan gitmedi.
Aman Kaçalım Buradan!
Kafile gittikten sonra biz, yani Sait Çelebi, Nasuhi Baydar ve ben Paris’e döndük. Benim işim vardı. Asıl olimpiyatların gelecek ikinci kafileyle olimpiyat geçit resmine iştirak için tekrar Paris’e dönecek, Futbol Millî Takımımızı hazırlayacaktık.
Sait Çelebi’yle Nasuhi Baydar, kendi hesaplarına Paris’te kalıyorlardı. Ama, ara sıra konuşuyorduk. Paris Olimpiyatları’nın birinci kısmının hikâyesini bitirirken, başımızdan geçmiş bir 1 hadiseyi zikredeyim. Bunları o zaman da yazmıştım ama, genç nesiller tabiî okumamışlardır.
Sait Çelebi meraklı bir çocuktu. Paris’i gezip görmek istiyordu. Bu gayreti sırasında Ahmet isminde bir Cezayirli Arap bulmuştu. Nasıl bulmuş, nerede bulmuş bilmem. Aslında bu Ahmet, Cezayirli Araplaşmış bir Fransız veya Fransızlaşmış bir Araptı. Adı da Ahmet değil, Armand’dı. Ama biz bunları sonra öğrendik.
Arap dostumuz Ahmet, bizi o lokalden bu lokale gezdirip duruyor ve paralarımızı harcatıyordu. Bu arada bir gece bizi futbol oynadığımız semte, yani Sacré Coeur = Sakre Kör civarında bir yere götürdü. Kapıda, polis gelirse önlemek ve içeriye haber vermek için iki külhanbeyi bekliyordu. Girdik.
Karanlık denecek kadar loş bir yer. Hafif bir piyano çalıyor. Arkalıksız basık kahve iskemlelerine oturduk, önümüze bir masa, bir de şampanya şişesi getirdiler. Tek konsomasyon şampanya imiş. O zamanki parayla 150 frank. Gözümüz lokalin aydınlığına alıştıktan sonra, gördük ki, gittiğimiz yer homoseksüellerin gittiği bir yermiş. Köşede bucakta birbirleriyle sevişen kadın ve erkekler görünce, işi çaktık. Gerçi bir anormal ve her yerde her zaman görülebilen bir yer değildi. Ama nihayet bizim bu tarakta bezimiz ve böyle bir niyetimiz olmadığı için, bir müddet sonra canımız sıkıldı ve kendimizi de pek emniyette hissetmez olduk. Bu sırada benim aklıma geldi. O gün İstanbul’dan posta havalesiyle bana ilerdeki hazırlıklar için 37 bin frank, gelmişti. Para akşam üstü geldi. Bankaya koymaya vakit bulamadım. Ucuz ve küçük otelimin kasasını da o kadar emniyetli saymadım. Onun için parayı cebime koymuştum. Sait’in kulağına:
— Benim üstümde 37 bin frank, var! der demez, az kalsın küçük dilini yutuyordu.
— Aman kaçalım buradan! dedi ve bizi getiren Ahmet’e haber vermeden çıktık ve büyük caddelere kadar yüzlerce ayak merdiveni arkamıza bakmadan koşarak indik. Paris’in büyük ve kalabalık bulvarlarına inince rahat bir nefes aldık.
Sporcu Ülke Dışına Çıkınca Değişir
Bu hatıralarımı okuyan idareciler isterlerse bundan çok ders alabilirler. Çünkü, sporcu memleket dışına çıktığı zaman büsbütün başka bir şahıs oluyor ve ona göre idaresi de zorlaşıyor. Bu sözlerimi muhtelif vesilelerle memleket dışına kafile götürmüş idareciler şüphesiz tasdik ederler… dedikten sonra, gelelim Paris Olimpiyatlarımın ikinci ve asıl olimpik safhasına.
Paris’in güney kapısına yakın yerde kiraladığım yer bir kız pansiyonuydu. Yaz münasebetiyle boş olduğundan kiraya veriliyordu. Yatakları, döşemesi bizi memnun edecek haldeydi. Ne var ki, yatak sayısı 25-30 kadardı. Onun için Otomobil Nuri Bey’in Paris’e getirmesini tellediğim futbol kafilemiz —ki, 20 kişi kadardı— Paris’te çok kalamayacaktı. Zaten işi bitmiş olan bu sporcular ikinci kısmıyla birlikte olimpiyat geçit resmine iştirak ettikten sonra, memlekete dönmeleri lâzımdı.
Hangisinin daha evvel geldiğini bilmiyorum. Ama, Ali Sami Bey merhumun başkanlığındaki güreşçi, halterci, bisikletçi ve atletlerden mürekkep ikinci kafile de gelince, ikisi birlikte tuttuğumuz pansiyona sığmadılar, bazı odalara ilâve yataklar koyduk. Kafilelerin Paris’te toplanmalarından bir veya iki gün sonra 8. Paris Olimpiyat Oyunları resmen Fransa Cumhurbaşkanı tarafından açılacak ve amatörlük yemini edilecekti.
Uzatmayayım, 8. Paris Olimpiyatları açılış gününde kafilemiz oldukça temiz ve muntazam bir şekilde bayrağımızı taşıyarak geçit resmine iştirak etti ve yemin esnasında and içme kürsüsünün etrafında dizildi. Birinci gün merasimden başka bir şey yapılmadı ve yerlerimize döndük.
Ali Sami Bey’in Çocukluğu
Teşkilât başkanı Ali Sami Bey, futbol kafilesinin vapur beklemeksizin —çünkü bu vasıta her zaman bulunamıyordu— tren yoluyla İstanbul’a avdet etmesini emretti ve kafilenin pasaportlarını galiba Nuri Bey’e vererek onları yolcu etti.
Fakat kafileden 3 kişi söz dinlemedi. Bunlar Futbol Millî Takımının gözbebekleri Aslan Nihat, Zeki ve Yavuz İsmet beylerdi. Üçü de bugün Allah’ın rahmetine kavuşmuş bu çocukların isyanları Ali Sami Bey’i ve umumiyetle kafile disiplin ruhunu çok sarstı. Çocukları pansiyondan çıkardı ve pasaportlarıyla yol paralarını Paris Başkonkosolosumuza vererek bunların asker olmaları ve Paris’e kendi mesuliyeti altında gönderildikleri için, isyan etmelerine karşı işi hükümete bırakıyordu. Bu hareket şüphesiz çocukluktu. Müsabakaları olmadığı için Paris’te bir müddet eğlenmek istiyorlardı.
Bu durumların ne kadar sürdürdüklerini bilmiyorum. Ama geceleri gizli gizli pansiyondaki arkadaşlarının odalarına gelip yattıklarını biliyorduk. Bu hadise böylece savuşturulduktan sonra ikinci olimpiyat kafilesinin meseleleri başgösterdi.
Ömer Besim Yoğurt İstiyor
O devirde bizim yegâne güvendiğimiz atlet Ömer Besim’di. Renginin koyuluğu, küçücük vücudunun güzelliği ve koşu sisteminin şayan-ı dikkat ritmi (koşu temposu) seyircilerin hemen dikkatini celbediyordu. Pansiyon mutfağı çocuklarımızın alıştığı yemekleri hazırlıyor ve her gün mutlaka bir ızgara et veriyordu. Ömer Besim, günün birinde:
— Ben yoğurt isterim! dedi.
O tarihlerde yoğurt , Fransa’da nadir bulunur bir gıdaydı. Hele bizim kaldığımız Porte d’Orlean semtinde adını bilen bile yoktu. Bulamadık yoğurdu. O da et yemedi, bir şeftali yedi, yarışı kazanamadı. Zaten kazanamayacaktı. Ama bunu sebep diye gösterdi.
Bunları şimdiki idarecilere anlattığımın sebebi, en mazbut sporcuların bile, memleket dışında tamamen şahsiyet değiştirdiklerini göstermektir.
Fiyaka Pahalıya Mal Oluyor
Müsabakalar devam ediyordu. Güreş ve halterde iddialıydık. Çoban Mehmet, henüz güreş kafilemize girmediğinden Paris’te yoktu. Hatırımda kaldığıma göre, bizim Üsküdarlı Fuat, Tayyar merhum, galiba Hilmi Bey’le Mazhar’ı getirmişlerdi. Haltere merhum Gülleci Cemal girmişti. Bilhassa bu çocuktan çok ümidimiz vardı. Çünkü kendisi 52 kilo olduğu halde kendi ağırlığının hemen hemen iki mislini kaldırıyordu. Bir kusuru, halter sistemi eski sistemdi. Yani şimdiki gibi halterin altına girip bacaklarıyla yukarı kalkmıyor, halteri yerden ellerinin üstüne kadar kollarıyla kaldırıyordu. Zaten Paris’te muvaffak olamamasının sebeplerinden biri de buydu. Ama daha iyi netice alamamasının başka bir sebebi vardı. O da, fiyaka satmak.
Bu, nasıl olmuştu?
Paris’te Cemal’in sırtına kendine göre güzel ve siyah bir mayo almak istedim. Faubourg Montmartre’deki spor malzemesi satan bir mağazaya gittim. Adam bize mayo çıkarırken, Cemal duvarda asılı duran, vaktiyle kuvvet artırma ve gösterme âletlerinden biri olan tam 9 yaylı sandok dediğimiz iki elle açılan âleti eline aldı. Dükkân sahibi bunu görünce, Cemal’e Fransızca:
— O senin oynayacağın oyuncak değil, mösyö! dedi.
Cemal bana:
— Ne diyor Reis Bey? deyince, ben de boş bulundum.
— O senin oynayacağın oyuncak değil, diyor! dedim.
Bu söz üzerine Cemal, Extenseur = Sandok’u eline aldı ve dükkân sahibinin şaşalamış gözleri önünde 3 defa, hem de ağır ağır açtı ve kapadı. Adam:
— Formidable! deyip duruyordu.
O günkü fiyakada kol adalelerini çok zorladığı için müsabakaya kolları ağrıyarak girdi ve ancak 8. olabildi. Bunu yapmamış olsaydı, madalya almasa bile, dördüncü veya beşinci olması muhakkaktı. Çünkü bu çocukta kuvvet vardı, metod yoktu. Metodu da, hemen orada rakiplerinden öğrenebilirdi.
Tecrübe
Güreş sporu o devirlerde iki milletin hemen hemen inhisarı altındaydı, İsveçliler ve Macarlar. Hatırladığıma göre, Paris Olimpiyatları’nda Beynelmilel Güreş Federasyonu Başkanı Smith adında bir İsveçli idi. Güreş ve halter müsabakaları Paris’in meşhur kış velodromunda yapılıyordu. Muazzam bir kapalı salon olan burada birçok sporcuları tanımak fırsatını buldum. Bir gece müsabakalar geç bitti. Bizim çocuklar ve diğer kafileler gittiler. Ben nedense sona kalmıştım. O tarihte Ali Sami ve ben, bazı toplantılar dolayısıyla şehirde bulunmak mecburiyetindeydik. O sebeple şehirde Paris-Nice adında bir otele taşınmıştık. Kış Velodromu’ndan çıktıktan sonra otele kadar beni götürecek vasıta aradım. Saat geceyarısını hayli geçtiği için metro dahil hiçbir vasıta yoktu. Ve ben bu mesafeyi tam 1.5 saatte yaya olarak yürüdüm. Otele geldiğim zaman bacaklarım tutmuyordu.
Nihayet işler bitti. Ben, Ali Sami Bey’le kafilenin hesap-kitaplarını kapamak için Paris’te kalmak üzere kafileyi yola koyacağımız gün bir haber aldık. “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” muhasebecisi, pek emin ve güvenilir, zengin bir adam sandığımız zat, teşkilât kasasından 15 bin lira çalıp, ortadan kaybolmuştu. Paris Olimpiyat hatıralarını, bu kötü haberle kapadık. Bu olimpiyatlarda Türkiye, sadece bir olimpiyat oyunlarının atmosferi, âdetleri, zorluk ve kolaylıkları nedir? Bunun hakkında bir fikir edinmiş oldu. Bu tecrübe, 1928 Dokuzuncu Olimpiyatlarda çok işimize yaradı.
10 Kasım 1970 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Ulu Önder Atatürk’ü anmak için kaleme alınan yazılar arasında “Atatürk ve Spor” başlıklı bir metin de var. Kıymetli sözleri ve Arıburnu hatırası bilindik ama Fenerbahçe Başkanı Yavuz İsmet Uluğ’un milli maça davet anısı bizim için yeni… Acaba Fenerbahçe ile Atatürk arasındaki muhabbeti kıskanıp işi “Futbol nedir bilmezdi. Futbolcuları tanımazdı” diyenler bir kez daha utanır mı?
Yavuz İsmet Uluğ (Fenerbahçe Kulübü Eski Başkanı) :
“Rusya ile Ankara’da iddialı bir karşılaşmaya hazırlanıyorduk. Ata’mızı da aramızda görmek istedik. Kendisini maça davet ettik. Ancak Atatürk’ün cevabı ‘Kendinize güveniyorsanız geleyim. Benim mağlubiyetlere tahammülüm yoktur’ olunca cesaret edip ısrar edemedik. Atatürk maça gelmedi. Son 10 dakikaya kadar 1-0 galip olduğumuz maçı arka arkaya yediğimiz gollerle 2-1 kaybedince ‘İyi ki çağırmadık’ diye sevindik.”
Atatürk ve Spor
Türk gençliğini her şeyin üstünde tutan ve büyük önem veren Büyük Önder Atatürk’ün ebediyete intikalinin 32nci yıl dönümünde büyük saygı ile anıyoruz.
Sporu bir dava, bir nesil gelişmesi meselesi olarak gören Büyük Atatürk’ün “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” ilkesine bağlılığımızı bir kere daha tekrarlarken O’nun spor hakkındaki ölmez sözlerini yeni yetişen genç kardeşlerimize sunuyoruz.
“Açık ve kati söyleyelim ki sporda muvaffak olmak için her türlü muavenetten ziyade bütün milletçe sporun mahiyeti ve kıymeti anlaşılmış olmak ve ona kalpten muhabbet etmek, onu vatani vazife telakki eylemek lazımdır.”
“Zafer zafer benimdir diyebilenin, muvaffakiyet muvaffak olacağım diye başlıyanın ve muvaffak oldum diyebilenindir.”
“Her çeşit spor faaliyetini Türk gençliğinin milli terbiyesinin ana unsurlarından saymak lazımdır. Bu işte hükümetin şimdiye kadar olduğundan çok daha ciddi davranması, Türk gençliğinin spor bakımından milli heyecan içinde itina ile yetiştirilmesi önemli tutulmalıdır.”
Büyük Ata’nın Spora Ait Bir Hatırası
Arıburnu Kumandanı idim, iki tarafın ateş hattan arasında 50 – 60 metre mesafe vardı. Birbirlerine en yakın hatlar arasında dolaşan Türk ve İngiliz keşşaflarından ikisi, gecenin kara kesafeti içinde ellerindeki silahları istimal edemeyecek kadar burun buruna temas etmişler.
Her iki cesur keşşaf, silahlarını atmışlar. Doğrudan doğruya birbirlerini boğazlamak için ellerini kullanmak zaruretini hissetmişler, İngiliz keşşaf yumruklarını sıkmış, boks denilen sporun Türk neferinin vücut ve kalbi üzerinde tatbik etmeye başlamış. Bu mahirane yumruk idmanını bilmeyen Türk neferi, kalbine maddeten, vicdanına manen vurulan darbelerin tesiri altında iki elini ötekinin boğazına uzatmış, var kuvvetiyle düşmanın gırtlağını yakalamış, düşman neferinin boğazı iki demir pençeli mengenesinde sıkışınca bizim nefer boks darbelerinin iptida hafiflediğini, biraz sonra zail olduğunu görmüş.
Nefer, esirini sürükleyerek benim yanıma getirdi. Gece yarısından sonra idi. Evvela düşman neferini sorguya çektim:
— Ne oldu? Sen niçin buralara kadar geldin?
— Spor, cevabını verdiler.
Bizimkine sordum:
— Nasıl oldu?
Nefer, esirin verdiği ilmi cevabı anlamamış olmaktan korkarak:
— Bilmiyorum, dedi.
Ben birincinin ilmi ve fenni değil, ikincinin cehlinden ziyade edep ve terbiyesi üzerinde fazla duramadım.
— Sen sportmen misin?
— Evet, çok iyi…
— Bizim neferi nasıl buldun?
— Bilmiyor, dedi.
Türk neferine döndüm:
— İşitiyor musun? Senin için bilmiyor, cahildir, dedi. Kısaca:
— Huzurunuza getirdim efendim, cevabım verdi.
Benden, SPOR nedir? diye sorarlarsa, vereceğim cevap şudur:
“Spor, vatanın, milletin âli menfaatlerine tecavüz edenleri gırtlağından yakalayıp memleket ve millet hadimlerinin huzuruna getirebilecek kabiliyeti maddiyesi ve maneviyesidir.”
Cumhuriyet Gazetesi – 10 Kasım 1970 – Milli Maça Davet
Son Halife ve son Veliaht Abdülmecid Efendi’nin oğlu… Fenerbahçe onursal başkanlığını 1920-1924 yılları arasında yürütmüş Osmanlı Hanedan üyesi… Bugünkü yazımın konusu yukarıdaki sıfatların sahibi Şehzade Ömer Faruk Efendi olacak. Günümüzde, Fenerbahçe Başkanlığı yapmış olması sebebiyle “Milli Mücadele” karşıtı olarak yaftalanan bir Osmanlı şehzadesinin hayatından kesitler aktaracağım. Ülkesinden uzak geçirdiği yıllarda “Cânım Fenerbahçe” diyen Ömer Faruk Efendi hakkındaki görüşleri değerlendireceğim.
Bir Fenerbahçeli’nin İstanbul’da başlayıp, Kahire’de sona eren hayatından önemli satır başları…
Ömer Faruk Efendi’nin hikayesini aktarmaya babası Abdülmecid Efendi ile başlamanın, yazının sonunda yer vereceğim sonuç değerlendirmesi için fazlaca önem taşıdığı düşüncesindeyim. Kendisi hakkında Profesör Dr.Ali Satan’ın “Son Halife Abdülmecid Efendi” isimli biyografik eserinin, yazı boyunca aktaracağım bilgiler için ana kaynak olduğunu öncelikle belirtmek isterim. Bunun yanında Gazeteci-Yazar Murat Bardakçı’nın Ömer Faruk Efendi ile ilgili yıllar içerisinde yayınladığı makalelerden de yararlanılmıştır.
Baba Abdülmecid Efendi
Sultan Abdülaziz’in oğlu olan Abdülmecid Efendi Osmanlı hanedanı içerisinde sanatçı yönüyle olduğu kadar, Milli Mücadele’ye bakış açısı ve kuzeni Son Padişah Vahdettin ile ilişkileriyle de öne çıkmaktadır. Abdülmecid Efendi, dönemin birçok yerli ve yabancı yayınını takip eden, geniş bir kütüphaneye sahip hanedan üyesiydi. Abdülmecid Efendi “Batı müziğinin popüler dans türlerinde eserler vermiş”, hatta “Elegie” adlı eseri İtalya’da yayınlanmıştır.
Abdülmecid Efendi’nin ressamlığı ise üzerinde durulması gereken en önemli özelliğidir. Bugün bile sanat çevreleri tarafından “profesyonel bir ressam” olarak nitelenen Abdülmecid Efendi’nin tabloları uzun yıllardır sergilenmektedir. Bu tabloların içerisinde en dikkat çekici olanı “Tarih/Nasihat” ismini verdiği tablosudur. 1912 Yılında tamamladığı tabloda, Edirne’nin Bulgaristan tarafından işgal edilmesinin ardından bir Balkan haritası üzerinde oğlu Ömer Faruk Efendi ve kızı ile birlikte kendisini resmetmiştir. Dönemin birçok sanatçısı, edebiyatçısı ile yakın dostluklar kuran Abdülmecid Efendi aynı zamanda 1908 yılında kurulan “Osmanlı Ressamlar Cemiyeti”nin de başkanlığını yapmıştır. Ömer Faruk Efendi’nin babası, Veliaht Abdülmecid Efendi ile ilgili Profesör Dr. Ali Satan’ın aşağıdaki yorumu yazının son bölümü için bir yol gösterici niteliğindedir:
“Dindar, gelenekle barışık ve aynı zamanda batıya da açık bir insan… Doğu-Batı, gelenek-modernite ikilemleri karşısında kompleks taşımayan bir Türk aydını. Onun “Doğuyu ve Batıyı kendinde birleştirmiş” olduğunu görüyoruz ki bu, bizim ikisinden hangisi olmamız gerektiğine dair sorumuza verilmiş tarihi cevap gibidir”
“Boykotçu Şehzade”
Döneme ait kaynaklarda Ömer Faruk Efendi’nin sık sık babası ile birlikte zaman geçirdiğine; gerek resmi kabullerde gerekse kütüphanesindeki çalışma saatlerinde onun yanında olduğuna ilişkin bilgiler yer almaktadır.
Baba-Oğul arasındaki ilişkinin yakınlığını, Ömer Faruk Efendi’nin okul yıllarında yaşanan bir olayın daha açıkça ortaya koyacağı düşüncesindeyim. Ömer Faruk Efendi’nin öğrenim hayatını sürdürdüğü Mekteb-i Sultani’nin müdürü Tevfik Fikret, 1910 yılında dönemin Eğitim Bakanlığı ile ters düşmüş ve bunun üzerine görevden alınmıştı. Öğrencileri bu gelişme üzerine Tevfik Fikret’e olan bağlılıklarını okulu boykot ederek göstermişlerdi.
Murat Bardakçı’nın ulaştığı dönem gazetelerinde çıkan haberlere göre bu öğrenciler arasında Ömer Faruk Efendi de vardı. Boykotçu öğrenciler olarak tepkilerini bugünün İstiklal Caddesi’nde düzenledikleri yürüyüş ile göstermişler, müdürlerinin yeniden okula dönmesini istemişlerdir. Oğlunun yaptığı protesto baba Abdülmecid Efendi’nin de ilgisini çekmişti. Abdülmecid Efendi devletin yüksek kademesine yazdığı mektuplarda “Tevfik Fikret’in başarılı icraatlarına dikkat çekmiş, onun yokluğunda okulu önemli tehlikelerin beklediğini söylemiş”, kısacası görevden alınan müdürün ve boykotçu öğrencilerin tarafını tutmuştu.
Bu aşamada boykottan bir sene öncesine dönüp Devlet Arşivlerinde karşıma çıkan bir belgeye yer vermek istiyorum. Belgede dönemin Sadrazamı Hüseyin Hilmi Paşa, lise öğrenimi için Mekteb-i Sultani’ye başlamasına karar verilen Şehzade Ömer Faruk Efendi için okulun müdürü Tevfik Fikret’e bir mektup göndererek, şehzade için gereken özenin gösterilmesini ister. Bu mektuba Tevfik Fikret’in cevabı ise “başka ne gibi takayyüdat (dikkatli davranma, özen gösterme)” lazım geldiğini tırnak içinde sormak şeklinde olur. Baba Abdülmecid Efendi‘nin, öğrencilerinin kim olduğuna bakmadan onlara eşit muamele eden okul müdürü Tevfik Fikret’e yaklaşımı bu belge ile birlikte daha değer kazanmaktadır.
Asker
Ömer Faruk Efendi, Tevfik Fikret krizine rağmen Mekteb-i Sultani’yi bitirir. Şehzade, üniversite eğitimine Avrupa’da devam etme kararı alır. Ali Satan’a göre bu kararı almasında Mekteb-i Sultani’deki hocaları Tevfik Fikret ve Salih Keramet Nigar’ın yönlendirmelerinin etkisi vardır.
Ömer Faruk Efendi önce Viyana’daki Theresianum Askeri Okulu‘nda, daha sonra da Berlin’deki Potsdam Askeri Okulu’nda eğitim alır. Bu eğitimlerin ardından ülkesine dönen Ömer Faruk Efendi, 1914 yılında Harbiye Mektebi‘nden de mezun olur. Osmanlı Devleti’nin Almanya ile yakınlaşma politikası sürdürdüğü bu dönemde Ömer Faruk Efendi’nin Alman ekolü ile eğitim alması doğal karşılanması gereken bir durumdur.
Dönem basınında Şehzade’nin üniversite eğitimi için yurtdışına gitmesinden bahsedilmiş, kendisi “Avrupa’ya eğitime gönderilen ilk şehzade” olarak tanıtılmıştır. Ömer Faruk Efendi yurtdışında geçirdiği yıllar sonunda Almanca’ya anadil seviyesinde hakim olmuş, İngilizce ve Fransızcayı da konuşmaya başlamıştı.
Ömer Faruk Efendi, I.Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin Alman İmparatorluğu ile ittifak yapmasının ardından aktif olarak cephede savaşa katıldı. Almanya – Fransa sınırında gerçekleşen Verdun Muharebesi’nde müttefik Alman ordusu safında savaştı.
Osmanlı Şehzadesi Ömer Faruk Efendi’nin Almanya ile bu yakın ilişkileri 15 Aralık 1917’de başlayan ve 4 Ocak 1918’de sona eren Veliaht Vahdettin’in Alman İmparatoru II.Willhem’i resmi ziyaretinde yer almasını da sağladı. Padişah Mehmet Reşat’ın yaşlılığından dolayı Vahdettin Efendi’yi gönderdiği ziyarette Mustafa Kemal Bey de Veliahtın Yaveri olarak yer almıştı. Bu ziyaret, aynı zamanda Ömer Faruk Efendi ile Mustafa Kemal’in ilk karşılaşmalarıydı.
Padişah Damadı
Ömer Faruk Efendi’nin Osmanlı Hanedanının şehzadesi olarak sürdürdüğü hayatında babası Abdülmecid Efendi’nin önemli rol oynadığını yazının başında belirtmiştim. Abdülmecid Efendi ile Veliaht Vahdettin’in ilişkilerine kısaca değinmek bu rolü açıklamak için önemlidir.
1916 Yılında Padişahlık makamında Mehmet Reşat otururken, Veliaht sıfatını taşıyan Yusuf İzzettin Efendi’nin intihar etmesi ile kimin veliaht olacağı konusu gündeme gelmişti. Teamüller gereği Vahdettin veliaht olacaktı ancak iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi, fikirlerini bildikleri şehzade yerine, kendilerine yakın gördükleri Abdülmecid Efendi’yi veliaht yapmak istiyordu. Çünkü Padişah Mehmet Reşat yaşlıydı ve sağlığı iyi değildi. Veliaht olacak kişi yüksek ihtimalle yakında padişah olacaktı. Bu doğrultuda veliaht olması teklifi Dahiliye Nazırı Talat Paşa tarafından Abdülmecid Efendi’ye iletilse de, şehzade tarafından “yüzyıllardır süren geleneği bozmak istemediği” gerekçesi ile reddedildi. Nitekim Veliaht olan Vahdeddin, Sultan Reşat’ın 4 Temmuz 1918’de ölümü üzerine Padişah, Abdülmecid Efendi de Veliaht oldu.
Ali Satan’ın tespitine göre Milli Mücadele başlayana kadar Padişah Vahdettin ile kuzeni Veliaht Abdülmecid arasında bir fikir ayrılığı yoktu. Anadolu’da başlayan Milli Mücadele, ikiliyi bir daha bir araya getirmeyecek şekilde ayırdı. Bu küskünlüğün tek istinası ise Veliaht Abdülmecid’in oğlu Ömer Faruk Efendi’nin, Padişah Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’a aşık olmasıyla ortaya çıkmıştır. Hanedanın güzel üyesi Sabiha Sultan ile evlenmek için o dönem Mustafa Kemal Paşa da girişimde bulunmuştur. Murat Bardakçı’nın aktardığına göre Sabiha Sultan, sonraki yıllarda yakın dostlarına Mustafa Kemal Paşa’nın evlenme isteğinden bahsederken olayı doğrulayacak, hatta “Kendilerini bir defa görmüş ve hoşlanmıştım. Gayet yakışıklı idi. Ateş gibi gözleri vardı, alev alev yanıyorlardı. Ama evlenemezdim, zira Faruk’u (Ömer Faruk Efendi) seviyordum” diyecekti. Sabiha Sultan, bu evliliği istememesinin bir diğer nedeni olarak da Enver Paşa’nın hanedan üyesi Naciye Sultan ile evliliğini göstermiştir: ” (Mustafa Kemal) Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan’ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu.”
Milli Mücadele
Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin Milli Mücadele ile ilişkisi 25 Nisan 1921 tarihinde orduya katılmak için İnebolu’ya gidişi ve akabinde Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul görülmeyerek, İstanbul’a geri gönderilmesi şeklinde özetlenebilir. Bu bölümde Ömer Faruk Efendi’nin bu girişimine yol açan olayları sıralamakta yarar görüyorum.
Veliaht Abdülmecid Efendi’nin Padişah Vahdettin ile Milli Mücadele’nin başlamasıyla beraber fikir ayrılığının başladığından söz etmiştim. Abdülmecid’in, Padişah ile arasındaki temel sorun, Sadrazam Damat Ferit’ti. Abdülmecid, Vahdettin’in Damat Ferit’e olan güvenini doğru bulmuyordu. Bu doğrultuda Padişah’a ilk muhtırasını 18 Ocak 1919’da verdi. “Anadolu’daki milliyetçilerle hükümet arasındaki mücadelenin sona erdirilmesini, Anadolu’ya şehzadelerden birinin başkanlığında bir heyetin gönderilip tarafların yakınlaştırılması gerektiğini” yazdı. Anadolu’da kurulan cemiyetlerin isteklerinin incelenerek faydalı olanlarının kabul edilmesi ve yerine getirilmesini istedi.
Bu söylem, İngilizler ve Fransızlar tarafından Abdülmecid’in Milli harekete ilgi gösterdiği şeklinde nitelendi.
Abdülmecid bu dönemde kendisi ile görüşen İngiliz yüksek komiserliği tercümanı Ryan’a şunları söylemiştir: “Halk, halkı Türk olan topraklarda Türk yönetimi istemektedir. İzmir faciası, Rumların cinayetleri ortadadır. Halk Mustafa Kemal ve arkadaşlarına itibar ediyorsa, bunun sebebi arzularına İstanbul Hükümetince itibar olunmamasıdır”Prof.Dr.Sina Akşin, Abdülmecid Efendi’nin bu teklif ve söylemlerini partiler üstü meşruti bir yöneliş olarak değerlendirmektedir. Akşin’e göre Veliaht, Padişaha karşı apayrı bir ideolojinin sözcüsüydü ve Anadolu’daki milli hareket ile “ülküdaş”tı.
Davet
Veliaht Abdülmecid bu eylem ve söylemlerinden dolayı Mustafa Kemal Paşa tarafından 1920’nin yaz aylarında Anadolu’ya davet edildi. TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa, Veliahtı Anadolu’ya davet eden bir mektup yazdı. Cevaben “Anadolu’ya geçmeyi ve bu mücadeleye katılmayı çok isterdim. Fakat bu karar ve hareketimin ailevi vaziyetimizle yani hanedan vaziyetinde nasıl bir değişiklik göstereceğini, bunun millet ve memlekete faydalı olup olmayacağını açıklıkla anlayıncaya kadar beklemenin daha doğru olduğunu düşünmekteyim” diyerek, daveti reddetti. Resimli Tarih Mecmuası’nın 1952 yılında yayınlanan 29.sayısında Mehmet Ataker’e ilk ve tek röportajını veren Ömer Faruk Efendi, babasının bu daveti reddetmesinin temel sebebinin “ikilik” çıkarmak istememesi olduğunu söylemiştir.
Abdülmecid Efendi’nin Mustafa Kemal Paşa’nın iç isyanlar dolayısıyla sıkışık durumda olduğu bir zamanda davetini reddetmesi, TBMM ile hanedan arasında var olan soğukluğun artmasına neden olmuştur. Diğer yandan Veliahtın Anadolu’ya geçerek milli hareketin başına geçme ihtimali İtilaf Devletleri’nin uzun zamandan beri korktukları bir konuydu. Bu doğrultuda İstanbul işgal edildikten sonra Veliaht Abdülmecid Efendi’nin sarayı İngilizler tarafından kuşatılarak, yazışma notlarına ve belgelerine el konuldu. Abdülmecid’in Mustafa Kemal’in davetini kabul etmemesinde İngiliz faktörü de göz önünde tutulmalıdır. Abdülmecid, İngilizler tarafından ev hapsinde tutulurken Mustafa Kemal Paşa’ya şu mesajı gönderdi:
“Vaziyeti görüyorsunuz, bu şartlar altında benim ayrılmam maddeten de mümkün gözükmüyor. Mustafa Kemal Paşa’ya hürmetlerimi ve muvaffakiyet temennilerimi söyleyin. Beni mazur görsün.”
İngilizlerin göz hapsinde tutulan Abdülmecid Efendi 16 Eylül 1920’de, 9 ay önce dünür olduğu Padişah’a bir mektup yazdı:
“Yüce şahsınızı elinde ihtiras oyuncağı yapan Ferit’in (Damat Ferit) yalanına dolanına nasıl inanıyorsunuz? Ferit beni bilmez ve anlamaktan acizdir. Bütün önemli hususları kişisel amaçlarına tabi kılan Ferid’in hıyanetkar idaresine bir son veriniz”
Bu mektuptan sonra Veliaht ile Padişahın arası düzelmemek üzere bozuldu. Vahdettin ülkeyi terk ettikten sonra onun hakkında “hain” sıfatını kullanan tek hanedan mensubu Abdülmecid Efendi’ydi.
Ömer Faruk Efendi İnebolu’da
Babası Veliaht Abdülmecid, başkent İstanbul’da İngilizlerin göz hapsindeyken Fenerbahçe Başkanı Şehzade Ömer Faruk Efendi, 25-26 Nisan 1921’de gizlice İnebolu’ya gitti. Bu esnada Türk ordusu I.ve II. İnönü Savaşlarını kazanmış, Milli Mücadele zafere doğru ilk adımlarını atmıştı. Şehre adım atar atmaz, Ankara’ya “vazife-i vataniyyem ve askeriyemi görmek üzere” geldiğini bildirdi. Anılarını 1957 yılında yazan ve Ömer Faruk Efendi’yi İnebolu’da karşılayan polis memurlarından biri olan Ali Rıza Öge, şehzadenin ziyareti ile ilgili şu ifadeleri paylaşmıştır:
“ ‘Şehzadem, millet sizi bekliyor, buyrun’ deyip onu karaya çıkarmışlar. Vapur hareket edinceye kadar Ankara’dan cevap gelmeyince İnebolu’da kaldı. Bir otelde yer bularak korumalar eşliğinde bir geceyi geçirdi. Gece yarısına doğru Ankara’dan gelen telgraf emriyle ilk gidecek vapurla İstanbul’a iadesi bildirilmişti. Biz de kendisini İstanbul’a iade ettik” Ömer Faruk Efendi’nin ve İnebolu’da görevli memurların beklediği Mustafa Kemal Paşa’nın telgrafında şunlar yazılıydı:
“Telgrafınızı büyük bir memnuniyetle aldık. Yüksek zatınızın Anadolu’yu şereflendirmeleri tarihteki üzücü örneklerinden de görüldüğü üzere saltanat mensupları arasında bazı fena anlamalara yer verebileceği ve birlik halinde bulunan milli kamuoyunu yeniden karışıklığa düşürmek suretiyle fevkalade mahzurlara sebep olabileceği için vatan ve milletin bütün saltanat hanedanı mensuplarının hizmetinden istifade edecekleri zamanın gelmesini bekleyerek şimdilik İstanbul’da kalmaya devam etmenizi yaradılışınızın verdiği vatan sevgisinin gereği görüldüğü saygı ile arz olunur”
Anadolu’ya geçmesi uygun bulunmayan Ömer Faruk Efendi, o gün neler hissettiğini yıllar sonra verdiği tek röportajında şöyle anlatıyordu: “O zaman 23 yaşındaydım. Tecrübesizdim. İstanbul’a döndüğüm takdirde, İngilizler tarafından yakalanacak, hapsedilecek ya da Malta’ya sürülecek belki de öldürülecektim. Sarayın bana karşı takınacağı hareket, Vahdettin’in intikam almaya kalkması… birer birer gözümün önüne geliyordu.” Ömer Faruk Efendi, Gazeteci Mehmet Ataker’e Ankara’nın kendisini kabul etmemesinin nedenini şöyle açıklıyordu: “Birkaç ay sonra Millet Meclisi’nde benim için sorulan bir soruya şöyle cevap verilmişti: ‘İngilizler veya saray tarafından gönderilmiş olması ihtimaline karşı kendisini iade etmek mecburiyetinde kaldık’”
Ömer Faruk Efendi’nin sözünü ettiği cevabı TBMM’nin 24 Aralık 1921 tarihinde toplanan gizli oturumunda Mustafa Kemal Paşa tarafından verilmişti. Mustafa Kemal Paşa, milletvekillerine Şehzade’nin gelişi ile ilgili şu açıklamayı yapmıştı:
“Efendim, bunların mahdumu Ömer Faruk Efendi İnebolu’ya gelmişti; ben kendisini iade ettim. Onun gelişi babasının (Abdülmecid Efendi) ve yahut kayınpederinin (Padişah Vahdettin) onayıyla olup olmadığını bilmiyorum. Şahsen Ömer Faruk Efendi’yi tanırım. Bana bazı mektuplar yazmıştı ve kendisiyle yakından temasta bulunan bazı arkadaşlarla da sözlü haber göndermişti. Bana yazdığı şeylerde diyor ki: “Ben oraya geliyorum. Ben oraya gelir gelmez, benim şartlarımı şimdiden tespit ediniz. Ben buradan bir takım insanlar getireceğim ve benimle beraber kalacaklardır” Doğrudan doğruya amacı, halife ve padişah olmak.. Bunun mümkün olamayacağını kendisine söylemişler. Bunu kafasına koymuş. Halbuki Ömer Faruk Efendi’yi buraya getirmek Halife veya Padişah yapmak söz konusu değildi. Belki de bir çok kargaşaya sebep olacaktı. ‘En iyi vazifenizi İstanbul’da görürsünüz’ demiştim.
Yalnız ona demişler ki, ‘gider gitmez emri vaki yaparsın ve millet her şeyi unutur, büyük gösterilerle sizi Padişah ilan eder’ ve o da buna güvenerek benim onayımı almaksızın gelmiştir ve hakikaten İnebolu’ ya çıktığı zaman, beklendiği üzere ve derhal İstanbul’a da haber vermiştir. Yani açıkça Padişahın ya da babasının izni ile gelmiştir.”
Ömer Faruk Efendi’nin İnebolu’ya gelişinin en önemli tanığı, Milli Mücadele’ye katıldıktan sonra Batı Cephesi Kurmay Başkanlığı görevini yürütecek, Cumhuriyet’in ilanından sonra ise Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapacak olan, aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye’den sınıf arkadaşı Orgeneral Asım Gündüz’dür. O dönem Harp Akademisinde ders veren, Ömer Faruk Efendi’nin öğretmeni de olan Miralay Asım Bey:
“Ömer Faruk Efendi bana gelerek, ‘Hocam, ben Anadolu’ya gitmek istiyorum. Eğer Mustafa Kemal Paşa, babam gelmedi diye kızdı ise ben vardım. İster babamın yerine beni kabul etsin isterse Milli Mücadelede bir er olarak kullansın. Gideceğim. Kararımı verdim’ demişti. Tam bu sıralarda Mustafa Kemal Paşa’dan haber aldım. Paşa beni Ankara’ya çağırıyordu. Ömer Faruk Efendi, tekrar evime gelerek Anadolu’ya geçmek konusunda ısrar etti. Arkadaşlarla görüştük. ‘Mustafa Kemal Abdülmecit’i istiyordu. O gidemedi bari oğlunu götürelim. Bu, herhalde yanlış bir hareket olmaz’ diyerek onu da götürmeye karar verdim. Şehzadenin seyahat ettiğimiz gemide tutulduğu bölmenin şartları dolayısıyla yarı baygın halde kıyıya çıkartılması, kimliğinin açığa çıkmasına sebep oldu. Yolculuk sonrasında tedaviye ihtiyacı vardı. Gemiden çıkartıldıktan sonra İnebolu’da gelenin kim olduğu haberi yayılınca halk rıhtıma yığıldı. Davullar zurnalar serhat türküleri gökleri inletmeye başladı. Her tarafta silahlar patlıyordu. Ankara’nın asıl manevi endişesi İnebolu’da genç şehzadeye karşı gösterilen büyük tezahüratın Milli Mücadelenin gayesi üzerinde meydana getireceği şüphelerde toplanmıştı. Ömer Faruk Efendi’ye yapılan tezahüratı kimse beklemiyordu.”
Asım Gündüz’e göre Ömer Faruk Efendi’nin geri gönderilmesinin bir diğer nedeni de şuydu:
“Daha sonra öğrendiğime göre Ankara’nın dostu olan bir yabancı, hanedana mensup bir kişinin Milli Mücadele safhında olmasının bilhassa İngilizler tarafından istismar edileceğini, Anadolu’nun müdafaasına karşı nispeten tarafsız davranan İtalyan ve Fransızları da aleyhimize sevk edeceğini ihtar etmiş. Bu ihtimali mümkün ve akla yakın görmüştüm.”
Fenerbahçe Başkanı
Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe’ye 1920 yılında 21 yaşındayken başkan oldu. Başkanlığı, Osmanlı hanedan üyelerinin yurtdışına çıkarıldığı 1924 yılının Mart ayına kadar devam etti. Başkanlığı süresince kulübe, şimdiye dek tespit edebildiğimiz sadece bir ziyaret gerçekleştirdi. 26 Aralık 1920’deki bu ziyaret dönemin Spor Alemi dergisinde geniş yer buldu. Ziyaret sonrasında kulüp hatıra defterini imzalayan Şehzade’yi kulüpte karşılayanlar arasında ilerleyen yıllarda Fenerbahçe’ye başkanlık da yapacak olan genç bir sporcu, Yavuz İsmet (Uluğ) de vardı.
Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe ile ikinci ve son teması ise yıllar sonra gerçekleşecek ve Fenerbahçe Tarihinde derin bir iz bırakacaktır. Spor Alemi Şehzade’nin ziyaretini şu satırlarla aktarmıştı:
“26 Aralık Pazar günü, Fenerbahçe Kulübü fahri başkanlığını kabul buyuran Şehzade Ömer Faruk Efendi Hazretleri kendi yurtlarını (kulüplerini) ziyaret etmişlerdir. Öğleden sonra saat ikide Kadıköy gençlerinden bir kısmı orta salonda sevgili reislerini karşılamak için hazırdılar. Fahri Başkanın yanında yine kulüp üyelerinden Damat Mecit Bey ile Damat Selami Bey ve yaverleri Binbaşı Faik Bey Efendiler bulunuyordu. Önce kulüp ziyaret edildi ve kütüphane, kayıkhane, jimnastik, tenis alanları gösterilerek efendi hazretlerine spor sahasındaki kulübün faaliyeti hakkında bir fikir verilmek istenildi, sonrasında kulüp üyelerinden bir kısmı tanıtıldı. Bu arada kulüpte tenis şubesinde çok yüksek bir faaliyet gösteren Damat Mısırlı Muhsin Yeğen Bey de bulunuyordu. Saat üçte havanın elverişsizliği dolayısıyla yalnız salonda bazı sporlar yapılabildi. İlk numarayı azadan Said ve Fevzi Beylerin eskrimi ve ikinciyi de muallimleri meşhur şampiyon Miralay Grodotski ile Mösyö Nikolay’ın egzersizi oldu. Bundan sonra memleketimizin en kıymetli amatörlerinden İsmet (Yavuz İsmet Uluğ) ve Ziya Beylerin boksu, ve Binbaşı Mazhar Beyefendinin idare ettiği Alman jimnastiği ile program sonlandırıldı. Bu sırada kulübün en değerli bir parçası olmakla beraber musiki yönüyle de gurur kaynağı bir amatörü olan Ekrem Bey’in keman ile çaldığı birkaç parça musikide de kulübün bir yerinin bulunduğunu hissettiriyordu.”
Ziyareti esnasında Kulüp anı defterine bıraktığı iz, bugün hala Fenerbahçe Müzesi’nde sergilenmektedir. O satırlarda Fenerbahçe Başkanı Ömer Faruk Efendi, şu satırlarla kulübünü onurlandırmıştır: “Kulübün tealisini (gelişmesini) görmek medar-ı iftiharım (gurur kaynağım) olacaktır”
Ömer Faruk Efendi’nin Fahri Başkanı olduğu Fenerbahçe, bu dönemde sadece yabancılarla maç yapmakla kalmadı, devletin düzenlediği bağış kampanyalarında aktif rol aldı. Bunlardan bir tanesi de Fenerbahçe – İttihatspor arasında oynanacak şampiyonluk maçının hasılatının Göçmenler Müdürlüğü’ne bağışlanmasıydı. 17 Ağustos 1921 günü oynanan maça Fenerbahçe, Şekip, Galip, Hasan Kamil, Fahir, İsmet, Ethem, Ömer, Boldin, Zeki Rıza, Alaeddin ve Sabih 11’i ile çıktı. Akşam gazetesinin haberine göre maçta “her taraftan gelip stadı dolduran binlerce kişilik büyük bir kalabalık” vardı. Maçı 3-2’lik skorla kazanan Fenerbahçe, şampiyon olmuş ve Göçmen Müdürlüğü yüklüce bir gelir elde etmişti.
Halife’nin Oğlu
Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra, 1 Kasım 1922’de Saltanat yönetimine son veren TBMM, Osmanlı Hanedanın elindeki dünyadaki bütün Müslümanların liderliği anlamını taşıyan “Hilafet” makamına Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin babası Abdülmecid Efendi’yi getirdi. Anadolu’daki Milli Mücadele’ye çeşitli sebeplerle katılmamış/katılamamış olsa da İstanbul’da Fahri Başkanı olduğu Kızılay Cemiyeti aracılığı ile Anadolu’ya yardım ettiği kayıtlara geçen, Milli Mücadele’nin kutlama, miting, yardım gibi organizasyonlarına hem kendisi hem de oğlu adına bağış yapan Abdülmecid Efendi’nin halife olarak seçilmesinde bu tavrının önemli etkisi vardır. Ömer Faruk Efendi’nin halifenin oğlu olarak İstanbul’da yaşadığı 2 yılı aşkın zaman boyunca, Fenerbahçe, İstanbul’u terk etmeye hazırlanan İşgal kuvvetleri takımlarına karşı üstünlüğünü korudu.
“Canım Fenerbahçe”
Ömer Faruk Efendi, Hilafetin kaldırılmasının hemen ardından diğer hanedan üyeleri ile beraber yurtdışına gönderildi. 1924 Yılından, 1969 yılına kadar 45 sene sürgün hayatı sürdü. İsviçre ve Fransa’da yaşadıktan sonra Kahire’de hayatını kaybetti ve oraya defnedildi. Mezarı yıllar sonra, Türk hükümetinin “sessizce nakledilmesi şartıyla” verdiği özel bir izinle Türkiye’ye getirildi ve Cağaloğlu’ndaki Sultan Mahmud Türbesi’ne nakledildi.
Ömer Faruk Efendi’nin, Fenerbahçe Tarihinin en özel hatıralarından biri olan, “Canım Fenerbahçe” seslenişi Murat Bardakçı’nın 16 Ocak 2006 yılında Hürriyet Gazetesi’nde yayınladığı bir mektupla gün yüzüne çıkmıştır. Bardakçı, Ömer Faruk Efendi’nin Kahire’den 20 Temmuz 1966’da İstanbul’da yaşayan dostu ünlü Tarihçi İsmail Hami Danişmend’e gönderdiği mektubun Fenerbahçe ile ilgili kısımlarını köşesine taşıdı. Bu mektupta Ömer Faruk Efendi, yıllar önce başkanlığını yaptığı Fenerbahçe Kulübü’nün o zamanki başkanı Faruk Ilgaz’dan bir mektup aldığını söylüyor, kulübün kendisini hatırlamasından duyduğu memnuniyeti anlatıyor ve gözyaşlarını tutamadığını yazıyordu.
“Geçen gün postacı geldi ve büyükçe bir zarf uzattı. Üstünde canım Fenerbahçe Spor Kulübü’nü görünce şaşırdım. Mektubu okuyunca büsbütün hayretlere düştüm. Kulübün yeni müdürü, eski başkanlarının resmini istiyor! Salonlarını süslemek için! Kırk küsur senedir böyle bir ilgi görmediğimden şaşırdım ve duygulandım. Gözlerimden yaşlar boşandı. Yeni ve eski birer fotoğrafımı, kulüp üyeleriyle çıkmış olan bir eski resmimi ve göstermiş oldukları ilgi dolayısıyla teşekkürlerimi yazdım ve gönderdim. Yeni reisin ismi de Faruk olduğundan, adaşlık sebebiyle bir sempati doğmuş olacak! Bana gönderdikleri kulübün ismi, işareti ve arkasına yazdıkları beni çok mütehassis etti: ’Kulüp erkanı, eski reislerine saygılarını sunarlar.’ Şimdi resim çerçevelenmiş halde yanımda duruyor…Ömer Faruk”
Sorular
Ömer Faruk Efendi nasıl bir kişiliğe sahipti?
Ömer Faruk Efendi’nin kişiliğinde şüphesiz Babasının etkisi büyüktür. “Doğu-Batı, gelenek-modernite ikilemleri karşısında kompleks taşımayan bir Türk aydını” olan Abdülmecid Efendi’nin oğlu ve şehzade ünvanıyla, Avrupa’da eğitim gören ilk hanedan üyesi olmuş, birden fazla yabancı dil öğrenmiştir. Özetle, Ömer Faruk Efendi, Osmanlı Modernleşmesinin hanedan içerisindeki en önemli temsilcisi sayılabilir.
Ömer Faruk Efendi Milli Mücadele’ye karşı mıydı?
Ömer Faruk Efendi’nin Milli Mücadele’ye karşı olduğunu söylemek elimizdeki belgelere ve kaynaklara göre imkansızdır. Anadolu’ya geçişi ile ilgili, kendisi ve Mustafa Kemal Paşa farklı sebepler ortaya koymuş olsa da, bu durum Ömer Faruk Efendi’nin ülkenin kurtuluşunu istemediği anlamına gelmemektedir. Babasının Sadrazam Damat Ferit’e ve Padişah Vahdettin’in Milli Mücadeleye olan tavrına getirdiği ağır eleştiriler göz önüne alındığında, iki tarafın ülkenin kurtuluşu için farklı yöntemler öngörmesi ihtimal dahilinde olsa da; bu, onun Milli Mücadeleye karşı olduğu göstermemektedir. Kendisini Anadolu’ya getiren Asım Gündüz’ün sonraki günlerde Milli Mücadele’nin önemli komutanlarından biri olacak olması ve Cumhuriyet’in ilanından sonra Genelkurmay 2. Başkanlığı yapması, bu değerlendirmeyi destekler niteliktedir.
Mustafa Kemal Paşa’ya göre Milli Mücadele’nin yöntemi neydi?
Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Mücadele yıllarında söylemleri farklı bakış açılarıyla değerlendirilmektedir. Bu söylemlerin ve Paşa’nın eylemlerinin tek hedefi şüphesiz ülkenin bağımsızlığını kazanmasıydı. Yakın çevresine Milli Mücadele’nin ilk günlerinde “Cumhuriyet” fikrini hayata geçireceğini paylaşmış olsa da, 620 yıldır bir hanedanın yönetimi altında yaşayan halka bu fikrini açmamıştır. Bağımsızlığın kazanılması için deha seviyesinde bir iç politika yürütmüş, kendi deyimiyle “uygulamayı evrelere ayırarak, hedefe varmıştır.” Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’un giriş kısmında yer alan ifadeleri yaptığım bu değerlendirmenin temel dayanağıdır:
“Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına tecavüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silahlı olarak karşı koymak ve onlarla mücadele eylemek gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gereklerini ve zorunluluklarını ilk günden ortaya koymak ve ifade etmek, elbette isabetli olamazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakalardan ve hadiselerden istifade ederek milletin hissiyat ve fikirlerini hazırlamak ve kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak lazım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur.”
Tarihi nasıl okumalıyız? Olaylara nasıl bakmalıyız?
Şüphesiz tarihi olayların, farklı düşüncelere sahip, dünyaya başka pencerelerden bakan insanlar tarafından çeşitli şekillerde yorumlanması doğal karşılanmalıdır. Bu farklı değerlendirmeler ancak tek bir şartla tarih yazımını değerli kılar. O da: “geçmişte yaşanmış olayları, meydana geldikleri dönemin şartlarına göre değerlendirerek” Anadolu topraklarında kurtuluş mücadelesi verilirken, iç isyanların bu mücadeleyi tehlikeye sokmaya başladığı günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın Veliaht Abdülmecid Efendi’yi Anadolu’ya davet etmesi onu “Saltanat yanlısı” yapmayacağı gibi, Osmanlı Şehzadesinin “Campidoglio” gemisinin gizli bir bölmesinde Anadolu’ya geçişi de onu “Milli Mücadele karşıtı” yapmaz.
Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe Başkanlığı ne ifade etmektedir?
Ömer Faruk Efendi, Fenerbahçe’nin fahri yani bugünkü anlamıyla onursal başkanlığını yürütmüş isimlerden biridir. Kısaca Fahri Başkanlık, yönetsel değil simgesel bir makamdır. Her ne kadar bu makam “simgesel” olsa da, Fenerbahçe’nin, buhranlı geçen kuruluş günlerinin ardından, ilk önce İttihat ve Terakki’nin sonrasında da hanedanın dikkatini çekmesi, kulübün sportif olduğu kadar sosyal bir olgu da olduğunu göstermektedir. Nitekim Fenerbahçe faktörü Cumhuriyet’in ilanından sonra da ülkeyi yönetenler tarafından dikkate alınmaya devam etmiştir. Fenerbahçe, Ömer Faruk Efendi’nin başkanlığı döneminde işgal yıllarının esir İstanbul’una moral kaynağı olmuş, bu dönemde yaşanan gerek maddi gerekse manevi sıkıntılara rağmen, Türk insanının kalbinde yer etmeye Ömer Faruk Efendi kulübün başkanıyken başlamıştır.
Dünyanın en büyük spor kulübü Fenerbahçe, Türkiye adına 18 olimpiyat oyununa 156 sporcu gönderdi. Ve olimpiyatlarda Fenerbahçeliler, Türk spor tarihine geçen işlere imza attılar. Aşağıdaki listede bu isimleri branşlara göre ayrılmış ve alfabetik sırada göreceksiniz. Kaynak bir yazı oldu. Emeği geçenlere teşekkürlerimizle…
Aşağıda okuyacağınız haber, 3 Nisan 1964 tarihinde Milliyet gazetesinde yayınlandı. Kongrede yeniden başkan seçilen, mütareke/işgal yıllarının efsane futbolcusu “Yavuz” İsmet Uluğ ve genel kaptanlık görevine getirilen bir başka efsanevi isim olan Halit Deringör, birlikte muhteşem bir Fenerbahçe tarifi vermişler : Sevginin İktidarı!
Fenerbahçe, o sezon sonunda (aynı zamanda “Fenerbahçe bir sevgi cumhuriyetidir” sözünün de sahibi olan) Halit Deringör yönetiminde, tarihinin 12. Türkiye şampiyonluğunu kazandı.
Fenerbahçe Kulübü Reisi İsmet Uluğ “İki kupadan da elendik ve bir milyona yakın para kaybettik, şimdi yeni bir devir başladı, eskiyi unutalım, kabahat müşterek.” demiştir.
Kongrede yeniden iktidara getirilen reis Uluğ, dün futbolcularla yaptığı konuşmada “Her ne pahasına olursa olsun Milli Lig Şampiyonluğunu kazanmamız lazım.” demiş ve şunları ilave etmiştir:
“Fenerbahçe milyonlarca taraftarı olan bir kulüptür. Hemen herkes Sarı-Lacivertli takımla alakalanmaktadır. Bu derece büyük sevgiyi kazanan bu takımın taraftarlarını memnun edebilmesi ancak Milli Lig şampiyonu olmakla mümkündür. Sizlerden gayret bekliyoruz”
Umumi Kaptan Halit Deringör
İdare heyeti tarafından Umumi Kaptanlığa getirilen Halit Deringör de futbolcularla teker teker tanışmış ve kadroda bulunan 18 futbolcunun da oynama şansına sahip olduğunu söylemiştir. Fenerbahçe’nin başarılı maçlar çıkaramamasında ve kupalardan elenmesinde moral bozukluğunun mühim rolü olduğunu ifade eden umumi kaptan sözlerine şunları eklemiştir:
“Türkiye’de yıkılmayacak tek iktidar Fenerbahçe sevgisi ve bu sevginin meydana getirdiği çoğunluktur. Ben hepinizden disiplin ve birbirinizi severek çalışmanızı istiyorum. Antrenör Kokotoviç tam selahiyetle vazife başındadır. Takım teşkili kendisine aittir. Bizler sadece ona yardımcı olacağız. Biz hiç kimseyi cezalandırmayı gaye edinmiyoruz. Arzumuz herkesi mükafatlandırmaktır. Ancak bu mükafata sizler layık olmaya çalışmalısınız.”
Umumi Kaptan, Basri’nin tekrar takımda oynaması konusunda “düşüneceğini” ifade etmiştir. Tam kadro halinde kültürfizik ve çift kale yapan Sarı-Lacivertli takım kampa girmiştir.
Şampiyon Kadro
Kamp kadrosunda şu futbolcular bulunmaktadır : Hazım Canıtez, Ali Filibeli, Atilla Altaş, Osman Göktan, İsmail Kurt, İsmail Alemdaroğlu, Mehmet Ali, Özcan Köksoy, Semih, Tuncay Becedek, Ali İhsan Okçuoğlu, Şeref Has, Özer Kanra, Hüseyin Yazıcı, Ogün Altıparmak, Şenol Birol, Birol Pekel, Selim Soydan, Aydın Yelken, Güray Erdener
3 Nisan 1964 / Milliyet gazetesi – Sevginin İktidarı
Fenerbahçe’de Başkanlığın Tarifini Literatüre Hediye Eden Adam
Fenerbahçe’nin 23. Başkanı. Demokrat Parti’nin (DP) 27 Mayıs’ta tutuklanıp Yassıada’ya gönderilen milletvekili, aynı zamanda Meclis Başkanvekili. Fenerbahçe tarihinde ise sadece “Ülkede iktidara kim gelirse Fenerbahçe’de de o gelir” klişesi içerisinde anılan bir aktör. Tarihi dönemeçlerden geçmesine, Fenerbahçe’yi 1959’da düzenlemeye başlayan “Türkiye Profesyonel Futbol Ligi”nin ilk şampiyonu yapmasına rağmen hakkında yazılanlar paragraflarla sınırlıydı bugüne kadar. Okuyacaklarınız bu sınırları kaldırmak için kaleme alındı. Fenerbahçe ile kesişen yolu, siyasi hayatı, 27 Mayıs, Yassıada günleri ve sonrası. Bir döneme damgasını vuran isimlerden olan Agah Erozan ve hayat hikayesi…
Agah Erozan
Mudanya’dan Meclise
Agah Erozan 1910 yılında Mudanya’da dünyaya geldi. Babası Ahmet Hamdi Bey, Kurtuluş savaşı yıllarında direnişe aktif olarak katılan ve Bursa’daki Kuvva-i Milliye’nin ileri gelenlerinden bir tüccardı. Bu sayede savaştan sonra İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmiş ve madalya aile miras olarak bugünlere gelmiştir. Erozan’ın özgeçmişini 1958 yılında yayınladığı bir makalede konu eden, dönemin DP muhalifi Akis dergisine göre Ahmet Hamdi Bey bir İttihatçıdır.
Agah Bey’e Fenerbahçeliliğin İttihatçı genlerinden miras kalıp kalmadığı şimdilik bir muammadır. Aynı dergiye göre ailenin soyu edebiyatçı Aşık Paşazade’ye dayanmakta, aile bu bağlantı nedeniyle “Aşıkzade” ismini Türkçeleştirerek “Erozan” soyadını almaktaydı.
İlk ve orta öğrenimini doğduğu yerde tamamladıktan sonra Bursa Lisesi’ni bitiren Agah Erozan, kendi söylemiyle iyi bir eğitim almıştır. Okul hayatındaki başarısını ilkokulda aldığı eğitime borçlu olduğunu söyleyen Erozan , 1930 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırır. 1933 yılında okulu bitirdikten sonra yedek subay olarak askerliğini tamamlar ve 1934 yılında Bursa’ya döner.
Erozan’ın ilk işi, dönem bürokrasisinde özel kalem müdürlüğü olarak adlandırılabilecek maiyet memurluğudur. Bu memuriyet sırasında mezun olduğu Bursa Lisesi’nde yarı zamanlı öğretmenlik yapacak ; tarih, coğrafya ve Fransızca dersleri verecekti. Bu görevden sonra kaymakam olan Erozan, 1944 yılına kadar çeşitli ilçelerde bu görevi sürdürür. Bu tarihte ise merkeze atanır.
1946 yılında Kartal kaymakamı olur.
1949 yılında Tekirdağ Vali Yardımcılığına atanır. Dönemin İçişleri Bakanı Emin Erişirgil ile arası açılınca seçimler öncesinde DP’ye geçer ve Bursa milletvekili adayı olur. Erozan, vali yardımcısıyken İç İşleri Bakanı ile arasının açılmasının nedenini “kendisine verilen kanunsuz bir emri yerine getirmemesi” olarak açıklamıştır. Erozan bu sebeple polis kontrolüne tabi tutulduğunu, milletvekili olduktan sonra kürsüden söyleyecektir. Erozan’ın kendisi gibi milletvekili olan oğlu Ahmet Kamil Erozan’a göre babasının tek parti yönetimi ile çekişmesi 1946 yılı seçimleri ile başlamıştır. Agah Erozan, İstanbul’da Fatih Kaymakamı iken, “seçim sonuçlarının ne olursa olsun ‘Halk Partisi’ adayları lehine açıklanmasına yönelik emri” yerine getirmemiştir.
“DP Horoz Partisidir”
Türkiye, 1950 seçimlerine gelene kadar Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı yıllarında 2 kez çok partili hayata geçmeyi denemiş ama başaramamış, kurulan partiler kısa sürede kapatılmıştı. İkinci Dünya Savaşının 1945’te sonra ermesi ile bir diplomasi başarısı olarak ülkeyi savaşa sokmamayı başaran Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, ülkenin yönünü batıya çevirmişti. Avrupa’yı kana bulayan savaş ülkelerin demokrasi ile yönetilmesinin gerekliliğini ortaya koymuş ve tek parti, tek adam gibi diktatöryel yönetimlerin tasfiye edilme gerekliliği doğmuştu.
Dünyanın; Hitler, Mussolini gibi liderlerle bir kez daha karşılaşmamasının tek çaresi demokrasi ve çok partili yönetimlerdi. Savaştan karlı çıkan ve tarihsel yayılmacı emelleri ile Türkiye için her zaman bir tehdit olan Sovyet Rusya’ya karşı Türkiye’nin tarafı Amerika oldu. İnönü, batı bloğuna girmek için ülkede çok partili bir demokrasi kurulmasının zorunluluğunu biliyordu.
İşte bu siyasi şartlar, toplumdaki artan memnuniyetsizlik ile birleşti ve 1946 yılında DP’nin kurulmasına etki etti. Celal Bayar ve Adnan Menderes liderliğindeki parti, 1946 seçimlerine katıldı. “Açık oy-gizli sayım” metoduyla yapılan ve bu yönüyle “şaibeli” olarak tarihe geçen seçim sonucunda 61 milletvekili kazanan parti varlığını ispat ediyordu. 1950 Seçimleri ise ülkenin kaderini değiştirdi. DP, kuruluşunun 4.yılında iktidarı devralıyor, Erozan memleketi Bursa’dan TBMM’ye giden 12 milletvekilinden biri oluyordu.
Erozan’ın Meclis çalışmaları 2 döneme ayrılır. 1950’den 1954’e kadar geçen ilk dönem; Erozan’ın “DP horoz partisidir.” cümlesini kürsüden söylemesiyle başlar. Artık ülkede “horozlanacak” bir parti varsa o da DP’dir.
Türkiye’nin dünya savaşından sonra başlayan batı blokuna dahil olma çabalarının DP dönemindeki devamı olan Kore’deki savaşa asker göndermesi bu yılların en dikkat çekici gelişmesidir. Bu olay genel olarak siyasi nedenlerle gerçekleşmiş olsa da Erozan’a göre ekonomik sebepler de barındırıyordu. Gazeteci Çetin Altan; Erozan’ın, CHP’nin konu hakkındaki muhalefetine karşı “Asker yerine mercimek, bulgur gönderseydik diyenler; bilmiyorlar mı ki, asker yerine erzak gönderdiğimizde, dolar yerine de, sadece teşekkür gelecekti.” sözlerini yıllar sonra köşesinde aktaracaktı.
Bu dönemde Erozan, İçişleri komisyonunda çalışıp, bu komisyonun sözcülüğünü yapmıştır. Mülki idareden meclise gelen bir milletvekili olduğu için bu dönemdeki çalışmaları emniyet teşkilatı ve iç işleri bakanlığı üzerinde yoğunlaştırmış, 1953 yılında Meclis İdare Amiri seçilmiştir.
Devriye Sokak No:8 Moda
Erozan’ın Meclisteki 2. dönemi 1954 seçimlerinden sonra başlar. Seçimlerde oyunu 3,5 puan arttırarak 58,5’e çıkaran DP, bu oy oranıyla henüz kırılamamış bir rekoru da elinde bulundurmaktadır. Erozan seçimlerin hemen ardından 27 Mayıs’a kadar aralıksız sürdüreceği Meclis Başkanvekilliği görevine seçilir.
Artık partinin ileri gelenlerinden sayılmakta ve yıldızı günden güne parlamaktadır. Erozan’ın adı 1955 yılında toplanan DP’nin 5.Büyük kongresine katılan şeref üyelerinden biri olarak kayıtlara geçer. Erozan’ın bu kayıttaki adresi fazlasıyla dikkat çekicidir. “Devriye Sokak, No:8, Moda” adresi parti kayıtlarında Erozan’ın ev adresi olarak geçmekte, Fenerbahçe’nin kurulduğu semt, ileride başkanı olacak Agah Erozan’a ev sahipliği yapmaktaydı.
Agah Erozan Meclis Başkan Vekili olarak oturuma başkanlık ediyor. (Ahmet Kamil Erozan Arşivinden)
Hafızlar Derneği Başkanı
DP, 1957 yılından itibaren siyasette gücünü yitirmeye başlamıştır. Bu yıl yapılan seçimlerde DP’nin oy oranı 11 puan düşerek %47,8’e inmiş. Muhalefetteki CHP ise aldığı %41 oyla güçlenmiştir. Partisi ile ters orantılı olarak Agah Erozan ise siyasette yükselmeye devam etmektedir. Akis’e göre bu durum kendisinin sıkı çalışması ile ilgilidir.
Erozan erken yatıp erken kalkmakta, her sabah saat 6’da meclisteki odasında mesaisine başlamaktaydı. Meclis Başkanvekili olarak meclis iç tüzüğünü ezbere bilmesi başta milletvekillerinin olmak üzere, basının dikkatini çekecek, Aziz Nesin kendisinden “Hafızlar Derneği Başkanı” diye bahsedecekti. Üzerinde konuşulan hemen her konu hakkında gerekli tüzük maddelerini ve zabıtlara geçen konu üzerinde daha önceden yapılmış tartışmaları ezbere bilmesi milletvekillerinin gülmesine neden olacak, bu durum karşısında: “Bazı arkadaşlar da nizamnameyi ezberden okumamdan şikayet ediyorlar. Bu benim vazifem icabıdır. Hatta bendeniz TBMM dahili nizamnamesini (iç tüzüğü) değil Fransa, İtalya, İngiltere Meclislerinin nizamnamelerini de ezbere yakın biliyorum” diyerek karşılık verecektir.
Agah Erozan’a yöneltilen eleştirilerin odak noktasında yönettiği oturumlarda iktidar-muhalefet arasında gözetmesi gereken tarafsızlık ilkesini dikkate almaması vardı. CHP lideri İnönü, Mecliste bir çok kez dile getirdiği bu tespitini; 1958 yılında Kırıkkale’de yaptığı konuşmasında da tekrar edecek, “Başkanlık divanı tarafsız değildir” diyecektir. Bu suçlama Erozan’ın karşısında Yassıada yargılamalarında çokça çıkacak, idam cezası ile cezalandırılmasının temel sebebi olacaktır.
Erozan’ın 1955’ten sonra milletvekili kimliği ile üzerinde durduğu dikkat çekici konulardan bazıları; çocuk ölümlerinin araştırılması, kira artış oranlarının belirlenmesi, kolluk kuvvetlerinin ödeneklerinin arttırılması, trenlerde servis edilen yemeklerin fiyat ve kalite kontrolünün sağlanması gibi sosyal konulardır. Erozan’ın sözü geçen bu gibi konular hakkında bilgiye dayalı konuşmalar yaptığı dikkatlerden kaçmamıştır. Erozan’ın özellikle bütçe görüşmelerinde söz aldığı ve görüşmelerde aktif olduğunu görüyoruz. Erozan, Bütçe görüşmelerine neden önem verdiğini şu sözlerle açıklar: “Bütçenin meclisten geçişini sabır, dikkat ve aksatmadan izlediğiniz takdirde bir fakülte bitirmiş olursunuz”
Erozan, sadece döneminin değil, parlamento tarihinin faal milletvekillerinden biridir. 1920-2018 yılları arasında TBMM’de 8104 milletvekili görev yapmıştır. Bu milletvekillerinin tutanaklarda yer alma sayıları toplamı 1519’dur. Bu verilerle TBMM’de milletvekili tutanak aktivite katsayısını 0,20 olarak belirleriz. Agah Erozan’da ise bu sayı 76’dır.
“L” Tribünü
Agah Erozan’ın Fenerbahçe ile yollarının kesişmesi 1957 yılına rastlar.
Tek parti döneminde Şükrü Saracoğlu’nun başkanlığı altında 16 yıl yönetilen Fenerbahçe’de iktidarın DP’ye geçmesi ile DP’li başkanlar dönemi başlamıştır. Fenerbahçe kongresinde kaynayan kazanlardan önce Osman Kavrakoğlu sonra Zeki Rıza Sporel ve en sonunda da Agah Erozan çıkacak; Erozan’ın yerine gelen Medeni Berk’in başkanlığı ise 27 Mayıs ile yarım kalacaktı.
Kamuoyunda Fenerbahçe’nin iktidara paralel şekilde yönetilmesi konusunda genel bir yargı vardır. 1957-1960 yılları arasında İstanbul’un 3 büyük kulübünün başkanının siyasi kimliklerini göz önüne aldığımızda bu durumun Fenerbahçe’ye özel olmadığı; Fenerbahçe’nin yazılı basında daha fazla yer alan, toplum dinamiklerine daha fazla etki eden yapısından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. DP’nin iktidardaki son 3 yılını; Beşiktaş DP Çanakkale Milletvekili Nuri Togay’ın, Galatasaray ise İzmir Milletvekili Sadık Giz’in başkanlığında tamamlayacak, her iki milletvekili de 27 Mayıs ile birlikte Yassıada’da yargılanacaktı.
Agah Erozan, Fenerbahçe’nin 14 Temmuz 1957 yılında yapılan kongresinde kulüp üyeliğine kabul edildi. İstanbul’daki evi Moda’daydı. Kendi deyimiyle “çocuk yaşlardan beri” Fenerbahçeliydi. Kulübe üye olmadan önce maçları o zamanın şeref tribünü sayılabilecek “şeref locası”nın önündeki “L” tribününden, çoğu zaman o tribündeki tek milletvekili olarak takip ediyordu. Başkan olduktan sonra oğulları ile birlikte verdiği röportajda “ikisi de iyi top oynuyor. İleride Fenerbahçe’de oynayacak ve transfer ücreti istemeyecekler” diyen Erozan, kendisi için “Futboldan anlamaz” eleştirilerini de böylece karşılıksız bırakacaktı. Bu röportajda babası ile birlikte fotoğraflanan Erozan’ın oğullarından Mehmet’in, üzerine Fenerbahçe forması ile Zeki Rıza Sporel’den futbol dersi alması yıllar sonra haber olacaktı.
Kaynayan Kazan : 1957
Fenerbahçe’yi Erozan’ın kulübe üye olduğu 1957 yılı kongresine götüren gelişmeler, kulüp tarihinde “kongre” olgusunu yansıtması açısından önemlidir. 50.Yılına Zeki Rıza Sporel’in başkanlığında; geçen sezonun İstanbul Profesyonel Ligi’nin ikincisi olarak başlayan Fenerbahçe, 1957 yılı boyunca çekiştiği Galatasaray’ı sezonun son maçında yenerek averajla şampiyonluğu kucaklamıştı. Şampiyonluğun son maça kalması, yıl boyunca kulüp içerisindeki kongre kulislerinin hareketlenmesinin en büyük nedeni olarak gösterilebilir.
Basında muhalefetin kongre hazırlıklarına başladığı haberleri sezonun ikinci yarısının ikinci maçında Beykoz’a karşı alınan 1-0’lık yenilgi ile başlar. Bu dönemin Fenerbahçe kulislerinin başrolünde iki aktör vardır. Osman Kavrakoğlu ve İsmet Uluğ.
DP Rize Milletvekili olan Osman Kavrakoğlu iki dönem önce kulübe başkanlık yapmış, mücadeleci kişiliği ile camiada etkisini sürdüren biridir. “Yavuz İsmet” lakabıyla Fenerbahçe’de top koşturmuş İsmet Uluğ ise kulübün yeniden yapılanmasının gerekliliğini ortaya koyan açıklamaları ile öne çıkmaktadır.
İsmet Uluğ kendilerine “Fenerbahçeli İdealistler” adını veren bir grup üyenin liderliğini üstlenmekte ve “Kulübün esaslı prensip ve disiplin hataları yüzünden yıpranmış bir idare heyeti ve sarsılmış bir bünyesi vardır. Radikal ve esaslı tedbirler alıp bu istikamette kararlar vermenin önemli olduğu kanaatini taşıyoruz” sözleriyle amaçlarını ortaya koyup; Nisan ayında kongreye gidilmesini istemektedir.
Kavrakoğlu ise DP’li arkadaşı Zeki Rıza Sporel’in yönetim kurulunda 2. Başkanlık görevini sürdürmektedir. Başkan ile uzun süren anlaşmazlıkların su yüzüne çıkmasıyla görevinden istifa eden Kavrakoğlu, kongre kazanını ateşleyen kişidir.
Kulübün kongre havasına girmesi ile Başkan Sporel, önce Uluğ’a ikinci başkanlığı teklif etmiş ancak olumlu cevap alamayınca, idealistlerle ardı ardına toplantılar yaparak muhalefeti sakinleştirmeye çalışmıştı. Kavrakoğlu bu gelişmeler olurken sessizliğini korurken İdealistler yapısal değişikliklerin önemine dikkat çekmeye devam etmişlerdi. “Zengin bir idarecinin etrafa kendi kesesinden para dağıtarak kongreyi kazanmak yolunda sarfettiği gayret artık netice vermeyecektir. Çünkü işlenen hatalar onlara çoktan bu davayı kaybettirmiştir” diyerek kongrenin Nisan ayında toplanması için toplanan imzaların 200’ü bulduğunu beyan ettiler.
Sporel yönetimi ise mevcut üye sayısının 800 civarı olduğunu göz önünde bulundurarak toplanan imza sayısının gerçek dışı olduğunu söylüyor, karşılığında Uluğ cephesi tarafından “kulübün 50.yılı kutlamaları bahane edilerek kongreyi ertelemeye çalışmakla” ile itham ediliyordu.
İdealistlerin bu saldırıları sırasında bazı bağımsız üyeler, bir şahsın uzun seneler üst üste idareci seçilmesini engellemek için kulüp tüzüğünün değiştirilmesini isterken; kulüp Haysiyet Divanı kamuoyunda bile şaşkınlık yaratan bir karar alıyor, “defterler üzerinde tahrifat” yaptığı gerekçesiyle Rüştü Dağlaroğlu’nu kulüpten ihraç ediyordu.
Sezonun finali olan Galatasaray maçı öncesi İstanbulspor ile 1-1 berabere kalan Fenerbahçe futbol takımı, kongre saflarının iyiden iyiye belirlenmesine neden oldu. Camiadaki tedirginlik sürdüğü sırada Kavrakoğlu sahne aldı ve Kadıköy grubuna dahil olduğunu açıkladı. İdealistler ise İstanbul Grubu ile beraber hareket etmeye karar verdiler. Şampiyonun belli olacağı 30 Nisan’daki Galatasaray maçını Fenerbahçe futbol takımı 3-0 kazandı. Fenerbahçe’yi şampiyon yapan maçın gollerini Lefter, Niyazi ve Ergun atıyordu. Böylece kulüp, 8 Haziran’daki 50.yıl kutlamalarına şampiyon ünvanı ile çıkıyordu.
Şampiyonluk ve 50.yıl kutlamaları kongre çalışmalarını yavaşlatmadı. Kavrakoğlu, yaklaşan kongre öncesinde camiaya stadın inşası için 1,5 milyon kredi bulduğunun müjdesini verip ısınma turlarına başlıyor, Uluğ ise kongrenin Haziran’dan Temmuz’a ertelemesi üzerine yönetimi şikayet etmek için dernekler masasına başvuruyordu. Bir ara kongreye “hiçbir gruba angaje olmadan” gireceğini söyleyip Kadıköy grubundan ayrılan Kavrakoğlu, kongre öncesinde tekrar Kadıköy grubu saflarına katılıyordu. Kongre 14 Temmuz 1957’de yapıldı. Kadıköy Grubu’nun listesinin başında Zeki Rıza Sporel ve Osman Kavrakoğlu isimleri, İstanbul Grubu’nun listesinde ise İsmet Uluğ ve Tevfik Taşçı vardı. Kongrede; Kadıköy Grubu’nun listesi firesiz seçiliyor, Dağlaroğlu affediliyor, Agah Erozan üyeliğe kabul ediliyordu.
Baş döndüren kulis faaliyetleri esnasında kongreden iki gün sonra verilen bir beyanat belki de Agah Erozan’a Fenerbahçe başkanlığına giden yolu açmıştır. İstanbul Grubu’nun “kazanırsak Millet Meclisi Başkanı Refik Koraltan’ı fahri başkan yapacağız” vaadi onlara seçimi kazandırmasa da bir sonraki kongre için Erozan’a başkanlık yolunu açan stratejiyi belirlemiştir.
1958 Kongresi’ne giderken, Muhalefet Kavrakoğlu için “De Gaulle” diyor.
Karma Liste
Fenerbahçe kongresi açısından; Zeki Rıza Sporel’in başkanlığında geçen 1958 yılı, 1957 senesi ile neredeyse aynı olayların, aynı tartışmaların, aynı vaatlerin yaşandığı bir yıl oldu. Tek fark; İstanbulspor’a iki maçta da yenilip Galatasaray’dan ise sadece bir beraberlik alabilen futbol takımının İstanbul Liginde şampiyon olamamasıydı.
Geçen sezon şampiyonluğun son maça kalması dolayısıyla sürekli kaynayan kazanların altı, bahar mevsimi ile birlikte tekrar ateşlendi. Aktörler yine aynıydı. Zeki Rıza Sporel, Osman Kavrakoğlu, İsmet Uluğ. Verilen demeçlerin, gruplardaki bölünmelerin, istifaların, görev kabul etmemelerin bile geçen sene ile aynı olduğu bu süreç; 1957 Kongresinde yönetime giren Kavrakoğlu’nun, Başkan Zeki Rıza Sporel ile tekrar anlaşmazlığa düşüp istifa etmesiyle başladı. Sporel, ondan boşalan koltuğu Uluğ’a önerdi ancak teklif reddedildi. İsmet Uluğ’un sahneden çekilmesi böylece kısa sürmüş oluyordu. Artık Sporel ve Kavrakoğlu resmen rakiptiler. Kavrakoğlu, takımı içine düştüğü bu kötü durumdan ancak kendisinin kurtaracağını söylüyor ve değişmeyen vaadini tekrarlıyordu: “Stadın inşaatını tamamlayacağım”
Erozan’ın adaylık süreci kongreye 20 gün kala Haziran ayı içinde başladı. Zeki Rıza Sporel’i 2 dönemdir destekleyen Kadıköy Grubu bu sefer Kavrakoğlu karşısında işinin zor olduğunu biliyordu. Eski başkanlardan Kavrakoğlu’nun Sporel ile gergin ilişkileri ve yaptığı muhalefetin, futbol takımının şampiyon olamadığı bir sezondan sonra yapılacak kongrede başkanlığı alması neredeyse kesindi. Kadıköy Grubu, Kavrakoğlu’nun karşısına ondan daha güçlü birini çıkarmalıydı. O isim çok geçmeden bulundu. Geçen sene gerçekleşen kongrede kulübe üye yapılan, DP Bursa Milletvekili ve Meclis Başkanvekili Agah Erozan.
Erozan’ın başkan adayı olarak ortaya çıkış sürecinde iki farklı görüş ortaya atılmıştır. Bunlardan ilki Erozan’ın, Kadıköy Grubunun liderliğini yürüten ve özünde CHP’li olan Semih Bayülken – Muhittin Bulgurlu ikilisine başkan olma isteğini söylemesi, diğeri ise ikilinin Erozan’ı başkanlık için uygun bulup teklif götürdüğü yönündedir. Her iki görüşü birlikte değerlendirdiğimizde spor-siyaset ilişkisinin “karşılıklı fayda” ekseninde ilerlediğini söylemek yanlış olmaz. Erozan ise başkan seçildikten verdiği röportajda “Kulübe hizmet edebilme düşüncesiyle arkadaşlarımızın davetini kabul ettim.” diyecek ve ikinci görüşün doğruluğunu destekler ifadeler kullanacaktı.
Fenerbahçe 1958 yılındaki kongreye 3 adayla girdi. Kavrakoğlu muhalefetin, Erozan Kadıköy grubunun adayıyken, Sporel de başkan sıfatıyla yarışa katıldı. 6 Temmuz’da yapılan kongrede kazanan “karma liste” oluyor ; son iki senenin aktörleri Zeki Rıza Sporel, Osman Kavrakoğlu, İsmet Uluğ, Agah Erozan ile birlikte Fenerbahçe’yi yönetmek için seçiliyordu. Yönetim kurulu ilk toplantısını seçimden bir gün sonra yapacak ve Sporel ile Kavrakoğlu başkanlığa aday olmayacak, Erozan Fenerbahçe’nin 23.başkanı olarak seçilecekti.
Kulübün o zamanki tüzüğüne göre listelerden en çok oyu alanlar yönetim kurulunu oluşturuyor, kurul kendi içerisinde görev dağılımı yaparken başkanını da seçiyordu. 1958 yılında seçilen yönetim kurulu üyeleri arasında; 2 eski başkan (Sporel – Kavrakoğlu), 2 gelecekteki başkan (Uluğ – Ilgaz) ve Erozan’ın yer alması, kurulu bünyesinde 5 başkan barındıran yönetim kurulu olarak tarihe geçiriyordu.
7 Temmuz 1958 – Fenerbahçe İdare Heyeti
Çifte Kupalı Rekor
Erozan başkan seçildikten sonra yapacaklarını sıralarken bilinenlerin dışına çıkmadı. “İkilik bitmeli” diyerek Fenerbahçe’deki gruplaşmaya dikkat çekti. Stad sorununu çözeceğini ve tüm şubelerle birlikte futbol şubesi kadrosunun da transferlerle güçlendirileceğini söyledi. “Fenerbahçe’nin şerefi için futbol oynayan, koşan, atlayan, güreşen, denizlerde mücadele eden, basketbol oynayanların, hem bugünkü hakları korunacak, hem de kadirşinaslık vazifesi olarak istikballerini hazırlayıcı tedbirler alınacaktır” demecini vererek sporculara güven vermek istedi.
Fenerbahçe futbol takımı 1958-1959 sezonuna Yüksel Gündüz ve Mustafa “Mikro” Güven’in de aralarında bulunduğu 5 transferle kadrosunu güçlendirerek başladı. Özcan, Şükrü, Basri, Nedim, Seracettin, Osman, Avni, Naci, Necdet, Akgün, Ergun, Yüksel, Mustafa, Şeref, Can, Lefter, Niyazi, Hüseyin; Macar Teknik Direktör Ignace Molnar yönetiminde Ağustos ayında İstanbul Futbol Liginde mücadeleye başladılar. Fenerbahçe son İstanbul Ligi’nde; yaptığı 18 maçın 14’ünü kazanıp yalnızca 4 beraberlik alarak sezon sonunda şampiyonluğunu ilan etti.
Türk futbolunda değişen yeni sistem ile İstanbul Ligi’ni ilk 8 sırada bitiren takımlar Türkiye Ligi’ne katılmayı hak kazandılar. Günümüzde hala devam eden organizasyon, iki gruplu lig sistemi ile başladı. Fenerbahçe, oynadığı 14 maçta sadece 2 beraberlik alarak beyaz grup maçlarını lider bitirdi. Her iki lig organizasyonunu da yenilgisiz bitiren Fenerbahçe, kırmızı grubu lider bitiren Galatasaray ile final maçlarına çıktı. İlk Maç 10 Haziran 1959’da oynandı ve Metin Oktay’ın gölü ile Galatasaray’ın 1-0’lık galibiyeti ile sonuçlandı.
Bu sonuç ile Fenerbahçe futbol takımının 10 Ağustos 1958’de başlayan yenilmezlik serisi sona ermiş olsa da Fenerbahçe tarihinin halen kırılamayan rekorlarından biri olarak tarihteki yerini korumaktadır. Sözü geçen 10 aylık süre zarfında Fenerbahçe resmi ve özel 54 maça çıkmış, sadece 8 kez berabere kalıp, hiç yenilmemişti.
Rövanş maçı ilk maçtan 4 gün sonra yine Mithatpaşa Stadı’nda oynandı. Yüksel, Naci, Mustafa ve Şeref, Fenerbahçe’yi 4-0’lık galibiyete taşıyan golleri atıyorlardı. Yeni başkanı ile ligin yeni organizasyonunda uzun bir maratonu iki şampiyonluk ve rekor ile kapatan Fenerbahçe futbol takımı için artık Avrupa’ya açılma zamanı gelmişti.
1958-1959 Türkiye Futbol Ligi Şampiyonluk Kupası (Alper Katmer Arşivinden)
Nice Üçlemesi
Fenerbahçe, 1959-1960 sezonunda Türkiye’nin şampiyonu olarak Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na katılma hakkını kazandı. Şampiyon Kulüpler Kupası organizasyonu ilk kez 1956 yılında başlamış, bu yıl İstanbul Şampiyonu Galatasaray, Dinamo Bükreş’e elenmiş; 1958-1959 sezonunda ise Federasyon Kupası Şampiyonu Beşiktaş, Real Madrid’e elenmekten kurtulamamıştı.
Fenerbahçe’nin ilk kez çıktığı Avrupa arenasında ilk turdaki rakibi Macar Şampiyonu Csepel takımıydı. 13 Eylül 1959’daki ilk maçta alınan 1-1’lik skordan sonra kamuoyu Fenerbahçe’nin şampiyonaya veda edeceğini düşünmeye başlamıştı. Maçın rövanşı 23 Eylül’de oynandı ve alınan 2-3’lük galibiyet Fenerbahçe’ye, hem kendisi hem de ülkesi adına, Avrupa kupalarında tur atlayan ilk Türk takımı ünvanını verdi.
Fenerbahçe’nin 2.turdaki rakibi Fransız Şampiyonu Nice takımıydı. Futbol tarihimizde bir Fransız takımı ile karşılaşan ilk takım bu eşleşme ile Fenerbahçe oluyordu.
19 Kasım 1959’da İstanbul’daki eşleşmenin ilk maçı öncesi Basındaki genel kanı Nice maçlarının Csepel eşleşmesinden daha zorlu geçeceği yönündeydi. Ancak Fenerbahçe güzel bir oyunla maçı 2-1 kazanıyor, rövanş yolculuğu öncesinde umutlanıyordu. Eşleşmenin 3 Aralık’taki 2. Maçı öncesi UEFA Genel Sekreteri Pierre Delauney, Nice takımının 2-1 lik galibiyeti söz konusu olursa 3.bir maç ile turu atlayan takımın belirleneceğini deklare ederken, Fenerbahçe Başkanı Agah Erozan, Fransız basınındaki “kesin galibiyet” havasına karşın “Dikkat etsinler bu gelen Fenerbahçe’dir” diyordu. Geçen sezon aynı organizasyonda Beşiktaş’ı eleyen Real Madrid’in Başkanı Santiago Bernabeu ise Fenerbahçe-Nice eşleşmesinde desteğinin “şöhretli Türk takımına” olduğunu beyan ediyordu.
Maçtan iki gün önce Nice’e ulaşan Fenerbahçe kafilesine çocuklarının hastalığı sebebiyle eşlik edemeyen Erozan’ın yerine Faruk Ilgaz başkanlık ediyordu. Bu gelişmelerle çıkılan eşleşmenin ikinci maçından önce Nice şehride son yıllarda görülmemiş bir yağış başlıyor, hatta maçın ertelenmesi bile gündeme geliyordu. Maçın ilk yarısı 0-0 sona eriyor, ikinci yarıda üst üste 2 gol bulan Nice tur atlamaya yakınken; Fenerbahçe hücuma geçiyor, Şeref’e ceza sahasında yapılan faul sonucunda verilen penaltıyı Lefter 83.dakikada gole çevirip, son sözü 3.maça bırakıyordu.
Üçüncü maç için iki kulübün arasında ortaya çıkan anlaşmazlığın konusu maçın oynanacağı yer üzerineydi. Nice takımı Barcelona üzerinde ısrar ediyor, Fenerbahçe ise iki ülke arasındaki uzaklıktan dolayı buna karşı çıkıyordu. UEFA kararını 10 Aralık’ta “Cenevre” olarak açıkladı. Karar öncesinde UEFA’yı etkilemek için Barcelona’yı ziyaret eden Nice kulübü üyelerinin çabaları boşa çıkıyor, UEFA nezdinde Fenerbahçe’nin Barcelona itirazı haklı görülüyordu. Agah Erozan, “Bu yolda giriştiğimiz mücadeleden galip çıkmaktan dolayı sevinçliyiz. Avrupa Futbol Birliği tarafsızlığını göstermiştir.” demeciyle kulübün diplomatik başarısını ilan ediyordu.
19 Kasım 1959 / Nice maçında Fenerbahçe Kadrosu (Oğuz Topoğlu Arşivinden)
Cenevre’deki maç öncesi Fenerbahçe camiası çok heyecanlıydı. Döviz bulundurmanın devlet iznine bağlı olduğu o yıllarda, Cenevre’ye seyahat etmek için 60.000 kişi Maliye Bakanlığına döviz talebiyle başvuruyor ; Bolu’dan 50 kişi iki otobüs ile İsviçre’ye yola çıkıyor, turizm acentaları gazetelere maç için ilanlar veriyordu. Bu heyecan Başkan Erozan’ın demeçlerine de yansıyordu. Maçın sonucu göz önüne alındığında başkanın açıklamalarının takımın tedbiri elden bırakmasına etki ettiğini söylemek yanlış olmaz. “Fenerbahçe kurulduğu günden bu yana daima hücumda muvaffak olmuştur. Dikkat edilecek olursa müdafaa maksadiyle çıkmış olduğu maç adedinin pek az olduğu görülecektir. Fenerbahçe’nin bünyesi ve yapısı hücuma müsaittir. Fenerbahçe’nin kendine has oyunu hücumdur.”
Bolulu Fenerbahçeliler Cenevre yolunda – Aralık 1959 (Fenerbahçe Dergisi’nden)
Fenerbahçe kafilesi Erozan başkanlığında 19 Aralık’ta Cenevre’ye ulaştı. Erozan, futbol takımı için Türk halkından dua isterken, futbolculara 500 bin liralık prim verdiğini ilan etti.
Fenerbahçe 23 Aralık 1959’da, 45 gün içerisinde Nice takımıyla oynadığı 3.maçtan, 1-5 yenik ayrıldı. Kaleci Özcan’ın yaptığı hataların gazetelerde konu edildiği maçın, bu sonuçla bitmesinin en büyük nedeni ise yağan aşırı yağmur ile ağırlaşan saha zeminiydi. Son aylarda gerek yönetim gerekse teknik heyet içerisinde baş gösteren huzursuzluklar Nice maçları dolayısıyla buzdolabına kaldırılmıştı. Bu maçtan sonra buzdolabının kapısı açıldı. Bütün sorumluluğu üstüne almanın yürüttüğü görevin bir gerekliliği olduğunu dile getiren Erozan, Nice yönetiminin maçın ertelenmesi yönündeki önerisini prensipte kabul etmiş; ancak bu öneriyi teknik direktör Molnar’a ilettiğinde, kendisinden maçı oynamanın daha avantajlı olacağı karşılığı almıştır. Molnar’ın maçı oynama ısrarı Fenerbahçe’nin elenmesine neden oluyor, kapağı açılan buzdolabından ise “kongre pastası” çıkıyordu.
Şampiyon Kadınlar
Fenerbahçe Agah Erozan döneminde amatör branşlarda tıpkı futbolda olduğu gibi başarılı bir dönem geçirdi. Özellikle kadın branşlarına verilen önem dikkatlerden kaçmamaktadır. Erozan döneminde kadın voleybol takımı İstanbul ve Türkiye şampiyonu olarak çifte kupa ile sezonu tamamlamıştır. Bu takımın efsane oyuncusu Ayten Salih, Erozan’ın kendileri ile yakından ilgilenen bir başkan olduğunu söyler. Kadın basketbol takımı ise İstanbul Şampiyonu olmuş olsa da, Türkiye Şampiyonasını ikinci sırada tamamlamıştır. Erozan döneminde İstanbul Ligi’ndeki 3.sezonunu yaşayan erkek voleybol takımı, İstanbul Şampiyonasını 5.sırada bitirmiştir.
Fenerbahçe Kadın Voleybol Takımı (Nazmiye Kor arşivinden)
1959 yılında Boks şubesi İstanbul şampiyonluğunu İETT’ye kaptırarak 2.olmuş, Türkiye şampiyonasında ise 54 kg’da mücadele eden Muammer Sevinti ile altın madalya kazanmıştır. Yelken branşı Erozan döneminde sporcu Zekai Tüker ile Fenerbahçe’ye gümüş madalya getirmiştir. Fenerbahçe Atletizm şubesi ise 1959 yılını İstanbul Kulüplerarası Şampiyonası’nda Beşiktaş’ın önünde birinci tamamlayarak üst üste beşinci şampiyonluğunu kazanıyor; aynı yıl genç erkekler, yıldız erkekler, ve Türkiye Kros Şampiyonu da olarak Erozan döneminin başarılı branşlarından biri oluyordu.
Erkekler Basketbol şubesi İstanbul şampiyonasını 3.olarak tamamlamasına rağmen, Gençlerde ve büyüklerde Türkiye Şampiyonu oluyor, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na katılıyordu.
Fenerbahçe erkek basketbol takımı için Avrupa şampiyonası maceralı başladı. İlk tur kurasında İsrail’in Maccabi Tel Aviv takımı çıkmıştı. 5 Kasım 1959 tarihinde Uluslararası Basketbol Federasyonu (FIBA); İsrail şampiyonunun Maccabi olmadığını belirterek, Fenerbahçe’ye devam etmekte olan İsrail Ligi’nin şampiyonuyla 1960 başında oynamayı isteyip istemediğini sordu. 8 Kasım’da Fenerbahçe, Maccabi’yi 1958-1959 İsrail Basketbol Şampiyonu olarak gördüğünü, başka bir rakibi kabul etmeyeceğini açıkladı. Sonuçta FIBA, Fenerbahçe’nin Maccabi Tel Aviv ile oynaması gerektiğini onayladı. Türk Dışişleri, Fenerbahçe’ye Kudüs’te olmamak koşuluyla İsrail’de bir maç yapma izni verdi. Ancak bu defa Maccabi’nin maç tarihinde sahaya çıkamama sorunu ortaya çıktı. FIBA, 23 Kasım 1959 tarihinde Maccabi’ye 48 saat süre verdi. Bu süre içerisinde Maccabi’nin şampiyonadan çekildiğini açıklamasıyla 1 Aralık 1959 tarihinde FIBA, Fenerbahçe’nin ikinci tura yükseldiğini ilan etti. Fenerbahçe’nin ikinci turdaki rakibi son iki senenin güçlü ekibi Bulgaristan’ın Akademik takımıydı. İlk Maçı 61-69 kaybeden Fenerbahçe, 10 Şubat 1960 yılındaki rövanş maçından da 55-70 yenik ayrılarak kupadan elendi.
30 Ocak 1960 Fenerbahçe:61-69:Akademik
Lefter & Can
Günümüzde “Fenerbahçe tarihinin efsane futbolcuları hangileridir?” sorusunun cevaplarının içinde en çok yer alan isimlerden ikisinin Lefter Küçükandonyadis ve Can Bartu olacağı kesindir. Fenerbahçe tarihinin ilerleyen yıllarda “efsane” olarak anılacak, cenaze törenleri Fenerbahçe Stadı’nda yapılacak bu iki futbolcusu, Erozan döneminde takımı sırtlayan oyunculardı. İki futbolcunun başkan için de özel olduğu, sadece bu iki futbolcu ile ilgili anılarının günümüze kadar gelmesinden kolaylıkla anlaşılabilir.
Erozan’ın her iki oyuncu ile ilgili anıları Halit Deringör ve İslam Çupi’nin satırları aracılığıyla günümüze ulaşmıştır. Halit Deringör, Erozan’ın “ilk defa Fenerbahçe gibi bir takıma yönetici olmayı yadırgadığını”, bunun sonucundan da futbolcularla “senli benli olup” mesafeyi kapattığını yazar. Deringör’e göre bu durum, Erozan’ın “hoşsohbet ve nüktedan” biri olmasıyla yakından ilgilidir.
İslam Çupi de Lefter’in Nice eşleşmesinin 2.maçında attığı mucizevi penaltıdan sonra Erozan’ın elindeki viski bardağını döndürerek“o penaltıyı ben bile atamazdım” ironisine köşesinde yer verir. Deringör’ün aktardığı Erozan-Lefter anısı Nice eşleşmesinin 3.maçı için ikilinin Cenevre’de olduğu sırada yaşanmıştır. Erozan; futbolcularla şakalaşan, onlarla arkadaş gibi zaman geçirmektedir. Maç öncesi iskambil kartlarıyla oyunlar yaptığı sırada Lefter’e dönerek: “Yarın gol atarsan seni bara götüreceğim, hem senin Rumcan var bize yardımcı olursun” diyecektir. Bu şaka Lefter’i hem şaşırtıp aynı zamanda da utandıracaktır.
Erozan’ın Can Bartu ile olan anısı, Bartu’nun “araba sevdası”nın eseridir. 18 Mart 1959 yılında İnönü Stadı’ında oynanacak bir Beşiktaş için Fenerbahçe takımı arabalı vapur ile Kabataş’a geçmiştir. Takım Kabataş’ta sevgi gösterileri ile karşılanır. Can Bartu, Başkan Erozan’ın samimiyetine güvenip arabasını kullanma izni ister. Bartu, arabalara olan merakından başkanının arabasını kullanmak istemiş; isteğinin kabul edildikten sonra geçtiği şoför koltuğundan, önünde giden arabaya çarptıktan sonra inmek zorunda kalmıştır. Takım maça giderken gerçekleşen bu kaza, Erozan’ın müdahalesi ve konumunun etkisi ile tatlıya bağlanır. Devlet arşivlerinde karşımıza çıkan bir belge, Agah Erozan’ın Devlet Malzeme Ofisi’nce ithal edilen arabalardan birini, bu kurumdan satın almasına verilen iznin yer aldığı kararnamedir . Kararname 7 Şubat 1959 tarihlidir ve konu edinilen maç tarihi ile arasında bir ayı biraz aşan bir süre vardır. Her ne kadar marka ve modeli bilinmiyorsa da, Can Bartu’nun dikkatini çeken bu arabanın büyük olasılıkla Erozan’ın kararname ile satın aldığı araç olduğunu söyleyebiliriz.
1959 yılı sonrası, futbolcuların popüler kültürün bir parçası olmaya başladığı dönemdir. 1960 yılında ligin popüler futbolcuları ile röportajlar yayınlayan Hayat Dergisine göre, röportajı yayınlanan 7 ünlü futbolcudan sadece Can ve Lefter’in otomobilinin olduğu bilinmektedir. Kim bilir belki de Can Bartu araba almaya, Erozan’ın arabasını kullandıktan sonra karar vermiştir.
Can Bartu ve Lefter Küçükandonyadis
Olağan Kongre – Fevkalade Kongre
Agah Erozan, seçildiği kongre dışında, başkanlığı döneminde 2 kongre yaşadı. İlki, geçmişteki kongrelere oranla daha sakin geçen ve daha az tartışmanın yaşandığı 1959 kongresidir. Kongre öncesinde, gruplar birleşip özeleştiri yapacak kadar rahattılar. Birleştiklerini “her yıl gazetelere mevzu olmaktan başka bir işe yaramayan ve kulübümüz için yıpratıcı bir mahiyet taşıyan kongre faaliyetlerini bu sene kendi aramızda halletmek istiyoruz” sözleriyle açıklayıp bu satırların yazarının hislerine tercüman olan gruplar, her sene alışılagelen kongre faaliyetlerini nadasa bırakıyorlardı.
Erozan ise, bütün branşlarda kulübe şampiyonluk yaşatmış bir başkan olarak Fikirtepe’de 100.000 kişilik bir stad projesi vaadi ve “Fenerbahçe bir bütündür ve bütün kuvvetini bu bütünden almaktadır” sloganıyla kongreye hazır olduğunu gösteriyordu.
12 Temmuz’da yapılacak kongre öncesinde, kongrelerin önemli aktörlerinden Kavrakoğlu’nun “Fenerbahçe’de muhalefet yok, kongreye tek liste girilecek” beyanatını vermesi ile Fenerbahçe’nin yaklaşan kongresi üzerindeki ilgi neredeyse kaybolmuştu. Erozan’ın yeniden başkanlığına kesin gözüyle bakılıyordu. Tam bu esnada Molnar krizi patladı ve kongre havası tekrar camiaya hakim oldu.
Sezonun bitimiyle önceden bu kararı aldığı yönetim tarafından bilinen Teknik Direktör Molnar’ın görevine son verildi. Bu kararın alındığı toplantıda daha önce “tek liste” vurgusu yapan Kavrakoğlu, Erozan ile sert tartışmalara girdi. Tartışmaların temelinde Kavrakoğlu’nun yönetimin “aşırı masraf” yaptığı düşüncesi vardı. Ne de olsa Fenerbahçeli Fenerbahçeli’nin kurduydu ve şampiyonlukların geldiği bir sezondan sonra bile kavga edecek bir neden bulunabilir, bulunamadığında da yaratılabilirdi. Kavrakoğlu tartışma sonrasında, kongrede Erozan’ın listesinde yer almayacağını kesin bir dille beyan etmişti. Tartışma basında “kongre sath-ı mailine giriş” olarak tanımlandı ve birkaç gün sonra Erozan ve Kavrakoğlu’nun kongrede şanslarının eşit olduğu tahmini spor sayfalarında yerini buldu .
Erozan nabız yoklamak için kongreden 10 gün önce başkanlıktan istifa ettiğine ilişkin mektubu yönetim kuruluna verdi. Böylece yönetim kurulundaki arkadaşlarının tepkisini ölçmek istiyor, kongreye gireceği şartları planlamayı amaçlıyordu. Erozan, basına ise “kongreyi rahatlatmak için” istifa ettiğini ve kongreye kadar sade bir yönetim kurulu üyesi olarak görev yapacağını dile getiriyordu. Başkanın bu hamlesi kendisi için olumlu sonuç veriyor; kurul istifayı kabul etmeyerek, Erozan’ın kongreye yönetici arkadaşlarının desteği ile girmesini sağlıyordu.
Kongre bu şartlar altında başladı. Erozan’a yönetilen tek eleştiri kongre öncesindeki tartışmalardan da tahmin edileceği gibi, “israf” üzerineydi. Kimsenin sportif başarısızlık üzerine söyleyeceği söz yoktu. Erozan, kongre konuşmasında üyelere “başarı-para” denklemi kurarak, “İsraf da laf mı? Fenerbahçe altın bir devir yaşıyor. Tam 9 şampiyonluk. Fenerbahçe kulübü bir spor kulübüdür, yağ ticarethanesi değil” diye sesleniyor, böylece muhaliflerin gardını düşürüyordu.
Erozan’ın ikinci hamlesi ise zaten elinde olan avantajı kesin zafere dönüştürdü. “İkiliğin kalkmasını temenni ediyorum” diyerek, yıllardan beridir kavgalı olan, aynı yönetim kurullarında yer alsalar bile aralarındaki küslüğün kulüpteki herkesin bildiği Sporel ve Kavrakoğlu’nu kürsüye çıkartıp, onları öpüştürüp barıştırdı. İktidar partisinin 2 üyesi, DP gücünü günden güne kaybederken küs kalmamalıydı. Onları barıştırma görevi de Meclis Başkanvekili Erozan’a düşmüştü. Kongre, sahnedeki üçlüyü çılgınca alkışladı. Erozan bu şartlarla kongreyi kazanıp başkanlığının ikinci dönemine başlayan isim oldu. Seçilen yönetim kurulunda; Kavrakoğlu, Uluğ, Ilgaz görev alan isimlerdendi. Yıllar sonra Kadıköy grubunun ve Fenerbahçe kongresinin önemli isimlerinden Semih Bayülken bu kongre ile ilgili şu demeci verecektir: “Bugüne kadar 27 kongre kazandım. Bir tek mağlubiyetim var, o da Agah Erozan’a”
Fenerbahçe İdare Heyeti – Dönemin tüm aktörleri bir arada: Müslim Bağcılar, Kavrakoğlu, Erozan, Uluğ, Ilgaz
Fenerbahçe’de Sona Doğru
Fenerbahçe 1959-1960 sezonunun ilk 4 haftasında 2 galibiyet 2 beraberlik alarak başladı. Erozan kongreyi kazandıktan sonra Eylül ayına kadar böbrek ameliyatı olduğu Münih’te kalmış; döndükten sonra ligde alınan beraberliklere Csepel karşısında iç sahada alınan beraberlik de eklenince, camiadaki huzursuzluk artmıştı. Futbol takımının bu şartlara rağmen Csepel’i deplasmanda yenip tur atlanması da huzursuzluğun bitmesine yetmemişti. Nitekim kongrenin fitili, yapılan yönetim kurulu toplantısında “tasarruf tedbirleri” konu başlığı altında ateşlendi.
Bu kez sahnede tekrar İsmet Uluğ vardı. Yönetim kurulunun tasarruf tedbirleri gereği Nice maçı öncesi kamp yapılmasına izin vermemesi ve futbol profesyonel kadrosunda kesintiye gitmesi üzerine Uluğ, Erozan ile tartışıp genel kaptanlık görevinden istifa ediyordu. Tartışmanın boyutları demeç savaşlarına yansıdığı kadarıyla büyüktü. Erozan, Uluğ’un istifasını “Fenerbahçe camiasından 40 umumi kaptan, 100 reis çıkar” diye sıradanlaştırırken, Uluğ ise “İstifama sebep kampa girilip girilmemesi değil, profesyonel kadronun 13’e indirilmesidir. Reis ‘40 umumi kaptan, 100 reis çıkar diyor’ Bu sözün eksik tarafı Agah Bey gibi umumi kaptanın 40 değil, 800 Fenerbahçe azası içerisinde 799 tane olduğudur.” demeciyle köprüleri atıyordu. Uluğ’dan sonra genel kaptanlık görevini Kavrakoğlu devralıyor ve Yönetim Kurulu, Karagümrük karşısında alınan 2-0’lık yenilgi sonrasında Nice maçlarının bitimiyle olağanüstü kongreye gitme kararı alıyordu.
Nice eşleşmesinin 3.maça kalması üzerine ara verilen kongre tartışmaları; bu maçta alınan 1-5’lik yenilginin, ligde Beşiktaş ve Göztepe’ye karşı alınan yenilgilerle birleşmesiyle tekrar alevlendi. Fenerbahçe muhalefetinin, kongreyi kazanmak için, kulübü yönetenlerin siyasi ya da toplumsal kimliğini dikkate almaksızın, DP’ye mensup milletvekillerinden birinin başkan adayı olarak aramaya başlaması bu dönemin en belirgin özelliklerinden biridir. Nitekim son kongreden sonra uyum içerisinde çalışmaya başlayan Erozan-Kavrakoğlu ikilisine karşı bu defa DP Antalya Milletvekili Atilla Konuk başkanlık için muhalif grupların radarına girmiştir.
1960 Ocak ayı kongre tartışmalarının yeniden başlayıp sonuçlandığı aydır. Uluğ’un sert muhalefeti, Kavrakoğlu’nun idareyi ele alması, Erozan’ın kongreye gitmeyi kabul edip aday olmayacağını açıklaması bu ay içerisinde gelişen olaylardır. Bu ay içerisinde muhalif gruplar Atilla Konuk’tan vazgeçerek yeni bir adayın adını ortaya atmışlardır: DP Ordu Milletvekili Atıf Topaloğlu. Bu ismin Menderes tarafından da kabul gördüğü gazete sayfalarına yansıyordu. Kısa süre içerisinde bu iki ismin de üzeri çizilecek, iktidar partisinden başkan adayı aramakta olan Fenerbahçe muhalif grupları, Menderes’in önerisini kabul edecek, böylece Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Medeni Berk’in adaylığı kesinlik kazanacaktı. Adaylığın açıklandığı 23 Ocak 1960 tarihinde kulübe üye bile olmayan Medeni Berk; 18 Şubat’ta üye olmak için kulübe başvuracak , 6 Mart’ta yapılan seçimi kazanıp başkanlık görevi Agah Erozan’dan devralacaktı. İki başkanın görev yaptığı bu sezonun sonunda şampiyonluk ipini ise Beşiktaş göğüsleyecekti.
“Türkiye’de Tanınmak Neymiş…”
Agah Erozan başkanlıktan ayrıldıktan sonra, Meclis’teki başkanvekilliği görevine geri döndü. 27 Mayıs askeri darbesine kadar da bu görevini sürdürdü. Erozan, 6 Temmuz 1958’den 6 Mart 1960’a kadar 609 gün Fenerbahçe başkanlığı yapmış; bu dönemde Fenerbahçe futbol takımı yaptığı 104 maçta 299 gol atıp, 76 golü kalesinde görmüştür. Erozan’ın Fenerbahçe’si, günümüzün lig organizasyonunun ilk şampiyonu olmuş, Avrupa kupalarında tur atlayan ilk Türk takımı ünvanını almıştır. 1959 Yılında, Türk spor tarihinde ilk kez bir spor kulübü üç ana branşta birden şampiyon olmuştur.
Organizasyon
O
G
M
B
A
Y
Özel Maç
32
26
1
5
122
26
Özel Kupa
7
6
1
0
22
4
İstanbul Ligi
18
14
0
4
47
7
Türkiye Ligi
42
34
3
5
100
28
Avrupa Ş.K.Kupası
5
2
2
1
8
11
Meclis Başkanvekili iken Fenerbahçe’ye başkan olan ve bu durumun dönemin muhalif mizah yazarı Aziz Nesin tarafından “Meclis başkanvekili desen kimse tanımaz. Fenerbahçe Başkanı desen memedeki çocuklar bilir.” şeklinde tarif ettiği durum için Agah Erozan’ın yaptığı tespit; hem spor kulüplerinin toplumsal hayata ve siyasete etkisini, hem de Fenerbahçe başkanlığı ünvanının ne kadar büyük bir sorumluluğu da bünyesinde barındırdığını göstermesi açısından önemlidir. Bir diğer deyişle geleceğe ışık tutacak niteliktedir.
“Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. Fatih Kaymakamı oldum. Milletvekili oldum. Parlamentoya girdim iç tüzüğü hafızladım. Bana ‘hafız’ dediler. Sonra parlamento başkanı oldum. Ama beni çok az kişi tanıdı. FB başkanı olunca adeta şaşırdım. Yüz numaraya girerken çıkarken bile manşetlere çıktım” , “Türkiye’de tanınmak neymiş ben Fenerbahçe’ye başkan olunca öğrendim.”
Yassıada
Agah Erozan’ın hayatı 27 Mayıs sabahı tüm DP’lilerinki gibi değişti. On yıl önce yine bir mayıs sabahı başlayan siyaset macerasının sıradaki durağı İstanbul’daki Davutpaşa kışlası, son durağı ise uzun yargılamaların gerçekleşeceği Marmara Denizi’nin ortasındaki Yassıada olacaktı.
Durum Agah Erozan özelinde böyleyken, 27 Mayıs darbesi Fenerbahçe’yi de etkiledi. Kulüp on yıldır DP’lilerce yönetiliyordu ve mevcut başkanı Medeni Berk tıpkı Beşiktaş ve Galatasaray’ın başkanları gibi DP milletvekiliydi. Fenerbahçe’nin Ankara’daki bürokratik işlerini yürüten ve kulübü başkentte temsil eden Naci Barlas, yayınlanmamış anılarında ihtilal havasının kulübe etkisinden şöyle bahseder: “Ankara’ya döndüğüm zaman bir de baktım ki 27 Mayıs ihtilali Demokrat Parti ile beraber Fenerbahçe kulübüne karşı yapılmış. Normal olarak bütün idareye el koymuş olan askeri idare spor teşkilatını baştan sonra değiştirdi. Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’nün ve Türkiye Futbol Federasyonu’nun başına birer albay getirilmiş. Bunlar normal gibi gözükse de Yassıada’ya giden milletvekillerinin yarısı Fenerbahçeli. Meclis Başkan Vekili Agah Erozan eski Fenerbahçe başkanı. Medeni Berk hali hazırda Fenerbahçe başkanı. Menderes Fenerbahçe sempatizanı. Osman Kavrakoğlu eski Fenerbahçe Başkanı. Şimdi burada söylediklerim benim intibaım veya tahminim değil. İhtilalin Jandarma Genel Komutanı yaptığı General Abdürrahim Doruk benim amcamdı. Ben Ankara temsilcisi olarak federasyon ile beden terbiyesi ile boğuşuyorum. Kendisine maruz kaldığımız haksızlıkları anlatınca bana: ‘Fenerbahçe, DP ağırlıklı ve sanki bu ihtilali tasvip etmiyormuş ve ihtilale karşıymış intibaı var askerlerde’ diye söylemişti.”
Darbenin gerçekleştiği 1959-1960 sezonunda Beşiktaş’ın ardından ikinci olan Fenerbahçe’nin; 12 takımın katıldığı ve askerlerin, darbenin lideri adına kamuoyundan sempati kazanmak amacıyla düzenlediği “Cemal Gürsel Kupası” kupasına katılmasına ve finalinde Galatasaray’ı yenip şampiyon olmasına rağmen darbe yönetimi ile yıldızı barışmadı.
Kulüp, 1960-1961 sezonunda Galatasaray ile çekişirken askerlerle ilişkileri geren bir dizi olay gerçekleşti. Önce, 1.Ordu Komutanı Cemal Tural’ın kulübü ziyaretinde duvarda asılı olan Menderes fotoğrafına verdiği tepki olay oldu. Sonra boşalan Fenerbahçe yönetimini seçmek için yapılan kongrede 2. başkanlığa Yassıada sanıklarından Dr.Fahri Atabey’in seçilmesi ile ilişkiler iyice gerildi. 5 Mart 1961’de İstanbul’da oynanan Gençlerbirliği maçından sonra ise kopma noktasına geldi. Hakem kararlarının “hatalı”dan “kasıtlı”ya evrilmesi sonucu çıkan olaylardan sonra askerler, “Fenerbahçe’yi sportif faaliyetlerden men etmeyi” gündeme getireceklerdi.
Erozan Yassıada’daki hücresinde
Fenerbahçe Başkanı Yatağını Yapmaz
Fenerbahçe cephesinde 27 Mayıs gelişmeleri olarak bunlar yaşanırken Agah Erozan darbe sabahı diğer DP milletvekilleriyle beraber tutuklandı. Erozan ilk olarak Davutpaşa Kışlasına götürüldü. Buradaki günleri ile ilgili dönem basınında yer alan haberde, “Davutpaşa kışlasının en neşeli ismi Agah Erozan, koğuş arkadaşlarına bilhassa Fenerbahçe’nin istikbalinden bahsetmektedir” denilmekteydi. Agah Erozan Davutpaşa kışlasından sonra, askeri idarenin DP iktidarını yargılamak için seçtiği Yassıada’ya gönderildi. Onun için zor günler bundan sonra başladı. Tutukluların Yassıada’ya gönderildiği Yeşilyurt’ta askerler tarafından şiddet görenlerden biri de Erozan’dı. “Alçak Herif, İsmet Paşa’yı meclisten kovarsın, Fenerbahçe’yi bu hale sokarsın ha” sözleri eşliğinde saldırıya uğrayan Erozan’a, Yassıada vardıklarında uygulanan şiddet daha da artmıştır.
Milletvekili arkadaşı Mithat Perin yaşadıklarını aktarırken Agah Erozan’ın başına gelenleri şöyle aktarır: “Agah bir dayak sağanağına tutulmuştu. ‘Yaşasın Türk Ordusu’ diye tekraren bağırarak kurtulmaya çalışıyordu. Geçirdiği kriz sonrasında bayılmış, baygınken ‘Yaşasın Türk Ordusu’ diye sayıklamaya devam ediyordu. Verilen ilaçlarla ancak sakinleşebilmişti.” Perin, yaşadıklarından sonra Agah Erozan’ın “Bunlar bizi asacaklar” dediğini ve “asılma” lafını ilk kez ondan duyduğunu not düşer.
Erozan’ın Adnan Menderes ile ilgili öngörüsü de aynı yöndeydi . Bu iki öngörüden Erozan’ın ruh haline hakim olan karamsarlık açıkça farkedilebilmektedir. Erozan’ın Yassıada’ya gelişinde gördüğü kötü muamele adanın komutanı olan Yarbay Tarık Güryay’ın müdahale etmesini gerektirecek kadar şiddetlidir. Bu şiddet, Güryay’ın Erozan’a tekme atan yüzbaşıyı “tevkif ettirmek” zorunda bırakacak boyutlardadır. Erozan’ın Yassıada’da duygulandıran anlardan biri Fenerbahçe başkanlığı yaptığı için kendisine beklenmedik bir anda gösterilen saygı olmuştur: “Yassıada’da iken tutuklu milletvekilleri yataklarını kendileri yaparlardı. Bir gece bir gedikli yanıma geldi. ‘Merhaba Agah Bey’ dedi. Bu görevlinin beni Meclis’ten tanıdığını düşünerek ben de ‘Merhaba’ dedim. Ama hiç tanımıyordum. Gedikli, hemen arkasına döndü, onbaşıya seslendi. ‘Onbaşı bana bir er gönder, Fenerbahçe başkanı yatağını yapmaz’ İşte bu olay beni hayli mütehassıs etti dostlarım. Bunun için Fenerbahçe büyük bir kulüptür.”
Erozan Yassıada’da duruşma salonuna yürürken.
Mahkeme ve İdam Kararı
Tutukluların bu şartlar altında tutuklu olduğu olduğu Yassıada’da “Yüksek Adalet Divanı” adıyla kurulan mahkemede 19 ayrı davaya bakıldı. Agah Erozan bu davaların en önemlisi olan 401 sanıklı “Anayasayı İhlal Davası”nda Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Meclis Başkanı’ndan sonra 19 numaralı sanık olarak yargılandı. Savcılar kendisine yönelttikleri suçlamaların temelini “Meclis başkanvekili sıfatıyla başkanlık divanında ve yönettiği oturumlarda tarafsız olmaması” üzerine kurmuşlardı.
Duruşmalarda, muhalefet tarafından verilen önergelerin gündeme alınmaması ile suçlanan “Riyaset (Başkanlık) Divanı”nın üyesi olarak sorgulamaya tabi tutuldu. Aldığı kararların ve yönetiminin “Partizanca” olduğu ve demokratik yönetime değil partisine hizmet ettiği, “yeterli çoğunluk olmadan oylamaları yaptırıp taraflı yönetim sergilediği iddia edildi. Mahkemenin Erozan’ın tarafsızlığını özellikle sorguladığı olay muhalefet partisi CHP için bir tahkikat komisyonu kurulmasına yönelik önergenin görüşüldüğü oturumdaki yönetimidir. DP tarafından verilen önergede CHP; iktidarı, Türk kadınlarını, dost ve müttefikleri kötülemekle, halkı hükümete karşı isyana teşvikle ve orduyu siyasete karıştırmakla suçlanarak, parti hakkında 15 milletvekilinden oluşan bir tahkikat (araştırma) komisyonu kurulması teklif ediliyordu. Mahkeme bu komisyonu muhalefeti fiilen ortadan kaldırmak olarak değerlendiriyordu.
Erozan savunmasına bu komisyonun kurulmasına “muhalefet şerhi” koyduğunu dile getirerek başladı: “Bunun bir şiddet tedbiri olacağı, huzursuzluk yaratacağı hususu üzerinde mutabık kaldık. Riyasette olduğum için oy da vermedim. Grupta kabul edildiğinde de grupta değildim. Bunları Bir gün Yassıada’ya geleceğimi hesap ederek yapmadım. Nizamnameye hürmetimden ve vicdanımın sesine uyarak yaptım”
Erozan’a göre Meclis içtüzüğünde yapısal sorunlar vardı ve bu yapısal sorunlar DP öncesi dönemlerin mirasıydı. Erozan bu durumun düzeltilmesi için hukuk fakültesinden hocası olan Anayasa Profesörü Sıddık Sami Onar’ı ziyarete gidişini, meclisin daha demokratik bir yapıya kavuşması için gösterdiği çabanın bir göstergesi olarak, savunmasında şu ifadelerle aktarır: “1959 yılında üniversiteden hocam Sıddık Sami Bey’e gittim. Bizzat makamında ziyaret ettim. Kendisine meclis içtüzüğünü verdim. ‘Bunda çok eksikler var, bilhassa genel görüşme konusunda. Genel görüşmelerde milletvekillerinin daha serbestçe konuşmasını sağlayacak bir zemin hazırlamak lazım’ dedim” Üniversiteler ile DP’nin kavgalı olduğu bu dönemde Erozan’ın bu girişimi sonuçsuz kalacak; Profesör Onar, darbeden sonra askeri yönetimin yeni anayasayı yapması için göreve çağırdığı üniversite hocalarının başında yer alacaktır.
Agah Erozan ve diğer sanıkların 11 Mayıs 1961’de başlayan yargılamaları, 5 Eylül 1961 tarihinde sonuçlandı. Mahkeme Erozan’ın savunmasını yeterli bulmadı. Duruşmalar sürerken Hakim Salim Başol’un kendisi hakkında yaptığı “İmrendiğiniz demokrasilerde bu makama (Meclis başkanvekilliği) geçecek kimseler partileri ile alakalarını kesiyorlar. Haydi bizden evvelkiler kesmedi, biz de kesmedik diyelim. Ama hiç değilse fiilen mümkün olduğu kadar tarafsızlığınızı muhafaza etmeniz gerekirdi.” yorumu karara da yansıdı ve Sanık Erozan; “1950’den beri anayasayı ihlal eden bütün kanunlara müspet oy vermiştir. Sanık meclis müzakerelerini reis vekili sıfatıyla idare ederken tarafsız hareket ettiği yolundaki müdafaası varid görülmemiştir. Sanığın fiil ve hareketi anayasayı ihlal suçuna asli iştirak mahiyetindedir.” denilerek idama mahkum edildi. Böylece Yassıada’nın ilk günlerinde “bunlar bizi asacak” kehaneti doğru çıkıyor; Erozan, 15 arkadaşı ile birlikte idama mahkum oluyordu.
Erozan’ın Yassıada duruşmaları başlamadan soruşturma komisyonuna yaptığı savunmanın kapak sayfası (Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivinden)
Fenerbahçe Vapuru
Kararlar açıklandıktan sonra Erozan, idamlık koğuşlara doğru giderken; beraat eden az sayıda sanık ve yakınları acı bir rastlantı sonucu “Fenerbahçe” vapuru ile İstanbul’a yola çıkıyor, Erozan ise idam edilmeyi beklemeye başlıyordu.
27 Mayıs’ı gerçekleştiren ve daha sonra kendisine “Milli Birlik Komitesi” adını veren askerler, sadece 3 kişinin idam cezasını onayladılar. Eski Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Eski Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Eski Bakanı Hasan Polatkan infaz edildi. Erozan ve 11 idam mahkumu arkadaşının ise korktukları başlarına gelmedi ve cezaları ömür boyu hapse çevrildi. DP politikalarının zaman zaman demokrasiye ve yurttaşlar arasındaki eşitlik ilkesine ters düştüğü, ayrıştırıcı ve ötekileştirici olduğu söylenebilir. Ancak Yassıada yargılamalarının “adalet” kavramı içerisinde değerlendirilemeyeceği bugün kamuoyunun üzerinde hemfikir olduğu nadir konulardandır. Özellikle idamların ülkenin geleceğine negatif etkisi yadsınamaz bir gerçektir.
Erozan’ın hayatının sonuna kadar tutuklu kalacağı yer olarak Kayseri Bölge Cezaevi seçilmişti. Erozan, 1961’den 1964’e kadar bu cezaevinin 4 numaralı hücresinde kaldı. Ancak birçok arkadaşı gibi zamanla onun da sağlık sorunları baş göstermiş, bu sebeple “sürekli hastalık raporu” almıştı. Yerel hastaneden aldığı bu raporun Adli Tıp Kurumu tarafından da onaylanmasıyla tahliye edilme ihtimali belirmişti. Bu ihtimal, hakkında verilen sağlık raporlarını inceleyen Cumhurbaşkanı Gürsel’in onayıyla gerçeğe dönüştü ve Erozan tahliye edildi.
Erozan tahliye edildikten sonra Kadıköy’e yerleşti. Bir süreliğine çalışma hayatının ilk yıllarında yaptığı öğretmenlik mesleğine geri döndü. Çamlıca ve Kadıköy Kız liselerinde tarih öğretmenliği yaptı. Serbest avukatlık faaliyetlerinde bulundu.
Fenerbahçe’den Kopmadı
Erozan cezaevinden çıktıktan sonra da Fenerbahçe ile ilgisini hiç kesmedi. Maçları tribünden izlemeye devam etti. Hakemi kastederek “neden bu siyahlıya Fenerbahçe forması giydirmediniz?” gibi sorular sorduğu rivayet edilen Erozan’a, Fenerbahçe’nin aldığı kötü sonuçlardan sonra taraftar tarafından “yeniden başkan ol” çağrısı bile yapıldı. İnönü Stadında 19 Eylül 1965’te oynanan ve Fenerbahçe’nin 2-0 kaybettiği Vefa maçı sonrası yapılan bu çağrıya “bizden geçti, görevi devrettik” diye karşılık veren Erozan, Fenerbahçe mali ve genel kongrelerini hiç kaçırmadı. Kulübün akil insanlarından biri olarak kimi zaman anılarını anlattı, kimi zaman da tavsiyelerde bulundu.
1973 yılı mali kongresinde ortaya koyduğu öneri kırk yıl sonra hayata geçecek ve her yıl yapılan kongrelerde enerji kaybeden Fenerbahçe; başkanını, Erozan’ın önerdiği gibi 3 yılda bir seçmeye başlayacaktı. Erozan, Fenerbahçe yönetimlerinin eski başkanları bir araya getirip fikirlerine başvurduğu toplantılara katılmayı da ihmal etmeyecekti.
Erozan tahliye olduktan sonra aktif olarak politika ile ilgilenmedi. 1974’e kadar siyasi yasaklı olarak kaldı. Bu tarihte kendisiyle birlikte 295 eski DP’linin siyasi yasaklarının affedilmesine rağmen politikaya girmedi. Kendi deyimiyle, “başına gelenlerden sonra politikaya girmek hatta bu kararı almak bile kolay değildi”. Bir “merkez sağ parti” geleneği olarak, DP’nin devamı olan Adalet Partisi’ne (AP) eski arkadaşlarıyla beraber üye olmasına rağmen aktif siyasete hiç girmedi. Siyasette gençlerin önünü açan hareketleri destekledi.
Agah Erozan, Fenerbahçe’nin 23.Başkanı, 2 Eylül 1993 tarihinde İstanbul’da hayatını kaybetti. Zincirlikuyu mezarlığında toprağa verildi. Mezarı, ölümünden 34 yıl önce, bugünkü Türkiye Süper Ligi’nin ilk şampiyonluk maçında Galatasaray ağlarına giden Fenerbahçe’nin 4.golünden sonra bacaklarına sarılan ve o günden sonra Fenerbahçeli olan “Vecdi” adlı bir çocuk tarafından her yıl ziyaret edilmektedir.
Fenerbahçe Başkanları – 1966
Son Söz
Agah Erozan’ın “Fenerbahçe’nin başına, kulübün toplumdaki etkisi ve popülaritesinden faydalanmak için iktidar partisi DP tarafından atanmış bir politikacı” olduğu; dönem ile ilgili bilgi veren kaynaklarda sıkça yer alan bir değerlendirmedir. Bu değerlendirmeye karşı çıkmanın tarihi gerçekleri reddetmek olacağı açıktır.
Sadece bu dönemde değil, Fenerbahçe Spor Kulübü’nü yöneten iradeler çoğunlukla ülkeyi yöneten irade ile paralellik göstermiştir. Ancak okuduğunuz satırlarda da yer bulduğu gibi bu durum sadece Fenerbahçe’ye özgü değildir. 27 Mayıs gerçekleştiğinde İstanbul’un 3 büyük kulübünün de başkanı milletvekilidir.
Kulüp başkanlarının ülkeyi yöneten siyasi parti bünyesinden olması aslında sadece partilerin değil kulüplerin de yarar sağlamayı amaçladığı bir “karşılıklı fayda” yöntemidir. Son tahlilde Agah Erozan DP’li bir politikacı olduğu için Fenerbahçe Başkanı olmuştur. Bugün ise tarih Agah Erozan’ı, Fenerbahçe’nin bünyesi ve yapısı hücuma müsaittir. Fenerbahçe’nin kendine has oyunu hücumdur” ve “Türkiye’de tanınmak neymiş, Fenerbahçe’ye başkan olunca anladım” diyen Fenerbahçe Başkanı olarak yazmaktadır.
“Agah Erozan, hakemleri futbolcu zannedecek kadar futboldan anlamamaktadır”, “Yurtdışı deplasmanlarında ‘ekmek arası pastırma’ yiyecek kadar boğazına düşkündür”, “Agah Erozan, Fenerbahçe’ye başkan olmadan önce Galatasaray Lisesi’nde vekil öğretmenlik yaptığı için Galatasaraylıdır ” Agah Erozan ile ilgili dönem kaynaklarında yer alan ve bu satırların yazarınca hafif tabirle “haksız” olarak nitelendirilen değerlendirmelere rastlanmıştır. Öncelikle belirtmek gerekir ki Agah Erozan futboldan ve spordan anlamaktadır. Fenerbahçe başkanı olmadan çok önce maçlara gitmektedir. Hatta maçları izlediği tribün bile bilinmektedir. 1950’lerde, Fenerbahçe ile tarihi ve organik bağları olan semt, Moda’da oturmaktadır. Erozan, sadece futbolda değil amatör branşlarda da şampiyon bir başkandır.
Günümüzde spor kulüplerine olan aidiyetin, bir siyasi partiye olanından çok öte bir üst kimlik tanımı olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla Agah Erozan için yapılan bu “haksız” değerlendirmeler dönemin siyasi atmosferinden etkilenerek yapılmışlardır. O atmosfer içerisinde “Fenerbahçe’ye bir karış toprak kazandırmadılar” denilen başkanların kazandırdıkları kupalar ve şampiyonluklar; bugün spor endüstrisi içerisinde Fenerbahçe’yi büyük yapan, kulüp ekonomisine katkı sağlayan ve sağlamaya devam edecek olan unsurlardır.
Osman elinde gazete, telaşla dükkana girdi, müşterilerin arasında kaybolmuş Zeki’ye hışımla yanaştı:
“Duydun mu haberi?”
“Ne haberini?”
Gazeteyi tezgaha fırlatıp, “Al işte, artık kesin, bunlar bir oyun ediyorlar. Maç iptal olmuş, yeni mevsimde oynanacakmış” diye çıkıştı.
Zeki yine tüm sakinliğiyle, “Memlekette düzgün ne kaldı ki birader, olur tabİi. Ben sana neler neler anlatıyorum işte. Ne siyaset iyi, ne dünya. Futbolun, sporun iyi olmasından umudumuz niye ki? Hep diyorum, profesyonellik olduktan sonra bu işler değişmiş, her şey para olmuş pul olmuş. Eskiden böyle değilmiş” diye devam etti.
Osman hızını alamamıştı, “Şu koca koca adamların dediğine bak, bir de bahtlarına UEFA delegesi de buradaymış, adamı köprüde yakalayıp izin almışlar. Hem bütün yazılarda da diyor ki, şike mike yok, koca kulüpler yapmazlar. Bizim izlediğimiz neydi o zaman? Boşa gitti 10 liralar!”
Konuşmayı uzaktan dinleyen Salih amca, müşterisi dükkandan çıkınca yanlarına doğru yanaştı, “Çocuklar yapmayın etmeyin, 60 senelik camialar bunlar. Hem iki başkanın da topçuluklarını bilirim ben. İkisi de pırlanta gibi insandır. Ne Fenerbahçe ne Galatasaray böyle oyunlar yapacak kulüpler değil, etmeyin” dedi.
Zeki dedesini duymazdan gelip devam etti, “Birader, Mehmet bize önceden söylemişti. Bu hasılatlar, toto paraları büyük işler. Bunlar ne yaptı ne etti anlaştı, ikinci maça işi bağladı. Ama biz iyi ki bağırıp çağırdık bak korktular. Maçı Mithatpaşa’da oynamaktan çekindiler ve nihayet ertesi mevsime bıraktılar!”
Tezgahtan gazeteyi alıp Mehmetlerin dükkana doğru fırladılar.
Kapanış Maçı
İstanbul’da sıcak bir yaz oluyordu. Şehrin üç büyük takımını tutan üç çocukluk arkadaşı Sultanhamam’da ailelerinin dükkanında çalışıyorlardı. O güzel İstanbul’un güzel zamanlarının en büyük eğlencelerinden birisi futboldu.
1964/65 futbol mevsimi de heyecanlı başlamıştı aslında. Üç takım sezona iddialı girmişti girmesine ama sezonun sonunda kazanan ikinci defa üst üste Fenerbahçe olmuştu. Sezonun öncesine damgasını vuran hadise Karşıyaka’nın şike yaptığı gerekçesiyle Milli Lig’den düşürülmesiydi. Kümede kalma yolunda önem teşkil eden Kasımpaşa maçında rakibin 6 oyuncusuna para ödediğine hükmedilen Karşıyaka, 4-0 kazandığı maçı hükmen kaybetmiş sayıldı ve küme düşürüldü. Bu sonuçla bir sıra üste çıkan Beykoz ise ligde kaldı. Ara ara şike iddiaları atılırdı ama bu karar önemli bir gelişmeydi.
Baharın son günlerinde ligi uzun süre önde götüren Fenerbahçe, Ankara’da Hacettepe’yi 2-0 yenip ligin son haftasındaki Beşiktaş maçı öncesi şampiyonluğunu ilan ediyordu. Bu işe en çok sevinen tabi ki Zeki’ydi. Yıl boyunca arkadaşları Osman ve Mehmet’le didişip durmuştu ama aslına bakarsanız rahat bir şampiyonluk olmuştu. Geçen yılın ardından hoca değiştirmelerine rağmen Fenerbahçe, ligi Beşiktaş’ın 6, Galatasaray’ın 8 puan önünde birinci tamamlamıştı.
Sıcak bastırmıştı, fakat daha oynanacak kupa maçları vardı. Yarı finalde Galatasaray’ın rakibi Ankara Demirspor, Fenerbahçe’nin rakibi İstanbulspor’du. Ezeli rakipler ilk maçları 1-1 biten eşleşmeleri ikinci maçlarda kazanarak finale adlarını yazdırıyordu. Sezonun sonunda Mithatpaşa Stadı’nda futbolseverleri harika bir kapanış maçı bekliyordu.
22 Haziran – Maça 5 gün kala
“Epey kısmetliymişsiniz Osman?” dedi Mehmet. Ankara Demirspor’u zorlandığı maçta İsmet’in son dakikada attığı golle devirebilen Galatasaray’da pek iş olmadığını düşünüyordu.
Osman çıkıştı. “Bizde Metin var,” dedi. “Dün de atmış bomba şutunu. Hem ne olacak son dakikalarda yendiysek, dünyanın sonu değil ya. Kupa bizim işimiz, iki senedir nasıl kazanıyorsak yine alırız.”
Zeki uzaktan dinliyordu, şampiyonluğun keyfiyle sözün kendisine gelmesini beklerken gülümsüyordu. “İki kupa bizim olacak, takım şampiyonluğu kazanmasına rağmen Beşiktaş’ı devirdi. Dün de Ziya İstanbul’a golünü atmış, kesin alırız maçı.”
“Maça gidiyor muyuz?” diye sordu Mehmet sonra. Kafasını salladı Zeki ile Osman. “Pazar gecesi 8 buçuktaymış maç, berabere biterse uzamıyormuş ama, Çarşamba tekrar oynanacakmış. O maç da berabere biterse uzayacakmış, uzatmada da gol olmazsa kura çekilecekmiş.”
Omzunu silkti Zeki, “Pazar gecesi biter iş, alırız”. Osman hırslanıyordu ama sesini de çıkarmadı, çay söylemek için çıktı dükkandan.
“Kızdırma oğlum şunu” dedi Mehmet. “Sen de kendinden pek eminsin ama baksana ne diyor gazeteler. Sizin topçuların hepsi askerde. Ogün de oynamıyormuş, ordu milli takım kampına katılıyormuş.”
“Ogün’e izin alırız” dedi Zeki. “O işi çözer bizim başkan. Ogün lazım bize. Şenol yok, Birol yok, Selim yok, Nedim yok, Ogün’ün oynaması lazım.”
“Neyse gelir şimdi Osman, kapatalım şu bahsi artık, sonra konuşuruz.”
25 Haziran – Maça 2 gün kala
“Vay Ofsayt Osman, bu da mı gol değil”
“Deme be şunu Mehmet, kaç kere diyeceğim, deme artık”
“Tamam be birader takılıyoruz. Hem Sadri Alışık’a benzetiyoruz işte fena mı? Ne güzeldi film, hepimiz çok beğenmedik mi? Şakayla karışık Sadri Alışık.”
“Yahu nasıl bir adam Ofsayt Osman, ben öyle miyim aşk olsun.”
“Belki sen de onun gibi güzel bir kız bulursun, niye öyle diyorsun.” diye lafa girdi Zeki.
Arkadaşlar işten çıkmış Sultanahmet’e doğru yokuşu çıkarken şakalaşıyorlardı. Laf dönüp dolaştı, maça geldi. Mehmet maça gitmekten cayar gibiydi:
“Yahu çiçek gibi hava var, ne yapacağız maçı? Kalkıp Florya’ya plaja gidelim, tam zamanı.”
“Olur mu yahu” dedi Osman, “Kaçar mı bu maç? Söz verildi bir kere gidiyoruz.”
Zeki gazetede okuduğu haberleri sıraladı peş peşe: “Metin de çekiniyoruz demiş. Gündüz hoca zaten temkinli. Bizim İngiliz ise kendinden emin. Yalnız tek bahtsızlık Ogün’e izin alamamış bizimkiler. Maçtan sonra uçakla İspanya’ya gönderelim demişler ama paşalar izin vermemiş. Neyse artık onsuz bir çözüm bulacağız.”
“UEFA’dan birileri buradaymış, duydunuz mu?” diye lafa girdi Mehmet. “1967 Gençler şampiyonasını Türkiye’ye verebilirlermiş, stadyumları geziyorlarmış. Ne güzel olur, ilerideki dünya kupalarının yıldızı olacak oyuncular gelebilir, biz de bütün dünyadan önce onları izleriz. Genel sekreter Hans Bangerter buradaymış, önce İstanbul’daki stadyumlara bakmışlar, şimdi de Anadolu’dakileri geziyorlarmış. Halit Kıvanç yakalayınca sormuş soruları. Ofsayt kuralını değiştirmeye sıcak bakıyormuş UEFA, ceza sahası çizgilerini taç çizgilerine kadar uzatıp, ofsaytı sadece burada uygulayacaklarmış.”
“Yahu olur mu öyle şey,” dedi Osman. “Böyle işlerle uğraşacaklarına adam gibi top oynamayı öğretsinler. En basitinden şu oyuncu değişikliği işini düzeltsinler. Adam sakatlanınca takım eksik kalıyor böyle iş mi olur. Kaleci sakatlanınca al başına belayı, kaç kere oldu takımlara.”
Mehmet; “UEFA istemiyormuş oyuncu değişikliğini. Sakat numarası yapanlar var diyormuş Bangerter. Olacak iş değil hakikaten, bakalım ne olacak,” diye destekledi arkadaşını.
“Yahu bırakın şu adamı” diye girişti Zeki, “Bizimkiler Ercan’ı kaçırmış, duydunuz mu? İyi o çocuk, santrhafta öyle bir adam lazımdı bize. Çok iş yapar, yalnız sizinkiler kesin fellik fellik arıyordur.”
“Yahu hem para yok diye konuşuyorlar, hem de her mevsim döküyorlar ortaya. Şeref de Beşiktaş’a girecek diyorlar Zeki, o işe ne diyorsun?” dedi Osman.
“Şeref hiçbir yere gitmez. Şeref demek Fenerbahçe demektir. Olur arada böyle haberler ama sonunda kalır, itimadım tam.”
Mahallenin girişinde Pazar sabahı tramvay durağında buluşmak üzere ayrıldılar.
27 Haziran – Maç günü
En erken Osman geldi durağa. Bayram günü gibi giyinmişti, ütülü beyaz gömleği ve jilet gibi pantolonuyla arkadaşlarını beklemeye koyuldu. Beklerken de elindeki Milliyet’in Kulis bölümüne takıldı gözü, Fenerbahçe ve Galatasaray başkanları İsmet Uluğ ve Suphi Batur’un Tenis-Eskrim Dağcılık kulübündeki yemeğini yazıyordu:
“İsmet, gene Fenerbahçe kendisini dev aynasında görüyor. Biz sizin eski günlerinizi de biliriz. Az mı ağlattık sizi?”
“Ne o, yoksa sen Fenerbahçe’yi Demirspor mu zannediyorsun? Dua edin Feriköylü İsmet kurtardı sizi. Ha doğru ya, İsmet olsun çamurdan olsun.”
“Yaaa, beğenemedin mi Galatasaray takımını?”
“Bak Suphi, benimle şaka etmeye kalkma. Kızdırırsan benim kafamı iş başka olur.”
“Ne olacakmış yani ya?”
“Ben olacağını bilmem. Tutar sizi yeneriz. Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na girmeyiz de Kupa Galipleri’ne gireriz. O zaman siz avcunuzu yalarsınız. Sevinciniz kursağınızda kalır. Yapar mıyız, vallahi yaparız bunu. Sonra ne oldu sana anlayamadım. Sen bana telefon edip teşekkür etmedin mi? Ne çabuk döndün?”
“Maç berabere bitse nasıl olur İsmet?”
“Şimdi berabere dersiniz, sonra tutar yenersiniz. Ondan sonra da Milli Lig şampiyonunu yendik diye beyanatlar verirsiniz. Bizim bunlara karnımız tok. Biz çıkar sizi şakır şakır yeneriz kardeşim.”
“Ha unutuyordum. Ne oldu Ogün’ün işi?”
“Vallahi ben Ogün’ü bugünü bilmem. Haliniz harap sizin. Hakkı gelecekti, ne oldu? Unuttu mu acaba? Ama o öğle üzeri dalgın değildir. Benim bildiğim Hakkı akşamları dalgındır.”
“Ha bunu söylediğin iyi oldu işte, Hakkı’ya söylerim.”
“Hakkı’ya ne söylersen söyle aramızı bozamazsın. Bizim aramızı Ulvi bozamadı, sen mi bozacaksın? Bak bu Sabri’nin transferinde bile çocuk Beyoğlusporlu olduğu halde ‘ayın beşine kadar alırsanız alın, sonra biz talip olacağız’ diye haber yolladım. Bizde öyle katakulli yok. Yarınki maçtan korkma, bizim milyonluk forvet şimdi hep asker. Ogün, Nedim, Şenol, Birol, Selim. Ya bu forvetle çıksaydık ne olurdu haliniz?”
Mithatpaşa’ya Doğru
Mehmet’le Zeki birlikte geldiler. “Nerde kaldınız yahu” diye sitem etti Osman. “Geç kalacağız kuyruğa, şimdiden dolmuştur Dolmabahçe. Yürüyün yürüyün.”
Üç arkadaş tramvaydan Tophane’de inip Mithatpaşa Stadı’na doğru yürümeye, yürürken de birbirine takılmaya başladı.
Önce Osman “Yahu Zeki ne diyorsun bu Aydın’ın işine, maça bir gün kala hapis kararı çıkar mı bir adama?” diye sordu.
Zeki kızgın, “Bu ne dalgınlıktır. 910 Lira borcunu ödememiş. Yapılacak iş mi? 10 gün hapis çıkmış, neyse ödeyeceklermiş yarın sabah, çözmüşler. Bir de hakim Müfit Birsen Fenerliymiş ama “hukukta kulüpçülük olmaz, sporcu her şeyden evvel borcuna sadık olmalıdır,” deyip hem fırçalamış bizim Aydın’ı, hem de cezayı tecil etmemiş,” diye söylendi.
Mehmet de evde başkanların sohbetini okumuştu. “Ne konuştu bu adamlar yahu maça bir gün kala” diye sordu arkadaşlarına. “Bizim Baba Hakkı da gitmemiş, ikisi kalmış baş başa.”
“Ne konuşacaklar, birbirlerine takılmışlar işte” dedi Osman. “Hadi hadi hızlanın geç kalmayalım, sıra uzamıştır.”
Stadyum
Gerçekten de Mithatpaşa Stadı’nın önü o saatten ana baba günüydü. Maç 8 buçukta başlayacaktı ama erzağını, bayrağını kapan gelmişti. Geceden yatanlar bile varmış, öyle konuşanları işittiler. Ellerinde evden getirdikleri yiyecekler vardı ama sıraya girmeden birer simit aldılar. Kuyruktaki bekleyiş, birbirlerine takılmalar, sıradaki diğer insanlarla atışmalarla geçti.
Aslına bakarsanız, Avrupa bileti için maçın bir belirleyiciliği yoktu ama iki ezeli rakip dostluk maçı bile oynasalar kalabalık hemen toplanırdı. Dedeleri de böyle anlatırdı, babaları da. İki takımın ilk yıllarında bile halk tarafını seçip maçların yapıldığı çayırlara, Papazın Bahçesi’ne hücum ederdi.
Kalabalıktan stadın dolacağı belliydi ya, bu da 35 bine yakın taraftar ederdi. 10 liralarını verip içeri girdiklerinde daha maça çok vardı. Tuzu en kuru Mehmet’ti tabi. Kendi takımı sahada yoktu, heyecanı arkadaşlarına göre başka türlüydü. Osman ise Zeki’nin bu yılki takılmalarından yılmıştı, kazanmak istiyordu.
“Rakipten kimi sizin takımda isterdiniz” diye sordu Mehmet.
“Ben Ziya’yı beğeniyorum” diye lafa girişti Osman. “Daha çok genç, nasıl kaçırdık onu elimizden.”
Zeki, “Metin bambaşka bir adam ama ben bizim Naci’yi isterdim. Hala üzülüyorum onun gidişine, ayıp ettiler,” diye cevapladı soruyu.
Maç Başlıyor
Fenerbahçe’nin Hazım – B. İsmail, K. İsmail – Şeref, Özer, Osman – Şükrü, Hüseyin, Ziya, Ali İhsan, Aydın, Galatasaray’ın Bülent – Bahri, Doğan – Mustafa, Naci, İsmet – Yılmaz, Ayhan, Tarık, Metin, Turan onbirleriyle oynayacağını öğrendiler. Sürpriz yoktu.
Ve işte maç zamanı geldi çattı. Takımlar şimşek gibi bir gürültü altında sahaya koşturdular. Maçı yönetecek İtalyan hakem Gaston Roversi’nin ilk düdüğüyle final başladı.
İlk 5 dakika müthiş bir heyecan içinde sanki İngiltere Federasyon kupası maçı gibi geçince iştahları da arttı. Ama ne olduysa ondan sonra oldu. İki takım da bir komedi filmi çevirir gibi oynamaya başladı. Maçta tek tük kaçan pozisyonlar vardı tamam ama, onda bile çok yetenekli ayakların müthiş beceriksizlikleri, toptan bezgin bir çaba içinde 90 dakikanın dolmasını bekleyen halleri vardı.
Dakikalar geçtikçe homurdanmalar artıyordu tribünde. Arka sıralarındaki adamlar “Şike bu yahu” diye söylenmelerini sıklaştırdılar. “Çarşamba günü de hasılat yaparız diye böyle oynuyorlar, al gülüm ver gülüm. Böyle iş mi olur? Nerde şampiyon Fener, nerde bizim Cimbom. Pes yahu!”
Mehmet kafasını sallıyordu, o şimdiden hemfikirdi bile homurdanmalarla. Sahada takımı olmamasına rağmen futbol izlemeye gelmişti ama gördüğü rezalet canını sıkıyordu. “Hakikaten şike bu yahu” dedi arkadaşlarına, “Böyle rezalet olur mu?”.
Zeki ile Osman konduramıyordu. Onları bizzat kendileri kaç defa omuzlarında taşımıştı. Onların böyle bir işe tenezzül edeceğine ihtimal vermek istemiyorlardı. Hem birbirlerine gayet sert de giriyorlardı. Metin o topu ayağına oturtsa, Şükrü’nün ortasına biri yetişse gol de gelecekti işte.
Tribünde İsyan
Homurdanmalar bağırışlara döndü. Tribünler “Şike, şikeee” diye tempo tutmaya başladı. Ortalık iyice gerilmişti. Verilen para karşılığında futbol görmek istiyordu seyirci ama oyuncularda hiçbir ışık yoktu. Üstelik İtalyan hakem de iyice limon sıkıyordu maça. Taca çıkan topu frikik olarak kullanan oyuncuya ses çıkarmıyor, faullerde sanki Roma’da “Aşk Çeşmesi”ne para atarmışcasına Mithatpaşa’dan uzak kalıyor, atışlarda 9.15 metrelik duruş yerine aldırmıyor, yani aslında tam olarak “bu oyuna bu kadar hakem” olarak ortada dolaşıyordu.
Maçın sonuna doğru tepkiler iyiden iyiye arttı. Her yer şike şike diye inliyor, şişeler havada uçuşuyordu. Son düdükle birlikte takımlar soyunma odasına koştururken şişe yağmuru sürüyor, oyuncular kafasını kollayarak içeri kaçışıyordu.
Stadyumdan çıkış yolunda herkes kızgındı. Bizimkiler de iyiden iyiye kendini kaptırmış, birbirlerine destek çıkıyorlardı.
“Zaten dün buluşmalarından belliydi. Ne konuştular ki orada? Gazetenin doğruyu söylediği ne malum?” dedi Osman, “Kesin bir işler döndü, Çarşamba yine oynayalım, daha çok para kazanalım diye al gülüm ver gülüm oynadılar”.
Zeki de katılıyordu buna, “Olan bizim 10 liralara oldu, nerden baksan 300 bin lira toplanmıştır, yarısı 150. Artık yarın Ercan’ın parasını verirler, Şeref de imzalar.”
Söylene söylene yürüdüler bütün yolu. Gecenin yarısı olmuştu saat, üstelik ertesi gün de iş günü. Sinirliydiler, üç gün sonraki maça gitmemeye yemin etmişlerdi.
29 Haziran – Maçtan 2 gün sonra
Zeki ile Osman Mehmet’lerin lokantasına girip bir masaya oturdular. Abdullah amca futbolla pek yakından alakadar değildi ama geldi yanlarına ilişti. Vefalıydı Abdullah amca, mahallesinin takımını hiç bırakmamıştı. Sakinleştirme işi onundu.
“Çocuklar, olmaz öyle şey” dedi. “Baksanıza gazetedeki yazarlar, yöneticiler de söylüyor. İsterseniz seyircisiz oynayalım diyorlar. Üç kuruş için koca camialara leke düşürülür mü? Gençsiniz, kızgınsınız ama inanın yoktur öyle şey. Hem işte bakın, maçı da öbür mevsime bırakmışlar. Bursa’ya alınsaydı, Eskişehir’de oynansaydı daha mı iyiydi? Her şey iyi olur, boş verin siz işinize bakın.”
Aslına bakarsanız Mehmet, Zeki ve Osman da o geceki gibi kızgın değildiler. “UEFA genel sekreterine rezil olmamız kötü oldu, turnuvayı vermekten vazgeçmeseler bari” dedi Mehmet.
“Onun sayesinde maç iptal olmuş diyorlar” diye ekledi Osman. “Kupa Galipleri Kupası’na Galatasaray’ın alınmasına tamam demiş. Ama bir daha böyle şey olmasın diye de maçta şişe içecek satılmasını yasaklayın diye tembihlemiş. Elveda maçta içilen gazozlar, sular. Yandık desene.”
“Sizin Metin de film çekiyormuş,” diye konuyu değiştirdi Zeki. “Taçsız Kral diyorlar adına. Gider miyiz gelince?”
Şimdiden sözleştiler ve transferlerle yeni sezonu konuşmaya başladılar bile.
Yeni Sezon – Yeni Maç
Maçtan sonraki hararet yerini yaz sakinliğine ve transfer haberlerine bırakmaya başlamıştı. Orhan Şeref Apak yönetimi krizi ince hareketlerle öteleyip hem UEFA’ya karşı mahcubiyetten kurtulmuş, hem taraftarların tepkisinden sıyrılmış, hem de Temmuz sıcağında sezonun yorgunluğu üstünde oyuncuların bir kez daha sahaya çıkmalarını önlemişti.
Birkaç gün sonra Basri’nin jübilesi oynanacak, tüm dargınlıklar unutulacak, oyuncularla taraftar barışacaktı.
Kupanın ikinci maçı Eylül’ün birinci günü oynandı. Metin Oktay’ın golüyle 1-0 kazanan Galatasaray kupayı müzesine götürdü. Metin’in maçta attığı gol “Taçsız Kral” filminin final sahnesine konu oldu.
1967 UEFA U18 şampiyonası Türkiye’de oynandı. Türkiye, Fransa, İngiltere, SSCB yarı final oynadı, Ruslar turnuvayı kazandı. İngiliz Peter Shilton, Frank Lampard, Trevor Brooking İstanbul’da final maçına çıktı.
Üç büyüklerin maçları çoğu zaman heyecanla, bazen ise böyle garipliklerle sürmeye devam etti. Şike diye bağırılan maç da oldu, şiddetin zirveye çıktığı da.
Mehmet, Zeki ve Osman diye üç arkadaş belki yoktu ama onlar gibi binlerce İstanbullu vardı. İstanbul gerçekten güzeldi, eski İstanbul hayaliyle o günleri yaşamak muhtemelen çok keyifliydi. Bu yazı da o günleri hayal eden yazarın kaleminden, dönemin gazetelerinden ve gazetedeki makalelerden faydalanılarak kaleme döküldü. Sizlere o günleri yaşatmaya biraz olsun yaklaşabildiysem bile ne mutlu bana.
Resimli Mecmua’nın 14 Mayıs 1925 tarihli sayısında Tahsin Demiray, bugün stadımızın yanında bulunan tarihî binanın Türk sporuna olan katkılarını anlatmış… O zamanki adıyla Kadıköy Orta Mektebi, Fenerbahçe’nin 1920’li yıllardaki meşhur mütareke/işgal dönemi futbolcularının önemli bir kısmını bünyesinden çıkardı. Yazıda okula ve geçmişin spor atmosferine dair gülümseten yerler var. Keyifli okumalar .
Bugün memleketimizde çok canlı, çok uyanık ve ati için çok ümitbahş olan spor hayatı on beş sene evvel hemen yok gibi idi… Meşrutiyetten sonra az çok serbesti bulan gençler arasında spor yavaş yavaş rağbet buluyor, fakat bir türlü umumîleşemiyordu… Tek tük teşkil edilen spor kulüplerinin isimlerini bilen, onların faaliyetlerinden haberdar olan yoktu…
Halk gençlere şurada burada oyun oynarken tesadüf ettikçe “Eyvahlar olsun. Kıyametin kopması yaklaştı. Ne bu baldırı çıplak koca koca herifler… Utanmadan zıp zıp sıçrıyorlar… Elalemin evladına da örnek olacak, baştan çıkaracaklar..” diyor, futbola heveslenen evlatlarını men ediyorlardı.
Zamanın en faal, belki de yegane kulübü Galatasaray’dı. Çünkü Galatasaray oyuncuları koskoca bir (Galatasaray Sultanisi)ne istinat ediyorlar ve evvelce orada hazırlanmış bulunuyorlardı… İçlerinde Türk olmayanlar da pek çoktu…
Hayli müddet mahdut bir kısım münevver gence münhasır kalan spor, Balkan Harbi sıralarında (Keşşaflık) ile beraber taammüm etmeye başladı. Hükümetin emir ve iradesiyle (Genç) (Gürbüz) dernekleri teşkil ederken spor da meydan aldı.
Memleketimizde (Keşşaf) (Genç) (Gürbüz) faaliyetlerinin temerküz ettiği mahall-i tabii İstanbul’du. İstanbul’da da (çok faal) (faal) (gayrifaal) mıntıkalar vardı. İşte Kadıköy bu (çok faal) mıntıkalardan biri ve belki de birincisi idi… Her Cuma, Pazar maçları Kadıköyü’nde şimdiki (İttihat Spor) sahasında yapılır, izci ve mektepler bayramları orada edilir, ecnebilerle orada boy ölçülürdü. Memlekette o zaman (kapitülasyon) denilen yedi başlı bir bela, bir ecnebi tahakkümü ve bundan yüz bulan şımarık bir ecnebi güruhu vardı. Bunların muntazam kulüpleriyle, takımlarıyla o zaman yegane boy ölçüşen, yüzümüzü ağartan (Galatasaray)dı. Fakat yukarıda bahsettiğim gibi maalesef bu birinci kulübümüzün birinci takımında da ecnebi unsurlar vardı. Her kulüpte öyle idi ya…
Türkiye’nin Spor Merkezi Kadıköy
Spor sahasının Kadıköyü’nde olması, bütün maçların orada yapılması, çayırların, sahaların müsait bulunması Kadıköy gençlerini sporcu yetiştirmek için kafi idi. Nitekim de öyle oldu. Kadıköylü gençlerinden bir çok değerli sporcular yetişti. Bugün diğer milletlerin millî takımlarına karşı çıkardığımız gençlere dikkat edilirse ekserisinin Kadıköylü ve (Kadıköy Orta Mektebi) yetiştirmelerinden olduğu görülür.
Harb-i umumînin bidayetinde (Aziziye Numunesi)nden (Sultani)ye kalb edilen bu mektep az zamanda birçok değerli oyuncu yetiştirmiştir. Ezcümle mektepte numarası 14 olduğundan (katorz) diye şöhret bulan Bekir (1) ve sonra İsmet (2), yeni yetişenlerden Kadri (3), Bedri (4) daha birçokları hep bu mektebin bahçelerinde ayva çöpü, taş parçaları ile oyuna başlayıp yükselmişlerdir. Bu nüshamızda mezkûr mektebin henüz tanınmayan sporcularından birinci takıma dahil bulunanların fotoğrafını derç ediyoruz.
Spor tarihimizde (Galatasaray Lisesi) nasıl hürmet ve tebcil ile yad ediliyorsa (Kadıköy Lisesi) de o derece ve hatta daha fazla tebcil edilecektir ve o, buna layıktır.
2 Temmuz 1964, Fenerbahçe’nin ilk Atatürk Kupası ile müzesini şereflendirdiği gündü. Bu mutlu günü ve müthiş maçı Tapfereritter’in kaleminden okuyalım…
Maç öncesi iki takımın, maç sonrasında bir takımın şeref turu attığı kaç maç vardır acaba Türk spor tarihinde?
2 Temmuz 1964’te İnönü Stadı’nda oynanan Atatürk Kupası maçı böyle bir ilginçliğe sahne oldu. Sezonu 12. kez Türkiye şampiyonu olarak tamamlayan Fenerbahçe ile 2. kez Türkiye Kupası şampiyonu olan Galatasaray karşılaşma öncesinde seyircilerin huzurunda kupalarıyla tur attılar.
Oysaki Fenerbahçe aslında sezonu çoktan kapamıştı. 31 Mayıs’ta İzmir’de (1950 şampiyonluğuna benzer şekilde) tarihî bir maçta Altay’ı 3-0 yenerek şampiyon olmuş, sonrasında ise Lefter Küçükandoniadis’in jübilesinin ardından, yedek ağırlıklı bir kadroyla dört maçlık bir Karadeniz turnesi (Amasya, Samsun ve Adapazarı’nı kapsıyordu) yapmış, 22 Haziran’da tatile ayrılmıştı.
Galatasaray Nasıl Türkiye Kupası şampiyonu oldu?
Galatasaray futbol takımının ise sezonu devam ediyordu. Ligi (2 puanlı sistemde) Fenerbahçe’nin 11 puan gerisinde üçüncü olarak tamamlayan sarı-kırmızılılar Türkiye Kupası’nda finaldeydi. İzmir’deki ilk maç 0-0 bitmiş, Kupa şampiyonunun belirlenmesi İstanbul’daki rövanşa kalmıştı. Ancak, sonrasında birbirinden ilginç gelişmeler oldu: İstanbul Bölge Müdürlüğü 28 Haziran’daki rövanş için Futbol Federasyonu’na İnönü Stadı’nı vermedi ve 29 Haziran Pazartesi’yi önerdi. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı da Dünya Ordulararası Futbol Şampiyonası nedeniyle maçın o tarihte oynanmasını istemiyordu (Fenerbahçe ve Ali Sami Yen statları inşaat halindeydi ve koca İstanbul’da final maçı oynatacak başka stadyum yoktu).
Altay Kulübü karara direndi. Altay Başkanı Rıdvan Burteçin; önceden kararlaştırıldığı şekliyle, maçı 28 Haziran Pazar günü gerekirse Alibeyköy Stadı’nda bile oynamaya hazır olduklarını açıkladı. Zira Galatasaray’ın Ordu Milli Takımındaki oyuncularını da (Ayhan Elmastaşoğlu, Talat Özkarslı ve Uğur Köken) oynatabilmek için maçın Pazartesi oynanması hususunda Futbol Federasyonu’na baskıda bulunduğunu iddia ediyordu. 25 Haziran’da Futbol Federasyonu gerçekten de maçın Pazartesi oynanmasına karar verdi. Aynı gün Galatasaray’a bir müjdeli haber de Genelkurmay Başkanlığı’ndan geldi: Üç asker futbolcusunu Pazartesi için izin çıkmıştı.
Aynı gün Altay Yönetim Kurulu toplandı ve protesto amacıyla maça çıkmama kararı aldı. 29 Haziran’da Galatasaray seremoniye çıktı ve “hükmen galip” ve “şampiyon” ilan edildi. Bunun ardından sahaya hücum eden Galatasaraylı taraftarlar da büyük bir coşkuyla sarı-kırmızılı futbolcuları sırtında taşıdı..
Atatürk Kupası ve Galatasaray’ın Teklifinin Zamanlaması
Atatürk Kupası ise bu dönemde gündeme gelmişti. (1961-1965 arasında iktidarda olan) Cumhuriyet Halk Partisi’nin 40. kuruluş yıldönümünü teşkil eden 9 Eylül 1963’te bir Fenerbahçe-Galatasaray maçı yapılması isteği, Beden Terbiyesi Genel Müdürü Fikret Altınel’in “Bu yıl temel atılması imkânsızdır” sözüyle, başlatılamayacağı anlaşılan Fenerbahçe Stadı’nın inşaatına yardımcı olunması koşuluyla kabul edilmişti (stadın açılışı ise 1982’yi bulacak, Fenerbahçe ne yazık ki yıllarca stadından mahrum kalacaktı).
Beşiktaş da organizasyona dahil edilince Atatürk Kupası üçlü bir turnuvaya dönüştü. Şampiyona Atatürk’ün 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz’un başlangıcında Kocatepe’deki duruşunu canlandıran bir heykel de bulunan 70 santim boyunda çok görkemli bir gümüş kupa sunulacaktı. Kura gereği 9 Eylül’de 38.000’i aşkın (biletli) seyircinin önünde hasılat rekoru kırılan ilk maçı oynayan Fenerbahçe ile Beşiktaş’tan gülen taraf 3-1’lik sonuçla Sarı-Kanaryalar oldu. Bu maçta Beşiktaş’tan transfer edilen Şenol Birol ve Birol Pekel de eski takımlarına karşı forma giydiği gibi, birer kez Beşiktaş filelerini sarsmışlardı. Diğer golün sahibi de yine bir dönem siyah-beyazlı formayı giymiş Selim Soydan’dı.
2 Ekim’de ise Galatasaray Beşiktaş’ı 3-0 yenince şampiyonluk Fenerbahçe-Galatasaray maçına kaldı. +1 averaj üstünlüğü bulunan Galatasaray’a şampiyonluk için beraberlik bile yetecekti. Ancak, maç Galatasaraylı yöneticilerin türlü mazeretleri nedeniyle bir türlü oynanmadı. Kupa adeta ortada kalmıştı. Galatasaray’ın Fenerbahçe’ye maç teklifi ise, Fenerbahçe’nin sezonu kapatıp plaja dağıldığı, Galatasaray’ın ise Türkiye Kupası final maçı için kampta olduğu 26 Haziran’da geldi.
Plaj Takımı Kamp Takımını Yeniyor
Fenerbahçe Kulübü’nün dürüst ve sportmen Başkanı “Yavuz” İsmet Uluğ’un aklından teklifi reddetmek geçmedi. Ancak ortada bir gerçek vardı: 22 Haziran’dan beri tatildeki Sarı-lacivertli futbolcuları denizden toplayıp maça çıkarmak gerekecekti. Galatasaray ise Türkiye Kupası maçı finali için her gün antrenman yaptığı bir dönemdeydi. Fenerbahçe Yönetim Kurulu, Başkanına serzenişte bulununca “Yavuz” İsmet, “Size sormadan kabul etmekle demek hata ettim. O halde, ben istifa edeyim, siz de kararı tanımayın” dedi. Ama Yönetim Kurulu da Fenerbahçe Yönetim Kurulu’ydu. En zayıf anında bile mazeretlerin arkasına sığınmazdı. Başkanının teklifini kabul etmedi.
2 Temmuz’daki maçın sonrasında İsmet Uluğ, Galatasaray’ın teklifini kabul edişini şu şekilde açıklayacaktı:
“Birincisi, Büyük Atatürk’ün adına oynanan bu kupanın finalini oynamamız lazımdı. İkincisi, ligde sekiz eksiği olan Galatasaray’ı yenemediğimiz için gururumuzla oynamaya kalkışmışlardı. Şartların tamamen aleyhimizde olduğu bir zamanda [bu] maça çıktık”
29 Haziran’da plajlardan toplanabilen Fenerbahçeli futbolcular 1 Temmuz’da bir antrenman yapıp, 2 Temmuz 1964 Pazar gecesi tıklım tıklım dolu İnönü stadına çıktılar. Maç adeta Lig ve Kupa şampiyonlarını karşı karşıya getiren bir Süper Kupa havasına bürünmüştü. Zaten iki yıl sonra da bu amaçla oynanacak Cumhurbaşkanlığı Kupası ihdas edilecekti.
Kupayı Kim Verecek? Maç Günü Türkiye’nin Gündemi..
2 Temmuz’daki final maçının galibine Atatürk Kupası’nı Başbakan Yardımcısı Kemal Satır’ın vereceği açıklandı. CHP’nin düzenlenmesini istediği kupayı CHP’nin Genel Başkanı İsmet İnönü veremeyecekti zira. Türkiye dış politikada önemli dönemeçlerinden birindeydi çünkü.
1963-1964 döneminde Kıbrıs’ta anayasal düzenin Rumlar yüzünden bozulması ve Ada’daki Türklere yönelik saldırıların artması üzerine, Türkiye de 16 Ağustos 1960 tarihli Garanti Antlaşması uyarınca Ada’da anayasal düzenin yeniden kurulması amacıyla askeri müdahale seçeneğini tezekkür etmeye başlamıştı. TBMM 16 Mart 1964’te Hükümet’e tam yetki vermişti. İnönü 16 Nisan’da ise ünlü Time dergisine verdiği demeçte “Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur” açıklamasını yapmıştı.
Bu dönemde, 5 Haziran 1964 tarihinde Türk siyasi tarihine “Johnson Mektubu” olarak geçmiş olan, ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup Ankara’ya ulaştı. 9 Haziran’da ise Yunan donanması Ege’ye açıldı. 10 Haziran’da ise ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Türkiye’ye geldi. Arabuluculuk girişimleri başlamıştı. Başbakan İnönü de ABD’ye gitmeden önce TBMM’den istediği güvenoyunu 19 Haziran’da ucu ucuna aldı ve 21 Haziran’da bu ülkeye gitti. 27 Haziran’da diğer garantör ülke Birleşik Krallık’a, 30 Haziran’da ise Fransa’ya geçti.
Atatürk Kupası maçının oynanacağı 2 Temmuz günü Başbakan İnönü 12 günde 19.000 kilometre yol katettiği dış gezisinden dönüyordu.
İlk Yarı ve Devre Arasındaki Ümitsizlik
Büyük maç, 1947’de İnönü Stadı olarak açılmış, 1950’de ise Mithat Paşa’nın adı verilmiş stadyumdaydı. Yaklaşık 30.000 biletli seyircinin karşısına Fenerbahçe; Ali Filibeli – İsmail Alemdaroğlu, Özcan Köksoy, – Şeref Has (kaptan), Osman Göktan, Ali İhsan Okçuoğlu – Yüksel Gündüz, Hüseyin Yazıcı, Ogün Altıparmak, Birol Pekel, Aydın Yelken’den oluşan bir onbirle çıktı.
Galatasaray’ın ilk onbiri ise şu şekildeydi: Turgay Şeren (kaptan) – Candemir Berkman, Ahmet Berman – Mustafa Yürür, Ergun Ercins, Doğan Sel – Yılmaz Gökdel, Ayhan Elmastaşoğlu, Talat Özkarslı, Metin Oktay, Uğur Köken.
Maçın başında, yazımızın başlangıcında bahsettiğimiz üzere, iki takım şampiyonluk kupalarıyla birlikte, beraberce tur attılar.
Ardından Fenerbahçeliler için eziyet dolu olan ilk yarı başladı. Sarı Kanaryaların kasları maçı kabul etmiyor, Sarı-kırmızılılar ise baskıyı kurmuş, yükleniyordu. Nihayet Metin Oktay 38. dakikada Fenerbahçe filelerini havalandırınca, Galatasaray tribünleri Fenerbahçe’nin “atom forveti”ni kuran işadamı yöneticisi Müslim Bağcılar’a hitaben “Sen oyna Müslim, sen oyna” tezahüratına başlamışlardı.
Suskun Fenerbahçe taraftarı, devre arasında daha büyük bir eziyetle ikinci yarıyı beklemeye başlamışlardı.
Devre arası Fenerbahçe tarihçisi ve o dönem Kulüp’te yönetici olan Rüştü Dağlaroğlu’ndan:
“İki devre arasında Fenerbahçe soyunma odasını tam bir perişanlık havası kaplamıştı. Futbolcular fena halde sızlanıyor; ”Sezon kapandıktan sonra bu maç alınır mıydı!.. 3-4 atacaklar, rezil olacağız!” diye dövünüyorlardı.
Odaya tribünden tek bir idareci gelmişti. Yakınmalar ona idi. Bu yıkık morali düzeltme çabasına girişildi. Birkaç kamçılayıcı cümleden sonra, biraz gayret ve akıllıca oyunla maçı kazanacakları, hem de 3-1 kazanacakları söylendi. Sayılar tekrarlanarak ve “Üç.. bir” diye bağrılarak futbolcular 2. devreye çıkmışlar, ama yönetici odadan çıkamamıştı.”
İkinci Yarıda Şahlanan Fenerbahçe
Kupa Atatürk Kupası’ydı. Ulu Önder’in ebediyete uğurlandığı “O gün” (10 Kasım 1938) doğan bir çocuk da 2 Temmuz 1964’te Fenerbahçe formasıyla sahadaydı. Fenerbahçe’yi coşturan beraberlik golü 55. dakikada Ogün Altıparmak adlı Türk futbolunun bu yeni yıldızına nasip oldu.
Fenerbahçe tribünleri canlanırken, sahadaki Sarı-Kanaryalar şahlanmıştı bir kere.. Ve gün “Ogün”ündü.. İlk golün 10 dakika sonrasında Ogün Altıparmak bu defa geriden gelen pası Galatasaraylı Ergun Ercins’ten önce kaptı ve yıldırım gibi cezaalanına aktı. Turgay Şeren’i üzerine doğru çektikten sonra sola doğru kaydı ve plase bir vuruşla galibiyet golünü attı: 2-1.
Tribünlerde bir gök gürültüsü koptu. Bu sonuçla bile şampiyonluk Fenerbahçe’nindi. Ancak bir de “perçin” lazımdı.
O “perçin”i de Kaptan Şeref Has çaktı. 83. dakikada Yüksel Gündüz’le paslaşan Birol Pekel topu Şeref Has’ın önüne açtı. Açtı ama kaleye mesafe 35 metreydi. Kaptan mermi gibi vurdu. Önce direğe çarpan top Galatasaray fileleriyle kucaklaştı.
Maçı Milliyet’e yorumlayan Namık Sevik golü ve Fenerbahçe’nin muhteşem zaferini şu şekilde takdim ediyordu okuyucularına:
“Stat yerinden oynuyor, Turgay ise, çaresizlik içinde, düştüğü yerden ağır ağır kalkıyordu… Üzülmemeliydi Turgay.. Bu golü Avrupa’da da kurtaracak kaleci yoktu. Fenerbahçe 3-1 galip ve Atatürk Kupası’nı kazanmıştı. Evet, beklenmeyen şey olmuş, “Plaj takımı”, “Kamp takımı”nı 2. devredeki ağır darbeleriyle yenmişti”
Galatasaray’ın ilk golünden sonra dalgaya alınan Müslim Bağcılar ise, “son gülen iyi güler” misali, maç sonunda keyifliydi:
“Beşiktaşlılar da Galatasaraylılar da bağırdılar. Ama sonunda yine ben oynadım. Şampiyonluğa göbek atmayacak kaç kişi var Türkiye’de?”
Fenalık Geçiren Rüştü Dağlaroğlu’na Ne Oldu?
Demiştik ya.. Takım sahaya çıkmış ama Yönetici soyunma odasından çıkamamıştı. Neler olduğunu Dağlaroğlu’ndan okuyalım:
“[Yönetici] Bir süre sonra, “Goooool” feryatlarıyla kendine gelip, pencere başındaki sıradan ayağa kalkınca, kendini masaj masasına zor atabildi. Malzemeci başına buzlar koyarken, sahaya da; “Doktor… Doktor…” diye haykırıyordu. Maç sonrası, revirde tedavi görmekte olan yöneticinin başına koşanlardan, kaptan Şeref [Has], kulağına eğilip:
– İkinci devreye çıkarken sen fenalık geçiriyordun. Az sonra, ”Doktor… Doktor…” bağrışmalarını duyunca, seni kaybettik sandık. Ben, bu stadın eşini görmediği o 3. golü 30 metreden, “seni kaybettik” diye attım!” diyor, yöneticinin boynuna sarılıyordu.
Günün kahramanı Ogün Altıparmak da Dağlaroğlu’na sarılanlar arasındaydı:
“Bize moral verirken, ‘Kupa’yı kazanın, Atatürk’ün de ruhu şad olacak’ diyordun. Bir bu sözün, bir de beni Karşıyaka’dan, kırık ayağımla, ne mücadelelerle Fenerbahçe’ye aldığını hatırlayışım, sonra da kriz geçirişin bana çok dokundu. Yoksa o golleri atamazdım!”
“Şampiyon” sözcüğü bir başka yaraşır Fenerbahçe’ye.. Sebepsiz değildir. Çünkü birbirinden “heybetli”dir Fenerbahçe’nin şampiyonlukları.. 1964 yılındaki Atatürk Kupası gibi..
15 Haziran 1923 tarihinde Fenerbahçe ve Galatasaray, bir kez daha karşı karşıya geldiler. Dönemin spor dergileri tarafından düzenlenen turnuvanın galibi Fenerbahçe oldu. Milli Mücadele kahramanı ve İstanbul Komutanı Selahattin Adil Paşa’nın da seyirciler arasında olduğu karşılaşmayı, Fenerbahçelilerin ileride anlatırken “Önce Bir Derbi Sonra Harington Kupası” diye anlatacağı 15 günlük hikayenin ilk maçını, 16 Haziran 1923 tarihli Vakit gazetesinin “birinci” sayfasından okuyalım.
Fenerbahçe Galip
Dün Taksim Stadyumu’nda Fenerbahçe-Galatasaray birinci takımları arasında büyük futbol turnuvasının nihai maçı yapılmıştı.
Müsabakada İstanbul kumandanı Selahattin Adil Paşa ve daha binlerce seyirci bulunuyordu.
Her iki takım tam olarak sahada ispat-ı vücut ederek Çekoslovakyalı Mösyö Kratki’nin hakemliğinde oyuna başlandı.
Başlangıçta tevazün vardı. Böylece ilk parti sıfır sıfıra neticelendi.
İkincide Fenerbahçe hakimiyeti almış, oyun tek kale halinde devam ediyordu.
Bu sıralarda atılan bir kornerden Ömer Bey pek mahirane olarak bir kafa vuruşu ile zaviyeden içeri soktu.
Galatasaraylılar bunu ofsayt diye itiraz ederek iki yirmi beşinci dakikasında oyunu tatil ettiler.
Selahattin Adil Paşa tarafeyn kaptanlarını çağırdı ve hakeme itaat edilmesini tavsiye etti; fakat Galatasaraylılar hakemin kararını kabul etmeyerek sahadan çekildiler.
Bilahare büyük kupa -Yaşa Fener- nidaları arasında Selahattin Adil Paşa tarafından Fenerbahçe takımı kaptanı Zeki Bey’e verildi.
16 Haziran 1923 tarihli Vakit Gazetesinde Maçın Haberi
Fenerbahçe Galip Fenerbahçe’ye Muzafferiyet Golünü Kazandıran Ömer Bey
20 Haziran 1923 tarihli Spor Alemi Dergisinde Günün Fotoğrafları
Spor mecmuaları tarafından tertip edilen iki büyük turnuvanın iki mühim kupası müsabakadan evvel galiplerini beklerken. (Köşedeki resim) Fenerbahçe-Galatasaray müsabakasında heyecanlı bir safha. (Bu nüshamızda son mühim maça dair tafsilat ve resimler vardır)
Selahattin Adil Paşa hazretleri büyük turnuva kupasını kazanan Fenerbahçe oyuncuları arasında.
Selahattin Adil Paşa hazretlerine Çelebizade Sait Bey tarafından Fenerbahçe-Galatasaray oyuncuları takdim edilirken… Tarafeynin orta muhacimleri İsmet ve Nihat Beylere madalya talik edildiği sıralarda.
Turnuva Şampiyonu ve İstanbulumuzun en kuvvetli takımlarından olan Fenerbahçe oyuncularından bir grubun istirahat esnasında alınan fotoğrafı.
Galatasaray’a mahud gol yapılacağı anlarda : Zeki ve Alaaddin Beyler Galatasaray kalesi önünde.