Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olarak yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – XII” : 1921 yılından geliyor.
Galatasaray’ın Macaristan ve Fenerbahçe’nin de Rusya seyahatlerinden sonra yabancı memleketlere vaki üçüncü futbol turnemizin takviyeli Galatasaray takımı tarafından orta Avrupa’ya yapıldığı malumdur.
1921 senesi Ağustos nihayetlerinde başlayıp ekim sonunda biten bu 2 aylık büyük turneyi o zamanlar Galatasaray umumi kaptanı Yusuf Ziya (Öniş) Bey’in teşebbüsüyle bir seyahat komitesi hazırlamış ve kafile başkanlığını da reis Ali Sami (Yen) Bey merhum yapmıştır. Kurulan komite İsviçre, Almanya, Çekoslovakya ve Macaristan’da yapılacak 17 maçın münhasıran Galatasaray kulübüne mensup kadro tarafından oynanmasını karar altına almıştı. Fakat Ali Sami Bey merhum, Avrupa’da maç yapılırken (Galatasaray) değil, fakat doğrudan doğruya, (Türk) isminin mevzuubahis olacağın hatırlatıp karara muhalefet etmiş ve kadronun memleketin en iyi futbolcularından kurulmasına çalışılması lüzum ve prensibini müdafaa etmişti. Komite, nihayet, bu yerinde görüş ve kanaate boyun eğdi ve Ali Sami Bey’e bu yolda tam salâhiyet verdi. Bu hususu, merhumun bir mektubundan aynen iktibas ediyoruz:
(… Galatasaraylı arkadaşları bu hususta ikna ettikten ve tam salâhiyet aldıktan sonra birinci sınıf kulüplerimize müracaat ettim. Akdedilen bir içtimada -ki Süleymaniye ve Anadolu murahhas göndermemişlerdir – kulübümün hiç bir teferrüt gayesi takip etmediğini, renk ve isim meseleleri hususunda dahi hiçbir ısrarda bulunmayacağımı söyledim… Fenerbahçe kulübü, bilâkaydü şart, muavenet vadetti fakat Altınordu ile İttihatspor kulüpleri bazı mazeretler dermeyen ettiklerinden müspet bir netice elde edilemedi. Ve ondan sonradır ki seyahat komitesi bizzat oyunculara müracaata mecbur kaldı. İş şekli makulünü kaybetmişti, bittabi nakıs oldu…)
Galatasaray takımı o tarihlerde hiç de kuvvetli ve mütesanit bir manzara arz etmiyordu. Bu bakımdan, seyahat komitesinin fazlaca taassup yüzünden, düşmek üzere olduğu büyük hatadan Ali Sami Yen beyin yüksek dirayetiyle kurtulduğu muhakkaktır. Filhakika, o devrin 7 çok kıymetli futbolcusu tarafından takviye edilmiş kadronun aldığı dereceler göz önünde tutulursa yalnız Galatasaray kadrosuyla yapılacak 17 maç neticesinin nispetsiz derecede daha kötü tecelli edeceği aşikârdı. Nitekim yenilen 71 gole karşı yapılan 19 golün 16’sını hariçten alınanlar atmışlardır.
İki grup halinde ve ağustos sonlarında yola çıkan takviyeli Galatasaray kafilesine, bu suretle, Fenerbahçe’den Zeki, İsmet ve Galip, Altınordu’dan Nedim ve Cafer, İttihatspor’dan da Refik Osman ve Bekir dâhil oldular.
İki ay süren bu seyahatin başarısızlığı Galatasaray muhitinde şiddetli bir ihtilât doğurmuş, kulüp sarsıntılar geçirmiştir. Ayrıca, uğurunda 4 yıl kan döktüğümüz dünkü müttefikimiz Almanya matbuatının bu turne vesilesiyle yaptığı çirkin ve müstehziyane neşriyat da çok garip ve asap bozucu idi.
Alınan neticeleri kafile başkanı ve kulüp reisi Ali Sami Bey merhum aşağıdaki sebeplere atfetmiş ve şöyle ifade eylemiştir:
“Takımımız uğradığı mağlubiyetlere müstahak değildi. Eğer iyi sevk ve idare edilmiş olsaydı, İsviçre’den çıktıktan sonra yaptığı 15 müsabakadan, Hamburg, Nürenberg ve Prag hariç, 12’sini galibiyetle bitirebilirdi. Fakat takım tertibindeki hatalar, otorite zafiyeti, teknik bilgisizlik, maçların çokluğu, çayıra intibak edemeyiş, sakatlıklar, bir kısım futbol kaidelerinin Almanya’da yanlış tatbiki ve nihayet yerli hakemler bu imkânı takımımızdan aldılar.”
Kanaatimizce, sahada alınan neticelerin tatminkâr olmamasına ve o zamanki bir kısım Alman gazetelerinin hezeyanlarına rağmen, Galatasaray’ın dâhilen büyük gürültülere sebep olan 33 yıl önceki seyahati, her dış seyahat gibi, futbolumuzun ilerlemesi ve Türklüğün tanıtılması bakımlarından yine de…
Filhakika, gelecek yazımızda görüleceği üzere, Alman halkı, gazetelerinin neşriyatlarının tersine olarak, fesli Türkleri beğendikleri gibi medeni insanlar olarak görünce şaşalamışlar, sahada yalnız acayip acayip sıçrayacak sandıkları futbolcularımızın yine kendileri gibi koşup oynadıklarını da hayretle görmüşlerdir.
Kabul etmek gerekir ki, biz bir zamanlar Avrupa ve Amerika’da olduğumuzdan başka ve acayip şekillerde tanınmış idiysek bunda gizim de kabahatimiz büyük olmuştur. Çünkü biz kendimizi tanıtmaktan daima kaçınmışızdır. Bugün dahi, Türkü henüz iyi tanımayan muhitlerde kendimizi tanıtmamız için en müessir ve mükemmel vasıtanın futbol temasları olduğu muhakkaktır. Zira yüz bin, iki yüz bin gibi en büyük insan topluluklarına bugün sık sık ancak futbol maçlarında rastlanılmaktadır.
Yukarıdaki resim, takviyeli Galatasaray takımının 33 yıl önceki Orta Avrupa turnesinde üçüncü maça çıkışı sırasında Almanya’da alınmıştır. İlk iki maçını İsviçre’de (Lausanne Spor) a karşı 7-0 ve İsmet’in kolunun çıktığı maçta da (Servette) önünde 10-0 kaybeden takımımız Almanya’ya geçmiş ve Karlsruhe’ye gelip 4 Eylül 1921 günü Fenix takımı ile karşılaşmıştır.
Sahaya: Nedim, Cafer, Hüseyin, Refik, Galip, Nihat, Necip, Bekir, Ballaşa, Zeki ve Müçteba tertibinde çıkan takımımız oyunun başlarında Ustrumcalı Hüseyin’in bir ıskasını müteakip yediği golle, umumiyetle hâkim oynadığı bu üçüncü maçı da maalesef 1-0 kaybetmiştir.
İşte, yukarıdaki resimle, o günün cidden çok kıymetli, fakat talihsiz (11) ini tanıtalım.
Sağ baştan: Müçteba merhum (Galatasaray) Refik Osman (İttihadspor), Galip merhum (Fenerbahçe), Zeki Sporel (Fenerbahçe), Bekir (İttihadspor), Ustrumcalı Hüseyin merhum (Galatasaray), Cafer Çağatay (Altınordu), Yusuf Ziya Öniş, Nihat Bekdik (Galatasaray), Macar Ballaşa (Galatasaray), Nacip Şahin merhum (Galatasaray) ve maçın Alman hakemi, Diz çökmüş olan da Nedim Kaleci (Altınordu)dir.
(Gelecek resim ve yazı; takviyeli Galatasaray takımı 33 sene evvel Karlsruhe stadında rakipleriyle beraber ve o zamanki Alman ve Çek gazetelerinin Türkler ve futbolumuz hakkındaki cahilâne telâkki ve hezeyanlarından örneklerdir.)
Rüştü Dağlaroğlu – 12 Haziran 1954 – Akşam Gazetesi
Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan’ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm I
Bu, sporda yaşanmış bir hikayedir. Özel sohbetlerimde, anılarımı dostlarıma anlatırken onlar bana “Gelmiş geçmiş Fikret’sin. Hep sözde kalır bu hatıralar. Bunları bir kitap halinde topla” dediler.
Fikir bana da uygun geldi. Dostlarımın arzusuna uyarak kalemi elime aldım ve bir şeyler karalamaya çalıştım. Bu kitabın çıkışında bazı yakınlarım da yardımcı oldular. Ben olaylara tamamen ışık tutmaya çalıştım. Profesyonel bir yazar değilim. Spor alanında evvela futbolcuyum. Sonra teknik adam ve daha sonra da yöneticiyim. Geriye baktığım zaman hafızamda 58 yılın hatıraları canlanıyor. Kimleri görmüş ve kimleri tanımamıştım. Onları kendilerine göre sınıflara ayırdım ve hatıralarımı dile getirmeye çalıştım… Sevabımı ve hatalarımı açıkça ortaya koydum. İşte gördüğünüz “Büyük Fikret” adlı bu kitap ortaya çıktı.
Dünü hatırlamak isteyen bugünkü gençlere ışık tutabilen iddiasız ve mütevazi bir kitap. Bunda başarılı olabildimse ne mutlu bana…
En derin saygılarımla…
Çocukluğum
1911 yılında Kızıltoprak’la Feneryolu arasında bir evde doğmuşum. Anne tarafım Kadıköylü, baba tarafım Rumelihisarlı. Benden üç yıl sonra da kardeşim Semih aynı evde dünyaya gelmiş. Her ikimiz de küçüklüğümüzü bu yerde geçirdik. Ancak Çanakkale Savaşları’nın kritik bir döneminde bir yıl için Ankara’ya giderek orada oturduk. Böylece Kadıköy’deki evimizi bırakmıştık. Dönüşte büyükbabamın Rumelihisarı’ndaki evinde 10 yaşına kadar kaldım. Ancak yazları dedemin Kadıköy’ünde ve Kızıltoprak’taki evinne gelir, kışları Rumelihisarı’na dönerdim. Çocukluğumun bu devresinde top nedir bilmezdim. Hatta hiç görmemiştim bile… Beşiktaş’ın başarılı yöneticisi Sadri Usuoğlu, Rumelihisarı’nda evimizin az aşağısında oturuyordu. Yıllar sonra karşılaştık. Birbirimizi ancak o zaman tanıdık. İstiklal Savaşı’nın sonlarında, artık ailemiz büyüklerinin ayrıldıkları bir sırada Kadıköy Bahariye’de Cevizlik denen yerde bir ev alarak oraya yerleştik.
Futbola Başlangıç
İşte futbol hayatım 12 yaşında burada başlar… Esasen yakın akrabam olan ve benim futbol hayatıma büyük katkılar yapan Alaaddin Baydar ağabeyimin çok yakınına taşınmıştık. Kendisi o zaman Fenerbahçe’nin ve Türkiye’nin büyük isim yapmış şöhretlerindendi. İçimde bulunan futbola yakınlık yavaş yavaş meşhur Cevizlik çayırında meydana çıkmaya başladı. Çünkü, Fenerbahçe’nin büyük isimleri burada toplanmışlardı. Cevizlik Çayırı çok engebeli ve yokuşlu olduğu için, burada top oynamak için muhakkak ayak hakimiyeti gerektiği gibi, topun gideceği yeri kestirmek bakımından dikkat ve ani hareketler gerekirdi. İşte burada yetişen Fenerbahçelilerin ve tüm futbolcuların ayak hakimiyetleri ve futbol teknikleri hemen hemen tamdı. Burada top koşturan büyük isimleri şöyle sıralayabilirim, Alaaddin Baydar, Sabih Arca, Kadri Göktulga, Fahir Yeniçay, Şahap ve meşhur tenis şampiyonumuz, futbolcumuz Suat Subay…
Aralarında dolaşan biz küçüklere gelince, Muzaffer Çizer, İhsan Gürsan, Agah, İhsan Tuna, Neylan, Fahri İşbay, Tarık Yenisey, Suat Belgin, Ziya Atamer, Tevfik Baban, Suat Tokay, daha sonra Yunanistan’a giderek Simionidis adıyla milli takımlarına kadar yükselen Tefeloi, kardeşim Semih ve ben…
Bizden de küçükler olarak Necdet Dolay, Bedii Yazıcı, Müşfik ve Eşfak Aykaç vardı… Yalnız Eşfak ve Müşfik Galatasaray Lisesi’ne gittikleri için Galatasaraylı olmuşlardı. Ancak Eşfak Aykaç Cevizli Çayırı’nda yetişmiştir…
Bizler büyükler arasına girerek yapılan çift kale maçlarında oynardık. Bu oyunlara elbette ben de girerdim. Bilhassa maç olmadığı cuma günleri karşılaşmalar yapılır ve bizleri Fenerbahçe Kulübü’nün iki büyük idarecisi Mustafa Elkatip ile Mocuk lakabı ile anılan Suat Belgin’in ağabeyi Hikmet Belgin izlerdi. İkisi de futboldan çok iyi anlayan ve kulübün temel direklerini yetiştiren kişilerdi. Bu itibarla gençlere büyük değerler vererek derhal kulübe alırlardı. Seçtikleri bu kişiler kulübün büyük futbolcuları olurlardı.
Bu arada bende futbol merakı ve istidadı olduğunu sezen Aladdin Baydar ağabeyim, elimden tutarak kendi oynadığı maçlara götürmeye başladı. Tabii ki, artık Fenerbahçeli olmuştum. Muhitimde oldukları için önce Zeki, Bekir, Sabih ve Kadri gibi oyuncuları görmüştüm. Onlara yetişmek hevesi uyandı içimde. Bir tutbol maçı olarak ilk defa stada girişim o zaman cuma ligi şampiyonu Fenerbahçe ile pazar günü şampiyonu Union Kulüp (İttihatspor) maçı olmuştur. Oyun Kadıköy’de şimdiki Fenerbahçe Stadı’nın bulunduğu yerde oynanıyordu. Bu müsabakada ilk defa bende uyanan kulüpçülük heyecanını hiç unutamam. Dört, beş kişi dışında oyuncuları iyi tanımıyordum. Ama Fenerbahçe 2-0 galipken İttihatspor’dan Bekir fırtına gibi bize arka arkaya iki gol attı ve durumu berabere yaptı. Müsabaka heyecanı son haddini bulmuştu. Son dakikalarda Sabih Arca kafa ile bir gol daha atarak durumu 3-2 yaptı ve kazanmayı başardık. Artık küçük bir Fenerbahçe taraftarıydım. Aladdin ağabeyimden beni her Fenerbahçe maçına götürmesini rica ettim, kabul etti…
Günler böyle geçerken Cevizlik’te ben de çift kaleler arasına girmiştim. Büyüklerin oynayışlarına dikkat ederek onlardan çalım yutmamaya gayret ederdim. Yaradılışım itibariyle korkak olmadığımdan süratimle onlarla mücadele ediyordum. İşte o sıralarda bizi seyreden Mocuk Hikmet çayırın küçüklerini bir araya toplayarak birkaç oyuncu eklemek suretiyle Fenerbahçe’nin dördüncü takımını kurdu. Yıl 1924… Hiç unutmam, ilk formalarımızı Ziya Atamer’in annesi hazırlayarak bize vermişti. Bu takımda şu arkadaşlarım vardı: Agah, İhsan Kaleci, Tevfik, Ziya Müdafaa, Şeref, Reşat ve ben, Suat, Şevket, Tarık, Fahri, Muzaffer, Suat, Neylan…
Yukarıda adları geçen futbolculardan sekizi bizim çayırdandı. Mocuk ve Mustafa Elkatip beylerin yardımıyla kendimize göre takımlar bulup maçlar yapmaya başladık. Böylece çayırdan sahaya geçen muntazam oyun şekli benim futbola karşı daha da yakınlaşmamı temin etti. İki yıl kadar geçmişti. Bu arada Galatasaray ve Beşiktaş da genç takımlarını kurmuşlardı. Devrin federasyonunu teşkil eden Muvaffak Menemencioğlu, Yusuf Ziya Öniş ve Şeref beyler genç takımlara büyük önem veriyorlardı.
(DEVAM EDECEK)
Sene 1929… İsmail Hakkı Tekçe’nin davetlisi olarak Ankara’ya gittik. O gün Muhafızgücü ile yaptığımız maçı 3-1 kazanmıştık. Ve bir golü de ben attım. Fotoğrafta, takım arkadaşlarım ve Muhafızgüçlü futbolcular bir arada.
Türk’ün varoluş savaşının, Millî Mücadelesinin zaferle sonlanmasının yüzüncü yılını kutladığımız bu günlerde; o mücadelenin sporcu kahramanlarından birinin hikayesi ile karşınızdayız. Fenerbahçe’nin ilk şampiyonluğunda başkanlık makamında olan, Türk Milli futbol takımının oyuncusu, İstanbul Teknik Üniversiteli Mühendis Emirzade Arif Bey’in memleketi hüzne boğan bir sonla biten hikayesini arşiv belgelerine dayanarak yazdık…
1911 – 1918 yılları arasında Fenerbahçe forması ile 128 kez sahaya çıkan Arif Bey[i], dönemin birçok ünlü futbolcusu gibi Türk futboluna “altyapı” kurumunu armağan eden, memleketimizin ilk scout’ı[ii] Elkatipzade Mustafa Bey tarafından keşfedilmiş, 1911 yılı itibariyle Fenerbahçe için ter dökmeye başlamıştı.
Elkatipzade Mustafa Bey’in, Fatih’in Şehremini semti Hastane Çayırı’nda futbol oynarken keşfettiği Arif Bey, takım arkadaşlarından Bedri Gürsoy’un anlatımına göre, “Zayıf, uzun boylu, küçük yüzlü idi. Kendisine mahsus ciddi, hatta biraz da içli ve mahzun bakışları vardı. Aile ve spor terbiyesi fevkalade idi. Mert bir arkadaş, samimi bir dosttu. Maçlarda fırtına gibi sert oyununa rağmen kasten bir kimseyi incitmezdi. O yılmadan, kesilmeden, büyük bir fedakarlıkla, canla başla, çırpına didişe, kan ter içinde oyun oynar. Koşar, ileri gider, geri gider, sıçrar, şut çeker, demarke olur. Degajman yapar. Çalım yapar. Dripling yapar. Kafa vurur. Omuz vurur. Lakin oyun oynardı.”[iii]
Arif Bey, Mühendis Mekteb-i Alisi, günümüz Türkçesi ile Yüksek Mühendis Mektebi öğrencisi iken Fenerbahçe’ye katılmıştı. Dağlaroğlu’nun aktardığına göre aynı yıl okuduğu okulda kurulan voleybol takımının da oyuncuları arasında yer alıyordu. Arif Bey, futbol oynadığı 8 yılın ardından ülkenin en iyi defans oyuncularından biri olarak kabul edilmektedir. Bu özelliği ile hem Fenerbahçe’nin hem de bugün Türk Futbol Milli Takımı olarak kabul ettiğimiz İstanbul Karmasının oyuncularından biridir.
Arif Bey, Fenerbahçe tarihinin en ikonik maçlarında sahada yer almıştır. Fenerbahçe’nin ilk şampiyonluğunu yaşadığı 1911-1912 sezonunda hem takımın bir oyuncusu hem de kulübün Reis-i Evvel’i, yani başkanı olarak görev yapmıştır. Sporcu Arif Bey’in kısa süren futbol hayatının önemli olaylarını kronolojik olarak sıralamak gerekirse aşağıdaki liste yapılabilir:
Balkan savaşı dolayısıyla uzun süre İstanbul limanında demirli kalan İngiliz savaş gemisinin mürettebatı ile Fenerbahçe, Galatasaray ve İttihatspor oyuncularından oluşan İstanbul karmasının yani Türk Milli Futbol Takımı arasında 30 Mart 1913’te oynanan ve Türkiye’nin 2-0 galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.
4 Ocak 1914 Fenerbahçe’nin Galatasaray’a karşı 4-2’lik skorla ilk kez galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.
Fenerbahçe Spor Kulübü hatıra defterinde “11 Mayıs Pazar: Maliye Nazırı Cavid Bey himayelerinde “Çiçek Bayramı” Fenerbahçe, İstanbul İngiliz Muhtelitini 3-1 yenmiştir.” notuyla yer alan, Fenerbahçe’nin İngiliz Karmasına karşı oynadığı kadroda yer adı.
Fenerbahçe’nin 1914 yılında Rusya’ya yaptığı ilk yurtdışı seyahatinde kafilenin bir üyesiydi.
Adeta bir milli takım oyuncusu olduğunu kanıtlarcasına 2 Nisan 1915’te Altınordu takımı sahaya eksik çıkmasın diye sözü geçen takımın formasını giydi.
5 Mart 1915’te Fenerbahçe’nin Galatasaray’a karşı 4-0’lık skorla ikinci kez galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.
Mühendis Arif Bey
Arif Bey, okul hayatı ile sporu bir arada yürüten, Osmanlı’nın ilk okullarından olan ve kökleri 1795’te açılan Mühendishane-i Berr-i Humayun’a dayanan Mühendislik okulunda bir öğrenciydi. O dönem için gayet saygın bir konumda olan Arif Bey’in sadece kişiliği ve futboluyla değil bu konumu itibariyle de öne çıktığını söyleyebiliriz. Keza 1911’de katıldığı Fenerbahçe’de kısa sürede “Başkan” sıfatını kazanması bu önermemizi desteklemektedir.
Arif Bey’in okulu, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin öncülü olan Yüksek Mühendislik Mektebi, bugün halen üniversite ambleminde kullanılan “arı” figürünü armasında taşıyordu. Arif Bey’in 1913’te mezun olduğu bu okulun öğrencileri, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminde gönüllü olarak orduya katılacak ve okul 1915 ile 1921 yılları arasında mezun vermeyecektir.
Arif Bey, mezun olduktan hemen sonra “Askeri Mühendis” sıfatıyla göreve başladı. Dönemin imar faaliyetlerinin demiryolu inşaatı üzerine yoğunlaşmasından dolayı hayatının son 6 yılı demiryolu şantiyelerinde geçti. Devlet arşivlerinde yer alan belgeden edindiğimiz bilgiye göre askerlik görevini Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak yaptı. Bu görevi de Uzunköprü–Keşan demiryolu inşaatında yerine getirdi.
Arif Bey’in “Mühendis” sıfatıyla yaptığı görevler, şehit edilmesinden sonra hakkında yazılan yazılarda yer bulmuş, 6 Kasım 1919 tarihli Spor Alemi dergisi kendisinden “Balkan Harbinin ve Cihan Harbinin bütün senelerinde mühendis olmakla beraber pek uzak yerlere koştu, çalıştı. Hatta harpten sonra bile gazetelerin sütunlarını dolduran eşkıya taarruzlarına kulak asmadı hizmet etmeye gitti.” diye bahsetmiştir. Dağlaroğlu’nun anlatımında da Arif Bey’in görevi boyunca bazı Fenerbahçe maçları için İstanbul’a gelip, akabinde görev yerine geri döndüğü yazılıdır.
Arif Bey’in son görevi Bağdat Demiryolu projesi dahilinde yer alan Ulukışla-Niğde-Kayseri hattının inşaatının keşfidir. Arif Bey’in Türk demiryolları tarihinin en önemli iki projesi olan Rumeli Demiryolları ve Bağdat Demiryolu projelerinin ikisinde birden çalıştığını kaydetmeliyiz. Bu noktada Bağdat Demiryolu projesinin son dönem Osmanlı tarihi açısından önemine vurgu yapmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
Yapımı 1903’ten 1940’a kadar süren ve iki dünya savaşına da tanıklık eden Bağdat Demiryolu, Sultan Abdülhamid döneminin imar faaliyetleri çerçevesinde değerlendirilmekten öte, batılı devletlerin Ortadoğu planlarını uygulamaya sokmak için kullandıkları bir araç olarak da düşünülmelidir. Sultan Abdülhamid diplomasisi, bu demiryolunun yapım imtiyazını Osmanlı topraklarında “gözü olmayan” Almanya’ya vermiştir.
Alman İmparatoru II.Wilhelm’in 1898’de gerçekleştirdiği İstanbul ziyareti bu projenin temelinin atıldığı olaydır.[iv] Almanya, yeni başlayacak yüzyılda, muhtemelen bir mücadele alanına dönüşecek olan Ortadoğu’ya ulaşmak için böyle bir demiryolu hattının varlığına ihtiyaç duyarken, Osmanlı Devleti ise Anadolu ile İstanbul bağlantısını gerçekleştirmek istiyordu. Bu isteğin nedenlerinden en önemlisi Anadolu ile askeri bağlantının kurulması, diğeri ise Anadolu’nun tarım ürünlerinin İstanbul’a daha hızlı ve düzenli şekilde taşınabilmesiydi. Bağdat Demiryolu’nun güzergâhının, Anadolu demiryolunun devamı olarak Konya’dan Adana’ya, oradan da Halep ve Musul üzerinden Bağdat’a kadar uzanması planlanmaktaydı. Bu hat daha sonra Bağdat’tan Basra körfezindeki kadar uzatılacaktı.
İşte Mühendis Arif Bey; bu demiryolu hattının Niğde–Kayseri bağlantısını tamamlamak üzere görevlendirilen heyet ile birlikte 1919 yılının Haziran ayında bölgeye geldi. Hicri takvimler ramazan ayını gösteriyordu.
Şehit Arif Bey
Sporcu ve Mühendis Arif Bey’i bugün Şehit Arif Bey olarak anmamızı neden olan olay 15 Haziran 1919 Pazar günü gerçekleşti. Ulukışla – Niğde – Kayseri demiryolu hattının güzergahında keşif yapmak için Ereğli’den Bor’a hareket eden teknik heyet Ereğli’nin Tahtaköprü mevkiinde saldırıya uğradı. Mühendis Arif Bey, göğsüne isabet eden mermi ile hayata gözlerini yumarken, iki jandarma da yaralandı. Olay derhal şifreli bir telgrafla dahiliye nezaretine haber verildi.
Telgrafın ardından 18 Haziran 1919’da Konya Valiliği, dahiliye nezaretine olayın detaylarını anlatan bir dilekçe göndererek saldırganların 5 kişi olduğunu ve kimliklerinin tespit edildiğini bildirdi. Buna göre zanlılar; Çayhan Köyü’nden Karaahmed oğlu Hüseyin, Haydar oğlu Süleyman, Süleyman oğlu Haydar, Jandarma firarisi Talat ve bu dört kişiye yataklık yapan Adil adlı kişilerdi.
Konya Valiliği, bu kişilerin cezalandırılmalarının hızlandırılması için savcılığa tebliğ ettiğini de dilekçesine ekliyordu. 7 Temmuz 1919’da bu defa Niğde Mutasarrıflığı ismi tespit edilen 5 kişiden 4’ünün tutuklandığını ve Ereğli’ye sevk edildiğini Dahiliye Nezareti’ne haber verdi. Olayın yarattığı infial ile bölgede artan huzursuzluğun kontrol altına alındığı ve asayişin berkemal olduğu da dilekçeye ekleniyordu.
Konya Vilayeti ve Niğde Mutasarrıflığının bu tarihten sonra Dahiliye Nezareti ile yazışmalarından anlaşıldığı üzere, ilk başta tespit edilen zanlılardan bazıları serbest kalmış; 20 Temmuz 1919 ve 6 Ocak 1920 arasında süren haber trafiğinden Arif Bey’i şehit eden katillerin Ulukışlalı İsmail ve iki arkadaşı, Hacı Yahya ve Çayhan Köyü’nden[v] Kara Mustafa olduğu anlaşılmıştır. Soruşturmanın derinleşmesi zanlıların bazılarının suçsuz bulunması ve yeni isimlerin katil olarak tutuklanması, bölgedeki eşkıyalık faaliyetlerinin varlığına işaret etmektedir. Nitekim katillerden Ulukışlalı İsmail için arşiv belgelerinde “önceden beri haydutluğu ile bilinen” notunun düşülmesi önemlidir.
Arif Bey’in şehit olduğu haberi İstanbul’da duyulduğunda spor camiası büyük bir matem havasına girmiştir. Yaptığımız basın taramalarında Arif Bey’in cenaze törenine ilişkin bir bilgiye şimdilik rastlayamadık. Ancak Fenerbahçe’nin Kuşdili’ndeki kulüp binasında yapılan anma ve dini tören onun sadece Fenerbahçe’nin değil, Türk futbolunun da kıymetli bir değeri olduğunu ve ne kadar sevildiğini kanıtlamıştır. Spor Alemi Dergisi’nin 6 Kasım 1919 tarihli sayısında bu anma töreninin detaylarına yer verilmiş, sadece arkadaşlarının değil İstanbul’un tüm sporcularının onun için bir araya geldiğini kayda geçirilmiştir.
Arif Bey’in şehadetinin spor camiasındaki yankıları sürerken, bağlı olarak çalıştığı Nafia Nezareti, yani Bayındırlık Bakanlığı’nın Maliye Bakanlığı ile yaptığı yazışmalar hem ailesinin acısını hem de Osmanlı’nın son döneminde devletin içinde bulunduğu durumu ortaya koymuştur. Arif Bey, arkasında anne ve babası ile birlikte küçük kız kardeşini bırakmış, acılı ailenin mevcut durumu ve gelecekleri devletin iki bakanlığı arasında yazışmalara konu olmuştur.
Yazışmalar Arif Bey’in 15 Haziran’da şehit olmasından kısa bir süre sonra, 8 Temmuz 1919’da başlamıştır. Nafia Nazırı Ahmet Ferit Bey, Maliye Nazırı Mehmet Tevfik Bey’e yazdığı dilekçede: “kendisine verilen her vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş, Cihan harbinde yedek subay olarak görev yapmış mühendis Arif Bey’in ailesine taziye niteliğinde bir maaş bağlanmasını ya da bir kereye mahsus olmak üzere tüm ihtiyaçlarının giderecek bir meblağ ödenmesini” istemiştir.
Ahmet Ferit Bey’e cevap 20 Eylül 1919’da verilmiş; Mehmet Tevfik Bey, “Arif Bey’in ailesine maaş bağlanmasına ilişkin Duyun-ı Umumiye idaresi ile görüştüğünü ve kendilerinin bu maaşın bağlanması için alınacak bakanlar kurulu kararının Meclis-i Mebusan tarafından onaylanmasını şart koştuğunu, aksi takdirde bu maaş için hazinenin mevcut durumunun uygun olmadığını” yazmıştır.
İlkinde istediğini alamayan Ahmet Ferit Bey, ikinci dilekçesini 16 Kasım 1919’da göndermiş, bu dilekçede “Arif Bey’in ailesinin tek dayanağı olduğunu, görev esnasında şehit olduğunu yineledikten sonra; bu aileye yardımda bulunulmaması halinde şu anda görev yapan memurların fedakârlık hislerinin yok olacağını, kendilerinin de şehit olması durumunda ailelerinin mağdur olacağına dair bir hisse kapılacaklarını” dile getirmiştir.
Ahmet Ferit Bey’in bu tespiti ve Arif Bey’in ailesi için gösterdiği çaba şüphesiz tarihi değer taşımaktadır. Ahmet Ferit Bey, ilerleyen yıllarda TBMM’de I. ve II.dönem milletvekilliği yapacak, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk içişleri bakanı görevini yürütecektir. “Tek” soyadını alacak Ahmet Ferit Bey aynı zamanda Türk Ocağı’nın kurucularından biri olacaktır. Ahmet Ferit Bey’in ikinci dilekçesinde yer alan önemli bir nokta da “Arif Bey’in ailesine hazinenin ‘öngörülemeyen masraflar’ için ayırdığı bütçeden (Mesarif-i Gayr-i Melhuz) maaş bağlanabileceği” yönündeki önerisini Maliye Bakanına iletmesidir.
Dönemin Damat Ferit Hükümeti’nin iki bakanı arasında gerçekleşen Şehit Arif Bey ailesinin maaş mücadelesi Mehmet Tevfik Bey’in 19 Kasım 1919 tarihli cevabı ile sonlanmıştır. Mehmet Tevfik Bey, mevkidaşının ısrarlı tutumu karşısında aileye bir meblağ ödenmesini kabul etmiş, ancak bunun için ailenin İstanbul’a gelmesini şart koşmuştur.
Mehmet Tevfik Bey, Osmanlı bürokrasisinin her kademesinde görev yapmış bir devlet adamıdır. 18 yaşında Yıldız Sarayı’nda ilk devlet görevine başlamış, Kudüs Mutasarrıfılığının ardından Selanik Valiliğine ve ardından Yemen Valiliğe atanmıştır. Mehmet Tevfik Bey, daha sonraki yıllarda Sevr Antlaşması’nın müzakerelerine katılacak, son devlet görevi ise Saltanatın kaldırılmasına kadar sürecek olan Şura-ı Devlet reisliği olacaktır. Mehmet Tevfik Bey’in son cevabında “aileye hazinenin ‘öngörülemeyen masraflar’ için ayırdığı bütçeden maaş bağlanmasının mümkün olmadığı” belirtmesi ancak buna rağmen bir ödeme yapılacağına dair şartlı kabulünü kayıt altına alması önemlidir.
“TUNÇTAN BİR ABİDE”
Türk Sporu, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında yüzlerce şehit vermiştir. Bugün ülkemizin her tarafındaki sahalarda, salonlarda spor yapılabiliyorsa; her kulüpten, her okuldan, her semtten sporcular, canından vazgeçen o kahramanlar sayesindedir.
Fenerbahçe özelinde ise sancılı kuruluş yıllarının hemen ardından takıma ilk şampiyonluğu sahada formasıyla, başkanlık koltuğunda ise elinde kalemiyle kazandıran Şehit Arif Bey’in çok ayrı bir yeri vardır. Devlet arşivlerinde yer alan belgelerde, bu yazı aracılığı ile gün yüzüne çıkan detaylar, Millî Mücadele ateşinin yakıldığı günlerde Osmanlı Devleti’nin durumunu gözler önüne sermiş, bir şehidin arkasında bıraktığı acılı ailenin “perişan olmaması” için Türk milliyetçiliğinin önemli ismi, büyük devlet adamı Ahmet Ferit Tek’in çabasını Fenerbahçe Tarihi’ne kazımıştır.
Fenerbahçe’nin Şehit Başkanı Arif Bey’in ailesinin “Emirzade” olarak anıldığı malumdur. En büyük arzumuz, yayın hayatına başladığından beri yayınladığı araştırma yazıları sonrasında Fenerbahçe Tarihi’ne mal olmuş sayısız ismin ailesinin iletişime geçtiği sitemize, Şehit Arif Bey’in yakınlarının da ulaşmasıdır.
Bedri Gürsoy’un da dediği gibi “Şurası muhakkaktır ki Türk futbol tarihinde Arif’in kudretli hatırası pırıl pırıl parlayan tunçtan yapılmış bir abide halinde ebediyen yaşayacaktır.”
Arif Bey’in İçinde Bulunduğu Fotoğraflar
Kaynaklar ve Notlar
[i] Dr.Rüştü Dağlaroğlu, Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihi (1907-1957), İstanbul, 1957
[iv] Dr. Altan ALPEREN, Bağdat Demiryolu: Siyasal Sonuçları Olan Bir Türk-Alman Demiryolu Projesi, 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum / Education And Society In The 21st Century Cilt / Volume 7, Sayı / Issue 19, Bahar / Spring 2018
[v] Çayhan günümüzde Konya’nın Ereğli İlçesine bağlı bir kasabadır ve Niğde – Mersin sınırında yer almaktadır.
Türkspor dergisinin 31 Mart 1947 tarihli ilk sayısında Saim Turgut Vefa imzalı bir yazı Kadıköylü futbolcu Hasan Bey‘i anlatıyor… Futbolun İncisi Hasan Bey’e çok yakışan bir tabir olmuş. Nur içinde yatsın…
Evet… Türk sporunda öyle inciler var ki… Bunları sıralamak, (spor tarihi)nin vitrinlerine koymak; onları incitmeden kutularına muhafazalarına yerleştirmek vazifesini -elimden geldiğinden fazla- başarmaya çalışmak şerefi; beni bu sahada koşturuyor ve coşturuyor.
(Türk) (Spor)cusu zaten baştan başa (idman)a ilk yaştan itibaren başlamış, bugüne kadar gelen onun her sahasında her memleket Bedestanında öyle (inci)ler var ki… Bunları birer birer saymak, dizmek birkaç asırlık ömürle bitmez.
Yakın bir mazininkileri sıralamaya da yetişmek şerefi benim de hisseme düşerse. Ne şeref… İşte bunlardan biri:
Türk futbolcuları arasında (Hasan)lar çok meşhurdur. Top peşinde koşanların başında gelen bu Kadıköylü Hasan (merhum) biricik incidir.
Tanınması: Hasan merhum Türk futbolunun en eski simalarındandır. Onu bizim tarih (1905)ten sonra tanıyabilir.
İlk kulübü: Kadıköy’dür. Kadıköyü’nde o vakitler Papazın Çayırı denilen şimdiki Fenerbahçe stadının (eski Ünyon kulüp, İttihat spor kulübü, bazen de Kadıköy ligi denilen çayırında) ilk futbol oynayan gençlerdendi. Kadıköy kulübüyle de oynardı.
Diğer kulüplerde: Sonra, Kadıköy kulübünden sonra, Galatasaray’da meşhur futbolcu arkadaşı (hatta kardeşi denebilecek kadar pek seviştikleri Hüseyin merhumla; Dalaklı Hüseyin ile beraber) Galatasaray birinci futbol takımında yer almışlardı. Hasan merhum sonra Fenerbahçe kulübünde de oynadı, Hüseyin de beraber. Bu bir aralık devam etti.
Günün birinde Galatasaray’dan bazı mühim simalar, bir kulüp kurup memleket sporunu daha (aydın)latmak istediler. Raşit Bey de bu işe önayak olmuştu. Bir Ünyon kulüp sahası yapıldığı vakit, Hasan ve Hüseyin de beraber…
Bundan sonra bu devrin bu zamanın da en eski ve değerli sporcusu, idarecisi olduğuna delil istemeyen muhterem bir şahsiyeti olan üstat, Burhan Felek’in arzusiyle onun kulübüne girmişlerdi. Hüseyin de beraber…
Daha sonraki zamanlarda, bu iki inci şimdiki Üniversitenin özü Darülfûnun kulübünün antrenörlüğünü yapmıştı. En son güzel maçlarını da göğsü beyaz yıldızlı yeşil formanın altında Anadolu kulübünde oynadı idi.
Yeri: Santrahafdı. Son zamanlarda birkaç defa bek oynarken de görmüştüm. Mamafih en çok sevdiği ortahaflıktı, en muvaffak olduğu da bu yerdi. Hemen hemen bu yer o günden beri Türk futbolunda ne yazık ki dolamamıştır. O derecede başaran bir futbolcu Hasan merhumun yerini tam manasile işgal edememiştir.|
Meziyetleri: Fevkalâde topa hakimdi, o futbola aşıktı. Fakat top onun esiriydi Türk futbol tarihinde onun kadar birbirini seven canlı cansız iki maddeye rast gelinemez.
Top onun cazibesine tutulmuş seyrederdi; ayağındaki çekici kuvvetten nasıl ayrıldığına onu gören herkes gibi ben de şaşar ve hayret ederdim.
Bir futbol takımını çok iyi idare ederdi. Karşıki takımın zayıf, kuvvetli taraflarını pek az zamanda denemek bulmak hakkıydı. Yalnız onun hakkıydı.
Futbol istidadını haiz olanları bir köşede seçerdi, yetiştirirdi
İyi bir antrenördü. Bilhassa İttihatspor’da, Ünyon Kulüp’te… En son Anadolu’da, Ünyon Kulüp’te, İttihatspor’da toplanmış bir takımı yetiştirdi. Fakat (Anadolu) kulübünde sonradan devrinin en meşhur futbolcularını yetiştirmek: şerefini, merhum kazanmıştı. Bunlar arasında Halit, Rasim, Keçi Kemal, Yusuf, Muhtar, Hattat Şecai, Doktor Hüdai, Doktor Hüsnü, Maliyeci Muammer Kemal, Nasuhi, Macid, (merhum) Atıf, Cemal, Topçu Barbari, Kaleci Şemsi.
Öğretme Tarzı: Bugünün en fenni futbol üstatlarının tarzıydı. Bunları bir filmle tespit mümkün olsaydı, O zamanı görememiş olanlar da bir defa görmekle ustalığını tasdik ederlerdi.
Hizmetleri: En eski devirlerde Kadıköy kulübünde oynarlarken biri santrahaf olarak (Hüseyin de santrafordu) pek göze çarptığı söylenirdi.
Galatasaray’da: Kulübün birinci Avrupa seyahatinde (Romanya’da, Macaristan’da) en büyük hizmetlerini yapmıştı. Bu seyahate beraber gidenler, Hasan ve Hüseyin’in çok muvaffak olduklarını söylerler.
Fenerbahçe’de: Rusya seyahatinde, Odesa’da yaptıkları maçlarda muvaffak olanların başında gelir.
Ünyon Kulüp (İttihatspor)da: Galatasaray, Fener kulüplerine karşı açılan rekabet savaşında bu kulüpte oynadılar, her ikisine karşı zaman zaman zafer sayfaları yazdılar.
Anadolu’da: Balkan harbi sonunda İstanbul limanına gelen Veymut ile Zelandiya zırhlılarının, yerli yabancı takımlarına karşı Anadolu kulübü tarihinin şanlı sayfalarını, Burhan Felek’in ve arkadaşlarının zekâsıyla beraber Hasan ve Hüseyin’in çok güzel üstadane oyunlarına borçludur. Bu maçların sonunda sporcu İngilizler, yabancılar, Hollandalıların ilk sıktığı el değerli üstat Hasan’ın eliydi.
Üstadın Antrenörü Kimdi? Hemen hemen kendisiydi. Zekâsı; kabiliyetiydi. Hüseyin merhum gibi futbola karşı istidatlıydı. İlk takdir edenler arasında birinci futbolcumuz, üstat Fuad Hüsnü Bey (şimdi Beykoz Halkevi Reisi) vardı.
Bu itibarla Hasan, Türk futbolunun en eski ve çok değerli incilerindendi.
Saim Turgut Vefa | Türkspor Dergisi – 31 Mart 1947
1930’lu yılların meşhur spor dergisi Olimpiyat’ın 23 Haziran 1934 tarihli nüshasında, Fenerbahçe tarihinin en önemli isimlerinden birisi olan Ali Naci Karacan, mükemmel bir yazı kaleme almış. “Futbol işlerimizin meraklı, eğlenceli, faideli tarihçesi” başlıklı yazı dizisinde, “Galatasaray’da Okuyup Fenerbahçeli Olmak” nedir ve “Öyle şey olmaz!” diyenler nasıl da uçsuz bucaksız saçmalıyor, bunu anlatıyor… Nur içinde yatsın.
Galatasaray’da okumuşken nasıl Fenerbahçeli oldum?
Beni Fenerbahçeli eden, ne 1331 senesi, bir akşam, bir müsamere münasebetiyle kulübün aza defterlerine ismimin yazılmış olması, ne de İttihatspor maçı münasebetiyle tekrar ve sık sık temas etmek fırsatını bulduğum Hasan Kamil ve bilhassa Nasuhi gibi bazı eski ve Fenerli arkadaşlarımın çok şiddetli ısrarları olmuştur. Beni Fenerbahçeli eden, İttihatspor’un çöküp gitmesine rağmen, benim içimde coşup taşan kendi heyecanım ve beni senelerce Fenerbahçe’nin ta en yüksek idaresi başına yükselten, bana o temiz ve kibar gençlik ocağının naçiz hizmetkarı olmak şerefini veren de, o müessesenin bilaistisna bütün mensuplarında müşterek bir hassa, bir karakter hassası olarak göze çarpan Fenerbahçelilik aşkı, yani kulübün kendi kalbinden çıkarıp kendi çocuklarının kalplerine aşıladığı, kendi heyecanı olmuştur.
Spor işleriyle uğraştığım seneler sık sık uğradığım bir suale de aynı zamanda cevap vermiş olmak için, söylemeliyim ki, filvaki ben, Galatasaray’da okudum, bütün feyzi oradan aldım.
Senelerce, o aziz yurdun dershanelerinde yattım, bahçelerinde gezdim.
Hâlâ bile, Beyoğlu’ndan her geliş ve geçişimde, başımı çevirir, çocukluğumun en güzel hatıralarıyla dolu yurda hasretle bakar ve bazı zamanlar hatta gözlerimin yaşardığını bile hissederim. Şimdi, şu satırları yazdığım esnada bile, sanki, yemekhanenin kapısında, elleri arkasında, “Bazil”in heykel gibi hepimize göz gezdirişi, “Moskos”un:
Un retenu!
Diye bağırışını, Azrail’den korkar gibi korktuğum “Blanchon”un gözlüğünü ve ak saçlarını, Salih Arif’in öğle yemeklerinden sonra uyuduğumuzu görünce:
Encore on vous a donne dul ait caille!
Diye bağırışını, görür ve duyar gibiyim.
Galatasaray’ı, Galatasaray mektebini damarlarımın içindeki kan gibi, o kadar kendimin hissederim.
Evet, birçokları gibi ben de Galatasaray mektebinde okudum, Galatasaray mektebinde yetiştim.
Fakat bundan ne çıkar ve Galatasaray’da okumuş olmaklığım Fenerbahçe’de çalışmış olmaklığıma neden ve nasıl mani veya mahzur teşkil edebilirdi ve niçin etsin?
Ben Galatasaray mektebinde okudum ama Galatasaray kulübüne hiçbir zaman girmedim ve bu itibarla asla Galatasaraylı değildim ve değilim.
Galatasaray talebesi olmak itibariyle benim Galatasaray futbol takımıyla bütün alaka ve münasebetim şundan ibarettir ki, senelerce aynı sırada yan yana oturduğumuz Hasnun’la, Ustrumcalı Hüseyin, mebus Rıfat, kasap Faik ve daha birçokları, Galatasaray futbol takımıyla alakadar bir kısım arkadaşlarla, hep aynı sınıfta idik. Ara sıra onlarla beraber soyunup “Gran kur”da topa vuruyor ve büyük maç günleri bu arkadaşlarımı gidip teşvik ve teşci ediyordum. Kaybettikleri zaman müteessir oluyor ve kazandıkları zaman da, pek tabiidir ki, seviniyordum. Demek benim Galatasaray futbol takımıyla alakam, o takımdaki mektep arkadaşlarıma duyduğum alakadan ve bir de mektebimin ismini taşıyan takımın kazanmasını istemek arzumdan ileri gelmekte idi.
Evvelce de söylediğim gibi, mektepten sonra hayata girince, futbol bağlarım yavaş yavaş tamamen gevşemiş ve müphem birer hatıra haline gelmişti. Esasen Galatasaray kulübü de, bizim mektepte olduğumuz tarihlerde, bugünkü gibi az çok mektep haricinde ve hemen hemen ayrı bir taazzuv halinde değildi. Binaenaleyh ben Galatasaray kulübüyle değil, anlattığım şekle münhasır kalmak üzere Galatasaray futbol takımıyla alakadardım ve içindeki arkadaşlarımın kimi cephede ölüp kimileri de şuraya buraya dağılarak o takım zamanın emrettiği zaruri istihalelere uğrayınca, artık, içimde, ona karşı fazla bir alaka da duymamaya başladım ki, Fenerbahçe’ye girmekliğim için ısrar ettikleri zaman “Ben Galatasaraylıyım!” diye bir mani ve mahzur hatırlamadım. Niçin hatırlayayım ki, hiçbir zaman Galatasaray kulübüne girmemiş olmaktan maada, eğer mektepte okumak Galatasaraylı olmak demek idiyse, o halde benden evvel Fenerbahçe’nin kaptanı Hasan Kamil de, benimle beraber Galatasaray’da ve aynı sınıfta okuyanlar arasında olduğu ve hele o futbol da oynadığı için daha evvel Galatasaraylı olmak lazım gelirdi. Halbuki bütün futbol hayatında bu arkadaşa bir kere “Galatasaraylısın!” denilmediği halde, şayanı hayrettir ki benim sonradan yaptığım bütün spor kavgalarında ve Galatasaray için yazdığım bütün o mücadele yazılarına verilen cevaplarda, bir kısım muharrirler, hep “Sen Galatasaraylısın ve Galatasaray’a hücum ediyorsun!” diye bana tariz ettiler. Bu haksız tarizlere, daima “Mekteple kulübü birbirine karıştırmayın! Her Galatasaray’da okuyan behemahal Galatasaray kulübünde olmak mecburiyetinde değildir!” cevabımı verdim.
Bu cevapta, her noktadan haklı idim. Çünkü Galatasaray futbol takımının resmî maçlar yapması ve resmî maçlar yapan takımların ihtiyaçlarına ve zaruretlerine katlanarak, çok defa, arasına –vaktiyle Hüseyin ve sonra Latif’i aldığı gibi- Galatasaray’la hiçbir alakası olmayan, fakat iyi futbol oynayanları alması, bu kulübün mekteple mesela Robert Kolej takımı gibi sıkı alakası olmadığını, yani bütün manasıyla bir mektep takımı ruhunu taşımadığını göstermeye kâfi değil mi idi?
Hulâsas, bütün bu mülahazalardan başka, asıl hakim sebep şudur ki karşıma Fenerbahçe çıkıyordu ve ben de Fenerbahçe’yi, daha ilk temasta, kendime daha uygun görüyordum. Onunla kendi aramdaki havanın hemen –bilhassa oyuncularını mütevazi, sessiz, fakat yenmek azmiyle dolu gördüğüm için- büyük bir sevgi ile dolduğunu görüyordum.
Nihayet Galatasaray mektebinden olduğum kadar ve belki daha eski bir Kadıköylü idim ve bu kulübün içinde benim çocukluğumdan beri yaşadığım muhitin birçok gençleri, birçok arkadaşlarım bulunuyordu.
Şimdi, onlar bana “Gel beraber çalışalım ve bu kulübü yükseltelim!” diye ısrar ediyorlardı.
Elimde bir gazete vardı ve hiç olmazsa, bu gazete ile, bu kulübe istediğim kadar hizmet etmek imkanları ortada idi.
Nihayet ve bilhassa şunu söylemeliyim ki, benim kulüp ve kulüpçülük telakkilerim de, o zaman ve hâlâ, birçok Galatasaraylıların ve Fenerlilerin hususi telakkilerinden bambaşka idi. Mütarekenin o günlerinde ben bu spor ve bilhassa futbol işini tamamıyla milli bir iş olarak görüyordum ve onun nasıl olup da o zamana kadar o şekilde telakkiye uğrayarak ona göre üzerinde çalışılmamış olmasına da hayretler ediyordum.
Bilhassa bir ecnebi takım karşısında, bir Türk futbol takımının yapacağı hamle, Türk gençliğinden bir parçanın kolektif bir milli hamlesinden başka ne suretle telakki olunabilirdi? Filvaki o zamana kadar, belki kulüplerde kendilerini doğuran hususi toplanma ihtiyaçlarının ve kendi kulüplerinin yalnız spor yapmak arzularının mahsulü idi.
Fakat artık, kulüpler büyümüş ve zaman değişmişti.
Şimdi, kulüp hacimlerinin yeni zaman şeraitine göre büyülterek, genişleterek, kendilerini hususi cemiyet sahasından cemiyetin asıl sahasına, millet sahasına taşırmak ve ona, kendisine yakışan bir faaliyet, memleket mikyasında bir faaliyet vermek daha doğru değil miydi?
Ve işte mesela şu Fenerbahçe kulübü, hepsi münevver, hepsi memleketçi gençleriyle, memlekette böyle bir spor bayrağı haline gelebilmek için bütün şartları ve istidatları haiz görünüyordu. Yahut, Fenerbahçe, benim kafamda herhangi bir kulübe tatbik edilecek olan bu fikirleri derhal kavramak ve işe başlamak için, bana, sabırsızlık gösterir gibi geliyordu.
Demek isterim ki, futbolda bilhassa ecnebilere karşı bir milli mücadele silahı gördüğüm ve yalnız öyle gördüğüm içim heyecanlandığım o günlerde, tesadüf, karşıma Fenerbahçe’yi değil de, herhangi bir kulüp çıkarsa, ben, belki onun da içine girerek o fikirleri hakim kılmak isteyecektim. Nasıl ki İttihatspor’da, bir an, fikirlerime uygun bir uzviyet bulduğumu bile zannetmiş ve onu takviye dahi etmek istemiştim. Fakat Fenerbahçe İttihatspor’u yenerek bu kulüp dağılıverince, bu bana yalnız bir galibiyet ve bir mağlubiyet farkı göstermekle kalmadı. Köklü, kendini sevenlerin aşkına dayanmış bir müessese ile köksüz ve yalnız hususi ve şahsi gayretlere dayanan devşirme kulüpler arasındaki farkı da anlatmış oldu.
İşte bu suretle ve içimden taşan bu aşk ile ve bu emellerle ve hakikaten Fenerbahçe’ye hizmet aşkiledir ki , arkadaşların kafile halinde evime geldikleri bir gecenin samimi havası içinde bir akşam, Fenerbahçe’ye girmek teklifini kabul ettim ve kim ne derse desin, Fenerbahçe’ye girip onu yükseltmeye çalışmakla da, en başta Galatasaray olmak üzere, hiç olmazsa kendilerini de çalışmaya mecbur ederek az hizmet etmedim.
Ali Naci Karacan / 23 Haziran 1934 – Olimpiyat Dergisi
Reddiye mahlaslı konuk yazarımız, “Türkiye Futbol Tarihi”ni konu alan kitaplarda yer alan bilinçli yanlışlara, karartmalara ve maddi hatalara dikkat çekmeye devam ediyor. Peşrevi fazla uzatmadan sözü kendisine bırakıyoruz. Bu sonsuz tahrifat çabası inanılır bir şey değil!
(Fotoğraf Yazısı : 336-337 mevsimi Cuma Ligi futbol şampiyonu Fenerbahçe Kulübü)
İkinci Fasıl
Sayın Mehmet Yüce’nin enteresan bir tarzı var:
Arşiv taramalarında gördüğü (?) haberleri kitaplarında yayınlarken, bunları sık sık kırpıyor.
Hatırlayacaksınız; İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. tarafından yayınlanan “Esir Şehirde Spor” isimli kitap da bu furyadan nasibini almıştı.
Söz konusu kitabın 205-206. sayfalarında; Spor Alemi dergisinin Mayıs 1921 tarihli nüshasındaki baş makalenin bir kısmını kırpmış ve orada yazılanları İstanbul Türk İdman Birliği lig heyetinin bildirisi gibi yansıtmıştı. Yani beyefendi bu metni “ligde şampiyon tayin edilmemesine karar verilen” resmî bir duyuru gibi göstermişti.
Fakat bu doğru değildi.
Aynı tahrifatın (yine aynı konuyla ilgili) dahası da var.
“Peki bunun Fenerbahçe ile ne alakası var?” diyeceksiniz. İlk bakışta haklısınız.
Fakat Sayın Mehmet Yüce’nin (kulüpçülük gayretiyle olacak) “Nasılsa kimse okumaz!” dediği Osmanlıca metinlerde Fenerbahçe’nin şampiyonluklarını sansürleyecek kadar ince (!) çalıştığını unutmayalım.
Kendisine, muhtemelen artık iyice idrak ettiği, kötü bir haberimiz var : O metinleri biz de okuyoruz. Ve sorumluluğumuz bütün bir spor tarihi yazımına özen göstermek olduğu için gerçekleri aramaya devam edeceğiz.
Neyse efendim… Buyurun, ikinci fasıla…
Kırkyama
Sayın Mehmet Yüce’nin kırkyama tarih anlayışıyla “resmî bildiri” diyerek okuru yanılttığı bölümden hemen önce şöyle bir kısım var:
“Kulüplerden sonra birliklere bir göz atarsak görürüz ki; daha ilk devre-i müsabakasını bile ikmal etmeden içinden iki kulübün infisah ederek eksilmesi sebebiyle gayrı-tam bir şekil alan Pazar Ligi, futbol mevsimi bittiği halde hatta bu noksan şekliyle ancak ilk devre-i müsabakayı ikmal ederek devre-i diğere daha başlamadığı için, şampiyon tayinine artık imkan görememiş;…”
Bundan sonra, yazarın “kendince” resmî duyuru dediği ama aslında yalnızca bir dergi baş yazısının parçası olan kısım geliyor. Tabii biz tarihe olan saygımızı hep ön planda tutarak, bunu da yayınlayacağız. Şöyle ki:
“Cuma günleri müsabaka yapan Türk İdman Birliği’ne gelince bu birliğe mensup kulüpler arasında nizamname ve tatbikatı mesailinden tahaddüs eden ihtilafat yüzünden dört beş oyunun tekrarı gibi artık gayrikabili icra mecburiyetler karşısında bulunulduğu için orada da bu sene şampiyon tayin edilmemesine karar verilmiştir.”
Aslında makale burada bitse, sayın Mehmet Yüce işi kotaracak ve “resmî bildiri” ısrarına devam edecek ama… Gelin görün ki öyle olmuyor. Spor Alemi yazarı, metni kaleme almaya devam ediyor.
İmza Kimin?
“Şu halde, yapılan bunca aleyhdarane propaganda ve kıyl ü kâllere rağmen dürüst, muntazam ve ciddi yegane birliğin hala İstanbul Futbol Birliği olduğuna bundan beliğ delil ister mi?..
Mahaza ümid ederiz ki; bu ayrı ve esassız birlikler yerine, gelecek mevsim idman ittifakının muayyen ve muntazam müsabakaları kaim olarak her memleketteki tabiilik bizim spor hayatına da nizam-bahş olur.”
Sayın Mehmet Yüce’nin makalenin altında yer alan (Spor Alemi) imzasını görmemiş olması mümkün mü? Kim bilir? Ama her halükarda “Gördüyse, neden resmî bildiri diyor? Görmediyse resmî bildiri olduğunu nereden çıkarıyor?” gibi sorular akla geliyor.
Neden metnin bir kısmını İstanbul Türk İdman Birliği’nin resmî duyurusu olarak gösterdiniz de ondan hemen önceki bölümü bu şekilde belirtmediniz? Yazının bir kısmı duyuru da Pazar Birliği lig heyetine dair yazılan diğer kısmı haiku mu?
Makalenin belli bir paragrafının başlangıcını bu şekilde “ayıklarken”, sonuna da aynı işlemi uygulamışsınız. Neden?
Daha doğrusu, iki soruyu tek potada eritecek olursak; Metinleri tahrif ederken ölçünüz tam olarak nedir?
Aslında soruların yanıtı belli… Aynı paragrafın bir bölümü işine geldiği için resmî duyuru , diğer kısmı işine gelmediği için resmî duyuru değil. Afiyet olsun.
Saygılarımla, Reddiye
Okura Not : “Esir Şehirde Spor”un 192. sayfasında : “…İttihatspor, şampiyonluk yolundaki en büyük rakibi Rum Pera kulübünü 1-0 mağlup ederek 1920-21 sezonu İstanbul Pazar Ligi şampiyonu olmayı başardı” yazıyor. Buradaki bilgi yanlış. İtthatspor şampiyonluğunu, 8 Mayıs’ta oynadığı ve 2-2 biten Beşiktaş maçıyla ilan etmiştir. Hoş, sevgili okur; neresi doğru ki?
Bedri Gürsoy‘un futbolcu portreleri serisinde sıra Fenerbahçe altyapısından çıkıp Avrupa futboluna damga vuran Bombacı Bekir Rafet Teker’de… Tuncay Yavuz aktarıyor. Keyifli okumalar…
Ben ona “Karabomba” adını koymuşumdur. Bekir ve Bekir’in şutu hasım kalesi içinde bomba gibi patlar.
Bekir’in vuruşlarının top üzerinde kendine mahsus tek bir sedası vardır. Ben birçok vuruşlar arasında bakmadan Bekir’in şutlarını tanıyabilirim.
Bekir, dünya üzerindeki futbolcuların en çetinlerinden biridir. Onda yaradılış itibariyle aklın alamayacağı bir kuvvet ve bünye dayanıklığı vardır.
Her türlü fena bakımlara rağmen Bekir’in vücudu sarsılmaz. Bu futbolcu sabaha kadar uykusuz kalır; eğlenir, içer. Ertesi gün maça çıkar, en güzel oyunlarından birini oynar, yıldırım gibi koşar, aslan gibi çarpışır, goller atar. Bekir’in bünyesi çelik gibidir. Mesela Bekir hastadır. Ateşi 39. Doktorlar yataktan çıkarsa tehlike olduğunu söylerler. Bekir doktorlara güler, yataktan fırlar, soyunur, futbol sahasına koşar, harikalar gösterir. Üstüne de buz gibi bir duş…
Bekir’in hastalığı geçmiştir artık. Demir gibidir.
On Parmağında On Bir Marifet
Çok seri koşar. Koşarken vücut çalımı yapar. Yüzlerce futbolcu gördüm, Bekir gibi vücut çalımı yapan birine daha rastlamadım. Bir buçuk saatlik oyunun her dakikasında Bekir’de gol ümidi kırılmaz. Bekir’in pasları ileri ve ölçülüdür. Yanındaki oyuncuyu ister istemez iyi onatır. Bu çocuğun yanında oynarken ben derdim ki: “İnsan bu yaman oyuncunun yanında gözü kapalı bile oynar…” Bekir çok iyi demarke olur, iyi yer tutar. Pası çeker. Bekir deplasmanlarda harikadır.
Bekir en büyük maçlarda bile heyecan nedir bilmez. Birçok mühim maçlarda dikkat ederim, biz on oyuncu heyecandan sapsarı kesilmişizdir. Bekir’in kılı bile kıpırdamaz; dünya umurunda değildir, o oyununu bilir, golünü tıkar. Oyunun son dakikasına kadar soğukkanlılığını bozmaz. Bekir her vaziyette şut çeker. Koşarken, çalım yaparken… Bekir’in şutları çok sıkıdır. Bekir kaleye şut çekerken köşe hesaplamaz. Kaleciye, “Tutabilirsen tut” der gibi demir şutunu yollar. Top bir kere kaleyi buldu mu kafidir. Artık onu kaleci tutamaz, tutmak isterse kendi de kalesinin içerisine yuvarlanır. Bekir’in pantolonunu çekerek attığı penaltılar yamandır.
Maç Hatıraları
Bekir’in zihnimde ve Türk futbol tarihinde yer bırakan birçok maç hatıraları vardır.
Hangi birini anlatayım bilmem ki. İttihatspor – Fenerbahçe maçındaki tek başına kuvvetli Fener müdafilerini bir bir geçerek arka arkaya attığı 2 gol. Paris’te Çek kalesine soktuğu 2 gol. Burada Slavya’ya attığı ve bütün takımımıza maneviyat verdiği ilk gol.
Sofya’da Bulgarlar’a attığı goller. Ne bileyim ben, daha dolu yararlıklar.
Bekir’i daha nasıl anlatayım? O yalnız futbolcu değildir. Koşucu ve atlayıcı bir atlettir de aynı zamanda.
Atletlerimiz aylarca çalışır, uzun atlama rekoru yapacaklar diye. Bekir futbol ayakkabısı ile bir atlar, yeni Türkiye rekoru yapar.
Bekir dünyanın meşhur futbolcuları gibi yetişseydi kimbilir ne olurdu? Hiç şüphe yok ki bir oyununa binlerce lira alan dünyanın en meşhur oyuncuları onun yanında hiç kalırlardı. Zira Bekir’in mayası sağlamdır.
Bekir mert bir arkadaş, uysal bir çocuktur.
Ne yazık ki görüp göreceğimiz bu tek futbol kahramanımızın biz kıymetini bilmedik, Almanlar bildi. Almanlar 1928 Olimpiyat’ında, Amsterdam’da bu kıymetli oyuncuyu “Bekir, Bekir” diye kucaklayıp yanlarına oturttukları zaman gözlerim yaşarmıştı. Ona onlar kıymet veriyorlardı. Dediler ki “Bekir Türk olmasaydı milli takımımızın en yüksek oyuncusu o olacaktı!”
Sözün kısası, Bekir gibi bir futbolcu Türkiye’de yetişmemiştir. Ne de yetişir artık bu gidişle.
Bugün konuk bir yazarımız var. Türk sporunun hurafe, mugalata ve mübalağa dolu tarih yazımına “Belgeler konuşur” diyerek özgün ve tutarlı bir bakış açısı getiren Serhan Oytun Eroğlu, harf devriminden önceki kaynakları taramak suretiyle çok ciddi bir veritabanı oluşturdu. Bazı “işime geldiği kadar söylerim” tipi yazarların aksine, eksik gedik bırakmayan yorumuna daha çok mecrada rastlamak ve kitaplarda buluşmak temennisiyle diyelim. Ve “Tarihteki İlk Beşiktaş-Fenerbahçe Maçı Neden Oynanmadı?” sorusunun yanıtı için sözü kendisine bırakalım…
1921 yılının Nisan ayında düzenlenen ikinci Galatasaray Kupası, hatırlarda en çok da oynanamayan Beşiktaş-Fenerbahçe maçı ile kaldı. İki takımın eşleştiği ikinci tur maçlarından hemen önce turnuva nizamnamesinde değişiklik yapılınca, Beşiktaş maç günü turnuvadan çekilmek zorunda kaldı. Fakat konunun bilinmeyen yönleri var. Bunlardan biri de, kupadan sarf-ı nazar eden Beşiktaş’ın Sarı-Lacivertlilerle aynı saatte, -hususi bir maçta da olsa- yine de karşılaşmak istemesi ve bu yönde bir teklifte bulunması..
İlki 1920 yılında, Galatasaray’ın kuruluşunun 15. yıldönümü münasebetiyle düzenlenen Galatasaray Kupası’na, 1921’de İstanbul’un resmi mahiyetteki 3 liginden de kulüpler davet edildi. İstanbul Futbol Birliği Ligi’nden Galatasaray dışında Fenerbahçe ve Anadolu; İstanbul Türk İdman Birliği Ligi’nden Vefa, Darüşşafaka, Beylerbeyi ve Hilal, Pazar Birliği’nden Stella, bu sezon hem İstanbul Türk İdman Birliği Ligi’nde hem de Pazar Ligi’nde mücadele eden Beşiktaş, ve son olarak bir Ermeni karma takımı olmak üzere toplam 10 takım kupada boy gösterdiler.
14 Nisan günü Galatasaray Sultanisi’nde yapılan kur’a çekiminde Stella ile eşleşen Beşiktaş, bu İngiliz-İtalyan-Rum karması takımı 2-0 ile turnuva dışı bıraktı.
İkinci Turda Fenerbahçe-Beşiktaş Eşleşiyor
17 Nisan’da oynanan maçlardan sonra..“…Neticede Pazar gününün galipleri Vefa, Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray kulüpleridir ki çekilen kurada önümüzdeki Cuma günü kimlerin karşılaşacağı tayin edilip ber vech-i ati tespit edildi: Beşiktaş-Fenerbahçe, Galatasaray-Vefa, Hilal-Ermeni muhtelit takımı karşılaşacaklardır. Fenerbahçe-Beşiktaş müsabakası her halde Cuma gününün en ehemmiyetli ve en heyecanlı bir oyunu olacaktır. Temaşaya pek layık ve hararetli bir suretde cereyan edeceği şimdiden tahmin edilmektedir.” (1)
“Pek Gülünç Bir Hale Giren Turnuva…”
İkinci tur kur’alarının çekilmesinin ardından, “..turnuva heyeti, nizamnamenin beşinci maddesinin kendisine bahşettiği salahiyete istinaden (yetkiye dayanarak)” (2), turnuvanın kalan maçlarında her kulübün sadece kendisine kayıtlı oyuncularla sahaya çıkabileceği yönündeki hükmü içeren bir ta’mim hazırlayarak kulüplere gönderdi. Tarih: 18 Nisan 1921
Kur’aya göre Beşiktaş ve Fenerbahçe 22 Nisan günü karşılaşacaklardı. Ama…
“Fenerbahçe-Beşiktaş——Çekilen kura mucibince ilk oyun Beşiktaş ile Fenerbahçe arasında idi. Müsabakaların muntazam bir program tahtında icrası ve karışıklığa meydan vermemek için, Galatasaray Kulübü hafta içinde turnuva müsabakasına iştirak eden kulüplere birer tezkere yazarak her kulübün kendi oyuncularıyla isbat-ı vücud etmelerini bildirmişti. Fakat Beşiktaşlılar Union Kulüp’ten Bekir ve sabık Union Kulüp azasından Refik Beyler’i geçen hafta takımlarına ithal ettiklerinden bittabii Galatasaray Kulübü buna itiraz etmiş ve binnetice Beşiktaşlılar sahadan çekilerek Fenerbahçe galip addedilmiştir.” (3)
İkdam gazetesinin, Galatasaray’ın tutumu için kullanılan “bittabii” kelimesinin de seçimi ile tamamen bir haber-yorum halini alan bu metnindeki içerik; Türk futbol tarihinin yaygın anlatımında, sanki o günün futbol kamuoyu konuyu ittifakla bu şekilde ele almış gibi bir kesinlik ile aktarılmıştır. Halbuki, tek yönlü olmayan bir beslenme ile, böyle bir fikir ve kanaat birliğinin o günlerde mevcut olmadığını tespit etmek hiç de zor değildir. Zira vakıalar bize meselenin, İkdam’ın aktardığı kadar basit olmadığını gösteriyor.
Aynı gün yayınlanan Alemdar gazetesi, haberinin merkezine, ”tertip heyetinin bir takım keyfi değerlendirmelerle değiştirmek istediği kararları” koyuyordu:
“İşte bu senenin turnuvası da garib bir suretde cereyan edip gidiyor. Heyet-i tertibiye ilk kabul ettiği müsabaka şerait ve talimatını ikinci hafta nakz (bir sözleşmeyi yok saymak) ediyor….Beşiktaş Fenerbahçe arasındaki müsabaka da heyet-i tertibiyenin bir takım mülahazat-ı keyfiye (keyfi düşünceler) ile tebdil etmek (başka şekle sokmak, değiştirmek) istediği kararlar üzerine yapılamadı. Beşiktaş da iştirak etmedi..” (4)
Kural Sonradan mı Değişiyor?
Hakikaten de, ilk tur maçlarına bakıldığında, takımların sadece kendilerine kayıtlı oyuncularla oynama zorunluluğunun bulunmadığını, bu zorunluluğun Beşiktaş ile Fenerbahçe’nin eşleştiği ikinci tur kuralarının ardından getirildiğini görüyoruz. Bu noktada Beşiktaş’ın, adları geçen iki yıldız oyuncuyu -yine yaygın anlatımın aksine- oynatmakta ısrar etmediğini ve birazdan göreceğimiz gibi, turnuva tertip heyetinin kararını -bütün keyfiliğine rağmen- saygıyla karşılayarak kupadan “sarf-ı nazar” ettiğini de belirtmek gerekiyor.
Alemdar, 2 gün sonra da, turnuvanın birden fazla nedenle artık “gülünç” hale geldiğini ve Fenerbahçe’nin, Beşiktaş karşısında “garip bir suretde galip addedildiğini” yazacaktı.
“Fenerbahçe-Ermeni Takımı——Bundan sonra, mevsimsizliği, idaresindeki karışıklığı, keyfi hükümleriyle pek gülünç bir hale giren “turnuva”nın -garip bir suretde son galibler(in)den addedilen- Fenerbahçe ile Ermeni takımı sahaya çıktılar.” (5)
Tertip heyetinin bu eleştirilere ilk cevabı “Galatasaray Kupası Müsabakaları ve Bir Tavzih (Açıklama)” başlığıyla, bunun ardından olacaktır (6). Ben şimdi, Hamza Osman Bey’in “Tavzihi Tavzih” başlığı ile yine Alemdar’da yayınlanan makalesinde (7) problemli olarak gördüğü ve madde madde ele aldığı hususları, ve Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü’nün bunlara dair yaptığı son izahatı (8) birbirini takip eder şekilde aktarıyorum.
Burada dikkati çeken bir nokta olarak şunu da söyleyeyim… Hamza Osman Bey’in ilk makalesine karşı taraftan verilen ilk cevaplar “Galatasaray Kupası Turnuva Heyet-i Tertibiyesi” diye başlarken, üçüncü ve aşağıda naklettiğim cevapların bulunduğu izahata “Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü’nden” diye başlanmıştır.
Üç Resmî Ligde Müsabakalar Yapılıyor. Turnuva Zamansızdır.
Eleştiri: “Evvela, turnuva mevsimsiz tertib edilmiştir. Çünkü malum olduğu üzere İstanbul’un futbol ile meşgul olan kulüpleri üç ligde resmi müsabakalarını yapmaktadırlar. Bu maçlar henüz neticelenmemiştir….Kulüplerin muhtelit timlerle iştirak etmeleri esbabını da (sebeplerini de) kısmen bu mevsimsizlik doğurmuştur”
Açıklama: ”Galatasaray Sultanisi’nde vuku bulan murahhaseyn içtimaında (temsilciler toplantısında) heyet-i tertibiye (düzenleme kurulu) turnuva günlerine tesadüf edecek resmi müsabakaların tehiri veyahud turnuvaya adem-i iştirak (katılmama) şıklarından herhangi birisinin kabulünde bütün kulüpleri serbest bırakmıştı. Binaenaleyh turnuvaya iştirake karar verdikten sonra, hiçbir kulüp için ‘turnuva mevsimsiz tertib edilmiş olduğundan bütün oyuncularımızı sahada isbat-ı vücud ettiremedik’’ gibi bir mazeret kabil değildir. Bununla beraber zannediyoruz ki hiçbir kimse veya cemiyet, her kulübün olduğu gibi Galatasaray’ın dahi istediği zaman müsabaka tertib edebileceğine dair olan hakkını teslim etmesin ve ümid ediyoruz ki zat-ı alileri dahi bu hakkı teslim etmek suretiyle itirazınızı bizzat ıskat edersiniz (hükümsüz bırakırsınız)”
Kulübün bu açıklaması, (ve özellikle “heyet-i tertibiye turnuva günlerine tesadüf edecek resmi müsabakaların tehiri veyahud turnuvaya adem-i iştirak şıklarından herhangi birisinin kabulünde bütün kulüpleri serbest bırakmıştı” ifadesi); samimiyetle ilgili, kamuoyunda mevcut olduğu anlaşılan soru işaretlerinin muhtemel kaynağının ipucunu da veriyor. Anlaşılan o ki; İstanbul Türk İdman Birliği Ligi ve Pazar Ligi kulüplerinin, resmi liglerini tehir etmek (ve belki de bunların yarıda kalmalarına giden yolu açmak) mecburiyeti ile, davet edildikleri (ve 3 İstanbul Futbol Birliği kulübünün de katıldığı) bir turnuvaya katılmamanın yol açacağı (‘çekindiler’ vs. gibi) dedikodulara, ithamlara katlanmak arasında bırakıldıkları düşünülüyordu.
Alemdar gazetesinin, iki farklı makalede öncelik vererek ve ısrarla bu konu üzerinde durması dikkat çekicidir. Doğrusunu söylemek gerekirse; bu turnuva nedeniyle birer hafta ara verilmesine rağmen, İstanbul Türk İdman Birliği Ligi ve Pazar Ligi maçlarının da, İstanbul Futbol Birliği Ligi maçları gibi, mayısın üçüncü haftası itibarıyle sona ereceği bir takvimde, turnuvanın neden mayısın ikinci yarısına planlanmadığı, sorulması tabii bir sorudur. Nitekim, “Pazar Birliği Turnuvası” da Pazar Ligi’nin sona ermesinin ardından düzenlenmiştir. Galatasaray Kupası da, en nihayetinde, 1 hafta içinde final turunun ilk karşılaşmasının da dahil olduğu 11 maçının başarıyla oynanabilmiş olduğu bir turnuvadır. (Final turu G.Saray, F.Bahçe ve Ermeni karma takımı arasında 24 Nisan, 29 Mayıs ve 2 Haziran tarihlerinde oynandı)
Neyse ki, bir önceki paragrafta bahsettiğim durumlardan hiçbiri söz konusu olmamıştır. Hem takımlar turnuvaya iştirak etmiş, hem de ligler tamamlanmış ve şampiyonları tayin edilebilmiştir.
“Heyet Samimi Olsaydı Önceki Seneye Atıfta Bulunmazdı”
Eleştiri: “Saniyen (ikinci olarak), “kulüplerin turnuvaya iştirak etmek zahmetini ihtiyar etmeyen (tercih etmeyen) bazı takımların” oyuncularını almak suretiyle kendilerini takviye etmeleri geçen seneden verilen numuneye imtisal etmekten (numuneyi örnek olarak alıp ona ayak uydurmaktan) ibarettir. Eğer muhterem heyet-i tertibiye bu sene hakikaten “kulüpler arasında caygir (yerleşmiş) olması elzem bulunan revabıtı (bağları) takviye ve teyid etmek” gayesini samimi olarak takib etse idi, sene-i sabıkaya (geçmiş seneye) imtisal etmez ilave edeceği bir madde ile kulüplere ancak “kendilerine mensub anasırla (unsurlarla, oyuncularla)” turnuvaya iştirak edebileceklerini de tefhim ederdi (bildirirdi)…”
Açıklama: “..bir ecnebi takımına karşı Türk sporcularını temsil etmesinden dolayı o zamanki heyet-i tertibiyenin, Altınordu’nun kendisine mensub olmayan anasırla kendi takımını takviye etmesini nazar-ı mümaşatla (yoldaşlık bakışıyla) hatta nazar-ı memnuniyetle görmesi icab ediyordu. Halbuki bu sene müsabakanın şekli büsbütün başkadır. Her kulübe ayrı ayrı gönderilmiş olan davetname, hiç olmazsa zımnen olsun, herkesin ancak kendi anasırıyle iştirak edebileceğini ifham ediyordu (anlatıyordu). “
Burada doğal olarak akla gelen soru, davetnamede, herkesin turnuvaya ancak kendi oyuncuları ile katılması gerektiği gibi somut bir hükmün açıkça değil de “zımnen” nasıl anlatılabildiğidir. Bahsi geçen davetnamenin metni bu cevabi yazıda paylaşılmadığı için, bunun hangi kelimelerle ve nasıl bir cümle ile yapılabildiğini bilmiyorum.
Ve tabii neden açıkça değil de, zımnen anlatılmış olduğu da ayrı bir merak konusu olacak türdendir.
“Hatanın Neresinden Dönsek Kardır Dedik”
Eleştiri: “Salisen :17 Nisan 337’de icra edilen ilk müsabakalara muhtelit takımların iştiraki madem ki kabul edildi, sonuna kadar da devamına çar naçar katlanmak lazım gelirdi. Bu yapılmadan, keşmekeş, keyfi harekatı teyid iden nekatdan (noktalardan) biri de budur.”
Açıklama: “3-‘Hatanın neresinden dönülürse kârdır’. Biz dahi, bilhassa daha ziyade teşevvüşata ve her kulübün son oyunlarda kendisine yabancı anasırla (unsurlarla) isbat-ı vücud etmesine (sahaya çıkmasına) mani olmak için böyle hareket ettik.”
Bu, yoruma ihtiyaç bırakmayacak derecede zayıf ve düşündürücü bir izahat olsa gerektir.
Kupadan Çekilen Beşiktaş Fenerbahçe’yle Aynı Saatte Özel Maç Yapmak İstiyor
Eleştiri: “Rabıtan (dördüncü olarak): Beşiktaş-Fenerbahçe müsabakasında Beşiktaş’ın aldığı vaziyet hakkında futbol kapudanı Şeref Bey’den tekrar izahat aldım. Diyorlar ki: Beşiktaş Kulübü müsabakayı yalnız kendi anasırıyle icrayı maalmemnuniye (memnuniyetle) kabul etmiş idi. Yalnız oyun günü iki mühim oyuncu pek meşru mazeretlere müsteniden isbat-ı vücud edemediler. Bittabii biz de “kupa” maçlarına devam etmemekte -maalesef- muztar (çaresiz, mecbur) kaldık. Ve sahanın boş kalmaması için noksanlarımızı Union’dan (İttihat’tan) temin ederek bir egzersiz maçı yapmak teklifinde bulunduk. Galatasaray kapudanı beyefendi “hacet yok!” cevabında bulundular”
Açıklama: “4- …Acaba turnuvanın ilk günü dahi böyle bir mazeretleri olduğundan dolayı mıdır ki, yine İttihatspor Kulübü’nün aynı oyuncularına müracaat lüzumu tahassul etmiş (ortaya çıkmış)! Bir de, madem ki egzersiz yapmak isteniliyordu, natamam her kulübün yapacağı gibi, Beşiktaş Kulübü dahi o sıralarda İttihatspor Kulübü’nde (burada stad kastediliyor) bulunan, kendi ikinci takımının oyuncularını oynatmak istemeyip de İttihatspor Kulübü’nden oyuncu istemeye neden muztar kalmış? Bir de bir egzersiz için neden bir meclis-i alenide (‘herkesin içinde’) İttihatspor Kulübü müdiranından (yöneticilerinden) müsaade istihsali (üretme) külfetine katlanmış? Bunlar hep muhtac-ı tenvir keyfiyetlerdir (aydınlatılmaya muhtac durumlardır). Bununla beraber Galatasaray kapudanının yapmak istenilen egzersize muvafakat göstermemesi mahaza vaktin darlığından. Çünkü saat ikide oyuna başlanılıp üçde hitam (son) verileceği cihetle bu teklif kendisine ancak saat 2.40’da serd edilmiş (ileri sürülmüş) olduğundan beyhude yere iki takımın bir müddet-i kalile (az bir süre) için sahayı işgallerine müsaade edemezdi.”
Evet; Beşiktaş, sürpriz bir hamle ile, aynı gün için bir özel maç teklifinde bulunmuş fakat bu maçın oynanmasına da fırsat verilmemişti. Bununla ilgili izahatın ilk kısmında, Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü tarafından, Beşiktaş’a, Fenerbahçe ile yapacağı hususi bir maçta, kendisine kayıtlı olmayan iki oyuncuyu oynatmaya neden mecbur kaldığı soruluyor. Bunun, en mesafeli ve renksiz ifadeyle, “tuhaf” olmadığını söylemek mümkün mü?
Diğer taraftan, hususi maç teklifinin 2.40’da yöneltilmiş olduğu doğru olsa bile (ki vakit azlığı o durumda nisbeten geçerli bir mazeret olarak kabul edilebilirdi. Çünkü biri Galatasaray-Vefa turnuva maçı diğeri de Süleymaniye-Altınordu lig maçı olmak üzere, onun ardından yapılması gereken 2 maç daha vardı). Galatasaray kaptanının cevabı meselenin aslında vakit darlığı değil de, başka bir şey olduğunu gösteriyor: “Hacet yok!”. Anlaşılan o ki, Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü yönetimi; Şeref Bey’in yaptığı özel maç teklifine, kendi genel kaptanının verdiği “Hacet yok!” cevabını “Vakit yoktu” ile revize etmişti.
“Bu Redden Sonra Kabahat Kime Aittir?”
Eleştiri: “Hamisen (Beşinci olarak): Karışıklığın esbabı meydanda. Bilhassa daima spor aleminde müfid (faydalı) bir yurd olarak tanıdığım ve bunu on-on iki senelik hayatında pek kati bir suretde isbat eden Beşiktaş Kulübü’nü de muaheze etmiş (eleştirmiş) olduğumu zannediyorum…. Bahusus Beşiktaş kapudanının…..turnuva heyetini müşkil bir mevkide bırakmaması için vaki olan, kupadan sarf-ı nazar ederek (vazgeçerek) “egzersiz” maçı yapmak teklifinin reddinden sonraki kabahatin kime aid olduğunu acaba muhterem turnuva heyeti bir lahzacık hayalinden geçirmek tenezzülünde bulındu mu? Tavzihname aksini isbat ediyor.”
“Kural Hakikaten Uygulanıyor mı?”
Eleştiri: “Sadisen (Altıncı olarak): Hükümler keyfi idi….Bazılarına memnu olan şeyler diğerlerine mübah olduğunu teyid edecek…heyetin tamiminden sonraki Hilal-Ermeni Muhtelit Takımı oyununda Hilal kalesinde bulunan gencin Beşiktaş kalecisi Haki Bey oluşudur. Acaba muhterem heyet-i tertibiye bu zatı Hilal’in malı olarak kabul ediyorlar mı?! Bir de Ermeni muhtelit takımında sağ iç oynayan Noyar Efendi ilk maçda Ermeniler’in de oyunu olduğu halde Stella takımında Beşiktaş’a karşı oynamıştı. Bunun ne suretle tevil edileceğini (çarpıtılacağını) öğrenmek her halde pek merak edilecek bir şeydir.”
Açıklama: ”5- Heyet-i Tertibiye Haki Bey’i tanımadığı cihetle, bu hususta Hilal Spor Kulübü’ne lazım gelen ihtaratı ifa edememiş, ……Noyar Efendi’ye gelince, Noyar Efendi’ye mukabil Hilal Spor Kulübü’nün dahi kimsenin haberi olmaksızın Haki Bey’i oynatmak suretiyle her iki rakib arasında -nizamnameyi ihlal keyfiyetinde- tevazün hasıl olmuş (denklik oluşmuş) oluyor.”
“Nizamnameyi ihlalde denkliğin” geçerli bir mazeret olarak görülmesi, “nizamnameye riayet arzusunun” bütün bu olan biten içindeki hakiki yeri ile ilgili ilave fikir vermesi açısından kayda değerdir.
Konuyu, Hamza Osman Bey’in, makalesinin sonunda yaptığı nihai değerlendirme ile kapatalım:
“Hülasa: Bu ahval gösteriyor ki, ef’al ile akval hiçbir suretle birbirine uymamakta, sözlerin güzelliği işlerin çirkinliği yanında sönüp gitmektedir. Ve yine zannımız da hala sabittir ki, bu haller doğrudan doğruya Beşiktaş’ın kolayca hazmedilecek bir lokma olmadığını görmekten ileri gelmiştir.”
Fenerbahçe’nin Bu Olayda Rolü Ne?
Bu, akla gelen en tabii sorudur. Öncelikle, bu maçla ilgili yapılmış haber ve/veya yorumların hiçbirinde -maçın oynanması açısından müspet veya menfi herhangi bir şekilde müdahil sıfatıyla– Fenerbahçe’ye rastlamadım. Öte yandan, bu süreçte hiçbir gazetede Fenerbahçe bağlamında bir “hareketsizlikten” dahi bahsedildiğini de görmedim. Dolayısıyla; Fenerbahçe’nin maçın oynanması yönünde bir irade ortaya koyduğunu söyleyemediğim gibi, maçın oynanmaması konusunda Galatasaray’la -sessiz de olsa- bir ittifak halinde olduğunu da söyleyemem. Hasılı bu nokta, şu an itibarıyle benim için de karanlıkta kalmış olan bir nokta..
Son olarak, belki birçok kişi için yeni olacak bir bilgi vereyim. 1924 yılının kasım ayında oynanan maç, iki takımın birinci takımları arasındaki ilk maçtı. Ama Siyah-Beyaz ve Sarı-Lacivert formalar ikinci takımlar seviyesinde ondan önce 2 defa karşı karşıya gelmişlerdi.
Bu karşılaşmaların ilki 1921 yılının haziran ayında oldu. Maçın skorunu bilemesek de, Fenerbahçe ikinci takımının rakibini mağlup ettiğini biliyoruz. İkincisi ise, 1924 yılının Ağustos ayında oynandı ve Fenerbahçe ikinci takımı Beşiktaş ikinci takımını 2-1 yendi.
Serhan Oytun Eroğlu
KAYNAKÇA (1) “Turnuva Maçları”, Hamza Osman, Alemdar, 19 Nisan 1921 (2) “Galatasaray Kupası Müsabakaları ve Bir Tavzih”, Galatasaray Kupası Turnuva Heyet-i Tertibiyesi, Alemdar, 28 Nisan (3) İkdam, 24 Nisan (4) “Turnuvanın İkinci Günü”, Hamza Osman, Alemdar, 24 Nisan (5) “Pazar Günkü Futbol Maçları”, Hamza Osman, Alemdar, 26 Nisan (6) “Galatasaray Kupası Müsabakaları ve Bir Tavzih”, Galatasaray Kupası Turnuva Heyet-i Tertibiyesi, Alemdar, 28 Nisan (7) “Tavzihi Tavzih”, Hamza Osman, Alemdar, 30 Nisan, (8) “Sonuncu İzah-Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü’nden”, Alemdar, 7 Mayıs (9) İkdam, 28 Haziran 1921 (10) Tevhid-i Efkar, 11 Ağustos 1924
Salgın günlerinin gündem maddelerinden biri de toplanan bağışlar… Bağış toplamak, bundan 99 sene önce, tıpkı bugünkü gibi, devletin başvurduğu finansal çözümlerden biriydi. Başkent İstanbul’un içinde bulunduğu zor günlerde, Fenerbahçe’nin şampiyonluk maçından önce Dahiliye Nezareti’nden verilen talimat bir “zorunlu bağış” hikayesi olarak, bu yazının konusu oldu ve sizlerle buluştu.
1921… Osmanlı İstanbul’u tarihinin en zor günlerini geçiriyordu. Dünya savaşından yenik çıkan ülkenin batısı şehir şehir işgal edilmeye başlanmıştı. 1919 Mayıs’ında İzmir ile başlayan işgal hareketleri, 1920 yılı başlarında Trakya’nın kademe kademe işgali ile devam etmiş, 16 Mart’ta ise başkent İstanbul ile sonlanmıştı.
Osmanlı’nın 500 yıldır hüküm sürdüğü Rumeli topraklarında kayda değer sayıda vatandaşı yaşıyordu. Topraklar genişledikçe buralara yerleştirilen müslüman halk, toprak kayıplarından sonra Trakya üzerinden Batı Anadolu’ya ve İstanbul’a doğru göç etmeye başladılar. 1912 Balkan savaşlarından sonra başlayan bu göç hareketleri böylece 1920 sonrası işgal altındaki başkentin en büyük sorunlardan biri haline geldi. İstanbul’da çok sayıda Rumeli göçmeni perişan ve umutsuz halde, gelecek kaygısı ile yaşamaya çalışıyordu.
İstanbul’da Göçmenler
Devlet bu sorunu çözmek için bir organizasyon kurma ihtiyacı hissetti. Göçlerin kayda değer bir sorun olmaya başladığı 1912 yılında kurulan ve o günün içişleri bakanlığına bağlı çalışan “Muhacirin Müdüriyet-i Umumisi”; Anadolu’ya geri dönen ve “muhacirin” diye adlandırılan göçmenlerin barınmalarını sağlamak ve temel ihtiyaçlarını gidermekle görevli olan tek yetkili kurumdu.
İstanbul doğal olarak ülke futbolunun merkezi konumundaydı. Futbol, savaş yıllarında ara ara sekteye uğrasa da insanların ilgisini hiç kaybetmemişti. 1921 yılında kulüpler şampiyonluk mücadelesini başlıca 2 ayrı organizasyonda sürdürüyorlardı. O sene, 1915’te oynanmaya başlanan “Cuma Ligi”nin 6. sezonuydu. Cuma ligi dışında kalan takımların oluşturduğu “Pazar Ligi”nin ise ilk sezonu oynanmıştı. Cuma Ligi’ni Galatasaray’ın önünde birinci bitiren Fenerbahçe ile Pazar Ligi’ni Beşiktaş’ın önünde tamamlayan İttihatspor “İstanbul Şampiyonu” olabilmek için mücadele edeceklerdi.
İstanbul halkının merakla beklediği yılın spor müsabakasının, göçmenler için kaynak arayan “Muhacirin Müdüriyet-i Umumisi”nin dikkatini çekmesi çok zaman almadı. İşgal altındaki şehirde, devletin elindeki kısıtlı kaynaklar göçmenlerin ihtiyaçlarını gidermeye yetmiyordu. Para lazımdı ve o dönemde para bulmak gerçekten zordu. Bu şartlar altında Müdüriyet-i Umumi, maçın yapılacağı bugünkü Fenerbahçe Stadı’nın idare olarak bağlı olduğu Kadıköy’ün “Belediye Dairesi”ne resmi bir “tezkere” gönderdi. Tezkere, “Ahval ve hadisat-ı malum dolayısıyla dersaadete ilticaya mecbur olan miktarı pek mühim muhacirin-i islamiyenin ihtiyaçlarının esbabınca isti’mal etmek üzere” diye başlıyordu. Günümüz Türkçesi ile sözü edilmek istenmeyen toprak kayıplarından dolayı başkente göç etmek zorunda kalan müslüman göçmenlerin ihtiyaçlarının gereğince giderilmek için kullanılmak üzere zorunlu bir bağış emrini içeriyordu.
Muhacirin Müdüriyet-i Umumisi, maçın göreceği ilgiden o kadar emindi ki, emrin yerine getirilmesi için gereken koşulları da tezkereye ekleyerek işi şansa bırakmak istemedi. “İttihad Spor ve Fenerbahçe Spor Kulüpleri’nce Kadıköy’de oynanacak müsabakanın hasılatından, müsabakanın icrasına imkan bırakacak derecede meblağın ayrılıp kalanının saltanat arabalarıyla nakledilmesi için icab edenlerin itası” cümlesi ile maçtan elde edilen gelirin, maçın oynanması için gerekli masraflar yapıldıktan sonra, önceden hazır edilecek saltanat arabalarıyla taşınması öngörülüyordu.
Maç Günü
Takımların şampiyonluk, devletin ise hasılat için sabırsızlıkla bekledikleri gün, 17 Ağustos 1921, gelip çattı. Maçı, Süleymaniye Kulübü’nden Zeki Bey idare edecekti. Fenerbahçe rakibi İttihatspor karşısına, Şekip, Galip, Hasan Kamil, Fahir, İsmet, Ethem, Ömer, Boldin, Zeki Rıza, Alaeddin ve Sabih 11’i ile çıktı. Akşam gazetesinin haberine göre maçta “her taraftan gelip stadı dolduran binlerce kişilik büyük bir kalabalık” vardı. Muhacirin Müdüriyeti hasılat öngörüsünde haklı çıkmıştı.
Sarı-Lacivertliler maça hızlı başlayarak ilk yarıyı Zeki Rıza’nın golleri ile 2-0 önde kapadı. İkinci yarıya hızlı başlayan taraf ise İttihatspor oldu. Maçtan sonra basının övgüsüne layık görülen Bekir, 5 dakika içinde attığı iki gol ile skoru 2-2’ye taşımayı başardı. Son yarım saate girilirken şampiyonluk maçı isminin hakkını verir hale gelmişti. Bu heyecan atılan bir golle son buldu. Dakikalar 77’yi gösterirken topu ağlara gönderen kişi Sabih, şampiyon ise maçı 3-2’lik skorla kazanan Fenerbahçe’ydi.
Çok değil, 1900’lerin başında, oynayanların suçlu sayıldığı futbol artık devletin gerektiğinde bağış yoluyla gelirine ortak olduğu toplumsal bir öğe haline gelmişti. Spor tarihimizde tespit edilen ilk “zorunlu bağış”ın uygulandığı maçın taraflarından Fenerbahçe ise işgalin ilerleyen günlerinde sadece İstanbul halkına değil, tüm ülkeye umut veren mücadelesini sahalarda sürdürecek ve bu “umut mücadelesi” hiç bitmeyecekti.
Not : Aşağıdaki gazete kupürü maçın ertesi günü, 18 Ağustos 1921 günü yayınlanan Akşam gazetesinden… Soldaki fotoğraf Fenerbahçe’nin ağabey-kardeşi Hasan Kamil Sporel ve Zeki Rıza Sporel. Sağdaki ise İttihatspor’un Fenerbahçe çıkışlı müthiş futbolcusu “Bombacı” Bekir Rafet Teker.