Etiket: Kadri Göktulga

  • Büyük Fikret Bölüm IV

    Büyük Fikret Bölüm IV

    Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan‘ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm IV

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Büyük Fikret

    Büyük Fikret Bölüm IV

    Genç Yaşta Takım Kaptanı Oluyorum

    Daha önce de sözünü ettiğim Galatasaray’la oynadığımız Gazi Büstü maçının son dakikasında geride oynamayı teklif ettiğim zaman kaptanımız Zeki Bey pek yanaşmamıştı buna… Sonradan oynayacağımız bir Beykoz maçının başlaması sırasında bana seslendi… “Git kaleyi al” dedi…

    Ben de oraya gitmeye üşeniyor da gitmiyor diye, “Hangi kaleyi alayım?” diye sordum. Bana ciddi ciddi bakarak, “Kaptansın hangi kaleyi istersen onu al…” dedi.

    Vaziyeti anlar gibi olmuştum. Maçtan sonra beni yanına çağırarak, “Ben yanında bulunurken takımı sevk ve idareye alış… Biz artık yaşlandık” diye konuştuk. Fakat iki yıldan fazla süre takımda Umumi Kaptan olarak yerini aldı… Ben de kaptanlık ettim… Bana, “Hemen hemen hiç müdahalede bulunmadı… Ve ilk nasihati şöyle verdi: “Takımda senden yaşlı ağabeylerin var. Onlar hakkındaki düşüncelerini önce bana söyle. Gerekli değişikliği ben onlara söylerim” dedi. Benden yaşlılar bu duruma itiraz edecek olmuşlar, onlara da, “Elbette bu takımın idaresi bir gün bir gencin eline kalacak. Bu çocuk mesuliyet hissine alışık’ demiş…

    Büyük Fikret Bölüm IV

    Üzücü İki Olay

    Üzücü ve sevindirici olayların hemen hepsi Galatasaray maçlarında olmuştur.

    Bir Galatasaray maçı oynuyorduk. Zeki kaptan bana soyunma odasında, “Sen santrhaf oynayacaksın’ demişti… O kadar hazırlıklı değildim… Oda başıma yıkıldı sandım. O devirde Merkez Muavini denilen santrhaf hem defansa yardım eder hem de forvetin peşinden giderek hücum oynardı.

    Çok sert bir maç oldu. Oyunun başında Kadri ağabeyin bir düşüşte köprücük kemiği kırıldı. Bir süre sonra da Galatasaray beki Mehmet Nazif’in ayağı kırıldı. İki futbolcu da sahayı sedyede terk ettiler… Böyle iki kırıklı bir maç daha görmedim ve oynamadım…

    Yine bir Galatasaray maçıydı ve yine santrhaf oynuyordum. Bu oyunda galip geldiğimiz takdirde şampiyon olacaktık. Beraberlik Galatasaray’ı birinci yapıyordu… Maçın son dakikasına gelmiştik ve durum 1-1 berabere sürüyordu ki, Galatasaray aleyhine bir penaltı oldu. O gün çok yorulmuştum. İlk defa olarak Zeki kaptana, “Ben atmayayım” dedim… Sert sert yüzüme baktı, “Git at…” dedi… Galatasaray kalecisi sanırım Rasim’di. Atışı yaptım. Kaleci topun geleceği yeri anlamıştı yattı ve tuttu. Beynimden vurulmuşa döndüm… Dahası var… Derhal uzun bir degaj yaptı ve soliç Latif de bizim kaleye golü attı… Bu olay cereyan ederken ben daha yerime bile gitmemiştim. Maç bitti. Ben de bitmiştim. Zeki kaptan yanıma geldi, “Aldırma” dedi, “Futboldur bu… Olur böyle şeyler…” O kadarını hatırlıyorum. Gözümü açtığımda yatak odamda iki arkadaşımla, annem vardı. Ne kadar üzüldüğümü tarife imkân olmasa gerektir…

    Karacan’ın Bana İltifatı ve Hediyesi

    İlk oynadığım maçtan sonralarıydı… O zaman İdare Heyetinde bulunan Ali Naci Karacan beni yanına çağırarak parmağındaki çok değerli Fenerbahçe yüzüğünü, “Bu yüzük başarın için sana yakışır…” diye iltifat ederek verdi. Bu anın sevincini hiç unutamam…

    Büyük Fikret Bölüm IV

    Yunanistan Seyahati

    O devirlerde Galatasaray’la birlikte muhtelit kurar, çok maçlar yapardık, seyahatlere çıkardık. Bunlardan biri de bir Türk futbol takımının ilk defa Yunanistan’a gidişi halinde olmuştur…

    Seyahatimiz deniz yoluyla idi… Çok fırtınalı bir havada Kaplora denilen yerde öyle sallandık ki hepimizi deniz tuttu ve arkadaşlarımızın çoğu “Kendimizi denize atıp kurtulalım…” dediler. Neyse ki salimen kıyıya vardık ve oradan Atina’ya gittik.

    Yunanlı idareciler bize çok yakınlık gösteriyorlardı ancak otobüsümüze Türk bayrağını astırmadılar. İlk maçımızı oranın Olimpiakos-Aris karması ile oynadık… Maçı bir Bulgar hakem idare edecekti. Fakat kendisinin bütün ailesi Yunanlı imiş… Sanki Atina muhtelitinin 12’inci oyuncusu olarak oynadı bize karşı… Maçı açık farkla kaybettik. Ancak maçın ortalarına doğru kalecimiz Avni bir çıkış yaptı ve kafasına yediği bir darbe ile baygınlık geçirdi. Hakem bu olayı görmemezlikten geldi. Rakip oyuncu topu kaleye yolladı. Tam gol olurken yedekte bekleyen kaleci Ulvi Yenal çıkarak topu kaptı ve oyuna soktu. Hakem bunu da görmedi. Top kaleye girmediği için gol olmadı.

    Oyunun ikinci devresinde kaptan bana, “Sen solhafa geç…” dedi. Karşımdaki Mihakis diye Yunanistan’da yılın sporcusu seçilen çok süratli biri oynuyordu. Benim de canım sıkılmış ve çok yorulmuştum. Adamı durdurmak güçtü. Sahanın etrafında uzun bir tel örgü ile bir su kanalı vardı… Adamla boğuşurken bıraktım topu ve bir çarptım ona… Balıklama suyun içine uçtu… Az daha boğulacaktı… Bütün halk üstüme geldi…

    İkinci maçımızda hakeme itiraz ettik. Başka bir hakem bulundu. Yunan kalesinde İstanbul’dan gitme şımarık Yamalis adlı bir kaleci vardı. Sahada formasını değiştiriyor, oyunu durdurup acayip şeyler yapıyordu. Derken Zeki Bey kaleye arkası dönük müthiş bir gol yaptı. Bu golü kendisi gibi 20.000 kişi de görmedi. Böylece itibarımız ve hakiki değerimiz yerine geldi ve maç 2-2 berabere sonuçlandı.

    (DEVAM EDECEK)


    Fotoğraf-1) Bir İstanbulspor maçı öncesi… İstanbulspor kaptanı Samih Duransoy ve ben…

    Fotoğraf-2) Bir zamanların ünlü Futbol Federasyonu Başkanı Orhan Şeref Apak ile Muhtar Uygur’un kafile başkanlığında İzmir muhteliti ile yaptığımız maç öncesi… Ayaktakiler soldan sağa: Orhan Şeref Apak, Sadi, Muhtar Uygur, Halil, Hasan Ekin, Muzaffer, Hüsnü, Rebii, Saim, ben, Burhan. Oturanlar: Mehmet Leblebi, Avni, Hüsamettin, Fahri, Celal Şefik, Reşat.

    Fotoğraf-3) Fenerbahçe, yabancı takımlardan biri ile yaptığı maç öncesinde toplu halde… Soldan sağa ayaktakiler: Ziya, Hüsnü, Muzaffer, Zeki, Cevat, Şaban, Halis, Alaaddin, Nedim, ben, Niyazi, Reşat ve masör Fikret. Oturan: Natık.

    Fotoğraf-4) Sene 1930… Fenerbahçe’nin Olimpiakos ile yaptığı ve 1-0 yendiği maçta iki takım futbolcuları objektife böyle poz verdiler. Bu maçta Yunan takımında Andreyapulos kardeşler de yer almıştı.

  • Büyük Fikret Bölüm II

    Büyük Fikret Bölüm II

    Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan‘ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm II

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Büyük Fikret

    Büyük Fikret Bölüm II

    Galip Kulaksızoğlu ile Kulüpte İlk Görüşmem

    Fenerbahçe’nin temel direklerinden biri olan, disiplin sahibi, küçüklerine şefkatle bakan, onları düzenli bir şekle sokan bu ağabeyimize kulüp müdürü olarak rastladım. Onun nazarında en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün sporcular aynı muameleyi görürdü. Disiplinsiz bir hareket yapan bir sporcunun yanına sokulması bile meseleydi.

    Bir gün dördüncü takımın idmanına geç kalmıştım. Galip Bey’de odamızın anahtarını cebine koyarak tenis oynamaya gitmişti. Yanına yaklaşarak özür diledim. Anahtarı vermesini rica ettim. “Küçük bana bak… Yeni olduğun için seni bu defalık affediyorum. Bir daha tekrarlanmasın…” dedi ve anahtarı verdi. Bunun benim için büyük iltifat olduğunu söylediler.

    Ancak kim derdi ki bende yıllar sonra kulüp müdürü olacağım… Fakat bir Galip Bey’in yarısı kadar değil…

    İlk Hocam

    Ilk hocam 1924 Olimpiyatları için Türkiye’ye gelen ve daha sonra Galatasaray’ın antrenörlüğünü yapan Billy Hunter oldu.

    Şimdi hiçbir genç futbolcunun çalışmasında görmediğim şekilde sahaya kayakçıların manialarına benzer direkler dikerdi… Biz gençlere bunların arasında sağa sola dönüşler yaptırarak ayak hakimiyetimizi artırırdı. Cevizlik Çayırı’nın özelliklerinden gelen alışkanlıkla bunları çok iyi yapardım. Bir seferinde topla kendi başıma oynuyordum. Beni karşısına aldı ve karşılıklı kafa oynadık. Top ikimizin arasında 568 defa gidip geldi. Etrafımız seyirci doluydu. Antrenörün takdiri beni çok etkilemişti.

    Futbolda yavaş yavaş göze batmaya başladığımı hissediyor ve daha da merak sarıyordum.

    İlk Müsabakalarımız

    Haydarpaşa semtinde kurulan, bizlerle maç yapmaya elverişli bir İkbaliye takımı vardı. Onlarla sık sık oynardık. Bir defa da Beylerbeyi sahasına giderek onların ikinci takımı ile bir maç yaptık. Orda Şahap adındaki bir genç benim ön dişimi kırmıştı. Bu maçın rövanşını Kadıköy Fenerbahçe sahasında yapacaktık.

    O devirde kulübümüzde Tod Bella adında bir Macar antrenör vardı. Bende onun büyük emeklerinin olduğunu açıklamayı borç bilirim.

    Nedenini şimdi hatırlamıyorum. Maça geç gelmiştim… Takımımız ilk yarıyı 2-0 yenik kapatmıştı. Dişimi kıran oyuncuyu sahada görünce bir hırslandım ki sormayın gitsin… İkinci yarıya ben de girdim ve antrenörün isteğiyle soliç mevkiinde yer aldım. Bu mevkide yer almayı benim futbol hayatımda bir dönüm noktası olmuştur. Karşı taraf yorulup bozulmuştu. Büyük bir inatla çalışıp maçı 4-2 aldık.

    Bu antrenör daha sonra beni gençler şampiyonasında Beşiktaş’a karşı da soliç oynattı. Gençler şampiyonası finalinde Beşiktaş’ı da yenip şampiyon olduk. Beşiktaş’ta o zaman Şeref, Eşref, Ekrem, Nazım ve Hayati gibi sonradan futbolda söz sahibi olmuş gençler vardı…

    İlk İddia ve Kendi Büyüklerimizle Yaptığımız Maç

    Kulübümüzün o devirdeki üçüncü takımı da kuvvetli ve şampiyondu… O takımda Fenerbahçe birinci takımında yer almış Hüsnü, İhsan, Ulvi, Hakkı, Şahap, Haydar, Sedat, Nihat ve Seyfi gibi ağabeylerimiz vardı. Bir gün dördüncü takım olarak onlarla yaptığımız idman maçında bize kızdılar. “Size bir maç olsa 10 tane atarız…” dediler. Ben, gençlerin takım kaptanıydım. “Yenip yenemeyeceğinizi bilmem ama 10 gol atamazsınız…” dedim. Tartışma kızıştı ve bir cuma günü maç yapmaya karar verdik.

    Meşhur Bombacı Bekir de İstanbul’a gelmiş ve Fenerbahçe’de oynamaya başlamıştı. Bizi yakından izlerdi. Hatta küçüklerin çalışmalarıyla meşgul bile oluyordu. Üçüncü takımla maçımız Bekir’in hakemliğinde başladı. Bütün güvencim tatlı sert bir hat olan Şeref, Kadri, Reşat ve benden kurulu hafbek hattımızdı. Maç bayağı heyecanlı geçti. Durum 2-2 berabere olmuşken büyükleri küçük düşürmemek için verilen bir penaltı ile 2-3 kaybettik.

    Bu müsabakada Bekir, Zeki gibi ağabeylerimin dikkatini çekmiştim. Beni büyüklerin idmanına çağırmaya başladılar. Onların arasında tekrar solhaf oynamaya başladım. Bütün gayem çalım yutmamak ve oyuna katılmaktı. Bir antrenmandan sonra Zeki Bey cuma günü oynanacak Slavya maçı için beni de soyunma odasına çağırdı… 16 yaşındaydım… Tereddüt ve heyecanım büyüktü…

    Büyük Fikret Bölüm II

    İlk Maçlarımdaki Büyük Heyecanım

    O günkü Slavya maçını Bekir’in bir kafa golüyle 1-0 kazanmıştık. Ben yedek oturmama rağmen Fenerbahçe’nin tarihindeki bu büyük galibiyetlerden birine şahit oldum. Büyük bir seyirci kitlesinin önüne çıkmak heyecanına da erişmiştim.

    İşte o tarihten sonra o zamanlar sık sık İstanbul’a gelen Çek, Avusturya ve Macar takımlarına karşı oynayarak futbol tekniğimi artırdım. İlk maçın Avusturya’nın BAC takımıyla oldu. Bu maçtan önce Sabih ve Alaaddin ağabeylerimin muhakkak soyunma odasına gelmemi istemeleri üzerine meşhur Taksim Stadı’nın soyunma odasına gittim…

    5-8-1927…

    Herkes soyundu… Ben de evvelce olduğu gibi yedeklere mahsus formayı giydim. Fakat kaptan Zeki bana bakarak, “Sen formanı değiştir…” dedi. İçimden “Galiba eski forma giydim’ diyerek yedeklere mahsus bir başka forma çektim sırtıma… Bu şekilde tam sahaya çıkarken kaptan bir daha göz attı bana ve “Sana formanı değiştir demiştim, neden değiştirmedin?” diye sordu. Ben de heyecanlı “Değiştirdim kaptan…” cevabını verdim… Şöyle bir etrafına baktı… Fazıl adında bir solhafımız vardı… Ona dönerek, “Sen Fikret’le formanı değiştir…” diye emir verdi… Hem sevindim hem de heyecandan başım döndü…

    Düşünün… Önümde en meşhur forvet… Sabih, Alaaddin, Zeki, Bekir, Bedri… Arkamda Cafer ve Kadri gibi büyüklerim vardı… Ben daha 16 yaşında bir çocuktum… Futbol klası bizden çok üstün bir Avusturya takımı ile oynayacaktık…

    Solbek olarak oynayacak olan Cafer ağabeyim yanıma geldi, “Küçük hiç heyecanlanma… Göreceksin dördüncü takımda oynadığın maçlardan daha kolay oynayacaksın…” dedi ve ekledi, “Karşındaki adam seni geçtiği takdirde onun arkasına takılma. Onun üzerine artık ben çıkacağım. Sen de benden boşalan yere topsuz olarak gidip çok çabuk doldurursun… Yalnız, rakibinle beraber yetiştiğin topu sakın kaybetmemeye çalış. Başının üzerinden geçe topa yetişmeye çalışma. Orada ben varım. Boş bir yerde benden gelecek topu al. Derhal o sahadan uzaklaştır…” dedi.

    İşte o devirde futbolda başarı kazanmak için verilen samimi öğütler. Bütün futbol hayatımca bunları benimsemişimdir. O zamanlar büyüklerin söyledikleri kitap yazısı kadar önemliydi. Böylece maça başladık.

    Biraz sert oynayarak başarı kazanacağıma inanıyordum. Durum böyle giderken epey rahat bir tempoya girmiştim. Önümde oynayan Bekir ağabey birkaç defa benden top istedi… Hemen verdim… O da çalım yaparak topları kaptırdı. Ben Avusturyalılardan topu almak için peşine koşarken Cafer ağabeyle anlaşmamız elbette bozuldu ve Viyanalıların meşhur üçgenleri arasına düşerek yorulmaya başladım.

    İçimden, “Fikret kendini topla. Önünde ceylan gibi koşan bir ağabeyin var. Solaçık Bedri ona veya toplamak için topu en uzağındakine gönder…” Bu tarz futbola rakiplerimiz alışık olmadıkları için rahatlamaya çalış. Esasen Bekir’in şöhretini bilen Avusturyalılar onu yalandan marke ediyorlar bu da Bekir Bey’in hiç hoşuna gitmiyordu. Birkaç defa topu kendisine atmadığım için bana terslendi. Fakat hiç aldırmadım. Sonunda bir güzel haşlandım. Tabii ki hiç ses çıkaramadım. Çok canım sıkılmıştı. Şimdiye kadar hiç kimseden böyle haşlama yememiştim. Moralim de bozulmuştu… Oyunun son on dakikasında kaptan Zeki Bey’e yorulduğumu söyledim ve beni oyundan aldı.

    Bence o zamana kadar görevimde başarı kazanmıştım. Nitekim ertesi günkü Cumhuriyet gazetesi, “Fenerbahçe’de oynayan genç Fikret vazifesini şayan-ı takdir şekilde yaptı…” diye yazdı ve bir fotoğrafımı koydu. Bu futbol hayatımda gördüğüm ilk takdirdi. Fakat maçtaki haşlanmayı hiç unutamıyordum…

    O zaman maçlar Cuma günü oynanır, pazar günleri de rövanşları yapılırdı. İkinci maçtan önce kaptan Zeki Bey’e giderek, “Benim oyun tarzım Bekir Bey’e uymuyor. Beni oynatmamanızı rica ederim…” dedim. Aldığım cevap çok ağırdı. “Dün takıma girdin. Bugün talepte bulunuyorsun. Ters yüzü geri döndüm… Yeni yetişen gençlere bu durum bir derstir…

    Yine takıma girerek başarılı olmaya çalıştım. Fenerbahçe formasını birinci takımda giyişim böyle oldu. O tarihten sonra 1941 yılına kadar ne kulüpte yedek bekledim, sakatlıklar dışında ne de Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş muhtelitlerinde, İstanbul muhtelitinde ve millî maçlarda devamlı yer aldığım oldu…

    Şunu da belirtmek isterim. Birinci takımda oynadığım halde, dördüncü takımın maçlarına da katıldım… Bir keresinde öğleden sonra Galatasaray’la olan maçımıza rağmen öğleden sonra oynanan genç takımlar müsabakasına katılırdım. Bu benim futbola olan hevesim, futbol topuna olan aşkımdan ileri gelmekteydi…

    (DEVAM EDECEK)


    Fotoğraf-1: 1929-1930 sezonunda şampiyon olan on biri soldan sağa ayaktakiler: Mehmet Reşat Nayır, Zeki Rıza Sporel, Kadri Göktulga, Alaaddin Baydar, Niyazi Sel, Muzaffer Çizer, Fikret Arıcan. Oturanlar: Şevket Soley, Hüsnü Teoman, Ziya Atamer.

    Fotoğraf-2: Fenerbahçe’deki ilk maçları. Sene 1927. Bekirli takım İzmir yolunda… Soldan sağa ayaktakiler: Kadri, Bedri, Zeki, Bekir, Hüsnü, Cafer, Firuzan, Nevzat, Rıza. Oturanlar: Cevat, Fikret Arıcan, Nihat, Nedim.

  • Büyük Fikret Bölüm I

    Büyük Fikret Bölüm I

    Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan’ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm I

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Büyük Fikret

    Büyük Fikret Bölüm I

    Önsöz

    Bu, sporda yaşanmış bir hikayedir. Özel sohbetlerimde, anılarımı dostlarıma anlatırken onlar bana “Gelmiş geçmiş Fikret’sin. Hep sözde kalır bu hatıralar. Bunları bir kitap halinde topla” dediler.

    Fikir bana da uygun geldi. Dostlarımın arzusuna uyarak kalemi elime aldım ve bir şeyler karalamaya çalıştım. Bu kitabın çıkışında bazı yakınlarım da yardımcı oldular. Ben olaylara tamamen ışık tutmaya çalıştım. Profesyonel bir yazar değilim. Spor alanında evvela futbolcuyum. Sonra teknik adam ve daha sonra da yöneticiyim. Geriye baktığım zaman hafızamda 58 yılın hatıraları canlanıyor. Kimleri görmüş ve kimleri tanımamıştım. Onları kendilerine göre sınıflara ayırdım ve hatıralarımı dile getirmeye çalıştım… Sevabımı ve hatalarımı açıkça ortaya koydum. İşte gördüğünüz “Büyük Fikret” adlı bu kitap ortaya çıktı.

    Dünü hatırlamak isteyen bugünkü gençlere ışık tutabilen iddiasız ve mütevazi bir kitap. Bunda başarılı olabildimse ne mutlu bana…

    En derin saygılarımla…

    Çocukluğum

    1911 yılında Kızıltoprak’la Feneryolu arasında bir evde doğmuşum. Anne tarafım Kadıköylü, baba tarafım Rumelihisarlı. Benden üç yıl sonra da kardeşim Semih aynı evde dünyaya gelmiş. Her ikimiz de küçüklüğümüzü bu yerde geçirdik. Ancak Çanakkale Savaşları’nın kritik bir döneminde bir yıl için Ankara’ya giderek orada oturduk. Böylece Kadıköy’deki evimizi bırakmıştık. Dönüşte büyükbabamın Rumelihisarı’ndaki evinde 10 yaşına kadar kaldım. Ancak yazları dedemin Kadıköy’ünde ve Kızıltoprak’taki evinne gelir, kışları Rumelihisarı’na dönerdim. Çocukluğumun bu devresinde top nedir bilmezdim. Hatta hiç görmemiştim bile… Beşiktaş’ın başarılı yöneticisi Sadri Usuoğlu, Rumelihisarı’nda evimizin az aşağısında oturuyordu. Yıllar sonra karşılaştık. Birbirimizi ancak o zaman tanıdık. İstiklal Savaşı’nın sonlarında, artık ailemiz büyüklerinin ayrıldıkları bir sırada Kadıköy Bahariye’de Cevizlik denen yerde bir ev alarak oraya yerleştik.

    Futbola Başlangıç

    İşte futbol hayatım 12 yaşında burada başlar… Esasen yakın akrabam olan ve benim futbol hayatıma büyük katkılar yapan Alaaddin Baydar ağabeyimin çok yakınına taşınmıştık. Kendisi o zaman Fenerbahçe’nin ve Türkiye’nin büyük isim yapmış şöhretlerindendi. İçimde bulunan futbola yakınlık yavaş yavaş meşhur Cevizlik çayırında meydana çıkmaya başladı. Çünkü, Fenerbahçe’nin büyük isimleri burada toplanmışlardı. Cevizlik Çayırı çok engebeli ve yokuşlu olduğu için, burada top oynamak için muhakkak ayak hakimiyeti gerektiği gibi, topun gideceği yeri kestirmek bakımından dikkat ve ani hareketler gerekirdi. İşte burada yetişen Fenerbahçelilerin ve tüm futbolcuların ayak hakimiyetleri ve futbol teknikleri hemen hemen tamdı. Burada top koşturan büyük isimleri şöyle sıralayabilirim, Alaaddin Baydar, Sabih Arca, Kadri Göktulga, Fahir Yeniçay, Şahap ve meşhur tenis şampiyonumuz, futbolcumuz Suat Subay…

    Aralarında dolaşan biz küçüklere gelince, Muzaffer Çizer, İhsan Gürsan, Agah, İhsan Tuna, Neylan, Fahri İşbay, Tarık Yenisey, Suat Belgin, Ziya Atamer, Tevfik Baban, Suat Tokay, daha sonra Yunanistan’a giderek Simionidis adıyla milli takımlarına kadar yükselen Tefeloi, kardeşim Semih ve ben…

    Bizden de küçükler olarak Necdet Dolay, Bedii Yazıcı, Müşfik ve Eşfak Aykaç vardı… Yalnız Eşfak ve Müşfik Galatasaray Lisesi’ne gittikleri için Galatasaraylı olmuşlardı. Ancak Eşfak Aykaç Cevizli Çayırı’nda yetişmiştir…

    Bizler büyükler arasına girerek yapılan çift kale maçlarında oynardık. Bu oyunlara elbette ben de girerdim. Bilhassa maç olmadığı cuma günleri karşılaşmalar yapılır ve bizleri Fenerbahçe Kulübü’nün iki büyük idarecisi Mustafa Elkatip ile Mocuk lakabı ile anılan Suat Belgin’in ağabeyi Hikmet Belgin izlerdi. İkisi de futboldan çok iyi anlayan ve kulübün temel direklerini yetiştiren kişilerdi. Bu itibarla gençlere büyük değerler vererek derhal kulübe alırlardı. Seçtikleri bu kişiler kulübün büyük futbolcuları olurlardı.

    Bu arada bende futbol merakı ve istidadı olduğunu sezen Aladdin Baydar ağabeyim, elimden tutarak kendi oynadığı maçlara götürmeye başladı. Tabii ki, artık Fenerbahçeli olmuştum. Muhitimde oldukları için önce Zeki, Bekir, Sabih ve Kadri gibi oyuncuları görmüştüm. Onlara yetişmek hevesi uyandı içimde. Bir tutbol maçı olarak ilk defa stada girişim o zaman cuma ligi şampiyonu Fenerbahçe ile pazar günü şampiyonu Union Kulüp (İttihatspor) maçı olmuştur. Oyun Kadıköy’de şimdiki Fenerbahçe Stadı’nın bulunduğu yerde oynanıyordu. Bu müsabakada ilk defa bende uyanan kulüpçülük heyecanını hiç unutamam. Dört, beş kişi dışında oyuncuları iyi tanımıyordum. Ama Fenerbahçe 2-0 galipken İttihatspor’dan Bekir fırtına gibi bize arka arkaya iki gol attı ve durumu berabere yaptı. Müsabaka heyecanı son haddini bulmuştu. Son dakikalarda Sabih Arca kafa ile bir gol daha atarak durumu 3-2 yaptı ve kazanmayı başardık. Artık küçük bir Fenerbahçe taraftarıydım. Aladdin ağabeyimden beni her Fenerbahçe maçına götürmesini rica ettim, kabul etti…

    Günler böyle geçerken Cevizlik’te ben de çift kaleler arasına girmiştim. Büyüklerin oynayışlarına dikkat ederek onlardan çalım yutmamaya gayret ederdim. Yaradılışım itibariyle korkak olmadığımdan süratimle onlarla mücadele ediyordum. İşte o sıralarda bizi seyreden Mocuk Hikmet çayırın küçüklerini bir araya toplayarak birkaç oyuncu eklemek suretiyle Fenerbahçe’nin dördüncü takımını kurdu. Yıl 1924… Hiç unutmam, ilk formalarımızı Ziya Atamer’in annesi hazırlayarak bize vermişti. Bu takımda şu arkadaşlarım vardı: Agah, İhsan Kaleci, Tevfik, Ziya Müdafaa, Şeref, Reşat ve ben, Suat, Şevket, Tarık, Fahri, Muzaffer, Suat, Neylan…

    Yukarıda adları geçen futbolculardan sekizi bizim çayırdandı. Mocuk ve Mustafa Elkatip beylerin yardımıyla kendimize göre takımlar bulup maçlar yapmaya başladık. Böylece çayırdan sahaya geçen muntazam oyun şekli benim futbola karşı daha da yakınlaşmamı temin etti. İki yıl kadar geçmişti. Bu arada Galatasaray ve Beşiktaş da genç takımlarını kurmuşlardı. Devrin federasyonunu teşkil eden Muvaffak Menemencioğlu, Yusuf Ziya Öniş ve Şeref beyler genç takımlara büyük önem veriyorlardı.

    (DEVAM EDECEK)

    Büyük Fikret Bölüm I
    Sene 1929… İsmail Hakkı Tekçe’nin davetlisi olarak Ankara’ya gittik. O gün Muhafızgücü ile yaptığımız maçı 3-1 kazanmıştık. Ve bir golü de ben attım. Fotoğrafta, takım arkadaşlarım ve Muhafızgüçlü futbolcular bir arada.
  • 1929 Bursa Seyahati

    1929 Bursa Seyahati

    Erken dönem Türk futbolunun şartlarını en iyi öğrenebildiğimiz metinler, görece az sayıda yapılan şehirler arası seyahatler. İşte bunlardan biri olarak, Fenerbahçelilerin 1929 Bursa seyahati… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bursa Sehayati Nasıl Geçti?

    Sabahın saat dokuzunda kalkan Marmara vapuru, Fenerbahçeli futbolcuları yeşil Bursa’ya doğru götürüyor.

    Vapurda Fener’in ağırbaşlı kaptanının etrafında hep tanınmış simalar toplanmış: Alaaddin, Sadi, Fikret, Reşat, Nejat, Niyazi, Muzaffer.

    Velhasıl takımın Kadri ve Cevat’tan maada bütün erkanı orada…

    Deniz, havanın bulutlu olmasına rağmen oldukça iyi. Marmara, ismini taşıdığı denizin kucağında seke seke ilerliyor.

    Gençler arasında seyahat etmek güzel şeraitin tevlit ettiği mutat neşeyi çok arttırıyor. İki saat sonra çok şen mevzular etrafında dönen mübahaseler hitama erdi, grup grup toplanan arkadaşlar tavla ve poker oynuyorlar. Samimi arkadaşlar arasında, her türlü ihtiras ve menfaat kaygılarından uzak devam eden oyun safahatını takip etmekte ayrı bir zevk var. Her hareket bir tuhaflıkla nihayetleniyor ve o tuhaflığı da 4-5 gürbüz gencin hançerelerinden fırlayarak takip ediyor.

    Seyrisefain idaresinin lütufkar teshilatıyla hürmet gören sporcular geminin her tarafında ikramla karşılaşıyorlar. Bilhassa kıymetli süvari Tahsin Bey kaptan Fenerbahçeli gençler için hakiki bir kardeş şefkati gösteriyordu.

    Yemekten az sonra Mudanya gözüktü. Bir saat sonra Yunan sürülerinin denize döküldüğü şirin Mudanya’dayız.

    Fenerlileri davet eden Sanatkaran kulübünün reisi Faik Bey misafirlerini karşılamak için Mudanya’ya kadar gelmiş.

    Fenerliler 45 dakika süren eğlenceli bir otobüs yolculuğundan sonra Bursa’ya, yolların çok kuru olmasına mukabil vıcık vıcık çamur içindedir. Şehrin arkasında bir heyula gibi yükselen muazzam keşiş, ta eteklerine kadar ratıp bir duman içindedir. Bu rutubet sert rüzgarla birlikte insanın iliklerine kadar işliyor.

    Fenerlilere tahsis edilen Osmaniye otelinde istirahat edildi ve tam saat dörtte sahaya gidildi.

    Saha muayyen ebadından noksan. Fakat çok güzel ve çimenli bir saha. Tesvieyi türabiyesi bir itina ile düzeltilse ve genişletilse emsalsiz olacak.

    Zemin ıslak, fakat çamurlu değil. Fakat ıslanan çimenler çok kayıyor. Ayaklarında krampon olmayan Fener oyuncuları için bu hal çok fena.

    Takımlar karşılaştıkları zaman Bursalılar şu şekildeler:

    Salih, Ata, Nezihi, Halit, Hüseyin, Refik, Hakkı, İlyas, Cemal, Saim, İsmail.

    Buna mukabil Fenerbahçe takımı, bilhassa defans itibariyle eksik bir halde şöyle teşkil edilmiş:

    Ali, Nejat, Ziya, Velit, Sadi, Reşat, Niyazi, Ala, Zeki, Muzaffer, Fikret.

    Hakem Bursa mıntıkasından Vecihi Bey. Yan hakemlik vazifesini Fenerbahçe’nin gayretli muallimi Necmi ağabeyle bir Bursalı yapıyorlar. Oyuna başlarken rüzgar Fenerlilerin lehindedir. Bu avantaj, sahayı hiç tanımayan bir takım için medarı tesellidir.

    İlk hücumu, oyun başlar başlamaz Fenerliler yaptılar. Daha vaziyet anlaşılmamıştı ki yarım dakikadan az bir müddet içinde bu hücum seri bir atakla müdafileri geride bırakan Niyazi’nin himmetiyle sayıya müntehi oldu. Bu çok çabuk semere alkışlarla karşılandı.

    Hücum ve hakimiyet daima Fenerlilerin. Sadi kornerden gelen topu kaleye sokarak sekizinci dakikada ikinci, Zeki üçüncü, Niyazi dördüncü golü yapıyorlar. Haftaymda Fenerbahçe 4-0 galip.

    İkinci devre aynı hakimiyet altında geçiyor. Sayılar devrenin ikinci dakikasında beşi, altıyı ve yediyi buluyor. Son dakikada Bursa yegane sayısını yapıyor.

    Fenerliler çok parlak olmakla beraber iyi bir oyun oynadılar.

    Bursalılara gelince biraz daha mutedil şiddette oynamak şartıyla iyi bir takımdır.

    29 Eylül 1929 – İkdam Gazetesi

  • Muhafıza Karşı

    Muhafıza Karşı

    Bundan 93 yıl önce Ankara turnesine çıkan Fenerbahçe’nin Muhafızgücü ile yaptığı maç nasıl bir öneme sahipmiş? Maçı kimler izlemiş? Bu soruların yanıtı bile 1959 öncesi şampiyonluklar meselesinde Fenerbahçe’nin hakkını almasına yeter! Bu haber sadece Fener Muhafıza karşı haberi değil, 1927 Türkiye Şampiyonu ile İstanbul’un en büyük takımı Fenerbahçe oynuyor… Keyifli okumalar….

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Galip Oldu

    Dün İstiklal spor meydanı Ankara sporunun tarihî bir gününü yaşadı.

    Fenerbahçe ve Muhafız Gücü kendilerini seyre gelen kesif bir halk kütlesi önünde güzel ve temiz bir futbol oynadılar.

    Hava çok güzeldi. Hafif bir rüzgâr esiyordu. Tribünler hıncahınç dolu idi. Bundan başka tel örgülerin etrafı binlerce meraklılarla çevrilmişti.

    Başvekil İsmet Paşa Hazretleri, Maliye Vekili Saraçoğlu Şükrü Bey, Ordu Müfettişleri Fahrettin, İzzettin, Sait ve Şurai Askerî Azasından Cevat, Yakup Şevki ve Büyük Erkâni Harbiye İkinci Reisi Asım Paşalar da maça gelmişlerdi. Daha birçok erkân ve ümera ve Meb’us Beyler de bulunuyorlardı.

    Tam saat dörtte sarı lacivertliler alkışlar arasında sahaya çıktılar. Arkadan kırmızı formalarile Muhafızlar göründü. Her iki taraf sürekli alkışlarla karşılandılar. Kaleler intihap edildi. Hakem Naim Bey oyun başlamadan evvel tenbihatta bulundu. Bayraklar teati edildi ve oyun başladı.

    Fener rüzgârı lehine almıştı. Takımlar şöyle teşekkül etmişti:

    Fenerbahçe: Hüsnü, Kadri, Füruzan, Ziya, Sadi, Mehmet Reşat, Fikret, Muzaffer, Zeki, Alaattin, Niyazi

    Muhafız Gücü: Vasıf, Cevat, Cevat, Necmi, Cemal, Sıtkı, Salahattin, Besim, Sedat, Sedat, Sırrı.

    Fener’in İstanbul’da Galatasaray’a çıkardığı takımdan yalnız Cevat Bey yoktu. Buna mukabil Muhafız Gücü, dün de yazdığımız gibi, Talat ve Nafiz Beylerden mahrumdu. Bir buçuk saat zarfında bu yokluk daima nazara çarptı durdu.

    Oyun Fenerbahçelilerin mütemadi hücümlarile ve Muhafızların müdafaasile geçti. Muhafız çok canlı ve fedakârane oynuyordu. Fenerlilerin mütemadi akınları, bu fedakâr müdafaa hattında kırılıyordu. İlk golü Zeki Bey, Fener lehine 38inci dakikada yaptı. Haftaymın hitamına doğru Fikret Bey, ikinci sayıyı kaydetti. Birinci kısım sıfıra karşı iki ile Fenerin galibiyetile neticelendi.

    İkinci haftaymın 22inci dakikasında Salahattin Bey, güzel bir pas verdi. Sedat Bey, bu pastan istifade ederek topu Fener kalesinin ağlarına attı. Bu gol iki tarafa da yeni bir kuvvet vermişti. Hücumlar daha sıklaştı. Etrafta heyecan arttı. Bu aralık Muhafız muhacimleri bir iki de fırsat kaçırdılar. Nihayet Zeki Bey üçüncü golü de yaptı ve on beş dakika sonra da oyun Fener’in galibiyetiyle bitti.

    Her iki taraf da çok muvaffakıyetli ve temiz bir oyun oynadı. Bu bir buçuk saatlik temiz mücadele, hemen herkese futbolu sevdirmiş ve daima bu gibi maçlar seyretmek arzusunu vermiştir.

    Muhafızın noksan takımla aldığı bu netice ve Fenerlilerin muvaffak oyunu şayanı tebriktir.

    Çankaya-İmalatı Harbiye

    Fener-Muhafız Gücü maçından evvel hakem Sedat Bey’in idaresinde İmalatı Harbiye-Çankaya birinci takımları arasında bir müsabaka yapılmıştır. Birinci haftaymda Çankaya bir gol yapmış ve ikinci haftaymda İmalatı Harbiye bir golle İmalatı Harbiye beraberliğini temin etmiştir. Bu müsabaka çok güzel ve heyecanlı olmuştur. Kuvvetler mütevazin idi, İmalatı Harbiye geçen haftaki oyununu gösterememişti, Buna mukabil Çankaya çok canlı idi.

    Yarınki Maç İçin

    Mıntıka Merkez Heyeti Reisliğinden: 8/12/929 pazar günü icra edilecek Fenerbahçe-GençlerBirliği maçında o gün için tevzi edilmiş serbest duhuliye kartlarından maada hiç bir duhuliye kartı muteber değildir. Maç saat 14’tedir.

    7 Aralık 1929 | Hakimiyet-i Milliye Gazetesi


    Muhafıza Karşı
    Dünkü heyecanlı maçta Şurayi Askeri azaları ve Meb’us Beyler.
    Muhafıza Karşı
    Maçın en heyecanlı dakikası: Muhafız kalecisi topun girmesine mani olurken.
    Muhafıza Karşı
    Fenerbahçe ve Muhafız Gücü birlikte.
    Muhafıza Karşı
    Maçı seyreden halk.
    Tarafeyn kaptanlarile hakem.
    Muhafız Gücü Reisi ile Fenerbahçe Reisi
  • On Gole Bedel Gol

    On Gole Bedel Gol

    99 yıl önce Fenerbahçe Slavia Prag’a karşı oynadığı maçı 1-10 kaybettiğinde halk tek golde büyük payı olan Alaaddin Baydar’ı stadyum kapısına kadar omuzlarda götürmüştü. Beklenen, umut edilen, taahhüt edilen ve yapılan arasındaki denge taraftarın da ruh halini belirliyor. Aşağıdaki yazı Vatan gazetesinde, muhtemelen Nasuhi Baydar tarafından kaleme alınmış maç haberi ve on gole bedel gol hikayesi…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dünkü Futbol Maçının Neticesi

    (18 Temmuz 1923 – Vatan Gazetesi)

    Slavya 10 – 1 Fenerbahçe

    Fenerbahçe İstanbul futbolculuğunun şerefini kurtardı. Bugün Slavya, Fenerbahçe, Altınordu ve Galatasaray azasından mürekkep muhtelit takımla karşılaşıyor.

    Stadyum: 17 Temmuz 1339, saat 5:15. İstanbul futbolculuğunun ümidi bugün Fenerbahçe’de… Muvafık ve muhalif -şampiyon takım mevzubahis olunca futbolda da muvafıklar vardır- evet muvafık ve muhalif, hemen herkes bugünkü müsabakanın yüzümüzü güldüreceğini ümit ediyor. Ve bu ümit, iki evvelki müsabakanın suret-i cereyanından ve Fenerbahçe’nin gayrikabil-i itiraz olan maharetinden inbias ediyor. Filvaki Galatasaray nasıl mağlup olmuştu? Slavia Altınordu’yu ne surette yenmişti? İnsan bu suallerin cevaplarını kendi kendine verirse Fenerbahçe’den ümitvar olmakta haklıdır. Sonra Galatasaray’ın da, Altınordu’nun da akıncıları arasında bir Alaaddin ve bir Zeki var mıdır? Olsaydı zuhur eden o kadar fırsat kaçırılır mıydı? Bir istatistik meraklısı evvelki günkü müsabakada Slavia tarafından yirmi altı, Altınordu tarafından da on iki şut çekildiğini hesap etmiş… Biliyoruz ki Slavia‘nın yirmi altı şutundan yedisi gole tahvil etmişti. Hâlbuki Altınordu’nun on iki şutundan biri gol olmamıştı. Sebebi: şutların uzaktan çekilmiş ve kaleci tarafından suhuletle iade edilmesinden ibaretti. Fakat kuvvetli İngiliz takımlarının hemen hepsine birer ikişer gol hediye etmiş olan Zeki, Slavia kalecisinin İstanbul’dan Prag’a hiçbir hatıra götürmemesine muvafakat eder mi?

    İşte, Slavia maçlarıyla alakadar olan İstanbulluların bugünkü (dünkü) müsabaka hakkındaki düşüncelerinin muhassalası budur.

    Evet, herkes Fenerbahçe’den Slavia’ya birkaç gol umuyor, bittabi galibiyet değil… Bu, yedişerden on dört golü henüz unutulmamışken fazla nikbinlik olurdu.

    İstanbul’da mütevattın maruf Çekoslovakyalı hakem, Mösyö Kratki’nin bugünkü (dünkü) müsabaka hakkında ne düşündüğünü sordum. “Bilmem” dedi. Israr ettim. “Slavia’nın oyununa bakar” diye cevap verdi. Anlaşılan o da vatandaşlarının muvaffakiyet-i mutlakasından şüpheli.

    İşte alkışlar yine başladı. Çekler de Türkler de yine karşı karşıya… Berberin biri: “Berber saçım ak mı kara mı?” diye sorana “Önüne düştüğü zaman görürsün” demiş. Biz de şimdi göreceğiz.

    Bugünkü hakem Çekoslovakya futbol federasyonu reisi idi. İlk düdük altıya on kala öttü. Ve ilk hücum Slavia tarafından yapıldı. Slavialılarda bugün diğer iki günkünden fazla şiddet ve çâlâkî vardı. Anlaşılan rakiplerinin İstanbul’un en kuvvetli takımı olduğunu öğrenmişlerdi.

    İlk hücum dalgaları kırıldıktan sonra Fenerliler de Slavia kalesine doğru birkaç münferit teşebbüste bulundular. Fakat Slavia’nın iki defa devasa müdafiini geçmeye muvaffak olamadılar. Slavialıların ayağına takılan bir top iki pasla Fenerbahçe kalesi önüne geldi ve Ştapel’in bir şutuyla kaleye girdi.

    Mütekabil hücumlarla beş dakika daha geçti ve topu yine önlerine takan Slavialılar fevkalade seri paslarla Fener müdafaasını geçerek ikinci golü de yaptılar. Top ortaya geldi. Fener hücuma başladı. Bir iki şut çekildi. Fakat uzaktan atılan bu şutları kaleyi “Hanya” suhuletle kurtardı. Yirmi beşinci dakikada Fahir Bey’in bir hatası yüzünden Slavia üçüncü golü de yaptı. Müsabaka tarafeyn hücumlarıyla devam ederken şaşırtıcı paslarla Fener müdafaa hattını yaran Slavialılar dördüncü golü yaptılar. Haftaymın hitamından beş dakika evvel Cafer Bey’in kale civarında el ile topu tutması üzerine kaleye bir serbest vuruş verildi ve bu suretle beşinci gol de oldu.

    İkinci devrenin ilk yirmi dakikasında Slavialılar sistem dairesinde yekdiğerine verdikleri paslar sayesinde iki gol daha yaptılar. Fenerbahçe, Galatasaray ile Altınordu’dan fazla gol ile yenilmek üzere idi. Bu esnada Zeki Bey’den bir pas alan Alaaddin Bey Slavia müdafaa hattını kendi başına yararak topla beraber rakip kalesine girdi. Üç müsabaka esnasında Slavia kalesine ilk ve son gol olmuş ve Fenerbahçe İstanbul futbolculuğunun şerefini kurtarmıştı. Stadyum inledi. Fesler havalarda uçtu. Oyuna tekrar başlamak üzere bir defa da Slavialılar topu sahanın ortasına getirdiler. Fenerbahçe bir gol daha yapmak için tekrar çalışmaya başladı.

    Fakat ağızlarını tadını alan Slavialılar Alaaddin’i, Zeki’yi teker teker tutmaya başladılar. Mamafih yine fırsat buldukça gol adedini tezyid etmekten fariğ olmadılar. Bu suretle sekizinci, dokuzuncu ve onuncu gollerini de yaptılar. Sekize yirmi kala müsabaka nihayet buldu. Sahaya hücum eden halk üç müsabakanın tek golünü yapmayı muvaffak olan Alaaddin Bey’i stadyum kapısına kadar el üstünde götürdü.

    Dünkü müsabaka heyet-i umumiyesi itibariyle diğer iki müsabakadan pek farklı değildi. Yalnız Slavialılar yukarıda da dediğimiz gibi daha şedit ve daha seri bir oyun oynadılar. Her halde ellerinden geleni yaptılar. Buna mukabil Fenerbahçe’nin bilhassa müdafaa hutûtu kendisinden beklenildiği kadar muvaffakiyet gösteremedi. Hücum hattı muavinlerden fazla yardım göremediği için ancak fırsat buldukça ilerleyebildi.

    Slavialılar bilaistisna güzel oynadılar. Fenerbahçe’den başta Alaattin Bey olmak üzere Zeki, Sabih, Bedri, Fahir ve Kadri Beyler vazifelerini hakkıyla ifa ettiler.

    Slavia bugün stadyumda Fenerbahçe, Altınordu ve Galatasaray muhtelit takımı ile karşılaşacak. Muhtelit takımda Nedim, Cafer, Şükrü, Kamil, Feyzi, Baytar Kamil, İbrahim, İsmet, Nihat, Emin, Alaaddin, Zeki, Hüsnü, Bedri ve Sabih Beylerin bulunduğu heyet-i tertibiyece haber verilmekte ve bu zevatın saat dörtte stadyumda hazır bulunmaları rica edilmektedir. Bugünkü müsabakanın galibine Selanik Bonmarşesi tarafından büyük bir vazo hediye edilecektir.

    (18 Temmuz 1923 – Vatan Gazetesi)

  • Türk Futbolunun Dönüm Noktası

    Türk Futbolunun Dönüm Noktası

    Yaklaşık 10 gün sonra Fenerbahçe ile karşılacak olan Slavia Prag’ın 1923, 1925 ve 1927 yıllarında yaptığı İstanbul seyahatleri, Türk futbolunun dönüm noktası oldu. Milliyet gazetesinden Celal Umut Eren‘in, yazarımız ve Spor Tarihi Araştırmaları Derneği Başkanı (Spor Tarihçisi) Barış Kenaroğlu ile yaptığı (ve 6 Şubat 2022 tarihinde gazetede yayınlanan) röportajın tam metnini sitemizde yayınlayalım istedik.

    Aşağıdaki muhteşem fotoğrafın tarihe armağan edilmesinde büyük emeği olan Suna ve İnan Kıraç Vakfıİstanbul Araştırmaları Enstitüsü‘ne bir kez daha teşekkürlerimizi sunuyoruz.

    Ve her zaman olduğu gibi, bu çalışmada da yol göstericimiz olan sevgili Hocamız Prof. Dr. Vahdettin Engin‘e de sonsuz minnetlerimizle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Türk Futbolunun Dönüm Noktası
    17 Temmuz 1923 tarihinde oynanan maçta Fenerbahçe ve Slavia Prag takımları bir arada. (Suna ve İnan Kıraç Vakfı)

    UEFA Konferans Ligi’nde eşleşen Fenerbahçe ile Slavia Prag arasında tarihi bir süreç var aslında. 1923, 1925 ve 1927 yıllarında 3 maç yapılmıştı. Bu tarihsel süreci okurlarımıza anlatır mısınız?

    Türk takımları yabancı temaslara alışık sayılır. 1910’lu yıllarda, Galatasaray’ın ve Fenerbahçe’nin yurtdışı seyahatleri var. Dünya Savaşı’ndan sonra ise işgal ordusu takımlarıyla maçlar başlıyor. O zaman için gelişi ise çok büyük bir olay. Özellikle 1923 yılındaki ilk seyahat Türk spor çevresinde muazzam ses getiriyor. Dönem futbolcularının hatıralarında “Slavia maçları bizim için birer dönüm noktasıydı” cümlesine sıkça rastlıyoruz. Slavia maçlarının futbolcularımız tarafından “dönüm noktası” olarak kabul edilmesinin esas sebebi Milli takımımızın tarihi ile yakından ilgili. 1922’de Türk sporunun ilk kurumsal bir yapısı olarak kurulan Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı (TİCİ) çatısı altında faaliyete başlayan Türkiye Futbol Federasyonu, ilk icraatı olarak FIFA’ya üye oluyor ve 1924 Paris Olimpiyatlarına futbol takımını göndermek için çalışmalara başlıyor. Dönemin yöneticilerinin akıllarına gelen ilk soru, Türk futbolunun uluslararası arenada başarılı olup olamayacağı oluyor. Slavia işte bu soruya cevap bulmak için davet ediliyor.

    Bu tarihsel süreçte 16 Temmuz 1923 tarihinde yapılan karşılaşmanın büyük önemi var. 10-1’lik tarihi bir yenilgi var ama Türk takımlarının şeref golü de var… Çünkü daha önce Altınordu ve Galatasaray’ın da 7-0’lık yenilgileri vardı. Bu maçı bizlere anlatır mısınız?

    Tabii ilk iki maç 7-0 bitince kamuoyunda “Biz bu takımı yenemeyiz” fikri oluşmuş. Fenerbahçe’den ise galibiyet değilse bile, en azından bir gol bekleniyor. Nitekim sarı-lacivertliler de bu temenniyi boşa çıkarmıyor. Dönemin gazeteleri bu maça dair halkın hissiyatını çok güzel ifade etmiş : “Üç günün üç müsabakası esnasında boğazlarda düğümlenip kalan ‘Gol’ kelimesi binlerce sinenin var kuvvetleriyle stadyumu inletti. Fenerbahçe İstanbul futbolculuğunun şerefini kurtarmıştı. Stadyum inledi. Fesler havalarda uçtu.” cümlelerinde hepsi hemfikir.

    Türk Futbolunun Dönüm Noktası
    Üstte: Slavia-Galatasaray maçında. Galatasaray kulübü reisi Ziya Bey’in maçtan evvel misafirlere nutku. Ortada: Fenerbahçe-Slavia maçında. Erkân-ı hükümet ve şehzadegân. Altta: Slavia’ya çıkan Altınordu takımı. (Spor Alemi)

    Türk futbolseverleri üzen aslında biraz kıran bir olay yaşanıyor maç öncesinde. Fenerbahçe’nin davetlisi olarak Kalamış’taki eski Belvü Gazinosu’na gelen Slavia Prag kalecisi Hana kibirli bir şekilde bir bahis ortaya koyuyor; Altınordu ve Galatasaray’dan gol yemediğini anımsatıp Fenerbahçe’ye de kalesini kapayacağını iddia ediyor.

    Slavialılar İstanbul’a ayak bastıkları andan itibaren çok güzel ağırlanıyorlar. Galatasaray Lisesi’nde ve Fatih Belediye binasında Slavia onuruna ziyafetler veriliyor. Fenerbahçe’nin Belvü’deki çay daveti ise yine çok keyifli. Kulüpten teknelerle gidiliyor Belvü’ye. Şüphesiz orada bazı latifeler, iddialaşmalar olmuştur. Bununla beraber, Fenerbahçeli ve Slavialı futbolcuların birbirleriyle çektirdikleri hayli neşeli fotoğraflar da var. Hatta Slavialılar hatıra olsun diye resimler alınırken bizimkilerin feslerini giymişler. İstanbul’dan ayrılırken de “Sizden hatıra kalsın” diyerek, uğurlamaya gelenlerden feslerini istiyorlar. Bizimkiler de hediye ediyor.

    Bildiğimiz kadarıyla dönemin güçlü milli takımlarından Çekoslavakya’nın ilk 11’inden 7 futbolcu Slavia Prag’da oynuyordu ve bu nedenle Türk basını da bu maça çok önem veriyordu. O tarihte Türk basınındaki bakış ve heyecan nasıldı maça dair?

    Dönem basınında Slavia’nın Türkiye’ye gelmeden önce Romanya Milli takımını 6-0 yendiği haberleri veriliyor. Aslına bakarsanız o maçı oynayan Çekoslovak Milli takımı. Biraz önce değindiğim gibi Slavia’nın davet edilme sebebi Türk milli takımını oluşturacak futbolcuların güçlü bir ekip karşısında neler yapabileceğini görmek. Spor basınının bu maçlara verdiği önemin altında yatan sebep de bu. Nitekim 26 Ekim 1923’te Milli takımın ilk resmi maçında Romanya karşısına çıkan kadronun Slavia ile maç yapmış 3 takımımızın oyuncularından oluştuğunu görüyoruz. O dönem Türkiye’de çok kuvvetli bir spor basını geleneği var. Fakat Slavia’nın bambaşka bir heyecan getirdiği inkâr edilemez. “Spor Âlemi” ve “Türkiye İdman Mecmuası” gibi dergilerle birlikte, Yusuf Ziya Öniş, Nasuhi Baydar ve Burhan Felek gibi isimler sayesinde bu seyahate dair müthiş bir haber akışı meydana gelmiş. Özellikle Slavia’nın geliş ve gidiş günlerinden sonra kaleme alınan bazı yazılarda şahane tespitler ve özeleştiriler var. Slavia’nın pas oyununu ve takım içi yardımlaşmasını öve öve bitirememiş spor yazarlarımız mesela.

    Türk Futbolunun Dönüm Noktası
    Slavialı misafirlerin “Milliyet” için attıkları imzalar. (1927)

    10-1’lik tarihi bir yenilgi var ve bu skor Fenerbahçe’nin kulüp tarihindeki en farklı yenilgisi… Ama Taksim Stadı’nda Ömer Tanyeri’nin attığı şeref golü de var. Bu maçı Fenerbahçe tarihinde nereye koyuyorsunuz? Bir yanda üzüntü var ama bir yanda da şeref golünün getirdiği bir teselli var.

    Gol teselliden de öte, büyük bir sevince yol açmış. Seyircilerin maçtan sonra Alaaddin’i omuzlara alıp stadyum kapısına kadar götürdükleri düşünülecek olursa, goldeki aslan payı onun gibi gözüküyor. Fakat Fenerbahçe tarihini kendinden sonraki nesillere armağan eden Dr. Rüştü Dağlaroğlu “Ömer Tanyeri attı” diyorsa, doğrudur. Zira bunu bizzat kendilerinden dinleyip, öğrenmiştir. Ömer Bey’in (ki lakabı Beleş) “Doğru zamanda, doğru yerde olmak” ile özetlenebilecek gol sezişi düşünüldüğünde hiç de sürpriz değil. Bu arada İstanbul Karması ile Slavya’ya atılan üç golün de sahibi Fenerbahçeliler; Zeki Rıza Sporel ve Alaaddin Baydar!

    1923’teki Fenerbahçe takımı esasında rekorların ve başarıların takımı. 1922-1923 sezonunda 58 gol atıp gol yemeyen namağlup bir takım var. Fenerbahçe’nin o tarihi kadrosunu okurlarımıza tanıtır mısınız?

    Tek kelimeyle “inanılmaz” bir ekip! Şekip Kulaksızoğlu, Hasan Kamil Sporel, Cafer Çağatay, Kadri Göktulga, İsmet Uluğ, Fahir Yeniçay, Sabih Arca, Bedri Gürsoy, Zeki Rıza Sporel, Alaaddin Baydar ve Ömer Tanyeri! Fenerbahçe ve Türk spor tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Elkatipzade Mustafa Bey’in kurduğu altyapı takımlarında yetişen bu sporcular için bizim kullandığımız bir tabir var: “Esir Şehrin Moral Kaynağı”. Fenerbahçe’nin işgal kuvvetlerine karşı kazandığı her maç, büyük bir sevinçle karşılanıyor. O yılları anlatan hatıralarda sahaya girip gol atan oyuncuya sarılmaya koşan seyircilerden bile bahsediliyor.

    Türk Futbolunun Dönüm Noktası
    1925 yılındaki maçtan önce Fenerbahçe ve Slavia takımları. (Gol Spor)

    1922-23 sezonundaki yenilgisiz ve gol yemeden şampiyon olan kadronun fahri başkanı Şehzade Ömer Faruk. Şehzade Ömer Faruk, Fenerbahçe tarihinde önemli bir yere sahip. Şehzade Ömer Faruk dönemi nasıl geçmişti Fenerbahçe’de?

    Şüphesiz Ömer Faruk Efendi’nin günümüz başkanlarından farklı bir statüsü vardı. Aktif olarak yönetmese de kulübü 1920-1924 yılları arasında Fahri başkan olarak himaye etmiş. Şehzade’nin Millî Mücadele’ye olan olumlu bakış açısı göz önüne alındığında bu ilişki daha da değer kazanıyor. Ömer Faruk Efendi’nin kulübü birkaç kez ziyaret ettiğini, anı defterini imzaladığını biliyoruz. Özetle Şehzade, işgal güçleriyle sahada mücadele veren kulübünü yalnız bırakmamış. Slavia ile 1923’te yapılan maçtan önce verilen davette Fenerbahçe’yi temsil etmiş. Bu bilgiler ışığında Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe tarihinin zenginliklerinden biri olarak kabul edilmesi gerektiğini düşünüyorum. 

    Şimdi takvimlerimizi 5 Haziran 1927’deki tarihi galibiyete çevirelim isterseniz. Slavia Prag bir kez daha İstanbul’da ama bu kez bambaşka bir sonuç var. 1-0’lık tarihi galibiyet büyük ses getiriyor o günlerde…

    3 Haziran 1927’de Galatasaray Taksim Stadı’nda Slavia ile karşılaşırken, Fenerbahçeliler de Ali Naci Karacan’ın bizzat Almanya’ya gidip getirdiği, Bekir’i karşılamak üzere Sirkeci garına gitmişler. Gazeteler “Milli takımın eşsiz futbolcusu Bekir geldi” haberini birinci sayfadan duyurmuşlar. Bekir de kendisinden bekleneni yapmış ve Fenerbahçe’ye maçı kazandırmış. Gazetelerde maçtan sonra Fenerbahçe’ye, Türkiye’nin dört bir yanından, iki yüzü aşkın tebrik ve takdir telgrafı geldiği haberlerine rastlıyoruz. Slavialılar ise, ilk ziyaretlerinin aksine, herhalde mağlubiyetin moral bozukluğundan olacak, o akşam Fenerbahçelilerin verdiği ziyafete gelmemişler.

    Türk Futbolunun Dönüm Noktası
    Bu neticeyi iftiharla alkışlayarak sporcularımızı bihakkın tebrik edebiliriz. Fenerbahçe:1 – Slavia:0 (Milliyet)

    Dediğiniz gibi, bu tarihi galibiyeti getiren Bekir Refet Teker namı diğer Bombacı Bekir’in kafa golü oldu. Bombacı Bekir’in Fenerbahçe tarihinde özel bir yeri var. Futbolseverlere ve Fenerbahçelilere Bombacı Bekir’i anlatır mısınız?

    Fenerbahçe altyapısından, Elkatipzade Mustafa Bey mucizesinin eseri Bekir… Profesyonel anlamda yurtdışına transfer olan ilk Türk futbolcusu… Bugünden o günlere dönüp baktığımızda Bekir’in Karlsruhe’ye transferini, altyapıdan oyuncu yetiştirip ihraç etme hayalinin başlangıcı olarak kabul edebiliriz. Sevecen Tunç’un yakında yayınlanacak olan kitabında Bekir hakkında çok güzel bir bölüm olacağını öğrendik. Bunu da Bekir’in adının yaşatılması adına sevindirici bir haber olarak görüyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasının da bulunduğu kulüp hatıra defterindeki son yazının Bekir tarafından yazılmış olması Fenerbahçe tarihi için güzel bir tesadüf kanımca. 4 Aralık 1951 tarihinde şöyle demiş büyük Fenerbahçeli: “Uzun senelerden sonra kulübümü ziyaretimde idareci ve sporcularının fevkalade gayretlerini müşahede ettim. Bu faaliyetlerin semerelerini pek yakın zamanda toplayacaklarından hiç şüphem yoktur.”

    Prof. Dr. Vahdettin Engin

    Spor Tarihi Araştırmaları Derneği çalışmalarına başladı. Kasım 2021’den bu yana sosyal medyada da çalışmalarınızı paylaşıyorsunuz. Son olarak dernek çalışmalarını ve projelerinizi bizlerle paylaşır mısınız?

    Öncelikle bize yer verdiğiniz için Derneğimiz adına çok teşekkür ederim. Fenerbahçe Tarihi üzerine uzun zamandır çalışmalar yapan bir ekibiz. Fenerbahçe tarihine yaptığımız katkıların gördüğü ilgi üzerine kurumsal bir yapı oluşturmaya karar verdik. Bu konudaki en büyük desteği de sevgili Hocamız Prof. Dr. Vahdettin Engin’den gördüğümüzü belirtmek isterim. Spor tarihi üzerinden, belgeye dayanmayan söylemlerle toplumu ayrıştıranların karşısında konumlandırıyoruz kendimizi. Spor tarihi, üzerinde bilimsel çalışmaların az olduğu bir alan. Bu alanda akademik olarak çalışma yapmak isteyen kişilere destek vermek, özel arşiv ve koleksiyonların kamuoyunun hizmetine sunulmasına yardımcı olmak istiyoruz. Hangi renkte olursa olsun, gerçeğin peşinde ve hizmetindeyiz.

    Barış Kenaroğlu Celal Umut Eren (Milliyet – 6 Şubat 2022)

  • 1924 Olimpiyat Hatıraları

    1924 Olimpiyat Hatıraları

    Günümüz Türk spor basınına bakıldığında, aşağıdaki türden bir hatıratın bundan sonra kaleme alınabileceğii düşünmek pek de mümkün değil. İşte Burhan Felek merhumun kaleminden, 1924 Olimpiyat Hatıraları.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Not : “1959 Öncesi Şampiyonluklar” hakkında söylediğimiz bir şey var: “1959 öncesini inkar Cumhuriyeti inkardır”

    Burhan Felek, aşağıdaki cümleleriyle bu sözümüzün ne denli doğru olduğunu teyit ediyor. Bu bir kanuni devamlılık meselesidir. Fenerbahçe haklıdır!

    “O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.”


    Geçmiş Zaman Olur Ki

    Olimpiyat Hatıraları

    Bu günlerde dünya spor âleminde konuşulan lâf, Moskova Olimpiyatları’na gidilip gidilmemesidir. Bu satırların sahibi de, bu hususta bir fikir ve oy sahibidir. Ama bu yazılarda onu ifadeyi yersiz bulurum.

    Rusların Afganistan’ı istilâ etmesi, dünya milletleri üzerinde öyle bir tesir yaptı ki, safi bir spor gösterisi olan olimpiyatları bu yolda baskı vasıtası olarak kullanmaya kadar gittiler. Kim gitti diye sorarsanız, cevabı basit. Hükümetler gitti. Bu yolda asıl söz sahibi olan olimpiyat millî ve beynelmilel teşkilâtları henüz bu yolda menfi bir karar almış değillerdir.

    Neyse, bunu bırakalım da, bizim hatıralarımıza gelelim. Türkiye, 1924 8. Paris Olimpiyatları’ndan başlayarak 1928 Amsterdam, 1936 Berlin, 1948 Londra, 1952 Helsinki, 1956 Melburn, 1960 Roma, 1964 Tokyo, 1968 Meksika, 1972 Münih, 1976 Montreal Olimpiyatlarına katılmıştır. Bu tutumunu da, yani olimpiyatlara katılma geleneğim değiştirecek hiçbir şey olmamıştı… dedikten sonra, birinci olimpiyatlara katılışımızın hafızamda kalan anmaya değer noktalarını hikâye edeyim.

    Beden Terbiyesi Kanunu ve Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı

    O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.

    Burada bu malûmatı keselim de, işin öteki tarafına geçelim.

    Yolculuk Başlıyor

    O devirde, bizim bu teşkilâtın reisi Ali Sami merhumdu. Ali Sami’nin, benim spor çalışmalarıma çok güveni vardı. Ben, teşkilatta hem ikinci başkan, hem de Atletizm Federasyonu Başkanı’ydım. O devirde üç federasyonumuz vardı. Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya merhumdu, Güreş Federasyonu Başkanı Ahmet Fetkeri Bey merhum ve Atletizmin de bendim. Atletizmi kimse almak istemezdi. Çünkü bizim memlekete göre, en başarısız ve rağbet görmeyen spor dalıydı. Benim elimde o devirde gerçekten amatör atlet olarak sporuna bağlı 5-10 kişi vardı. Bunların başında Semih, Mehmet Ali Aybar, Ömer Besim, yüksek atlayıcı Haydar gibi çocuklar gelirdi. Ben bunları kendi evlâdım gibi severdim, hâlâ da severim. En genci 65’i geçmiş olan bu beylere “çocuklar” diye hitap ederim. Onlar da, bu hitabımı hiç yadırgamazlar.

    Tavuklu Menü

    1924 Olimpiyatlar’ı iki kısımda cereyan etmişti. Birinci kısım mayıs başlarındaki futbol turnuvasıydı. Daha ilk adımda, birinci kafile başkanının seçiminde merhum Yusuf Ziya ve o zaman da Fenerbahçe kulübüne hâkim olan Ali Naci merhum ile, aramızda ihtilâf çıktı. Ali Naci Bey, benim için, “Lisan bilmez” diye yazdı. O, Nasuhî Baydar’ın kafile başkanı olmasını istiyordu. Halbuki, Nasuhi Bey, teşkilâtta bir vazife sahibi değildi. Seyahate ait tertibatı Yusuf Ziya merhum almıştı. Bizi İstanbul’dan Marsilya’ya kadar tam 10 günde götürecek Jak Freresme admda bir büyük şilebe bindirdi. Gemi Varna’dan canlı tavuk yüklemiş ve tavuk kafesleri baş güverteye konmuştu.

    Gemi yürürken tavuk pisliği ve kokusu bütün güverteyi kaplıyordu. Gemi büyük olduğu için Korent Kanalı’ndan geçemeyerek Mataban Burnu’dan dolaştı ve tam 10 günde bizi Marsilya’ya ulaştırdıydı.

    Hâlâ hatırımdadır. Fuat adında Hariciye’de iş sahibi bir arkadaşımız vardı. Onun bir de lâkabı vardı ama pek hatırlayamayacağım. Bizim vapur bilmem ne sebeple Cenova Limanı’na uğrayınca, orada Kançılar olan Fuat, bizi ziyarete geldi. Biz de, mutemet Otomobil Nuri ile Kaleci Nedim’i karaya gönderip tereyağı, reçel, peynir, kakao gibi kahvaltılık yiyecek aldırdık. Çünkü günlerden beri yemekte çiğ baklavayla tuzlu mönü balığı haşlaması yemekten anamız ağlamıştı. Yusuf Ziya merhum, geminin 24 yatağı olan 12 kamarasını tutmuştu. Ama yemek bedelini üçüncü mevkiden ödediği için, biz eğer Bulgar tavuk sahiplerini kandırıp günde birkaç tavuğu yemeseydik açlıktan helâk olacaktık.

    Müshil

    Uzatmayalım, Marsilya’ya sağ-salim vardık. Ha! Gemide idareci olarak kafile başkanı ben, Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya, İkinci Başkan Hamdi Emin, mutemet Altınordulu Otomobil Nuri ve bir de futbol antrenörü Billy Hunter adındaki İskoçyalı mükemmel antrenör vardı. Bu adamı Yusuf Ziya, İsviçre’de tahsili sırasında oranın Servette adındaki bir kulübünde tanımış ve oradan Türkiye’ye almıştı. Gemide güvertede koşu ve kondisyon idmanları yapılıyordu.

    Bu sırada bir hususî vaziyete işaret edeceğim. Bindiğimiz Fransız şilebi İstanbul’dan kalkarken liman idaresi, gemide doktor olmadığı için, limandan ayrılmasına izin vermedi. O sırada merhum Doktor İsmet, mektebi yeni bitirmişti. Kumpanya onu doktor olarak hizmete aldı ve biz o suretle hareket ettiydik. İsmet, hakikatte Millî Futbol Takımının yan haf beki idi. Bu yüzden gemi doktorluğu hizmetine çok ehemmiyet verdi. Bir gün bana, Doktor Sabih’in hastalık bahane ederek idmana çıkmadığını rapor etti. Ben Sabih’e gittim. Çocuğun biraz ateşi vardı. Başı ağrıyordu. Sordum. Üç gündür dışarı çıkmadığını öğrenince, kendisine bir müshil ilacı verdik düzeldi.

    Domuz Eti Olmasın!

    Gemi Marsilya’ya varınca, Vaux Port denilen eski limanda bir yemek istedik. Çocukların hepsi birden:

    — Domuz eti olmasın! diye bağırıyorlardı.

    Bilmiyorlardı ki, domuz eti Avrupa’da lüks bir ettir ve her lokantada bulunmaz. Neyse, hâlâ hatırımdadır, patlıcanlı bir yemek yedik, karnımız doydu. O devirde adı PLM (Paris-Liyon- Marsilya) olan trene akşam üzeri bindik. 14 saat tren yolculuğundan sonra Liyon garına vardık. Bizi orada ataşemiz Mösyö La Croix bekliyordu.

    Aksaray Yangın Yeri

    Liyon Gar’ı kapalı bir gardır. İçinde, “metro” denilen yeraltı trenine inen merdivenler vardı. Kafilemizle hemen metroya bindik ve “Kolombe” stadına giden Porte Champeter Porte denilen Paris’in kapılarından birinden -bizde de Eğri Kapı, Edirnekapı, Mevlânakapı var ya!- bizi ikamet edeceğimiz Olimpiyat Köyü’ne götürecek elektrikli trene bindik. Turnemiz bitmeden evvel çıktığımız kapı Paris’in eski istihkâmlarının enkazının yanındaydı. Kafilede yedek kaleci Hamit:

    — Yahu! 10 gün deniz, 1 gün tren, gene gele gele Aksaray yangın yerine geldik! diye bir espiri yaptı.

    Bu çocuğun bir mecliste bulunuşu, insanı ne kadar neşelendirirdi, tarif edemem.

    Olimpiyat Köyünde

    Bindiğimiz eletrikli tren, bizi Kolomb köyüne götürdü. Oradan da, ilk defa Fransızların icat ettikleri Olimpiyat Köyü’ne gittik. Galiba, tren pek yakınında duruyordu.

    Biz odalarımızı tam köyün kapısına yakın yerde seçtik ve büyük direğe bayrağımızı çektik. Her biri dörde bölünmüş, 4 odadan ibaret kare şeklinde ahşap kulübeler pek konforlu değildi. Hatta ondan sonraki memleketlerin olimpiyat köyleri şöyle dursun, bizim İzmir’deki Akdeniz Oyunları’nda atletleri yatırdığımız binamızdaki konforun onda biri yoktu.

    Bir kere, ayakyolu ve banyolar evlerin dışında idi. Sabahleyin yüzümüzü yıkamak ve ihtiyaçlarımızı defetmek için yağmura ve çamura bakmadan açık havaya çıkacak ve kömür tozundan yapılmış çamurlu yollarda bir hayli gittikten sonra ayakyoluna ve lavaboya varıyorduk.

    Yunanlılar Geldi!

    Yugoslavlar bizden bir gün sonra geldi, bir gece kaldılar, hemen hesabı kestiler ve Paris’te bir otele indiler. Biz kaldık. Zaten paramızı da yatırmıştık. Galiba o günlerde bütün masraf içinde adam başına 55 frang veriyorduk. Bir Türk lirası da 19 frang kadar tutuyordu. (O devirde bir altın 4 kâğıt lira ederdi.)

    Bir gün odamda otururken çocuklar geldiler:

    — Reis Bey! (O zaman başkan sözü icad olunmamıştı) yanımıza Yunanlılar geldiler biz buna dayanamayız, patırdı çıkar.

    — Durun bakalım, nereden anladınız Yunanlıların geldiğini!

    — Bayraklarından. Gelin bakın.

    Gittim baktım, Yunan bayrağına pek benzeyen ve Yunan bayrağındaki istavroz yerine, güneş bulunan bir bayrak. Sonradan anladık ki, Uruguay bayrağıymış. Adamlar o turnuvada olimpiyat şampiyonu olmuşlardı.

    Baron de Coubertin

    Olimpiyat Köyü’ndeki evlerimiz bitişik olduğu halde en yakın komşumuz olan Uruguaylıları biz tanımıyorduk. Bize bunu, Kolombe köyüne geldiğimizin ertesi gün ziyaretine gittiğimiz modern olimpiyatların kurucusu meşhur Baron de Coubertin haber verdi.

    Bu harikulâde temiz yürekli ve kibar bir adam olan ve bütün servetini şu olimpiyat davasına harcayarak son zamanlarda başkalarının yardımına muhtaç hale gelen Baron’u, o zaman Paris’in meşhur Konkord Mey- danı’na bakan bir köşe binadaki Olimpiyat Komitesi Merkezi’nde tanıdık.

    Trende Hadise

    O gün Olimpiyat Köyü’nden Paris’e Baron’u ziyarete giderken elektrikli trende bir hadise oldu. Yanımızda ataşemiz Mösyö La Croix olduğu halde gidiyorduk. Henüz Türkiye’de şapka yayılmamıştı. Bizim çocukların kiminde bildiğimiz kırmızı püsküllü fes, kimisinde de İstiklâl Harbi’nin yadigâri astragan kalpak vardı. Böylece bizim Müslüman bir ülkenin çocukları olduğumuz anlaşılıyordu. Trende biz oturuyorduk. Ortadaki direğe dayanmış bir sarhoş işçi duruyordu. Üstü başı berbat, kirli bir tulum giymişti. Bize baktı baktı, başladı Fransızca söylenmeye:

    — Ben Muhammed’i tanırım. Benim pek iyi dostumdur! dedi.

    O sırada bizim çocuklar pirelendiler. Otomobil Nuri:

    — Ben bu herifi döverim! dedi.

    Ben yatıştırdım. Herif Fransızca söylenip duruyordu:

    — Zaten Paris’te yabancılardan başka kimse kalmadı!

    Bu muhavereler cereyan ederken, bir Fransız yolcu:

    — Bunlar olimpiyatlara gelmiş bizim misafirlerimizdir. Neden rahatsız ediyorsun? diye sarhoş işçiye çıkışınca, başka bir Fransız lafa karıştı:

    — Siz ne karışıyorsunuz mösyö? dedi.

    — Bunlar bizim misafirimizdir. Bu adam onları rahatsız ediyor. ‘

    — Onlar kendilerini müdafaa etsinler. Size ne?

    — Ne demek, siz ne karışıyorsunuz bana? diye ayağa kalktı, öteki de ayağa kalktı, iki Fransız bizim hesabımıza dövüşecek. Derken, bir tünele girdik. Elektrikler söndü. Simsiyah oldu ortalık. Tünelden çıktığımız zaman ikisi de yerlerinde oturuyorlardı.

    Allah Kerim

    Baron de Coubertin ile sohbetimiz uzun sürmedi. Galiba yukarılarda bahsetmiştim. Biz, yoldayken futbol turnuvasında kur’alar çekilmiş, bize o devrin en kuvvetli takımı olan Çekler çıkmıştı. Baron bizi teselli için:

    — Ümitsizliğe düşmeyin. Bakınız, Uruguay diye bir memleketin takımı buraya gelirken her uğradığı yerde maçları kazanarak geldi. Biz bunların adını bile duymamıştık. Allah kerim! falan gibi sözlerle bizi teselli etti.

    Oradan çıktık, gene tıpış tıpış Kolombe köyüne döndük. Komşularımız Uruguaylılar kara kuru insanlardı, içlerinde Habeş teninde olanlar da vardı. Her gün sabahtan Paris’e gider, gece dönerlerdi. Bizim çocuklara da Paris’te eğlendiklerini söylerlerdi. Bizim zavallılar ise, maçtan evvel Paris’e gitmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı.

    Nedim Kaleci’nin Kanlı Elleri

    Çeklerle olan maçı, Paris’in en berbat stadlarından biri olan Saint Quint Stadı’nda oynadık. Burası meşhur Sacré Coeur Kilisesi’nin bulunduğu Bute Montnade’de idi ve Paris’in en yüksek (120 metre) semtiydi.

    1924 senesi mayıs başlarında oynanmış olan bu maçı, oynamış veya görmüş olanlardan arkadaşlarımız vardır. Doğrusunu isterseniz, o devrin en büyük ve kuvvetli takımlarından olan Çeklerin önünde biz ufalıyorduk. Adamların en kısası 1.80 boyundaydı. Bu maçta kaleci Nedim, bugünkü kalecilerin yaptığı gibi, gelen oyuncunun ayaklarına atılarak top kurtarmaları yaptı ve o devirde kalecilerin eldiven giymesi âdet olmadığından elleri kan içinde kaldı. Birinci haftayımı (3-0) kapadık.

    İkinci Yarı 2-2 Bitiyor

    Antrenör Billy Hunter psikolog bir hocaydı. Haftayımda bize:

    — Sizin ayakkapların kramponları bozuk. Stadın otları da bozulmuş onun için düşüyorsunuz! dedi ve güya, kramponları birkaç çivi ile takviye etti.

    İkinci haftayımda takım kendini toparladı, biz Çeklere bir gol attık ve tam maçın biteceği dakikada Çekler bir penaltı yaptılar. Bilindiği gibi, penaltı ve kornerde maç bitse de, atış yapılır ve atılmasıyla biter. Penaltıyı Bekir attı, gol oldu. Böylece 1924’de ilk defa iştirak ettiğimiz olimpiyat oyunlarının futbol turnuvasını Çekler’e karşı 5-2 kaybettik. Çünkü, ikinci haftayımda Çekler de, bize iki gol daha atmışlardı. Yani, ikinci ‘haftayımı biz 2-2 sonuçlandırmıştık.

    Bekir’in penaltı atışı, pek meşhur Çek kalecisini aldatmıştı. O devirde Türk futbolcuları içinde ayağının yüzüyle olduğu kadar dış yanıyla da şut atanlar vardı. Avrupa’da böyle bir şey görmedim. Kaleci, sağ ayağı ile vurmaya hazırlanan oyuncunun ayağının yüzüyle kepçeleyerek atacağı şutu, tabiî olarak kendisinin sağında karşılamaya hazırlanıyordu. Halbuki Bekir, sağ ayağının dış kenarıyla şut çekti ve top kalecinin solundan içeri girdiydi. Hiç unutmam, maçı beraberce seyrettiğimiz Hamdi Emin bana:

    — Arpa ektik, darı çıktı! diye, Bekir’in yanlışlıkla topu ters istikamete attığını sanmıştı.

    Kim Demiş?

    Maçı, o civar halkından başka seyreden yokt;u. Bunlar da, sanırım 6-7 bin kişi kadardı. Adamlar bizi değil, Çekleri seyre gelmişlerdi.

    Anlaşılan Fransız gazeteleri “Türkler futbol oynayamazlar” mealinde yazılar yazmış olmalı ki, maçtan sonra dağılan halk arasında, ‘Türkler pekâlâ futbol oynuyorlar. Kim demiş futbol bilmez diye? İşte ikinci haftaymı berabere bitirdiler.” diye konuşuyorlardı.

    Turne

    Maçtan sonra köye döndük.

    Futbol takımımız, evvelden kararlaştırılmış bir program mucibince, bir şimal turnesine çıkacaktı. Bu turneyi İsveç Futbol Federasyonu Reisi ve Yusuf Ziya merhumun şahsî dostu Jonson adındaki biri ayarlamıştı. Hatırımda kaldığına göre, bu Jonson, o devirde futbol âleminin sözü geçen simalarındandı ve bir gözü de takmaydı.

    Çeklere karşı çıkardığımız takımın formasyonunu iyi hatırlamıyorum. Bunları bizim Halûk San arkadaşımız iyi bilir. Ama kalede Nedim vardı. Bekler Ali ile Kadri idi. Haf beklerinin ikisini bilmiyorum. Ortada Aslan Nihat, sağda Yavuz İsmet vardı. Söldakini hatırlayamıyorum. Forvette soldan sağa Alaaddin, Zeki, Bekir, Leblebi Mehmet mi, bilmiyorum ama, Bedri vardı.
    Maçtan sonra takım hemen şimal turnesine çıkacaktı. Yusuf Ziya merhum:

    — Bana para lâzım, başka türlü turneye çıkamam! demez mi?

    Ben, 20’den fazla adamı aylarca nasıl beslerim? Elimde 15 bin Fransız frangı para vardı. Hepsini almadan gitmedi.

    Aman Kaçalım Buradan!

    Kafile gittikten sonra biz, yani Sait Çelebi, Nasuhi Baydar ve ben Paris’e döndük. Benim işim vardı. Asıl olimpiyatların gelecek ikinci kafileyle olimpiyat geçit resmine iştirak için tekrar Paris’e dönecek, Futbol Millî Takımımızı hazırlayacaktık.

    Sait Çelebi’yle Nasuhi Baydar, kendi hesaplarına Paris’te kalıyorlardı. Ama, ara sıra konuşuyorduk. Paris Olimpiyatları’nın birinci kısmının hikâyesini bitirirken, başımızdan geçmiş bir 1 hadiseyi zikredeyim. Bunları o zaman da yazmıştım ama, genç nesiller tabiî okumamışlardır.

    Sait Çelebi meraklı bir çocuktu. Paris’i gezip görmek istiyordu. Bu gayreti sırasında Ahmet isminde bir Cezayirli Arap bulmuştu. Nasıl bulmuş, nerede bulmuş bilmem. Aslında bu Ahmet, Cezayirli Araplaşmış bir Fransız veya Fransızlaşmış bir Araptı. Adı da Ahmet değil, Armand’dı. Ama biz bunları sonra öğrendik.

    Arap dostumuz Ahmet, bizi o lokalden bu lokale gezdirip duruyor ve paralarımızı harcatıyordu. Bu arada bir gece bizi futbol oynadığımız semte, yani Sacré Coeur = Sakre Kör civarında bir yere götürdü. Kapıda, polis gelirse önlemek ve içeriye haber vermek için iki külhanbeyi bekliyordu. Girdik.

    Karanlık denecek kadar loş bir yer. Hafif bir piyano çalıyor. Arkalıksız basık kahve iskemlelerine oturduk, önümüze bir masa, bir de şampanya şişesi getirdiler. Tek konsomasyon şampanya imiş. O zamanki parayla 150 frank. Gözümüz lokalin aydınlığına alıştıktan sonra, gördük ki, gittiğimiz yer homoseksüellerin gittiği bir yermiş. Köşede bucakta birbirleriyle sevişen kadın ve erkekler görünce, işi çaktık. Gerçi bir anormal ve her yerde her zaman görülebilen bir yer değildi. Ama nihayet bizim bu tarakta bezimiz ve böyle bir niyetimiz olmadığı için, bir müddet sonra canımız sıkıldı ve kendimizi de pek emniyette hissetmez olduk. Bu sırada benim aklıma geldi. O gün İstanbul’dan posta havalesiyle bana ilerdeki hazırlıklar için 37 bin frank, gelmişti. Para akşam üstü geldi. Bankaya koymaya vakit bulamadım. Ucuz ve küçük otelimin kasasını da o kadar emniyetli saymadım. Onun için parayı cebime koymuştum. Sait’in kulağına:

    — Benim üstümde 37 bin frank, var! der demez, az kalsın küçük dilini yutuyordu.

    — Aman kaçalım buradan! dedi ve bizi getiren Ahmet’e haber vermeden çıktık ve büyük caddelere kadar yüzlerce ayak merdiveni arkamıza bakmadan koşarak indik. Paris’in büyük ve kalabalık bulvarlarına inince rahat bir nefes aldık.

    Sporcu Ülke Dışına Çıkınca Değişir

    Bu hatıralarımı okuyan idareciler isterlerse bundan çok ders alabilirler. Çünkü, sporcu memleket dışına çıktığı zaman büsbütün başka bir şahıs oluyor ve ona göre idaresi de zorlaşıyor. Bu sözlerimi muhtelif vesilelerle memleket dışına kafile götürmüş idareciler şüphesiz tasdik ederler… dedikten sonra, gelelim Paris Olimpiyatlarımın ikinci ve asıl olimpik safhasına.

    Paris’in güney kapısına yakın yerde kiraladığım yer bir kız pansiyonuydu. Yaz münasebetiyle boş olduğundan kiraya veriliyordu. Yatakları, döşemesi bizi memnun edecek haldeydi. Ne var ki, yatak sayısı 25-30 kadardı. Onun için Otomobil Nuri Bey’in Paris’e getirmesini tellediğim futbol kafilemiz —ki, 20 kişi kadardı— Paris’te çok kalamayacaktı. Zaten işi bitmiş olan bu sporcular ikinci kısmıyla birlikte olimpiyat geçit resmine iştirak ettikten sonra, memlekete dönmeleri lâzımdı.

    Hangisinin daha evvel geldiğini bilmiyorum. Ama, Ali Sami Bey merhumun başkanlığındaki güreşçi, halterci, bisikletçi ve atletlerden mürekkep ikinci kafile de gelince, ikisi birlikte tuttuğumuz pansiyona sığmadılar, bazı odalara ilâve yataklar koyduk. Kafilelerin Paris’te toplanmalarından bir veya iki gün sonra 8. Paris Olimpiyat Oyunları resmen Fransa Cumhurbaşkanı tarafından açılacak ve amatörlük yemini edilecekti.

    Uzatmayayım, 8. Paris Olimpiyatları açılış gününde kafilemiz oldukça temiz ve muntazam bir şekilde bayrağımızı taşıyarak geçit resmine iştirak etti ve yemin esnasında and içme kürsüsünün etrafında dizildi. Birinci gün merasimden başka bir şey yapılmadı ve yerlerimize döndük.

    Ali Sami Bey’in Çocukluğu

    Teşkilât başkanı Ali Sami Bey, futbol kafilesinin vapur beklemeksizin —çünkü bu vasıta her zaman bulunamıyordu— tren yoluyla İstanbul’a avdet etmesini emretti ve kafilenin pasaportlarını galiba Nuri Bey’e vererek onları yolcu etti.

    Fakat kafileden 3 kişi söz dinlemedi. Bunlar Futbol Millî Takımının gözbebekleri Aslan Nihat, Zeki ve Yavuz İsmet beylerdi. Üçü de bugün Allah’ın rahmetine kavuşmuş bu çocukların isyanları Ali Sami Bey’i ve umumiyetle kafile disiplin ruhunu çok sarstı. Çocukları pansiyondan çıkardı ve pasaportlarıyla yol paralarını Paris Başkonkosolosumuza vererek bunların asker olmaları ve Paris’e kendi mesuliyeti altında gönderildikleri için, isyan etmelerine karşı işi hükümete bırakıyordu. Bu hareket şüphesiz çocukluktu. Müsabakaları olmadığı için Paris’te bir müddet eğlenmek istiyorlardı.

    Bu durumların ne kadar sürdürdüklerini bilmiyorum. Ama geceleri gizli gizli pansiyondaki arkadaşlarının odalarına gelip yattıklarını biliyorduk. Bu hadise böylece savuşturulduktan sonra ikinci olimpiyat kafilesinin meseleleri başgösterdi.

    Ömer Besim Yoğurt İstiyor

    O devirde bizim yegâne güvendiğimiz atlet Ömer Besim’di. Renginin koyuluğu, küçücük vücudunun güzelliği ve koşu sisteminin şayan-ı dikkat ritmi (koşu temposu) seyircilerin hemen dikkatini celbediyordu. Pansiyon mutfağı çocuklarımızın alıştığı yemekleri hazırlıyor ve her gün mutlaka bir ızgara et veriyordu. Ömer Besim, günün birinde:

    — Ben yoğurt isterim! dedi.

    O tarihlerde yoğurt , Fransa’da nadir bulunur bir gıdaydı. Hele bizim kaldığımız Porte d’Orlean semtinde adını bilen bile yoktu. Bulamadık yoğurdu. O da et yemedi, bir şeftali yedi, yarışı kazanamadı. Zaten kazanamayacaktı. Ama bunu sebep diye gösterdi.

    Bunları şimdiki idarecilere anlattığımın sebebi, en mazbut sporcuların bile, memleket dışında tamamen şahsiyet değiştirdiklerini göstermektir.

    Fiyaka Pahalıya Mal Oluyor

    Müsabakalar devam ediyordu. Güreş ve halterde iddialıydık. Çoban Mehmet, henüz güreş kafilemize girmediğinden Paris’te yoktu. Hatırımda kaldığıma göre, bizim Üsküdarlı Fuat, Tayyar merhum, galiba Hilmi Bey’le Mazhar’ı getirmişlerdi. Haltere merhum Gülleci Cemal girmişti. Bilhassa bu çocuktan çok ümidimiz vardı. Çünkü kendisi 52 kilo olduğu halde kendi ağırlığının hemen hemen iki mislini kaldırıyordu. Bir kusuru, halter sistemi eski sistemdi. Yani şimdiki gibi halterin altına girip bacaklarıyla yukarı kalkmıyor, halteri yerden ellerinin üstüne kadar kollarıyla kaldırıyordu. Zaten Paris’te muvaffak olamamasının sebeplerinden biri de buydu. Ama daha iyi netice alamamasının başka bir sebebi vardı. O da, fiyaka satmak.

    Bu, nasıl olmuştu?

    Paris’te Cemal’in sırtına kendine göre güzel ve siyah bir mayo almak istedim. Faubourg Montmartre’deki spor malzemesi satan bir mağazaya gittim. Adam bize mayo çıkarırken, Cemal duvarda asılı duran, vaktiyle kuvvet artırma ve gösterme âletlerinden biri olan tam 9 yaylı sandok dediğimiz iki elle açılan âleti eline aldı. Dükkân sahibi bunu görünce, Cemal’e Fransızca:

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, mösyö! dedi.

    Cemal bana:

    — Ne diyor Reis Bey? deyince, ben de boş bulundum.

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, diyor! dedim.

    Bu söz üzerine Cemal, Extenseur = Sandok’u eline aldı ve dükkân sahibinin şaşalamış gözleri önünde 3 defa, hem de ağır ağır açtı ve kapadı. Adam:

    — Formidable! deyip duruyordu.

    O günkü fiyakada kol adalelerini çok zorladığı için müsabakaya kolları ağrıyarak girdi ve ancak 8. olabildi. Bunu yapmamış olsaydı, madalya almasa bile, dördüncü veya beşinci olması muhakkaktı. Çünkü bu çocukta kuvvet vardı, metod yoktu. Metodu da, hemen orada rakiplerinden öğrenebilirdi.

    Tecrübe

    Güreş sporu o devirlerde iki milletin hemen hemen inhisarı altındaydı, İsveçliler ve Macarlar. Hatırladığıma göre, Paris Olimpiyatları’nda Beynelmilel Güreş Federasyonu Başkanı Smith adında bir İsveçli idi. Güreş ve halter müsabakaları Paris’in meşhur kış velodromunda yapılıyordu. Muazzam bir kapalı salon olan burada birçok sporcuları tanımak fırsatını buldum. Bir gece müsabakalar geç bitti. Bizim çocuklar ve diğer kafileler gittiler. Ben nedense sona kalmıştım. O tarihte Ali Sami ve ben, bazı toplantılar dolayısıyla şehirde bulunmak mecburiyetindeydik. O sebeple şehirde Paris-Nice adında bir otele taşınmıştık. Kış Velodromu’ndan çıktıktan sonra otele kadar beni götürecek vasıta aradım. Saat geceyarısını hayli geçtiği için metro dahil hiçbir vasıta yoktu. Ve ben bu mesafeyi tam 1.5 saatte yaya olarak yürüdüm. Otele geldiğim zaman bacaklarım tutmuyordu.

    Nihayet işler bitti. Ben, Ali Sami Bey’le kafilenin hesap-kitaplarını kapamak için Paris’te kalmak üzere kafileyi yola koyacağımız gün bir haber aldık. “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” muhasebecisi, pek emin ve güvenilir, zengin bir adam sandığımız zat, teşkilât kasasından 15 bin lira çalıp, ortadan kaybolmuştu. Paris Olimpiyat hatıralarını, bu kötü haberle kapadık. Bu olimpiyatlarda Türkiye, sadece bir olimpiyat oyunlarının atmosferi, âdetleri, zorluk ve kolaylıkları nedir? Bunun hakkında bir fikir edinmiş oldu. Bu tecrübe, 1928 Dokuzuncu Olimpiyatlarda çok işimize yaradı.

    Burhan Felek

  • Olimpiyatlarda Fenerbahçeliler

    Olimpiyatlarda Fenerbahçeliler

    Dünyanın en büyük spor kulübü Fenerbahçe, Türkiye adına 18 olimpiyat oyununa 156 sporcu gönderdi. Ve olimpiyatlarda Fenerbahçeliler, Türk spor tarihine geçen işlere imza attılar. Aşağıdaki listede bu isimleri branşlara göre ayrılmış ve alfabetik sırada göreceksiniz. Kaynak bir yazı oldu. Emeği geçenlere teşekkürlerimizle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Olimpiyat Oyunlarında Yer Alan Fenerbahçeli Sporcular

    1924 Paris (9)

    1928 Amsterdam (9)

    • Cavit Cav, Galip Cav (Bisiklet),
    • Alaaddin Baydar, Bedri Gürsoy, Cevat Seyit, İsmet Uluğ, Kadri Göktulga, Sabih Arca, Zeki Rıza Sporel (Futbol)

    1936 Berlin (5)

    • Fikret Arıcan, Mehmet Reşat Nayır, Niyazi Sel, Yaşar Alpaslan (Futbol)
    • Behzat Baydar (Yelken)

    1948 Londra (14)

    • Doğan Acarbay, Halil Zıraman, Kemal Aksur, Mustafa Özcan, Ruhi Sarıalp, Seydi Dinçtürk (Atletizm)
    • Ahmet Erol, Cihat Arman, Erol Keskin, Fikret Kırcan, Lefter Küçükandonyadis, Murat Alyüz, Samim Var, Selahattin Torkal, (Futbol)

    1952 Helsinki (8)

    • Avni Akgün, Doğan Acarbay, Ekrem Koçak, Halil Zıraman, Osman Coşgül, Turhan Göker (Atletizm)
    • Nejat Diyarbakırlı, Sacit Seldüz, (Basketbol).

    1960 Roma (4)

    • Aydın Onur, Canel Konvur, Ekrem Koçak, Muharrem Dalkılıç (Atletizm)

    1964 Tokyo (1)

    • Muharrem Dalkılıç (Atletizm)

    1968 Meksiko (1)

    • Sırrı Acar (Güreş)

    1972 Münih (2)

    • Hikmet Şen, Mehmet Tümkan (Atletizm)

    1984 Los Angeles (2)

    • Mehmet Terzi, Mehmet Yurdadön (Atletizm)

    1988 Seul (3)

    • Kibar Tatar, Ramazan Gül (Boks)
    • Halit Haluk Babacan (Yelken)

    1996 Atlanta (5)

    • Aysel Taş, Serap Aktaş (Atletizm)
    • Nurhan Süleymanoğlu (Boks)
    • Kerem Özkan, Şükrü Sanus (Yelken).

    2000 Sydney (10)

    • Ebru Kavaklıoğlu, Oksana Mert (Atletizm)
    • Agasi Ağagüloğlu, Nurhan Süleymanooğlu, Ramazan Palyani, Selim Palyani (Boks)
    • İlknur Akdoğan (Yelken)
    • Aytekin Mindan, İlkay Dikmen, Uğur Orel Oral (Yüzme).

    2004 Atina (9)

    • Anzhela Kinet, Binnaz Uslu, Eşref Apak, Filiz Kadoğan (Atletizm)
    • Atagün Yalçınkaya, Sedat Taşçı (Boks)
    • Ertuğrul İçingir (Yelken)
    • İlkay Dikmen, Uğur Orel Oral (Yüzme).

    2008 Pekin (17)

    • Karin Melis Mey, Nevin Yanıt, Halil Akkaş, Selim Bayrak (Atletizm)
    • Adem Kılıçcı, Onur Şipal, Yakup Kılıç (Boks)
    • Cem Zeng, Melek Hu (Masa Tenisi)
    • Ertuğrul İçingir (Yelken)
    • Demir Atasoy, Deniz Nazar, Dilara Buse Günaydın, Gülşah Gönenç, İris Rosenberger, Kaan Tayla, Serkan Atasay (Yüzme)

    2012 Londra (18)

    • Burcu Ayhan Yüksel, Fatih Avan, Gamze Bulut, Hüseyin Atıcı, Karin Melis Mey, Nevin Yanıt, Nimet Karakuş, Tuğçe Şahutoğlu (Atletizm)
    • Birsel Vardarlı Demirmen, , Esmeral Tunçluer, Yasemin Horasan (Basketbol)
    • Adem Kılıçcı, Ferhat Pehlivan, Yakup Şener (Boks)
    • Melek Hu (Masa Tenisi)
    • Alican Kaynar, Nazlı Çağla Dönertaş (Yelken)
    • Eda Erdem Dündar (Voleybol)

    2016 Rio (17)

    • Furkan Şen, Ramil Guliyev, Tuğçe Şahutoğlu, Umutcan Emektaş, Yasmani Copello Escobar (Atletizm)
    • Ayşe Cora, Birsel Vardarlı Demirmen, Esra Ural, Tuğçe Canıtez (Basketbol)
    • Ali Eren Demirezen, Batuhan Gözgeç, Mehmet Nadir Ünal, Onur Şipal, Önder Şipal, Selçuk Eker (Boks)
    • Alican Kaynar, Nazlı Çağla Dönertaş (Yelken)

    2020 Tokyo (22)

    • Eda Tuğsuz, Ersu Şaşma, Kayhan Özer, Oğuz Uyar, Özkan Baltacı, Ramil Guliyev, Tuğçe Şahutoğlu (Atletizm)
    • Batuhan Çiftçi, Bayram Malkan, Buse Naz Çakıroğlu, Esra Yıldız (Boks)
    • Onat Kazaklı (Kürek)
    • Eda Erdem Dündar, Meliha İsmailoğlu, Naz Aydemir Akyol (Voleybol)
    • Alican Kaynar, Ateş Çınar, Deniz Çınar (Yelken)
    • Baturalp Ünlü, Deniz Ertan, Hüseyin Emre Sakçı, Ümit Can Güreş (Yüzme)
  • Hürmet ve Muhabbet

    Hürmet ve Muhabbet

    10 Aralık 1925 tarihli Gol Spor dergisinde, yarım kalan bir Robert Kolej-Fenerbahçe maçından bahsediliyor. Gerçi kısacık bir haber ama… Hem daha önce yayınlanan maç listelerinde bulunmadığı, hem de haberin sonu çok anlamlı olduğu için burada kayıt altına almak istedik. Robert Kolej takımında okuyamadığımız özel isimler olduysa, rahmetlilerden özür dileriz… Hürmet ve muhabbet ile… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe – Robert Kolej

    Geçen Cuma günü Fenerbahçe birinci takımıyla Robert Kolej takmı arasında Bebek’te Robert Kolej sahasında bir maç yapılmıştır.

    Fenerbahçe Zeki Bey’den ve Robert Kolej de Hasan ve Razi Beyler gibi tanınmış sporculardan mahrum bulunuyordu.

    Fener takımı Hüsnü, Suat, Kadri, Sabih, Cevat, Ragıp, Burhan, Bedri, Sedat, Alaaddin, Şekip Beylerden ve Robert Kolej de Sadri, Fait, Kalças, Şevket, Papaçief, Paykoviç, Mariyatis, Daniş, Hüseyin, Burhan, Manukyan Efendi ve Beylerden teşekkül etmişti.

    Hakem Şekip Bey’di. Birinci haftaymda Fener bir gol yapmışsa da oyun havanın fevkalade yağmur olmasından tehir edilmiştir.

    Oyundan sonra bir çay ziyafeti verilmiş ve Fenerbahçe layık olduğu hürmet ve muhabbetle teşyi’ edilmiştir.


    Fotoğraf altı yazısı : Fenerbahçe ile bu hafta havanın muhalefetine rağmen bir maç yapan Robert Kolej takımı.


    Not : Fenerbahçe takımının kadrosundaki Hüsnü, Suat ve Burhan isimli oyuncuların Hüsnü Teoman, Suat Keskin ve Burhan Belge olduğunu düşünebiliriz ama yıllar pek uyuşmuyor gibi… Kıymetli büyüklerimiz Cem Ertuğrul ile İzzet İsrael Benyakar‘a soracağız. Yeni bir bilgi gelirse burayı da düzeltmiş oluruz. Forvet Şekip ise, mütareke/işgal yıllarının efsane kalecisi, Galip Kulaksızoğlu’nun kardeşi Şekip Kulaksızoğlu.