Etiket: Manchester City

  • Yavuz Şimşek Röportajı

    Yavuz Şimşek Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Yavuz Şimşek röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Manchester Fatihi

    Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Yavuz Bey?

    Bahçıvan bir ailenin en küçük çocuğuydum. İki kız, beş erkek kardeşiz. Babam Samsun’un Havza kazasında bahçıvanlık yapardı.

    Yıl 1956-57 aklımın erdiği zamanlar. O zamanlar çikletlerden resimler çıkardı. Samsun’da Adalet, Karagümrük takımları vardı. O dönem Fenerbahçe’de Özcan Arkoçlar, Naci Erdemler, Akgünler, Avniler vardı. Havza’ya bir iki günlük gazeteler gelebiliyorsa, onların spor sayfasında ne okuyorsak aldığımız haberler oydu.

    Mahalledeki çocuklar arasında Beşiktaşlılar, Galatasaraylılar da vardı. Fakat ben ve ağabeylerim Fenerbahçeliydik.

    Ben forvet oynardım. Aslında topumuz bile yoktu, kâğıttan top yapar, sabahtan akşama kadar mahalle çocukları tepişir dururduk. Bazen de benden iki yaş büyük ağabeyimle yine patates tarlasında kâğıttan topları fırlatır, kim önce kapacak diye oynarken orada bir atlama hevesi geldi ama hala kalecilikte gözüm yoktu. İyi topa vururdum, yaşıma göre santrafor oynamayı düşünmüştüm.

    O 1957 yıllarında hayalimde yaşattığım Fenerbahçe Spor Kulübü’nü yerlere, göklere sığdıramıyordum. Ne gariptir ki tesadüfler insanı öyle bir yerlere getiriyor ki Fenerbahçe Spor Kulübü’nde forma giymek nasip oldu bana…

    Peki, Fenerbahçe’deki spor hayatınız nasıl başladı?

    10 sene sonra geldim Fenerbahçe’ye yani 1967 yılı…

    Önce ağabeyim öğretmen çıktı bizleri yanına Çanakkale’ye aldı, önce Çanakkale sonra bir sene de Kastamonu’da kaldık.

    1960 yılında da Ankara’ya geldik. Toprakspor genç takımda lisanslı oldum. 13-15,5 yaşları arası ikinci buluğ dönemi başlar o dönem kemik boyunun en çok uzadığı dönemdir. Benim de o dönemde bacaklarımın boyu 66’dan 80 cm’ye vurunca bacaklar vücudu taşıyamaz oldu.

    O sırada Ankara karmasının antrenörü Sabri Kiraz vardı. Sabri Kiraz Ankaragücü’nün kum havuzunda atlatarak beni kaleciliğe yönlendirdi. O senede beni Ankara genç karmasının kalesine koydu. Tuttuk Türkiye şampiyonu olduk. Tatlı gelmeye başladı.

    Bir sene lisanssız okumak için Adıyaman’a gittim. Öbür sene ablam öğretmen olmuştu Rize’ye tayini çıktı. Onun peşinden gittim, tesadüf Rize karmasıyla oynadım şampiyon olduk. Rize’de Güneşspor Kulübü vardı. Beni hemen angaje etti. Bir takım elbise, bir gömlek, bir şemsiye, okul kitapları ve lokanta fişi karşılığında. Çok başarılı oldum.

    Trabzon’la oynadığımız maçı milli hakem Ankara PTT’ de çalışan Necdet Hoyrat yönetmişti. Oradaki başarılı oyunumdan dolayı beni PTT’ye önerdi.

    1965-1967’de ise milli ligde top oynadım. 1967’de lise son sınıf öğrencisiyken okul müdürümüze Faruk Ilgaz, Semih Bayülken, Fikret Arıcan, Ahmet Erol geldi. Müdür, “Fenerbahçe Spor Kulübü’ne gitmezseniz bu okul bitmez.” dedi. Ondan önce de Coşkun Özarı Şekerspor’u çalıştırırdı, bizi Galatasaray’a önermişti. Seksen bin lira veriyordu. Ben Fenerbahçe Spor Kulübü’nün verdiği yetmiş bini kabul ettim, geldim. Hayalim gerçekleşmişti.

    Fiilen 24 yıldır Fenerbahçe’ye 12 yıl da futbolculuğa antrenörlük, yöneticilik, genel koordinatörlük olmak üzere hizmet verdim.

    Bugün 40-41 yaşına kadar oynayan kaleciler var. Siz neden erken bir yaşta bıraktınız?

    1977 senesiydi, futbolu 11 yıldan sonra bıraktım.

    Çim saha yok, kışın kum zımpara gibi yerlere yatarsın, koşullar çok zor geldi.

    Başkanımız Faruk Ilgaz 1977-78 sezonu için Radomir Antiç ile birlikte Radmillo İvançeviç’i eski Yugoslavya’nın Partizan takımından Fenerbahçe’ye transfer etmek istiyordu.

    Bana “Eğer bu transfer gerçekleşmezse bizde bir sene daha oynar mısın?” diye sordu. Ben üç defa boş mukavele imzalamıştım, kulüp bizim kulübümüz ben Fenerbahçeliyim. Fenerbahçeli olan Fenerbahçe’ye karşı forma giymez. Bana da her zaman cazip teklifler geldi ama gitmemiştim.

    Sonra bu transfer gerçekleşince Faruk Başkanımız “Hizmetlerinden dolayı teşekkür ederiz.” diye yazan bir mektup gönderdi. Benim bir sene yaşamımı temin edip, jübilemi yaptı ve bana “Senin bunca yaptıklarından sonra Fenerbahçe hiçbir zaman bunun altında kalmaz, istediğin tarih senin jübilendir.” dedi.

    Sezonun ilk hazırlık maçını bana jübile olarak verdiler. Bu da Kulübümün ve Faruk Başkanımın bana yaptığı bir jesttir. Kampa gittik 21 gün kampımız vardı, Antiç’in işi oldu ve ben eşofmanı ve eldiveni çıkardım.

    Futbol kariyerinizden sonra Türk sporuna katkılarınız neler oldu?

    Bir projeyi gerçekleştirmek için kaleci yetiştirmek adına hazırladığım projeyi Fenerbahçe’ye sundum.

    Mert Günok, Volkan Babacan, Recep Güler, Melih Özçelik’i altyapıda yetiştirdim.

    2000 senesinde federasyon istedi, U15, U16, U17, U18 hepsinin kalecisi Fenerbahçe’nin kalecisiydi, bunları da ben yetiştirdim, bundan da gurur duyuyorum. Bugün milli takım kalecisi benim kalecimse artık Türk futbolunda bir misyon sahibi oldum diye düşünüyorum.

    Sporu bıraktıktan sonra sesinizin güzelliği keşfedilmiş ve Zeki Müren’in alt kadrosunda şarkı söylediniz, spordan sonra çok farklı bir iş dalı değil mi?

    Antrenörlük dönemimde bir maç dönüşü Türk sınırına girerken Türkiye hasretiyle bir şarkı mırıldanmaya başladım. TRT’nin spor spikeri ile aynı arabadaydık.

    Bana kulak vermiş “Bir spor programında şarkı okur musun?” diye sordu.

    Ben de “Okurum.” dedim.

    Ben gayri ciddiydim. İstanbul radyo evinde “Unutturamaz Seni Hiçbir Şey” şarkısını söyledim kasete aldılar. O zaman sadece TRT Televizyonu var. Jenerik geçiyor, “Yavuz Şimşek şarkı okuyacak” diye… Sesimi beğendiler.

    O zamanın gazino patronlarından Osman Kavran, Fahrettin Aslan beni aradılar. O zaman Ateş Böceği Ercan komşumuzdu. Beni Osman Kavran’a götürdü. Zeki Müren’in alt kadrosunda çıkmaya başladım. İzmir’e Fuar’a gittik. Fakat çok farklı bir dünyaydı, ayak uydurmam zor oldu, eşimden ve çocuklarımdan uzak kalıyordum. Baktım bu iş bana göre değil, ticarete atıldım.

    1986 senesinde Fenerbahçe Spor Kulübü Tahsin Kaya başkanlığındaki yönetime girdim. O dönemdeki kaleci Adem’i çalıştırdım.

    Başkan Ali Şen zamanında haftada iki kez fahri olarak Nurettin’le, Yaşar’a antrenman yaptırdım.

    Bu ara altyapıdayken Ogün Ağabeyle Marmara Üniversitesi Spor Tesisi’ni beş seneliğine kiraladık. Altyapıdan futbolcu yetiştirecektik. Emin Ağabey’den spor malzemelerini aldık. Hüsnü Ağabey’den Grundig marka video, televizyon aldık. Yılmaz Yücetürk’ü işin başında getirdik. Hasan Özaydınlı da sorumlu oldu.

    Bugün U15 – 16 – 17 varsa tarihi o zamana bağlıdır. Sonra 1994’de Hasan Özaydınlı Fenerbahçe Spor Kulübü başkanı olunca bana “Altyapı genel koordinatörlüğüne geleceksin” dedi.

    O sırada TFF kaleci antrenörlüğü mecburiyeti getirdi. Benim hiçbir müracaatım yokken Başkan Hasan Özaydınlı beni TFF’nin açmış olduğu kursa yazdırmış, ben de devam ettim. Elliye yakın kursa katıldım.

    Sonra “Fenerbahçe’de yine geniş çaplı bir altyapı oluşacak” dendi. Burada da 56 talebe oldu her sabah özel çalışma yapıldı. Bu çocuklar 2 yaş 3 yaş üstü tekniğe sahip oldular. A takım kadrosuna dâhil olunca bu sefer proje için Hollandalılar geldi. Ben bıraktım. 2005- 2006 arası Zico’ya dışarıdan gelen önerileri değerlendireceğimi söyledim ve Federasyona tamam dedim. 

    Televizyonda hiç kaleci yorumculuğu yapmanız için istek geldi mi?

    Lig TV’den gelmişti teklif, sonra kaldı. Faydalı olabilir düşüncesindeyim.

    Türkiye sizi 1967-68 yılındaki Manchester maçıyla tanıdı, bir kez de siz o günü anlatabilir misiniz?

    1967- 68’ de tüm kupaları aldık. Hah bir de Balkan Kupası… Balkan Kupası deyip geçmeyin Avrupa düzeyinde bir kupa.

    Biz Kınalı Ada’da kamp yapıyoruz. Hep baba oyuncular var, kuradan Manchester çıktı. Manchester da 1966 Dünya Kupası’nı almış, o takımdan da 6 oyuncusu var. Manchester City takımını toprak sahalardan çıkıp böyle kaliteli sahalarda nasıl yenersin zaten yeniliriz düşüncesiyle sahaya çıktık. Kaleciye ne kadar top gelirse kalecinin kendini o kadar gösterme şansı var.

    Allah yardım etti, çok dikkatli ve iyi oynadım. Maç bitince kendimi Kıbrıslı bir Türk’ün omuzlarında buldum. Maç bitti 0-0. Bütün İngiliz seyircisi ayakta beni alkışladı.

    Ertesi gün Samim Var spor sorumlusu “Gazeteleri aldın mı? Bundan daha güzel bir haber olur mu? Dünya sporundasın, herkes senden bahsediyor.” dedi.

    Bir iki tanesini buldum. En çok üzüldüğüm de evde soba tutuşturayım derken hanım hepsini yakmış. Bir başlık şöyleydi:

    “Dünya sporu için ne gece!”

    Bir de dünya çapında üç yıldız dağıtmışlar. Biri Muhammet Ali Clay’e giderken… Bir yıldız da bana düşmüştü.

    Tabii o maçın rövanşı buradaydı.

    Mithatpaşa Stadı’nda rahat 50 bin kişi vardı. Taç çizgisine kadar seyirci doluydu.

    Biz burada havaya girdik, ilk yarı bir gol yedik, 50 bin kişi bir sessizlik kibrit sesleri geliyor sadece…

    İkinci yarı 1-1 oldu. Sonra 2-1 nasıl yendik bilemiyoruz. Eledik adamları. Bize prim sözü vermişlerdi ve de sözünü tuttu Kulüp. Hem de kendini sıkıntıya sokarak.

    Kaç kez milli maça çıktınız, Fenerbahçe Spor Kulübü’nde aldığınız şampiyonluklar?

    13 defa milli oldum o zamanlar zaten senede bir tane maç olurdu. İki tane Türkiye Kupası, 5 lig şampiyonluğu özel kupalar, Balkan Kupası, TSYD Kupası.

    Taraftarlar için neler söyleyeceksiniz?

    Taraftarla hiç sorunum olmadı, iyi bir Fenerbahçeliydim. Bu taraftar bizi bizden daha iyi tanıyor. Her zaman minnettarım onlara. Özellikle de bu sene yaşadığımız üzücü olaylarda Kulübümüze tam destek verdikleri için.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Eşref Aydın Röportajı

    Eşref Aydın Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Eşref Aydın röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yorulmaz Türk

    Fenerbahçe’de bir tarih yatıyor derken, büyük isimlerden birisi olarak sizinle röportaj yapabilme olanağı bulmak bizim için büyük şeref. Tam 70 sene Fenerbahçe’ye hizmet verdiniz. Ve hala hizmet vermeye devam ediyorsunuz. Kaç doğumlusunuz Eşref Bey? 

    13 Eylül 1919, Çorum doğumluyum. 

    Geçmişe yapacağımız bu uzun yolculuktan önce, nasıl Fenerbahçeli olduğunuzu öğrenebilir miyiz? 

    1927 yıllarıydı. Samsun’da ilkokulumu okuyorum. O zamanlar Samsun’da iki takım ön plandaydı. Biri Fenerbahçe diğeri ise Samsun İdmanyurdu. Biz Fenerbahçe’ye yakındık. Ben sarı laciverdi seviyordum. O yıllarda Fenerbahçe ve Galatasaray daha fazla revaçta idi, Beşiktaş fazla ön planda değildi.

    Spor hayatınız nasıl ve ne zaman başladı? 

    Benim spor hayatım 1935-1936 yıllarında başladı. İstanbul Erkek Lisesi’nde okuyordum. O yıllarda güreş yapardım, Kadırga’da da top oynardım.

    Atletizm yarışı vardı. Tesadüfen Cem Atabeyoğlu ile yarışları izliyorduk, birbirimize laf attık “Hadi pehlivan sen de gir bunların arasına” diye, girerdin girmezdin derken girdik, 3 turluk bir yarışmaydı, birinci tur ikinci tur derken, ben koştum ve farkla birinci oldum. Herkes ayağa kalktı. Bana gelip övgüler yağdırdılar; “Sen atlet olmuşsun” dediler. Atletizm ne demek daha onu bilmiyordum o zamanlar.

    “Neden bu kadar büyüttünüz?” diye sordum.

    “Yaa sen milli atleti de geçtin” dediler.

    Meğer orada milli bir atlet varmış. Onu da geçmişim.

    Federasyon başkanı İhsan İpekçi varmış o sırada orada. İhsan Bey “Burada bir çocuk var, kapın bunu” demiş.

    Sinemaya çok merakım vardı. Beyoğlu’na gider 8 saat film izlerdim. Galatasaray bana eğer onlar için yarışırsam bedava sinema kartı vereceklerini söylemişti. Çok sevinmiştim. Fakat kulübe girdiğimde; orada monşerler, Fransızca konuşmalar falan bana çok soğuk geldi. Kendimi uzayda gibi hissettim. Üç ay dayanabildim.

    Bu arada beden hocam rahmetli Neriman Tekil’le de gidip geliyoruz, Fenerbahçe’de atletti. O dönemler Fenerbahçe’nin forma ya da papuç bile alacak parası yok.

    1939’da Neriman Tekil beni aldı, Fenerbahçe Spor Kulübü’ne getirdi, “Aman burada bir yarış var, ona da katıl” dedi.

    “Ama ben atlet değilim, şaka olsun diye koştum” dedim.

    O da “Sen burada koşarsan kazak kazanırsın” dedi.

    O zamanlar da 2. Dünya Savaşı yeni başlamış, hiçbir şey bulunmuyor, yokluk var. Pencereler ve ışıklar kapalı oturuyoruz. Hava saldırısı endişesi var.

    Lise 1 talebesiyim. Yine birinci oldum, söz verdikleri kazağı verdiler bana. Çok mutlu olmuştum. Beyazıt’ta oturuyordum.

    Hocam yine beni aldı ve Taksim Stadı’na götürdü, orada da yarış vardı. O yarıştan sonra bir sene kayboldum ortalıktan, girmedim yarışlara. Hatta o gün, Taksim Stadı’nın önünde resim çektik, “Stat yıkılacak” demişti hocam.

    Daha hiçbir kulübe kayıtlı değildim. Şehirlerarası yarışlara İstanbul’u temsilen katılıyordum.

    1940’ta İstanbul kros yarışması oldu; 4-5 tane milli atlet vardı. Orada 3000 metrede birinci oldum. O zamana kadar koştuğum en uzun mesafe 3000 metre idi. Sonra beni antrenman pistine getirdiler. Devamlı antrenmanlardaydım. 5000 ve 10000 metrede de Türkiye şampiyonu oldum.

    1941’den itibaren iyice tanınmaya başladım atletizm camiasında. O sene de yine Büyük Atatürk Koşusu’na götürdüler. İstanbul’dan Ankara’ya gitmek çok zordu o zamanlar. Ankara’ya ikinci gidişim olacaktı, daha önce bir kere izci olarak gitmiştim. Param da yok o zamanlar, ancak yol parası veriyorlar. “Trene bineceksin” dediler. Orada kalma şansı da yoktu. Yani, akşam binip gideceksin, orada yarışacaksın, sonra da akşam treniyle geri döneceksin, tabii yataklı tren değil pulman koltukların üzerinde!

    Orada Türkiye şampiyonları, Balkan şampiyonları var. Onların arasında esamem okunmuyor haliyle henüz. Aralarına girdim.1941 Büyük Atatürk Koşusu’nu kazandım. Herkes şaşırdı! Artık ondan sonra bütün 3000 m., 5000 m. koşularını kazanıyor, Türkiye rekorları kırıyordum. 

    Fenerbahçe Spor Kulübü’ne resmi olarak ne zaman başladınız?

    Yıl 1943…  Liseyi bitirdiğimde o zaman Fenerbahçe’den atlet Melih Kotanca vardı. Fenerbahçe Kulübü Başkanı ise Şükrü Saracoğlu idi. Hacı Muhittin de büyük kâtipti.

    Bahçekapı’da onun bürosuna gittik. Artık lisans da çıkarabilirdim. “Gel bakalım Eşref Fenerbahçeliymişsin, artık okul bitti bu kadar zaman bekledik. Senin başını bağlayacağız, lisansını düzeltelim” dedi.

    “Tabii efendim” dedim. Ve ilk imzayı atışım orada oldu.

    1947’ye kadar da tüm Türkiye ve Balkan rekorlarını kırdım. Hem Fenerbahçe hem de milli takım için. Her hafta yarış vardı.

    O yıllarda atletizmde de Fenerbahçe – Galatasaray rekabeti çok revaçta mıydı?

    Tabii ki o zamanlar da oluyordu Fenerbahçe – Galatasaray arasındaki yarış.

    Galatasaraylı bir Balkan şampiyonu vardı, o hep 1500 m. koşularını kazanıyordu; ben de 5000 m.-10.000 m. metre yarışlarını kazanıyordum.

    Neriman Tekil’in ağabeyi Firuzan Tekil (Genel sekreter) çok hizmeti vardır. “Sen 1500 koş hepsini geçersin” derdi. Ben de “İsterseniz 400 m.’de de koşarım, peki” dedim. 1500 m.’de koştum ve kazandım. Daha sonra 1500 m., 800m. ve 400 m. koştum.

    1945’de Mısır’da 400 m’de birinci oldum milli takım adına… 

    Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü adına düzenlenen İnönü koşularında hep birincilikleriniz vardı. 

    İnönü Stadı’nda Cumhurbaşkanı kros birincilikleri yapılıyordu, 6 sene arka arkaya birinci olmuştum.

    947’de Dolmabahçe Stadı yapılıyordu. Daha stat bitmemiş, biz bir kenarda antrenman yapıyorduk.

    Bana, “İsmet İnönü gelecek bir eşofman al ve stada gel” dediler.

    “Peki” dedim.

    Gerçekten de İnönü hayatında hiçbir spor müsabakasına gitmemiş ve hiçbir sporcuya da ödül vermemişti. Bir tek at yarışlarına gidermiş.

    1936 Olimpiyatları’nda ben güreş yapıyordum, arkadaşım, Hitler’in zamanında olimpiyat şampiyonu olmuştu.

    Mustafa Kemal Atatürk çağırmış ve O’na ev hediye etmişti; fakat İnönü 1948 olimpiyatlarıyla hiç ilgilenmemişti. Dolmabahçe Stadı’na o gün antrenman sırasında ilk defa İnönü de gelecek dediklerinde şaşırmıştım; elim ayağım titriyordu.

    Yanına gidilmiyor tabii.

    “Bekle burada” dediler bana ve sonra alıp beni İnönü’ye götürdüler.

    Aklımda kalan tek şey; “Evladım, talim mi yapıyorsun?” diye sormasıydı.

    “İşte paşam, sizin adınıza yapılan koşuları 6 senedir arka arkaya kazanan sporcumuz bu” dediler.

    Bana mükâfatlar verdi. Hediye edilen Zenith marka kol saatime herkes merakla bakıyordu o zamanlar. İnönü ile tanışmak ve konuşmak da nasip oldu bana ne mutlu ki… 

    Ve yıl 1947. 4 Temmuz Normandiya Çıkartması adına düzenlenen Enternasyonal Amerika Şampiyonasına gidişiniz… 

    1945’de Balkan rekorunu kırmıştım.

    1944’de olan “Normandiya Çıkarması” adına Amerika’da 1947’de, yani 3 sene sonra bir atletizm şampiyonası yapıldı. Ön elemeler için Balkanlardan iki kişi çağırdılar. Bizden de olimpiyat üçüncüsü Ruhi Sarıalp vardı. Son seçmelerde Ruhi 3. oldu, ben 1. oldum ve Amerika’ya beni gönderdiler.

    Amerika yolculuğumuz o kadar kolay olmadı. Uçak bekliyoruz gelmedi. Meğer uçak düşmüş ve herkes ölmüş. Uçuşumuz bir hafta sonraya kaldı. O zamanlar haftada bir uçak kalkıyordu. 30 kişilik pırpır uçaklar. Dura kalka gidiyoruz.

    Londra’ya gittiğimizde hayretler içindeydik savaş sonrası her taraf bombalanmış halde, duvarların yarısı var yarısı yok, inanılmazdı. Banklar vardı, oturduk, bekledik. Benzin ala ala devam ediyorduk.

    1945’de Atina’ya, Mısır’a gittiğimizde de aynı savaş izleri öyleydi. Ve 48 saatlik bir zorlu bir yolculuk sürecinden sonra Amerika’ya geldik.

    Oradan yarışmaların yapılacağı Nebraska’ya geçtik. Bizi çiçeklerle karşıladılar. Çelenkler taktılar. Türkiye’den geldi diye şehirde açık arabayla dolaştırdılar. Türkiye’yi bilen yok. Teksas’ın doğusunda mı güneyinde mi diye soruyorlar. Otele yerleştik. Hava 50 dereceydi; klimayı varlığından bile haberim yok. Hasta oldum, yemeklerini de yiyemiyordum. Lisanım yoktu. Çok zorlandım. Dünyanın her tarafından gelmiş atletler vardı. 10.000 metrede koşacaktım fakat rakibim yoktu. Bununla birlikte diğer derecelerde çok iyi atletler vardı. 5000 metre koştum.3. oldum.  

    Amerika’da kalmanızı teklif ettiler mi?

    Yarış bitti, tam döneceğim sırada Amerika’da okuyan bir Türk talebe yanıma geldi. Beni valiye sonra da yarışmayı düzenleyen Nebraska Üniversitesi’nin rektörüne götürdü. 

    Rektörün yanına çıktığımda Türkiye’de ne yaptığımı sordu. Sporumun dışında hukuk öğrenimi sürdürdüğümü ve Haydarpaşa Lisesi’nde beden eğitimi öğretmenliği yaptığımı söyledim.

    Ne kadar kazandığımı sordu, “100 lira alıyorum” dedim.

    Ertesi gün de döneceğimi belirttim Tam kapıdan çıkıyoruz, oturma iznimi verdiler, talebe kaydımı yaptılar.150 dolar teklif ettiler ve onların ülkesinde Nebraska eyaletini temsil etmemi istediler.

    Peki, Fenerbahçe Spor Kulübümüz kalmanıza izin verdi mi?

    O yıllarda bir sporcunun Türkiye’den Amerika’ya gitmesi kulüplerin maddi imkânsızlıkları nedeniyle çok zordu. Milli takımdan Fenerbahçeli bir atlet olarak Amerika’da yarışı kazanmak büyük bir prestijdi. Yer yerinden oynuyordu.

    Daha önce bir boksör arkadaş Amerika’ya gitti, geldiğinde statta yürütmüşlerdi, Amerika’ya gidip gelen birini görsünler diye. Öyle bir zamanda federasyondaki Galatasaraylı üyeler gazetelere düştü; para vardı, yoktu diye.

    O yıllarda Saracoğlu başkanımızdı. Bizim Fenerbahçe yönetim kurulu bastırdı ve her şey tamamlandı. Galatasaraylılar engel olmaya çalıştı ama en sonunda federasyon Fenerbahçe’ye “Paranın yarısını verin gönderelim” dedi.

    Federasyonda Galatasaraylılar çoğunluktaydı. Olimpiyat komitesi başkanı da Galatasaraylıydı. 300 Lira tutuyordu; gidişimin yarısını kulübüm karşıladı ve öyle gönderdiler. Amerika benden kalmamı istediğinde işin federasyon tarafını hiç düşünmedim. Ama Fenerbahçe’ye minnet borçluydum. Oradan bir mektup yazdım. Mektubumda bana orada sundukları tüm eğitim olanaklarından bahsettim. Ayrıca eğitimimi Amerika’da tamamlayıp Fenerbahçe’ye daha iyi hizmet edebileceğimi düşünüyordum; “Onay verirseniz kalacağım, isterseniz de arkama bakmadan dönüp geleceğim” dedim. O mektup gazetelerde çıkmış hatta mektubumun basıldığı gazeteyi bana gönderdiler. Amerika’da kalmam için kulübüm izin verdi, federasyon da istemeye istemeye kabul etti.

    5 sene Amerika’da kaldım. Orada evlendim.1947-1952 yılları arasında orada eğitimimin yanı sıra tabii ki atletizm de yaptım. Yarışmalara katıldım.

    1948’de bir akşam “Olimpiyat ön seçmelerine gidiyorsun” dediler. Okul kapanmak üzereydi, apar topar gittim.

    Kaydım yapıldı, tam başlamadan evvel “Nasıl bir yarış bu?” diye sordum. “Milli takımın olimpiyat seçmesi kazanan ilk üç kampa girecek ve 1948 olimpiyatlarına Londra’ya gidecek orada Amerika’yı milli oyuncu olarak temsil edecek” dediler.

    Şok oldum ve “Ben Türk vatandaşıyım” dedim.

    “O önemli değil, seni Amerikan vatandaşı yaparlar” dediler.

    Benim elim ayağım titredi, 5000 m. koşu için çağırmışlardı. Öylece hayalet gibi duruyorum, lisan da fazla bilmiyorum. Ben bir tur gittim, sonra yarışı bıraktım. Kafam hala ordaydı. Amerikan vatandaşı olarak Londra’ya gideceğim ve olimpiyatlarda Amerika’yı temsil edeceğim. Bu mümkün değildi.

    Tüm hayalim Türk bayrağı altında yarışmak ve başarılı bir Türk sporcusu olmaktı. Bana öl deseler ölürüm bayrağım için, o kafa yapısındaki insan kalkıp da orada Amerikan bayrağı altında yarışabilir mi, bıraktım her şeyi…

    “Çok hastalandım, kramp girdi.” dedim ve oradan kaçtım. 

    Ve Türkiye’ye dönüşünüz… 

    Nebraska sonrası bir süre New York’ta kaldım. Bir çocuk sahibi oldum. Eşim benimle birlikte Türkiye’ye dönmedi. Annem rahatsızdı dönmek zorundaydım.

    Geri geldiğimde artık yarışları bırakmıştım. Önce federasyona bağlı atletizm ajanlığına getirildim. Her gün sahalara gidiyordum. Atletizm eskiden futboldan bile önemliydi. At başı gidiyordu, en iyi atletleri toplamaya çalışırdım. Okulların levhalarına yazı yazardım. Stada toplardım onları 300-600  kişi vardı Kuleli Askeri Lisesi’nden, Deniz Lisesi’nden tüm okullardan gelirlerdi. Hepsinin hayali kazanayım da Fenerbahçe- Galatasaray maçını izleyeyim. Mükafat koymazsanız gelmezlerdi.

    1952-1956 Amerika Milli Takımını olimpiyatlardan evvel bir kuruş parasız Türkiye’ye getirdim. Bunu federasyondaki görevim icabı değil, ajan olarak düzenledim. Onları Dolmabahçe Stadı’nda yarıştırdım. Yunanistan’a da gidiyorlardı, buraya da gelsinler diye düşünmüştüm. Olimpiyatlardan evvel onları buraya getirmek ve yarıştırmak büyük bir şeydi. Oradan oyuncu da çıkardım.

    Sonra Atletizm Şube Başkanlığına getirildim. Bu arada Fenerbahçe üyesi olduğumdan kulüple bağlantımı koparmamıştım. Artık her gün kulüpteydim. 

    Şu an atletizmi Türkiye’de ne düzeyde görüyorsunuz?

    Üzülüyorum bugünkü şartlarda Türkiye’nin atletizmde gelişmesi mümkün değil.

    Atletizm ajanlığı yaptım, 6 ayda milli atletizm takımı çıkardım, yetiştirdim.

    Amerika’dan geldiğim seneler kimse anlayamadı beni; şaşırdılar, engellemeye çalışanlar bile çıktı. Hala yanlış işler yapılıyor. O yıllarda atletizm bana bırakılsaydı bugün Türkiye atletizmde çok farklı ve iyi bir yerde olabilirdi. Kısmet, bırakmadılar işte, ben de futbola döndüm.

    Hizmet verdiğim 70 sene içerisinde Fenerbahçe’nin 10 tane şampiyonluğu varsa ne mutlu ki 9’unda benim de adım vardır. 

    Bir anda kendinizi futbolun içinde buldunuz…

    Atletizm şube başkanlığı yaparken her gün Fenerbahçe sahalarındaydım. Futbol maçları da oluyordu, yakından ilgileniyordum.

    Fenerbahçe kongreleri oluyordu, kulisler yapılıyordu. Kongre üyesiydim, faaliyetler, seçimler başladı. Sokak kongreleri yapıldı, futbol takımının çalışmalarını da izliyordum,

    Amerika’dayken ilk iki sene spor tahsili yapmıştım. İki senenin sonunda ekonomi ve işletme tahsili almaya başladım. Türkiye’ye döndüğümde de sporun tüm şubelerini takip ediyordum özellikle de futbolu. Çalışmalara, antrenmanlara bakıyordum, yeniliklerden doğal olarak haberleri yoktu. Ben de Amerika’ya gittiğimde hiçbir şey bilmiyordum. Dönüp baktığımda yanlış işler yapıldığını gördüm. Ve başladım futbol kitaplarını alıp tercüme etmeye.

    O yıllarda orada koşuma engel olmasın, şişkinlik yapmasın diye su içmiyordum. “Aman tuz koymayalım” diyordum. Bana orada her gün hap veriyorlardı meğer tuz hapıymış. Bu en basitiydi. Burada bir sürü yanlış bilgiyle yetişmişiz.

    Sonrasında kulis faaliyetleri arasında öyle bir noktaya geldik ki 1960-61 yıllarında takımın başında Macar antrenör Lazslo Szekelly vardı. Takımda Canlar, Lefterler, Fikretler var. Yönetimimizde ise başkanımız H. Kamil Sporel, yönetim kurulunda Zeki Rıza Sporel, İsmet Uluğ, Niyazi Sel, Müzdat Yetkiner var. Herkes konuşuyor, üzülüyor.

    8 maçta galibiyet yok. Ligin ilk yarı sonunda bir de Galatasaray maçımızda 5-1’lik bir yenilgi var, diyorlar ki “Bu Galatasaray mağlubiyetinden sonra bizim bu kulüpte yöneticilik yapmamız haramdır.”

    Toplanıp karar veriyorlar kongre yapılacak. Aldığım eğitim sonucu bir futbolcunun en az 5000 metre koşacak nefese sahip olması gerektiğini, dünyanın değiştiğini, yeni kuralları anlatıyorum. “Çalışalım, geçelim ve şapkayı gösterelim onlara” diyordum. Yönetim kurulu karar verdi ve futbol şubesinin sorumluluğunu bana verdiler. “Al sen çalıştır.” dediler. 

    Yıl 1960-61 ve futbol şubesi sorumluluğuna getirildiniz… 

    Sorumluluğumun ilk günü sabah tüm futbol grubunu çağırdık. Herkes merak ediyor.

    O zamanlar takım kaptanı Şeref Has. Bir konuşma yapıp futbolun tüm dünyada değiştiğini, farklı yeni yöntemler olduğunu ve futbolun artık sadece top oynamak olmadığını bir de topsuz oynamak gerektiğini anlattım. Topladım herkesi koşturuyorum, ağırlık çalışmaları yaptırıyordum.

    Yazılı basın geldi. Onlar da ne yapacağımı merak ediyorlar. Bana sorular sormaya başladılar. Düşündüm, futbolcuların koşusunun zayıf olduğunu söylesem ertesi gün basında alay edecekler. Ben de fizik kondisyonundan bahsettim ve bundan sonra takımın fizik kondisyonu ile uğraşacağımı söyledim. Hatta bunları İngilizce ile karışık söyledim. Takımın kondisyonu ne demek diye soramadılar bile, öylece yazdılar söylediklerimi. (Gülüyor) 

    Daha önceki antrenman sistemi nasıldı? 

    Önceleri haftada iki gün salı-perşembe antrenman yapıyorlardı. Hafta sonu da maça geliyorlardı. Diğer günler boş günleriydi.

    Benimle birlikte haftada iki gün futbol diğer günler ise koşu ve kondisyon çalışmalarına başladılar. Ve böylelikle haftada yedi gün çalışmaya başladılar.

    Peki ya oyuncuların bu disiplinli ve yoğun tempoya alışmaları kolay oldu mu? 

    Tabii pek kolay olmadı. Hiç unutmam ikinci hafta oldu. Can Bartu askerden geldi. Ve antrenmana girdi. O aralar hepsi alışmıştı su ısıtılıyor, kazanlar ısıtılıyor ama yetişmiyor, yıkanamıyoruz bahaneleri. Mangalda su ısıttırıyorum, tenekedeki sularla yıkanıyorlar. 

    Bir gün yine Can Bartu’yu koşturuyorum 30 metre geride kalıyor. Genelde kolalı gömlek giyerdim o günde tesadüf üzerimde kolalı gömlek çekmişim, altımda da eşofman ama ben de onlarla beraber koşuyorum.

    Can’ın yanına gidip “Hasta mısın Can, sen hep geride kalıyorsun” dedim.

    “Niye bu kadar koşuyoruz Eşref Ağabey biz atlet miyiz, futbolcu muyuz? Sahada koşacak mıyız yoksa futbol mu oynayacağız?” dedi.

    Ben de “Bak oğlum, ünlü Amerikalı artist Marlyn Monroe var ve her sabah kondisyonunu muhafaza etmek için 3 km koşuyormuş, ben de sizinle beraber koşuyorum, bakın şu kolalı gömleğime terlemedim bile. Siz 90 dakika futbol oynayacaksınız, 90 dakika koşmadan mı futbol oynayacaksınız, artık koşmadan futbol yok, dünyada önde olacaksınız, daha yeni başlıyoruz” dedim.

    Bu kondisyon çalışmaları Türkiye’de ilk Fenerbahçe’de başladı. Sonrasında bir konuşma daha yaptım ve kızarak, “Can, koşamıyorsan çık arkadaşlarının arasından” dedim. Ve takımdan çıkardım onu, arkasından da “başka koşamayacak var mı ?” dedim. Baktım kimseden ses yok, biz antrenmana devam ettik bir süre sonra Can da bize katıldı.

    Ve ikinci devre ilk maçımız Kasımpaşa ile. Onları 3-0 yendik. Arkasından Altınordu, Göztepe 4-0, 3-0 sonuçlarla hepsini ezdik, geçtik. Avrupa çapında takımlardı onlar. Sonra da Beşiktaş, Galatasaray’ı süpürdük geçtik.

    Takım kazanmaya başlayınca Macar antrenörü de geri getirdiler. Birlikte çalışmaya başladık. O sene liglerdeki ilk şampiyonluğumuzdu (1960-1961). Ertesi sene Miroslav Kokotovic (1962-1964) vardı, ben çalışmayı bırakmıştım ama mağlup olunca o kaçtı ve yine beni getirdiler takımın başına. Ve o sene de beni yönetime aldılar, futbol takımımın sorumlusu olarak göreve başladım. Başkanımız İsmet Uluğ ile birlikte çalıştık.

    Yıl 1964-65 Antrenör İngiliz Oscar Hold. Yine tüm görevi beraber üstleniyorduk, benim Amerika’dan getirdiğim kronometrem vardı, onunla futbolcuları çalıştırıyorduk. Hiç unutmam; çocuklar onları koşturmayalım diye kronometreyi yok ettiler.

    Çok zor geliyordu koşmak. Aralarında bir futbolcuyu yok etmek istiyorlarsa 10 metre uzağa top atıyorlardı ki koşsun yorulsun yorulunca da bir daha oynayamasın. 

    Fenerbahçe Müzemize her geçen gün yeni bir kupa, yeni bir madalya ekleniyor. Siz Eski Sporcular Derneği Başkanımız olarak eski sporcularımıza neler öneriyorsunuz? 

    Fenerbahçe’nin büyük bir mazisi ve tarihi var. Tüm eski sporcularımızın ellerinde bulunan madalya, kupa, resim ve evraklarının müze kurulumuza iletilmesi gelecek nesillerimiz açısından çok önemlidir.

    Ailenize bırakacağınız bu objeleri sadece aileniz ve çevreniz görür; fakat müzemize devredilen bu mirası milyonlarca Fenerbahçeli müzeyi her ziyaret ettiğinde görebilir. Müze Fenerbahçe’nin tarih kitabıdır.

    1940 yıllarında kazandığım madalyaları İstanbul Erkek Lisesi’ne götürdüler. Normandiya çıkartması madalyası çok az insanda vardır. Ama bu madalyada asıl hak sahibi Fenerbahçe Spor Kulübü’dür. O Fenerbahçe’ye aittir.

    Bütün yarışlarda madalya veriyorlar ama bu madalyanın özelliği bir kereye mahsus olarak verilmesiydi.

    Bunun dışında Kral Faruk’tan aldığım madalyalar ve diğerleri hepsi şu an müzede sergilenmektedir. Bilhassa onu ve diğer madalyalarımı kulübüme verdim.

    Gördüğünüz gibi evde hiçbir şey kalmadı. Müzede muhafaza ediliyorlar. Bu da benim için ayrı bir onur ve gurur kaynağıdır.

    En beğendiğiniz futbolcular kimlerdi? 

    Ogün Altıparmak, Lefter ve Can Bartu’yu çok beğenirdim.

    Bir iki kaptan sayarsam bunun birisi Can Bartu’dur. Çünkü Can Bartu’yu futbolculuğunun dışında kaptan olarak da çok beğenirdim. Nedeni ise: O hem takıma hâkimdir hem de yurt dışında da futbol oynadığından deneyimli ve yeteneklidir. Hatta basında da çok sevilen bir insandı. Fenerbahçe’den gitmesini çok istemişlerdi. Ben karşı çıktım. 

    Nasıl karşı çıktınız, neler yaşandı? 

    Can Bartu hala bilmez ne olduğunu, o sene Can takım kaptanı ve Can’ın transfer senesiydi. Transferde komite başkanıyım, tek tek çağırıyoruz, konuşuyorum yönetim de karar veriyor. Yalnız bu toplantıdan evvel yönetimde olan Suphi Ergül, Necmi Kurtuluş, Sadun Erdemir, Kemal And benimle bir yemek yemek istediler.

    Caddebostan Yelken Kulübü’nde bir öğlen yemeği yedik. “Kadıköy grubu olarak bir toplantı yaptık, Can Bartu’nun satılmasını istiyoruz” dediler. Tabii benimle de ters düşmek istemiyorlar. Kadıköy Grup Başkanı Semih Bayülken “Eşref’le konuşun ikna edin Can Galatasaray’a gitsin ve Fenerbahçe’den uzak kalsın, ilerde bu bize sorun olacak, Can ne isterse istesin satın” demişler. Bana böyle anlattılar.

    Onlara Can’a ihtiyacımız olduğunu söyledim. Fakat başka çare olmadığını söylediler. Güldüm, antrenman sonrası Can’a “Sen Sirkeci’ye iş yerime gelebilir misin?” dedim.

    Ertesi günü Can geldi. “Gel dediniz geldim, ben ilk defa bir yöneticinin işyerine geliyorum” dedi.

    “Can senden bir şey isteyeceğim, öbür gün transfer için sizleri çağıracağız, kaç lira düşünüyorsun diye soracağız, sen kaç düşünüyorsun” dedim.

    “Öbür oyunculara 70-80 bin dediniz, herhalde bana daha fazla verirsiniz” dedi.

    “Bak sen geleceksin, ben para falan istemiyorum diyeceksin, ben Fenerbahçe’de bu kadar oynamışım seneye jübilemi yapıp futbolla ilişkimi Fenerbahçe’de bitireceğim diyeceksin” dedim.

    “Tamam, Eşref Ağabey sen öyle istiyorsan öyle derim” dedi.

    “Bana bırak” dedim.

    Ertesi gün yönetim kurulunda Rüştü Dağlaroğlu da var. Selim Soydan geldi. Şükrü Birant geldi. Ve sonra sıra Can’a geldi. Faruk Ilgaz’ın yanında oturuyorum.

    Önce ben konuşuyorum; Can’a “Bizim kafamızda var bir rakam ama herkesin fikri olsun senin kafanda ne var” dedim.

    “Ben para istemiyorum” diyerek aynen benim kendisine dediklerimi tekrarladı.

    “Tamam git” dedim, gönderdim.

    Herkes söyleniyor. “Can kalıyor çünkü hiçbir şey istemeyen adamı ben satamam” dedim.

    Dedim demesine ama yüz bini de sonradan Can’a verdim tabii. Sonra bütün mesele anlaşıldı. Semih Bayülken ile Muhittin Burgulu ilk seçimde beni sildiler. Ama o sene Can’ın sayesinde 8 puan önde şampiyon olduk. 

    Fenerbahçe’de oynayan her futbolcunun duruşu davranışları bir Fenerbahçeli gibi olmalıydı. Bunun bilinciyle, onları çalışma saatleri dışında da gözlemliyordunuz… 

    Geceleri bile futbolcuların evlerini dolaşırdım. Selim’in evine gittim. Eşi Hülya Koçyiğit çıktı, evlenmişlerdi. “Hemen Selim nerede” derdim. Hülya çok hanımefendi bir insandı; çaylar, kahveler, ikramlar.

    Hepsinin evine gidiyordum, Yılmaz Şen, Yaşar Mumcuoğlu…

    Oyuncuların özel sorunlarını da paylaşıyordunuz… 

    Tabii ki, hepsiyle ayrı ayrı ilgilenirdim.

    Kaleci Datcu vardı, bir gün kampa geldi.

    Selim Soydan dedi ki “Datcu ile konuş, morali çok bozuk.”

    “Hayrola” dedim.

    “Yok bir şey, eşimi düşünüyorum, ev sorunu hala çözülmedi” dedi.

    Ertesi gün de maçımız var. “Sen yarınki maçı düşün.” dedim.

    Pazartesi sabahı kulübe saat 10.00’da geldim. Yönetime durumu anlattım.

    “Otelde kalıyorlarmış, perişan durumdalar” dedim.

    “Hayır, evde kalıyorlar” dediler.

    Reşat Dermanver’e “Sen evi biliyorsan, beni götür” dedim.

    Beraberce gittik,  kapıyı başka insanlar açtı. Datcu haklıydı, evi başkasına vermişler. Dönüp sorunu anlattım.

    “Size yarına kadar, tam 24 saat müsaade; yoksa 25. saatte bu kulüpten içeri giremeyeceksiniz” dedim.

    O sorun da öyle çözümlenmişti. 

    5 kupayı aldığımız sene (1968), Ogün Altıparmak geldi

    “Ağabey benim bonservisimi ver, Amerika’ya gideceğim, beni istiyorlar” dedi.

    “Peki, oğlum, yalnız bir şartım var; sana ihtiyacım olursa isteyeceğim ve hemen geleceksin” dedim ve gitti.

    Bize Manchester çıktı. Ogün’ün adresini aldım. Gündeme sundum Ogün’ün çağrılması için. O toplantıda “Manchester’ı mı eleyeceğiz, Ogün’ü çağırmak çok para, boş ver” dediler.

    Ben ısrar etmedim, ama kafama da takıldı, uyuyamadım. Suat Belgin vardı, Büyük Fikret kaza geçirdiği için adresi ondan istedim.

    Ogün’e “Acele çarşamba burada ol, yönetim kurulu parayı çok buldu ama ben bu parayı öderim” dedim. Ve Ogün geldi.

    “Sen nerden çıktın?” demiş herkes.

    “Eşref Ağabey çağırdı” demiş.

    Benim için “Zengin adam, savuruyor” demişler.

    “Doğru kampa git” dedim.

    Ignace Molnar antrenördü. Ona Ogün’ü takıma koy, forvet oynatacağız dedim.

    O maçta bir golü Ogün attı ve maçı 2-1 kazandık. Ogün Amerika’ya bir daha dönmedi, burada kaldı ve hayatı değişti.  

    Amerika’da üniversitede spor, ekonomi ve işletme eğitimi aldınız. Fakat ekonomi eğitiminizde bir ders yüzünden diplomanızı alamadınız. Ve hata olduğu anlaşıldığından diplomanızı 50 sene sonra torununuzla birlikte aldınız… 

    Evet, 50 sene sonra torunum Nate ile beraber gittiğimizde diplomamı verdiler. Torunum Nate de Nebraska Üniversitesi’nde şampiyon bir atlet olarak okuyup, koşmaktaydı.

    Amerika’da iki diploma almam lazımdı. Birini eksik kredim olduğu zannedildiği için vermediler; hâlbuki yokmuş, bir hata olmuş. Durumu tekrar açıkladım kendilerine; bir ders varmış borçlu hukuk dersi, Amerikan hukuku ile ilgili olarak gerekmeyecek diye almamıştım. 50 sene sonra kabul ettiler ve ben de 50 yıllık küçük bir gecikmeyle diplomamı 18 Aralık 1998’de Nebraska Üniversitesi okul yönetiminin düzenlediği özel bir mezuniyet töreniyle aldım. 

    Yaptığım araştırma sonucu 1958 yılında verdiğiniz bir demeçte Fenerbahçe Stadı’nın 100.000 kişilik olması gerektiğini söylemiştiniz. Hâlbuki söylediğiniz yıllarda stat 7.000 kişilik olup 3000-4000 kişilik kapalı tribünü vardı. 100.000 o yıllar için çok iddialı bir sayıydı…

    O zamanlar 3000-4000 kişilik kapalı tribün vardı. Fenerbahçe’nin 100.000 kişilik stada ihtiyacı olduğu o zamanlardan görünüyordu.

    Maçlardan bir gün önce geceleri uyanır bakardım yağmur var mı diye panik yapardım. Prim ödeyeceğiz, kulübe kazanç sağlayacağız ancak böyle ayakta duruyorduk. 50 sene evvel o zaman ki gazete kupürlerinde vardır doğru.

    Taraftarlara mesajınızı alabilir miyiz? 

    70 seneye yakın sporun içindeyim, taraftarlarla da iç içeyim. O günden bugüne kadar taraftarla yakından ilgileniyorum.

    Bir kere şunu söyleyeyim; Fenerbahçe sevgisi o zaman 10 ise şimdi 100! Çok büyük saygı duyuyorum, onur duyuyorum, gururlanıyorum, iftihar ediyorum.

    Biz bu hizmeti yaparken her zaman isterdik ki Fenerbahçe’yi sevsinler, müsabakalara gelsinler, Fenerbahçe’yi alkışlasınlar, amacımız buydu. Şampiyon olalım onları mutlu edelim ve onların mutluluklarından mutluluk duyalım ama bugün çok olumlu ve çok büyük değişiklikler var.

    Ben iki sene evvel bir maç öncesi Kalamış’ta bir restoranda var, oraya gittim. Orada gördüm aynı heyecanı. Amerika’da taa o yıllarda maçlardan evvel aynı bu coşku olurdu. Hatırlıyorum 5 kupayı aldığımızda bir merasim yapmıştık. İlk defa yapılıyordu, basından Erdoğan Arıpınar kutlama organizasyonu teklifiyle Başkanımız Faruk Ilgaz’a gittiğinde Başkan “Böyle bir büyük organizasyon yaparsak camia iyi karşılamaz” demişti. Ve konuyu bana yönlendirdi. Organizasyon gerçekleştiğinde Fenerbahçe camiası Başkan Faruk Ilgaz’ a “Bu kadar sene şampiyon olduk, böyle merasim yapmadık.” demişlerdi. Ben bunu Amerika’da gördüğümden yaptım.

    Bir de kötü söz ve hakaretlere karşıyım o da kaldırılmalı. 1980’e kadar böyle bir şey yoktu taraftar yapmadı bunu. Bu sözlerim tüm Türk futbolu adına.

    Çocukluğumuzda kafamızı havaya diker dört genç havaya bakardık, gelen bakar, giden bakardı. Galata Köprüsü’nde bir yere baktı mı herkes bakıyor birisi bir şey yaptı mı herkes yapıyor. Bu yöneticiler topluluğu bu tarafa bak diyecek bunu toparlamak yine yöneticilere düşer.

    Sibel Kurt – Eşref Aydın Röportajı – Fenerbahçe Resmî Dergisi

  • Manchester Fatihi Hurşit

    Manchester Fatihi Hurşit

    Arşivine şapka çıkarttıran Haluk Kılıç, aşağıdaki müthiş yazıyı göndermiş. Bize de paylaşmak kaldı. Rahmetli Tekin Aral’ın arkadaşı, Manchester Fatihi Hurşit yaşıyorsa Allah ömür versin, öldüyse mekanı cennet olsun. Çok güzel adammış…

    Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Manchester City’yi Kim Eledi?

    Fenerbahçe ve Galatasaray, Avrupa Kupaları’nın ilk turunda rakiplerini şutlayıp ikinci tura geçtiler. Bildiğiniz gibi Galatasaray Polonya takımı Lodz’u elerken, Fenerbahçe de olmayacak işi başardı, dünyanın sayılı takımlarından Bordeaux’un tepesine bindi.

    Fenerbahçe 1968 yılında gene böyle bir ünlü takımı, İngilizlerin Manchester City’sini elemişti. Ama aslında Manchester City’yi Fenerbahçe değil, kendi iddiasına göre bizim Hurşit elemişti. Valla o günler Fenerbahçe takımında oynayıp bu zaferi kazanan futbolcu arkadaşlar kusura bakmasınlar.

    Benim bir şey dediğim yok, Hurşit böyle iddia ediyor. Olaylar sırasında ben de orada, Hurşit’in yanındaydım ama olanların Manchester City’nin elenmesinde ne kadar rolü oldu onu pek kestiremiyorum.

    Dilerseniz anlatayım. Siz karar verin.

    Son zamanlarda pek maça gidemiyorum ama o yıllar maçlara çokça giderdim. O zamanlar Günaydın Gazetesi’nde çiziyordum. Günaydın Gazetesi’ndeki arkadaşlarla birlikte hemen tüm önemli maçlara giderdik.

    Yalnız bir geleneğimiz vardı. Özellikle gece maçlarına gitmeden önce, o zamanlar Günaydın’ın spor servisi şefi olan Odhan Baykara’nın önderliğinde bir yerlere uğrayıp kafa çekerdik.

    O gün de, yani Fenerbahçe Manchester maçının oynanacağı gün de öyle yaptık. Akşamüstü hep birlikte gazeteden çıktık, hala var mi bilmiyorum. Taksim’de “Mutfak” adlı bir meyhane vardı, oraya gittik.

    O gün gene aşağı yukarı hep aynı arkadaşlardık. Farklı olarak yanımızda bir de Hurşit vardı. Hurşit benim Ankara’da olduğum yıllar tanıdığım, sevdiğim bir arkadaşımdır. Epeydir görüşmüyorduk. Ankara’dan gelmiş, o gün de gazeteye, bana uğramıştı. Maça onu da götürecektik.

    Oturup kafayı çekmeye başladık. Kadehler kadehleri kovalıyor, sohbet gittikçe koyulaşıyordu. Derken maç saati geldi çattı. Dahası biraz geçti bile. Lokantadan çıktık. Arabalara doluşup İnönü Stadı’na yollandık. Maç başlamıştı. Ama stadın dışı hala tıklım tıklımdı.

    İte kaka basın tribünü kapısına geldik. Ayakta duracak bile yer kalmamış. Bize “Şeref tribünü kapısından girip sahaya ineceksiniz” dediler. Bu defa şeref tribünü kapısına gidip, içeri girdik. Merdivenleri inip koridorlardan geçerek sahaya çıktık. Bu arada kapıdakiler tanıdık olduğundan Hurşit’i de sokmuştuk maça, o da bizimle beraberdi.

    Saha inliyordu. Tribünlerde o bildiğimiz korkunç tezahürat vardı. Maç çoktan başlamıştı ama sahaya hala konfetiler, kâğıt şeritler atılıyordu. Sahanın içi de tıklım tıklımdı. Basın mensupları, görevliler ve bir yolunu bulup sahaya inenlerle, neredeyse taç çizgilerine kadar saha dolmuştu. Ayrıca bu maç için sahanın içine ek bir de portatif tribün kurulmuştu. Kendinize bir yer bulup maçı izlemek için kalabalık arasında yürümeye başladık.

    Hepimiz çakırkeyiftik. Hurşit ise bizden bir gömlek ilerde hafif “Dut” durumunda idi. İşte bu sırada birden o korkunç tezahürat bıçak gibi kesiliverdi. Sahaya bir ölüm sessizliği çöktü. Ne olduğunu pek görememiştik ama vaziyetin durumunu anlamıştık. Fenerbahçe gol yemişti.

    Kale arkasından dolaşıp karşıdaki kapalı tribünün o tarafa gittik. Hemen taç çizgisinin kenarında yere oturup maçı izlemeye başladık. Golün şoku atlatılmış, tribünlerde gene o korkunç tezahürat başlamıştı. Çılgınca bağıranlardan biri de hemen kulağımın dibindeki bizim Hurşit’ti. “Fener Feener” diye yırtınıyor, yumrukları ile havayı dövüyordu.

    İlk yarı bu sonuçla bitti. İkinci yarı başladı. Ve ikinci yarının hemen başında da Fenerbahçe beraberlik golünü atınca saha ana baba gününe döndü. Saha içindeki tribünlerde oturdu seyircilerle, saha kenarında ne kadar gazeteci ve görevli varsa alayı oyun alanının içine girmişlerdi. Golü atan Abdullah’ın üzerine çullanmışlar Abdullah’ı öpüyor omuzlara alıyorlar, bir bölümü ise sahanın içinde koşuşturup duruyordu.

    Bu arada yan tarafıma baktım, Hurşit yoktu. O da sahaya dalmıştı anlaşılan. Az ilerde de gördüm Hurşit’i. Bir İngiliz futbolcuyu kolundan yakalamış, eliyle ayıp işaretler yapıyor, bir yandan da “Naaah naaah!…” diye avaz avaz bağırıyordu. İngiliz futbolcu ne olduğunu anlamamış şaşkın gözlerle Hurşit’e bakıyor, Hurşit ise adamı “Nah naah!…” diye çekiştirip duruyordu. Derken İngiliz futbolcu Hurşit’in elinden kurtuldu, kaçmaya başladı. Hurşit de peşinden. Bu arada güvenlik görevlileri sahaya girmişler sahayı boşaltmaya uğraşıyorlar, hakem ise oyunu başlatmak için sahanın boşalmasını bekliyordu.

    Yerimden kalktım, koşarak oyun alanına girdim. Hurşit’i santra yuvarlağının oralarda yakalayıp dışarı çıkardım. Yerimize oturduk… Oyun tekrar başladı.

    Heyecan son haddini bulmuş, zaten kafası iyi olan bizim Hurşit’te iyice azıtmıştı. Tam o sırada hemen bizim oturduğumuz yerden bir taç oldu. Bir İngiliz futbolcusu tacı atmaya geldi. Ve Hurşit yerinden fırlayıp birdenbire İngiliz’in ayaklarına daldı. İngiliz bir yandan tacı atmaya uğraşıyor, bir yandan da ayaklarını Hurşit’ten kurtarmaya çalışıyordu. Fırlayıp Hurşit’i yakaladık ama bir türlü bırakmıyordu İngiliz’in ayaklarını. Derken İngiliz futbolcu eğilip Hurşit’e bir dirsek patlattı. Hurşit sırtüstü yere yuvarlandı. İngiliz tacı atıp sahanın içine doğru koştu. Hurşit’te yerinden hırsla doğrulup peşinden sahaya seğirtti. Hurşit’i tam çizginin üzerinde yakaladık. Güçbela dışarı çektik. Kendini kaybetmiş, ana avrat dümdüz bağırıp çağırıyor. Ta sahanın ortasında duran İngiliz’e.

    – Gelsene ulan dışarı! Kam aut kam aut!. Diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

    Bu sırada zannediyorum Can Bartu bir top aldı, bizim olduğumuz tarafa doğru sürmeye başladı. O İngiliz futbolcu da Can’ı durdurmak üzere koşarak tam önümüze geldi. Hurşit elimizden kurtuldu. İngiliz’i formasından yakalayıp tekrar bağırmaya başladı:

    -Delikanlıysan gelsene lan dışarı! Kam aut kam aut!

    Hurşit’i yaka paça tekrar yakaladık.

    – Nasıl gelsin oğlum dışarı? Şampiyon Kulüpler Kupası maçı oynuyor adam.

    Derken etrafımıza aniden polisler doluştu. Hurşit’i götürmek istediler. Rica minnet güç aldık ellerinden. Başka bir olay çıkmasın diye oturduğumuz yerden kaktık, Hurşit’i de sakinleştirerek hep birlikte Gazhane tarafındaki Manchester City kalesinin arkasına doğru yürümeye başladık. Tam kalenin arkasında da tekrar yere çöküp, tekrar maçı izlemeye başladık.

    Fenerbahçe kendisine turu atlatacak olan ikinci golü atmak için akın akın Manchester kalesine geliyor, fakat bu akınları Manchester City kalecisi her defasında başarıyla savuşturuyordu.

    Birden kalenin arkasından, yani bizim olduğumuz yerden kaleye taş toprak yağmaya başladı. Önce ne olduğunu kaleci gibi biz de anlamadık. Hurşit’i ise daha sonra gördük. Yerden taş toprak eline ne geçerse kaleciye doğru fırlatıyor, bir yandan da sağa sola koşturarak yerlerden küçük taşlar toprak parçaları topluyordu. Biz de kendimizi maça kaptırmış heyecanla maçı izliyor, eskisi gibi Hurşit’in peşinden koşturamıyorduk. Kaleci de ne yapacağını şaşırmıştı. Bir yandan korkunç tezahürat, bir yandan üstüne yağan taş toprak… Kale direğinin dibine çömelmiş korunmaya çalışıyor, saha kenarına doğru avazı çıktığı kadar bağırıp İngilizce yardım istiyordu. İki üç dakika sonra da gol geldi zaten. Ercan sağdan kafa ile bir top indirdi. Ogün de ayağını koydu top ağlara gitti.

    Maç bittiğinde ortalık inliyor, futbolcularla seyirciler sahanın içinde birbirlerine sarılmışlar adeta yerlerde yuvarlanıyorlardı. Dışarı çıkmak üzere kapıya doğru yürümeye başladık. Tam bu sırada kulağımın dibinde bir ses:

    – Ben adamı böyle elerim işte! dedi.

    Döndüm baktım, Hurşit’ti. Pişmiş kelle gibi sırıtıyor, bir yandan da durmadan söyleniyordu.

    – Ben adamı böyle elerim işte!

    Fırtçakalın…

    Tekin Aral

  • Dama Taşı

    Dama Taşı

    Sibel Kurt’un Fenerbahçe Spor Kulübü Resmî Dergisi’nde yayınlanan eşsiz röportajlarını, müsaadesiyle kendi web sitesinden (SibelKurt.org) aktarmaya devam ediyoruz… Sırada Fenerbahçe tarihinin en büyük isimlerinden biri. Kendi deyimiyle “Dama Taşı” bir futbolcu: Nedim Doğan var. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Nedim Doğan

    12 yılda, 416 maç ve 101 gol…

    Fenerbahçe’nin 100’ün üstünde gol atan 20 futbolcusunun arasına giriyor Büyük Kaptan Nedim Doğan. Özellikle de penaltı vuruşlarıyla…

    Ayrıca eski Başkanımız Faruk Ilgaz’ın da göz bebeği… Her futbolcusunu sevdiği gibi Nedim Doğan’ı da ayrı bir seviyor. Tabii mertliğinin, düzgün kişiliğinin, mütevazılığının bunda payı çok büyük böyle söylüyor eski başkanımız.

    Başarılarına gelince…

    O, Fenerbahçe’de 1963-64, 1964-65, 1967-68 ve 1969-70 Türkiye Ligi,

    1964 Atatürk Kupası,

    1967-68 Türkiye Kupası,

    1968 ve 1973 Cumhurbaşkanlığı Kupası,

    1973 Başbakanlık Kupası,

    1969 Türkiye Spor Yazarları Derneği Kupası,

    1966-67 Spor-Toto Kupası,

    1967-68’de ilk uluslararası kupa olan Balkan Kupası’nı kazanan takımda,

    1963-64 sezonunda Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda da yarı finali kaçıran ve 1968-69’da da Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Manchester City FC’yi eleyen kadrolarda da yerini aldı.

    O yüreği Fenerbahçe sevgisiyle dolu eski sporcumuz, kıymetlimiz Sayın Nedim Doğan…

    Dama Taşı

    Fenerbahçeli oluşunuz ve aktif spor hayatınız nasıl başladı?

    İstanbul’da doğdum. Doğduğum yer, Haliç kıyısına yakın Küçük Mustafa Paşa semtiydi. Okula da orada başladım. Ortaokulu da Sultan-i Sanat Mektebi’nde bitirdim. O günkü şartlarda aile olarak bütçemiz kısıtlıydı. Sanat okuluna gitmemizin sebebi de doğal olarak sanat öğrenip hayata atılıp sanatkâr olarak birinin yanında çalışmak ya da iş kurmaktı.

    Mahallede hep top oynardık. Kendi aramızda semtimizde maç yaparken Beşiktaşlılar bir tarafta, Galatasaraylılar bir tarafta. Ben de her zaman Fenerbahçeliydim. Fakat Allah’ın iyi kuluyum ki iyi top oynuyordum. Beni görmüşler, gören de o zamanlar şimdi altyapı diyorlar ya oyuncu arıyorlardı. Böyle de bir ağabeyimiz vardı: Ali Mortaş diye… Çok meşhurdu genç futbolcuları bulup çıkartmakta… O görmüş. Ben de o zamanlar amatör kümede mücadele eden bizim semtimizin takımında top oynuyordum, beni hemen transfer ettiler. Böylece ben de Cibalispor’dan İstanbulspor’a geçtim.

    Yaşımı tahmin edin! Daha ortaokula gidiyordum.16 yaşındaydım. Beni İstanbulspor’a alır almaz hemen A takımında oynatmaya başladılar. Bilmiyorum herhalde iyi top oynuyordum ki tuttuğum ve sevdiğim takımım Fenerbahçe bana göz koymuş. Beni hemen transfer etmek istediler. Bu arada başka takımlar da istiyordu. O zamanlar Başkan Faruk Ilgaz’dı. Başka takımlar daha fazlasını verdiği halde ben çok sevdiğim ve hayal ettiğim takımım Fenerbahçe’de oynamaya karar verdim. 1960-61 senesiydi. Ben de Fenerbahçeli oldum.

    Bu arada kulübüm benden huylanıyordu. Hem çocuğum hem de çok isteyen olduğu için amatör lisansı ile oynuyordum. Her an transfer yapma imkânım vardı. Beni başka takımların kandıracağını düşünüyorlardı. Beni Kadıköy Dereağzı’nda bir otele sakladılar. Sanırım Balin Otel’di. Beni orada bir ay tuttular. Taa transfer ayı bitene kadar. Ama çok güzel yaşattılar. Gerçek futbol hayatım Fenerbahçe’de başladı, Fenerbahçe’de bitti.

    • Takım arkadaşlarınız kimlerdi?

    Takım arkadaşlarım mı? Hepsi benden büyük, hepsi birer efsaneydi. Bir babayla aynı yerde yaşamak gibiydi. Onların yanına giremezdik zaten, on yaş büyük olanlar vardı. Lefter Ağabeyler, Can Ağabeyler… Ben onların evladıydım.  Çok ciddi insanlardı. Şaşırıp kalırsın. Özcan Arkoç, rahmetli Nedim Ağabey, Basri Ağabey, Avni Ağabey vardı. En çok elimden tutan bana yol gösteren Avni Ağabey oldu. Daha da sayayım mı? Niyazi Ağabey, Feridun Ağabey, Mikro Mustafa vardı, daha kimi sayayım. Onlarla beraber top oynadım.

    • Hangi mevkide oynadınız?

    Beni Fenerbahçe takımında kaleci hariç her yerde oynattılar. En sonunda forvete karar verdiler. Forvetin de her tarafında oynattılar. Dama taşı gibiydim. Hayatımdan çok memnundum. Sevdiğim takımda top oynamak kadar dünya güzeli bir şey var mı? Sevdiğiniz işi yapıyorsunuz. Şikâyet etme imkânınız var mı?

    Hiç ayrılmadım. Transfer zamanı gelen aykırı rakamlara hiç kafayı takmadım. O kadar güzel bir ortamımız vardı ki… Kaptanlık da yaptım. Şimdi de o yılları anlatabileceğim röportajımı yapıyorum. Daha ne isterim, iyi ki Fenerbahçeliyim.

    • Jübilenizde hangi takımla maç yaptınız?

    En son Beşiktaş maçıyla jübile yaptım. Beşiktaş Başkanı da beni çok severdi. O jübileyle 1973’de bıraktım. Herkese jübile yapılmazdı. Çok memnun ayrıldım.

    • Sonra futbolla hiç ilginiz olmadı mı?

    Futboldan tamamen uzaklaştım. Ben futbolu para kazanmak için oynadım. Aile olarak maddiyatımız kötüydü. Profesyonel olarak oynadım. En iyisini yapmaya çalıştım.

    Biz üç erkek kardeştik. Ben top oynarken onlara iş kurdum. Sonra teneke fabrikası kurdum. İlaç firmalarının % 90 kutularını ben yapıyordum. 15-20 senedir, o işimi de bıraktım. İki evladım var. Bir kız, bir oğlan. Oğlum iş hayatına atıldı. Kızım Fransız mektebini bitirdi. Sonra Koç Üniversitesi’ni bitirdi.

    1940 doğumluyum. Eşim de Türkiye güzeliydi. O vefat ettiğinden beri de yalnız yaşıyorum.

    • Renkli bir kariyer olan futbol hayatınızı bıraktıktan sonra sporla birebir ilginiz oldu mu?

    Siz futbolu bıraksanız bile vücut spor yapmayı istiyor. Ben de arkadaşlarımla halı saha maçları yapardım. Fakat bir özelliğimiz vardı; aramıza kimseyi sokmazdık. Çok da iddialı maçlar oluyordu. Zamanla tabii sporu da bıraktım, şimdilerde bir diz operasyonu geçirdim.

    • Geçmiş olsun… Futbol oynadığınız 60 ve 70’li yılları kulübümüzün şu an sunduğu olanaklarla karşılaştırmanızı istesem neler söyleyeceksiniz?

    Futbolun bu kadar ilerleyeceğini, Kulübümüzün de lokomotif olması çok onur verici. Biz bugünleri hayal bile edemezdik.

    O zaman tahta tribünler vardı. Bir de açık tribün vardı. Antrenman yapardık. Özellikle kışın soyunduğumuz yer tahta tribünlerin altıydı. Bir de sobalı bir odamız vardı. Dışarısı kar, soğuk, fırtına. Bir de yağan yağmur tahtalardan içeri sızıyor, akıtıyordu aşağı. Büyüklerimiz sobalı odada keyif yapıyordu. Küçüktük şikayet edemezdik, hemen giyinir, çıkar giderdik.

    Şimdiki formalarla yüzde bir milyon fark var. Düşünebiliyor musunuz antrenmanlarda düş, kalk, yağmuru ye 76 kiloluk adam 80 kiloya dönüşüyordum. Fakat o zamanlar bile “zengin kulüp” derlerdi.

    Dama Taşı
    • Kendinizle ilgili dokümanları topladınız mı?

    Formamı kaç kez giydiğimi bile bilmiyorum. Topu bıraktıktan sonra hiç alakadar olamadım. Oğlum benimle ilgili dokümanlar topladı ama hepsi onda duruyor.

    • Taraftarlarımızla ilgili neler söyleyeceksiniz?

    Valla taraftarlar dünyanın en güzel taraftarlarıydı. Hepsi bir arada maç seyrederlerdi. Mesela Mithatpaşa Stadı’nda orta tribün Fenerbahçelilere ait, deniz tarafı Galatasaraylılara ait, Gazhane tarafı da Beşiktaşlılara aitti. Hepsi bir arada seyrederlerdi. Bir taraf bağırdığında, diğer taraf susardı. Çok güzel günler geçti. Maç kötü gittiği vakit, taraftar maçı döndürüyordu. Taraftar coşkuyu veriyordu. Koşacak halin kalmasa bile koşmaya çalışıyordunuz. Özellikle 67-68 sezonu çok güzeldi. O yıl tüm kupaları almıştık. Ankara Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne davet edildik. İlk defa köşkü gördüm. Topçu olmasaydım, ne köşkü ne Avrupa’yı nerde görecektim.

    • Biraz da derbi maçlar öncesi yaşadığınız duygularınızı bizimle paylaşır mısınız?

    Fenerbahçe derbi maçları öncesi gece uyuma imkânı yoktu. Öyle oluyordu ki aslında bu ligdeki durumunuza bağlıydı. Zor durumdaysanız yani ligde sayı olarak birinci sırada değilseniz uyuma imkânı hiç olmuyordu.

    Bir de maddi boyutuna bakarsanız bu zamanki gibi paralar yoktu. Galip gelirsen prim alırsın. Başlardık hayaller kurmaya…

    Kazanmak için oynuyorduk. Maça çıkan herkes kendi görevinin dışında da işler yapıyordu. Kim daha başarılıysa o gün onun günüydü. Takıma maç kazandırmış. O güzel hareketleri yapıyor. Bütün herkes onunla oynamaya çalışırdı. Aile gibi oynardık. Paylaşım vardı. Sonraları yavaş yavaş ağabeylerimiz futbolu bıraktı. Takıma yeniler gelmeye başladı. Şenol, Birol, Ziya Şengüller…

    Hatta o dönem bana da başka takımlardan geldiler, çok para da verdiler, Beşiktaş’a götürmek istediler ama gitmedim çünkü ben Fenerbahçe’yi çok seviyorum. Futbolu da istediğim gibi Fenerbahçe’de bıraktım.

    • Anılar, anılar, anılar… Tüm eski oyuncularımızın da bizlerle paylaştığı gibi sizin de bizlerle paylaşacak anılarınız olmalı…

    Futbolcuların hepsi şeytandır. Leb demeden leblebiyi anlarlar. Bizim anılarımızın da çoğu fırlamalıklarla geçti. Allah herkese nasip etsin.

    Eskiden bir ailenin çocuğu topçu olmak istese her aile frene basardı, olmasın okusun diye. % 90 fakir ailenin çocuğu top oynamak istiyordu. O çocuk 7-8 yaşında top oynuyor, nerde oynuyor sokakta, toprakta… Aile ona senede bir çift ayakkabı alıyor. O toprakta oynadığında altı açılıyor ikinciyi alma imkânı çok zor. “Olmasın” diyor okusun işte…

    Benim ailem de top oynamamı istemiyordu. Babamın da futbolla hiç ilgisi olmamıştı. Ben top oynarken babam beş vakit namazındaydı, top sevmezdi. Fakat ben Fenerbahçe takımına geçince arkadaşları hep beni babama dolduruyorlarmış, “Senin oğlun çok iyi bir oyuncu oldu.” diye anlatırlarmış meğer ben top oynarken onun maçlara geldiğini bilmiyordum. “Camiye gidecek, topu sevmez, gelmez.” diyordum.

    Bizim semtteki babamın arkadaşları babamı gaza getiriyorlar, stada maçı seyretmeye götürüyorlarmış. Devamlı bir iki üç beş böyle devam ediyorlarmış. Bir gün maçta çok kötü oynadık galiba en kötü oynayan da benim, orada bunların seyrettiği açık tribünden bir seyirci bana büyük küfürler ediyormuş. Benim babaya çok dokunmuş, babam o yaşta kalk yerinden iki, üç sıra atla, git yumruk atmaya başla. Bundan yine benim haberim yok maçtan geldim semtte oturduk, arkadaşlar başladı bana anlatmaya.

    Ben tabii çıldırdım. “Gelmez” diyorum, şaşırıyorum. Eve geldim oturdum, o zamanlar babaya bir laf söylemek, ses çıkarmak mümkün değildi.

    “Sana bir şey soracağım baba?” dedim.

    “Sen maçlara geliyor musun?” diye sordum.

    Sesini çıkartmayınca “Tamam, anlaşıldı.” dedim, sonra “Tek bir şey söyleyeceğim, sen benim babam değil misin, sana yakışıyor mu açık tribüne gelip maç seyretmek taşların üstünde, kafana yağmur geliyor.”

    Rahmetli babam ses çıkartmadı.

    “Tek bir şey söylüyorum, sezon sonuna kadar sana kulüpten numaralı tribün kartı alacağım, geleceksin ve seyredeceksin, ondan sonra da seni hacca göndereceğim, o farzı da yaptıktan sonra maç olayında bitecek.” dedim.

    Sonra aynen öyle oldu, Allah rahmet eylesin.

    • Maçlara çıkarken uğurlarınız var mıydı?

    En büyük uğurum babamın bana yaptırdığı muskaydı. Her maça çıkarken çorabımın içine onu koyardım.

    • Şimdi nasıl bir maç izleyicisi veya seyircisisiniz?

    Şimdi seyrederken hiç kızmıyorum, çok sakin izliyorum.

    • Dergimiz hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

    Dergimizden çok memnunum, özellikle biz eski oyunculara da yer vermeniz bizleri çok mutlu ediyor. Eski oyuncu arkadaşlarımı dergide görmek çok güzel…

    • Okuyucularımız için son sözünüzü alabilir miyim?

    Taraftarlarımızın takımlarını en iyi şekilde desteklemelerini istiyorum. Taraftar bir takımın şampiyonluk yaşamasındaki en itici güçtür. Bayanlarımızın desteğinden de çok memnunum.

    Sibel Kurt | Fenerbahçe Spor Kulübü Resmî Dergisi

    Dama Taşı
  • Altın Çocuk

    Altın Çocuk

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt’un Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladığı malûmunuz… Arşivleri karıştırırken Fenerbahçe’nin efsane sporcularından, dünya iyisi bir insan olan merhum Şükrü Birand’ın röportajına denk gelince, rahmetli Rauf Denktaş’ın röportajında yaptığımız gibi bunu da sitemizde yayınlamak için kendisinin müsaadesini aldık. Huzurlarınızda “Altın Çocuk” Şükrü Birand… Nur içinde yatsın…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şükrü Birand

    Futbol hayatına atıldığı andan itibaren dikkatleri üzerine çekmeyi başarmış,  “Altın Çocuk” tu o. Fenerbahçe ve milli takım için bulunmaz bir kaftan. Ona “En az 10 yıl yerinden oynatılmayacak adam” deniyor ve arkasından bir “Oh!” çekiliyor: “Fenerbahçe 10 yıl sağ bek sıkıntısı çekmeyecektir.” 

    Basri Dirimlili gibi bir futbolcuyu hayatında örnek alan bir futbolcudan nasıl başarısız olmasını bekleyebilirsiniz ki… Şükrü Birand’ın ekolü de Basri Ağabeyi oldu.

    Fenerbahçe’de 69 futbolcu 200’ün üstünde maç yaptı. Bu 69 değerli futbolcumuzdan birinci sırayı Sayın Lefter Küçükandonyadis 615 maçla alırken, Şükrü Birand ise 318 maçla 25. sırayı aldı. Hepinize minnettarız.

    Altın Çocuk

    – “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur” deriz her zaman siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Şükrü Bey?

    Doğuştan Fenerbahçeliyim. Benim rengim sarı lacivertti. Çocukken, babamla yaşadığımız elim bir olay vardı. Bir at arabası kazası geçirdim. Babam o kazada beni kurtarmasaydı, bugün iki bacağım olmayacaktı… İşçi bir ailenin çocuğuydum. Babam torna ustasıydı. Ankara’da doğmuşum. İlkokul çağında Adapazarı’na göçmüşüz. İlkokulu Adapazarı’nda okudum. Sona tekrar Ankara’ya döndük. Liseyi Ankara Yıldırım Beyazıt Lisesi’nde okudum. O arada bizim mahallenin çocukları, hep birlikte maçlara gidiyorlar, beni de beraberlerinde götürüyorlardı. Mahalle maçları oynarken beni ilgi ile izleyen milli takım hocaları vardı. Ve ben daha hiçbir takımda oynamadan genç milli takımına çağrıldım. O zamanlar Basri Dirimlili hayranıydım. Fenerbahçe’de “Mehmetçik” lakaplı olan sonradan beraber olduğumuz ağabey kardeş antrenör Basri Ağabey’i çok seviyorduk.

    – Spor hayatınız profesyonel olarak nasıl başladı, Fenerbahçe Spor Kulübü’ne girişiniz nasıl oldu?

    Eskiden her takımın 11’ini rahatça sayardınız. O yıllarda bir takıma gidip oynadığınız zaman “Bir sporcu en az bir 10 yıl oynar” düşüncesi vardı. Ankara Aydınlıkevler’de mahalle arkadaşlarımla futbol oynarken, Gençlerbirliği’nden Rauf Başer diye bir antrenör vardı. Beni Gençlerbirliği’nde oynatmak istedi. Ama kısmet Toprakspor’muş. Toprakspor’a seçildiğim yıl öncesinde, genç milli takımına da seçilmiştim.

    Hem kuvvetli bir takıma girmiştim, hem de milli takıma seçilmiştim. İkinci kulübüm PTT oldu. Sonra Fenerbahçe beni istedi. Hayallerim gerçekleşiyordu. Sevdiğim kulüpte top oynayacaktım. Yaş 18-19. O zamanlar Galatasaray, Beşiktaş kulüpleri de beni almak istiyordu. Hatta Türkan Şoray’ın eski hayat arkadaşı Rüçhan Adlı, Galatasaray yönetimindeydi. Beni almak üzere uçakla özel olarak gelmek istiyordu. Beşiktaşlı Ali Tozkonmaz da bir taraftan. Ama benim gönlüm Fenerbahçe’deydi. Fenerbahçe Asbaşkanı Müslüm Bağcılar idi. Ankara’da benimle temasa geçen Müslüm Bağcılar, Ahmet Erol ve Erdal Kocaçimen beni Fenerbahçe’ye istiyorlardı. Bu benim için inanılmaz bir olaydı. Fakat babam transferim için bir şart koymuştu: “Üniversiteyi İstanbul’da okuyacaksın” diye. Oyunculuğum sürecinde İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi’nde okudum ve mezun oldum. Netice itibariyle; mukavele için beni ve Ziya Şengül’ü apar topar kaçırıp İstanbul’a getirdiler.

    O sıralarda bir de İstanbul’da ümit milli takımının maçı vardı. Ben ümit milli takımında kadroda değildim. Fenerbahçe-PTT ile maç oynamaya gelmiştik. Beni hemen milli takıma çağırdılar. Fenerbahçe’de bek Özcan (Köksoy) vardı. Onun kadrodan çıkmasıyla ben Çarşamba günü Türkiye – İngiltere maçına çağrıldım. İyi performans gösterdiğimden beni istiyorlardı. Türkiye Fas, Cezayir, Tunus’a maçına da gittim. Bu arada halen PTT’deydim. Fenerbahçeli futbolcular hepsi benimle ayrı ayrı ilgileniyorlar, nasıl Fenerbahçeli yaparız diye uğraşıyorlardı. Tabii ben dünden razıydım. O zamanki transferlerde bir takımın kadrosuna 2-3 kişi alınırdı. Fenerbahçe ile mukavele imzaladım. 1964’de Fenerbahçe Spor Kulübü’ne girişim oldu. “10 yıl oynarım” dedim. 318 defa oynadım.

    – Milli takımda oynadınız…

    32 defa milli takımda oynadım.

    – Takımın hızlanmasında büyük rolünüz vardı. Ve Avrupa maçlarında, milli takım maçlarında dikkatleri üzerinizde topluyordunuz. Transfer teklifleri aldınız mı?

    Çeşitli kulüplerden teklif almıştım. Bir keresinde İrlanda’dan Mr. Toomey bana bir aracı vasıtasıyla “Bugün İrlanda’da böyle bir bek yok. Gelsin onu başkanı bulunduğum Limmerick takımına alayım” diye haber göndermişti ama ben kendisine teşekkür edip, takımımdan ayrılmayacağımı söylemiştim. Zaten o zamanki başkanımız Sayın Faruk Ilgaz çok sinirlenip “İzmir, Ankara derken bir de İrlanda ile mi uğraşacağız?” demişti.

    – 1964-1974 yılları arasında Fenerbahçe’deydiniz ve bir çok şampiyonluklarda sizin de emeğiniz var. Fenerbahçe tarihinde “Altın sezon” dediğimiz beş kupa aldığımız kadroda da siz vardınız…1967-68 senesinde Türkiye Kupası, Başbakanlık Kupası, TSYD, Lig Şampiyonluğu, Cumhurbaşkanlığı ve Balkan Kupası maçlarını kazanarak beş kupayı aldığımız bir dönemdi. Balkan kupası bir Türk kulübünün kazandığı ilk uluslararası kupa olma özelliğini taşıyordu. 

    Oscar Hold, Ionescu, Molnar ve Didi ile şampiyonluklar yaşadık. Hento, Pele, Cruyf ve George Best gibi futbolcularla oynama şansı yakaladım. 5 dönem şampiyonluklar yaşadım. Biz o zamanlar çok para kazanmadık ama hayatımızda para ile satın alamayacağımız bir itibarımız oldu.

    – Fenerbahçe’nin bir de bekarlar kampı vardı…

    Evet… Görev bölümüne göre A. İhsan; idare müdürü, Yaşar; bulaşıkçı ve ütücü, Ziya; gıda uzmanı, Bülent; çamaşırcı, ben de teşrifatçıydım. O günleri hatırlamak ve onların bizde güzel bir anı olarak kalması müthiş bir duygu. Bu arada Ziya, A.İhsan ve bana “3 ahbap çavuşlar” deniyordu. Sonradan aynı eve Yaşar Mumcu, Ercan Aktuna ile katıldı. Bu evi bize Müslüm Bağcılar tutmuştu.

    – En çok etkilendiğiniz bir anınızı paylaşır mısınız lütfen…

    Bir Fenerbahçe – Galatasaray maçıydı. Ayağım yere vurduğu için topu iyice uzaklaştıramamıştım. Top Galatasaraylı futbolcunun ayağına gelmiş ve gol olmuştu. O maç 1-1 sona erdi. Benim üstüme kalmıştı. Korkunç derecede üzülmüştüm. Fakat maç bittiğinde bir anda Fenerbahçeli seyircilerin hep bir ağızdan “Ya ya ya! Şa şa şa! Şükrü Şükrü çok yaşa!” bağırışları karşısında gözyaşlarımı tutamamıştım. Ve o an anladım ki; Fenerbahçe taraftarı hem futboldan çok çok iyi anlayan hem de futbolcusunun motive etmeyi çok iyi bilen şahane bir topluluk.

    – Bir de kendi kalenize golünüz var?

    Çok üzüldüğüm ve yıkıldığım bir andı. O gün ona “Pembe hata” demişlerdi. Altınordu takımına 1967 yılında İzmir’de 1-0 mağlup olmuştuk. O ana kadar kalemizi korumak için çırpınan ben, bir tehlikeyi kaleden uzaklaştırayım derken ters bir hareketle kendi kalemize golü göndermiştim. O an benim ne hale geldiğimi ve ne üzüntüler yaşadığımı bilemezsiniz. Tek rahat olduğum taraf yöneticilerim tarafından o hatanın iyi niyetten kaynaklandığının bilinmesidir. 

    – Fenerbahçe’de forvetlik de yaptınız…

    Oscar Hold bana forvet imkanı da vermişti. Hatta bir İzmirspor maçında iki gol atmıştım.

    Hatırlayabildiklerimden PTT’ye de gollü bir maçım vardı. Bir de Türkiye kupası maçlarından Feriköy’e golüm vardı. Ama asıl yerim her zaman sağ bek oldu.

    – Sportmenlik ve centilmenliğin doruğuna çıkan futbolculardan biri olarak 10. yılın sonunda jübile gününüz geldi çattı. Nasıl bir gündü?

    Jübilemi Datcu ile beraber yaptık. Datcu’nun jübile hakkı yoktu. Bir kulüpte 10 seneyi doldurmayanlar, orada jübile yapamazlar. O da benim jübile hakkımdan istifade etti. Ne kadar üzülsem de tatlı bir veda oldu. Fenerbahçe formamızı son bir kez giyerek el ele sahaya çıktık. İnönü Stadı’nda 10.000 kişi vardı. Şöhretler karmasıyla maç yaptık.

    Fenerbahçe kadrosu: Datcu, Şükrü, Ziya, Alpaslan, Ersoy, Eyüp, Selahattin, Aydın, Osman, Cemil…

    Şöhretler kadrosu ise; Erol, Raşit, Fatih, Ekrem, Dinu, Fratila, Georgescu, Dobrin,Yusuf, Nunweiller’den oluşuyordu.

    Maç 0-0 bitmişti. Maç sonrasında Kız takımları “Dişi Kramponlar”ın mücadelesi vardı. Gecenin 3. gösterisi ise emekliler takımının maçıydı.

    – Sesiniz çok güzeldi ve 10 yıllık Fenerbahçe spor yaşamından sonra sahne hayatına atıldınız.

    Futbol oynarken hem üniversitede okuyor, hem de müzik dersleri alıyordum. Sesimin güzelliğinden kamplarda hep şarkı söylerdim. Hatta Münir Nurettin Selçuk’la bile şarkı söyledim. O da Fenerbahçe’de top oynamıştı zamanında. Şarkı sahnem başladı. Nesrin Sipahi benim dostumdur. Nesrin Sipahi’nin okuduğu “Mazinde Bir Tarih Yatar” ile başlayan Fenerbahçe marşımızın vokalisti bendim. Nesrin Hanım’la beraber okuduk. Diğer futbolcu arkadaşlarım kendi okuduklarını zannetmişlerdi. Enteresan günlerim geçti. Gönül Yazar Fenerbahçeliydi. Sesim güzel diye sahneye davet etmişti. Bir süre sonra teklifler gelince Türk Sanat Müziği solisti olarak bir süre sahneye çıktım, Maksim gazinolarında şarkı söyledim. Çok renkli günlerdi.

    – Daha sonra…

    7-8 sene boyunca TV 8’de spor programı yaptım. Şu an Radyospor’da program yapıyorum.

    – Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oyunculuk dışında hangi görevlerde bulundunuz?

    Futbol Vakfı’nda genel sekreterlik yaptım. Şu an 2000 Derneği üyesiyim. Fenerbahçe’den kopmanız mümkün değil.

    – Günümüzden kendinize benzettiğiniz futbolcumuz kim?

    Gökhan Gönül’ü benzetiyorum.

    – O yıllardaki Anderlecht – Fenerbahçe maçına giderken yanınızda götürdüğünüz bir şey vardı. Anımsayabiliyor musunuz?

    (Gülüyor) Evet koltuğumun altında kitaplarım vardı. O sıralar üniversiteye devam ediyordum. Belçika’ya giderken ders kitaplarımı da yanıma almıştım. Çünkü bu okulu bitirmem için babama sözüm vardı.

    – Maça çıkarken uğurlarınız var mıydı?

    Bizler maça giderken birkaç uğurumuz vardı: Ben çoraplarımı hiç yıkamadan maça giderdim. Maça çıkarken hep aynı şampiyonluk çoraplarımı giymeye gayret ederdim. Onun için bana “Pasaklı” derlerdi. Vapurla keyifle giderdik maçlara…

    – Ve yıl 2007… Fenerbahçe Spor Kulübümüz hakkındaki düşünceleriniz…

    Fenerbahçe Spor kulübü tüm branşlarında başarıyı yakalamış, büyük ilerlemeler kaydetmiştir.

    1968’de Faruk Ilgaz zamanında başlayan tesisleşmeler, başkanımız sayın Aziz Yıldırım ile olağanüstü bir yol kat etmiştir. Sayın Aziz Yıldırım’ın bu tesisleşme konusundaki yatırımları da halen devam etmektedir. 2009 UEFA finallerinin de stadımızda gerçekleşecek olması bunun göstergesidir. Futbol Vakfı’nda olduğum zamanlarda Beden Terbiyesi’ne müracaat edip binlerce dönüm araziyi resmi olarak tahsis ettirdim. Arkadaşlarımız o zamanlar Gebze

    -İzmit yolu üzerindeki bu arazileri uzak diye kabul etmediler. Geçenlerde başkanımız sayın Aziz Yıldırım’a da bahsettim. “Bunu araştıralım” dedi. O zamanki resmi olarak tahsis ettiğim araziyi belki şimdi alacaklar. Ve bu arazi devlet tarafından bedelsiz verilmiştir.

    100’lerce dönüm arazi Şile’ye kadar gider. İnşallah Fenerbahçe Kulübü’ne nasip olur.

    Fenerbahçe şu an Türkiye’nin en kurumsal kulübü olmuştur.

    Altın Çocuk

    – Eşinizle 1968 yıllarında tanışıp, evlendiniz.

    Evlenmemiz o kadar kolay olmamıştı. Bir pastanede karşılaşmıştık. Sonrasında kayınpederim “Futbolcuya kız vermem” demişti… Sonunda zor razı etmiştik. O yıl, Manchester City’i yenmişiz. Bir hafta sonra 27 Kasım’da da Ajax ile maçımız var… Benim de 29 Kasım’da nikahım vardı. Yağmurlardan dolayı Dolmabahçe maç oynanmayacak durumda olunca maçı iptal edip 28 Kasım tarihine aldılar. Epey bir heyecan yapmıştım maç tarihi ile ilgili. Fakat sonra 29 Kasım’da evlendim. Sevginin ördüğü duvarları hayatta hiçbir şey yıkamaz. O zamanlardan şimdiye Rengül’le evliliğimiz 40 seneyi buldu. Birkan ve Burçak adında iki tane yetişkin oğlumuz, bir tane de torunumuz oldu.

    – Maçları takip edebiliyor musunuz?

    Maçları seyretmeye nadiren gidebiliyorum ama mutlaka oğlum Mirkan’la izliyorum. Bizim ömür boyu tüm statlarda şeref tribününde izlememiz için yerimiz ayrılmış, kartımız da vardır.

    Fakat diğer statlarda bu hakkımızı kullanamıyoruz. Sadece kendi stadımızda özel tribünümüz var.

    – Fenerbahçe Dergimiz için düşünceleriniz?

    Dergimize söyleyecek hiç söz yok. Her ay büyük bir titizlikle takip ediyorum. İleriki yıllarda büyük bir arşiv olacak. Evimize iki dergi giriyor. Birini okuyoruz diğerini hiç bozmadan torunuma saklıyorum.

    – Rengül Hanım’a 40 yıllık evliliğin başarı anahtarını soruyoruz…

    Eşinizin zevklerini paylaşın… Eğer eşiniz futbolu seviyorsa siz de sevin. Futbol kurallarını biraz öğrenip, maçları takip edecek bilgiye sahip olursanız bundan zaman içinde siz de büyük zevk alacaksınız. Ve paylaştığınız daha fazla şey olacak. Ben Şükrü ile ilk tanıştığımda futbol bilgim çok azdı. Fakat zamanla bu bilgim ve paylaşımım çok ilerledi. Artık kendim için bir futbol hastası diyebilirim. Hala tüm maçları ailece birlikte izliyor. Aynı heyecanı yaşıyoruz.

    –  Sayın Şükrü Birand son olarak taraftarlara mesajınız var mı?

    Öncelikle şunu belirtmeliyim: En gururlandığım an 100. yılda 100. yıl takımında forma giyip oynayabildim. 100. yılda da yer almak müthiş bir duygu.

    Saha içinde 11 Fenerbahçeli oyuncu var. Fenerbahçe’deki 12 numaralı forma taraftarındır. Ve Fenerbahçe’de 12 numaralı oyuncu forması yoktur. Taraftarın 12 numara olması gerektiğini ve formalarının yapılıp satılmasını kulübüme ben önermişimdir. Başka hiçbir kulüpte de bu yoktur. Fenerbahçe büyük bir takım olduğunu tarih boyunca ispatlamıştır. Bundan sonra da taraftarımızın büyük desteğiyle daha iyi günleri olacaktır. Evvelden 12 numarayı yedekler giyerdi fakat ben Yüksek Divan Kurulu’nda 12 numaranın taraftara verilmesini önerdim. İmza topladım. Ne mutlu ki kabul edildi. O gün bugündür 12 numara muhteşem taraftara aittir.

    Röportaj: Sibel Kurt | Fenerbahçe Aylık Resmi Dergisi/Aralık 2007


    Bir Çocuk Vardı

    Bir çocuk vardı…

    Saçının dikliği, vücudunun sırımlığı, tehlikelere basmaktaki inat ve çabukluğu ile, ölümsüz Basri’ye tekrar can verdi.

    Bir çocuk vardı…

    Dünkü sinir ve asap maçını, ekmek peynir yer gibi rahat bitirdi. Ne klasını, ne fiziğini ne aklını ne de ayaklarını dövdürdü.

    Bir çocuk vardı…

    Defans savunmasını bir “Minare gayreti”nden kurtarmış, müdafaa adamlığındaki o “dan-dun” denen 60 yıllık kiri yıkayıp atmıştı.

    Bir çocuk vardı…

    Bekliğin o pek övündüğümüz betonlarını çatır çutur kırmış, marul içinde bile kabiliyeti olmayan topraklarda, batıya çok aydınlık bir pencere açmıştı.

    Bir çocuk vardı…

    Adı ŞÜKRÜ olan bir çocuk…

    İslam Çupi | Akşam Gazetesi – 4 Ocak 1965

  • Tarihî Maç Broşürleri III

    Tarihî Maç Broşürleri III

    Başlangıç kolaya gelsin diye değil; her yazıya aynı girişi yazmak istiyoruz. Zira gerçekten çok büyük iş… Kıymetli büyüğümüz Mustafa Oduncu, Fenerbahçe tarihi için çok önemli bir iş yapıyor ve yurt dışı müzayede sitelerinden Fenerbahçe ile ilgili malzemeleri topluyor. Bu mesaiyi büyüten ve daha anlamlı bir hale getiren şey ise aldıklarını paylaşmaktan bir an bile imtina etmemesi. “Bunda ne var?” demeyin; kimlerin, neler sakladığını bilseniz, inanamazsınız. Halbuki Fenerbahçe tarihini bilmek herkesin hakkı. Daha doğrusu “Dünyanın en büyük sivil toplum kuruluşu” lafının hakkını vermek istiyorsak, tutulması gereken yol bu… Mustafa ağabey, Fenerbahçe Müzesi’ne bağışladığı maç broşürlerini halka açmak ve kolay ulaşılabilir hale getirmek adına bizlerle paylaştı. Huzurlarınızda “Tarihi Maç Broşürleri III : 18 Eylül 1968 | Manchester City – Fenerbahçe” maçının broşürü…

    Bir yandan, bu gibi belgelere bakıp da adamların yarım asır önce geldiği bazı noktalara bizim hâlâ gelemediğimizi görmek de çok üzücü. Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Broşürün PDF haline “buradan” ulaşabilirsiniz. | Tarihi Maç Broşürleri III : 18 Eylül 1968 | Manchester City – Fenerbahçe

  • “Can”ım

    “Can”ım

    Aramızdan ayrılışının 2. yılında futbolumuzun unutulmaz ismi Can Bartu ile dönemin ünlü sanatçısı Patricia Carli’nin öykülerini ayrı ayrı anlatacağım bugün. Patricia Carli’nin bir şarkısından ilham alarak yazılan bu öyküyü, dilden dile dolaşan bir efsane olmaktan çıkarmaya çalışacağım. Öncelikle babası Can Bartu’nun bu ilişki ile ilgili “bir kelimelik” onayını benimle paylaşan Gülfer Arığ Hanımefendi’ye sonsuz minnetimi buraya kaydetmekten çok mutluyum. Özel arşivlerinden faydalanmama izin veren Haluk Kılıç ve aynı zamanda hikayenin Fransızca çevirilerini de yapan, Alican Küçükcan’a teşekkür etmeyi de borç kabul ediyorum. Altmışlı yıllarda biri sanatçı, diğeri futbolcu iki ünlünün hikayesi… İyi okumalar.

    Barış KENAROĞLU


    Rosetta

    Altmışlı yıllarda Avrupa ve Türkiye’de ünlenen Patricia Carli, 1938 yılında İtalya’da “Rosetta” ismiyle dünyaya geldi. Annesi Cezayir asıllı, madenci olan babası ise İtalyan’dı. İlk gençlik yıllarını, doğduğu Taranto’da geçirdikten sonra, çizmenin topuğundaki bu liman şehrinden Belçika’ya yerleşti. Burada yurtdışına yaptığı turnelere sanatçılar götüren bir şirkette çalışmaya başladı. Bu turnelerde uğradığı yerlerden biri de Ankara oldu. Türkiye ve Türkçe ile burada tanıştı. Sanatçıların kıyafetlerinden ve gardroplarından sorumlu olan bu kısa boylu bir kız, şarkı söylemek istediğini etrafındakilere söylediğinde yadırgandı. Kimse sesini beğenmiyordu. Hatta Ankara Palas otelinde kendisini rica minnet dinleyen Orhan Boran, ondan şarkıcı olmayacağına karar vermişti bile. Ankara’da öğrendiği birkaç Türkçe şarkı ile sonraki durağı İstanbul’a geldi. 1961 Yılında geldiği İstanbul’da küçük gece kulüplerinde sahne aldıktan sonra Belçika’ya döndü ve şarkı söylemeyi sürdürdü. Fransa ise onun üne kavuştuğu ülke oldu. Orhan Boran yanılmıştı. Patricia, 1963 yılında “Demain Tu Te Maries” adlı şarkısı ile müzik piyasasına giriş yaptı. Yıllar sonra yaptığı açıklamada; bu şarkıyı başka bir kadınla evlenen ilk aşkına yazdığını söyleyecekti. Şarkıda sevgilisine “bana dokunma artık, seni tebrik etmeme izin ver, çünkü yarın evleniyorsun” diyordu. Patricia’nın genç bir şarkıcı olarak ünlenmeyi beklediği günlerde; Can Bartu ise doğup büyüdüğü Kadıköy’den İtalya’ya gitme hazırlıklılarına başlamıştı.

    Can Gidiyor

    Can Bartu, Fenerbahçe’nin 1959 yılında oynadığı Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarında Avrupalı futbol adamlarının dikkatini çekmişti. Türkiye’nin Avrupa kupalarında tur atlayan ilk takımında yer alan Can, Türkiye liginde de 23 maçta 15 gol atmayı başarmıştı. Bu dönemde İspanyol Sevilla, Real Madrid gibi kulüplerin onunla ilgilendiği haberleri gazetelerde yer almaya başladı. Fransız otoritelere göre onda “izahı güç bir futbol yeniliği” vardı. Ve “meziyetleri dünyanın pek çok futbol şöhretini kıskandıracak” seviyedeydi.

    1960-61 sezonunun sonunda askere giden Can, o sezon sadece 5 gol atabilmişti. Türkiye’nin 27 Mayıs rejimi ile tanıştığı günlerde “Asker Kaçağı” olarak yargılanmış ve ceza almıştı. Nitekim o da tıpkı Vatan Gazetesi’nin 24 Eylül 1960 tarihli haberinde yer verdiği Metin Oktay gibi, Avrupa’da futbol oynamayı seçecekti. Her iki futbolcunun, kariyerlerine yurt dışında devam etmesine, haklarında çıkan bu yargı kararları da etki etmiştir. Bu dönem Can Bartu’nun hayatındaki en önemli olay ise annesinin ölümü oldu. Sima Hanım’ın ani bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetmesi Can’ın yurtdışına çıkma isteğini arttırdı.

    Can Bartu’nun Avrupa macerası 1961-1962 sezonunun ilk günlerinde başladı. Ağustos ayında, kendisi askerdeyken, temsilcisi Şükrü Gülesin İtalya’da önce Lazio kulübü ile görüşüp prensip anlaşmasına varmıştı. Sonradan transferde pürüzler nedeniyle Fransız St. Etienne kulübü de Can’ı transfer etmek için teklifte bulundu. Her iki kulübün girişimlerine rağmen transferi bir türlü gerçekleşmeyen Can, askerden gelince Fenerbahçe takımına katıldı. Eylül sonundan Kasım başına kadar Fenerbahçe’nin oynadığı 6 maçta 3 gol atması onunla ilgilenen Avrupa kulüplerini tekrar harekete geçirdi.

    Hidegkuti

    Macarların ünlü futbolcusu Hidegkuti, Can Bartu’nun İtalya kariyerini başlatan isimdir. Hidegkuti, teknik direktörlük kariyerine başladığı MTK Budapeşte’de 1 yıl çalıştıktan sonra, 1960 yılında Fiorentina’da göreve başlamış ve o sezon takımı Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nı müzesine getirmişti. Fenerbahçe’nin 1959 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası’ndaki Macar rakibi Csepel ile oynadığı maçlarda Can’ı seyreden Hidegkuti; birkaç aydır transferi yılan hikayesine dönen oyuncuyu ısrarla isteyerek transferini gerçekleştirdi. Aynı günlerde Roma’nın da transfer etmek istediği futbolcu Kasım ayı transfer döneminde 50.000 dolar karşılığında Fiorentina’ya katıldı. Bu paranın 17.000 doları ise bonservis ücreti olarak Fenerbahçe’nin kasasına giriyordu.

    Macar Teknik Adam Hidegkuti Nandor

    Fiorentinalı Can Fenerbahçe’ye Karşı

    Can Bartu, Fiorentina ile idmanlara başladığında Türk basınında, İtalyanlar tarafından beğenildiğine dair haberler de çıkmaya başlamıştı. İlk sınavını 3 Aralık 1962’de Torino karşısında verdi. 2-0 Galip gelen kadronun bir parçası oldu. Aynı günlerde Fenerbahçe, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası ilk tur maçında Nürnberg’e İstanbul’da 2-1 yenilmiş, rövanş maçı için geldiği Almanya’da da 1-0 yenilerek turnuvadan elenmişti. Bu maç sonunda Fenerbahçe, önceden karar alındığı üzere Fiorentina ile maç yapmak için Floransa’ya geldi. Bu maç Can Bartu’nun Fenerbahçe’ye karşı forma giydiği ilk ve tek maç olarak tarihe geçti. Maçı Fiorentina 2-1 kazanıyor, yeni takımının galibiyet golünü Can atıyordu.

    Can Bartu Fiorentina formasıyla Fenerbahçe’ye karşı

    İlk Gol, İlk Zorluklar

    Can Bartu Fiorentina’nın ilk 11’inde yerini sağlamlaştırmıştı. Lecce ve Atalanta’ya karşı mücadele eden Can’a yeni yıl, yeni takımında ilk golünü de beraberinde getirdi. 7 Ocak 1962’de Forentina, Bologna karşısına çıkmış, 1-0 kazandığı maçta atılan tek golü Can Bartu atmıştı. Bu maçtan sonra gazetelere verdiği röportaj’da İtalyan futbolunun sertliğinden yakınan Can Bartu’ya göre ülkeye adapte olmasının önündeki en büyük engel yabancı dil sorunuydu.  

    “Şimdilik Türk, İtalyan ve Fransız karışımı bir şive ile konuşuyorum. İtalya’da karşılaştığım en büyük zorluk lisan meselesi. En büyük derdim bu. İtalyancayı öğrenince her şey hallolacak.”

    Can Bartu, transferinden sonra Türkiye’ye ilk kez 1962 Şubat ayında geldi. Sonraki günlerde tekrar nüksedecek olan omzundaki sakatlığı devam ediyordu. Hem bu sakatlık hem de Fiorentina’nın maçının olmamasını fırsat bilip aldığı izni ülkesinde geçirmek istemişti. Gazetecilerin büyük ilgi gösterdiği Can’ı havalimanında karşılayanlar arasında nişanlısı Oya Hanım da vardı. Can Bartu geldikten iki gün sonra verdiği röportajda İtalya’daki günleri hakkında şunları söylüyordu:

    “Şu an istediğim oyunu oynayamıyorum. %35-40 Performans gösterebiliyorum. Takımın beyniyim ancak istediğim pasları alamıyorum. İlk hedefim takımda yer almaktı. Onu gerçekleştirdim. Sonraki hedefim ise daha iyi oynamak. İtalyanların Türk futbolu hakkında hiçbir fikri yok. İtalyan seyircisi hatayı affetmiyor. Ancak ben İtalyan seyircisinin gönlünü kazanmayı başardım. İtalyan takımlarında kimse kimseye yardım etmiyor. Büyük paralar döndüğü için her futbolcu kendine oynuyor. Şurası gerçek ki İtalya’da futbol galibiyete ve paraya dayanıyor.”

    Finaldeki İlk Türk

    Can Bartu izninin sona ermesinin ardından İtalya’ya döndü. Sezonun bitimine kadar 6 maçta daha takımda yer aldı. 1961-1962 sezonunda toplamda 14 maçta forma şansı bulmuştu. Fiorentina sezonu şampiyon Milan ve İnter’in ardından 3.sırada tamamlamıştı. Fiorentina’nın Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda 10 Mayıs 1962 yılında Atletico Madrid ile yaptığı final maçı ise bir Türk sporcunun uluslararası bir futbol organizasyonunun finalinde ilk kez forma giydiği maç olarak tarihe geçti. Fiorentina’nın 3-0 kaybettiği maçta Can Bartu ilk 11’de sahaya çıkmıştı.

    Venezia : “Forsa Turco”

    Kupa finalinin ardından 1963 sezonu öncesinde Can Bartu, Fiorentina tarafından satış listesine konuldu. Hem kulübü hem de kendisi, bu durumun sergilediği performans ile ilgili olmadığını, aksine maddi sebeplerden kaynaklandığını kamuoyuna açıkladılar. Venezia kendisi ile ciddi şekilde ilgileniyordu. 1962’nin Haziran ayı iki kulüp arasında Can Bartu’nun transferi için sıkı pazarlıklar yapıldı. Sonuçta kiralama konusunda anlaşıldı. Venezia, Can’dan vazgeçmeye hiç de niyetli değildi. Böylece Can, Temmuz ayı başında resmen Venezia’ya kiralandı.

    Floransa’dan önce Yunanistan’ın Pire şehrindeki abisini ziyarete eden Can, oradan yeni takımı ile birlikte mücadele vereceği Venedik şehrine gitti. Venezia forması ile ilk maçına Catania karşısında çıkan Can Bartu, bu özel maçta 1 gol ve 1 asistlik performansı ile dikkat çekti. Maç sonunda taraftarların kendisi için yaptığı “Forsa Turco” panosunun önünde çocuk taraftarlar ile çektirdiği fotoğraf basında yer aldı. İtalya’daki ikinci yılını yaşayan Can Bartu, 26 Nisan 1962’de bir süredir nişanlı olduğu Oya Sart ile evlendi. İstanbul’da gerçekleşen düğüne spor camiası büyük ilgi gösterdi.

    Venezia İtalyan liginde başarısız bir sezon geçiriyordu. Bir ara adı Juventus ile anılan Can Bartu, antrenörü Quario tarafından “Şahsi oynayan bir oyuncu” olarak değerlendirilse de bu durumun aralarında bir sorun oluşturmadığı da basına yansıdı. Antrenörüne göre Can, “Fakir Venezia’nın yegane serveti” idi. Ancak beklenen olmadı ve kötü geçen sezon Venezia’nın küme düşmesi ile sonuçlandı. Kiralık olarak sözleşmesi biten Can Bartu ise Fiorentina’ya döndü. Venezia’da 30 maçta forma giymiş ve 8 gol kaydetmişti.

    Can Bartu Venezia formasıyla

    Kötü Sezon – İyi Şöhret

    1964 yılı Can Bartu’nun kariyerinin en kötü sezonu olarak tarihe geçti desek yanlış olmaz. Bu sene Can, Fiorentina forması ile sadece 10 maça çıkmış ve hiç gol kaydedememişti. Omuzundaki sakatlık nüksediyor, bu da futboluna olumsuz etki ediyordu. Buna rağmen İtalya’daki şöhretinden bir şey kaybetmedi. 28. yaş günü için binlerce mektup aldı. Giyim tarzı ve yakışıklılığı ile ilgi odağı olmaya devam ediyordu. Bu dönemde ülkede yayınlanan dergilerde yer aldı.

    Fiorentina 1963-1964 sezonunu 4.bitirmiş, mali kriz kulübün kapısını çalmıştı. Yönetim, şöhretli Türk oyuncusunu tekrar satış listesine koymaktan başka çare bulamadı. Can Bartu’nun yeni takımı Roma şehrinin Lazio takımı olacaktı.

    Fenerbahçe – MTK

    Can Bartu Fiorentina’da kötü bir sezon geçirirken İstanbul’da Fenerbahçe takımı için işler iyi gidiyordu. 1964’ün Mart ayına gelene kadar takım ligde oynadığı 25 maç’ta sadece 2 mağlubiyet ve 7 beraberlik almış, Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda ise ilk iki turu geçerek Macaristan’ın MTK takımının çeyrek finaldeki rakibi olmuştu. İlk maçı Budapeşte’de 2-0 kaybetmesine rağmen ikinci maçta rakibine 3-1’lik üstünlük sağlayan Fenerbahçe, dönemin statüsü turu geçen tarafın belirleneceği 3.maç için Roma’ya gitti.

    Roma’da oynanan 3.maçı izleyenler arasında eski takımına destek vermek için stadyuma gelen Can Bartu da vardı. Fenerbahçe MTK maçı 18 Mart 1964’te oynandı. Maç boyu dengeyi bozmaya çalışan iki takımdan başarılı olan taraf MTK oldu. Bitime 4 dakika kala Fenerbahçe kalesine giden şut ile Fenerbahçe’nin Avrupa macerası sona erdi. Maç sonunda eski takım arkadaşlarını teselli eden Can Bartu, en az onlar kadar üzgündü.

    “Yarım Kalmış Duygular”

    Can Bartu İtalya’nın başkentinde top oynamaya başladığında Patricia Carli ise aynı ülkenin bir başka kıyı kentinde yapılan yarışmayı kazanan şarkının sahibi olarak Avrupa’nın tanınan müzisyenlerinden biri olduğunu kanıtlıyordu. Henüz 16 yaşındaki Gigliola Cinquetti’nin seslendirdiği “Non ho l’eta” şarkısı 1964 Sanremo Müzik Festivali’nin birincisi olmakla kalmıyor, aynı yıl Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da yapılan 9.Eurovision Şarkı Yarışması’nda İtalya’ya birinciliği getiriyordu.

    Patricia Carli’nin bu yarışmadan sonra zirveye ulaşan popülaritesi Türk gazetelerinin de dikkatini çekti. Yazının başında sözünü ettiğim “Demain Tu Te Maries” şarkısı Türkiye’de en çok dinlenen yabancı şarkılar listesinde 4.sırada yer buldu. Sanatçı hakkında Cumhuriyet Gazetesi’nde bir haber yapan Sadun Cenk, şöyle diyordu:

    “Bugün Avrupalı müzisyenlerin adını dillerinden düşürmedikleri bu genç kızın bundan 3 yıl önce İstanbul’un bir lokalinde karın tokluğuna çalıştığını bilir misiniz?

    En büyük konser afişinden satış rekorları kıran plaklara en lüks gazinolardan neonlu ilanlarına kadar Fransa’da her yerde adına rastlanılan bu kadın, başarısını bir tek sebebe bağlıyor: “Yarım bırakılmış duygulara”

    Popülaritesinin artması ile dönemin yabancı şarkılara Türkçe aranjmanlar yapan müzik insanları Sezen Cumhur Önal ve Fecri Ebcioğlu’nun Patricia’nın şarkılarını Türkçe’ye uyarlamak konusundaki rekabetleri de başlamış oldu. 1964 Tarihli “Les Mal Aimes” şarkısı, her iki müzik insanı tarafından Türkçe’ye uyarlandı. Bunlardan biri “Özlerim İstanbul’u” adındaki Sezen Cumhur Önal şarkısıydı ve Patricia’nın kendisi tarafından seslendirilmişti. Fecri Ebcioğlu’nun uyarlaması ise Ajda Pekkan tarafından “İlkokulda Tanışmıştık” adıyla seslendirildi. Kısacası artık Patricia Carli, Türk müzikseverlerinin tanıdığı bir isimdi.

    1964 Sanremo Müzik Festivali Birincilik Ödülü’nü kazanan Patricia Carli

    Milli Forma ile İlk Gol

    Can Bartu’nun 1956 yılında Polonya maçı ile başlayıp 1969 yılındaki Sovyetler Birliği maçına kadar süren 28 müsabakalık milli takım macerasında, İtalya’da top koşturduğu yıllara denk gelen 3 maç vardır. Bunlardan ilki 1 Kasım 1964’te Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan Tunus maçıydı. Türkiye’nin 4-1’lik galibiyetinin 3. Golünü atan Can için bu golün özelliği milli forma altında attığı ilk gol olmasıydı. Bu maç öncesinde Türkiye Futbol Federasyonu, Lazio yönetiminden izin alarak Can’ı Ankara’ya getirtmişti. Diğer iki maç ise Ali Sami Yen Stadyumu’nun açılışının yapıldığı Bulgaristan ve Türkiye’nin 1-0 yenildiği Portekiz maçlarıydı. Golsüz berabere biten Bulgaristan maçı, aynı zamanda tribünlerde çıkan arbede sebebiyle çokça kişinin yaralanması ile tarihe geçecekti.

    Can Bartu’nun Milli Takımdaki İlk Golü

    Roma’da Can Haftası, İstanbul’da Patricia Rüzgarı

    Milli maçlardan sonra Lazio takımına katılan Can Bartu, İtalya’daki kariyerinin en güzel günlerini yaşamaya başladı. Ligde küme düşme potasında yer alan Lazio takımı ile ilk 11’de sahaya çıktığı üç maçta 2 gol atan Can Bartu, 25 Ocak 1965’te Genoa’ya attığı golü, “Hayatımın en güzel golü” diye nitelendirmişti. Bu maçlarda aldığı sonuçlarla Lazio takımı ligde orta sıralara çıkıyor, güvenli bölgeye yerleşiyordu.

    Bu günlerde Can Bartu için Turizm ve Tanıtma Bakanlığı Roma Bürosu’nda “Can Haftası” düzenleniyor, bir hafta fotoğraflarının yer aldığı bir serginin açılışı yapılıyor, böylece Can Bartu Türkiye’nin sadece futbol değil aynı zamanda turizm elçisi de oluyordu. Lazio – Milan maçında çektiği şut gazetelere haber oluyor, değerinin 2 milyon liraya yükseldiği haberleri spor sayfalarının manşetini süslüyordu. Kendisi hakkında yapılan değerlendirmelerin ortak noktası: “İtalya’nın en teknik oyuncusu” olmasıydı.

    Şarkılarının tanınmaya başlamasıyla popüler olan Patricia bu günlerde İstanbul’a geldi. Havalimanında hayranları ve gazeteciler tarafından karşılanan sanatçının şehirde katıldığı etkinliklerden en önemlisi Robert Kolej’de verdiği konser oldu. Konserin haberi gazetelere “Patricia Carli Kolejlileri ağlattı” şeklinde yansıdı.

    Tek Maçlık Fenerbahçe Forması

    Lazio 1964-1965 sezonunun son haftasında Mantova’yı yenerek ligden düşmekten kurtulmuş, Can Bartu için alışılageldiği üzere transfer dedikoduları da başlamıştı. Eşi ve kızı ile tatilini geçirmek için İstanbul’a dönen Can Bartu, gazetecilere verdiği röportajda konunun belirsizliği ile ilgili şu ifadeleri kullanmıştı:  “İtalya’da transfer Türkiye’dekine benzemiyor. Şu anda hangi kulüpte futbol oynayacağımı ne Lazio ne de Fiorentina idarecileri biliyor. Bende bunu İtalyan gazetelerinden öğreneceğim”

    Can Bartu, tatilini geçirdiği süre içerisinde Fenerbahçe’den takım arkadaşı “Mehmetçik” Basri Dirimlili’nin jübilesinde forma giymiş, 3 Temmuz 1965’te oynanan maçta “Şöhretler Karması”nın karşısına Fenerbahçe forması ile çıkmıştı.

    Sakatlık

    1965-1966 sezonunda yeniden Lazio forması giymesi kesinleşen Can Bartu, takıma yapılan takviyelerden dolayı kendini daha fazla göstermek durumundaydı. İtalya’ya döndükten sonra gazetelerin değerlendirmelerinde yer almaya başladı. Corrierra Della Sport, onu ligin en iyi 3.sağ açığı olarak lanse etti. Takımın ilk 11’inin değişmez oyuncusu olmuştu.

    Bologna’ya attığı gol, takımının 1 puan almasını sağlamıştı. Ancak Lazio’nun Cagliari’ye 3-0 yenildiği maçta lif kopması nedeniyle yaşadığı sakatlık, bir anlamda İtalya kariyerinin sonunun başlangıcı oldu. Bu sakatlık dolayısıyla hem o hem takım istikrarını kaybetti. Ligde forma giydiği  24 maçta sadece 2 gol kaydedebilmişti. Lazio ise tıpkı geçen sezon gibi ligi, alt sıralarda sayılabilecek 13.sırada tamamlamıştı.

    Lazio 1965-1966 Sezonu

    “Ne Olur Beni Oynatın”

    Lazio 1966-1967 sezonuna adeta kaldığı yerden devam ederek başladı. Antrenör Mannocci ilk 11’de Can’a yer vermiyordu. Takım ligin açılış maçında Fiorentina’ya 5-1 yenilince taraftarlar ilk 11’e giremeyen oyuncuların isimlerini bağırmaya başladılar. Bunlardan biri de Can Bartu’ydu. İlk 8 haftada alınan 5 mağlubiyet ve 2 beraberlik sonrasında Lazio yönetimi Mannocci ile yollarını ayırdı. Artık Lazio’nun yeni antrenörü Maino Nerri’ydi.

    Nerri, gazetelere verdiği beyanatta takımı Can’ın üzerine kurduğunu ancak sakatlığının planlarını bozduğunu söyledi. Geçen seneden beri ara ara nükseden sakatlığı artık psikolojisini de bozmaya başlamıştı. 1966 Aralık ayında 3 maç forma giydiği günlerde kendisini uzun süredir takip eden Kızılyıldız Antrenörü Miliç bu günlerde Gazeteci Reha Erus’a verdiği röportajda şunları söyledi:

    “Can 6 sene önce Türkiye’de izlediğimde daha hızlıydı. Ancak şimdi oyunu oturmuş vücut çalımları bir harika. O futbolun şairidir. Can bugün İtalya’nın en klas futbolcusu hüviyetini taşımaktadır. Fakat Can’ın “kendini kontrol etme hissi” İtalyan ligi için yeterli değildir. İtalyan ligi çok çekişmeli geçer. Vurucu ve kırıcıdır. Halk bugün seni alkışlar yarın kötü oynarsan ıslıklar. İşte Can buna dayanamıyor”

    Miliç’in de ifade ettiği, İtalya kariyeri boyunca başına dert olan, bu uyum sorunu sakatlığı ile birleşince 1967 yılının ilk günü kadro dışı kaldığı kendisine bildirildi. Türkiye’ye geri döneceğine ilişkin dedikodular da tam bugünlerde ortaya çıktı. Hem İtalyan hem de Türk gazetelerinde yer alan bu yönde haberlere karşı Can Bartu’nun cevabı ise kesindi.“Türkiye’ye dönmek diye bir şey söz konusu olamaz. İki yıl daha İtalya’da kalmayı düşünüyorum. Zaten yurduma oyuncu olarak değil ancak antrenör olarak dönebilirim”

    Kadro dışı kaldığı günler Can Bartu’nun İtalya kariyerinin en zor günleri oldu. Üç aya yaklaşan bu sürecin sonunda deyim yerindeyse isyan etti. Gazetelerde “Ne olur beni Milan’a karşı oynatın” başlığı ile çıkan haberde Can’ın şu sözlerine yer veriliyordu:

    “Topun şeklini unuttum. Yeter ki oynayayım. Bacağımda müthiş bir ağrı vardı. Onun için koşamıyordum. Bu yüzden kadro dışı kaldım. Ben bir futbol aşığıyım, futbol oynamadığım zaman kötü oluyorum”

    Can Bartu’nun bu içten isyanı karşılık buldu. Lazio takımının kaderini belirleyecek Milan ve Roma maçlarında sahaya çıkan 11’lerde Can da yer alıyordu. İki maçı da yenilmeden bitiren Lazio takımı küme düşme potasına girmiyor, Can ise bu iki maçın İtalya kariyerindeki son maçlar olduğunu bilmiyordu. 5 Mart 1967 tarihindeki Roma maçı Can’ın son kez Lazio forması giydiği maç olarak tarihe geçiyordu.

    Fenerbahçe Can’ı Getiriyor

    Fenerbahçe’nin Can Bartu’yu transfer etmek için harekete geçtiği haberleri Nisan ayında gazetelerde yer almaya başladı. Mayıs ayına gelindiğinde ise Fikret Arıcan’ın Can’ı getirmek için İtalya’ya seyahat hazırlığına başladığı dile getirildi. İtalya’da mutsuz olan Can’ın Fenerbahçe’ye dönüşü ise Başkan Faruk Ilgaz’ın olaya bizzat el koymasıyla mümkün olacaktı. 20 Mayıs 1967’de Roma’ya uçan Ilgaz, uzun süren pazarlık sürecinin ardından Lazio’lu yöneticileri ikna edecek ve Can Bartu 144.000 lira transfer bedeli karşılığında yeniden yuvasına dönecekti.

    Can, Türkiye’ye dönerken Patricia’nın İstanbul’u ziyaretleri her yıl tekrarlanan bir etkinlik halini almıştı. Sanatçı 1966 ve 1967 yılında gerçekleştirdiği ziyaretlerde konserler vermiş, şarkıları ise en çok dinlenenler listesinde yerini korumuştu.

    Samanyolu

    Patricia, Türkiye’de kendisine gösterilen ilgiyi, “Samanyolu” şarkısını dünyaya tanıtarak karşılıksız bırakmadı. Sözleri Teoman Alpay’a, bestesi Metin Bükey’e ait olan ve Berkant’ın seslendirdiği şarkı 1968 yılında çıkmış ve 100.000’lik satış rakamıyla Türkiye’nin ilk altın plağını kazanmıştı. Patricia, yazdığı Fransızca sözlerle bu şarkının tüm dünyaya yayılmasını sağladı. “Oh Lady Mary” adıyla dünyaya yayılan şarkı bir çok ünlü sanatçının repertuarına girdi. Fenerbahçe futbol takımının tam 5 kupa kazandığı 1968 yılında piyasaya çıkmış olan “Samanyolu” günümüzde bile tribünlerde söylenmekte ve bir takıma ithaf edilen en özel şarkı olma özelliğini taşımaktadır.

    1968 Patricia’nın Türkiye’deki en verimli yılı oldu. Uluslararası İzmir Fuarı’nın konuklarından biri olan sanatçı bu yıl sırasıyla “Seni Andıkça” ve “Bir Gün Sana Döneceğim” adlı şarkıları yayınladı.

    Sezen Cumhur Önal imzalı bu şarkılardan sonra Fecri Ebcioğlu’nun “Que C’est Triste” adlı şarkıya yaptığı aranjman piyasaya çıktı. “Üç Kalp” adıyla yayınlanan ve günümüzde hala bilinen şarkıyı bir çok sanatçı seslendirdi. Bu şarkının bilinilirliği bir anlamda Sezen Cumhur Önal – Fecri Ebcioğlu rekabetinin galibini de belirledi. Kazanan Fenerbahçeli Fecri Ebcioğlu’ydu.

    “Can Büyüktü”

    Fenerbahçe’ye döndükten sonra ilk birkaç ay, uzun süredir futbol oynamadığı için takımdan uzak kalan Can Bartu, sonraki günlerde takımdaki yerini aldı. Forma giydiği 3 sezon boyunca Fenerbahçe takımı ile 46 maça çıktı. İki lig şampiyonluğunun ve Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Manchester City zaferinin önemli bir parçası oldu.

    Kendisi gibi yurtdışında kariyer yapan Galatasaray’ın efsane futbolcusu Metin Oktay’ın 1969 yılındaki jübile maçında Fenerbahçe Kaptanı olarak sahaya çıktı. Metin Oktay ile forma değiştirdikleri an, Türk futbol tarihinin en önemli anlarından biri olarak ölümsüzleşti. 6 Eylül 1970 yılında oynanan Beşiktaş maçı ile jübile yaptı. İtalyanlar onu ülkelerine son 15 yılda gelen en iyi 3 yabancıdan biri olarak nitelendirdiler. Jübilesinin ardından “Baba Gündüz” lakaplı Gündüz Kılıç’ın Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazdıkları ise Can Bartu ile ile ilgili çok şeyi özetliyordu.

    “Can büyüktü… İstanbul’da da, Floransa’da da, Roma’da da fakat o’nun ne kadar büyük olduğunu tam anlamıyla ne biz, ne onlar, ne de kendisi anlayabildi galiba.. Can sanki bir kabuk içinde yaşıyordu zira.. Diyelim ki bir türlü açılıp içindeki inciyi etrafa iyice göstermeyen bir istiridye kabuğu… Belki de zor, özlemli geçen bir çocukluk devresi yüzünden, insanlara güvensizlikten onlardan korunmak için ister istemez sığınmıştı oraya. Zerre kadar çaba da göstermiyordu bu kabuktan sıyrılmaya. Aksine onun içinde kendini emniyette bulup astar üstüne astar, yaldız üstüne yaldız vuruyordu kabuğuna. Rakiplerini gülünç hale sokan şâhâne fakat pek müstehzi çalımlar atıyordu. Ünlü Hamrin’e: «Bu klâsınla hem ihya edebilirsin. Ne olur bana yardım et.» dedirtip yalvartıyordu. İtalyan basınına «Can mı? Rivera mı?» diye sordurtuyor. Bütün bunlar onca kabuğunu büsbütün sağlamlaştırmaktı. Fakat bence bu bunalım içinde Can olduğu gibi ortaya çıkıp da oynayabileceği o daha büyük futbolu içtenlikle ve devamlı olarak oynamadı bir türlü. Kısaca Can kabuğunun içindeki değer biçilmez inciyi tam olarak bizlere göstermeden futbolumuzdan kopup gidiyor işte.. Ama ne dersek diyelim, gene de çok büyüktür Can. Futbolumuzun ölümsüzleri arasında daima anılacaktır Can. Eğer ileri geri lâf ettiysek bağışla. Bu muhteşem futboluna doyamayışımızdandır Can”

    Sessiz Gemi

    Patricia Carli 1968-1969 yıllarında yarattığı şarkılardan sonra 3,5 yıl sessiz kaldı. Bu sessizliğin sonunda ise Türk müziğinin bir başka efsane şarkısının ortaya çıkmasına aracılık etti. “Sans toi je suis seul” adlı bestesi 1975 yılında Şair Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiiri ile birleşerek hayatlarımıza girdi. Hümeyra’nın sesi ile de günümüze kadar ulaştı.

    Ve… “Canım”

    Türkiye’de,
    “Ma Cherie” bu şekilde söyleniyor.
    Bu kelimeyi sen bana öğretmiştin.
    Güler,
    şarkı söyler,
    hiçbir şeyi önemsemez,
    eğlenirdik.
    Ben, mutsuz bir artist,
    senin yanında
    kederlerimi unuturdum.
    Canım…
    Sen aşkı
    dostlukla iyileştirmek istedin.
    O artist, o bencil kadın
    unutamadı işte gördüğün gibi.
    Benim için geleceğini biliyordun.
    Sen sakin, sen uysal…
    Sevilmek umuduyla sevmedin beni
    Canım…
    Günler su gibi geçtiğinden beri
    kendimi tekrar
    senin yanında buldum.
    Ya sen, sen ne alemdesin?
    Kendimi seni düşünürken buluyorum.
    Evlendin mi? Hayatında herşey yolunda mı?
    O da sana
    “Canım” diyor mu?
    Canım…
    Bir daha bana hiç canım denmedi.
    Ben bugün seni de “canım”ı da çok özlüyorum.

    Mutlu Son

    Patricia Carli 1970 yılı itibariyle şarkı söylemeyi bırakarak kariyerine söz yazarı olarak devam etti.  Bir çok ünlü Fransız sanatçıya söz yazdı. Türkiye’ye en son ziyareti 1976 yılında oldu. Uzun bir aranın ardından, 1978’de yaptığı “L’Homme De La Plage” albümü ile müzik piyasasına dönmeyi denedi. 1982’de yayınlanan “La Balladine” ise onun son albümü oldu. Patricia Carli şu an 83 yaşındadır ve Fransa’da yaşamaktadır.

    Patricia Carli, eşi ile birlikte İstanbul’da – 1976

    “Canım” şarkısına, Can Bartu’nun 2019 yılındaki ölümünün ardından, yayınlandığı platformlarda yapılan yorumlarda, şarkının Can Bartu’ya ithafen yazıldığı söyleniyordu. Can Bartu hayattayken yanında olan, eşinin ilk evliliğinden olan kızı Gülfer Arığ ile iletişimim bu iddiayı doğrulatmak için gerçekleşti. Büyük bir zerafet örneği göstererek sorumu cevaplayan Arığ, “Can Bartu’nun bu şarkının kendisi için yazıldığını kabul ettiğini ancak detay vermediğini” söyledi. Gündüz Kılıç’ın deyimiyle “bir kabuk içinde yaşayan Can”dan gelen bu bilgi benim için hikayenin yazılmasına yeterli bir sebepti.

    Can Bartu ile Patricia Carli’nin hayatlarının ne zaman kesiştiğini bilmiyoruz. Konuya ilgi duyan birisi Fransa’da Patricia Carli ile konuşmadan da öğrenemeyeceğiz. Aslında bu bilinmezlik hikayeyi özel kılıyor. İlk evliliğini 1962 yılında yapan ve 1976’ya kadar devam ettiren Can Bartu’nun, Patricia ile ilişkisini, aslında en iyi sanatçının kendisi tarif ediyor: “Yarım kalmış duygular”

    Bütün hikayeyi bu bilinmezliğin sihrini bozmadan yazmaya çalışıp, kapalı olan defterin sayfalarını aralamak istemememin sebebi de bu. Bu sebep ki aynı zamanda hikayeyi şarkılarla süslememin de nedeni. Umuyorum ki; iki kişinin ayrı ayrı hikayelerinin birleştiği bu satırlardan, şarkıların eşliğinde, herkes kendi istediği masalı yaratır.

    Patricia’nınkini bilemesek de Can’ın 2 sene önce sona eren hayat hikayesinin mutlu bittiğine eminiz. İkinci evliliğini 2003 yılında yapan ve bu beraberliği tam 16 yıl boyunca sürdüren; yeni doğan çocuklara bugün bile “Bartu” isminin verilmesine sebep olan, milyonlarca insan tarafından tanınan, kendi deyimiyle “Fenerbahçe marşında adının geçmesinin ne demek” olduğunu bilen bir insanın hayat hikayesi mutlu sonla bitmemiş olabilir mi?

    Barış KENAROĞLU / Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Balkan Şampiyonu Fenerbahçe

    Balkan Şampiyonu Fenerbahçe

    30 Mayıs 1968’de büyük bir zafere imza attık… Balkan Şampiyonu Fenerbahçe, futbolda Türkiye’ye uluslararası bir şampiyonluk getiren ilk kulüp oldu. Tapfereritter yazıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Balkan Kupası Geliyor

    1955-56 sezonunda start almıştı Avrupa Kupaları. O sezon ilk kez düzenlenen Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası ve Fuar Şehirleri Kupası’nı (1971’de UEFA Kupası’na evrilecekti) 1960-61 sezonunda Avrupa Kupa Galipleri Kupası izlemiş; Avrupa kıtasının “duvar”lar ve “demir perde”lerle bölündüğü 1945 sonrası “Soğuk Savaş” yıllarında toplumlararası ilişkilere kısmen nefes aldıran bir heyecan başlamıştı. 

    Sonraları çok uzun yıllar Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanlığı yapacak olan sarı-lacivertli yönetici Faruk Ilgaz’ın öncülüğünü yaptığı Balkan Kupası; bloklara ayrılmış Balkan coğrafyasına yeni bir kültürel etkileşim alanı açacaktı. 1960’lara girildiğinde üç parçaydı Balkanlar: 1952 yılında elele NATO’ya giren Türkiye ve Yunanistan, 1955’te kurulan Varşova Paktı’nın kurucu üyeleri Bulgaristan ve Romanya, sosyalist yönetimlere sahip olmalarına rağmen Varşova Paktı dışında konumlanan Yugoslavya ve (kurucu üyelerden olmasına rağmen 1960’a doğru Pakt’tan hızla uzaklaşan) Arnavutluk. 

    Avrupa, bu tür bölgesel şampiyonaların yabancısı değildi. Nitekim, Orta Avrupa kulüpleri de iki Dünya Savaşı arasındaki dönemde (1919-1939) Mitropa Kupası adı altında kozlarını paylaşmışlardı (1927-1939). Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nın doğduğu 1955 yılında Mitropa Kupası da lig ikincilerini kapsayacak şekilde canlandırıldı. Kıtanın diğer ucunda ise Fransız, İspanyol, İtalyan ve Portekiz kulüpleri arasında 1949’dan beri Latin Kupası oynanıyordu bile.

    Sadece Fenerbahçe

    1960-61 sezonunda ilk kez oynanan Balkan Kupası’na basında sıklıkla “Balkan İkincileri Kupası” şeklinde atıfta bulunulmasının da 1955 sonrasındaki Mitropa Kupası gibi bir mantığı vardı. Lig ve Kupa şampiyonları Avrupa Kupalarına gidiyor, Lig ikincisi onca emeğe rağmen resmî dış temastan mahrum kalıyordu. Bu nedenle Balkan Kupası’nın statüsü de “Avrupa Kupalarına katılamayan en başarılı takım”ı gözetecek şekilde hazırlandı. 1960-61’de Fenerbahçe, 1961-63’te Fenerbahçe ve Galatasaray, 1963-64 ve 1964-66’da Beşiktaş ve 1966-67’de Fenerbahçe katılmıştı Balkan Kupası’na. 

    Katılımcılardan Beşiktaş ve Galatasaray pek bir varlık gösterememiş, buna karşılık Fenerbahçe 1960-61’de şampiyonluğun eşiğinden dönmüştü. Önce AEK deplasmanında, ardından İstanbul’daki maçta Steagul Roşu (Kızılbayrak) Braşov’a karşı öne geçmesine rağmen birer puana razı olan Fenerbahçe (maç fazlasıyla) lider gittiği Braşov deplasmanından puan çıkaramayınca ümidini yitirmişti. 

    Ancak 1966-67 sezonunda (daha sonradan Eskişehirspor’e altın dönemini yaşatacak olan) Teknik Direktör Abdullah Gegiç’in çalıştırdığı Sarı Kanaryalar grubunda Arnavut Partizani Tirana, Bulgar Çernomore Varna ve Romen UTA Arad’ı geride bırakarak final oynamaya hak kazandı. Diğer finalist ise grubunda Bulgar Lokomotif Sofya, Romen Farul Köstence ve Yugoslav Vardar’ı geride bırakan Yunan AEK Atina idi (o sezon Balkan Kupası şimdiki Şampiyonlar Ligi’nin ilk formatı gibi oynanmıştı). 

    AEK, Türk futboluna uzak bir kulüp değildi; zira 1924 yılında İstanbul’dan göçen Rumlar tarafından kurulmuş ve Türkiye’den gelen futbolcular da formasını giymişti. Örneğin efsanemiz Lefter Küçükandoniadis de 1964-65’te sakatlanana kadar beş maç sarı-siyahlı formayı sırtına geçirmişti.

    Kupadan Önce Kura

    Fikstür sıkışıklığı nedeniyle 1967-68 sezonunda sarkan Kupa’da Fenerbahçe 11 Ekim 1967’de Atina’da finalin ilk ayağında AEK karşısına çıkarken başında artık ünlü Macar antrenör Ignac Molnar vardı (AEK’da da bir başka Macar antrenör Gene Çaknadi). 3 gün önce Türkiye Ligi’nde Galatasaray karşısında aldığı 2-0’lık galibiyetin moraliyle sahaya çıkan Fenerbahçe, 11 Ekim 1967’deki bu ilk maçı 2-1 kaybetmişti. 61 kez Yunan milli ve iki kez gol kralı Dimitrios “Mimis”  Papayannu’nun frikik golüne Ercan Aktuna karşılık vermiş, ancak ilk yarının bitimine üç dakika kala (1955-58 arasında Beyoğluspor ve Beşiktaş’ta da forma giymiş) Alekos Sofyanidis’in penaltısı skoru tayin etmişti.

    26 Ekim’de İstanbul’da oynanan rövanşta şampiyon olacak takıma kupasını vermek üzere FİFA Başkanı İngiliz Stanley Rous da şeref tribününde yerini almıştı. Fenerbahçe maçı Ercan Aktuna’nın 45. dakikadaki penaltı golüyle 1-0 kazanmıştı. Ancak bu skor (deplasmanda atılan gol avantajı uygulanmadığından) kupayı kazanmasına yetmemiş, şampiyonluk üçüncü maça kalmıştı (Fenerbahçe 16, AEK 1 korner kullanmıştı). 

    “Kupayı” bu maçta kazanamayan Fenerbahçe “kurayı” kazanmıştı. FİFA Başkanı Rous’un uğurlu eli üçüncü maça evsahipliği yapacak takım olarak Fenerbahçe’yi seçmişti. Maçın tarihi 9 Kasım 1967 olarak belirlendi. Maç berabere biterse uzatılacak, eşitlik yine bozulmazsa kupa iki takım arasında paylaşılacaktı. 

    Ancak kader ağlarını örüyordu. Önce AEK kulübü 9 Kasım’a iki gün kala mazeret öne sürdü: Yunanistan’ın önceki günkü milli maçında oyuncuları sakatlandığından gelmek istemiyorlardı. 

    Gergin Siyasi İlişkiler

    17 Ocak 1968’e ertelenen maç da oynanamadı. Zira Türk-Yunan siyasi ilişkileri bir kez daha geriliyordu. 21 Nisan 1967’de Yunan ordusu içindeki bir cunta, bir askeri darbeyle yönetime el koyarak (1974’ta Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekatı sonucunda devrilecek) bir diktatörlük rejimi kurmuştu. Kıbrıs Barış Harekatından bir hafta sonra Türk futbolunun üç büyükleri arasında oynanan ve Fenerbahçe’nin şampiyonluğuyla biten Türk Silahlı Kuvvetlerine yardım amaçlı turnuva ise ayrı bir yazının konusudur.

    1967’de Yunanistan’daki Askerî Cunta, Kıbrıs’ı Yunanistan’la birleştirme (Enosis) hedefine ulaşmak için Keşan ve Dedeağaç görüşmelerinde Türkiye’yle pazarlığa kalkışmış, bundan sonuç alamayınca 15 Kasım’da Kıbrıs’ta Boğaziçi ve Geçitkale köylerine karşı saldırılar düzenlenmiş, bu saldırılara Yunan birlikleri de katılmıştı. Türkiye’nin Antlaşmalardan doğan müdahale hakkını kullanacağı yönündeki ihtarı üzerine bu buhran son bulmuş ve Yunanistan, BM gözetimi altında Ada’dan kuvvetlerini çekmek zorunda kalmıştı. 

    1968 yılında diplomasiye yeniden şans verilirken, futbolda da ortam yumuşamaya başladı. Hatta Balkan Kupası’nda yine Fenerbahçe ile Gençlerbirliği’nin ülkemizi temsil ettikleri 1967-68 sezonu maçları da 1968 Şubat’ında (daha bir önceki sezonun şampiyonu belli olmadan) oynanmaya başlamıştı. Ve hatta, Fenerbahçe ile AEK bu defa aynı gruba düşmüş ve 3 Nisan’da Atina’da oynanan maçı 3-1 AEK kazanmıştı. İstanbul’daki rövanşı ise Fenerbahçe 3-0’la kazanacaktı. 1966-67 sezonunun finalinin ise nihayet 30 Mayıs 1968’de oynanması kararlaştırıldı. 

    Maçın oynandığı tarih itibarıyla Fenerbahçe Ligi şampiyon kapatmış ve 14. Türkiye şampiyonluğuna ulaşmıştı. Bu sonuçla üçüncü kez düzenlenecek olan Cumhurbaşkanlığı Kupası’nda ilk kez oynamaya da hak kazanmıştı. Türkiye Kupası’nda ise yarı finale yükselmişti sarı-lacivertliler. Yunan Ligi’nde lider AEK ise 10 Haziran’da resmen şampiyonluğunu ilan edecekti.

    Kampa Giriyoruz

    Fenerbahçe maç için Moda’da kampa girerken, Yunan futbolcular da Topkapı Sarayı’nı gezmişlerdi. Bulgar Todor Bekirov’un yönettiği İnönü Stadı’ndaki gece maçına Fenerbahçe Yavuz Şimşek, Şükrü Birand, Levent Engineri, Selim Soydan, Ercan Aktuna,  Yılmaz Şen, Ogün Altıparmak, Nedim Doğan, Abdullah Çevrim, Ziya Şengül, Yaşar Yiğit onbiriyle çıktı. İki yıldız Can Bartu ve Şeref Has sakatlıkları nedeniyle kadroda değillerdi.

    5 gün önce Ligde şampiyonluk turunu atan Fenerbahçe’nin hızına Yunanistan şampiyonu maç boyunca yetişemedi. Daha 2. dakikada Selim Soydan’ın serbest vuruşunu kafayla Manyateas’ın koruduğu kaleye gönderen Ogün Altıparmak gol perdesini açan isimdi. 31. dakikada ise kendine yapılan faulün atışını kullanan yine Selim Soydan’dı. Adeta uçarak topu kafayla filelere “gömen” ise Yılmaz Şen. İlk yarı 2-0 Fenerbahçe’nin üstünlüğüyle biterken AEK 45 dakika boyunca Fenerbahçe kalecisi Yavuz Şimşek’e ulaşan bir akın yapamamıştı. 

    İkinci yarı AEK kalesine geçen Serafidis ise 69. dakikada Fenerbahçe’nin o sezonki en güzel golünü yedi. Selim Soydan’ın pasını, durduğu yerde sağ ayağıyla havalandıran Ogün Altıparmak sol ayağıyla patlattığı şutla Yunan kalesini bir kez daha düşürmüştü: 3-0. Maçın gerisinde ise oyunu rölantiye alan Fenerbahçe ve bu durumdan istifade ederek tek golünü atan AEK’i izledi İstanbul seyircisi. 

    Efsanevi Sezon

    Bu sadece o sezonun ikinci kupasıydı. 23 Haziran’da Türkiye Kupası’nı, 28 Haziran’da da Cevdet Sunay’ın elinden Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazanan Fenerbahçe bir sezonda dört kupa kazanarak benzersiz bir başarı yakalamıştı. Müteakip sezonda da Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda “Dünya şampiyonlarının şampiyonu” Manchester City’yi eleyerek zaferlerle dolu yürüyüşünü sürdürecekti. 

    Balkan Kupası ise, 1971’de UEFA Kupası’nın ihdas edilmesiyle önemini yitirmeye başladı. 1981’e kadar Avrupa Kupalarına kesintisiz katılan Fenerbahçe, 1968’den sonra bu kupaya iştirak etmedi (Beşiktaş 1972-73, Galatasaray ise 1990-91 sezonuna kadar katılmaya devam etti). Bu dönemde Balkan “ikincileri” yerine daha alt sıralardaki takımların, bir süre sonra ise İkinci Lig şampiyonlarının katılması ilgiyi bir hayli azalttı. 1991-92’de Sarıyer ve 1993-94’te Samsunspor da (bir önceki sezonun 2. Lig şampiyonuydu) bu kupayı müzelerine götürdüler. 1995’te UEFA Inter-Toto Kupası’nın ihdasından bir sezon önce de Balkan Kupası tarihe karıştı.

    Balkan Kupası bugün Fenerbahçe’nin müzesinde… Peki yıllar sonra bile mutluluktan tebessüm ettiren ne mi kaldı? 

    Maçın bitimiyle sahaya dolan binlerce Fenerbahçeli taraftarın görüntüleri..

    Balkan şampiyonluğu anısına bestesi Rüştü Demirci, güftesi Zeki Tükel’in, “Tükel Plakçılık”tan çıkan “Şampiyon Fenerbahçe” şarkısı ve plağı..

    Ve elbette, Fenerbahçe’nin Türkiye’ye uluslararası kupa kazandıran ilk kulüp olmasının gururu…

  • Wilhelm Kohlhammer : Der Deutsche Panzer von Fenerbahçe

    Wilhelm Kohlhammer : Der Deutsche Panzer von Fenerbahçe

    Im Herbst seines Lebens hatte Wilhelm eine Aufregung , was ihn wieder mal beschaeftigen sollte. Die Vereinbarung zwischen der Türkei und Deutschland in Oktober 1961 bez neue Arbeitskraftaufnahme hatte ihn sehr erfreut. Die Türken , mit denen er sehr gute Erinnerungen aus seiner Jugend hat , würden in sein Land, sogar in seine Stadt kommen. An die jenigen Türken, die nach Heidelberg kamen , hat er Gastfreundschaft gezeigt. Mit denen hat er über Fenerbahçe und die Meisterschaften,die er mit Fenerbahçe gewonnen hat , gesprochen. Die meisten haben ihn nicht verstanden. Sogar seine besten Freunde glaubten nicht mehr an ihn, die glaubten  dass er spinnt. Wilhelm hatte ja kein Photo , nicht mal eine Rosette . Falls es so wichtig ist , warum erinnerte sich Fenerbahçe nicht an ihn?  Dies enttauschte Wilhem nicht. Er verfolgte seine Mannschaft weiter aus der Ferne und versuchte mit Türken ,die er traf , über Fenerbahçe zu reden.

    Eines Tages hatte ihn ein junger Türkischer Ingenieur, die er in dem selbstgegründeten Heidelberg Hockey Club kennengelernt hat , genau zugehört. Sie haben zusammen über Fenerbahçe gesprochen , haben sich an die alten Tage erinnert. Der junge Ingenieur hat ihn die letzte Situation von Fenerbahçe erzaehlt. In den letzten zwei Jahren war Galatasaray Meister aber seit Wilhelm nach Deutschland zurückgekehrt war, hatte Fenerbahçe allesmögliche gewonnen. Fenerbahçe war die Mannschaft mit den meisten Meisterschaften.Vor 4 Jahren hatte Fenerbahçe sogar die weltbeste Mannschaft, Manchester City besiegt und alle hörten dann von Fenerbahçe. Jetzt nachdem der Transfer vom Stürmer Cemil auch erledigt wird,werde  niemand  mehr Fenerbahçe stoppen.

    Das Gespraech kam zu Ende aber der junge Ingenieur hat es nicht vergessen.Als er gegen Ende von 1972 für den Urlaub in die Türkei kam, hat er irgendwie den Weg gefunden , Fenerbahçe zu besuchen.An die jenigen die er im Klubgebaude getroffen hat, hat er von Wilhelm Kohlhammer erzaehlt und gesagt ,dass er irgend ein Photo,eine Rosette oder eine Fahne ihm mitbringen wil.

    Die Klubangehörigen haben sich sofort darum gekümmert.Alles mögliche wurde vorbereitet und auf die Bestaetigung des Praesidenten Faruk Ilgaz gewartet. In dem Moment haben zwei Journalisten, die damals 27 Jahre alt waren , Kemal Belgin und Atilla Gökçe , von dem Namen Wilhelm gehört.Diese Nachricht ging sofort an die Sportabteilng von der Zeitung Tercüman und bevor das Geschenkpaket nach Heidelberg abflog ,war schon das Auto von Doğan Pürsün und Erol Aydın, beide vom Deutschlandbüro der Zeitung Tercüman , vor dem Haus von Wilhelm Kohlhammer geparkt.Beide haben ihn umgefaehr nach 60 Jahren  für das Spiel Fenerbahçe gegen Galatasaray in Mithatpaşa Stadion eingeladen und los ging es sofort.

    Wilhelm Kohlhammer wurde in 6 September 1890 geboren und seine Geschichte in Istanbul begann gegen Ende von 1912. Eigentlich war in Heidelberg alles ok für ihn. Er hatte als 22 jaehriger mit SportClub Neuenheim 02 die Deutsche Rugbymeisterschaft gewonnen. In dem Sieg 13-6 in der Finale war er einer der besten Spieler auf dem Platz. Das war der erste von 9 Meisterschaften  und er ging somit in die Geschichte des Clubs als einer der unvergesslichen Spieler.Aber Lebensunterhalt war ja wichtiger und er hatte eine gute Stelle bei der Deutschen Bank gefunden und hatte sich auf den Weg gemacht nach Istanbul kurz vor dem 1.Weltkrieg.

    Bevor andere Filialen im Westen von Europa zu eröffnen hatte die Deutsche Bank damals die erste auslaendische Filiale in Istanbul im Jahre 1909 eröffnet. In den Tagen hatte die Deutsche Bank schon 250 Mitarbeiter in Istanbul und profitierte von der guten Beziehung zwischen den Ottomanischen und Deutschen Reichen. Die Finanzierung von mehreren Projekten und all die Kredite gingen durch diese Bank und der junge Wilhelm war als Fremdsprachenverantwortliche da.

    Laut Daten von der Bank wurde Wilhelm mehrmals befördert und hatte diverse Positionen aber er wollte vom Sport auch nicht entfernt bleiben. Er mag Rugby sehr aber in Istanbul gab es keine Möglichkeit dazu. Für Hockey war die Situation auch nicht viel anders. So wurde ihm nachgefragt ob er Fussball spielen würde. Der Kapitaen Galip reagierte schnell und gab dem grossen Mann sofort das Trikot von Fenerbahçe.

    Laut Clubinformationen war das erste Spiel von Fenerbahçe mit einer auslaendischen Manschaft am 23.Maerz 1913 gegen Neozeland. Wilhelm hat zum ersten Mal für Fenerbahçe bei dieser Begegnung gespielt. Damals war die Aufstellung 2-3-5 populaer und er hatte im dreier Mittelfeld zentral gespielt.Vielleicht hatte er im ersten Spiel nicht besonders überzeugt aber im weiteren Verlauf wurde Fenerbahçe immer staerker und er wurde einer der wichtigsten Spieler. Eigentlich war er der dritte auslaendische Spieler in der Geschichte von Fenerbahçe aber kontinuitaetsmaessig war er viel besser und deshalb wurde er immer als der erste auslaendische Spieler von Fenerbahçe erinnert.

    Zwischen 1913-1916 hat er bei 35 Spielen gespielt und hat dabei 5 Tore geschossen.Er hatte einen grossen Anteil bei den Meisterschaften 1913/14 und 1914/15. Ausserdem war er ein wichtiger Spieler bei dem ersten Sieg gegen Galatasaray in der Geschichte von Fenerbahçe.Bis dâhin hatte Fenerbahçe in 7 Spielen gegen Galatasaray nicht mal ein Tor erzielen können aber in dem Spiel gewannen sie mit 3 Toren von Hasan Kamil Sporel und einem Tor von Said Selahattin Cihanoglu 4-2.

    Er wurde in Istanbul ‘’Wihelm Efendi’’ gennant (er selber sagte in einem Interview,dass er als ‘’Efendi Hammerle’’ gennant wurde) und war eigentlich ganz zufrieden mit seinem Leben .Aber die Situation in Istanbul und in der ganzen Welt war damals nicht so gut.Der 1.Weltkrieg wurde immer staerker und für die Allianzstaaten sah es nicht so rosig aus. Deutsche Bank wurde kleiner und nach der Besetzung der Stadt war die Filiale in Istanbul letztenendes in 1918 zu.

    Kohlhammer wurde schon zum Militaer berufen in 1916 , war in vorderster Front als Leutnant.Nach einem Krieg mit sehr viel Verlusten kehrte er zu seinem Heimatland, hat aber nicht Fussball gespielt sondern wieder mit Rugby angefangen. Mit SportClub Neuenheim 02 wurde er Deutscher Rugbymeister in 1921. In seinen jugendlichen Jahren hatte Kohlhammer ein turbulentes Leben. Die 20er Jahre wurden damals ‘’Golden 20’s ‘’ gennant ,damals lebte er in Berlin in einer Wohnung, die öfters von wunderschönen Frauen besucht wurde. Als er zurück war in Heidelberg hat er ein Hockey Club gegründet und da gespielt bis er 58 Jahre alt war.

    So war seine Geschichte und nach 56 Jahren war ‘’Wilhelm Efedi’’ wieder in seiner Stadt Istanbul. Alles hatte sich natürlich veraendert. Die Fussballspiele waren nicht mehr auf Papazın Çayırı (Priester’s Wiese) sondern in Mithatpaşa Stadion. Bei einem Spiel gegen Galatasaray hatte er das Wiedersehen mit seiner alten Liebe Fenerbahçe. Ausserdem war der komplizierte Transfer von Stürmer Cemil erledigt. Er sollte zum ersten mal das Trikot von Fenerbahçe tragen. 45.000 waren im Stadion , mindestens 100.000 draussen.Wilhelm war erstaunt über diese Kulisse. Schon damals ,seinerzeit waren die Spiele Fenerbahçe gegen Galatasaray viel besucht aber das war schon was anders.Am Ende stand es 1-1 , Fenerbahçe war noch immer Tabellenführer.

    Am naechsten Tag hat er als erstes Karacaahmet Friedhof besucht.Er war vor einem Grabstein stehengeblieben.Seine Traenen flossen für den grossen Kapitaen Galip Kulaksızoğlu. ‘’Er war unser Kapitaen. Ich konnte es nicht mehr aushalten.Ich weine jetzt für ihn wie ein kleines Kind. Ich begrüsse meinen Kapitaen nochmals , vielleicht zum letzten Mal.’’ sagte er.

    ‘’Damals waren wir pure Amateure’’ sagte Wilhelm ‘’wir hatten alles für die Mannschaft gemacht’’.’’Wir hatten sogar unsere Teppiche zu Hause verkauft,um die Kosten zu bezahlen. Wir hatten keine Möglichkeit einen Camp zu beziehen . Ab und zu waren wir in der Wohnung von einer Teamkameraden und hatten vom selben Topf zusammengegessen. Das Geld um in das Schiff einzusteigen,hatten wir zusammenbezahlt. Die Trikots hatten wir selber repariert und gewaescht.Die Verletzungen mit Hausmittel auskuriert.Aber die grösste Begeisterung in unserem Herz war Fenerbahçe. Wochenlang und monatelang klopfte unser Herz Galatasaray zu besiegen ,was wir am Ende auch verwirklicht hatten.

    ‘’Ist diese Begeisterung noch da?’’ auf diese Frage beantwortet er. ‘’Ja noch immer , ist sogar grösser mit einer verbrennenden Sehnsucht.Falls Sie mal in Heidelberg sind, können Sie fussballbesessene alte Leute ansprechen.Die werden sagen : ‘’Hier haben wir einen Fenerbahçe Fan’’ und das bin ich.Ich habe meinen Anhang zu Fenerbahçe nie verloren.Und als ein Deutscher ,der zwei Weltkriege erlebt  und  mehrere Jahre in Gefangenenlager verbracht hat sage ich Ihnen : MEIN GRÖSSTER STOLZ IST FENERBAHÇE’’

    Von dem Kader ,der Galatasaray zum ersten Mal besiegte lebten nur noch zwei andere , Sait Selahattin Cihanoglu und Nüzhet Baba. Nach so langer Sehnsucht hat er in Koço Restaurant in Moda Sait Selahattin treffen können und von alten Tagen gesprochen.

    Am Abend wurde ein Abendessen im Lokal für ihn organisiert. Es waren so viele Leute da. Ismet Uluğ , Nedim Kaleci , Nüzhet Baba, Sait Selahattin Cihanoğlu , Mehmet Reşat , Cafer Çağatay , Kadri Celal Göktulga , Faruk Ilgaz, Rüştü Dağlaroğlu , Tevfik Taşçı , Eşref Aydın , Halit Çetinkaya , Emin Cankurtaran und Didi ! Lange Plauderei , mehrere Umarmungen , alte Geschichten und viele Traenen. Danach Unterschrift im Ehrenbuch und eine goldene Rosette an die Jacke.Endlich war Wilhelm Efendi zurück bei seinem grössten Stolz.Er war bei seinen Freunden und erlebte seine Jugend wieder.Am Ende des Abends beugte er sich über den Trainer Didi und flüssterte in sein Ohr , dass er in den letzten Jahren seines Lebens eine neue Meisterschaft geschenkt bekommen will.

    Dann war Wilhelm Kohlhammer zurück in seiner Stadt mit sehr schönen Erinnerungen.Der erste Deutsche Spieler von Fenerbahçe starb  zwei Jahre nach diesem Besuch mit 84 Jahren.Aber er hatte schon laengst die schöne Nachricht bekommen.Didi hatte sein Versprechen gehalten und machte Fenerbahçe wieder mal Meister

    Alp Eralp

    Not : Yazının Türkçe versiyonuna şuradan ulaşabilirsiniz…
    Wilhelm Kohlhammer : Fenerbahçe’nin Alman Tankı

  • Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer

    Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer

    Tuncay Yavuz, kuruluş yıllarından bir efsaneyi, ilk şampiyon kadronun değişilmez oyuncusunu, Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer hikayesini yazdı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Almanya’da Bir Fenerbahçe Efsanesi

    Wilhelm, ömrünün son baharında kendini meşgul edecek bir heyecana kavuşmuştu. 1961 Ekim ayının sonlarında Almanya ve Türkiye arasında imzalanan İşgücü Alım Anlaşması onu çok mutlu etmişti. Yıllardır uzak olduğu gençlik heyecanına yakınlaşabileceği Türkler gelecekti ülkesine, hatta şehrine. Yolu Heidelberg’e düşen Türkler’e evsahipliği yaptı, Fenerbahçe’yi konuştu, onlara Fenerbahçe’yle yaşadığı şampiyonlukları anlattı. Birçoğu onu anlamadı, yakın arkadaşları bile onun sürekli anlattığı Fenerbahçe hikayelerinden sıkılmıştı, palavra diyordu. Ne de olsa elinde bir tane fotoğraf, bir rozet bile yoktu. Madem bu kadar önemliydi, neredeydi Fenerbahçe, niye onu hiç hatırlamıyordu. Hiç gücenmiyordu Wilhelm, uzaktan izlemeye devam ediyordu takımını. Karşılaştığı Türklerle de konuşmaya devam ediyordu.

    Yine böyle bir gün kurucusu olduğu Heidelberg Hokey Kulübü’nde tanıştığı genç Türk mühendis onu dikkatle dinledi. Birlikte Fenerbahçe’den konuştular, eski günleri hatırladılar. Genç mühendis ona Fenerbahçe’nin son durumunu anlattı. 2 sezondur Galatasaray şampiyon oluyordu ama Wilhem Türkiye’den döndüğünden beri Fenerbahçe’nin kazanmadığı kupa kalmamıştı, ülkenin en çok şampiyonluk kazanan takımıydılar. Hem 4 sene önce dünya şampiyonunun şampiyonu Manchester City’yi de elemişti takım, herkes tekrar duymuştu adını. Cemil’in transferi de bitince takımı kimse tutamazdı.

    O sohbet belki orada bitti ama, genç mühendis o günü unutmadı. 1972 yılının sonlarına doğru izin için Türkiye’ye geldiğinde bir yolunu bulup, Fenerbahçe Kulübü’ne gitti. Lokalde karşısına çıkanlara Wilhelm Kohlhammer’den bahsetti. Onun için en azından bir rozet, fotoğraf, bayrak alıp götürmek istediğini anlattı.

    Fenerbahçe Bir Vefa Örneği Gösteriyor

    Kulüptekiler hemen ilgilendiler, istedikleri toparlanıp paketlendi, başkan Faruk Ilgaz’ın onayına kaldı. O anda o günlerde 27 yaşında olan genç gazeteciler Kemal Belgin ve Attila Gökçe tesadüfen duydular Wilhelm ismini. Haber Tercüman’ın spor birimine uçtu ve daha hediye paketi Heidelberg’e yola çıkmadan Tercüman Almanya Bürosu’ndan Doğan Pürsün ile Erol Aydın’ın otomobili Kohlhammer’in evinin önüne park etti. Wilhelm Kohlhammer yaklaşık 60 yıl sonra Tercüman’ın özel konuğu olarak Mithatpaşa Stadı’nda oynanacak Fenerbahçe-Galatasaray maçını izlemek üzere İstanbul’a yola çıkıyordu.

    6 Eylül 1890’da doğan Wilhelm Kohlhammer’in İstanbul hikayesi 1912 yılının sonlarına doğru başladı. Heidelberg’de işler fena gitmiyordu aslında. 22 yaşındaki delikanlı SportClub Neuenheim 02 ile Alman Rugby Şampiyonluğunu kazanmıştı. 13-6’lık final maçının en önemli oyuncularındandı ve bugüne kadar 9 şampiyonluk kazanan kulübün bu ilk şampiyonluğunun unutulmaz oyuncularından biri olarak tarihe adını yazdırmıştı. Fakat elbette geçim derdi daha önemliydi. Deutsche Bank’ta iyi bir iş bulmuştu ve 1. Dünya Savası arifesinde İstanbul yollarına düştü.

    Henüz batının diğer başkentlerinde şubeleşmeye başlamadan Alman toprakları dışındaki ilk şubesini 1909 yılında İstanbul’da açan ve o günlerde İstanbul’da 250’ye yakın çalışanı olan Deutsche Bank, Osmanlı Devleti ve Alman İmparatorluğu arasındaki yakın ilişkiden faydalanıyordu. Pek çok projenin finansmanı, krediler hep bu bankadan geçiyordu. Genç Wilhelm yabancı diller sorumlusu olarak İstanbul’daydı.

    Deutsche Bank Kayıtlarında

    Deutsche Bank kayıtlarına göre ülkede bulunduğu yıllarda çeşitli terfiler alarak farklı görevler üstlenen Wilhelm, spor alışkanlığından da kopmak istemiyordu. Rugby’yi çok seviyordu ama o günlerde İstanbul’da bu sevgisine erişebileceği bir yapılanma yoktu. Hokeyde de durum farksız olunca ona futbol oynayıp oynamayacağı soruldu. Elini çabuk tutan kaptan Galip, bu dev adama Fenerbahçe formasını giydirdi.

    Eldeki kayıtlara göre Fenerbahçe tarihinin ilk yabancı teması olan Neozeland maçında ilk kez Fenerbahçe formasını giydi (23 Mart 1913). Sahaya 2-3-5 dizilişiyle yerleşmenin adetten olduğu yıllarda orta üçlünün ortasında yani merkez muavin olarak oynuyordu. Belki ilk maçta fark yaratamadı ama o günden sonra giderek güçlenen Fenerbahçe’nin en önemli oyuncularından birisi oldu. Fenerbahçe formasını giyen üçüncü yabancı olmasına rağmen kendisinden önceki isimlerle karşılaştırıldığında düzenlilik bakımından kulübün en eski yabancı oyuncusu olarak sayıldı.

    Kayıtlara göre Wilhelm Kohlhammer 1913-1916 yılları arasında 35 maça çıktı, 5 gol attı. Fenerbahçe’nin 1913/14 ve 1914/15 şampiyonluklarında önemli pay sahibi oldu. Ayrıca Fenerbahçe tarihinin ilk Galatasaray galibiyetinin de önemli oyuncularından biriydi. O maçtan önce oynanan 7 maçta rakibine gol bile atamayan Fenerbahçe, Hasan Kamil Sporel’in 3 ve Sait Selahaddin Cihanoğlu’nun golleriyle sahadan 4-2 galibiyetle ayrılıyordu.

    Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer

    İstanbul’da bilinen adıyla Wilhelm Efendi (kendisi ise bunu ‘Efendi Hammerle’ olarak hatırlıyor, ülkesinde verdiği röportajlarda böyle söylüyor), hayatından gayet memnundu. Ancak İstanbul ve dünyanın hali pek iç açıcı değildi. 1. Dünya Savaşı giderek şiddetleniyor ve İttifak Devletleri için işler iyi gitmiyordu. Deutsche Bank küçülüyor ve nihayetinde 1918 yılındaki işgalden sonra şube tamamen kapanıyordu.

    Kohlhammer, 1916 yılında orduya çağrıldı, teğmen olarak cephelerde yer aldı. Büyük kayıplarla sonuçlanan savaşın ardından ülkesine döndü ama futbol oynamadı, tekrar rugby’ye başladı ve SportClub Neuenheim 02 ile 1921 Alman Rugby şampiyonluğunu kazandı. Gençlik yıllarında hızlı bir hayat süren Kohlhammer, ‘Golden Twenties’ olarak adlandırılan 20’li yıllarda, bir ara Berlin’de güzel kızların uğrak noktası olan bir evde yaşadı. Heidelberg’de hokey kulübü kurdu, 58 yaşına kadar hokey oynadı.

    İşte böyle bir hikaye. 56 yıl sonra Wilhelm Efendi, İstanbul’a büyük bir heyecanla kavuşuyordu. Onun bıraktığı gibi değildi hiçbir şey elbette. Maçlar Papazın Çayırı’nda değil Mithatpaşa Stadı’ndaydı. Ve yıllar sonra bir Fenerbahçe-Galatasaray maçıyla aşkına kavuşuyordu. Üstelik transferi yılan hikayesine dönen Cemil Turan ilk kez Fenerbahçe forması giyecekti o gün. 45bin kişi vardı statta, en az 100 bin kişi de dışarda kalmıştı. Şaşırdı Wilhelm Efendi. O zamanlar da ilgi uyandırırdı Fenerbahçe-Galatasaray maçları ama bu bambaşkaydı. 1-1 bitti maç, Fenerbahçe hala liderdi.

    Büyük Kaptan Galip Kulaksızoğlu

    Ertesi gün ilk durağı Karacaahmet mezarlığı oldu. Kabirlerden birinin başında durdu, gözyaşlarını büyük kaptanı Galip Kulaksızoğlu için döktü. “O bizim kaptanımızdı, dayanamadım. Çocuklar gibi ağlıyorum işte. Kaptanımı bir kere daha – belki de son defa – selamlıyorum işte. Ruhu şad olsun kaptan!” sözleri döküldü dilinden.

    “O günlerde pür amatördük” diyordu Wilhelm Efendi. “Saçlarımızı değil, çilemizi uzatırdık takımımız için. Hatta evimizdeki halıları satıp masrafımızı karşıladığımız olurdu. Kamp yerimiz yoktu. Bir arkadaşın evinde pişen yemeği kaşıklardık ara sıra. Vapur parasını cebimizden toplardık. Formalarımızı kendimiz yamar, yıkardık. Kocakarı ilaçlarıyla tedavi ederdik sakatlığımızı. Ama yüreğimizdeki en büyük heyecan Fenerbahçe’ydi. Şu Galatasaray’ı yenmek için aylarca haftalarca sancılanmıştık ve yenmiştik!”.

    “Hala yaşıyor mu heyecan?” sorusuna “Yaşıyor. Hem de büyüyerek, hasretle yanarak yaşıyor. Heidelberg’e yolunuz düşerse, futbolu seven yaşlılar size, burada bir Fenerbahçeli yaşıyor derler. O benim işte. Fenerbahçeliliğimden hiçbir zaman kopmadım. Ve iki dünya savaşını yaşamış, esir kamplarında yıllarını eskitmiş bir Alman olarak, size sevinçle şunu söylüyorum: EN BÜYÜK GURURUM FENERBAHÇE’DİR!” diye cevap veriyordu.

    Galatasaray’ı Yenen Kadro

    Galatasaray’ı ilk kez yenen Fenerbahçe kadrosundan yaşayan 2 kişi kalmıştı kendisinden başka: Sait Selahattin Cihanoğlu ve Nüzhet Baba. Moda Burnu’ndaki Koço’da Sait Selahattin ile kucaklaştılar önce ve hasret giderdiler.

    Akşam ise sosyal lokalde şerefine bir yemek verildi. Kimler yoktu ki? İsmet Uluğ, Nedim Kaleci, Nüzhet Baba, Sait Selahattin Cihanoğlu, Mehmet Reşat, Cafer Çağatay, Kadri Celal Göktulga, Faruk Ilgaz, Rüştü Dağlaroğlu, Tevfik Taşçı, Eşref Aydın, Halit Çetinkaya, Emin Cankurtaran ve Didi! Uzun bir sohbet, bol bol kucaklaşma, göz yaşı, hatıralar. Şeref defterine atılan imzalar ve yakaya takılan altın rozet. Wilhelm Efendi, en büyük gururu Fenerbahçe’sine kavuşmuştu işte. Dostlarıyla beraberdi, gençliğini tekrar yaşıyordu sanki. Son olarak Didi’nin kulağına eğildi ve hayatının son yıllarında kendisine bir şampiyonluk hediye etmesini istedi.

    Mutlu anılarla şehrine döndü Wilhelm Kohlhammer. Fenerbahçe tarihinin ilk Alman oyuncusu, bu ziyaretten 2 yıl sonra 84 yaşında hayata gözlerini yumdu ama iyi haberi de çoktan almıştı. Didi verdiği sözü tutarak Fenerbahçe’yi şampiyon yapmıştı.

    Tuncay Yavuz / Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer