Etiket: Mithat Cemal Kuntay

  • Atatürk Kitaplığı

    Atatürk Kitaplığı

    İBB Atatürk Kitaplığı, öğrenciler ve araştırmacılar için muazzam bir nimet… Bu hizmetin hikayesini Reşat Ekrem Koçu’dan okumak ise büyük bir keyif…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Atatürk Kitaplığı

    Kabul edelim ki Cumhuriyetimizin kuruluşunun Ellinci Yılı kutlanır iken Türk kültürüne yapılan en büyük hizmet, İstanbul’da bir de büyük kitaplığın temelinin atılması olmuştur: Atatürk Kitaplığı.

    Kitaplığın Gümüşsuyu’nda Kamarot sokağındaki arsasını, 11 bin 500 metrekarelik şahane bir arsa, İstanbul Belediyesi vermiştir. Kitaplığın temeli de hayır işlerine ve kültür yolundaki çalışmalara yardımı asla inkâr edilemez Koç Holding’in bağışladığı 15 milyon lira ile atılmıştır. Bu büyük para, binanın yapısı için ilk tahmindir. Ya yetmezse diyemeyiz, çünkü Koç Holding, kitaplık binasının tamamlanmasını üzerine almıştır.

    Belediyenin bu büyük işteki hissesi sadece bir arsa vermekten mi ibarettir? Hayır, efendim o da Atatürk Kitaplığı’nın “Kitap” olarak temel taşını koymaktadır, Beyazıt’ta Sultan Bayezid Medresesi’nde bulunan İstanbul Şehir Kitaplığı, olduğu gibi bu yeni binaya getirilecektir. Muazzam bir temel taşı. Çoğu, bir eşi bulunamayan kıymetli el yazmalarından 150.000 ciltlik bir kitaplık.

    Nasıl toplanmıştır o kitaplar İstanbul] Belediyesi’nin elinde? Başta kitap ve vesika toplayan, o işin âşığı, delisi merhum Muallim M. Cevdet, vatandaşların bağışları ile… Beyazıt’taki medrese bir kitaplık olarak açıldığı zaman içinde 30 – 40 bin cilt kitap vardı. Bağışlar öylesine devam etti ki gün geldi, medresede kitap koyacak oda kalmadı. Kitap diyorum, dil alışıklığı, el yazması ve matbu kitapların yanında, artık bir daha toplanamaz gazete ve dergi koleksiyonları vardır. Meselâ Mithat Cemal Kuntay, ölmez eseri “Üç İstanbul”u, Belediye Şehir Kitaplığındaki gazete koleksiyonlarında çalışarak hazırlamıştı.

    Beyazıt’taki medrese binasında kitap koyacak yer kalmayınca İstanbul Şehir Meclisi 26 Ekim 1972 tarihli oturumunda yeni bir kitaplık binası yaptırmak için yukarda bahsettiğim Kamarot sokağındaki arsayı ayırdı. Kitap temeli hazır, arsası da ayrılmış ama yeni binayı yaptıracak para yok. İşte o zaman Belediye’nin yardımına Koç Holding koşmuştur. 15 Şubat 1973’de Belediye ile bir protokol imzalanmış ve 19 Ekim 1973 Cuma günü saat 10.30’da da Atatürk Kitaplığı’nın temeli atılmıştır. O törende yetkili ağızlar binanın iki sene içinde tamamlanacağını söylediler.

    Bina, değerli mimar Sedat Hakkı Eldem’in çizdiği plân ve resimlere göre yapılmaktadır. Çağımızın kitaplık binalarında aranan bütün konforun yanında yarım milyon kitap alacaktır. Yeni kitaplığı yönetecekler daha şimdiden Avrupa’ya kursa gönderilmişler. İşte burada biraz durayım, buna hacet var mıydı?

    Bizim hepsi kıymetli pek çok kütüphanecimiz vardır. Onlardan biri de Belediye Şehir Kitaplığı’nın şu kadar yıllık genç ve çalışkan müdürü Orhan Durusoy’dur. Ve ilâve ederek diyeceğim ki, Atatürk Kitaplığı’nın kitap temelini teşkil edecek olan Şehir Kitaplığı’nın bir geleneğine dokunmayalım:

    Bağışlanan kitaplar asla dağıtılmaz, bağış sahibinin adını taşıyan bir odaya toplu olarak konulurdu ve kitaplığa bağış sâhiplerinin isimleri bir levha hâlinde konulurdu. Dağıtma kitap arama kataloğunda ve fişlerinde yapılırdı. Kim ne kıymette kitap bağışlamış, bir bakışta görürsünüz.

    Bu konuda son sözüm, bu büyük kültür anıtını, müessesesini kuran Belediye ile Koç Holding’in temsilcileri Dr. Fahri Atabey ile Vehbi Koç’a “Allah sizlerden razı olsun” demektir. İmkânlara sahip olmak başka, o imkânlar yerinde kullanmasını bilmek başkadır

    Reşat Ekrem Koçu – 31 Ekim 1973 – Tercüman Gazetesi

  • Übeydullah Efendi

    Übeydullah Efendi

    Taha Toros’un Çelebizade Sait Tevfik Bey’i anlattığı yazıda, nikahını Übeydullah Efendi’nin (Mehmet Übeydullah Hatipoğlu) kıldığını öğrenmiştik. Mithat Cemal Kuntay’ın muhteşem romanı “Üç İstanbul”da Habibullah Efendi olarak karşımıza çıkan devrinin bu muhteşem karakterinin vefatından sonra Hasan Ali Yücel’in kaleme aldığı yazı ile karşınızdayız. Acaba Übeydullah Efendi hiç Fenerbahçe Kulübü’ne geldi mi? Kim bilir, belki de Salah Cimcoz merhum vesile olmuştur da bir gün bir fotoğrafta karşımıza çıkıverir. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Übeydullah (Efendi)

    Midhat paşanın Suriye’de vali iken kaymakamı ve mutemedi, Namık Kemal’in Rodos’ta mutasarrıf iken Maarif müdürü ve dostu, Abdülhak Hâmid’in yarım asırdan fazla muhibbi ve arkadaşı Übeydullah efendiyi de dün gömdük. Şimdi o, Şişli dışında ve asfalt caddenin üstündeki geniş ve boş mezarlıkta, edebiyatımızda yeni bir vadinin ilki olduğu gibi cesedinin gömüldüğü yerde de birinci olarak yatan aziz şairimiz Abdülhak Hâmid’in yanındadır.

    Abdülhak Hâmid, çok sevdiği Übeydullah’tan bahsederken: «O benden bir yaş küçüktür» derdi. Doğuşları arasındaki bu tek yılı dahi doldurmadan büyük kardeşinin yanına can atan ve bu anda onun yakınında ve hizasında, ölülere has bir şekildeki secde halinde yatan Übeydullah ta Hâmid gibi yaşadığı ve yaşattığı devri beraberinde götürenlerden biridir.

    Übeydullah, arkasında iz bırakarak göçüp giden faniler arasındadır. Geçmişte ve halde benzersiz, nevi şahsına münhasır bir adamdı. Onu yakından ve uzaktan tanıyanların hepsi, hayatının, bir tek siyah kılı kalmıyan ak sakalından daha beyaz, daha temiz olduğunu söylerler. Bir gün toprak olacak varlıklar için bu ne büyük bir mazhariyettir? Übeydullah efendi, bu mazhariyete hakkile erenlerdendir.

    Ben onu ilk defa mütareke yılları içinde, Darülfünun konferans salonunda, hitabet kürsüsünde gördüm ve tanıdımdı. Azerbaycan için yapılmış bir gündü. Hatipler heyecanlı nutuklar söylüyorlardı. Salon hıncahınç doluydu. Süleyman Nazif’i yükselten ve hâlâ düşmesine mani olan Pierre Loti gününe benziyen bir gün. Bir veya iki hatipten sonra kürsüye, arkasında bir deve tüyü maşlah, başında acayip bir serpuş, akı çok kır sakallı, gözlerinde simsiyah bir alev parlıyan bir adam çıktı. Ağır, tok sesile söze başladı. Belki onun giyinişindeki gariplik, belki söyleyişindeki zarif nükteler, dinliyenlerin bir kısmını güldürmüştü. Bu acayip adam kızdı ve köpürdü. Yatağından taşan bir nehrin azametli hiddetile gülenleri tekdir etti. Ne halde bulunduğumuzu, ağlanacak günlerde gülmenin ayıp okluğunu söyliyerek namuslu bir millet için istiklâlin mahzı hayat olduğunu, onsuz yaşanmıyacağını öyle ilâhî bir eda ile anlattı ki bu satırları yazarken onu hâlâ dinliyormuş gibi içimde acıklı ve acı bir heyecan duyuyorum. Ben bu genç ruhlu, dinç vücutlu ihtiyarı o zaman sevdim.

    Onunla dostluğum yoktu ve buna fırsat olmadı. Fakat onu yakın tanıyanları tanıdım. Bilhassa Übeydullah’ın, ölüm döşeğinde adını anacak kadar sevdiği, vefatından iki gün önce bitab yatarken bile yüzünü, göz kapaklarının arasından görünce gülümsediği dostu Salâh Cimcoz, bana onun bütün hayatını teferrüatile tanıttı.

    Yirmi seneden fazla bir zaman Önce gördüğüm bu acayip kıyafetli ve tunç ruhlu adam, bunun için benim ruh akrabalarımdan biridir ve ondan bahsederken hürmetle, muhabbetle kendisini anlatıyorum.

    Übeydullah, ilk istibdad düşmanlığını, bir ilim ve hürriyet ocağı olan Tıbbiyede duydu. Meşrutiyet mübeşşiri Midhat paşa ile hürriyet ve vatan kelimelerinin yeni mânada mübdii Namık Kemal, onun bu yolda izlerini takib ettiği birer Havariler oldu. Genç Übeydullah, İzmir’in ceyyid havasından ilk yiğitlik hızını alarak İstanbul’un o devirdeki kötü muhiti içerisinde birer yıldız gibi parlıyan ve istibdadın Yıldızına birer belâ yıldırımı halinde görünen büyük insanların fikirlerde beslendi. Bu yiğit ruhlu İzmir efesi, hürriyetperverlik hayatına istibdadın kızıl remzi olan Abdülhamid’e isyanla başladı.

    Hürriyetperverliği ile hapisler, nefiler ve yoksulluklar da beraber başlamıştı. Übeydullah böyle şeylerden yılmaz bir insandı. Nitekim onun hür ruhu, istibdad ile inliyen memleketinde yaşamağa müsaade etmedi, kaçtı. Kendi tabirde Kübadan Bakü’ya kadar, fakat doğru olarak söylersek cenup ve şimal Amerikası, Afrika, Asya ve Avrupa’da dolaştı ve böyle seneler senesi gezdi. Hayatını daima kendi emeğile kazandı, keten helvacılığı, kuyumculuk ve daha bilmem ne işler yaparak yaşadı.

    908 meşrutiyeti ilân edilince memlekete döndü ve Meclisi mebusana İzmir mebusu olarak girdi. Meclisin en aranan, en hür fikirleri ileri süren, karışık unsurlardan mürekkep muhalif zümreye en biaman saldıran âzalârından biri oldu. Harbi umumîde fevkalâde sefir olarak Afganistana gidecekti. Yaşının altmış beş olmasına rağmen muhtemel zahmetleri göze alarak yola çıktı. İran’a geldi. Bahtiyarîlerin arasından geçip Afganistan’a gidemedi, orada kaldı. İngilizler onu yakaladılar. Irak’a götürdüler ve hapsettiler. Mütareke olunca İstanbula döndü. Bu sefer de Ferid paşa hükümeti yakalayıp Malta’ya gönderdi. Dostlan çok çalıştılar, bir müddet sonra onu Malta’dan kurtardılar. Fakat iki, üç ay kadar geçmişti ki yurd ve istiklâl meselelerinde hiçbir şeyden çekinmiyen Übeydullah, dili durmadığı için tekrar yakalandı ve Malta’ya ikinci defa yollandı.

    Übeydullah, Malta’da da rahat durmuyordu. Ferd olarak takdir ettiği İngilizlere müthiş kızıyor ve ateş püskürüyordu. Hadidîler diye bir zümre yapmıştı. Hallerinden şikâyet maksadile İngilizlere karşı protestonameler yazılıyordu. Übeydullah, yazılanları hafif buluyor ve istediği şiddette olmadığı için bu kâğıtlara imza koymuyordu. Übeydullah’a arkadaşlarından biri, lâtife olarak, şöyle demişti:

    — Galiba sen, bunlar hafif yazılmış diye imzanı atmıyorsun, böylece başımıza bir belâ gelecek olursa yakanı kurtarmış olacaksın!..

    Böyle şeylerin şakasına bile tahammül etmiyen Übeydullah, işin hiç te öyle olmadığını fiilî olarak isbat etmişti. İngilizler tarafından Malta’da iyice tanınmış ve mimlenmiş olan Übeydullah’a onlar Abadallah derler ve kendisinden çekinirlerdi. Uzun zaman İngiltere’de yaşadığı için mizaçlarını iyi bildiği İngilizler hakkında şöyle dermiş:

    — Onlara yaltaklanmağa gelmez. Bu herif esasen hizmetçi ruhlu, esir yaratılışlı derler ve tepesine binerler. Onlara kafa tutmalı. Hür doğmuş ve hür yaşamış adam olduğunu isbat etmeli. O zaman hürmete lâyık olduğunu anlarlar ve müsavi muamele ederler.

    Nitekim ilk Maltaya ayak bastıkları gün bir askerî kıta, bunların karşısında tüfeklerine korkutucu şakırtılarla fişek doldurduğu zaman, Übeydullah, bu kıtanın İngiliz kumandanına fasih, fakat sert bir İngilizce ile şöyle demişti:

    — Siz böyle tüfek şakırtılarile bizi korkutmak mı istiyorsunuz? Biz o adamlardan değiliz. İyi bilin, biz sizden korkmayız. Biz Çanakkale’de ne adamlar olduğumuzu size gösterdik. Siz de bize kimler olduğunuzu orada anlattınız…

    Übeydullah, böyle cesur ve müstakil ruhlu bir adamdı. Siyasî hayatında da fırkalara intisab etmiş değildi. İttihad ve Terakki’ye taraftar olmakla beraber Cemiyet’e bir türlü girmemişti. Onun girdiği ilk ve son siyasî teşekkül, Cumhuriyet Halk Partisidir. Fırkaya kaydolunduktan sonra bu ciheti kendisine hatırlatan Salâh Cimcoz’a Übeydullah’ın verdiği cevab şu olmuştur :

    — Ben 1900’lerin bile değil, 2000’lerin adamıyım. Yıllarca hasretini çektiğim istiklâl ve hürriyet gibi yüksek ideallerimin tahakkukunu onda ve onu yaratan Büyük İnsanın mukaddes varlığında gördüğüm için, bütün ruhumla duyduğum minnetlerimi göstermek üzere Halk Fırkasına girdim.

    Ne yazık ki onun Partimiz içinde bulunuşu ve Büyük Meclise girişi, çok ilerilemiş bir ihtiyarlığın son demlerine rastladı. Cevval ruhunun çalışmalarına artık kudretsiz vücudu yardım edemiyordu. Bu asırdide hürriyet ve vatan âşığını cumhuriyet, kıymetli bir hatıra gibi maziden devir alarak taziz ve çok sevdiği vatanın kutsal göğsüne onu hürmetle teslim etti.

    Abdülhak Hâmid, Übeydullahtan âlim diye bahseden bir dostuna:

    — O, Âlim değil, âlemdir!…demişti.

    Şimdi bu iki âlem, bizimkinden başka ve bizim de bir gün karışacağımız ayrı bir fezada mukadderlerinin ebedî yolculuğunu yapmaktadırlar.

    Hasan Âli YÜCEL