Etiket: Mübeccel Argun

  • Doktor Ayten Salih

    Doktor Ayten Salih

    Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi“nin “Beden Eğitimi ve Spor” özel sayısında Barış Eymen ve Barış Kenaroğlu imzasıyla yayınlanan yazı…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Türkiye’de Kadınların Spor Sahalarında Görünmesi ve Ayten Salih Berkalp

    Barış Eymen, Barış Kenaroğlu

    Modern Sporların Ülkemize Girişi

    Türk kadınının spor sahalarında görünmesi Osmanlı döneninden itibaren başlamış bir süreçtir. Özellikle modern sporların yapılmaya başlanmasından bir süre sonra kadınların da söz konusu sporların bazılarıyla ilgilenmeye başladıklarını görürüz. Ülkemize modern sporların girişi genellikle 19. Yüzyılın ikinci yarısı ve sonrasına rastlar. Modern sporlar denince, öncelikle jimnastik, futbol, atletizm, grekoromen güreş, boks, bisiklet, yüzme, tenis, hokey, kriket, basketbol, voleybol, kayık ve yelken yarışları vs. gibi branşlar gelir.

    Öncelikle modern olan nedir; ona bir bakmak lazım. 18. Yüzyıl sonları ve 19 yüzyıl başlarında Osmanlı Türkiye’sinde birçok müessesenin tıkandığını işlevini yitirdiğini görüyoruz. Artık birçok alanda Avrupa’dan geri kalınmıştır.  Bu durumda devlet adamları çözüm arayışına girmişlerdir. Neticede gelinen nokta şu olmuştur:

    “Avrupa ülkeleri ile rekabet edeceksek kendi insanımızı en donanımlı şekilde yetiştirmeliyiz. Bu da çağın gereği gibi eğitim veren okullar açmakla olur. O zaman model Avrupa olacaktır.”

    Bu anlamda bir örnek verelim. Mesela Fransız eğitim sistemini model alan ve müfredatı da Fransız okullarına uygun bir yöntem kullanacaksınız. Fen bilimleri ağırlıklı müfredatı birebir aldığınızda ülkenizde bir Fransız Okulu kurmuş olursunuz. Buna karşılık o müfredata Türkçe, Türk Tarihi, Arapça, Farsça, Din Dersi ilave ettiğinizde artık bu müfredat çerçevesinde bir Fransız okulu olmaktan çıkıyor. Yerli motifler işin içine giriyor. Böyle olduğunda gençler yerli kültürden de uzaklaşmamış oluyorlar. İşte model birebir alındığında buna batılılaşma diyoruz. Yerli motifler katıldığında ise modernleşme diyoruz.

    Modern sporlar açısından buradan çıkaracağımız sonuç şudur: Modern eğitim alarak yetişen gençler modern spor dallarıyla tanıştıklarında ilgi gösteriyorlar, kolayca benimsiyorlar ve uygulamada da başarılı olabiliyorlar. Modern sporların ilk yapıldığı şehirler olarak İstanbul, İzmir, Selanik’i gösterebiliriz.

    Öncelikle yabancıların durumuna bir bakalım. Kapitülasyonların sağladığı imtiyazlardan yararlanarak koloni halinde yaşayan aileler sık sık çayırlara ve mesire yerlerine giderek kendi aralarında çeşitli spor dallarını icra ediyorlar.  Bunlara ilave olarak Osmanlı limanlarını ziyaret eden İngiliz savaş gemileri personelinin şehirde bulundukları zaman diliminde spor müsabakalarına katılıyorlar. Özellikle takım oyunlarında yeterli sayıda sporcu bulamayan aileler gayrimüslimleri de oyunlarına ortak ediyorlar.

    Zamanla Türkler de bu spor dallarıyla ilgileniyor. Türk gençleri sporu bir eğlenceden öte sağlıklı bir vücuda sahip olmanın aracı olarak da görüyorlar. Nitekim idmancı ve idmancılık kavramı sık sık kullanılıyor ve giderek yaygınlaşıyor. II. Abdülhamid döneminden itibaren gençlerin hem zihin hem de beden sağlığı için spor yapmanın yararları gazete sütunlarında yer alıyor. Yapılan sporlar gençler arasında ilgi gördüğü gibi halk da seyir amaçlı olarak ilgi gösteriyor.

    İlk Kadın Sporcularımız

    II. Meşrutiyetle beraber idmancılık hem zihin hem de beden sağlığı yanında aynı zamanda savaşa her zaman hazırlıklı olmanın gereği olarak da önemsenecektir. Ayrıca spor etkinlikleri artacaktır. Spor bayramı adıyla düzenlenen organizasyonlarda her dalda sporcular birbirleriyle rekabet edecektir. Bu bağlamda 1911 yılı spor bayramında Türk kadın sporcuların da yer aldığını görüyoruz. Kadınlar arası sürat yarışlarına katılan Besime Hanım birinci, Macide Hanım ikinci olmuştur. Besime ve Macide Hanımları ilk Türk kadın atletler olarak tanımlayabiliriz.

    Türk spor tarihi yazımına büyük katkılar sunan İdman mecmuası, 3 Temmuz 1330 (1914) tarihli 35. sayısı ile yayın hayatına veda etti. Derginin 5 numaralı nüshasında “Anadolu Hisarı İnas Mektebi talebâtı İdman Yurdu koşu müsabakasında” altyazılı bir fotoğrafta kız öğrencilerin Union Club sahasındaki yarışı görülüyordu.

    Takip eden senelerde Birinci Dünya Savaşı kaybedildi. Millî Mücadele kazanıldı. Ve Osmanlı İmparatorluğu, yerini Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktı. Genellikle İstanbul merkezli olarak düzenlenen sportif faaliyetler olduğu gibi Cumhuriyet’e intikal etmiş ve kulüpler, diğerlerinin de katılımıyla Osmanlı döneminde başlayan rekabetlerini Cumhuriyet döneminde de sürdürmüşlerdir. Bu defa sporun ülke geneline yayılması da önemsenecektir.

    İdman’daki fotoğrafın yayınlanmasından 13 sene sonra, Türk futbolunun “Şiir” lakaplı, kulüp gezgini, meşhur siması Refik Osman (Top) Bey’in “Heyet-i Tahririye Müdürü” olduğu “Gol” dergisinin 19-20 numaralı nüshasındaki bir fotoğrafın altyazısında ise şu cümle göze çarpıyordu:

    “Genç kızlarımız spor âlemine atılırken; ilk şayan-ı takdir adım”

    Bu adım 12 Şubat 1926 günü, 1913 yarışı ile aynı yerde, Kadıköy’deki (bugünkü Fenerbahçe Stadyumu) İttihat Spor Kulübü Sahası’nda yapılan “Cumhuriyetin ilk kadın atletizm koşuları” idi. Dönem gazeteleri derlendiğinde günün öyküsü okuyanların gözünde şöyle canlanıyordu:

    O gün saat on buçuktan itibaren seyirciler gelmeye başlamışlardı. Genç hanımların koştuklarını görmek hususi bir zevk uyandıracağı için olacak ki şimdiye kadar hiçbir atletizm müsabakasında görülmeyen bir kalabalık vardı.

    Saat on bire doğru, sporcu hanımlar yanlarında Ömer Besim (Koşalay) Bey bulunduğu halde göründüler. Ömer Besim Bey, daha önce bu tip yarışlarda emsaline rastlanmamış kalabalığı görünce, yarı şaka, yarı ciddi ‘Anlaşıldı’ dedi, ‘Bir daha atletizm müsabakaları tertip edildiği zaman mutlaka hanımların da teşrik edilmesi lazım!’

    Müsabaka kalabalığın gösterdiği alaka ve heyecanı tamamıyla tatmin edecek bir cereyan almakta gecikmedi. Zira birkaç günden beri koşuya iştirak edeceklerinden bahsedilen yirmi kadar hanımın soyunma odalarına girip de hazırlanmaları lazım geldiği zaman hanımlar arasında bir telaş, bir heyecan hâsıl oldu. Oraya buraya dağıldıkları, ötede, beride heyecanlı heyecanlı koşuştukları görüldü. Anlaşılan hanımlardan bazıları spor eşyalarını evde unutmuşlardı.

    Bu arada Ömer Besim Bey de İttihat Kulübü’nün bir ucundan diğerine koşuyor, hanımları toplamaya ve müsabakaya sokmaya çalışıyordu. Bütün bu faaliyete rağmen, koşuya iştirak etmeleri lazım gelen yirmi hanımdan ancak yedisi meydana çıkabilmişti.

    İttihat Spor Kulübü’nün küçük binasının kapısından çıkan hanımlar fotoğrafçıların hücumuna maruz kaldılar. İkdam gazetesi muhabiri saha içinde ve hanımların etrafında gerek amatör, gerekse profesyonel on dört objektif saymıştı. Tribündekilerle beraber bu sayı yirmiyi geçiyordu. Besim Ömer Bey’in ‘Haydi!’si sporcuları fotoğrafçılardan kurtardı. Hanımlar, meydana çıktılar, sıralandılar, herkes dikkatle bekliyordu.

    İki koşu yapılacaktı. Biri 60 metrelik sürat, diğeriyse 300 metrelik mukavemet koşusu… Sürat koşusuna üç atlet katıldı: Nermin Hanım, Emine Hanım ve Safiye Hanım.

    Unvan Bey’in el çırpmak suretiyle verdiği işareti müteakip üç hanım fırladılar. Başlangıçta birinciliği temin eden Nermin Tahsin Hanım altmış metre müsabakayı 11.10’da koşarak birinciliği muhafaza etti. Bir metre farkla Emine Hanım ikinciliği ve Safiye Hanım da üçüncülüğü kazandılar. Nermin Hanım’a niçin birinci geldiği sorulduğu zaman : ‘Çalıştım, bir haftadan beri antrenman yapıyordum’ dedi.

    Biraz sonra 300 metrelik mukavemet koşusu yapıldı. Bu koşuya beş atlet katıldı: Mübeccel Hanım, Yeliz Hanım, Nermin Hanım, Minnoş Hanım ve Mürüvvet Hanım.

    Bu müsabakada birinciliği Mübeccel (Argun) Hanım iyi bir koşudan sonra kazandı. İkinciliği yine Nermin Tahsin Hanım aldı. Mübeccel Hanım hakiki bir sporcu idi. Ne gibi sporlarla meşgul olduğu sorulduğunda ‘Çok eskiden koşardım, şimdi British School spor asistanıyım. Her spordan bir parça yaparım. Hokey oynarım. En ziyade istidadım hokey oynamaktadır’ dedi.

    Atletizm Federasyonu Başkanı Unvan Bey’in verdiği madalyalardan başka ‘bütün idmancıların kalbinde hürmetle yaşayan idmancılar şeyhi Faik (Üstünidman) Hoca tarafından birinci gelenlere verilmek üzere gönderilen’ ödüller de sporculara takdim edildi. Gazeteler “Büyük bir haz ile kaydedeceğimiz nokta, 12 Şubat 926’nın Türk sporculuğu tarihinde sayılı ve kıymetli bir tarih olduğudur” derken, Türk atletizm sahasının yeni sporcularına takılmayı da ihmal etmemişlerdi: “Herhalde hanımlarımız arasında böyle müsabakalar yapılması hiç de fena değildir. Ancak hanımlarımız da gelecek koşularda spor pantolonlarını veyahut ayakkabılarını evde unutmamayı şimdiden hatırlatmayı da faydasız bulmuyoruz.”

    Üç sene sonra, gazete sütunlarında “belki de dünya spor tarihinde bir ilk”in haberi yayınlandı. İstanbul voleybol şampiyonasını konu alan metinde, Fenerbahçe erkek voleybol takımının kadın sporcusu Sabiha Rıfat (Ecebilge Gürayman) Hanım’dan da bahsediliyordu:“(…) Fenerbahçe takımı, geçen turnuvaya ‘Ateş’ namı altında iştirak ederek bütün rakiplerini büyük farklarla yenen oyunculardan müteşekkil olduğu için, birincilik maçlarında da şampiyonanın en kuvvetli namzetlerindendir. Fenerbahçe takımının hususiyetlerinden biri de oyuncuları arasında Sabiha Rıfat Hanım’ın bulunmasıdır. Sabiha Hanım, erkeklerle birlikte cemi ve resmi sporlara iştirak eden ilk hanım olduğu için, Fenerbahçe’nin bu yeniliği, spor tarihimizde başlı başına bir inkılap teşkil etmektedir. Sabiha Hanım, şampiyon arkadaşları arasında oynamaya layık olduğunu gösteren bir nüfuzu nazar göstermektedir.”

    Bu fevkalade önemli olayı kayda geçiren bir resim, Milliyet gazetesinde yayınlandı. O gün erkek takım arkadaşlarının kollarına girerek fotoğraf çektiren Sabiha Hanım, yaklaşık yarım asır sonra, 1973 yılında aynı gazetede Güngör Gönültaş’a uzun bir röportaj verecek ve o günleri şöyle anlatacaktı: “Okulda 350 erkek öğrencinin arasında iki kız talebe idik. Melek ve ben. Önceleri merakla izleniyorduk. Ama giderek her şey değişti. Artık erkek arkadaşlarımla spor yapabiliyordum. O yıllar Galatasaray ile Fenerbahçe takımları vardı. Birinci yılın sonunda okulun voleybol takımına seçildim. Sonra Fenerbahçe Kulübü’ne kaydedildim. İlk maçımızı Kabataş’la yapmıştık. Kaybedeceğiz ve sorumlu olacağız diye ödüm kopmuştu. Çok şükür kazandım. Sonra birçok resmî maçta oynadım.”

    1945 yılı Aralık ayında Anıtkabir Kontrol Şefliği görevine getirilen Gürayman, Bayındırlık Bakanı Sırrı Day’ın kendisine söylediği “Biliyor musunuz Sabiha Hanım? Atatürk başını kaldırıp da baksa idi. Türk kadınına açtığı yoldan yürüyerek buraya kadar gelmiş olan sizi görerek kim bilir ne kadar memnun olacaktı.” sözünü hiç unutmadı.

    Kıbrıslı Türk Kadın Sporcumuz: Ayten Salih Berkalp

    Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşı Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e nakledildikten tam bir sene sonra, Türk kadın sporları tarihi, yine Fenerbahçe Spor Kulübü sayesinde bir inkılaba daha sahne oldu. Bu defa başrolde Kıbrıslı Türk Dr. Ayten Salih Berkalp vardı.

    Ayten Salih Berkalp, polis komutanı Salih Karamehmet ile ev hanımı Melek Hacı Hasan’ın dördüncü kızı olarak 1934 yılında Gazimağusa’da dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Kıbrıs’ta tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek Çamlıca Kız Lisesi’ne devam etti. 1954 Haziran ayında okulunu birincilikle bitirerek girdiği İstanbul Tıp Fakültesi’nden de başarıyla mezun olan Ayten Salih, 6 Aralık 1960 tarihinde mesleğini icra etmek üzere, memleketi Kıbrıs’a geri döndü.

    Dr. Ayten Salih, 21 Aralık 1963 hadiseleri başladığında EOKA’cılar tarafından işgal edilen hastanede, Türk hastaları korumaya çalıştıysa da bazı hastabakıcı ve hastaların kurşunlanarak öldürülmesinden sonra, personeliyle birlikte hemşire lojmanına hapsedildi. O ve çalışma arkadaşları, yapılan yoğun baskılar sonrasında, beşinci günün gecesinde Makarios tarafından önce Piskoposhane’ye, oradan İngiliz elçiliğine ve en sonunda Türk bölgesine gönderildiler. 1967 Eylül ayında İngiltere’de anestezi ihtisasını tamamladıktan sonra Kıbrıs’a dönünce, bu defa Limasol’daki Türk Hastanesine atandı. Dr. Ayten Salih, burada önce anestezi uzmanı, 1970’de ise başhekim olarak görev yaptı. 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtı esnasında, Limasol Türk bölgesinin düştüğü haberi gelince, Dr. Ayten Salih bir yıl süre ile hastanedeki çalışma odasında yaşadı ve işgal altındaki şehirde doktor, yönetici ve mücahit komutanı olarak görev yaptı. Eylül 1975’den itibaren Sağlık Bakanlığı bünyesinde çeşitli vazifeler alan Dr. Ayten Salih, 1991’de kendi isteği ile müsteşarlıktan emekliye ayrıldı ve 1995-2004 yılları arasında 9 yıl süre ile kamu hizmeti komisyonunda üye olarak görev yapmaya devam etti.

    Bugün 90 yaşında olan Dr. Ayten Salih Berkalp, Kıbrıs’ın Türk millî mücadele tarihinde önemli bir yere sahip olmakla birlikte, bundan tam 70 sene önce “Türk sporunun ilk kadın basketbol/voleybol kulüp takımları”nın kuruluşuna da öncülük etti.

    Belge, bilgi, fotoğraf ve hatıralarını Spor Tarihçisi Barış Kenaroğlu ile Barış Eymen’e emanet eden Dr. Ayten Salih’e dair çalışmalarda Çamlıca Kız Lisesi Tarih Öğretmeni Murat Mutluer’in de kıymetli katkıları oldu.

    Aşağıdaki metin Dr. Ayten Salih Berkalp’in spor hayatına odaklanırken, Kıbrıs’ta geçen çocukluğu, ailesi, Çamlıca Kız Lisesi ve Fenerbahçe yıllarına dair “birinci ağızdan” enstantaneler içeriyor. Onlarcasını muhafaza etmeyi başardığı belge ve fotoğraflardan da bir “seçki” sunmaya çalıştık.

    Ayten Salih Berkalp Sporculuk Hayatını Anlatıyor

    Türkiye’de “kulüpler bazında” kadın takım sporlarının kuruluşunu sağlayan ve 1954-1960 yılları arasında yapılan resmî turnuvaların neredeyse tamamını kazanan Dr. Ayten Salih Berkalp anlatıyor:

    “Benim gibi esmer olan babam Salih Karamehmet’in kökleri Afrika’ya dayanıyordu. Babaannemi hiç görmedim ama yaşamının son yılını bizim evde geçiren dedemi çok iyi hatırlıyorum.

    Annem Anadolu kökenliydi. Babası bir Hac dönüşünde yolda vefat ettikten sonra ninem Havva Hanım üç kız çocukla (Cemiye, Huriye ve annem Melek) Lefkoşe’de kalakalmış… Havva Hanım’ı, Rauf Denktaş Bey’in dedesi Rauf Efendi nikâhına almış. Tam o zamanlar babam da Lefkoşe’ye gelip Rauf Efendi’nin evinde misafirken anneme gönlünü kaptırınca, ilk fırsatta evlenmişler.

    Ben doğduğumda, polis komutanı olan babamın rütbesi ‘Teğmen’ imiş. Kardeşim Ayhan doğduğu zaman üsteğmen oldu. En küçüğümüz Üner dünyaya geldiğinde ise yüzbaşılığa terfi etti ve ‘Kriminal Şube’nin başına geçti. EOKA terörünün başladığı ve adeta bir yangın gibi adaya yayıldığı yıllarda çok zorluklar yaşadı. Son İngiliz amiri, yıllar sonra İngiliz Askeri Üsler Bölgesi Komutanı olarak göreve başlayınca, kendisini arayıp buldu ve babam (emekli olduktan 5 sene sonra) 60 yaşında tekrar müfettiş olarak göreve geri döndü. Fakat ne yazık ki hemen ardından kansere yakalanıp dokuz ay içinde vefat etti. Ondan tam on yıl sonra da 1971 yılında da annemi kaybettik.

    İlkokul yıllarım İkinci Dünya Savaşı’na denk gelir… Mesela 1942 – 1943 ders yılını Magosa sur içinde yeni inşa edilmiş bir okulda geçirdik. Sıra arkadaşlarımdan biri Vural Türkmen’di. İlerleyen yıllarda elektrik mühendisi olan Türkmen’i, 1963 çarpışmalarında Severis Un Fabrikası baskını sırasında yaralanıp Türkiye’ye gönderilmeden önce, Adiloğlu Kliniği’nde gördüm. Kıbrıs Türk halkının direnişinden ilk fotoğraflar, onun bedenindeki sargı bezlerinin arasına saklanarak Türk basınına ulaştırıldı. Bu fikrin babası, ünlü gazeteci Ömer Sami Coşar’dı. Rumların kontrolündeki havaalanında yapılan çok sıkı aramalardan saklanabilen fotoğraflar arasında, dünya çapında yankı uyandıran ‘Kumsal Katliamı’ görüntüleri de vardı.

    Orta üçe geçtiğimde beni bir yol ayrımı bekliyordu. Üniversiteye gidebilmek için ya Erkek Lisesi’ni bitirecektim ya da liseyi okumak için Türkiye’ye gidecektim. Hocam Seniha Hanım, kendi okulu Çamlıca Kız Lisesi’nde okumamı önerdi: “Orası Marmara Denizi ile Adaları görür” demişti.

    Kıbrıs’tan Çamlıca Kız Lisesi’ne yolculuğum duygu yüklü bir döneme denk geldi… Zira o sıralarda, Rumlar tekrar ‘Enosis’ çığırtkanlığına başlamıştı. T.B.M.M. Milletvekili Hasene Ilgaz’ın da katıldığı bir toplantıda Limasol Türk Spor Kulübü Başkanı, eniştem Ziya Rızkı Bey bir konuşma yapmış ve adanın eski sahibi Türkiye’ye verilmesi için sonuna kadar savaşacaklarını vurgulamıştı. Sözlerini “Ya istiklal, ya ölüm” diye tamamladığında hepimiz ağlıyorduk. Hayatımın en heyecanlı günüydü.

    1949 Haziran ayı sonunda Limasol’dan kalkan ‘Güneysu’ vapuruna bindik. Yolun sonlarına doğru sol tarafta, sisler arasında önce iki, sonra dört, sonra on Türk bayrağı göründü. Sonra ince, uzun minareler… Muhteşem iki cami: Ayasofya ve Sultan Ahmet… Sağda beyaz yalılar, karşılıklı yemyeşil iki sahil… Sabahın sisleri dağılırken Boğaziçi… Gidip gelen yolcu gemileri ile liman civarında tüm motorlu gemilerin ve sandalların arka taraflarında yüzlerce bayrak dalgalanıyor. Türk bayrağına hasretle büyüyen biz Kıbrıslılar için bu manzara harikulâde idi. Ablamla ben o kadar heyecanlandık ki nerdeyse secdeye varacaktık.

    Çamlıca’da bütün sporları yapmaya başladım… Basketbol, voleybol, atletizm… O yıllarda sporcu kızlar, müsabakalarda paçaları lastikli uzun şortlar giyerdi. Çoğu kez dizin üstünde olan şort boyunu, lastikleri yukarı çekerek kısaltmaya çalışırdık. Bir gün İstanbul Lisesi orta son takımı ile oynuyorduk. İlk devre bayağı yorulmuş, devre arası yerlere serilmiştik. Benim bacaklarıma Deniz (Aydıncı Gürfırat) başını koymuş, onun dizlerine de Ayla (Keskin) uzanmıştı. Ertesi gün gazeteler ‘Maçı kazanan Çamlıcalı kızlar sere serpe yere uzanmış yatıyorlar’ alt yazısı ile fotoğraflarımızı yayınlanmışlar. Şehime Hoca tedbirsizliğimizden dolayı bizi bir güzel azarlamıştı. Ama sonra şampiyon olunca bizi yine bozacıya götürüp ikramda bulunmuştu. Bu bir gelenekti; voleybol ve basketbol şampiyonluklarımızı Vefa’da bir bardak leblebili boza ile kutluyorduk. Kupalar ise Fenerbahçe Stadı’ndaki 19 Mayıs törenleri esnasında, Vali ya da eğitim müdürleri tarafından veriliyordu.

    Erenköy Kız Lisesi Beden Eğitimi Öğretmeni Fahamet (Humbaracı) Hanım bir gün İnönü Stadyumu’ndaki bir kupa töreni esnasında yanımıza gelip “Sana birincilikle gireceğin bir üniversite ve çok parlak bir tahsil hayatı diliyorum kızım” dedi. Ben hocalarımla beraber şaşkın bir halde bakarken şu gülümseten espriyi yaptı: “Eh, senden başka türlü kurtulma olanağı yok. Dört yıldır bütün müsabakalarda canımıza okudun”

    1954 yılında Çamlıca Kız Lisesi’nden mezun oldum. Bizler için harikulade bir diploma töreni tertip edilmişti. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da katıldığı törende, kürsüden yılsonu konuşmasını ben yaptım. Müdire Hanım beni Sayın Cumhurbaşkanı’na “Okulumuzun en iyi öğrencisi, Kıbrıslı Ayten” diyerek takdim etti. Merhum Celal Bayar da içten tebessümüyle “Lütfen Kıbrıslı soydaşlarımıza selam ve sevgilerimi iletin” dedi.

    Üniversitede düzenli spor imkânı olarak, sadece 5-6 hafta süren bir “Fakülteler Arası Voleybol Turnuvası” olduğunu duydum. İyi de ben bir yılı, bilemediniz dokuz ayı spor yapmadan nasıl geçireceğim, diye düşündüm. Bütün ailem Fenerbahçeliydi. Ben de birden Fenerbahçe kulübüne başvurmaya karar verdim! Peki, ama Fenerbahçe kulübüne kiminle nasıl gidecektim?

    Arkadaşım İnci’de (Önen Bayburtluoğlu) kaldığım bir akşam, Kadıköy Halk Eğitim Spor Salonu’nda Fenerbahçe – Moda basketbol maçını izlemeye gitmiştik. Fenerbahçe maçı kazandıktan sonra yanlarına yaklaştık ve antrenör Samim Göreç’e Fenerbahçe’de bir kız basketbol takımını kurmak istediğimizi söyleyerek, bizi çalıştırmasını istedik.

    Samim Bey “Ben aynı zamanda Milli Takım’ın da antrenörüyüm. Ne yazık ki hiç vaktim yok” diyerek bizi nazikçe reddetti.

    Üzüldüğümüzü gören Fenerbahçeli basketbolcu Altan Dinçer “Benim vaktim bol! Bir hafta sonra antrenmanlara başlayabiliriz” deyince, keyfimiz yerine geldi. Fakat ben yaz tatilinde Kıbrıs’a  gideceğimi söyleyince “Öyleyse 1 Eylül 1954 günü arkadaşlarınla beraber Kadıköy Spor Salonu’nda hazır olursanız antrenmanlara başlayabiliriz” dedi.

    Ertesi gün ilk iş, Çamlıcalı sporcu kardeşler Güneş Çapa ve Oya Çapa’nın evinde, babaları Dr. Selim Çapa ile görüştüm… Selim Bey, Fenerbahçe’nin en muteber simalarından birisiydi. Kendisine “Siz lütfen gerekli başvuruyu yapıp, Fenerbahçe’nin bizi kabul etmesini sağlayın; ben de Çamlıca’nın şampiyon basketbol ve voleybol kız takımını tümüyle Fenerbahçe Kız Takımı’na aktarayım. Erenköy Lisesi’nden de koyu Fenerbahçeli Seta ve diğer isteklileri takviye alabiliriz” dedim.

    Bir parantez açarak Güneş Çapa isminin üzerinde bilhassa durmak istiyorum. Ben Kıbrıs’a döndükten sonra Fenerbahçe takımlarının kaptanlığını sevgili Güneş devraldı… Sporculuğu yanına aynı derecede başarılı yöneticiliği de eklenince, sadece Fenerbahçe’nin değil, Türk kadın voleybol tarihinin kuruluş ve büyüme dönemindeki en önemli ismi Güneş Çapa olmuştur, diyebiliriz.

    Biz o günlere dönelim… Dr. Selim Çapa sadece iki ayda bütün kulüp içi prosedürleri yerine getirdi ve 1 Eylül 1954 günü Çamlıca’dan ben, Güneş Çapa – Oya Çapa kardeşler, İnci (Önen Bayburtluoğlu), Deniz (Aydıncı Gürfırat) ve Ayla (Keskin); Erenköy’den de Seta (Yağcıoğlu), Mahiru (Akdağ) ve İlgi (Yener) ile çoğunun anne – babaları beraber, Kadıköy Halkevi Spor Salonu’nda hazırdık. Böylece Fenerbahçe ve Türk spor tarihinin ilk kız basketbol kulüp takımı kurulmuş oldu. Ertesi sabah da Beyoğlu’ndaki İstanbul Bölge Spor Müdürlüğü’ne kuruluşumuzu resmileştirdik.

    O yıl, 1 Kasım’da başlayacak üniversite için Ağustos’un son haftalarında Türkiye’ye dönmeye babamı zor ikna etmiştim. Ama Fenerbahçe işini duyunca hemen biletimi alıp beni İstanbul’a gönderdi.

    İkinci önemli konu ise hâlâ lise talebesi olan, Güneş, Oya, Bercis (Türkoğlu) gibi diğer sporculara müdire hanımdan izin almaktı. Kendisine Fenerbahçe Spor Kulübü’nden resmi bir talep yazısı ile başvurdum. O yıl yardımcı öğretmen olarak Çamlıca’da kalıp, eğitim ve spor işlerine katkıda bulunmam şartıyla izni verdi. Kuruluşumuzdan sonra, yaptığı hizmetlerden ötürü Fenerbahçe Spor Kulübü, müdire hanım Nuriye Hekimoğlu’nu kıymetli bir plaketle ödüllendirmişti. Sevgili hocamız daha sonra Ankara Kız Teknik Sanat Okulu müdürlüğüne atandı. Maçlar için her Ankara’ya gittiğimizde bizi kendi okulunda misafir ederdi. Her gece elimize birer bardak süt vererek, saat 9’da bizleri yatmaya gönderiyordu. Şampiyonluk ödülümüz ise tiyatro, opera, ya da bale olurdu.

    Bir süre sonra İstanbul Bölgesi Spor Teşkilatı, kız takımları için bir “Voleybol Teşvik Turnuvası” ilan etti. Fakat biz basketbol takımı olarak kurulmuş ve bu sporun idmanlarına başlamıştık. Antrenörümüz Altan Dinçer’i bu maçlara çıkmak için ikna ettik. Dr. Selim Çapa da kulüp yöneticilerini ikna etti. Ve biz tekrar topluca Taksim civarındaki Spor Dairesi’ne giderek voleybol kaydımızı yaptırdık.

    Voleybol sayesinde yurtdışı yolculuklarına da çıktık. Almanya seyahatimizin son gününde Alman yöneticiler bana bir öneri yaptılar. Tıp Fakültesi’ne Almanya’da devam etmemi ve takımlarında antrenör/oyuncu olarak kalmamı istediler. Hatta bunun gerçekleşmesi için babamı bile aradılar. Ama ben önerilerini reddettim.

    Atletizm branşına dair en ilginç hatıram ise bir Atatürk Kır Koşusu’na aittir… Bir gün gazetede Şişli’de, Atatürk’ün müze olarak kullanılan evi önünden başlayan yarışın ilanını gördüm. Haberde Şişli ve Kurtuluş kulüplerinin çok iyi hazırlandığı ve Marika ve Mariya Hamlacı kardeşlerin bir yıl önceki gibi favori olduğu yazılıydı. Hemen voleybol takımındaki koşucu kızlara haber saldım ve ertesi gün beş kişilik bir ekip olarak yarışa kaydolduk.

    Günlerden 27 Aralık… Haliyle çok soğuk bir gün… Basketbol antrenörümüz Önder Dai ve bir diğer çalıştırıcımız Muammer Bey ile Şişli’ye gittik. Erimeye yüz tutsa da hâlâ yerlerde kar vardı. Mehmetçikler araçlarını kenara çekmiş, yolları temizliyordu.

    Koşu başladıktan bir süre sonra, tam askeri araçların önünde geçerken bir Mehmetçik “Abla sen nasılsa sondan birincisin. Koşmak için zahmet etme” demesin mi? Koşu antrenmanım yoktu ama haftada en az iki voleybol, iki de basketbol antrenmanı yapıyor, üstüne iki de maç oynuyordum. Hırslandım ve hızlandım!

    Şimdi hangisi olduğunu anımsamıyorum; önümdeki Maria veya Marika Şişli Camii’nden dönüş esnasında biraz duraklar gibi olunca birinciliğe geçtim. Sağımdaki apartmanların pencerelerinden kadınlar ve çocuklar sarkarak “Koş, koş!” diye beni teşvik ediyor, alkışlıyordu. Fakat yorulmaya başladığımı da hissediyordum. Bir yandan da “24 yaşına geldin, akranların çoluk çocuğa karıştı, sen hâlâ sokaklarda koşuyorsun” diye kendimi azarlıyordum.

    İpi göğüslememe 100 – 150 metre kalmıştı. Daha önce bana seslenen Mehmetçiğin sesini tekrar duydum: “Yaşa be abla! Ben sondan birincisin demiştim ama sen önden birinci olmuşsun” deyince beni bir gülme tuttu ve tüm gücümü kaybettim. Adeta yürüyüşe geçmiştim. Kendimi toplayıp son bir gayretle hızlandım ve ipi göğüsledim.

    Meğer arkamda, Hamlacı kardeşlerden birisi, ikincilik için bizim Çiğdem’le çekişiyormuş. Kollarımı açarak “Haydi Çiğdem!” diye bağırdım. Çiğdem son bir hamle ile fırlayıp ikinciliği kazanarak kucağıma düştü. Seta da dereceye girince, biz hem ferdi, hem de takım birinciliğini kazanmış olduk. Civardaki evlerin birinden bir şişe viski ile bir kutu çikolata göndermişlerdi. Viskiyi iki antrenörümüz paylaşırken, biz sporcular da çikolataları yiyorduk.

    Bir de kürek maceramız var. Orada da şampiyonluk yaşadık. Hikâyesi bir hayli enteresandır:

    İstanbul ve Türkiye voleybol ve basketbol birinci ligleri erken bittiği için, Haziran ayındaki sınavlara kadar boş oturmaktan, spor yapamamaktan sıkılıyordum. Yılın bahar aylarını nasıl değerlendireceğimi düşünürken, kürek çekmeye karar verdim. Arkadaşlarım İnci ve Canel’i (Konvur) alarak, Fenerbahçe kürek şubesinin bulunduğu İstinye’ye gittim. Fenerbahçeli yönetici ve sporcular, bizi çok iyi karşıladılar. Hemen anlaşıp antrenmanlara başladık.

    Boğaz’da kürek çekmek muhteşem bir duyguydu. Akşamları deniz trafiği azalıyordu. Bu sakin saatlerde sular menekşelenirdi. Yakamozlar büyülü gözükürdü. Sahildeki şirin yalıların pencereleri alev alev olurdu. Gökyüzü gurubun kızıllığına bürünürken, kıyıdan müzik sesleri gelirdi. Bütün bu güzellikler bizim antrenmanın son 20-30 dakikasına rastlardı fakat biz yine de saatlerce denizde üzerinde kalmak, hiç karaya ayak basmamak isterdik.

    Yarışmalar 1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı’nda, karşı sahil Beykoz’da başladı. Bizim takımı izlemeye çok az kişi gelmişti. Ailelerimizden başka, yönetici olarak bir tek Sedat (Bayur) Bey ile İstinyede’ki kulüp sorumlumuz ve birkaç kürekçi arkadaşımız vardı.

    Galatasaray ise tüm yönetici ve sporcuları ile orada idi. Tek çiftte, yıllarca başarılı olan Lale Oraloğlu’nun çevresi ise dolu idi. İki kameraman devamlı onu izleyip, film çekiyorlardı. Dönemin ünlü sinema/tiyatro sanatçılarından biri olduğu için, Lale Hanım tam bir ilgi odağıydı.

    Derken bir mucize oldu: Biz dört tekte yarışın başlamasını beklerken, sağ tarafta, Beykoz yamaçlarındaki hastanede, iki hastanın ellerindeki sarı – lacivert battaniyeler bayrak gibi dalgalanmaya başladı… O coşkuyla yarışın başında ileri atıldık. Yolun yarısından fazla bir bölümünü henüz bitirmiştik ki futamız sallanmaya başladı. Hemen önümde oturan İnci’nin oturduğu yuvarlak tahta yerinden çıkmıştı. O tahtayı tuttuğu gibi denize fırlattı; kendini toparladı ve raylar üzerinde pozisyon alarak yeniden kürek çekmeye başladı. Fakat işte o birkaç saniye içinde Galatasaraylılar yanımızdan geçerek, yarım futa farkı ile birinci olmuşlardı.

    İnci’nin metal raylardan şortu yırtılmış, bacakları yara, bere ve kanlar içinde kalmıştı. Üzüntüden ağlamaya başlayınca önce boynuna sarılıp onu teselli ettim, sonra da yaralarını temizleyip ilaçladım. Tüm bu olaylar bizi kazanmak hırsı ile kamçıladı. Sekiz tekte rakibimiz Galatasaray’ı 2 – 3 futa boyu farkla geçerek, daha ilk yılımızda şampiyonluğu kazandık.

    Aynı sene voleybol, basketbol, atletizm ve kürek yarışlarında gösterdiğimiz başarılardan dolayı “Cumhuriyet” gazetesi tarafından “Yılın kız sporcusu” seçilmiştim. Hâlbuki başarı hepimizindi.

    Ayten Salih Berkalp Spora Veda Ediyor

    Dr. Ayten Salih Berkalp, Türk spor tarihine silinmez bir iz bıraktıktan sonra, 6 Aralık 1960 tarihinde, Kadeş vapuruna bindi ve Kıbrıs’a döndü. O gün onu uğurlamaya gelenlerin bu ayrılıktan duyduğu üzüntü, fotoğraflara bakınca bile anlaşılıyor

    İstanbul’a veda etmeden birkaç ay önce İzmit’te düzenlenen Türkiye Voleybol Şampiyonası’nda, maç 2-2 iken final seti için Galatasaray karşısına çıkan takım arkadaşlarına son kez şöyle seslenmişti, Ayten Salih:

    “Bu akşam Fenerbahçe’deki son maçım. Eylül’de kalan sınavlarımı da verip, Kıbrıs’a dönüyorum. Ablanıza son bir ödül vermek istemez misiniz? Şimdi sahaya çıkıp fırtına gibi eselim, bu son seti hep beraber alalım ve kupaya sahip olalım. Hadi kızlarım, göreyim sizi!”

    Sahaya çıktılar. Rüzgâr gibi estiler. Maçı ve kupayı kazandılar. Bugün başarıdan başarıya koşan Türk kadın millî voleybol takımı, doğuşunu Dr. Ayten Salih Berkalp ve takım arkadaşları nezdinde Fenerbahçe Spor Kulübü’ne borçludur.

    KAYNAKÇA

    Tanin – 18 Nisan 1911

    İdman – 1 Ağustos 1913

    Gol – 25 Şubat 1926

    İkdam – 30 Ocak 1929

    Milliyet – 22 Şubat 1929

    Milliyet – 20 Aralık 1973

    Dr. Ayten’in Romanı – 2015 (Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği Yayını)


  • 3 Mayıs

    3 Mayıs

    Fenerbahçe’nin kuruluşunun Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen dönem içerisinde özel bir anlamı vardır. Bu anlam, bir avuç gencin, yaşadıkları topraklarda yabancıların hakimiyetinde oynanan futbol oyununa, adeta isyan ederek, dahil olmalarında gizlidir.

    Nurizade Ziya, Ayetullah, Bahriyeli Necip, Asaf adlı gençler, semtleri Kadıköy’ün en büyük okulu Saint Joseph Lisesi’nin Türkçe öğretmeni Enver Bey ile bir araya gelerek bu isyanı başlatanlardır.

    Çoğunlukla yabancıların yaşadığı Kadıköy’de, yine yabancı çocukların çoğunlukta olduğu bir okulda görev yapan bir Türk öğretmenin sözleriyle filizlenen “bağımsızlık” ve “eşitlik” gibi duygular; Fenerbahçe burnundaki çayırlarda yaptığı antrenmanlarla kendini göstermiş ve Fener’e ışık olmuştur.

    1907 yılının bahar aylarında Fenerbahçe Spor Kulübü’nü meydana getiren gençlerin taşıdığı duygular, kuruluş yıllarında çekilen zorluklara rağmen zayıflamamış; ülkemizin (Mustafa Kemal Paşa tarafından yakılan) bağımsızlık ateşinin etrafında pervane olmuştur.

    Fenerbahçe Spor Kulübü, “kendisine ebedi muvaffakiyetler” dileyen Mustafa Kemal Paşa’nın kulübü ziyaret günü olan 3 Mayıs’ı,  “Kuruluş Günü” olarak kutlamaktadır. İşte bugün 114 yaşına gelen Fenerbahçemizin içinde tarih yatan mazisinden satır başları….

    23 Temmuz 1908’de tekrar ilan edilen Meşrutiyet sonrasında Türkiye toprakları adeta cemiyetler ve kulüplerle dolup taşmıştı.

    Fenerbahçe’nin ismi 1908 yılı başlarından itibaren günlük gazetelerde maç haberleri görülmeye başlanmış, bugüne kadar tespit edilen ilk fotoğrafı ise, 1908’in Aralık ayında Musavver Muhit adlı dergide yayınlanmıştı.

    Bu sırada Padişaha ait olan Papazın Çayırı’nın bir bölümü Fenerbahçe’nin Kurucu Başkanı Nurizade Ziya Songülen’in de aralarında bulunduğu girişimciler tarafından kiralanarak “Union Club” kurulmuş, günümüzün Fenerbahçe Stadyumu’nun bir anlamda temeli atılmıştı.

    Bu tarihten kısa bir süre sonra Ayetullah Bey dışında kalan kurucular türlü nedenlerle kulüpten ayrıldılar. O zaman yüzbaşı olan Mustafa Kemal Bey Fransa’da, Picardie manevralarında iken, Fenerbahçe tarihinin ilk buhranını geçiriyordu.

    Sahaya çıkaracak sporcu bulamadığı için Üsküdar Pazaryolu Kulübü ile birleşen Fenerbahçe’nin, yapılan ilk toplantıda bağımsızlığının tehlikeye düşmesi üzerine ayağa kalkan Ayetullah Bey’in kulübü bu badireden nasıl kurtardığını, o gün o toplantıda bulunan Nasuhi Baydar’dan dinleyelim:

    Fenerbahçe’nin o zamanki reisi Ayetullah Bey’di. …. Hukukçuların tumturaklı nazariyeleri karşısında bunalıp…. ayağa kalktı. Ve Fenerbahçe’nin idare heyeti eskisi gibi kalacak, siz de bizlere tabi olacaksınız hükmünü tebliğ etti (bildirdi). “Bizimle birleştiniz, isim değişikliği bahis mevzuu (söz konusu) olamaz!”
    Pazaryolluların Reisi, bir hukukçu cevap verdi :
    – “Hayır sizinle birleşemedik, iki kulüp birleşti. İsim bahse konulmalıdır”
    Sonra bir teklif ile geldi:
    – “Nizamnamenin diğer maddelerine kat’i şekli (son şekli) verelim, yeni idare heyetini de seçtikten sonra isme avdet ederiz (geliriz)”

    Ayetullah, birdenbire, köpürdü:
    – “Nizamnameyi bitirelim, idare heyetini de ekseriyetinizle kuralım, sonra bu idare heyeti, bu ekseriyet Fenerbahçe’nin kuyusunu kazsın, arkadaşlarımızdan dilediğini alıkoyup üst tarafını kapı dışarı etsin. Nerede bu bolluk! Biz Fenerbahçe’yi yalnız futbol oynamak için değil, bundan çok daha yüksek maksatlarla kurmuş ve bugüne kadar yaşatmış olanlardanız. Yolumuzda yürümek isterseniz elbirliğine hazır olduğumuzu söyler, aksi takdirde sizlere (gazinonun kapısını göstererek) buyurun, deriz”
    Pazaryolluların Reisi, bu sert muamele karşısında, sordu :
    – “Siz kim oluyorsunuz da pişmiş aşa su katıyorsunuz?”
    “Fransız kralı XIV. Louis, La loi, c’est moi! dermiş. Ben de Fenerbahçe benimdir diyorum.”

    Fenerbahçe, bu tehlikeli dönemeçten iki sene sonra, 1912’de ilk şampiyonluğunu yaşadı.

    Mekteb-i Sultani’den ve Galatasaray takımından ayrılan Hasan Kamil Sporel ile birlikte daha da güçlenen Fenerbahçe’de; Elkatipzade Mustafa Bey, İstanbul çayırlarından topladığı futbolcularla Türkiye’nin ilk altyapı takımlarını oluşturarak, futbol tarihine ve Fenerbahçe’nin sonraki 20 yılına adeta tek başına damgasını vurdu.

    Nasuhi Baydar, bu büyük Fenerbahçeliyi şöyle anlatacaktı:

    “Gündüz mağazaya, gece eve gitmeyip Fenerbahçe’nin istikbal ve hali ile meşgul olduğu günler birbirini takip etti. Mustafa artık kulüpte yatıyor, kulüpte yiyor, yalnız kulübün işleriyle alakalanıyordu. Fenerbahçe’ye maddi veya manevi yardımda bulunabilecek kim varsa, Mustafa bunların hepsiyle dost oluyordu Filan yerde bir sandal, falan yerde iki kale filesi, şu gümrük ambarında birkaç çift spor kundurası, burada bir az tahsisat, hepsini Mustafa öğreniyor, Fenerbahçe’ye temin etmenin yolunu buluyordu. Ve böylece, Fenerbahçe varlıklı bir müessese olurken Mustafa da kendi varlığını kaybetti, babasının mirasını bile… Fenerbahçe Mustafa’ya neler borçlu değildir? Bunun muhasebesini değme mütehassıs tutamaz. Fakat, Mustafa bütün alacaklarını bir iki gole, bir şampiyonluğa çoktan helal etmiştir.”

    Ertesi sene 1913 tarihli tüzüğünü yazan Fenerbahçe, Cemiyetler Kanunu’na göre tescil edilen kulüpler arasına katıldı.

    Nafia Nazırı Mehmet Hulusi Bey’in ve Galatasaray’dan Fenerbahçe’ye geçen Doktor Hamit Hüsnü Kayacan’ın, sırayla Başkan oldukları 1913-1915 yılları arasında Fenerbahçe başarıdan başarıya koşarken, kulüp tarihini asıl damga vuran isim ise Galip Kulaksızoğlu oldu.

    Seneler boyunca kulübe yeni gelen bütün genç sporcuları Atatürk’ün Fenerbahçe hatıra defterine yazdığı yazının karşısına götürüp onlara bu yazıyı okuyan, bütün çağdaşlarının deyimiyle “en büyük Türk sporcusu” Galip, Fenerbahçe’nin kuruluşundan itibaren bütün branşlarda spor yaptı. Genel kaptanlık, başkanlık, hatta stadyum müdürlüğü bile yaptı. Ölene kadar kulübüne hizmet etti, kulübü için yaşadı.

    1914 yılı, artık bir spor kulübü olan Fenerbahçe için alabildiğine hareketli geçti.

    O sene ilk Galatasaray galibiyeti alındı.

    1932’deki yangın felaketine kadar evimiz olacak ve birbirinden meşhur konukları ağırlayan Kuşdili Lokali açıldı.

    İkinci İstanbul Ligi şampiyonluğu kazanıldı ve Fenerbahçe ilk yurt dışı seyahatine, Rusya’ya gitti.

    Fakat 1914 yılı bitmeden dünya kelimenin tam anlamıyla birbirine girdi.

    Cumhuriyet döneminde bakanlık görevi de yapacak olan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kadıköy sorumlusu Sabri Toprak, savaş yıllarında kulübün başkanlığını yürüttü ve kulüp üyelerinin cepheden cepheye koştuğu seferberlik zamanlarında kulübe muazzam hizmetlerde bulundu. Sabri Toprak, aynı zamanda Fenerbahçe tarihinin en kıymetli misafirini kulübe getiren isim olacaktı.

    Savaş sona ermeden kısa bir süre önce, 3 Mayıs 1918 tarihinde, o dönem adı İttihat Spor Sahası olarak bilinen Kadıköy Fenerbahçe Stadı’nda bir İdman Bayramı yapılacaktı.

    Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa, bir önceki geceyi, Fenerbahçe Başkanı olan, arkadaşı Sabri Bey’in evinde misafir olarak geçirdi.

    Öğlen saatlerinde de Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Kuşdili’ndeki lokalini ziyarete geldi ve burada saatlerce kaldı.

    Son dönemde yapılan araştırmalarda ortaya çıkan gazete haberleri, Mustafa Kemal Paşa’nın sadece Fenerbahçe kulübü’ne değil, aynı zamanda Fenerbahçe Stadyumu’na da geldiğini böylece kanıtlamış oldu.

    Yalnızca 1 sene sonra millî mücadeleyi başlatmak için Anadolu’ya geçecek olan Atatürk, önce kulüp hatıra defterini imzaladı.

    Günün sonunda Elkatipzade Mustafa Bey’in idaresindeki futaya binip Sabri Bey’in Moda’daki evine geri dönmeden önce iskeleden kendisini uğurlayanlara dönerek “Fenerbahçe’ye ebedi muvaffakiyetler dilerim” dedi.

    O gün orada olanlardan biri de Münir Nurettin Selçuk’tu. Seneler sonra bir röportajında o günü anlattı :

    19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşlarına İstanbul’da destek verenler içinde Fenerbahçe Spor Kulübü de bulunuyordu.

    Mütareke ve işgal yıllarında esir şehrin moral kaynağı olan takım, Türk halkını Fenerbahçe’ye aşık etmişti.

    Sabri Toprak uzun bir süre, diğer vatanseverlerle birlikte Malta’da sürgündü. Geri döner dönmez, Anadolu’ya geçti.

    1921 senesinde Londra’ya giden Türkiye Büyük Millet Meclisi heyetinde, Fenerbahçe’nin Kurucu Başkanı Nurizade Ziya Bey bulunuyor, kulübün 1 numaralı üyesi Enver Yetiker, İstanbul gümrüğünde Milli Mücadele için çalışıyor, bir diğer kurucumuz Necip Okaner ise deniz subayı olarak çarpışıyordu.

    Fenerbahçeliler sadece sahada değil, Milli Mücadele’nin her cephesinde savaşıyorlardı.

    Teceddüt Fırkası - Malta Sürgünleri > Bilimdili.com

    1922 Türkiye için zaferin yılı oldu.

    Anadolu’da Milli Mücadele’yi kazanan Türk ordusu, aynı yılın Ekim ayında, başlarında Refet Paşa olduğu halde İstanbul’a giriyor, onları karşılayanlar arasında Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı heyeti de bulunuyordu.

    Refet Paşa birkaç gün sonra, önce Fenerbahçe Stadyumu’na, sonra da kulübün Kuşdili’ndeki lokaline ziyarete gelecek, orada 4 sene önce Mustafa Kemal Paşa’nın imzaladığı deftere “En büyük günü beraber geçirdiğim Fenerbahçelilere” yazacaktı.

    1923’de Fenerbahçe, artık onlarca şubesi olan çok büyük bir spor kulübü olarak, üçüncü tüzüğünü kaleme aldı.

    Cumhuriyet’in ilanından sonra, Fenerbahçe Atatürk’ün “Yeni Devlet, Yeni Toplum” idealine sıkı sıkı sarılacak, Atatürk’ün gösterdiği yolda, bütün inkılapları canı gönülden destekleyecekti.

    Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1925 yılında Bursa’da bir Fenerbahçe maçını izledi. Dönemin resmi gazetesi sayılan Hakimiyet-i Milliye’de yer alan habere göre Mustafa Kemal Paşa; Fenerbahçe ile Bursa ve Ankara karmasının karşı karşıya geldiği ve 1-1 sonuçlanan maçı, kendisi için özel olarak hazırlanan tribünde izlemişti.

    1926 Şubat ayında, Fenerbahçe Stadı’nda ilk Türkiye Kadınlar Atletizm müsabakaları yapılacak. Fenerbahçeli Mübeccel Argun da şampiyonlar arasında yerini alacaktı.

    1929 yılında, Türkiye’nin ilk kadın inşaat mühendislerinden Sabiha Rıfat Ecebilge Gürayman, Fenerbahçe’nin şampiyon erkek voleybol takımında forma giydi.

    “Daha selametle, daha dürüst olarak yürüyebileceğimiz bir yol vardır: “Büyük Türk kadınını meclisimizde müşterek kılmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını ilmi, ahlaki, içtimai, iktisadi hayatta erkeğin arkadaşı, muavin ve destekleyicisi yapmak yoludur” diyen Atatürk’ün aydınlık toplum ideali, Fenerbahçe’nin ışık saçan feneri oldu.

    1927 senesi, hem Fenerbahçe hem de İstanbul’un tarihi için önemli bir senedir.

    Cumhuriyetin ilanından sonra ilk kez İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa’yı karşılayanlar arasında Fenerbahçe Spor Kulübü de vardır.

    Fenerbahçeli denizcilerin Moda açıklarına gelen Mustafa Kemal Paşa’ya kayıklarıyla yaptıkları karşılama dönem basınınca “emsalsiz” olarak nitelenmiştir. Bu karşılamadan sonra teknesi kıyıya yanaşan Mustafa Kemal Paşa, yanındakilerden bir dürbün istemiş ve bir süre Fenerbahçe kıyılarını seyrettikten sonra “Şurası ne güzel bir yerdir” demiştir.

    1927’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından günler boyunca okunan “Nutuk” adlı eserin, seneler sonra Fenerbahçe Başkanlığı da yapacak olan, Fenerbahçeli futbolcu Bedii Yazıcı tarafından günümüz Türkçesine uyarlanması, Fenerbahçe ile Atatürk’ü tekrar bir araya getiren önemli bir olaydır.

    1931 ve 1932 yıllarında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal imzalı iki kararname ile Fenerbahçe Stadyumu önce 10 yıllığına Fenerbahçe’ye kiralandı, sonrasında ise Fenerbahçe’nin mülkü oldu.

    1932’nin 5 Haziran gecesini 6 Haziran sabahına bağlayan saatlerde, Fenerbahçe tarihinin en büyük felaketlerinden biri yaşandı.

    18 sene boyunca Fenerbahçe’nin bütün hatıralarına ev sahipliği yapan Kuşdili Lokali feci bir yangın neticesinde yok oldu. Türkiye’nin dört bir yanından taraftarların, gazetelerin bağış kampanyaları aracılığıyla yardıma koştuğu Fenerbahçe’ye en büyük bağış Mustafa Kemal Atatürk’ten geldi.

    1933 yılında Fenerbahçe, yurtta büyük yankı uyandıran, ilk Türkiye Şampiyonluğu’nu kazandı.

    Fenerbahçe Atatürk’ün sağlığında biri 1935, diğeri 1937 yıllarında olmak üzere iki ulusal şampiyonluk daha kazanacak, 28 şampiyonlukla bugüne kadar en çok Türkiye şampiyonu olan takım unvanını koruyacaktı.

    1934 senesinde, büyük bir törenle Fenerbahçe Stadyumu’na Atatürk’ün bir büstü konuldu.

    Fenerbahçeli sporcular, Atatürk’ün Fenerbahçeli çocukları, yüzleri Gazi büstüne dönük olarak şu şekilde ant içtiler:

    “Büyük Atatürk, Senin açtığın yolda, senin göstereceğin hedefe yürüyeceğimize, bizlere emanet ettiğin Cumhuriyeti koruyacağımıza, Türk ruhu, Türk asaleti, Türk sporculuğu ve mertliği ile senin peşinden geleceğimize, gözlerimizi senden ayırmayacağımıza ant içeriz.…

    Bundan sonra, uzun seneler boyunca ve 1938’de sonra gitgide artan bir özlemle, bütün kuruluş yıl dönümleri o büstün önünde kutlanacaktı.

    1935’de kurucuları arasında Celal Bayar’ın ve Fenerbahçe tarihinin en büyük golcüsü Zeki Rıza Sporel’in de bulunduğu Moda Deniz Kulübü kuruldu.

    Atatürk, çok sevdiği Kadıköy’e ve Fenerbahçe’ye her sene bir kez geliyordu. Fakat 17 Mayıs 1936’da Mustafa Kemal Atatürk Kadıköy ve Fenerbahçe semtlerine adeta bir güneş gibi doğdu.

    Bu ziyaretin bir fotoğrafı bugün Fenerbahçe Stadı’nı süslüyor. O mutlu günün diğer resimleri ise Suna ve İnan Kıraç Vakfı – İstanbul Araştırmaları Enstitüsü arşivinde ortaya çıktı.

    Saint-Joseph Lisesi’nde Türkçe öğretmeni iken Fenerbahçe Spor Kulübü’nün temellerini atan Enver Yetiker, 1937 yılında İstiklal Madalyası aldı. Fenerbahçe’yi beraber kurduğu Nurizade Ziya Songülen, bir sene önce, 1936’da hayata veda etmişti… 1938’in Şubat ayında ise Sabri Toprak vefat etti…

    Birkaç ay sonra, Türkiye en büyük kaybını yaşayacaktı…

    10 Kasım 1938’de, sabah 09:05’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, hayata gözlerini yumdu. Hatırası sonsuza dek Türk halkının ve “takdirlerine ve tebriklerine mazhar olan” Fenerbahçe camiasının kalbinde yaşayacak.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Canel Konvur

    Canel Konvur

    Fenerbahçe’nin 1950’li yıllarda Türk sporuna vurduğu damgada kadın sporcuların emeği yadsınamaz bir gerçek olarak ortada duruyor. Canel Konvur da bu gerçeğin en önemli isimlerinden biri. Tapfereritter efsane sporcumuzu yazdı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe’nin İlk Olimpik Kızı

    1926 yılında Mübeccel Argun’la atletizm pistlerinde ilk kez temsil edilmişti Fenerbahçe. Ama 1940’lardaki ikinci kuşağın ardından sarı-lacivertli bir kadın atletizm takımının kurulması 1957’yi bulmuştu.

    Fenerbahçeli milli atlet Ünal Uyguç’un girişim ve gayretleriyle ağırlıklı olarak Nişantaşı-Çamlıca Kız Liseleri öğrencilerinden oluşan bir takım ortaya çıkmıştı. Devir zaten Fenerbahçe’nin “Altın Kızları”nın devriydi ve Ayten Salih önderliğindeki voleybol ve basketbol takımları 1955’ten beri bütün şampiyonlukları topluyorlardı.

    Canel Konvur Piste Çıkıyor

    İlk başarısını da 26 Ocak 1958’de Atatürk Kır Koşusu’nda şampiyon olarak yaşıyordu Fenerbahçe takımı.. Yarışın birincisi ise adından yıllarca bahsettirecek 19 yaşındaki Canel Konvur’du.

    19 Temmuz’da yüksek atlamada 1.43’le ilk Türkiye rekorunu kırmıştı Konvur. Bu rekor bugün için düşük gelebilir. Ancak o dönem çıtayı geçenlerin bugünkü gibi mindere değil kum havuzuna düştüklerini hatırda tutmak, çabalarına ayrı bir saygı duymak gerekir. Konvur’un yıldızının parladığı dönemde Romanya’nın efsanevi atleti Yolanda Balaş (1958-1964 arası Olimpiyat ve Avrupa şampiyonu) çıtayı 1.78’e yükseltmişti. (Bükreş’te yıllardan beri Balaş’ın adının verildiği bir stadyum var).

    2 Ağustos 1959’da Fenerbahçe kadın takımı Beyoğluspor’u geride bırakıp atletizmdeki ilk İstanbul şampiyonluğuna ulaşırken Konvur rekor kırdığı branşlara uzun atlamayı da eklemiş, ayrıca 80 metre engelli de koşmaya başlamıştı. O yıldan itibaren milli takımlarımızda da değişmeksizin yer almaya başlayan üç kadın atletimizden biri Fenerbahçeli Canel Konvur olmuştu (diğerleri Ankara’nın yıldızları Gül Çıray ve Aycan Önel’di).

    1960 Olimpiyatları

    Bu üçlü 1960 yılında Roma’da düzenlenen ve özellikle güreşçilerimizin büyük zaferine sahne olan Olimpiyatlara katılan öncü Türk kadın atletleri olmuştu. (ilk “olimpik” kadın atletimiz 1948 Londra Olimpiyatlarına katılan Üner Teoman’dı). Olimpiyatlarda 1.50’yi geçen Konvur, 1961’de 1.60’a ulaşmış, Türkiye ve Dünya rekorları arasındaki uçurumu azaltmıştı (bu Türkiye rekoru 1972’de kırılabilecekti).

    Yükseğe atlama kabiliyetiyle dikkat çeken bu genç kız, 1955’ten beri İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını elinden bırakmayan Fenerbahçe kadın voleybol ve basketbol takımlarının da radarına girmişti. Konvur parkelerde de önce yedek sonra as oyuncu olarak yeralmaya başlamış, bu iki sporda 1961’e kadar seri İstanbul ve Türkiye şampiyonlukları kazanan bu efsane takım için ter dökmüştü. Sarı-lacivertliler 1960-61 sezonunda Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Türkiye’yi temsil eden ilk kadın voleybol takımı olarak Romen Dinamo Bükreş’in karşısına çıktığında da ilk altıda Canel Konvur vardı.

    Bu yükselişinin ödülünü de 1962 yılında ilk kez Voleybol Milli Takımı’na seçilerek aldı. Böylece Fenerbahçeli Canel Konvur iki ayrı spor dalında milli formayı giyme onuruna erişmiş ilk Türk kadın sporcu oldu.,

    Sporculuk Hayatının Sonu

    Konvur 1966’da aktif sporculuk hayatını noktalarken Fenerbahçe kadın atletizm takımı 1959’da eline geçirdiği İstanbul şampiyonluğunu kesintisiz sürdürüyor, kadın voleybol takımının üçüncü kuşağı ise yeni İstanbul ve Türkiye şampiyonlukları serisine hazırlanıyordu..

    Konvur ise rekorlarla, şampiyonluklarla, “en”lerle ve “ilk”lerle dolu bir spor geçmişi bırakıyordu gerisinde.. Her şeyden önce Olimpiyatlarda Türk milli takımlarına açık ara en fazla sporcu gönderen kulüp olan Fenerbahçe’nin “ilk Olimpik kızı”ydı.. Ve 4 Haziran 2018’de Bodrum’da ebediyete yolcu edilirken de Fenerbahçe ve Türk bayraklarına sarılı bir şekilde uğurlanıyordu.

  • Şampiyon Atlet Mübeccel Argun ve İlk Kadın Yarışları

    Soldan üçüncü Fenerbahçe’nin ilk kadın atleti Mübeccel Hüsamettin Hanım… Mübeccel Argun…

    Türkiye’de kadınlar arasında ilk atletizm yarışları 12 Şubat 1926’da Kadıköy’de (o zamanlar hâlâ İttihat Spor Sahası olarak bilinen) Fenerbahçe Stadı’nda yapıldı. Bu önemli güne dair dönemin gazetelerinde yazılanları derledik. Yanlış bilinen bazı hususları da düzelten bir çalışma oldu. Keyifli okumalar…

    * * * * * *

    Saat on buçuktan itibaren seyirciler gelmeye başlamışlardı. Genç hanımların koştuklarını görmek hususi bir zevk uyandıracağı için olacak ki şimdiye kadar hiçbir atletizm müsabakasında görülmeyen bir kalabalık vardı.

    Saat on bire doğru, sporcu hanımlar yanlarında Ömer Besim (Koşalay) Bey bulunduğu halde göründüler. Ömer Besim Bey, daha önce bu tip yarışlarda emsaline rastlanmamış kalabalığı görünce, yarı şaka, yarı ciddi “Anlaşıldı” dedi, “Bir daha atletizm müsabakaları tertip edildiği zaman mutlaka hanımların da teşrik edilmesi lazım!”

    Müsabaka kalabalığın gösterdiği alaka ve heyecanı tamamıyla tatmin edecek bir cereyan almakta gecikmedi. Zira birkaç günden beri koşuya iştirak edeceklerinden bahsedilen yirmi kadar hanımın soyunma odalarına girip de hazırlanmaları lazım geldiği zaman hanımlar arasında bir telaş, bir heyecan hasıl oldu. Oraya buraya dağıldıkları, ötede, beride heyecanlı heyecanlı koşuştukları görüldü. Anlaşılan hanımlardan bazıları spor eşyalarını evde unutmuşlardı.

    Bu arada Ömer Besim Bey de İttihat Kulübü’nün bir ucundan diğerine koşuyor, hanımları toplamaya ve müsabakaya sokmaya çalışıyordu. Bütün bu faaliyete rağmen, koşuya iştirak etmeleri lazım gelen yirmi hanımdan ancak yedisi meydana çıkabilmişti.

    İttihat Spor Kulübü’nün küçük binasının kapısından çıkan hanımlar fotoğrafçıların hücumuna maruz kaldılar. İkdam gazetesi muhabiri saha içinde ve hanımların etrafında gerek amatör, gerekse profesyonel on dört objektif saymıştı. Tribündekilerle beraber bu sayı yirmiyi geçiyordu. Besim Ömer Bey’in “Haydi?..”si sporcuları fotoğrafçılardan kurtardı. Hanımlar, meydana çıktılar, sıralandılar, herkes dikkatle bekliyordu.

    İki koşu yapılacaktı. Biri 60 metrelik sürat, diğeriyse 300 metrelik mukavemet koşusu…

    Sürat koşusuna üç atlet katıldı :
    Nermin Hanım, Emine Hanım ve Safiye Hanım.

    Unvan Bey’in el çırpmak suretiyle verdiği işareti müteakip üç hanım fırladılar. Başlangıçta birinciliği temin eden Nermin Tahsin Hanım altmış metre müsabakayı 11.10’da koşarak birinciliği muhafaza etti. Bir metre farkla Emine Hanım ikinciliği ve Safiye Hanım da üçüncülüğü kazandılar. Nermin Hanım’a niçin birinci geldiği sorulduğu zaman : “Çalıştım, bir haftadan beri antrenman yapıyordum” dedi.

    Biraz sonra 300 metrelik mukavemet koşusu yapıldı. Bu koşuya beş atlet katıldı :
    Mübeccel Hanım, Yeliz Hanım, Nermin Hanım, Minnoş Hanım ve Mürüvvet Hanım

    Bu müsabakada birinciliği Mübeccel (Argun) Hanım iyi bir koşudan sonra kazandı. İkinciliği yine Nermin Tahsin Hanım aldı. Mübeccel Hanım hakiki bir sporcu idi. Ne gibi sporlarla meşgul olduğu sorulduğunda : “Çok eskiden koşardım, şimdi British School spor asistanıyım. Her spordan bir parça yaparım. Hokey oynarım. En ziyade istidadım hokey oynamaktadır” dedi.

    Atletizm Federasyonu Başkanı Unvan Bey’in verdiği madalyalardan başka “bütün idmancıların kalbinde hürmetle yaşayan idmancılar şeyhi Faik (Üstünidman) Hoca tarafından birinci gelenlere verilmek üzere gönderilen” ödüller de sporculara takdim edildi.

    Bugün belki de bir atletizm bayramı olarak kutlanması gereken bugün için dönemin gazeteleri şöyle yazmış : “Büyük bir haz ile kaydedeceğimiz nokta, 12 Şubat 926’nın Türk sporculuğu tarihinde sayılı ve kıymetli bir tarih olduğudur.”

    Ve küçük bir takılmayı da unutmamışlar:
    “Herhalde hanımlarımız arasında böyle müsabakalar yapılması hiç de fena değildir. Ancak hanımlarımız da gelecek koşularda spor pantolonlarını veyahut ayakkabılarını evde unutmamayı şimdiden hatırlatmayı da faydasız bulmuyoruz.”

    Mübeccel Argun, 26 Nisan 1982’de hayatını kaybetti. “Onu kim hatırlıyor?” diye sormayın. En azından spor camiasının hatırlamadığı kesin… Acıdır ki kulübü de onu uzun seneler evvel unuttu.


  • Şampiyon Atletimiz Mübeccel Argun

    Şampiyon Atletimiz Mübeccel Argun

    Türkiye’de kadınlar arasında ilk atletizm yarışları 12 Şubat 1926’da Kadıköy’de (o zamanlar hâlâ İttihat Spor Sahası olarak bilinen) Fenerbahçe Stadı‘nda yapıldı. Bu önemli güne dair dönemin gazetelerinde yazılanları derledik. Yanlış bilinen bazı hususları da düzelten bir çalışma oldu. Şampiyon atletimiz Mübeccel Argun nur içinde yatsın… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kadınlar Piste Çıkıyor

    Saat on buçuktan itibaren seyirciler gelmeye başlamışlardı. Genç hanımların koştuklarını görmek hususi bir zevk uyandıracağı için olacak ki şimdiye kadar hiçbir atletizm müsabakasında görülmeyen bir kalabalık vardı.

    Saat on bire doğru, sporcu hanımlar yanlarında Ömer Besim (Koşalay) Bey bulunduğu halde göründüler. Ömer Besim Bey, daha önce bu tip yarışlarda emsaline rastlanmamış kalabalığı görünce, yarı şaka, yarı ciddi “Anlaşıldı” dedi, “Bir daha atletizm müsabakaları tertip edildiği zaman mutlaka hanımların da teşrik edilmesi lazım!”

    Müsabaka kalabalığın gösterdiği alaka ve heyecanı tamamıyla tatmin edecek bir cereyan almakta gecikmedi. Zira birkaç günden beri koşuya iştirak edeceklerinden bahsedilen yirmi kadar hanımın soyunma odalarına girip de hazırlanmaları lazım geldiği zaman hanımlar arasında bir telaş, bir heyecan hasıl oldu. Oraya buraya dağıldıkları, ötede, beride heyecanlı heyecanlı koşuştukları görüldü. Anlaşılan hanımlardan bazıları spor eşyalarını evde unutmuşlardı.

    Bu arada Ömer Besim Bey de İttihat Kulübü’nün bir ucundan diğerine koşuyor, hanımları toplamaya ve müsabakaya sokmaya çalışıyordu. Bütün bu faaliyete rağmen, koşuya iştirak etmeleri lazım gelen yirmi hanımdan ancak yedisi meydana çıkabilmişti.

    Şampiyon Atletimiz Mübeccel Argun

    Haydi!

    İttihat Spor Kulübü’nün küçük binasının kapısından çıkan hanımlar fotoğrafçıların hücumuna maruz kaldılar. İkdam gazetesi muhabiri saha içinde ve hanımların etrafında gerek amatör, gerekse profesyonel on dört objektif saymıştı. Tribündekilerle beraber bu sayı yirmiyi geçiyordu. Besim Ömer Bey’in “Haydi?..”si sporcuları fotoğrafçılardan kurtardı. Hanımlar, meydana çıktılar, sıralandılar, herkes dikkatle bekliyordu.

    İki koşu yapılacaktı. Biri 60 metrelik sürat, diğeriyse 300 metrelik mukavemet koşusu…

    Sürat koşusuna üç atlet katıldı :
    Nermin Hanım, Emine Hanım ve Safiye Hanım.

    Şampiyon Atletimiz Mübeccel Argun

    İlk Yarış

    Unvan Bey’in el çırpmak suretiyle verdiği işareti müteakip üç hanım fırladılar. Başlangıçta birinciliği temin eden Nermin Tahsin Hanım altmış metre müsabakayı 11.10’da koşarak birinciliği muhafaza etti. Bir metre farkla Emine Hanım ikinciliği ve Safiye Hanım da üçüncülüğü kazandılar. Nermin Hanım’a niçin birinci geldiği sorulduğu zaman : “Çalıştım, bir haftadan beri antrenman yapıyordum” dedi.

    Biraz sonra 300 metrelik mukavemet koşusu yapıldı. Bu koşuya beş atlet katıldı :
    Mübeccel Hanım, Yeliz Hanım, Nermin Hanım, Minnoş Hanım ve Mürüvvet Hanım

    Şampiyon Atletimiz Mübeccel Argun
    Şampiyon Atletimiz Mübeccel Argun

    Şampiyon Fenerbahçeli

    Bu müsabakada birinciliği Mübeccel (Argun) Hanım iyi bir koşudan sonra kazandı. İkinciliği yine Nermin Tahsin Hanım aldı. Mübeccel Hanım hakiki bir sporcu idi. Ne gibi sporlarla meşgul olduğu sorulduğunda : “Çok eskiden koşardım, şimdi British School spor asistanıyım. Her spordan bir parça yaparım. Hokey oynarım. En ziyade istidadım hokey oynamaktadır” dedi.

    Atletizm Federasyonu Başkanı Unvan Bey’in verdiği madalyalardan başka “bütün idmancıların kalbinde hürmetle yaşayan idmancılar şeyhi Faik (Üstünidman) Hoca tarafından birinci gelenlere verilmek üzere gönderilen” ödüller de sporculara takdim edildi.

    Bugün belki de bir atletizm bayramı olarak kutlanması gereken bugün için dönemin gazeteleri şöyle yazmış : “Büyük bir haz ile kaydedeceğimiz nokta, 12 Şubat 926’nın Türk sporculuğu tarihinde sayılı ve kıymetli bir tarih olduğudur.”

    Ve küçük bir takılmayı da unutmamışlar:
    “Herhalde hanımlarımız arasında böyle müsabakalar yapılması hiç de fena değildir. Ancak hanımlarımız da gelecek koşularda spor pantolonlarını veyahut ayakkabılarını evde unutmamayı şimdiden hatırlatmayı da faydasız bulmuyoruz.”

    Şampiyon Atletimiz Mübeccel Argun

    Mübeccel Argun, 26 Nisan 1982’de hayatını kaybetti. “Onu kim hatırlıyor?” diye sormayın. En azından spor camiasının hatırlamadığı kesin… Acıdır ki kulübü de onu uzun seneler evvel unuttu.

    Şampiyon Atletimiz Mübeccel Argun