Öz Fenerbahçe dergisinin fotoğraf albümü özelliğinden istifade ederek yazlık bir seriye başlıyoruz… Huzurlarınızda 1955 Fenerbahçe Hatıraları I. Keyifli seyirler…
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu










Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XV
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
Yine bu yıllarda ortaya çıkan Fenerbahçe Kız Basketbol Takımı bu şubeye ayrı bir renk kattı. Çamlıca Kız Lisesi Ekibi tüm kadrosuyla Fenerbahçe’ye gelmiş, hem basketbolda hem voleybolda Sarı-Lacivertli ekibi oluşturmuştu. 1954’ten 1959’a kadar yenilgi yüzü görmeyen bu takım İstanbul ve Türkiye Şampiyonluklarını da elinden bırakmamıştı. Bu takımla da Önder Dai meşgul olmuştu. Fenerbahçe basketbolunun bu büyük gönüllüsü gençler ve yıldızlarda olduğu gibi kızlarda da büyük başarılara imzasını atmıştı.
Halen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Sağlık Bakanlığı Müsteşarı bulunan Dr. Ayten Salih’in kaptanlığını yaptığı bu takımda, kulüp üyelerinden Dr. Selim Çapa’nın kızları Güneş Çapa ile Oya Çapa, eski futbolcularımızdan Püsant’ın kızı Seta Yağcı, İnci, Süeda, Mahiru ve Seçkin gibi yetenekli kızlar vardı bu şampiyon takımda. Yaman kızlardı onlar. Böylesine yetenekli kızların bir araya gelmeleri, itiraf etmeliyim ki gerçekten büyük bir şanstı. Bu kızlar yalnız basketbolda ve voleybolda değil, atletizm ve kürek dallarında da Fenerbahçe’ye şampiyonluklar kazandırmışlardı. Onları da burada takdirle anmak isterim.
1954-1959 arasının şampiyon kızları bugün Fenerbahçe Kulübü’nün kongre, hatta Yüksek Divan Kurulu üyeleri. Onlarla Yüksek Divan Kurulu toplantılarında karşılaşmak da ayrıca gurur veriyor insana.
Bu şampiyon kızlarınızdan Seçkin’in Fenerbahçe basketbolunun unutulmaz isimlerinden biri olan eşi Altan’dan dünyaya getirdiği oğlu Kemal Dinçer ise uzun yıllar şerefle ve başarıyla sırtında formasını taşıdığı Fenerbahçe basketbol takımının başında menajerlik yapıyor bugün.
Güzel, hem de ne kadar güzel şeyler bunlar.
Fenerbahçe, basketbol potaları altında en şanslı dönemini yaşıyordu kuşkusuz. Birinci takım, Genç Takım, Yıldız Takım, Kız Takımı İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını kazanırken kulübün müzesi basketboldan gelen kupalarla doluyordu. Ve artık kulüpte kimsecikler basketbol şubesine toz kondurmuyordu.
Biraz himmetle Fenerbahçe, basketbol potaları altında en büyük patlamayı yapmıştı. Ve doruk noktaya ulaşmıştı. Bizler, tam 10 yıl süreyle bin bir zorluklar içinde mücadele ederken “Biraz ilgi” diye yakınmıştık hep. Ve ancak 10 yıl sonra uyandırabilmiştik ilgi beklediklerimizi. İşte bu “biraz ilgi” ile Fenerbahçe, basketbolda iki yıl içinde doruk noktasına ulaşmıştı.
Demek ki rahmetli Muhtar Sencer ile inancımızda da, güvencemizde de, ısrarlarımızda da ve isteklerimizde de haksız değildik asla. Bunu anlamış olmak dahi gururların ve hazzın en yücesini veriyordu bizlere. Ve tabii ki boşa giden koskoca 10 yıla da büsbütün yanıyorduk. O boşa giden yıllara rağmen Fenerbahçe kulübünde basketbol şubesini kurmak, yaşatmak ve mutlu sona ulaşmanın hazzını ve gururunu ömrüm olduğum müddetçe yaşayacağım. Unutulmuş olmak veya olmamak ayrı bir konudur. Takdir edilip edilmemek de ayrı bir konu. Gönüller, yaptıkları bir işi, ona inandıkları ve gönül verdikleri için yaparlar. Karşılığında hiçbir şey, hatta bir teşekkür bile beklemeden. Bunu yaşayabilmek ve duyabilmek onlar için armağanların en yücesidir.
Cem ATABEYOĞLU
(DEVAM EDECEK)

Fenerbahçe tarihi çok müstesna insanların yazdığı bir tarih… Bu insanlardan biri de basketbolcu Beklan Algan… “Basketbolcu mu?” dediğinizi duyar gibiyiz. Evet, 2010 yılında kaybettiğimiz aktör Beklan Algan, Fenerbahçe basketbol takımının kıymetli bir rüknü idi. Nicedir aradığımız mufassal bir belge, 1953 tarihli bir Öz Fenerbahçe dergisi nüshasından çıktı. Kendisini ve kıymetli eşi Ayla Hanım’ı saygıyla anıyoruz…
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
Fenerbahçe’nin meşhur genç takımından bugüne kalan tek basketbolcu Algan, en yakın bir istikbalin yıldızı olmağa namzettir.
Bundan üç sene evvel; Fenerbahçe’nin fevkalade bir genç basketbol takımı vardı. Tamamen Robert Kolej talebelerinden müteşekkil bu genç takım, çıkardığı fevkalâde oyunlarla, bütün basketbol meraklılarımın pek haklı takdirlerine mazhar olmakta idi. 15-16 yaşlarındaki bu genç sarı-lâcivertliler, yaşlarının katbekat üzerinde bir “basketbol” oynuyorlardı.
Bu şubenin fedakâr müessisi Muhtar Sencer, bu gençlere büyük bir ümitle bakmakta idi. Onun tasavvuru, bu fevkalade genç takımı olduğu gibi birinci takım hâline getirmekti. Fakat umulan çıkmadı. Herkesin büyük ümitler bağladığı o genç takım iki sene içinde tamamen dağıldı. Kimisi basketbolu bıraktı, kimisi Amerika’ya döndü, kimisi hastalığı esnasında uzaklaştığı basketbol sahasına iyileştikten sonra dönmedi.
Küçüklerin o büyük kadrosundan bugüne yalnız bir kişi kaldı: Mehmet Algan… Bugün Fenerbahçe birinci takımında çok güzel oyunlarını seyrettiğimiz Mehmet, o genç kadroya bağlanan ümitlerin ne kadar yerinde olduğunu göstermektedir.
Henüz genç takımımızda oynadığı sıralarda Milli takımımıza çağrılan Mehmet Algan, birinci takım kadrosuna terfi edeli bir sene içinde, çok büyük bir terakki gösterdi. Samim Göreç gibi kıymetli bir hocanın elinde, bu genç basketbolcumuz muhakkak ki en yakın bir istikbâlin yıldızı olacaktır.
Mehmet Algan, 1933 senesinde Kadıköyü’nde dünyaya geldi. Fenerbahçe birinci takımının eski futbolcularından Nihat Algan’ın oğludur. Fenerbahçeli ve sporcu bir babanın oğlu da pek tabii ki kendisine çekecektir. Mehmet, henüz Kadıköy 6ncı İlkokul’a devam ettiği sıralarda kalbini sarı-lacivert renklere kaptırdı.
İlkokulu bitirdikten sonra, Robert Kolej’e devama başladı, Mehmet’in mektebe girdiği sene, kolejde büyük bir sportif faaliyet göze çarpmakta idi. Mektebin hocalarından Mr. Habsburg, Yunanistan maçına hazırlanan milli basketbol takımımızın antrenörlüğünü yapıyordu. Boğaziçi Lisesi’nde kampa çekilen millî basketbolcularımız, her gün muntazaman kolej salonunda çalışıyorlardı.
Mektebin leyli talebesi olan Mehmet, bu antrenmanları büyük bir hayranlıkla takip etmekte idi. Antrenmanlardan sonra, gazozcu Andrea’nın yanında toplanan milli basketbolcularımızı hayran, hayran seyreden küçük Algan’a kamp idarecisi Muhtar Sencer “Basketbolcu ol da seni Fenerbahçe’ye alalım!” diye takılırdı. Milli takım antrenmanları ve Muhtar’ın o sözleri Mehmet’in üzerinde büyük bir tesir uyandırmıştı: O da basketbolcu olacaktı! Nitekim hemen basketbola başladı.
Üç sene geçmeden, Fenerbahçe’nin genç basketbolcuları arasına katıldı. Muhtarın o zamanlar latife olarak söylediği sözler hakikat olmuştu… Mehmet ve kendisi gibi Kolejli olan 7-8 arkadaşından kurulu Fenerbahçe genç takımı daha ilk maçından itibaren kendisini ve hakiki kıymetini gösterdi… Fakat yukarıda da söylediğimiz gibi; bu fevkalade takımın ömrü pek az oldu ve o canım takım iki sezon içinde dağıldı gitti.
Mehmet Algan, hâlen Robert Kolej’in son sınıfında talebedir. İyi bir basketbolcu olduğu kadar, mektebinin çalışkan bir talebesidir de. Gayet munis ve sempatik bir yaradılıştadır. On dokuz yaşının çok üstünde bir ağırbaşlılık içindedir. Gayet muntazam bir hayat sürer. Ömrü, evi-mektebi ve takımı arasında geçer. Sigara ve alkol nedir bilmez. Derslerinden ve antrenmanlarından fırsat bulursa sinemaya gitmekten hoşlanır. Okumak da en hoşlandığı bir şeydir. Caz müziğini çok sever. Ailesine, mektebine, arkadaşlarına, takımına ve renklerine çok bağlıdır. Basketbolda ay-yıldızlı formayı giymek en büyük emelidir. Bu emeline de en kısa bir zamanda erişeceğine inanıyoruz.
Öz Fenerbahçe – Yıl 5 – Sayı 260 – 9 Şubat 1953


Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XIII
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
Yine o eski yıllara dönelim… Fenerbahçe basketbol takımı artık potalar altında kükremeye başlamıştı. Yine o sıralarda bir maçtan sonra Taksim’e doğru yürürken Muhtar Sencer’e: “Artık bu takıma da bu şubeye de çok kişiler sahip çıkmak isteyecektir. Ucuz Bizans oyunlarıyla ayağımın kaydırılmasını istemiyorum Muhtar. Ben kendimi çekiyorum. Düşüncem ve kararım böyle” demiştim.
Vefakâr dostum, dinlemek bile istememişti sözlerimi! “Allah Allah! Hiç öyle şey olur mu?” diye naralar atmıştı cadde ortasında. Piposunu kemirmiş, iki eliyle kulaklarını tıkayarak tepinmeye başlamıştı. Sevgili arkadaşımın bu konunun lafını bile dinlemeye tahammülü yoktu.
Ben artık Fenerbahçe kulübünde basketbol şubesinin bir “bal teknesi” halini aldığı görüşündeydim. Bu teknenin üzerine çok sinekler üşüşeceklerdi. Yalnız insanlara değil, takımlara da kötü günlerinde kimsecikler başını çevirip bakmak istemez de, iyi günlerinde herkes etrafında pervane olur. Bu yaşadığımız dünyada değişmez bir kuraldır.
Ucuz Bizans oyunlarına muhatap olmak istemiyordum. Ayağım kaydırılmadan, kendi ayağımla uzaklaşmalıydım. Ancak bu benim için hiç de kolay olmayacaktı. Bunu gayet iyi biliyordum. Fakat iyi günler gelmişti artık. Takımın başında özveriyle çalışanlara ihtiyaç kalmamıştı pek. Fenerbahçe basketbol potaları altında iyi günlerini yaşıyordu artık. Yönetim Kurulu üyeleri maçları izlemeye geliyorlardı. Takımın elde ettiği galibiyetlerden kendine pay çıkarmak isteyen o kadar çok kişi göze çarpıyordu ki.
5 Aralık 1954 günü Fenerbahçe, Galatasaray, Modaspor ve Yugoslav Beograd S.K. takımları arasında düzenlenen turnuva, Sarı-Lacivertli takımın yeni bir zaferi olmuştu. Fenerbahçe, final maçında Galatasaray’ı da 48-40 yenerek namağlup şampiyonluğu kazanmıştı. İyi günleri daha iyi günler izlemeliydi. Bu nedenle kopmak istememe rağmen bir türlü kopamıyordum.
Takımı yeni transferlerle güçlendirmek zorundaydık. Bu konuda Yönetim Kurulu da bizimle tamamen hemfikirdi. Şunu da kabul etmek gerekir ki; Fenerbahçe Stadı’na eklenen ve büyük harcamalara yol açan beton açık tribün tamamlanmış ve kulüp parasal bakımdan biraz da olsa düzlüğe çıkmıştı. “Ne gerekiyorsa yapın, kimi istiyorsanız alın” diyordu yönetim kurulu üyeleri.
Önce Darüşşafakalı genç yetenek Mehmet Baturalp’in işini hallettik. Onu küçücük yaşından beri tanırdım. Basketbola gerçekten gönül vermiş bir çocuktu ve maçlarında izlediğim kadarıyla da büyük gelecek vadeden bir oyuncuydu. Batur’un kopamadıkları bir de arkadaşı vardı: Şevket Taşlıca.
Onların basketbol yaşamlarında önemli bir yeri bulunan Yalçın Granit iki genç Darüşşafakalıyı da Galatasaray’a götürmek istiyordu. Biz ise Mehmet Baturalp’i Fenerbahçe’ye almak arzusundaydık. Uzun çekişmelerden sonra Galatasaray’ın o zamanki basketbol yöneticisi Osman Solakoğlu’nu ikna ederek Batur’u almayı başarmıştık. Şevket ise Galatasaray’a gitmişti.
Mülkiyeli ve eski Galatasaraylı Yılmaz Gündüz o sıralarda başkentte, Ankaragücü takımında basketbol yaşamını sürdürmekteydi. Yılmaz aynı zamanda mükemmel bir futbolcuydu da. Yönetim kurulu üyelerini ikna ettik. Yılmaz Gündüz aynı zamanda basketbol oynamak üzere futbolcu olarak Fenerbahçe’ye transfer edildi.
Batur’u çok kısa bir süre genç takımda oynadıktan sonra birinci takım kadrosuna aldık. Gardda, Yılmaz Gündüz gibi bir ustanın yanında, büyük basketbol yeteneği ile çok çabuk parlayıverdi Batur.
Yılmaz tam bir maestro idi takımda. Zekâ dolu bir basketbolu vardı. Oynadığı sporu da en yakından tanıyan ve bilen bir insandı. Mükemmel bir play-maker idi. Batur onun yanında, kendisinde çok şey kaptı. Yılmaz’ın kendine özgü buluşları da vardı. Örneğin bir ara “beş-on beş” diye bir şey çıkarmıştı. Topu eline alınca zaman zaman “beş-on beş” diye bağırırdı. Ve rakipleri şaşkına dönerdi. Rakip takımların antrenörlerinin hiçbiri bu “beş-on beş”in nasıl bir oyun düzeni veya oyun sistemi olduğunu asla anlayamamışlardı. Oysa sevgili Yılmaz’ın o meşhur “beş-on beş”i oyunun hızlandırılması komutundan başka bir şey değildi. Çünkü akşamüstü daireden çıkan memurlar, “beş-on beş” vapuruna yetişebilmek için koşarmış da ondan.
1 numaralı oyun, 2 numaralı oyun, 3 numaralı oyunlar basketbol literatürümüzde vardır. Bu oyunların ne olduğu, birkaç kez tekrarlandığında rakipler tarafından çözülür ve derhal paradı alınır. Ancak Yılmaz Gündüz’ün o meşhur “Beş-on beş”i hiçbir zaman çözülememişti.
Cem ATABEYOĞLU
(DEVAM EDECEK)

Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XII
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
On yıldan beri hasretle yolunu gözlediğimiz peri kızı nihayet ahşap kulüp binasına gelmiş ve elindeki sihirli değnekle yönetim kurulu masasına dokunmuştu.
Basketbol çevremizde bir bomba gibi patlayan bu maçtan sonra, her şey değişivermişti kulüpte. Basketbol şubesi birden gözde oluvermişti. O kadar ki Yönetim Kurulu, Bölge Tertip Komitesi üyeliği için Genel Sekreter Dr. Rüştü Dağlaroğlu’nu görevlendirmiş ve basketbol birden öz evlat oluvermişti. Yıllardır basketbol şubesine karşı olan tutumuyla tanınan yönetici bile lise çağlarında nasıl basketbol oynadığını her karşısına gelene heyecan içinde anlatmaya koyulmuştu.
Bu olup bitenleri Muhtar Sencer ile birlikte hayretle izliyor ve ikimiz de aynı şeyi söylemekten kendimizi alamıyorduk: “Hayırdır inşallah”
Basketbol şubesine, en kötü günlerinde dahi sıcak nazarlarla bakan tek yönetici olarak tanıdığımız Dr. Rüştü Dağlaroğlu ise Tertip Komitesi’ndeki göreviyle bizim en büyük kazancımız olmuştu hiç kuşkusuz.
Yenilmez Armada’yı yendiğimiz maç Fenerbahçe basketbolunu hayata getirmişti kısacası. Ancak yine de çok kimseler bu galibiyeti bir rastlantı olarak kabul ediyordu ki, bu hal Fenerbahçe takımının üzerine biraz gölge düşürüyordu. Fakat ne olursa olsun ortada bir gerçek vardı ki balçıkla sıvanamayan güneş gibi apaçıktı. Fenerbahçe basketbol potaları altında Galatasaray gibi güçlü bir rakibi yenmişti. Bu arada Tertip Komitesi aldığı çok yerinde bir kararla önemli basketbol maçlarını Spor ve Sergi Sarayı’nda oynanmasını sağlamıştı. Bunların başında elbette ki Fenerbahçe-Galatasaray maçları geliyordu. Nitekim “Yenilmez Armada”nın yenildiği maç, İTÜ Salonu’nda oynanan son ezeli rekabet maçı olmuştu.
6 Mayıs 1954 gününe kadar Fenerbahçe’nin yenilmez armada karşısındaki galibiyetine rastlantı diyenler çoktu basketbol çevrelerimizde. Fenerbahçe basketbol takımı, bunu yalanlamak zorundaydı. Bu nedenle 39 gün sonra oynanacak maç büyük önem taşıyordu. Çeşmemeydanı’ndan davullar, zurnalar ve flamalarla gelen Fenerbahçe taraftarlarının coşkun tezahüratı arasında oynanan bu maçta da Sarı-Lacivertli takım gerçekten fevkalade bir oyun çıkarmıştı. Galatasaray bu maçta 39 gün önceki yenilginin acısını çıkarmak için var gücüyle çalışmıştı. Ama maçın sonunda galip gelen takım yine Fenerbahçe idi. Bu maçta da ezeli rakibini 60-55 yenmeyi başaran Fenerbahçe, ilk maçtaki galibiyetinin rastlantı olmadığını kanıtlamıştı. Bu maçla Galatasaray’ın uzun yıllardan beri Türk basketboluna hükümran olan “Yenilmez Armada”lığı artık kesinlikle son bulmuş oluyordu.
Sacit Seldüz (Kaptan, 12 sayı), Altan Dinçer (23 sayı), Nejat Diyarbakırlı (6 sayı), Hikmet Vardar (9 sayı), Erdoğan Karabelen (7 sayı), Mete Yalçın (2 sayı), Erol Demiroma (1 sayı) bu maçın kahramanlarıydılar.
Sırası gelmişken bir anımı daha nakletmek istiyorum:
Galatasaray kaptanı Dr. Ali Uras o sıralarda ihtisas için Amerika’ya gitmiş bulunuyordu. Ünlü basketbolcu ve değerli hekimimiz “25 Yıldan Arda Kalan Anılar” başlıklı yazısında şunları yazar:
“… Bir gün Türkiye’den gönderilmiş bir spor dergisinin içinde Fenerbahçe’nin basketbolda Galatasaray’ı yendiğini okudum. Bunu gönderen kişinin kim olduğu bugün dahi meçhulümdür. Bu meçhul dost, Amerika’da bulunduğum iki yıllık zaman içinde Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı yendiği her maçtan sonra aynı dergiyi bana göndermeye devam etti. Bu da 25 yıllık rekabetin üzerindeki unutulmaz bir başka anısıdır”
Allah biliyor ya, Prof. Uras’ın bu yazısını okuduğumda, bu muzipliği yapanın sevgili dostum Muhtar Sencer olabileceğini düşünmüştüm. Bu yazı 1970 yılında yayınlanmıştı. Muhtar o tarihte Almanya’ya yerleşmiş bulunuyordu. Bu nedenle kendisine “Ali’nin yazısında bahsettiği o meçhul şahıs sen miydin?” diye soramamıştım.
Ali Uras, gerçekten çok sevdiği Muhtar Sencer’e, onu en hassas tarafından yakalamak suretiyle takılmaktan pek hoşlanırdı. Fenerbahçe’ye gelmek istediğini söyler, bizimkini sevincinden havalara zıplatırdı. Sevgili Muhtar’cık kaç gece yarıları evimin kapısına ziller çalarak gelmişti kim bilir. “Ali’yi alıyoruz. Bu kez kati olarak söz verdi.” diye müjdeler yağdırmıştı hep.
İspanya’da şatolar kurmaya başlayan sevgili arkadaşıma “Ali seni yine işletmiş” dediğimde bana kızardı hep. Allah rahmet eylesin, her sefer Ali’ye inanırdı da bu konuda bana hiç mi hiç inanmazdı nedense.
Sevgili Muhtar’ın cenaze töreni sırasında Şişli Camii avlusunda sevgili Ali Uras ile kucaklaşırken “Fenerbahçe’ye geliyor musun Ali?” diye titrek bir sesle sorduğumda gözleri dolu dolu olmuştu Uras’ın ve sadece “Ya… Ya… Ya…” diyebilmişti.
Bu nedenle kendisine yıllarca muziplik yapan Ali Uras’a böyle bir intikam muzipliğini yapacak en kuvvetli isim olarak aklıma hep Muhtar Sencer gelmişti. Yıllar sonra sevgili dostumla Almanya’da buluştuğumuzda zihnimi kurcalayan bu soruyu kendisine sormuştum. Koca dostum, böyle bir muzipliği kendisinin yapmadığını söylemiş, fakat yapmayı akıl edemediği için de hayli hayıflanmıştı.
Hey gidi o günler.
Cem ATABEYOĞLU
(DEVAM EDECEK)

Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XI
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
Bu arada takımımızın başına bir de usta antrenör getirmiştik. Bu büyük basketbol ustası Samim Göreç’ti.
Altan’lı Fenerbahçe, Samim Göreç’in nezaretinde çalışmalara başladı. Samim Göreç yıllarca Galatasaray’da oynamış, Galatasaray’da antrenörlük yapmıştı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi antrenörlerinden biriydi. Fenerbahçe basketbol takımının kaderinin onun usta ellerinde değişeceğine yürekten inanıyorduk.
Samim Göreç, teknik adam olarak Fenerbahçe takımı için gerçekten büyük bir kazançtı. Türk basketboluna fandımantal çalışmayı sokan kişi de oydu. Ve Samim kısa zamanda öylesine bir kaynaşmıştı ki Fenerbahçe kulübüne üye olmuştu kendiliğinden. Artık Fenerbahçe basketbol takımı Fenerbahçeli Samim Göreç’in usta ellerindeydi.
Takım onun elinde kısa zamanda hüviyet değiştirmişti adeta. Lige hızla giren Sarı-Lacivertli takım bu arada yılbaşı münasebetiyle İTÜ tarafından düzenlenen “Rektörlük Kupası” maçlarında da yenilmeden şampiyon olmuştu. Galatasaraylı Sadi Gülçelik, Fuad Köseoğlu ve Yüksel Alkan ile Modasporlu Güney Ülmen gibi ünlü oyuncuların yer aldığı Teknik Üniversite takımını da su götürmez bir yenilgiye uğratan Fenerbahçe, o sezon ligde de bir şeyler, hatta çok şeyler yapabileceğini göstermişti.
Bir saatli bomba vardı bu takımda ve bu bomba vakti, saati gelince patlayacaktı. Buna yürekten inanıyorduk. Ve nihayet 28 Mart 1954 günü gelip çattı.
O gün İTÜ Salonu’nda Fenerbahçe-Galatasaray maçı vardı. Sarı-Lacivertli takımın çıkardığı güzel oyunlar ve elde ettiği başarılı sonuçlar Fenerbahçe taraftarlarına da büyük umut vermişti besbelli. Olağanüstü bir halle karşılaşılmıştı o gün. Nice yıllardır özlemini çektiğimiz büyük bir seyirci kalabalığı doldurmuştu salonu. Hatta dahası, kapılar, camlar kırılmıştı. Ve Fenerbahçe’nin o görkemli seyircisi artık basketbol takımının da arkasındaydı Bunu görmüştük çok şükür.
O görkemli seyircinin de desteğiyle fevkalade bir oyun sergilemişti takımımız. Yuda Çerasi ile Osman Kermen hakem ikilisinin yönettikleri maçın daha ilk dakikasından itibaren oyuna ağırlığını koymuştu Fenerbahçe. Ve sahada “Bambaşka bir Fenerbahçe’yi izliyorduk o gün. Fakat yine de zaman zaman, içimizde koca bir 10 yılın kronikleşmiş endişesinin bir rüzgârı esiyordu. Ancak dakikalar ilerledikçe bu endişe, kendimizi zorlasak bile içimize gelmiyordu. Çünkü maçın inisiyatifi tamamen Sarı-Lacivertli takımın elindeydi. Maçın sonu yaklaştıkça sahadaki tezahürat daha da artıyordu.
Fenerbahçe basketbolunun kaderinde “şeytanın ayağının kırıldığı gün” yaşanıyordu o gün İTÜ Salonu’nda. Ve Galatasaray, uzun yılların “Yenilmez Armada”lığına veda ediyordu. Bu, Türk basketbol tarihinde bir çağın kapanışı ve yeni bir çağın açılışıydı hiç kuşkusuz. Ve işte o 28 Mart 1954 günü Fenerbahçe, ezeli rakibi Galatasaray’ı 71-61 yenerek bu devrimi gerçekleştirmişti.
Salonda bir ana-baba günü yaşanıyordu maçtan sonra. Sahaya doluşan Fenerbahçeli seyirciler oyuncuları omuzlarına kaldırmışlardı. Bu mutlu gün “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” sloganıyla ortalık çınlatılarak kutlanıyordu. Ve bu büyük mücadeledeki ideal arkadaşım sevgili Muhtar Sencer boynuma sarılmış ağlıyor, bir yandan da hıçkırıyordu:
“Allah Allah. Bugünleri de gördük. Sana çok şükürler olsun Yarabbi”
Göz pınarlarımdan taşan sevinç yaşlarını nasıl tutabilirdim?
Altan Dinçer (28 sayı), Hikmet Vardar (4 Sayı), Sacit Seldüz (Kaptan, 15 sayı), Nejat Diyarbakırlı (8 sayı), Erol Demiroma (2 sayı), Erdoğan Karabelen (14 sayı) ve Mete Yalçın (0 sayı) bu büyük zaferin kahramanları idiler. Başlarında Samim Göreç olduğu halde tabii.
Cem ATABEYOĞLU
(DEVAM EDECEK)

Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu X.
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
Takımımız günden güne toparlanıyordu. Fakat kulüp içindeki tartışma “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar?” misali sürüp gitmekteydi. Yönetim Kurulu’nda hâkim olan zihniyet, basketbol şubesinin özellikle Galatasaray’ın ekmeğine yağ süren bir faaliyet gösterdiği yolundaydı. Kısacası Fenerbahçe basketbolu, Galatasaray’a galibiyetler sunmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Bizler ise “Ne veriyorsunuz ki, ne bekliyorsunuz?” diyorduk. Ve bu şubenin üvey evlat muamelesi gördüğü müddetçe bundan fazlasını beklemenin kimsenin hakkı olamayacağını savunmaya çalışıyorduk. Ve bu münakaşa yıllardır sürüp gidiyordu.
“Bir kez deneyin, biraz ilgi gösterin, biraz yatırım yapın. Bir sonuç alamazsak o zaman biz de bu işin ucunu bırakırız” demekten dilimiz aşınmıştı.
1944 yılından 1954 yılına kadar işte böylece gelindi. Tam 10 yıl Fenerbahçe basketbolu her türlü ilgiden ve destekten uzakta, büyük fedakârlıklar pahasına ayakta kaldı. Nihayet o yıl, 1954’te, yani basketbol şubesinin kuruluşundan tam 10 yıl sonra, bir defaya mahsus olmak kayıt ve şartıyla basketbol şubesinin tahsisatı yılda 2250 liradan 14.000 liraya çıkarıldı.
Vefa’dan Altan Dinçer’i kadromuza alırken, 110 metre engelli koşucumuz milli atlet Erdoğan Karabelen’i de “Bir atlet için kış aylarında basketbol çalışması şarttır. Bunun yararlarını yazın pistte görüp bana hak vereceksin” diyerek potalara çekmiştim.
Sacit Seldüz’e eklenen Altan Dinçer ve Erdoğan Karabelen ile uzun boylu üç basketbolcuya birden sahip oluyorduk. Nice yıllardır rüyalarımızda dolaşan “Üç uzun ve iki kısa” dan oluşacak bir “beş”e nihayet sahip olabilmenin verdiği hudutsuz ve tarifsiz bir sevincin içindeydik. Artık böyle bir kadroyla çok büyük işler başarabileceğimize inanıyorduk.
10 yıldan beri peşimizi bırakmayan aksiliklerden, şanssızlıklardan nihayet kurtuluyor muyduk? Zaman zaman büyük umutlara kapılmaktan korktuğumuz da oluyordu. Çünkü şu on yıllık mücadelemiz içinde o kadar çok aksiliklerle karşılaşmıştık ki, her an yenisini bekler hale gelmiştik sevgili Muhtar Sencer ile. Fakat her şeye rağmen yine de umudumuz büyüktü.
Korktuğumuz başımıza gelmekte fazla gecikmedi. Altan Dinçer’in transferinde ortaya çıkan bir pürüz, tüm işleri de, düşleri de alt üst ediverdi birden.
Bir sabah Cağaloğlu’ndaki evime gelen Muhtar Sencer o telaşlı haliyle, “Mahvolduk… Mahvolduk…” diye içeri dalmıştı. Ve kendini holdeki koltuğun üzerine külçe gibi bırakırken “Altan’ın lisansını alamıyoruz. Mahvolduk” diye inlemişti.
Sevgili dostumun tarifsiz bir heyecan içinde anlattığına göre, Altan Dinçer, Teşvik Turnuvası’nın bir maçında Vefa takımında oynadığı için Beden Terbiyesi Bölgesi bu sporcunun transferine izin vermiyordu. Bir sporcunun, bir sezon içinde iki takımda yer alamayacağı yolundaki genel prensip, Altan Dinçer’in Vefa’dan Fenerbahçe’ye transferini engelliyordu.
Ben de şok olmuştum. Kafamı toparlamaya çalıştım zorlukla. Sonra çalışma odama geçip, oradaki yönetmeliklere sarıldım. Bildiğime inandığım bir hususu bir kez de gözlerimle görüp kendi kendime kanıtlamaya çalıştım. İncelediğim yönetmelikler beni rahatlatmıştı. Salonda döndüğümde Muhtar bir yandan kahvesini içiyor, bir yandan da karşısına oturttuğu rahmetli anneme olup bitenleri anlatmaya çalışıyordu.
“Kahveni iç, gidelim” diye konuştum.
Muhtar’cık şaşırmıştı. Fakat yine de iki yudumda kahvesini içti: “Nereye gideceğiz?” diye sormaktan da kendini alamadı.
“Nereye olacak?” dedim sakin bir sesle “Bölge’ye, Altan’ın lisansını almaya gideceğiz”
Asla inanmamıştı, daha doğrusu inanamamıştı bir türlü. Nitekim yolda durmadan aynı konuyu tekrarlıyordu: “Vefalılar, Teşvik Turnuvası’nın maç kağıdını getirip Bölge’ye vermişler. Altan oynamış bu maçta. Nasıl faka bastık yahu?” diyordu durmadan.
“Üzme kendiniii” diyordum ona “Bir de ben konuşayım bakalım”
“Konuşmasına konuş ama bitti bu iş artık” diye söyleniyordu arkadaşım.
Muhtarcığım alabildiğine büyük bir karamsarlığın içindeydi. Onu gayet iyi tanırdım. Ne söylesem onu feraha çıkaramazdım. Bu konuda onu bu büyük karamsarlıktan ancak Altan’ın lisansını kurtarabilirdi.
O zamanlar Beden Terbiyesi İstanbul Bölge Müdürlüğü’nün Sicil ve Lisans Servisi Şefi, Sorbon Üniversitesi’nin Yüksek Matematik bölümünden mezun olmuş rahmetli Raşit Bey’di. Cin gibi zeki, yönetmelikleri ezbere bilen, son derece dürüst, fakat asık suratlı bir insandı rahmetli. Hayli de sertti. Muhtar’ı koridorda bıraktım, odasına tek başıma girdim. Reşit bey, beni karşısında görünce, gözlüklerinin üzerinden baktı her zamanki gibi donuk sesiyle; “Hoş geldin.” Dedi ve hemen arkasından sordu “Hayrola bir şey mi var?”
“Altan’ın lisansını almaya geldim Reşit Bey” deyiverdim.
Gözlüklerinin üzerinden attığı bakışları birden sertleşiverdi: “Muhtar’a söyledim” diye homurdandı. “Altan, Teşvik Turnuvası’nda Vefa’da oynamış. Resmi maçta oynamış bir oyuncunun aynı sene içinde başka bir kulübe transferi yapılamaz. Bilmiyor musun? Seneye alabilirsin ancak”
Sakince sordum kendisine: “Teşvik Turnuvası resmi maç mıdır Raşit Bey?”
Bakışları alabildiğine alevlenmişti o anda: “Bölge tarafından düzenlenen Teşvik Turnuvası’nın resmi maç olduğunu bilmiyor musun sen?” diye homurdandı.
Yine masum bir tavır takınmaya çalıştım: “Kabul Reşit bey. Fakat hangi kitabın hangi maddesine göre?” diye konuştum. “Bunu bana gösterirseniz, bir daha böyle hataya düşmem”
Rahmetli Reşit Bey, bana bir şey öğretmek hevesiyle işin üzerine eğildi. Çekmecesinden “Basketbol Müsabaka Yönetmeliği”ni çıkardı. Sayfalarını birkaç kez baştan sona karıştırdıktan sonra: “Buraya alınmamış ama resmi maçtır Teşvik Turnuvası” diye söylendi.
Cüretimi birden arttırıverdim: “Fakat bu söylediğiniz, Basketbol Müsabaka Yönetmeliğinin son maddesine biraz ters düşmüyor mu Reşit Bey?” diyiverdim.
Adamakıllı öfkelenmişti. Bu öfkeyle yönetmeliğin son sayfasını açtı ve son maddeye baktı. Bu son maddede “Bu yönetmelikte yer almayan hususlar için Futbol Müsabaka Yönetmeliği esas alınır” diyordu. O bu maddeyi okurken, cebimden çıkardığım Futbol Müsabaka Yönetmeliği’ni usulca masası üzerine bıraktım. Bu yönetmelikte “Resmi Müsabakalar”ın ne olduğu açıkça izah eden bir madde vardı. Onu gösterdim. Okudu. Bu maddede Teşvik Müsabakaları diye bir kayıt yoktu. Olamazdı da zaten Teşvik Turnuvaları yalnız basketbol ve voleybolda vardı. Ve takımları liglere hazırlamak amacıyla düzenlenirdi. Reşit Bey fena halde öfkelenmiş, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Üst üste belki üç dört defa okudu maddeleri. Sonra yine gözlükleri üzerinden baktı bana yine: “Sen de biliyorsun ya Teşvik Turnuvaları’nın resmi maç olduğunu” diye homurdandı.
Boynumu büküp öfkeli gözlerine baktım: “Kara kaplı kitabın söyledikleri yanında benim bildiklerimin ne değeri olabilir ki Raşit Bey?” diye konuştum.
Durdu, uzun uzun düşündü. Kara kaplı kitap, onun pek büyük bir sadakatle bağlı olduğu şeydi. Birden çekmecesini çekti, bir lisans çıkardı. Bana uzatırken yüzünde ve bakışlarında hafif bir tebessümün bir an için belirip uçtuğunu fark ettim. “Maddelerdeki açıklardan faydalandın” diye söylendi.
“Vazifemiz de bu Reşat Bey” diyiverdim gayriihtiyari.
Bu kez yüzünde, bir an için de olsa açık ve seçik bir tebessüm belirmişti: “Hak ettin” diye söylendi “Al Altan’ın lisansını, git”
Lisansı kapmamla teşekkürü basıp odasından fırlamam bir oldu. Kapının önünde tarifsiz heyecanlar içinde, piposunu kemire kemire volta atmakta olan Muhtar’a elimdeki lisansı uzattım. “Al bakalım Altan’ın lisansını” diye söylendim.
Muhtarcık, elinde tuttuğu lisansa hayretler içinde bakıyor, gözlerine inanamıyordu sanki. Sonra birden boynuna sarılıp “Allah Allah” nidalarını atmaya başlamıştı.
İşte koca Altan Dinçer, yönetmeliklerdeki küçücük bir madde açıklığı sayesinde resmen Fenerbahçeli oluvermişti böylece.
Elbette ki Fenerbahçeli milli futbolcu Yaşar Alpaslan’ın özbeöz yeğeni olan Altan Dinçer de “Oğlan çocuk dayıya çeker” sözünü boşa çıkarmayıp Fenerbahçeli olacaktı. Seneler sonra Altan, yine Fenerbahçeli bir bayan voleybolcu olan Seçkin ile evlenecek ve yıllar sonra da bu Fenerbahçeli çiftin çocukları Kemal Dinçer, Sarı-Lacivert’li forma altında basketbol oynayacak, takım kaptanlığı yapacak ve sonunda takımın menajeri olarak başa geçecekti. Bunları yaşamak, görmek dahi bana nasıl büyük bir haz ve mutluluk veriyor.
Hey gidi yıllar hey… Biz, 1990’ları bir yana bırakalım, tekrar 1954’e dönelim isterseniz.
Cem ATABEYOĞLU
(DEVAM EDECEK)

Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX.
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
Yine o yılın içinde, hiç de hesapta olmayan bir Ankara seyahati ortaya çıktı. Mülkiyeliler Birliği, “Şükrü Saracoğlu Kupası” adı altında bir basketbol turnuvası düzenlemişti.
Rahmetli Şükrü Saracoğlu, çok uzun yıllar (aralıksız tam 16 yıl) Fenerbahçe Kulübü Başkanlığını yapmış; Adalet Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve hatta Başbakanlığı yıllarında da kulüpten hizmetlerini esirgememiş büyük bir sporsever ve gerçek bir Fenerbahçeli idi. Bu nedenle Fenerbahçe takımı bu turnuvaya özellikle davet edilmişti. Katılması da kaçınılmazdı. Yönetim Kurulu, kulübün parasal durumunun hiç de iyi olmadığından (ki gerçekten de öyle idi) bahisle pek az bir tahsisat verebilmiş, “Aman bununla idareye bakın” demişti.
Muhtar Sencer ile karşılıklı geçip uzun uzun hesaplara dalmıştık yine. Gidiş ve dönüş yol parası, otel ve yemek parasını elimizdeki parayla karşılayabilmemize imkân yoktu. Muhtar basit bir memur, ben de bir simit-çay devrinin genç bir gazetecisiydim. Parasal bir katkıda bulunabilecek güce sahip değildik asla. Ne yapacağımızı şaşırmış haldeydik.
Bir antrenman sonrasında çocukları toplayıp durumu açıkça anlattık. O güzelim amatörlüğün o tertemiz renk aşkıyla doluydu çocuklar: “Üzülmeyin, nasıl olsa idare ederiz” dediler.
Amerikalı oyuncumuz Chuck ise eşiyle birlikte Ankara’ya bir Amerikan askeri uçağı ile gidebileceğinden bahsetti ve ayrı bir otelde kalması için bizden izin istedi. Chuck, çok iyi bir basketbolcu olduğu kadar mükemmel bir insandı da. Eşi Mary ise tam manasıyla “Fenerbahçe hastası” olmuştu. Çocuklar da bu talebini son derece olumlu karşıladı.
Chuck’ın bizimle gelmeyişi ve ayrı bir otelde kalacak olması, bir kişinin yol ve iaşe-ibate masraflarını da azaltıyordu. Bu durumda kıt kanaat idare edebilirdik herhalde. Sineğin yağını bile hesaplayacak haldeydik. Ve Fenerbahçe basketbolunu işte bu halin içinde ayakta tutmaya çalışıyorduk.
Ankara’ya gidiş-dönüş ikinci mevki tren biletlerimizi aldık. Kuşetli vagon bile bizim için hayli lüks olacağından kuşetsizini tercih etmiştik. Çocuklar akşam trene kumanyalarıyla gelmişlerdi. Köftesini, peynirini, haşlanmış yumurtasını, salamını, zeytinini, helvasını açıp ekmeğine katık eden trende nefsini köreltti. Ve şen şakrak saatler içinde Ankara yoluna koyulduk. Gönüller öylesine birdi ki, ikinci mevki tren kompartımanı bile çocuklara yataklı vagondan daha güzel gelmişti.
Gece, çocuklar biraz daha genişlesinler diye, Eskişehir’den Ankara’ya kadar olan yolu Muhtar Sencer ile birlikte vagonun koridorundaki açılır kapanır oturaklarda geçirmiştik.
Ankara’da, Sıhhiye ile Kızılay arasındaki “Gül Palas” oteli, Fenerbahçe’nin en eski atletlerinden Selahattin Bey’indi. Bu eski Fenerbahçeli ağabeyimiz; “Spor kafilelerine pek kapımı açmıyorum ama Fenerbahçe olunca işler değişir” diyerek bizi oteline buyur ettiği gibi yaptığı hatırı sayılır bir indirimle de gönüllerimizi ayrıca almıştı.
Saracoğlu Kupası’nın organizasyonu Mülkiyelilerindi. Yılmaz Gündüz, Gündüz Aktuğ, Seyhan Beşkök sacayağı, Organizasyon Komitesi’ni oluşturan öğrencilerdi. Onların aracılığı ile öğle ve akşam yemeklerini öğrenci kantininde az bir ücretle yemeyi de sağlayınca derin bir soluk almıştık.
Turnuvaya; Mülkiye, Harp Okulu, Gençlerbirliği ve Fenerbahçe takımları katılıyordu. Yedek Subaylığı yapmakta olan Fenerbahçe kaptanı milli basketbolcumuz Ayduk Koray da Harp Okulu takımında oynamaktaydı. Yalım’lı, Celal’li, Haluk’lu, Vedat’lı Harp Okulu, Ayduk’un da katılmasıyla büsbütün güçlenmişti.
Fikstüre göre; ilk gün Mülkiye-Fenerbahçe ve Harp Okulu-Gençlerbirliği oynayacaklardı. İkinci gün; Fenerbahçe-Gençlerbirliği ve Harp Okulu-Mülkiye maçları vardı. Turnuvanın son günü ile Mülkiye-Gençlerbirliği ve Fenerbahçe-Harp Okulu takımları karşı karşıya geleceklerdi.
İlk maçta ev sahibi Mülkiye karşısında fena halde karambole gelmiştik. Mülkiyeliler maçın hakemlerinin gelemediklerinden bahisle iki Mülkiyeli öğrenciyi hakem olarak karşımıza çıkarmışlar ve onlar da göz göre göre kanımıza ekmek doğramışlardı. Ve maçı üç sayı farkla Mülkiye kazanmıştı.
Maçtan sonra kantinde Yılmaz Gündüz, her zamanki sevimli haliyle yanımıza gelmiş ve olanca samimiyeti içinde; “Kusura bakmayın” demişti. “Böyle olması gerekiyordu, malum ya yarın Harp Okulu ile maçımız var. Yenilseydik bu maçın bir önemi kalmaz ve kimse maça gelmezdi. Malum ya hasılat meselesi”
Yılmaz’ın bu samimi itirafları dahi bizi rahatlatmıştı.
O akşam oteldeki odamızda Muhtar Sencer ile derin bir hesaba oturmuştuk tekrar. Kılı kırk yararcasına hesabımızı yaptıktan sonra Ankara’da rehin kalmayacağımız sonucuna varmış ve yataklarımızda rahat bir uyku çekmiştik.
Ertesi gün takımımız çok rahat bir oyunla Gençlerbirliği’ni farklı bir yenilgiye uğratmıştı. Bizden sonra Harbiye-Mülkiye maçı vardı. Başkentin iki ezeli rakibiydi onlar. Mülkiye salonunu hınca hınç dolduran büyük bir kalabalık önünde oynanan bu maçı nefesler kesen bir mücadele sonunda Harp Okulu kazanmıştı. Harp Okulu’nun o güçlü takımı özellikle ikinci yarıda ezici üstünlüğünü rakibine kabul ettirip farklı bir sonuca gitmeseydi, diğer pek çok maçta olduğu gibi bu maçta da bir “çıngar” çıkabilirdi herhalde.
Pazar sabahı, turnuvanın son gününde Harp Okulu bizi de yenerek şampiyonluk kupasını almaya hazırlanıyordu. Harp Okulu takımı yıllardan beri başkentte yenilgi yüzü görmemişti. Ve Fenerbahçe’yi rahatça yeneceklerinden emindiler. Nitekim maçtan önce sevgili Yalım olanca şirinliği ile yanımıza gelmiş; kucaklaşmıştık: “Ev sahipliği yapamayacağımız için sizden peşinen özür dilemek istiyorum. Kusura bakmayın, sizi yenmek zorundayız” diye konuşmuştu.
“Misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş Yalımcığım” diye cevaplamıştım o tatlı insanı.
Oysa bizim de sevgili Yalım’a bir sürprizimiz vardı. Yıllardan beri Harp Okulu takımının uğur bellediği bir sırrı öğrenmiştim. Harp Okulu takımı sahada seremoni selamı yaparken takım kaptanı Yalım hafif bir sesle “Alev’in Şerefine” diyor ve oyuncular hep bir ağızdan bağırıyorlardı: “Sağol… Sağol… Sağol!” diye. Bu selam şekli aslında “Türk Sporu Şerefine” diye idi. Takım kaptanımız Sacit’e bunu söylemiştim ve Yalım ile Harp Okulu takımı oyuncularının işitebilecekleri bir sesle “Alev’in Şerefine” diye arkadaşlarına seslenmesini istemiştim.
Milli Takım kamplarında Yalım’ın sürekli muzipliklerine uğrayan Sacit de bu “uğuru bozma” işine pek sevinmişti. Fenerbahçe takımı kaptanının “Alev’in Şerefine” sözünü işittiği anda sevgili Yalım’ın şaşkınlığı hala gözlerimin önündedir. Alev, sevgili Yalım’ın o zaman küçücük bir çocuk olan kızıydı. Harp Okulu takımı onu kendisine hem maskot hem de uğur saymıştı.
Salon hınca hınç doluydu. Şükrü Saracoğlu da maça gelmişti. Fenerbahçe takımının onu ayrıca gidip selamlaması ayrıca güzel bir jest olmuştu. Salonun büyük bölümünü ev sahibi Mülkiyeliler doldurmuşlardı. Ve onlar candan Fenerbahçe’yi desteklemekteydiler by maçta.
Fenerbahçe basketbol atkımı bu maçta öyle bir oyun çıkarmıştı ki… Salonu dolduran Mülkiyelilerin de büyük desteğiyle büsbütün coşan Sarı-Lacivertli takım güçlü rakibini adeta sürklase etmişti. Beş yıldan beri başkentte yenilgi yüzü görmeyen Harp Okulu takımını farklı bir yenilgiye uğratmıştık o gün Ankara’da.
Bu maçta Chuck, hayatının en güzel oyunlarından birini çıkarmış; Sacit ile Silvio da sahanın en iyi oyuncuları arasında parlamışlardı. Aman yarabbi, o ne maç, o ne büyük heyecandı. Aradan kırk yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen bu satırları yazarken bile aynı heyecanı yeniden yaşar gibiyim.
Maçtan sonra Fenerbahçe takımı oyuncuları sahaya doluşan Mülkiyelilerin omuzlarında yükselirken Muhtar boynuma sarılmış hüngür hüngür ağlıyordu. Kendimi tutmama rağmen gözlerimden süzülen yaşları tutamıyordum bu heyecan içinde.
Fenerbahçe’nin Harp Okulu’nu yenmesi Mülkiye’nin işine yaramış; “Turnuva tüzüğünde averaj yoktur, kupa ortada kalmıştır” denilerek işin içinden çıkılmıştı. Başkentte beş yıldan beri Harp Okulu’nu yenerek namağlup sıfatına son verilmiş olmak bile bizim için şampiyonluk kadar önemli bir olaydı. Hele maçtan sonra Sayın Şükrü Saracoğlu’nun Fenerbahçe’yi tebrike gelmesi bizler için mutluluklar ve şereflerin en yücesi olmuştu.
Bu galibiyetin büyük sevinci içindeki soyunma odamızda bir sürpriz de bizim sevimli Amerikalımız Chuck’tan gelmişti. Bütün takım arkadaşları ve bizlerle hararet içinde kucaklaşan Chuck, o yarım yamalak Türkçesiyle: “Kutlamak lazım. Benim davetlimsiniz” demişti. Ve başkentin en güzel lokantalarından birinde, kafileye mükellef bir ziyafer çekmişti Chuck o gün. Bağırmaktan sesi kısılan eşi Mary ise gerek maçta, gerek restoranda ve gerekse yolda tam üç makara renkli film harcamıştı fotoğraf makinesiyle.
Öğle yemeğinden yapılan tasarrufla, dönüşte bütün takım salam-helva-ekmekten ibaret kumanya almıştık.
Sırası gelmişken Chuck’tan biraz bahsetmek isterim. Gerçekten çok mükemmel bir basketbolcuydu ve Türkiye’de kaldığı iki yıl içinde Fenerbahçe basketboluna çok şeyler kazandırmıştı. Sanki doğma büyüme Fenerbahçeliymiş gibi formasına, takım arkadaşlarına ve bizlere ısınmıştı. Hele eşi Mary, tam bir Fenerbahçe hastası olmuştu.
Chuck, bugünkü yabancılar gibi para almamıştı. Bilakis cebinden para harcamıştı. Karamürsel’deki PX’den top alır, arkadaşlarına ayakkabı alır getirir ve bunların parasını asla ve asla almazdı kimseden. Antrenör oyuncu olarak iki yıl hizmet etmişti Fenerbahçe’ye.
Türkiye’de görev süresi tamamlanıp yurduna dönerken onu hep birlikte uğurlamıştık. Mary’e bir buket çiçek, Chuck’a ise çevresi sırmı püsküllü üçgen biçiminde bir Fenerbahçe flaması hediye etmiştik. Son derece duygulanmıştı sevgili Chuck: “Dünyanın neresine gidersem gideyim, bu flama yatağımın başucunda duracaktır. Hep Fenerbahçe ile, hep sizlerle yaşayacağım” derken mavi gözleri buğulanmıştı.
Mary ile eşinin aldığı flamayı önce öpmüş, sonra hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.
İşte böylesine duygu dolu bir şekilde uğurlamıştık sevgili Frederick Chuck Rosenkronz’u ve Mary Rosenkronz’u. Onun ani gidişiyle Fenerbahçe basketbolu da en güçlü bir elemanını yitirmiş oluyordu. Takımda olduğu gibi gönüllerimizde de koskoca bir boşluk açmıştı Chuck.
Kim bilir nerelerdedir şimdi? Kendisinin sadece onu tanıyanların gönüllerinde olduğunu biliyoruz.
Cem ATABEYOĞLU
(DEVAM EDECEK)