Etiket: Mülkiye

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Saracoğlu Kupası

    Yine o yılın içinde, hiç de hesapta olmayan bir Ankara seyahati ortaya çıktı. Mülkiyeliler Birliği, “Şükrü Saracoğlu Kupası” adı altında bir basketbol turnuvası düzenlemişti.

    Rahmetli Şükrü Saracoğlu, çok uzun yıllar (aralıksız tam 16 yıl) Fenerbahçe Kulübü Başkanlığını yapmış; Adalet Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve hatta Başbakanlığı yıllarında da kulüpten hizmetlerini esirgememiş büyük bir sporsever ve gerçek bir Fenerbahçeli idi. Bu nedenle Fenerbahçe takımı bu turnuvaya özellikle davet edilmişti. Katılması da kaçınılmazdı. Yönetim Kurulu, kulübün parasal durumunun hiç de iyi olmadığından (ki gerçekten de öyle idi) bahisle pek az bir tahsisat verebilmiş, “Aman bununla idareye bakın” demişti.

    Muhtar Sencer ile karşılıklı geçip uzun uzun hesaplara dalmıştık yine. Gidiş ve dönüş yol parası, otel ve yemek parasını elimizdeki parayla karşılayabilmemize imkân yoktu. Muhtar basit bir memur, ben de bir simit-çay devrinin genç bir gazetecisiydim. Parasal bir katkıda bulunabilecek güce sahip değildik asla. Ne yapacağımızı şaşırmış haldeydik.

    Bir antrenman sonrasında çocukları toplayıp durumu açıkça anlattık. O güzelim amatörlüğün o tertemiz renk aşkıyla doluydu çocuklar: “Üzülmeyin, nasıl olsa idare ederiz” dediler.

    Amerikalı oyuncumuz Chuck ise eşiyle birlikte Ankara’ya bir Amerikan askeri uçağı ile gidebileceğinden bahsetti ve ayrı bir otelde kalması için bizden izin istedi. Chuck, çok iyi bir basketbolcu olduğu kadar mükemmel bir insandı da. Eşi Mary ise tam manasıyla “Fenerbahçe hastası” olmuştu. Çocuklar da bu talebini son derece olumlu karşıladı.

    Chuck’ın bizimle gelmeyişi ve ayrı bir otelde kalacak olması, bir kişinin yol ve iaşe-ibate masraflarını da azaltıyordu. Bu durumda kıt kanaat idare edebilirdik herhalde. Sineğin yağını bile hesaplayacak haldeydik. Ve Fenerbahçe basketbolunu işte bu halin içinde ayakta tutmaya çalışıyorduk.

    Ankara’ya gidiş-dönüş ikinci mevki tren biletlerimizi aldık. Kuşetli vagon bile bizim için hayli lüks olacağından kuşetsizini tercih etmiştik. Çocuklar akşam trene kumanyalarıyla gelmişlerdi. Köftesini, peynirini, haşlanmış yumurtasını, salamını, zeytinini, helvasını açıp ekmeğine katık eden trende nefsini köreltti. Ve şen şakrak saatler içinde Ankara yoluna koyulduk. Gönüller öylesine birdi ki, ikinci mevki tren kompartımanı bile çocuklara yataklı vagondan daha güzel gelmişti.

    Gece, çocuklar biraz daha genişlesinler diye, Eskişehir’den Ankara’ya kadar olan yolu Muhtar Sencer ile birlikte vagonun koridorundaki açılır kapanır oturaklarda geçirmiştik.

    Ankara’da, Sıhhiye ile Kızılay arasındaki “Gül Palas” oteli, Fenerbahçe’nin en eski atletlerinden Selahattin Bey’indi. Bu eski Fenerbahçeli ağabeyimiz; “Spor kafilelerine pek kapımı açmıyorum ama Fenerbahçe olunca işler değişir” diyerek bizi oteline buyur ettiği gibi yaptığı hatırı sayılır bir indirimle de gönüllerimizi ayrıca almıştı.

    Saracoğlu Kupası’nın organizasyonu Mülkiyelilerindi. Yılmaz Gündüz, Gündüz Aktuğ, Seyhan Beşkök sacayağı, Organizasyon Komitesi’ni oluşturan öğrencilerdi. Onların aracılığı ile öğle ve akşam yemeklerini öğrenci kantininde az bir ücretle yemeyi de sağlayınca derin bir soluk almıştık.

    Turnuvaya; Mülkiye, Harp Okulu, Gençlerbirliği ve Fenerbahçe takımları katılıyordu. Yedek Subaylığı yapmakta olan Fenerbahçe kaptanı milli basketbolcumuz Ayduk Koray da Harp Okulu takımında oynamaktaydı. Yalım’lı, Celal’li, Haluk’lu, Vedat’lı Harp Okulu, Ayduk’un da katılmasıyla büsbütün güçlenmişti.

    Fikstüre göre; ilk gün Mülkiye-Fenerbahçe ve Harp Okulu-Gençlerbirliği oynayacaklardı. İkinci gün; Fenerbahçe-Gençlerbirliği ve Harp Okulu-Mülkiye maçları vardı. Turnuvanın son günü ile Mülkiye-Gençlerbirliği ve Fenerbahçe-Harp Okulu takımları karşı karşıya geleceklerdi.

    İlk maçta ev sahibi Mülkiye karşısında fena halde karambole gelmiştik. Mülkiyeliler maçın hakemlerinin gelemediklerinden bahisle iki Mülkiyeli öğrenciyi hakem olarak karşımıza çıkarmışlar ve onlar da göz göre göre kanımıza ekmek doğramışlardı. Ve maçı üç sayı farkla Mülkiye kazanmıştı.

    Maçtan sonra kantinde Yılmaz Gündüz, her zamanki sevimli haliyle yanımıza gelmiş ve olanca samimiyeti içinde; “Kusura bakmayın” demişti. “Böyle olması gerekiyordu, malum ya yarın Harp Okulu ile maçımız var. Yenilseydik bu maçın bir önemi kalmaz ve kimse maça gelmezdi. Malum ya hasılat meselesi”

    Yılmaz’ın bu samimi itirafları dahi bizi rahatlatmıştı.

    O akşam oteldeki odamızda Muhtar Sencer ile derin bir hesaba oturmuştuk tekrar. Kılı kırk yararcasına hesabımızı yaptıktan sonra Ankara’da rehin kalmayacağımız sonucuna varmış ve yataklarımızda rahat bir uyku çekmiştik.

    Ertesi gün takımımız çok rahat bir oyunla Gençlerbirliği’ni farklı bir yenilgiye uğratmıştı. Bizden sonra Harbiye-Mülkiye maçı vardı. Başkentin iki ezeli rakibiydi onlar. Mülkiye salonunu hınca hınç dolduran büyük bir kalabalık önünde oynanan bu maçı nefesler kesen bir mücadele sonunda Harp Okulu kazanmıştı. Harp Okulu’nun o güçlü takımı özellikle ikinci yarıda ezici üstünlüğünü rakibine kabul ettirip farklı bir sonuca gitmeseydi, diğer pek çok maçta olduğu gibi bu maçta da bir “çıngar” çıkabilirdi herhalde.

    Pazar sabahı, turnuvanın son gününde Harp Okulu bizi de yenerek şampiyonluk kupasını almaya hazırlanıyordu. Harp Okulu takımı yıllardan beri başkentte yenilgi yüzü görmemişti. Ve Fenerbahçe’yi rahatça yeneceklerinden emindiler. Nitekim maçtan önce sevgili Yalım olanca şirinliği ile yanımıza gelmiş; kucaklaşmıştık: “Ev sahipliği yapamayacağımız için sizden peşinen özür dilemek istiyorum. Kusura bakmayın, sizi yenmek zorundayız” diye konuşmuştu.

    “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş Yalımcığım” diye cevaplamıştım o tatlı insanı.

    Oysa bizim de sevgili Yalım’a bir sürprizimiz vardı. Yıllardan beri Harp Okulu takımının uğur bellediği bir sırrı öğrenmiştim. Harp Okulu takımı sahada seremoni selamı yaparken takım kaptanı Yalım hafif bir sesle “Alev’in Şerefine” diyor ve oyuncular hep bir ağızdan bağırıyorlardı: “Sağol… Sağol… Sağol!” diye. Bu selam şekli aslında “Türk Sporu Şerefine” diye idi. Takım kaptanımız Sacit’e bunu söylemiştim ve Yalım ile Harp Okulu takımı oyuncularının işitebilecekleri bir sesle “Alev’in Şerefine” diye arkadaşlarına seslenmesini istemiştim.

    Milli Takım kamplarında Yalım’ın sürekli muzipliklerine uğrayan Sacit de bu “uğuru bozma” işine pek sevinmişti. Fenerbahçe takımı kaptanının “Alev’in Şerefine” sözünü işittiği anda sevgili Yalım’ın şaşkınlığı hala gözlerimin önündedir. Alev, sevgili Yalım’ın o zaman küçücük bir çocuk olan kızıydı. Harp Okulu takımı onu kendisine hem maskot hem de uğur saymıştı.

    Salon hınca hınç doluydu. Şükrü Saracoğlu da maça gelmişti. Fenerbahçe takımının onu ayrıca gidip selamlaması ayrıca güzel bir jest olmuştu. Salonun büyük bölümünü ev sahibi Mülkiyeliler doldurmuşlardı. Ve onlar candan Fenerbahçe’yi desteklemekteydiler by maçta.

    Fenerbahçe basketbol atkımı bu maçta öyle bir oyun çıkarmıştı ki… Salonu dolduran Mülkiyelilerin de büyük desteğiyle büsbütün coşan Sarı-Lacivertli takım güçlü rakibini adeta sürklase etmişti. Beş yıldan beri başkentte yenilgi yüzü görmeyen Harp Okulu takımını farklı bir yenilgiye uğratmıştık o gün Ankara’da.

    Bu maçta Chuck, hayatının en güzel oyunlarından birini çıkarmış; Sacit ile Silvio da sahanın en iyi oyuncuları arasında parlamışlardı. Aman yarabbi, o ne maç, o ne büyük heyecandı. Aradan kırk yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen bu satırları yazarken bile aynı heyecanı yeniden yaşar gibiyim.

    Maçtan sonra Fenerbahçe takımı oyuncuları sahaya doluşan Mülkiyelilerin omuzlarında yükselirken Muhtar boynuma sarılmış hüngür hüngür ağlıyordu. Kendimi tutmama rağmen gözlerimden süzülen yaşları tutamıyordum bu heyecan içinde.

    Fenerbahçe’nin Harp Okulu’nu yenmesi Mülkiye’nin işine yaramış; “Turnuva tüzüğünde averaj yoktur, kupa ortada kalmıştır” denilerek işin içinden çıkılmıştı. Başkentte beş yıldan beri Harp Okulu’nu yenerek namağlup sıfatına son verilmiş olmak bile bizim için şampiyonluk kadar önemli bir olaydı. Hele maçtan sonra Sayın Şükrü Saracoğlu’nun Fenerbahçe’yi tebrike gelmesi bizler için mutluluklar ve şereflerin en yücesi olmuştu.

    Bu galibiyetin büyük sevinci içindeki soyunma odamızda bir sürpriz de bizim sevimli Amerikalımız Chuck’tan gelmişti. Bütün takım arkadaşları ve bizlerle hararet içinde kucaklaşan Chuck, o yarım yamalak Türkçesiyle: “Kutlamak lazım. Benim davetlimsiniz” demişti. Ve başkentin en güzel lokantalarından birinde, kafileye mükellef bir ziyafer çekmişti Chuck o gün. Bağırmaktan sesi kısılan eşi Mary ise gerek maçta, gerek restoranda ve gerekse yolda tam üç makara renkli film harcamıştı fotoğraf makinesiyle.

    Öğle yemeğinden yapılan tasarrufla, dönüşte bütün takım salam-helva-ekmekten ibaret kumanya almıştık.

    Sırası gelmişken Chuck’tan biraz bahsetmek isterim. Gerçekten çok mükemmel bir basketbolcuydu ve Türkiye’de kaldığı iki yıl içinde Fenerbahçe basketboluna çok şeyler kazandırmıştı. Sanki doğma büyüme Fenerbahçeliymiş gibi formasına, takım arkadaşlarına ve bizlere ısınmıştı. Hele eşi Mary, tam bir Fenerbahçe hastası olmuştu.

    Chuck, bugünkü yabancılar gibi para almamıştı. Bilakis cebinden para harcamıştı. Karamürsel’deki PX’den top alır, arkadaşlarına ayakkabı alır getirir ve bunların parasını asla ve asla almazdı kimseden. Antrenör oyuncu olarak iki yıl hizmet etmişti Fenerbahçe’ye.

    Türkiye’de görev süresi tamamlanıp yurduna dönerken onu hep birlikte uğurlamıştık. Mary’e bir buket çiçek, Chuck’a ise çevresi sırmı püsküllü üçgen biçiminde bir Fenerbahçe flaması hediye etmiştik. Son derece duygulanmıştı sevgili Chuck: “Dünyanın neresine gidersem gideyim, bu flama yatağımın başucunda duracaktır. Hep Fenerbahçe ile, hep sizlerle yaşayacağım” derken mavi gözleri buğulanmıştı.

    Mary ile eşinin aldığı flamayı önce öpmüş, sonra hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.

    İşte böylesine duygu dolu bir şekilde uğurlamıştık sevgili Frederick Chuck Rosenkronz’u ve Mary Rosenkronz’u. Onun ani gidişiyle Fenerbahçe basketbolu da en güçlü bir elemanını yitirmiş oluyordu. Takımda olduğu gibi gönüllerimizde de koskoca bir boşluk açmıştı Chuck.

    Kim bilir nerelerdedir şimdi? Kendisinin sadece onu tanıyanların gönüllerinde olduğunu biliyoruz.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe’nin Basketbolda İlk Türkiye Şampiyonluğu

    Fenerbahçe’nin Basketbolda İlk Türkiye Şampiyonluğu

    Sadece futbolu değil, neredeyse Türk sporunun tarihini 1959’da başlatmaya çalışanların varlığı malûmunuz… Tapfereritter, bu kez Fenerbahçe’nin basketbolda ilk Türkiye şampiyonluğu hikayesi ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe-Vefa

    12 Mayıs 1957’de Spor Sergi Sarayı’nda Fenerbahçe ve Vefa Türkiye basketbol şampiyonluğu için karşı karşıya. Maçı alan şampiyon.. Nitekim Fenerbahçe galibiyetlerde üçte üç yapmış; Vefa’nın ise bir yenilgisi var. Vefa yenerse iki takım da aynı puanda buluşacak ve Vefa rakibini yendiği için şampiyon olacak.

    Bugün bir kişi “vefasızlıkla” itham edilmek istendiğinde, “Vefa, kimileri için bir semt adıymış” der geçilir. Kaldı ki, 1908 yılında kurulan Vefa Spor Kulübü, kuruluşunu 1940’lara kadar 1909 olarak kabul eden Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nden bile daha kıdemli bir kulübümüzdü. Öyle ki, 1960’lara kadar Vefa futbolda herkes için “Dördüncü Büyük”tü. Hatta, Fenerbahçe’nin 12. kez İstanbul Ligi şampiyonu olduğu 1946-47 sezonunda sarı-lacivertliler, şampiyonluğu Vefa’dan averajla koparabilmişlerdi.

    Ve hatta, Fenerbahçe 1959 yılında Galatasaray’ı 4-0 yenerek (şimdiki) Milli Lig’in ilk şampiyonu olduğunda, o sezon şimdilerdeki averaj kuralı uygulansaydı, aslında finalde karşısında Galatasaray’ı değil, Vefa’yı bulacaktı.

    Futbolda İstanbul Liginin ilk dördünün gediklisi Vefa, voleybolda da tarihe geçmiş ve 1947-48 sezonunda İstanbul şampiyonu olduktan sonra, tarihte ilk kez düzenlenen Türkiye Şampiyonası’nda da birinciliği kazanmıştı.

    Efsane Kadro

    Fenerbahçe’nin Altan Dinçer, Sacit Seldüz, Erdoğan Karabelen, Mehmet Baturalp, (futbol takımında da oynanan ve milli takıma yükselmiş) Can Bartu, (sinema dünyasından tanıdığımız) Yılmaz Gündüz, Metin Çabukel, Hikmet Vardar, Demir Şalt, Gündüz Erkan ve Fahrettin Gökmenoğlu’dan oluşan kadrosu ise aslında sezon boyu gösterdiği performansla Türkiye şampiyonluğunu haketmişti.

    Sarı-lacivertliler, sezon başında Zafer, Cihanoğlu ve Teşvik Turnuvalarında namağlup şampiyon olduktan sonra İstanbul Ligi’nde de 18’de 18 yaparak üçüncü kez üst üste şampiyonluğu kazanmışlardı. Galatasaray’ı sezon içinde dört kez yenmiş, Karagücü’nü ise 181-31 yenerek sayı rekoru kırmışlardı. Rakipsizlerdi ve son üç Türkiye Şampiyonasında yaşadıkları şanssızlıklarla karşılaşmaya niyetleri yoktu.

    Zaten Türkiye Şampiyonası’nı da şimdiye kadar rakipsiz götürmüşlerdi: İzmir şampiyonu Altınordu’yu 85-47, Ankara şampiyonu Ankaragücü’nü 85-58 ve Federasyon Kupası şampiyonu Mülkiye’yi 88-64 yenerken hiç zorlanmamışlardı.

    Şampiyonluk maçında Fenerbahçe, varını yoğunu ortaya koyan Vefa karşısında da ilk yarıyı 37-32 önde bitirdi. Yeşil beyazlılar Altan Dinçer’i iyi kilitlemişlerdi ama Can Bartu ve Yılmaz Gündüz sayı bulmakta zorlanmamıştı. İkinci yarıda ise Vefa’nın enerjisi tükenmiş ve toplam 16 sayı atabilmişti. Can Bartu’nun 18, Altan Dinçer’in 15, Yılmaz Gündüz’ün 10, Mehmet Baturalp’in 9, Erdoğan Karabelen’in 8 ve Gündüz Erkan’ın 2 sayısıyla maçı 62-48 kazanan Fenerbahçe üç sezondur çoktan hakkettiği Türkiye şampiyonluğunu nihayet kucaklıyordu.

    İki Sene Sonra Bir Kez Daha

    İki yıl sonra (1958-59 sezonu) Fenerbahçe (futbol, kadın basketbol, kadın voleybol ve atletizmin yanı sıra) basketbolda bir kez daha Türkiye şampiyonu olurken ise, bu defa o sezon Vefa’dan Fenerbahçe’ye transfer olmuş Tuncer Yavuzer, Yavuz Türkoğlu ve Güner Yalçıner baş rollerdeydi ve bu defa kazanan taraftaydı.

    1957’nin namağlup şampiyon kadrosu, 1997 yılında Yılmaz Gündüz’ün vefatıyla, yaprak dökümü sürecine girdi.. Son iki buçuk senede ise bu yaprak dökümü hızlandı ve Can Bartu’nun 11 Nisan 2019 tarihinde ebediyete intikal etmesiyle kubbede hoş bir sâda olarak kaldılar. Tüm unutulmaz hatıralarıyla birlikte.. Hepsini rahmetle anıyoruz.

    Tapfereritter

  • Fenerbahçe’nin Basketbolda İlk Türkiye Şampiyonluğu

    12 Mayıs 1957’de Spor Sergi Sarayı’nda Fenerbahçe ve Vefa Türkiye basketbol şampiyonluğu için karşı karşıya. Maçı alan şampiyon.. Nitekim Fenerbahçe galibiyetlerde üçte üç yapmış; Vefa’nın ise bir yenilgisi var. Vefa yenerse iki takım da aynı puanda buluşacak ve Vefa rakibini yendiği için şampiyon olacak.

    Bugün bir kişi “vefasızlıkla” itham edilmek istendiğinde, “Vefa, kimileri için bir semt adıymış” der geçilir. Kaldı ki, 1908 yılında kurulan Vefa Spor Kulübü, kuruluşunu 1940’lara kadar 1909 olarak kabul eden Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nden bile daha kıdemli bir kulübümüzdü. Öyle ki, 1960’lara kadar Vefa futbolda herkes için “Dördüncü Büyük”tü. Hatta, Fenerbahçe’nin 12. kez İstanbul Ligi şampiyonu olduğu 1946-47 sezonunda sarı-lacivertliler, şampiyonluğu Vefa’dan averajla koparabilmişlerdi.

    Ve hatta, Fenerbahçe 1959 yılında Galatasaray’ı 4-0 yenerek (şimdiki) Milli Lig’in ilk şampiyonu olduğunda, o sezon şimdilerdeki averaj kuralı uygulansaydı, aslında finalde karşısında Galatasaray’ı değil, Vefa’yı bulacaktı.

    Futbolda İstanbul Liginin ilk dördünün gediklisi Vefa, voleybolda da tarihe geçmiş ve 1947-48 sezonunda İstanbul şampiyonu olduktan sonra, tarihte ilk kez düzenlenen Türkiye Şampiyonası’nda da birinciliği kazanmıştı.

    Fenerbahçe’nin Altan Dinçer, Sacit Seldüz, Erdoğan Karabelen, Mehmet Baturalp, (futbol takımında da oynanan ve milli takıma yükselmiş) Can Bartu, (sinema dünyasından tanıdığımız) Yılmaz Gündüz, Metin Çabukel, Hikmet Vardar, Demir Şalt, Gündüz Erkan ve Fahrettin Gökmenoğlu’dan oluşan kadrosu ise aslında sezon boyu gösterdiği performansla Türkiye şampiyonluğunu haketmişti.

    Sarı-lacivertliler, sezon başında Zafer, Cihanoğlu ve Teşvik Turnuvalarında namağlup şampiyon olduktan sonra İstanbul Ligi’nde de 18’de 18 yaparak üçüncü kez üst üste şampiyonluğu kazanmışlardı. Galatasaray’ı sezon içinde dört kez yenmiş, Karagücü’nü ise 181-31 yenerek sayı rekoru kırmışlardı. Rakipsizlerdi ve son üç Türkiye Şampiyonasında yaşadıkları şanssızlıklarla karşılaşmaya niyetleri yoktu.

    Zaten Türkiye Şampiyonası’nı da şimdiye kadar rakipsiz götürmüşlerdi: İzmir şampiyonu Altınordu’yu 85-47, Ankara şampiyonu Ankaragücü’nü 85-58 ve Federasyon Kupası şampiyonu Mülkiye’yi 88-64 yenerken hiç zorlanmamışlardı.

    Şampiyonluk maçında Fenerbahçe, varını yoğunu ortaya koyan Vefa karşısında da ilk yarıyı 37-32 önde bitirdi. Yeşil beyazlılar Altan Dinçer’i iyi kilitlemişlerdi ama Can Bartu ve Yılmaz Gündüz sayı bulmakta zorlanmamıştı. İkinci yarıda ise Vefa’nın enerjisi tükenmiş ve toplam 16 sayı atabilmişti. Can Bartu’nun 18, Altan Dinçer’in 15, Yılmaz Gündüz’ün 10, Mehmet Baturalp’in 9, Erdoğan Karabelen’in 8 ve Gündüz Erkan’ın 2 sayısıyla maçı 62-48 kazanan Fenerbahçe üç sezondur çoktan hakkettiği Türkiye şampiyonluğunu nihayet kucaklıyordu.

    İki yıl sonra (1958-59 sezonu) Fenerbahçe (futbol, kadın basketbol, kadın voleybol ve atletizmin yanı sıra) basketbolda bir kez daha Türkiye şampiyonu olurken ise, bu defa o sezon Vefa’dan Fenerbahçe’ye transfer olmuş Tuncer Yavuzer, Yavuz Türkoğlu ve Güner Yalçıner başrollerdeydi ve bu defa kazanan taraftaydı.

    1957’nin namağlup şampiyon kadrosu, 1997 yılında Yılmaz Gündüz’ün vefatıyla, yaprak dökümü sürecine girdi.. Son iki buçuk senede ise bu yaprak dökümü hızlandı ve Can Bartu’nun 11 Nisan 2019 tarihinde ebediyete intikal etmesiyle kubbede hoş bir sâda olarak kaldılar. Tüm unutulmaz hatıralarıyla birlikte.. Hepsini rahmetle anıyoruz.

    Tapfereritter