Etiket: Muvakkar Ekrem Talu

  • Galatasaraylı Fenerliler

    Galatasaraylı Fenerliler

    Muvakkar Ekrem Talu, bir gün vapurda yolculuk ederken “Galatasaraylı Fenerliler kimlerdir?” sorusu ile karşılaşmış ve şu aşağıdaki yanıtı vermiş… Faydalı bir liste…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Galatasaraylı Fenerliler

    “Olacak iş mi bu?”

    Öyle demeyin. Anlatacağım…

    Kadıköy vapurunda bana kendini tanıtan bir sayın generalimiz şunu yazmaklığımı istedi:

    “Galatasaray’da okuyup da Fenerbahçe renklerine hizmet etmiş futbolcular kimlerdir?”

    Çok olmasa gerek… Şöyle hatırladıklarım veya yakından bildiklerimi söyleyeyim:

    Aydınoğlu Raşit, Suat Subay, yanılmıyorsam Dr. İsmet Uluğ, Karga Halim, sağ haf Cevat, Rıza Nemli, bek mühendis Ziya, santrfor Suat, Rebii Erkal, Süleyman Tekil, Cihat Arman (evet o müthiş kaleci de) ve sınıf arkadaşım Sayın Fahri İşbay…

    Hâlen Fenerbahçe’nin idealist ve çok temiz bir idarecisi olan İşbay müthiş bir solaçıktı Onu Galatasaraylı yapmak için çok uğraşmıştım. Sınıf takımımızda idi ama Fener’den ayrılmadı. Dördüncü takımdan birinci takıma hak ede ede, çalışması ve emeği ile yükseldi. Karakter sahibi, sporu ve cemiyetçiliği Avrupalı kafası ile düşünen ve Fenerbahçe için canını veren bir kimsedir.

    Spor idarecilik hayatımızda bu tip elemanlara hele şu günlerde ne kadar ihtiyaç var…

    Muvakkar Ekrem Talu

  • Kim Ne Derse Desin

    Kim Ne Derse Desin

    Muvakkar Ekrem Talu’nun Fenerbahçe-Galatasaray yazılarına bir yenisi ekleniyor. İster 1939 olsun, ister bugün; kim ne derse desin, en büyük rekabet bu. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Pazar Günkü Maç Münasebetiyle

    Yine Galatasaray-Fener’e Dair

    Kim ne derse desin!

    Şu iki sevimli kulübümüzün rekabeti başka oluyor.

    Karşı karşı geldikçe de, el ele verdikçe de duyulan heyecanı hangimiz inkâr edebiliriz?

    Kâfir futbolun üç buçuk meraklısı varsa bunun iki buçuğu, kâh tenkit edilen rekabet yüzü suyu hürmetinedir. Ben kendi hesabıma futbolu, çelik çomaktan daha fazla sevmemi bu rekabete hamlediyorum. Hoş eski çelik çomaklar bugünkü futbol müsveddesinden daha heyecanlı idi ya!

    Şimdi dinleyin de bana hak vermeyin!

    Cuma günü Galatasaray-Fenerbahçe karşılaşıyor. Mektepte daha Salı’dan faaliyete geçilir. Talebe futbolculardan Ulvi, Ali, Burhan, L. Mehmet, Muslih, Zıt Kemal, Mithat, Hayri, Fethi… Sürüsüne maşallah.  Zaten bütün takım talebe… Sıkı perhize geçerler. Perhizden maksat zayıflık rejimi değil! Öbür manada… Fakat sinirler de başlar gerilmeğe… İçlerinde yalnız Ali pilâv tabağı adedini arttırmıştır. Kemal de sahada tatbik edeceği nev icat muziplikler düşünmekle meşguldür. O akşam “Gran-kur” da son antrenman, Adil Giray’ın ve Mütevelli Mehmet’in huzurlarında tamamlanır. Perşembe, öğleden sonrayı beklemeden hatta tatlıdan da feragat edilerek erkenden kulüp lokaline düşülür.

    Ertesi gün için Bay Ziya’dan direktif alınacak. Yusuf Ziya, erkânı harbiyesini Sadun Galip, Eşref Şefik, Tahir Yahya, Adil Giray, Sedat Rıza ile teşkil etmiş bulunuyor. Salonun bir köşesine toplanılır ve kondüktörün madam vasıtasıyla sunduğu çaylar, kahveler içilirken ertesi gün için “plân” ihzar edilir. Sadun Galip’in Ali Naci’ye vereceği cevap, Tahir Yahya’nın Çelebi Said’e edeceği mukabele, Müçteba’nın Fikret’e karşı oynatılması, Ulvi’nin muhacim, atlet Vedat’ın santrfor, Nüzhet’in kaleciliği hep bu fasılda karara bağlanır. Elektrikler havanın kararmasına rağmen yakılmaz (şimdi de yakılmıyor amma, o zaman iktisat olsun diye değil!) esrarengiz vaziyet muhafaza edilir.

    Galibiyet takdirinde Necip’in Burgaz’daki evinde ziyafet çıtlatılır. Kunduralar Mahmut’un tamirinden geçer. Yıkanmış parçalı gömlekler ütücüden gelip kondüktöre teslim edilir. Perşembeleri lokal kapısı tıklım tıklımdır. Simalar ekseriya yabancıdır. Kimi, oyunculardan birine yaklaşarak:

    – Bana bir davetiye bulabilir misiniz?

    – Affedersiniz! Lakin sizi tanıyamadım!

    – Olsun efendim! Ben sizi tanıyorum ya!

    Yahud:

    – Falanca futbolcuyu görmek istiyorum!

    – Kim diyelim?

    – Geçen gün tramvayda nasırınıza basan zat geldi, dersiniz. Şeklinde beleşçiler muhavereleri duyulur.

    Peki diğer tarafta neler oluyor acaba?

    Kuşdili’ne giderken dere kenarında Osman’ın gazinosuna bitişik şipşirin beyaz boyalı bir bina. Burası “Fenerbahçe Spor Kulübü” lokalidir. Güzel tanzim edilmiş ufak bir bahçeden geçtiniz mi sağınıza bir tenis kortu gelir. Burada eğer akşam saati ise emektar Galip Mısırlı Tevfik ile bir parti yapmaktadır. Doktor İsmet, üstad Zeki ve Suat’ın ağızlarının suyu akıyor amma, ne çare ki ertesi günü mühim bir koz paylaşılacak. “Barba”nın asık suratına aldırmayarak yandaki kapıdan içeri dalanılar evvela “Mocuk’la karşılaşırlar. Fener kulübünün en büyük hususiyeti, şayanı takdir karakteri küçüklerin büyüklere hürmet, büyüklerin de küçüklere muhabbet beslemeleri ve otoriteyi sarsacak laubali hareketlerden büyük bir hassasiyetle tevakki…

    İşte karşıya gelen alt kat salonda Fuat Hüsnü, Hasan Kâmil, Saip Şevket, Avukat Ramiz, Hamid Hüsnü, Muvaffak Menemenci, merhum ziraat vekili Sabri, Şekerci Ali Muhiddin… Ali Naci de kendilerine iştirak etmiştir. O, bu topluluğun Göbelsi! Derken piyanonun alt başında iskemlelere mektebe başlayan uslu çocuklar sükûnetinde ağır başlı, terbiyeli faal elemanlar. Kıdem adabına pek riayetkâr olarak mevki almışlar. Üstat Zeki, Doktor İsmet, Nedim, Şekip, Kadri, Fahir, Sabih, Alâaddin, Bedri, Suat, Belesçi Ömer.

    O tarihlerde bu asil kulübümüzde de pek öyle “parazitler” yok… Cevat, Sedat, Füruzan, Ulvi, Ragıp, Şahap, Seyfi, Nihat, Haydar gibi gençler de kapının dışında ağabeylerini hayran hayran seyretmekte…

    Fikret, Muzaffer, M. Reşat daha gençler… Dördüncü takım elemanları… Sabih’in idaresindeki antrenman ve Mocuk’un idaresindeki bir maçtan yorgun dönmüşler, muntazam duşlar altında keyifli keyifli soyunup giyinecekler… Yarınki dedikodu ile alakadar bile değiller… Ha! Niyazi’yi, bu gelmiş geçmiş “en nazik Türk futbolcusunu unuttum sanmayın!… O daha İstanbul’a gelmemiş. İzmir’de sanatlar mektebinde okuyor ve Altay küçükleri sınıfında…

    İlk spor muharrirlerinden sevimli arkadaş Salim Hamdi gazetesine fazla malumat toplamak için yukarı katta müzenin bulunduğu odada Salt Çelebi’yi sıkıştırmış havadis istiyor.

    Derken cuma sabahı gelir çatar!

    Milliyet gazetesini açın! Fenere hücum! Akşamı açın! Galatasaraya hücum!

    Bir elli vapuru Kadıköy iskelesine yaklaşmaktadır.

    “Hamsi de koydum tatatavaya… Hamsi de koydum tatatavaya!”

    Sıçradı gitti hahahavayaya hahahavaya!

    Gitti de gelmez o kız buraya…

    Aman mino mino mino,

    Canım mino mino mino

    Papazın kızı of! İmamın kızı!…”

    Güverteden gelen bu sesler, Galatasaraylıların vapurda bulunduklarına işaret…

    Maçın neticesi ne olursa olsun “Hava” bugünkü kadar soğumaz ve söğüş olsun, dövüş olsun, bugünkü kadar şümullü değildir.

    Nitekim mesela ertesi hafta, o zamanlar muhakkak ki Arsenal’den da kuvvetli ve şöhretli olan (Slavya)lar, (Frengvaroş)lar, (Admira)lar karşısında el ele veren memleketin bu güzide evlatları düz beyaz ve bazen da lacivert-Sarı-Kırmızı yollu formalar altında Türk’ün yüzünü ağartmak için ayni gaye yolunda aynı miktarda ter dökerler.

    O zamanın ileri futbolumuzda düştüğümüz en büyük iki hatayı da ilave etmeden yazımı bitirmeyim. Biri Bekir’in Avrupa’da bırakılması, diğeri Refik’in diskalifiyesidir. Bu iki büyük hata futbolumuzun aleyhine birer ağır darbe olmuştur. Bir de daha eskisi var ki o da Hasan’ın ekmek parası aradığı için sürünecek kadar sefalete maruz bırakılıp cüzamlı gibi “profesyonel” damgası vurularak futbollumuzdan uzaklaştırılmasıdır. Ben bu üç “Gaf”ı da affedemiyorum.

    Ayağımı, dolayısıyla gençlimi feda ettiğim futboldan azıcık olsun şikâyetçi değilim de bugüne kadar devam edegelen keşmekeşten gönlüm mustarip. Elbet her zevalin bir kemali olacaktır. Ve Türk futbolu de layık olduğu parlaklığı her bakım dan ihraz edecektir.

    Benim meşin topa olan aşkım yaptığım mukaddimeden sonra, önümüzdeki maçta her iki kulübün berabere kalması hususunu iddiaya sevk ediyorsa da, Galatasaraylı olmaklığım, Galatasaray’ı, mantığım Fenerbahçe’yi galip görüyor. Geçen seferki tahmini de ilk hissim galip geldiği için o yolda ayarlamıştım. Hoş! Osman Münir arkadaşımız Sarı-Kırmızı aleyhindeki bir tahmine sütunlarında yer verir mi? Orası şüpheli!

    Takımları bilmemek de çok fena… Avrupa’da bir hafta evvel ilan bile edilir. Bizde “siyaseti hariciye” gibi gizli tutuluyor. Ne hikmettir anlamam!

    En akla yakın Galatasaray şeklinin: Osman; Lütfi, Adnan; Musa, Nubar, Bedii; Necdet, Süleyman, Cemil, Buduri, Sarafim olduğuna göre ve Fenerbahçe’nin de Hüsameddin; Yaşar, Lebib, Ali Rıza, Angelidis, M. Reşat; Şaban, Esat, Yaşar, Basri, Fikret halinde en kuvvetli manzara gösterdiğine göre takımları Eşref Şefik vari bir kantara vurup kıyas edelim:

    Kaleler; Fenerde daha emin, Geri müdafaa Galatasaray’da çok kıvamında, haf hattı Musa’nın klas üstünlüğüne rağmen Fenerde daha omojen. Hücum, dünyanın en iyi sol açığına malik olmasına rağmen “antrenmanlı” Galatasaray forvetinden daha mazbut gözükmüyor. Galatasaray’ın mutlaka kazanması için bir buçuk saatte Fener kalesini veresiye zorlamaları değil “delik” bulup arada parlamaları kâfi ki bu da şu yukarki elemanlarla (lakin bir tane noksansız) pek mümkün. Yoksa Şaban, Esad, serbest kalacak bir Fikret’in hazır loplariyle beni tahminim de bir kere daha aldatacaklardır.

    Fener takımındaki istikrarsızlıktan Galatasaray’daki meşhur zaafa düşmekte… Galatasaray da Necdet, Süleyman tarafını ferden daha ateşli bir hale sokabilmelidir. Selâhaddin gibi elemanların ise aktif futbolda Adnan Akın, Nuri Bosut hatta Ömer Besim kadar bile bir kıymeti kalmadığını anlamak için Avusturya müdafaasında yer almış olmak icap etmez sanırım.

    Haydi çocuklar! Ağabeyleriniz gibi oynayınız!

    Muvakkar Ekrem Talu – 17 Şubat 1939 – Vakit Gazetesi

    Not: Maç ne oldu diye soracak olursanız; 1-1 bitmiş.

  • Muvakkar Recaizade

    Muvakkar Recaizade

    Muvakkar Ekrem Talu (veya kartvizitinde yazdığı gibi söyleyecek olursak Muvakkar Recaizade) Türk spor tarihinin en ilginç isimlerinden biri… Galatasaraylı olduğu halde Fenerbahçe’ye büyük saygısı olan bu güzel insanı kendi satırlarından okuyun istedik. Keyifle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İşte Size Anlatıyor

    Mikrofonda Size Futbol Maçlarını Anlatan… Ben!

    Bana ne sorulabilir? Bunu kendim de düşündüm.

    Henüz “iki” yaşındayım!

    Evet! Öyle…

    Çokbilmişlerden biri, hayatın kırkında başladığını demesine göre, demeli ki iki senedir hayattayım.

    Duyduğum, bu müellif, kadınlar için çıkardığı bir başka eserinde de hayatın ellisinde başladığını buyuruyormuş. Hani nerede ise “Hayat mezarda başlar” diyesi gelecek.

    Müzeyyen Senar değilim ki modadan, Hamiyet değilim ki gazelden, Ahmet Üstün değilim ki sevgili mektuplarından bahse salâhiyetli olayım.

    Bana ne sorulabilir?..

    Bunu kendim de düşündüm.

    Sevdiğim yemeğin, giydiğim yeleğin, kirlettiğim gömleğin okuyucuyu pek ziyade alâkalandıracağını ummadığım için bunları giyiyorum.

    “Hiç âşık oldunuz mu?..”

    Aman ne güzel bir sual..

    Evet, bir defa oluyordum üstümüze adam geldi!

    Ben hakikî aşkı böyle anlarım. Fröyd’ü çok okuduğumdan değil, işin aslı astarı budur da ondan…

    Şişmanım, kısayım, topalım…

    Tam görücüye çıkacak tip…

    Buna rağmen dünyanın em güzel ve en iyi iki evlâdına sahibim.

    “Servet” olarak bunlardan başka bir de Ankara’da rahmetli Beden Terbiyesi Teşkilâtında bir arkadaşım var.

    Son derecede milliyetperver, epey dindarım. Bayrağımdan mukaddes bir şey tanımıyorum. Çok sonra da çocuklarım gelir.

    “İhtiras” halinde iki şeye bağlandım. İkisinin de idbarına uğradım. Bunlardan biri “futbol”dur. Öbürünün ismi lâzım değil…

    Futbolü oynamıya doyamayınca yazdım. Yazmaktan da bıkınca konuşmağa başladım.

    Benim mikrofona gelişim meselâ penisilinin keşfine benzer. “Tesadüfen” olmuştur. Kendimi amma da kıymetlendirdim! Fakat soba borusunun icadı da tesadüfendir. (Estağfurullah!)

    “Başıma gelen en komik veya en acı hadise?”

    Öyleleri olmuştur ki gülmek mi ağlamak mı gerektiğini kestirememişimdir.

    Bir Galatasaray-Fener maçını anlatışımın ertesi sabahında rastladığım bir Beşiktaşlı: “Bizim takımı amma da kötülemişsin… Filanca söyledi” diye tarizde bulunmuş, “Filan kale golden kurtuldu” demekliğim üzerine de bana bir çikolata firmasını reklam ettiğim resmen ihtar edilmiştir.

    “Kırkıncı defa şerefyab olduğum mikrofon önünde heyecan duyar mıyım?”

    Elbette duyarım. Fakat bu “ilk gün”ün heyecanı nispetinde değildir. Esasen her mevzu ve hadise önünde hararetli ve heyecanlıyımdır. Bu karakterimi hiçbir zaman frenleyemedim. Şikayetçi de değilim.

    Her güzel şeyi sever, her canlı mahluka karşı sevgi beslerim.

    Müzik, okumak, yazmak, konuşmak, dans, sinema, sevilmek, güneş, fırın makarnası, kabak tatlısı, Ava Gardner en hoşlandığım şeylerdir.

    Hoşlanmadıklarım: Siyaset, bizde seyrüsefer, rüzgar, sarkıntılık, münakaşalarda şahsiyat, arapça filmler, rakı, koro halinde tarihi müzik, faullü oyun…

    En sevdiğim sanatkar: Nazım Hikmet.

    En sevmediğim vatandaş: Nazım Hikmet.

    “Hangi kulübü tutarım?”

    Kupkuru… Bitarafım.

    Beğendiğim kadın tipi: Karıma benzetilir…

    Muvakkar Ekrem Talu | Taha Toros Arşivi

    Muvakkar Recaizade
    Muvakkar Recaizade
  • Sarı Kırmızı Hoca

    Sarı Kırmızı Hoca

    Geçtiğimiz aylarda Galatasaraylı Muvakkar Ekrem Talu‘nun, yine Galatasaraylı Muslih Peykoğlu’na yazdığı zehir zemberek bir açık mektup yayınlamıştık. O tarihten çok kısa bir süre sonra, bu kez Öz Fenerbahçe dergisinde, muhatabının “Sarı Kırmızı Hoca” olduğu belirtilen hayalî bir röportaj yayınlanmış. Belli ki hoca efendi Muslih Peykoğlu. Röportajın yazarı ise belli değil. Yine bir ihtimal Muvakkar Ekrem Talu olabilir… Keyifle okuyacaksınız…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: Fotoğrafın yazı ile pek bir ilgisi yok gibi gözükebilir… Fakat ne de olsa Fenerbahçe ve Galatasaray ile ilgili her konunun ve yazının halet-i ruhiyesi bu! Öyle değil mi? :)


    Muhayyel Röportajlar

    “Sarı Kırmızı Hoca” ile Bir Mülakat

    Hazreti bir hayli aradım. Kimi “Ağa Camii’ne va’za gitti”, kimi “Çukur Camii’de Mevlidi olmalı”, kimi de “Galatasaray’da mukabelesi var” dediler.

    Halûk’u telefonla aradım. O, hazretin günlük bütün hareketini takip ediyordu. Her saniyesinden haberdardı, ondan telefonla malûmat rica ettim:

    • Hocayı arıyorum, dedim.
    • Yeşil hocayı mı?
    • Hayır! Sarı-Kırmızı hocayı!
    • Ha! Onu şimdi bu saatte mektepte bulursun. Son sınıfta dersi var.
    • Ayol son sınıfta “ulûmu diniye” başladı mı?
    • Yok canım! Şey dersi: Hayvanat!

    Hemen mektebe koştum. Kapıdan girmek bir mesele… Eskiden benim zamanımda böyle değildi. Buraya da Mütevelli mi karışıyor nedir?

    • Bilet falan alınacaksa karaborsadan tedarik edelim, dedim.

    Kapıdaki adam:

    • Galatasaraylı mısınız? diye sordu.
    • Ben gazeteciyim, bitarafım, dedim.
    • Olmaz bayım! Hem siz Galatasaraylı olsanız da kâfi değil. Şecereyi de inceleyeceğiz. Yardirektörlükten emir aldık.

    Bereket o sırada koyu ve halis Galatasaraylılardan kaleci Osman ve Eşref Mutlu yanımıza geldiler ve çoraplarını, kazaklarını, mendillerini, kravatlarını, rozetlerini, eşarplarını gösterip Galatasaraylı olduklarını ispat ettikten sonra bana da şefaat ederek hep beraber içeri girebildik.

    Tavanları yüksek bir oda… Yerde sedirler, Şam örtüleri… Ortada bir mangal… Ödağacı ve kakule kokusu her tarafı kaplamış. Duvarlarda (Ya Ali), (Ya Hafız), (Bu da geçer ya hu) levhaları…

    Hemen rahlesinin önüne seğirttim, önünde rükûa vardım, beni sinek kovar gibi bir selamla karşıladı:

    • Şöyle yamacıma takarrûb eyle evlat bakayım! Ne istersin, ne dilersin, muradın ne ola? dedi.

    Röportaj için geldiğimi söyledim.

    • Zinhar! dedi. O kafirlerin, o zındıkların, o lahana yapraklarının, o ketentohumu lapası heriflerin, o buldog, o puanter, o pekinua’ların, o at kestanesi gölgesinde sabah namaz kılan yezitlerin ceride-i naferidesine beyanda bulunmam!
    • Hocam kerem et! Benim hatırım için…
    • Şimdi bahçedeki heykelinizden başlatırsın ha! Ev sahibinizin hatırını saymasam seni karşımda bir an tutmam! Lain seni!
    • Elini öpeyim.
    • Aptestin var mı?
    • Yooo!
    • Öyleyse olmaz. Gaslini tazele de gel!
    • Hocam ibadete değil, ziyarete geldim. İki çift laf edip gideceğim.
    • Ne istersin?
    • Sizin Fenerbahçe’ye girdiğinize dair bir haber duyduk. Aslı var mı?
    • Sus! Sus! Böyle günahı kebairi bana nasıl hamlederler. Ben değil Fenerbahçe’ye, senelerdir evin, mektebin bahçesine bile girdiğim yok. Ne zaman Adalar’a vapurla gidecek olsam, Fener’in önünden geçerken tövbe istiğfar etmeden yapamam. Kıldığım nafilelerin çoğu evvelce Fenerlilerle bir arada muhtelit takımlarda yer aldığım içindir.

    Bu sırada talebe velisi bazı bayanların müdür muavini olan “Hoca”ya mektep taksiti getirdiklerini haber verdiler. Hoca, hademeye:

    • Olmaz! Kabul etmem! Söyle o hatunlara, karşıma erkekleştikleri zaman gelsinler! dedi.

    Kalabalık artmıştı. Usulca ayrıldım.

    Öz Fenerbahçe – 22 Mart 1948

  • Açık Mektup

    Açık Mektup

    13 Mart 1948 tarihli “Sarı Lacivert” dergisinde Galatasaraylı Muvakkar Ekrem Talu, Galatasaraylı Muslih Peykoğlu’na hitaben zehir zemberek bir açık mektup kaleme almış.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Muslih Peykoğlu’na Açık Mektup

    Bayım!

    Seni birkaç dershane yukarımızdaki birisi olarak yirmi beş sene evvel tanıdım. Futbola çabuk bağlanmış çocuk ruhumla senin beceriksiz de olsa nihayet “futbolcu” hüviyetin ve bir miktar yaş farkın sana “ağabey” alaka ve saygısını göstermemi sağlıyordu.

    Aramızda şahsi hiçbir alıp verecek geçmeden hayata, cemiyet hayatına karıştık. Ben senin de başına gelebilecek ve son yazında alaya aldığın bir cilve-i kaderle aktivitemi kaybedip sporla alakamı sadece yazı sahasına inhisar ettirdiğim devrede senin esasen bir kıymet ifade etmeyen futbolculuk hayatın son günlerini yaşıyordu. Bugün de üzerinde titizlikle durduğum prensip ve yazıcılık karakterimle seni; sevdiğim, saydığım ve renginden olduğum halde “iyi oynamıyor” diye tenkit ettim. Yalan mı söylüyordum?

    Sen değil de, galiba futbol seni bıraktığı günlerde –hatta çok evvelinden- idarecilik hayatına girdin. Mümeyyiz vasfın “kulübünü çıldırasıya sevmek”ten başka ne idi? Bu “sevgi”; şekil, hararet ve tezahür bakımlarından benim ezelî ve ebedî prensip ve telakkilerime uymamakla beraber, içimden: “Aferin diyordum. Çocuk sapına kadar erkek çıktı. Yetiştiği muhitin gönüllü hadimi, sadık adamı…  Hizmet ve himmeti meşkûr olsun…” Ve böyle düşünerek senden o cemiyete, dolayısıyla Türk spor bünyesine hayırlı, faydalı, müsbet hareketler umuyordum. Sen yine Galatasaraylıların bir ifade ve teşbihi üzere yavrularını nihayet ağuşunda boğup öldürecek bir tarzı muhabbet besleyen ve tatbik eden ana kedi gibi, kulübünde alelacayip hisler ve tatbiklerle içinde veya başında bulunduğun devreler o muazzez ocağa fayda yerine namütehani zarar iras ettin.

    Bu Yeniköy Palas’ta karısını yaralayan tüccar, Kadıköyü’nde bir rüya kabusu ertesi eşini boğazlayan bahçıvanın “sevmek” tarzını andıran haletinle kulübüne öyle zararlar getirdin ki bu hareketler karşısında bir Galatasaraylı olmaktan ziyade bir cemiyetçi olarak sana lisanımla isyan eder oldum. Ciddi –fakat yazı adabı çerçevesinde- birkaç makalemle senin şahsını değil, ef’alini tenkit ettim. Seni seviyor, fakat yaptıklarını, tuttuğun yolu beğenmiyordum. Koskoca Galatasaray’ı baltalayacak her türlü fenalığı senden sudûr eder görüyordum. Sen üstelik bunu müfrit kulüpçü ve cemiyetçi olarak yapıyor, bünyeyi içinden sarsıyor, sureti haktan görünerek kemirmede devam ediyordun.

    Mektep yavrularını kulüpçü kaydıyla rey sahibi kılarak topladığın bir ekseriyetle hakim-i mutlak kesilerek giriştiğin icraatın en kötüsü şu olmuştu: Yusuf Ziya’yı kulüpten kaçırtmak…

    Yusuf Ziya sadece Galatasaray’da değil, Türk cemiyetinin bütününde her bakımdan bir “kıymet”ken onu Galatasaray’dan, Galatasaray’ı da ondan soğutmaya kalkmak hata idi. Sen bu hatanın tek müsebbibisin. Yalan mı?

    Galatasaray’dan, hiç olmazsa Galatasaray’a hizmetten beri kıldığın sadece Yusuf Ziya mıdır?

    Suat Hayri’leri, Nihat’ları, Adil Giray’ları, Kemal Rifat’ları, Eşref Şefik’leri, Tahir Kevkep’leri, Adnan Akıska’ları, Ulvi’leri, Eczacı Arif’leri, Osman Müeyyed’leri ve daha nice nice Galatasaraylı kıymetleri senin kah gizli kah aleni istiskallerin kulüpten kaçırmıştır. Bugün bile Suphi gibi milletçe seçilmeye layık görülen değerli bir varlığı kulüp başkanlığından atlatmak için mücadeleye girişmiş olduğunu biliyorum.

    Sen bir yazı daha yazdın. Senelerce kullandığın zehirli dilini kağıda dökmek fırsatını bulmuştun. Bugün aharın haysiyeti üzerinde hassasiyetle durulmasını arzulayan sen, o yazında Zeki Nuri Bosut, Şazi, Adnan, Samih gibi cemiyet hayatının “efendi” tanıdığı müstakim vatandaşları bir nevi dalaverecei mevkiine koyup ilan ettin. Dolayısıyla Fenerbahçe teşekkülüne karşı klasik nefretini ayrıca tekrar ettin. O yüce varlığa ağır ithamlarda bulundun. Fenerbahçe büyük, çok büyük, senin tahmininden de fazla bir vatandaş ekseriyetinin sevdiği, saydığı mensup olduğu bir Türk cemiyetidir. Sen ona ikide bir ne hakla hakaret edersin?.. Hem de bir mekteb-i irfanda “hoca”lık etmedesin. Yani senin dirayet, talim ve terbiyene mevdû halk çocuklarına canlı fakat kötü örnek teşkil eden bir hoca… Tek taraflı görüş, tek taraflı düşünüş, tek taraflı muhakeme… Senden olmayan, -Türk dahi olsa- sence kafir, sence menfur!

    İşte Türk yavrularına bu sakim telakki ve prensibi aşılamakta olan bir maarifçi!.. Gel de bu sözlerimi amme huzurunda inkar et bakalım!

    Sen o mahut “birinci yazın” içerisinde mizahçı bozmaları filan da diyerek bir takım herzeler yumurtlarken “Satır”da çıkan bir yazıdan alınmışsın. O yazıda “Muslih” adına en ufak bir ima yokken sen o “Kırk katır mı, kırk satır mı” mevzuunda kendi ef’al ve karakterinle neden bir münasebet tevehhüm ettin de o tasvir ve teşrihi benimseyiverdin?

    Ya sen osun, ya değilsin?

    O ve öyle isen sözüm yok! Şayet değilsen o kırk katıra ve kırk satıra tesahüp neden?

    Şimdi senin adı bence çok muhterem bir dergide yediğin nanelere işaret edeyim. “Mikrop şebekesi”, “ahlaksız”, “namussuz”, “bayağının bayağısı”, “aşağının aşağısı”, “kuyruklarına basınca saldıran”, “deri değiştiren”, “küspede ısınan”, “sümüklü kulüp yedibaşısı”, “ödlek”, “buldog”, “çomar”, “foksteriyer”, “penguen”, “fino”, ilâh…Cehennemmekan “Ali Kemal”in üslubunu hatırlatan bu sözleri ben nihayet lüzumsuz hiddete kapılan bir kardeş!! hitabı olarak telakki edip şahsımı doğrudan doğruya alakadar eden birkaç paragrafa cevap vererek uzayan yazımı bitirmek istiyorum.

    Satır gazetesinde çıktığımız günden beri aylardır imzasız neşriyat yapılmaktadır. Bunun manevi ve kanuni mesulleri gazetenin başında musarrahtır. Kimseden hüviyetimizi gizlemiş değiliz.

    İkimiz arasında geçen bir hadise sebebiyle dedemin mektep bahçesinde kadirşinas Galatasaray topluluğunun bir hatırayı ıhlâsı olarak mezkûr heykelinden, kız kardeşime kadar taallûkatımı mevzu içre etmek senin yazı adabı kadar soğuk ve terbiye adabına da derece-i vukufunu ispat eder.

    İstitraden şunu da söyleyeyim ki bugün diline doladığın “Recai zade”nin Galatasaray’daki hocalık hüviyet ve kıymetini inşallah sen de kesbedersin de senin de ileride –Allah geçinden versin- bir heykelin rekzedilir.

    “Ailesine hürmeten şimdilik cevap vermiyorum” diyerek “sayın peder”imize varıncaya kadar dil uzatan sen “kırk üçlük bebek” şimdi bu cevabıma karşılık verir de o usta! üslup ve beyanınla yine bir sürü hayvan fasilesi sayacak olursan seni temelinden sarsacak iki fiilini –maalesef- açığa vurmak mevkiinde kalacağım. Bilmiş ol!

    “Bacak arasında dolaşma”nın bana vergi bir karakter olmadığını çömezin Haluk San’a söylediğin bir söze göre tecrübe ettin bilirsin.

    Yazını şu cümle ile bitirmişsin: “Karşıma erkekleştiğiniz zaman çıkın!”

    Merak etme! Biz senin tab’ına göre erkek! Hiçbir zaman olamayız.

    Şimdilik bu kadar hocam!

    Muvakkar Ekrem Talu

  • Bedri Gürsoy

    Bedri Gürsoy

    “Ceylan” lakaplı Bedri Gürsoy, Fenerbahçe’nin işgal yıllarındaki müthiş takımında senelerce forma giymesi bir yana, tarihimize müthiş yazılar armağan etti. Bu defa onun portresini, Muvakkar Ekrem Talu kaleme almış. Tuncay Yavuz‘un aktardığı yazıyı keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Milli Takımın İtila Devrine Kıvrak Bir Sol Açık

    Her milletin futbolünde bir yükselme devri – tabir caizse – bir Vundertim sıralayabilecekleri parlak günler vardır. Bizim bu zamanımız 1924 Paris olimpiyatları sonralarına raslar. Şimal milletlerini, Slavyaları, daha birçok ünlü rakipleri haki mağlubiyete serdiğimiz yaman silsile.

    Bu altın maçların üstad muzafferleri arasında, muvaffakiyetlerin biraz da esaslı amili sayılan hücum hattında, hepsi de ayrı ayrı birer “fevkalade” içinde L. Mehmet, Alaeddin, Zeki, Sabih, Bekir’den başka da bir yıldız vardı ki bu, sol açık Bedri idi.

    Birinci takıma girer girmez muvaffak olup tutunan pek az futbolcu vardır. Bunlardan biri de Bedri’dir.

    1922 senesinde Fenerbahçe birinci takımında oynamaya başlayan bu kıvrak futbolcu senelerce yerini muhafaza edebildi. Hem de şöyle aklıma gelebilen Nevzat, Seyfi gibi bugün mumla değil projektörle arayacağımız elemanlarına rekabetina rağmen… Ve nasıl bir Fenerbahçe kadrosu içinde.

    Fenerbahçe’nin mütemadiyen şampiyon çıkan takımlarında büyük bir muvaffakiyetle oynarken sırası ile Romanya, Çekoslovakya, Estonya, Litvanya, Polonya, Bulgaristan, Yugoslavya milli takımlarına karşı oynayarak 12 defa beynelmilel olmuştur.

    Meziyetler, Oyun Tarzı ve Hususiyetleri

    Bedri’de fizik karakterlerinin panoraması şöyledir: Zamanın modasına göre alabros taranmış kumral saçların çevrelediği yüz altın sarısıdır. Yakışıklıdan ileri bir güzelliktedir. Gök rengindeki gözlerinden her an müstesna zeka kıvılcımları taşımaktadır. Boy kısa, bünye zayıftır. Formayı o zamanın teamülü aksine pantolonun içine koyar. Kalın yün çorapların örttüğü ince bacaklarında tekmelik hiç yok, dizlik arada, bileklik daima mevcuttur.

    İlk maçlarında beyaz, sonraları sarı kunduraları meşhurdur.

    Bedri’nin o tarihin mizahına mevzu olan “limon yerken” çıkarttığı resim pek meşhur olduğu gibi asıl şöhretine sebep teşkil eden iki hususiyeti, süratli ve kendi icadı bir vuruştur. Bu öyle nev’i şahsına mahsus bir icattır ki satırlarda tarifi biraz güçtür.

    Sürer veya dururken topun önünde bacaklarını geride çaprazlayıp çengel halinde öyle bir vurur ki darbenin isabeti ve şiddetine şaşmamak mümkün değildir. Bugün biraz Küçük Fikret’te gördüğümüz müthiş bir eşapeli süratinden ötürü de halk kendisine “Ceylan” lakabını takmıştır.

    Bedri’nin çabukluğundan başka vücut ve bilek çalımı mükemmeldir. Sağının da solu kadar olduğu muhakkaktır. Bir tarihte gerek muhtelitte, gerek kendi takımında “sağ açık” olarak tecrübe edilmiştir. Sade Türkiye’ye gelenler arasında değil, dünyanın en iyi antrenörlerinden Billy Hunter, Bedri’yi pek beğenirdi. Zira bu müstesna futbolcu yüksek oyunu kadar disipline olan bağlılığı ile de idarecilerini memnun etmiştir.

    “Ceylan” Bedri Gürsoy

    Kendisiyle kulüp ve antrenman arkadaşlığı ettim. Bugün hiçbir futbolcumuzun çalışmak tenezzülünde (!) bulunmadığı bazı faydalı sistemler arasında bir direkler pasajı talimi vardı ki Bedri bunda pek usta idi. Zaten meşhur çalakisini biraz da buna medyundur sanırım.

    Bu derece yükselmiş, enternasyonel, birinci sınıf bir elemanda mutlaka kusur, kusur değil de zaaf aramak lazımsa işaret etmek isterim ki Bedri’de demirden şütler, çivi nevinden kafalar, tank gibi ezip biçmeler yoktu. Bir de – kendi bu tabiyeyi hala beğeniyor ama – daima çizgi imtidadınca sürüşler yapıp korner köşesinden ortalamaları doğru bulmasını ben doğru bulmam. Fakat onun zamanında bu bir meziyetti.

    Bedri’nin en beğendiğim tarafı da ahlak dürüstlüğü, centilmenliği, renklerini hayatı kadar sevdiği halde “kulüpçü” görünmemesidir. Bu son saydığım sporcu karakterindeki asaleti ne yazık ki bazı müfrit muhitlerde suizanla karşılanmış ve – burada tekrarından yüzüm kızarıyor – bütün bir gençliğini vakfettiği kulübünden, sarı laciverdinden uzaklaştırılmak istenmişti.

    Bugün mümtaz bir diş tabibi olan Bedri’nin içtimai olgunluğuna en bariz misal de “gavura kızıp oruç bozmamak”, yani muhatap tutulduğu menfi ve acaip mülahazaya rağmen “Fenerbahçeli” kalışıdır.

    Muvakkar Ekrem Talu / Bedri Gürsoy

  • İzmir’e Yürüyen Fenerbahçeliler

    İzmir’e Yürüyen Fenerbahçeliler

    Sitemizde zaman zaman yer verdiğimiz taraftar hikayelerine bir yenisi daha ekleniyor. 18 Şubat 1969 tarihli Milliyet gazetesinde İbrahim Yaygın imzalı bir haber var… Manisa’dan kalkıp İzmir’e yürüyen Fenerbahçeliler ile ilgili bu haber 1970’lere girilirken Anadolu’daki taraftar sayılarıyla ilgili bir fikir de veriyor bize. Her beş kişiden üçünün Fenerbahçeli olduğu yıllar, aslında hiç de uzak değil. İstanbul’da doğan bir kulübün, kuruluş döneminin yolculuk imkanları da düşünüldüğünde Anadolu’ya çok az gitmesine rağmen, aynı Anadolu’nun dört bir köşesinde delice sevilmesi, başlı başına incelemeye değer bir konu…

    Habere geçmeden önce “Fenerbahçe Sevgisi” başlıklı yazıda Muvakkar Ekrem Talu’nun yazdıklarını bir kez daha anımsayalım:

    “Geçen yaz Anadolu’nun birçok vilayet ve kazalarına resmi görevim icabı uğradım, geçtim. Sportif zaviyeden tetkiklerimde pek enteresan tespitlerim oldu. Bunların arasında en şayanı dikkati; İstanbul’u, Fener’i bir defa olsun görmemişlerin dahi Fenerbahçe’ye yürekten bağlılıklarıdır. Hele ufak bir kaza merkezinde bir mağazanın camekanında “Fenerbahçe Tuhafiye Evi” levhasını görünce bilhassa içeri girip sahibi ile konuştum. Fener ile ilgisi gıyabi idi. Fakat kısa muhaveremiz sonunda anladım ki uzakta olmasına rağmen, “hasta”lardandı. Yurdun birçok yerlerinde keyfiyet budur. Köylere kadar yayılmış, fakat mühmel futbolu müşahede ettim. Saha yok, kıyafetler muntazam değil, öğretici ne gezer? Fakat hemen her tarafta birer mahalli Fener veya hiç olmazsa sarı-lacivert renkler vücut bulmuş.”

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Manisalı Fenerbahçeliler İzmir’e Yürüyerek Gidecek

    Sarı-Lacivertli taraftarlar “Fenerbahçe sevgimiz ölmedi. Takımımızı görmek için Alsancak’a kadar yürüyeceğiz” diyorlar.

    Fenerbahçe’nin Manisa’daki taraftarları : “Bizim sevgimiz bitmeyecek, gene İzmir maçlarına yayan gideceğiz.” demişlerdir.

    Bizi Hiçbir Şey Fenerbahçe’den Ayıramaz

    Fenerbahçe’ye olan sevgilerini belirtmek için Sarı-Lacivertlilerin Alsancak Stadı’nda yaptığı maçlara, Manisa’dan İzmir’e 46 kilometrelik yolu yayan giden taraftarlar : “Bu yürüyüş devam edecektir. Fenerbahçe sevgimiz dinmeyecektir.” demişlerdir. Fenerbahçe sevgisi adına her güçlüğe katlandıklarını belirten taraftarlar konuşmalarına şöyle devam etmişlerdir:

    “Yolda Fenerbahçe adına yorulmak bize güç veriyor. Cebimizde Manisa’dan İzmir’e gidecek otobüs paramız var. Fakat, biz Fenerbahçe sevgisi adına bu yorgunluğa katlanıyoruz. Yolda yürürken takımın kritiğini yapıyoruz. Bu yıl gene iki kupa alacağımıza inanıyoruz. Fenerbahçe Alsancak maçlarında bizi daima yanında görecektir.”

    Manisa’da üç büyük kulübü tutanlar arasında yapılan ankete göre Fenerbahçe yüzde altmış, Beşiktaş yüzde yirmi beş, Galatasaray yüzde on beş taraftara sahiptir.

    İbrahim Yaygın / 18 Şubat 1969 – Milliyet Gazetesi – Manisa’dan İzmir’e Yürüyen Fenerbahçeliler

  • Fenerbahçe Sevgisi

    Fenerbahçe Sevgisi

    12 Ocak 1948 tarihli “Fener” mecmuasında, ülkemizin en kıymetli isimlerinden birisi olan (Recaizade Mahmut Ekrem Bey’in torunu, Ercüment Ekrem Talu’nun oğlu) Galatasaraylı sporcu ve gazeteci Muvakkar Ekrem Talu’nun “Fenerbahçe Sevgisi” başlıklı yazısına yer verilmiş. Sizleri sadece geçmişi değil, bugünü de aydınlatması gereken bu yazıyla baş başa bırakıyoruz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tarafsız Kalmak Şiarımdır

    Galatasaray’da okudum. Takımlarında yer aldım. Bu muazzez ocağa birkaç göbek intisabım var. Sarı kırmızıyı sevmememe imkan yok. Ancak senelerce evvel (hatta bir Galatasaraylılar gazetesinde) ilk defa spor yazıcılığına çıktığımdan beri görüşlerimde ve düşünüşlerimde tarafsız kalmayı şiar edilmişimdir.

    Birkaç vesile ile tekrarlamışımdır: benim aşkım, benim gayem, benim davam şu, bu renk değildir. Ben sporun, bilhassa meşin topun sevdalısıyım.

    Bu itibarla bu mevzuyu tutulması, yerleşmesi, yükselmesi uğuruna dilim döndüğü, gücüm yettiği naçiz nispette kalem oynatır, dururum.

    Kim güzel oynuyor? Hangi taraf kuvvetlidir? İdeal ileri futbol ne taraftadır?

    İşte ben o tarafı benimser, ona müzahir olur, diğerini incitmeden onun hakkını verir ve bittabii belirtmekten de geri kalmam.

    En heyecanlı, en kan kırmızı olmaklığım gereken genç devirlerde bile, bir tarafta “kaptan” vazifeme ve “pilav” kaşıklama mevkiinde olmaklığıma rağmen ezeli rakibin, sevimli Fenerbahçe’nin zaman zaman üstün ve olgun haline karşı bende nefret, haset, iğbirar şöyle dursun, bilakis normal bir gıpta ve samimi bir takdir ve sonra sonra da tebcil duygusu vardı.

    Fenerbahçe’nin Klası

    Galatasaray’ın parlak ve manalı zaferleri çoktur ancak Fenerbahçe’de klasik bir klas vardır ki onda futbolun bütün cazibesini, güzelliğine, seyyalliğini bulabilirsiniz. Maçtan mağlup çıktığı zamanda bile sarı-lacivert in futbolu en güzeliydi.

    Hatırlamamaya imkan var mı?

    Mütareke yıllarında, işgal kuvvetlerinin her türlü, her boydan temsilci kadrolarını hallaç pamuğuna çeviren Fenerbahçe’yi…

    Sabih, Alaaddin, Zeki, Beleşçi Ömer ve Bedri hattı, geride fevkalâde atlet İsmet’in parolavari oyunu, Nedim’in kurtarışları, Kadri’nin, Cafer’in birer kaya parçasına benzer şiddetleri unutulur şeyler mi?

    Fenerbahçe sevgisi Türkiye’deki ilk alevini, ilk meşalesini o günlerde bulmuştur. Sahaların hemen hemen dörtte üç kalabalığı Fenerbahçe’nin mükemmel oyunu ve parlak neticeleri karşısında adeta kendinden geçer, gaşyolur, bir cezbe halinde içten sevgisini, bağlılığını, takdirini geniş tezahüratla izhar ederdi.

    Bugünler tribünlerde yakılması teamül haline giren gazeteler yerine o zamanlar sokaklarda geç vakitlere kadar Fener alaylarına benzer gösteriler yapılırdı.

    Zeki ve Âlâ’nın omuzlara alınarak Taksim’den Tünel’e kadar götürüldükleri vakidir. Fakat Zeki ve Alaaddin de bu yürekten sevgiye, takdire cidden layık futbolculardı. Kendilerine mahsus kombinezonları ve zati klasleriyile Fener’in en kuvvetli tarafını teşkil ederlerdi.

    Fenerbahçe’nin sevgisinin insaf ve dürüstlük ve sebepleri araştırılacak olursa, kabul etmek lazımdır ki efkar-ı umumiyenin bu büyük teveccühüne, bu köklü muhabbetine en büyük amil sadece parlak ve mükemmel bir futbolla harikulade neticeler değildir.

    Geniş bir halk tabakasının Fenerbahçe’yi bu derecede sevmesinin sebebi, Fener’in her zaman temiz, faulsüz, berrak bir oyun oynamayı tercih etmesidir. Yenerken de yenilirken de Fenerli futbolcunun güttüğü maksadın başında “temiz, gözü okşayan” bir futbol oynamaktır.

    Anadolu’da Fenerbahçe Sevgisi

    Geçen yaz Anadolu’nun birçok vilayet ve kazalarına resmi görevim icabı uğradım, geçtim.

    Sportif zaviyeden tetkiklerimde pek enteresan tespitlerim oldu. Bunların arasında en şayanı dikkati; İstanbul’u, Fener’i bir defa olsun görmemişlerin dahi Fenerbahçe’ye yürekten bağlılıklarıdır.

    Hele ufak bir kaza merkezinde bir mağazanın camekanında “Fenerbahçe Tuhafiye Evi” levhasını görünce bilhassa içeri girip sahibi ile konuştum. Fener ile ilgisi gıyabi idi. Fakat kısa muhaveremiz sonunda anladım ki uzakta olmasına rağmen, “hasta”lardandı.

    Yurdun birçok yerlerinde keyfiyet budur. Köylere kadar yayılmış, fakat mühmel futbolu müşahede ettim. Saha yok, kıyafetler muntazam değil, öğretici ne gezer? Fakat hemen her tarafta birer mahalli Fener veya hiç olmazsa sarı-lacivert renkler vücut bulmuş.

    Fenerbahçe sevgisinin bu derecede şumullü ve yerleşmiş olmasını bu değerli ocak hesabına bir iftihar, bir şeref, bir manevi zenginlik addersem benim asıl üzerinde durmak istediğim cihet; Fenerbahçe’nin bu popülerliği hasebiyle güzelim futbolun yurdun yakın ve uzak köşelerinde hayatiyet bulması, yayılması ve genişlemesidir.

    Fenerlilerin bu suretle genel olarak Türk futboluna bizatihi olduktan başka bilvasıta da yararı olmaktadır.

    Ben asıl bu ciheti kıymetli ve manalı buluyorum

    Muvakkar Ekrem Talu