Etiket: Niyazi Sel

  • Hakemin Altı İsteği

    Hakemin Altı İsteği

    23 Aralık 1932 tarihinde oynanan ve Fenerbahçe’nin 2-1 kazandığı maça, hakemin altı isteği damga vurmuş. Fenerbahçe’nin ilk Türkiye şampiyonluğuna giden yolda önemli bir dönemeç olan maçın detayları da yazıda mevcut. Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe 2 – 1 Beşiktaş

    Dün Taksim Stadyumu senenin en mühim müsabakasına sahne oldu. Stad daha pek erken saatlerde bile büyük maçı seyretmek için gelenlerle dolmaya başlamıştı. B takımlarının oynama saatinde bile tribünlerde yer bulmak çok müşkülleşmişti. Herkes biribirine oyunun nasıl olacağını soruyor ve bu mevzu üzerinde münakaşalar yapıyordu.

    Bu oyun Fener ile Beşiktaş arasında idi. Kıymetli oyuncularımızdan Şeref’in yüksek dirayeti ve çalışması sayesinde yetişen genç Beşiktaş takımı günden güne terakki etmiş ve olgun bir hale gelmiştir. Bu sene karşılaştığı rakiplerini büyük sayı farklarile mağlup etmesi Beşiktaşlıların çok kuvvetli olduklarını göstermiştir. Binaenaleyh futbolle yakından alakadar sporcular bu neticelere göre dün oynanacak maçın neticesi üzerinde pek mütereddit idiler. Bazı kimseler Fenerbahçe’yi bütün vesaitine rağmen zayıf görüyorlar ve herkese de öyle göstermek istiyorlardı. İşin şeklinin bu merkezde olması meraklıları haklı bir surette tereddüte düşürüyordu. Bundan dolayı yukarıda da söylediğimiz gibi maç saatinden çok evvel her iki tarafın meraklıları tribünleri doldurmuşlardı. Saat on buçukta Fenerbahçe B ile Beşiktaş B karşılaştılar. İlk dakikalarda Beşiktaş B takımının ağabeyleri gibi bir kuvvette olmadıkları gözüküyordu. Fenerlilerin kalecileri, bekleri ve hafları çok iyi olmasına rağmen for hatları bozuktu. Ancak içlerinden Fahir iyi oynuyor ve hakikaten çalışıyordu. Oyun bu minval üzerinde devam ederek iki sıfır Fenerbahçe’nin galebesile bitti.

    Bunu müteakip oynanılan Anadolu-Altınordu müsabakasında birinci kümeden ikinci kümeye indirilen Anadolulular baştan nihayete kadar çok hakim ve güzel bir oyun oynadılar ve maçı 3-1 galebelerile bitirdiler.

    Bundan sonra günün en mühim ve hararetli maçı olan Beşiktaş-Fenerahçe maçı yapıldı. Takımlar 3,10 geçe sahaya çıktılar. Hakem Adil Giray Bey’di. Parayı Beşiktaşlılar kazandılar. Maç başlamadan evvel Adil Giray Bey her iki takım oyuncularını toplayarak şunları söyledi:

    “Arkadaşlar;

    Müsaadenizle bugünkü müsabaka hakkında birkaç söz söylemek istiyorum. Bugünkü müsabakanın idaresini her iki kulüp idarecilerinin bana gösterdikleri emniyete mukabele ve sizlerin de sportmenliğinize güvenerek kabul ettim.

    Bence bugünkü müsabakanın ehemmiyeti şampiyonluk meselesinde değildir. Şu dakikada İstanbul’un en iyi futbol oynayan iki takımı karşılaşmaktadır. Bugün sizlere büyük vazifeler düşmektedir. Bugünkü galebe herhalde en dürüst ve temiz oynayan tarafta kalmalıdır. Sizlerden en büyük ricam faullü ve sert oynamamaktadır. Bilhassa bazı noktalara nazarı dikkatinizi celbederim.

    1. Bu oyunda kalecilere lüzumsuz yere çarpmamanız,
    2. Hakem düdüğünden sonra kasten tekrar topa vurmamanız,
    3. Kale önünde her iki takım müdafaasının kat’iyyen faullü oyundan içtinap etmesi,
    4. Benden memnun olmadığınız anlarda işaret ve hareketlerle bunu ifade etmeyiniz. Bu suretle hareket oyunun seyrine mani ve halkın beyhude yere taşkınlığına sebep olur.
    5. İnsan hata yapmaz olmaz. Ben hata yapmamaya çalışacağım. Buna mukabil oyunun ahenk ve intizamı sizin temiz ve faulsüz oynamanız sayesinde temin edilebilir.
    6. Son söz olarak sizden tekrar faulsüz ve temiz oynamanızı rica ederim.”

    Bundan sonra takımlar yerlerini işgal ettiler. Fenerbahçe şu şekilde çıkmıştı:

    Hüsamettin, Hadi, Yaşar, Esat, Fikret, Cevat, Şaban, Muzaffer, Zeki, Mehmet Reşat, Niyazi.

    Beşiktaş takımı: Sadri, Hüsnü, Nuri, Fevzi, Tahir, Fahri, Eşref, Şeref, Hakkı, Ali Rıza, Hayati.

    Oyun on dakika kadar süren sıkı Fener hücumlarile başladı. Sarı Lâcivertliler bu müddet zarfında seri bir gol çıkarmak ve hakimiyeti, tefevvuku ele alarak müsabakayı galibiyetle bitirmek için ciddi biz azimle çalışıyorlardı. Paslar iyi idi. Kombinezonlar yerinde idi. Bu ilk on dakikanın verdiği manzara Fenerbahçe’nin eski kuvvetinden bir şey kaybetmemiş olduğu manzarası idi. Fakat, bundan sonra Beşiktaşlılar sıkı bir hücum yaptılar. O vakit görüldü ki Beşiktaş’ın muhacim hattı muntazam işliyor ve müdafaası kolay kolay sayı çıkarılmasına meydan vermiyor. Bu hücumların biri esnasında Fener sol müdafii Hâdi’nin sert bir hareketini hakem frikikle neticelendirdi. Topa Hakkı vurdu ve yıldırım gibi bir şutla Beşiktaş’ın ilk golünü kaydetti. Denilebilir ki bu şut son zamanlarda görülenlerin en güzel ve şüphesiz en kuvvetlisidir. Bu gol Beşiktaşlıları harekete getirdi. On dakika kadar da onlar mütemadi akınlar yaptılar. Bu esnada muhacim hatlarının bilhassa sol tarafı çok güzel işliyor. Hakkı ortada, her an şut çekmeğe, gol yapmağa müheyya bir halde güzel tevziat yapıyor. Fakat, Fener müdafaasının yerinde müdahaleleriyle bir netice istihsal edemiyordu.

    23üncü dakikada top sol açık Şaban’ın ayağına geldi. Kendisini takip eden hafı atlattıktan sonra biraz gerileyerek kaleye doğru inmeğe başladı. Önüne mütemadiyen Beşiktaş müstafileri sıralanıyorlardı. Hüsnü’nün bir ıska geçmesinden istifade eden Şaban diğerlerini birer birer atlattıktan sonra bütün oyuncuların müçtemi bir halde bulundukları Beşiktaş kalesi önüne kadar geldi ve herkesin ne yapacağını tayin edemediği bir sırada ayakları arasından topu güzel bir plase vuruşla Beşiktaş kalesine soktu. Bu beraberlik üzerine Fenerliler açıldılar. Birinci devrenin hitamına kadar nispeten daha hakim ve daha dürüst bir oyun oynayarak Beşiktaş kalesini birçok tehlikeler karşısında bıraktılar. Zeki’nin güzel bir şutu direğe çarptı, gol olmadı ve devre beraberlikle bitti.

    İkinci devrede hakimiyetin daha ziyade Fenerbahçe’ye geçtiği görüldü. Bilhassa onuncu dakikada Niyazi’den aldığı çok güzel bir pası yavaşçacık Muzaffer’in ayağı önüne koyan Reşat’ın yaptırdığı ikinci gol Fener takımının maneviyatını da arttırdığı için hücumlar daha ziyade sıklaşmaya başladı.

    Haftaymın yarsı da bu suretle geçtikten sonra Fenerbahçe kaptanı Zeki, Muzaffer’i geriye alarak oyuna dört muavin ve dört muhacimle devam etti. Buna rağmen takım yalnız müdafaa oyunu oynamıyor ve her fırsattan istifade ederek gol çıkarmağa çalışıyor. Beşiktaş’ın ise bundan sonra oyununda eski şuur görülmüyordu. Hakkı bile birinci devredeki sürat ve kudretini kaybetmiş gibi idi.

    Bu suretle ikinci devrenin nihayetine kadar tarafeyn sayı çıkaramadan maçı bitirdiler ve Fenerbahçe 2-1 güzel bir galibiyet kazanmış oldu.

  • Aşkolsun!

    Aşkolsun!

    10 Şubat 1933 tarihinde oynanan ve Fenerbahçe’nin 5-1’lik üstünlüğü ile sonuçlanan maçtan sonra Milliyet gazetesi “Sarı Lâcivertli Gençlere Aşkolsun!” başlığını uygun görmüş. Malûmunuz bu sezon sonunda Fenerbahçe ilk Türkiye şampiyonluğunu kazanmıştı. Maç yazısını keyifle okuyacaksınız…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe, Galatasaray’ı 5-1 Mağlup Etti

    Dün Taksim Stadyumu’nda aralarında senelerden beri ölmez bir rekabet bulunan Galatasaray-Fenerbahçe takımları karşılaştılar. Sarı-kırmızılıların bu devrede aldıkları neticeler üzerine maçın zevksiz olacağını tahmin edenler dün bu tahminlerinde yanıldıklarını gördüler. Her ne olursa olsun İstanbul’da oynanacak olan Fenerbahçe-Galatasaray maçı aynı heyecanını ve aynı zevkini verir. Dünkü maç bunu fazlasıyla ispat etmiş oldu.

    Galatasaray hemen ekseri rakiplerine yenildiği halde dün ilk on beş dakikada çok güzel oyun oynadı ve adeta Fenerbahçelileri ve taraftarlarını korkuttu. Maç heyeti umumiyesi itibariyle Fener’in hakimiyeti altında cereyan etti. İlk on beş dakika müstesna, daima hücum vaziyetinde sarı-lacivertliler bulunuyorlardı. Stadyum geçen seneki maçta olduğu gibi gene kalabalık, seyirciler ve taraftarlar gene aynı heyecanın tesiri altında idiler.

    Saat üçü beş geçiyor. Bütün tribünler ve duhuliye tamamen dolmuş bir halde… Hilal-Anadolu maçı biter bitmez tribünlerdeki taraftarlar da coştular ve bütün stadyumu bir uğultu kapladı. Galatasaray tribününde meşhur ve mahut (re.. re.. re..)ler çılgıncasına söyleniyordu. Bütün bunlar gösteriyor ki sinirler son haddine kadar gerilmiştir. Her yerde yer yer münakaşalar yapılıyor ve hangi takımın galip geleceği şimdiden tahmin ediliyordu.

    Takımlar vürudunun müjdecisi olan fotoğrafçılar hazır vaziyetteler. Artık takımlar ha çıktı ha çıkıyor. Bütün gözler kapıda. Bir an evvel kendi rükünlerini müdafaa edecek olan on birlerini bekliyorlar. Sabırsızlık artık son haddini buldu. Herkes bir an evvel maçın başlamasını istiyor. Üçü çeyrek geçiyor, hala takımlar meydanda yok.

    Fenerbahçe tribününden:

    • Haydi arslan Fener..

    Avazesine aynı mealde duhuliye tarafından cevap veriliyor ve bütün stadyuma yalnız bu iki sada hakim oluyordu. Saat üç buçuk.. Önde Fenerliler çılgın alkışlar arasında sahaya çıktılar. Kendi on birlerinin çalak bir surette er meydanına fırladıklarını gören taraftarlar:

    • Haydi çocuklar görelim sizi yüzümüzü ak edin, diye bağırıyorlar.

    Her taraftan:

    • Fenerbahçe çok yaşa.. Sadası duyuluyor.

    Üç dakika sonra Galatasaray takımı aynı çılgın alkışlar ile sahaya çıktılar. Mutat ve malum merasimden sonra her iki takım şu suretle yer aldılar.

    Galatasaray: Avni, Bürhan, Asım, Kamuran, Nihat, Suphi, Şefik, Bülent, Leblebi, Rasih, Rebii.

    Fenerbahçe: Hüsamettin, Füruzan, Yaşar, Esat, Fikret, Cevat, Şaban, Muzaffer, Zeki, Reşat, Niyazi

    Hakem eski Vefalı Sami Bey’di.

    Dörde yirmi beş kala maça başlandı. İlk akını Galatasaraylılar yaptılar. Sağdan inkişaf eden hücum Fener müdafaası önünde durdu ve iade edildi. Mukabil Fener hücumu da bek hattına dayandı. Bu hücumda Galatasaray lehine bir faul oldu. Yaşar bunu ancak korner yaparak kurtarabildi.

    Hücumlar esnasında Muzaffer Zeki’ye daima yardımcı vaziyette oynuyor. Bu arada Asım bozuk bir girişle takımı aleyhine bir frikike sebep oldu. Zeki’nin çektiği bu ceza vuruşu kalenin yanından auta gitti. Mukabil hücumda Hüsamettin Galatasaray forvetinin ayağından topu kaptı.

    Galatasaraylılar fena değil, bilakis çok iyi oynuyorlar. Sarı-Lacivertliler bugün nedense daha düzelemediler. Aradan bir müddet geçtikten sonra Fener santrhafı vaziyete hakim oldu ve hücum hattını işletmeye başladı. Bunun üzerine Galatasaraylılar sert bir oyun tabiyesi kullanmaya başladılar fakat bu da fayda vermedi. Soldan inkişaf eden bir Fener akınında Niyazi topa kale önünde yetişemedi. Mukabil akına geçen sarı-kırmızılılar ileride bulunan Yaşar’ın bir ıskasından istifade ederek Leblebi’nin ayağıyla ilk gollerini kaydettiler.

    Bu sayı her iki takıma da can verdi. Fakat Fenerliler tehlikeyi yakından gördüğü için oyunlarını ıslah ettiler ve mukabil hücumlarda daha fazla müessir olmaya başladılar. Muzaffer çok çalışıyor fakat bütün bu faaliyeti bir semere veremiyor. Bir hücum esnasında Zeki’den aldığı güzel bir pası Reşat kafa ile Galatasaray kalesine gönderdiyse de Avni yerinde kapandı ve topu kurtardı. Hemen bunu müteakip gene bir akın esnasında Muzaffer’den aldığı pası solunda stop ederek sağına geçiren Zeki sıkı ve tutulmasına imkan olmayan bir şutla sağ üst zaviyeden Galatasaray ağlarına taktı. Bu gol haftaymın on ikinci dakikasında olmuştur.

    Bunun üzerine tekrar berabere vaziyete giren Galatasaray hücuma geçti ve bir netice elde edemedi.

    Fener’in hücumlarının ekserisi soldan oluyor. Nedense bugün Niyazi fena günlerinden birinde… İyi oynayamıyor. O zaman çarunaçar akınların bütün yükü sol tarafa yükleniyor. Soldan gelen bir Galatasaray hücumu aut ile neticelendi. Mukabil hücumda ortadan aldığı pası sağa doğru açan Reşat güzel ve hesaplı bir vuruşla ikinci defa olarak Galatasaray ağlarına taktı. Bu gol haftaymın yirminci dakikasında olmuştur.

    Galatasaraylılarda yorgunluk alaimi belirdi. Sakiplerinde ise keyfiyet aksine idi. Her geçen dakika Fener oyuncularını açıyor ve oyun üzerinde daha müessir bir oynamalarını temin ediyordu. Zeki, Şaban, Reşat iyi oynuyorlar. Niyazi ile Muzaffer çalışmalarına rağmen onlar kadar iyi değil… Oyunun büyük bir kısmı Galatasaray nısıf sahasında oynanıyor. Bu arada güzel bir Fener akını ziyan oldu. Buna mukabele olmak üzere Galatasaray da birkaç iyi hücum yaptı ise de bir netice elde edemedi.

    Oyun Fener’in hakimiyeti altına tamamen girdi. Arada sırada tek tük Galatasaray hücumları yapılıyorsa da hiç mesabesinde…

    Bir Fener hücumu esnasında Galatasaray lehine bir frikik oldu. Fener müdafaası bunu da geri çevirmekte büyük müşkülata mazur kalmadı. Hücumlar gene soldan oluyor. Gene bunların meyanında Galatasaray aleyhine ve 18 pas haricinde bir frikik oldu. Herkes bunu gol olacak diye beklerken Zeki bunu kaçırdı. Mukabil akında Rebii’nin uzaktan çekilmiş bir şandel şutunu Hüsamettin bloke etti ve kalesini kurtardı.

    Oyun güzel oluyor. Ancak malum şahsiyetler eski oyunlarını oynamakta devam ediyorlar. Galatasaraylılar Fener hücumlarını hep hentbol ile durdurabiliyorlar. Artık sarı kırmızılılar nefessizlikleri dolayısıyla son gayretlerini sarf ederek oynuyorlar. Bakalım ikinci devreyi nasıl çıkaracaklar? Bu arada Galatasaray’ın bir akınına iki Fener müdafaası yerinde müdahale ederek kornere yolladılar. Korneri Rebii çekti, fakat neticesiz… Bu kornerden iki dakika sonra da maçın birinci devresi bitmiş oldu.

    Beşe yirmi beş kala ikinci devre Fener’in bir akını ile başladı. Bunu müteakip tarafeyn iki neticesiz akın yaptı. Oyun binnisbe mütevazin. Devrenin daha üçüncü dakikasında Zeki Galatasaray müdafileri ile güzel bir eşanj yaptı ve topu arkasında demarke bir vaziyette bulunan Muzaffer’e verdi. O da bunu durdurmadan ve bomba gibi bir şiddetle üçüncü defa olarak Galatasaray kalesine yolladı.

    Oyun tamamen Fener’in hakimiyeti altında… Bir hücum esnasında tehlikeyi gören Galatasaray müdafaası bir penaltı yaptı. Bunu Fikret yedinci dakikada bir daha Galatasaray kalesini deldi. Bunun üzerine sarı-kırmızılılar mağlubiyeti kabul etmiş bir halde ve tamamen kuvvei maneviyeleri kırılmış şekilde oynamaya başladılar. Bundan istifade etmesini bilen Fener muhacimleri Avni’nin müdafaa ettiği kaleyi adeta bir şut yağmuruna maruz bıraktılar. Ancak bu kati sıkıştırma çok devam etmedi ve biraz sonra Fener muhacimleri üç sayı farkının verdiği bir emniyetle biraz gevşek oynamaya başladılar. Eğer Fenerliler bu tarzı tatbik etmemiş olmasalardı behemahal sayı adedini daha fazla yükseltebilirlerdi.

    Rebii mahut çalımlı ve halk için oynadığı oyunlarından birini oynuyor ve her zaman aksi netice veriyor. Ara sıra olan Galatasaray akınları dün hakikaten harikulade oynayan muavin ve müdafaa hattı tarafından kolaylıkla ve güzelce iade ediliyor. Fenerliler sağdan bir hücum yaptılar. Niyazi üç ve dört oyuncu ile epeyce uğraştıktan sonra topu Zeki’ye verdi. O da bir iç plase ile topu Avni’nin hayret nazarları önünde sağ zaviyeden kaleye soktu. Vaziyet 5-1.

    Bu gol üzerine seyirciler arasında bulunan ve Atletizm heyeti azasından olan Vedat Ubut Bey yanındaki Galatasaraylı arkadaşına “Bu mağlubiyetin sarı-kırmızılılar için tarihi bir mağlubiyet olduğunu” esefle anlatıyordu. Galatasaray tribünü adeta boşalmış gibi çıt bile duyulmuyor, maçın sonunu merak eden Galatasaraylıların ağzını bıçak açmıyor. Halbuki Fener tribünü yıkılacak gibi… Herkes bağırıyor, bütün Fenerliler takımının bu şerefli galibiyetini bitmez, tükenmez bir haz ile alkışlıyorlar.

    Bundan sonra, oyun daima Fener’in hakimiyeti altında cereyan etti ve bu tarihi maç da böylece 5-1 Galatasaray’ın mağlubiyetiyle neticelenmiş oldu.

    Galatasaray bugün birinci devrede kümenin sonuncusu vaziyetinde kalmıştır.

    11 Şubat 1933 – Milliyet

  • Unutulmaz Olmak

    Unutulmaz Olmak

    4 Ağustos 1956 tarihli Milliyet gazetesinde Namık Sevik, Fenerbahçe’den başka hiçbir takımın formasını terletmeyen Fikret Kırcan hakkında yazmış. Büyük Fenerbahçelinin son cümlesi her şeyi özetliyor: “Bir sporcu için unutulmaz olmak ne büyük saadet…”

    Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fikret Kırcan

    Sene 1935. Günlerden 10 Kasım Pazar.

    Uzun boylu, kumral bir genç sahaya, Fenerbahçe takımının en gerisinden ürkek ve çekingen adımlarla çıktı. Halinden, heyecanlı olduğu belli oluyordu. Hiç beklemediği, hatta hatırından bile geçirmediği bir hadise ile karşılaşmıştı.

    İdareciler, kendisine “Haydi soyun Fikret, Niyazi (Sel) ağabeyin yok, Topkapı’ya karşı sağ açık oynayacaksın” dedikleri zaman evvela sevinmişti. Fakat sonradan bu sevinç, yerini korku ve endişeye bıraktı. Fikret’in gerçekten hakkı yok değildi.

    Eeee… O zaman Fenerbahçe takımında yer almak kolay bir iş değildi. Fikret, ilk imtihanında iyi not almıştı. Tribünleri dolduran meraklılar, maçı müteakip stadı terkederlerken “Bu çocuk istikbal vadediyor” demekten kendilerini alamamışlardı. Takdire rağmen Fikret, 1937 senesine kadar bazı maçlarda oynayabildi. Niyazi Sel’in futbolu bırakmasından sonra tam 19 sene devamlı olarak sağ açık mevkiini doldurdu. Büyük şöhret, spor dünyamıza böylece hiç beklemediği bir anda katılmıştı. Müteakip senelerde ise, Fikret’i Fenerbahçe ve millî takımın kaptanı olarak görüyoruz.

    Bu müddet içerisinde on bir defa millî olan Fikret’in biyografisi kısaca bu şekilde sınırlanır. Önümüzdeki haftalardan birinde, bu büyük şöhret (muhtemelen Adalet maçında) merasimle futbola veda edecektir.

    Kendisi hakkında söylenen ve yazılanların cazibesine kapılmadan daima mütevazı ve efendi kalan Fikret’e, kulübünün yazdığı teşekkür mektubundaki şu cümleler, zamanımızda hiçbir futbolcuyla yazılmamıştır. İdarecilerin nezaketinden ziyade bu sözleri Fikret’in hakettiğinde hiç kimsenin şüphesi yoktur:

    “Fenerbahçe ailesi sizi son bir defa bağrına basmaktan iftihar duymaktadır. Spor hayatınızda olduğu gibi iş hayatınızda da aynı muvaffakiyetin devamını dileriz”

    Evet, Fikret’i Sarı-Lacivertli forma altında, bu renklere gönül veren binlerce meraklı, son defa bağrına basacaktır. Bu veda umulduğu kadar basit olmayacak… Bu biliniyor. İnsanlar sevdiklerinden kolay ayrılamazlar. Dudaklar gayri ihtiyari “Fikret, Fikret çok yaşa!” diye bağıracak… Yaşlı gözler senelerin yıpratamadığı bu kıvrak ve ince futbolcuyu (Türkiye’nin Stanley Matthews’ünü) son defa, hayranlıkla takip edecek, alkış tufanı ortalığı inletecektir.

    Sonra, sonra ne olacak? Fikret, devrini tamamlayan diğerleri gibi unutulacak mı? Tahmin edilmez. Çünkü onun spor telakkisi ve anlayışı hafızalara uzun seneler demir bir çubuk gibi çakılmıştır. Bir sporcu için unutulmaz olmak ne büyük saadet…

    Namık Sevik | 4 Ağustos 1956 – Milliyet Gazetesi (Fikret Kırcan)

  • Muhafıza Karşı

    Muhafıza Karşı

    Bundan 93 yıl önce Ankara turnesine çıkan Fenerbahçe’nin Muhafızgücü ile yaptığı maç nasıl bir öneme sahipmiş? Maçı kimler izlemiş? Bu soruların yanıtı bile 1959 öncesi şampiyonluklar meselesinde Fenerbahçe’nin hakkını almasına yeter! Bu haber sadece Fener Muhafıza karşı haberi değil, 1927 Türkiye Şampiyonu ile İstanbul’un en büyük takımı Fenerbahçe oynuyor… Keyifli okumalar….

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Galip Oldu

    Dün İstiklal spor meydanı Ankara sporunun tarihî bir gününü yaşadı.

    Fenerbahçe ve Muhafız Gücü kendilerini seyre gelen kesif bir halk kütlesi önünde güzel ve temiz bir futbol oynadılar.

    Hava çok güzeldi. Hafif bir rüzgâr esiyordu. Tribünler hıncahınç dolu idi. Bundan başka tel örgülerin etrafı binlerce meraklılarla çevrilmişti.

    Başvekil İsmet Paşa Hazretleri, Maliye Vekili Saraçoğlu Şükrü Bey, Ordu Müfettişleri Fahrettin, İzzettin, Sait ve Şurai Askerî Azasından Cevat, Yakup Şevki ve Büyük Erkâni Harbiye İkinci Reisi Asım Paşalar da maça gelmişlerdi. Daha birçok erkân ve ümera ve Meb’us Beyler de bulunuyorlardı.

    Tam saat dörtte sarı lacivertliler alkışlar arasında sahaya çıktılar. Arkadan kırmızı formalarile Muhafızlar göründü. Her iki taraf sürekli alkışlarla karşılandılar. Kaleler intihap edildi. Hakem Naim Bey oyun başlamadan evvel tenbihatta bulundu. Bayraklar teati edildi ve oyun başladı.

    Fener rüzgârı lehine almıştı. Takımlar şöyle teşekkül etmişti:

    Fenerbahçe: Hüsnü, Kadri, Füruzan, Ziya, Sadi, Mehmet Reşat, Fikret, Muzaffer, Zeki, Alaattin, Niyazi

    Muhafız Gücü: Vasıf, Cevat, Cevat, Necmi, Cemal, Sıtkı, Salahattin, Besim, Sedat, Sedat, Sırrı.

    Fener’in İstanbul’da Galatasaray’a çıkardığı takımdan yalnız Cevat Bey yoktu. Buna mukabil Muhafız Gücü, dün de yazdığımız gibi, Talat ve Nafiz Beylerden mahrumdu. Bir buçuk saat zarfında bu yokluk daima nazara çarptı durdu.

    Oyun Fenerbahçelilerin mütemadi hücümlarile ve Muhafızların müdafaasile geçti. Muhafız çok canlı ve fedakârane oynuyordu. Fenerlilerin mütemadi akınları, bu fedakâr müdafaa hattında kırılıyordu. İlk golü Zeki Bey, Fener lehine 38inci dakikada yaptı. Haftaymın hitamına doğru Fikret Bey, ikinci sayıyı kaydetti. Birinci kısım sıfıra karşı iki ile Fenerin galibiyetile neticelendi.

    İkinci haftaymın 22inci dakikasında Salahattin Bey, güzel bir pas verdi. Sedat Bey, bu pastan istifade ederek topu Fener kalesinin ağlarına attı. Bu gol iki tarafa da yeni bir kuvvet vermişti. Hücumlar daha sıklaştı. Etrafta heyecan arttı. Bu aralık Muhafız muhacimleri bir iki de fırsat kaçırdılar. Nihayet Zeki Bey üçüncü golü de yaptı ve on beş dakika sonra da oyun Fener’in galibiyetiyle bitti.

    Her iki taraf da çok muvaffakıyetli ve temiz bir oyun oynadı. Bu bir buçuk saatlik temiz mücadele, hemen herkese futbolu sevdirmiş ve daima bu gibi maçlar seyretmek arzusunu vermiştir.

    Muhafızın noksan takımla aldığı bu netice ve Fenerlilerin muvaffak oyunu şayanı tebriktir.

    Çankaya-İmalatı Harbiye

    Fener-Muhafız Gücü maçından evvel hakem Sedat Bey’in idaresinde İmalatı Harbiye-Çankaya birinci takımları arasında bir müsabaka yapılmıştır. Birinci haftaymda Çankaya bir gol yapmış ve ikinci haftaymda İmalatı Harbiye bir golle İmalatı Harbiye beraberliğini temin etmiştir. Bu müsabaka çok güzel ve heyecanlı olmuştur. Kuvvetler mütevazin idi, İmalatı Harbiye geçen haftaki oyununu gösterememişti, Buna mukabil Çankaya çok canlı idi.

    Yarınki Maç İçin

    Mıntıka Merkez Heyeti Reisliğinden: 8/12/929 pazar günü icra edilecek Fenerbahçe-GençlerBirliği maçında o gün için tevzi edilmiş serbest duhuliye kartlarından maada hiç bir duhuliye kartı muteber değildir. Maç saat 14’tedir.

    7 Aralık 1929 | Hakimiyet-i Milliye Gazetesi


    Muhafıza Karşı
    Dünkü heyecanlı maçta Şurayi Askeri azaları ve Meb’us Beyler.
    Muhafıza Karşı
    Maçın en heyecanlı dakikası: Muhafız kalecisi topun girmesine mani olurken.
    Muhafıza Karşı
    Fenerbahçe ve Muhafız Gücü birlikte.
    Muhafıza Karşı
    Maçı seyreden halk.
    Tarafeyn kaptanlarile hakem.
    Muhafız Gücü Reisi ile Fenerbahçe Reisi
  • Ankara’da Bir Fenerbahçe Kulübü

    Ankara’da Bir Fenerbahçe Kulübü

    Öz Fenerbahçe dergisinin ilk sayısında Alaaddin Baydar imzalı bir yazı, Ankara’da bir Fenerbahçe kulübü kurulduğunu yazıyor; kurucuları, idare heyetini, yapılacak faaliyetleri ve kulübün Fenerbahçe Spor Kulübü ile ilişkisini açıklıyordu. Bu güzel teşebbüsün haberi, bize tarihten çok ilginç bir bilgiyi de beraberinde getirdi. Meğer Hıncal Uluç’un babası Fuat Uluç Fenerbahçeli ve Ankara Fenerbahçeliler Kulübü’nün de kurucu üyesi imiş. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ankara’da Fenerbahçe Kulübü Kuruldu

    Ankara’da bulunan biz Fenerbahçeliler “Ankara Fenerbahçeliler Kulübü” adı ile içtimai ve sportif bir kulüp kurduk. Gayemiz daimi toplanabilecek bir lokal temin ederek hem aradaki tesanüdü kuvvetlendirmek ve hem de Fenerbahçeli gençlerin spor yapmalarını temin etmektir.

    Müessisler soyadı esas alınmak üzere alfabe sırasıyla:

    Arif Anıl (Belediye Reisi Muavini, Doktor), Alaaddin Baydar, Nasuhi Baydar, Kemali Beyazıt (Maraş Milletvekili), İhsan Ruhi Berent (Maden Tetkik Arama Genel Müdürü), Kemal Bora (Adliye Müfettişi), Sait Çelebi, Mecit Duruiz (İş Bankası Genel Müdürü), Müfit Elbir (S.K.F. Mağazası Sahibi), Nihat Esengin, Refik Kuntol (eski sol açık), Ragıp Ziya Mağden (eski sağ haf), Turhan Cemal (Devlet Demiryolları Cer Müfettişi), Niyazi Sel (eski sağ açık), Hasan Kamil Sporel (Zeki Rıza’nın ağabeyi, eski orta muhacim ve müdafi), Feridun Tokay (Gümrük ve İnhisarlar Zat İşleri Müdürü), Selahattin Görsem (eski mukavemet koşucusu), Ragıp Tüzün (Ankara Belediye Reisi), Yarbay Fuat Uluç, Nevzat Usberg’ten (eski sol açık) ibaret olup yirmi kişidir.

    İdare heyeti intihabı da yapıldı. Reisliğe Nasuhi Baydar, umumi katipliğe İhsan Berent, umumi kaptanlığa Alaaddin Baydar, muhasebeci ve veznedarlığa Hasan Kamil Sporel ve Müfit Elbir tayin olundu. Müessis heyet ve idare heyetinin ilk muvaffakiyeti güzel bir konser temin etmek oldu. Yeni Sinema’da, şehrin en mümtaz tabakasının iştirak ettiği bu müsamere fevkalade oldu. Büyük muvaffakiyet kazanıldı. Gerek maddi ve gerek manevi bakımdan…

    Müsamerenin tertip heyeti Nihat Esengin ve Kemal Tözem ve Sait Çelebi’den mürekkepti. Sanatkarlar konsere bilamenfaat iştirak etmek gibi Fenerbahçelilere karşı büyük bir jestte bulundular.

    Kıymetli sanatkar Mithat Fenmen, Enver Kapelman, Nihat Esengin güzel parçalar çaldılar. Sevinç Tevs iştirakiyle Nihat Esengin’in kıymetli caz orkestrası, Nevin Arınık, Azize Tözem’in alaturka şarkı türküleri ve nihayet radyo temsil kolunun güzide artistlerinin oynadığı güzel bir piyesle bu bulunmaz geceye veda edildi. Müsamereden sonra seyirciler gerek sanatkarları ve gerekse belli başlı Fenerbahçelileri hep tebrik ediyorlardı.

    İlk kuruluşta kulübe büyük menfaatler temin eden bu güzide sanatkarlarımıza ne kadar teşekkür edilse azdır.

    İkinci ve en mühim işimiz bina aramak oluyor. Binanın Fenerbahçe’nin şerefiyle mütenasip olması bittabi en büyük emelimizdir. Bu sebeple kiranın fazlalığına ehemmiyet vermiyor, binanın her cihetçe mükemmel olmasını istiyoruz. Bulduğumuz kaloriferli, bahçe içinde, münferit iki güzel ev için neticeyi pek yakında alacağımızı ümit ediyoruz. Parke döşeli salonlarında bilardo, pinpon, bezik, ve briç gibi oyunlar oynanacağı gibi konferans ve konserler de verileceği şüphesizdir. Kulübün büfesi için daha şimdiden birçok müracaatlar olmaktadır.

    Kulübün rengi sarı laciverttir. Rozeti aynen ana kulübünkine benzemekte yalnız dış dairenin beyaz kısmı üzerinde “Ankara Fenerbahçeliler Kulübü 1948” yazısı bulunmaktadır.

    Daha lokal açılmadığı halde üç yüze yakın azamız bulunmakta, spor şubeleri faaliyete geçtiği zaman bunun iki üç bine yükseleceği faal aza tarafından temin edilmektedir. Amatör maron’a katiyen müsaade etmeyeceğiz. Nim profesyonellik denilen bu halin kulüp sevgisini, spor ahlakını, civanmertliğini berbat ettiği malumdur. Kulübümüz azası spordan bir menfaat aramayacak, sporu spor için yapacaktır.

    Nizamnamemizdeki iki madde Fenerbahçe kulübümüzü doğrudan doğruya ilgilendirmektedir.

    Biri: “Fenerbahçe kulübünün hüviyet varakasını ibraz edenler Ankara’da bulundukları müddetçe Fenerbahçeliler kulübünün de azası sayılırlar”

    Diğeri: “Kulübün feshine karar verildiği takdirde kulübün bütün mal ve mülkleri İstanbul’daki Fenerbahçe kulübüne devredilir”

    Görülüyor ki isimde ufak bir tebeddül olmakla beraber iki kulüp arasında bir fark yoktur. Fenerbahçe Spor Kulübü namının yalnız İstanbul’da kalması tensip edilmiştir. Şu ve bu düşünce ile…

    Pek yakın bir istikbalde kulübün kendi malı bir binası ve spor sahaları olması emelimizdir. Bu olayı bütün Fenerbahçelilere ve Fenerbahçe’yi sevenlere tebşir ederim.

    Yazan: Alaaddin Baydar (Eski Fenerbahçe ve Millî Takım Sağ İçi)

    Ankara'da Bir Fenerbahçe Kulübü
  • Hadiseli Türkiye Birinciliği

    Hadiseli Türkiye Birinciliği

    Fenerbahçe’nin efsane futbolcusu “Büyük” Fikret Arıcan, hayatını anlattığı ve “Keşke yeniden basılsa” dediğimiz, müthiş görsellerle süslü kitabında “Hadiseli Türkiye Birinciliği” başlığı ile Fenerbahçe’nin ilk ulusal zaferini nasıl kazandığını yazmış. Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: Fotoğrafta “Büyük” Fikret Arıcan (sağda) ve dönemin İstanbulspor kaptanı Samih Duransoy bir arada.


    1933 Türkiye Futbol Birinciliği

    Cumhuriyetin 10. Yılına rastlayan 1932-1933 yılları şampiyon takımları Türkiye Birinciliği için Ankara’da toplanmıştı. O zaman 19 Mayıs Stadı olmadığından maçlar Gazi Terbiye Enstitüsü sahasında yapılıyordu. Biz Trabzonspor’la oynayacak, galip gelirsek İzmirlispor’la final yapacaktık. Trabzonspor hakkında bilgimiz yoktu.

    Kapalı ve sert bir havada maç başladı. Zorlu bir oyun oluyordu. Fakat Zeki Bey’in müthiş frikikleriyle oyunu 3-0 aldık. Ancak işin önemini maç bittikten sonra kavradık. Trabzonspor’dan Salim Galatasaray’a, Taka Naci bize, Hasan Polat Beşiktaş ve Gençlerbirliği’ne, Ali ve Mahmut Polat Ankara Gençlerbirliği’ne girerek yıldız oldular. Halbuki biz Trabzonspor’u hiç önemsememiştik. Doğrusu sonuç Trabzonspor için şanssızlıktı. Maç sırasında bizim hafbek Cevat -ki çok güçlü ve bileği sağlam biriydi- Naci ile takışmışlar. Naci, Cevat’a sataşmış, Cevat biraz saf görünüşlü biriydi. Ben de santrhaf oynuyordum. Cevat bana geldi, “Fikret, şu bir karış herife bak bana kafa tutuyor…” dedi. “Aldırma…” dedim O’na… Ben sanki hadiseyi körüklemişim. Cevat kalktı, “Ben bıçağını alırım ondan…” diyerek Naci’ye saldırdı. Yatıştırana kadar akla karayı seçtim. Zaten Trabzonspor da bu maçtan sonra dağıldı. Oyuncular gerek tahsil, gerekse aile yaşamları nedeniyle çeşitli kentlere dağıldılar.

    Final müsabakamızı İzmirspor’la oynayacaktık. Kemal Halim’in hakemliğinde maça başladık. Bir süre sonra Esat yanlışlıkla kendi kalesine bir gol attı. Bütün gayretimize rağmen beraberliği temin edemiyorduk. Maç elektriklenmişti. Kemal Halim hastalanarak maçı yarım bırakınca iş iyice çığırından çıktı. Federasyonun kararıyla verilen bir başka hakemle oyuna başladık ve bir penaltı kazandık. İzmirsporlular bu penaltıya uzun süre itiraz ettiler. Saha karıştı. Oyun da yarıda kaldı.

    Gece Fenerbahçe ve İzmirspor temsilcilerinin katılmasıyla federasyonda bir toplantı yapıldı. Maçın tekrarı gerekiyordu. İki taraf da buna razıydı. Fakat maç nerede oynanacaktı? Uzun tartışmalar oldu. Zeki Bey’in yanında ben de vardım. Maçı ecnebi bir hakemin yönetiminde İzmir’de oynayabileceğimizi söyledik. İzmirliler de bunu kabul ettiler. Biz vapurla gittik İzmir’e… Maçtan önce İzmir gazeteleri, “Ankara’da yendik… İzmir’de de yeneriz’ diyerek Hüsamettin’in sola yattığı ve topun sağdan girdiği karikatürlerini yayınlıyorlardı. Bunlar bize doping olmuştu. Anlaşmaya göre maç hasılatı İzmirspor Kulübü’ne kalacaktı. Elde edilen 4000 lira ile sonradan milyonlar eden bir stad yeri aldılar ve hiç olmazsa bunu kazandılar.

    Maç sırasında Zeki Bey, benim solaçık oynamamı istemişti. Böylece İzmirsporlular şaşıracak hücum gücümüz artacaktı. Onların kalesinde Sami Ozok, defanslarında Reşat, Nazmi gibi değerli oyuncular vardı. Oyunun ilk on dakikası içinde bir gol attım. Peşinden Zeki Bey, Niyazi ve Muzaffer sıraladılar. Devre 4-0 bitti. İkinci yarıda oyun sertleşti. Zeki ve Niyazi birer gol daha atarak skoru 6-0’a çıkardılar. Bu arada İzmirsporlu oyunculardan biri Zeki Bey’e fena bir tekme attı. Zeki, sesini çıkarmadı. Bana dönerek, “Ben çıkıyorum, kavga gürültü etmeden maçı bitirin…” dedi. Onunla beraber karşımda oynayan İzmirsporlu sağbek Reşat da ağlayarak sahayı terketti. Şampiyon olarak vapurla İstanbul’a dönüşümüzü ve bizi rıhtımda büyük tezahüratla karşılayan kalabalığı hiç unutmam…

    “Büyük” Fikret Arıcan | Hadiseli Türkiye Birinciliği

  • Kim Kimdir?

    Kim Kimdir?

    Türk spor tarihinin en büyük sorunlarından biri fotoğrafların teşhisi. En büyük soru ise aynı başlıktaki gibi : Kim Kimdir?

    Yukarıdaki fotoğrafı Twitter hesabımızda yayınladığımızda açıklama olarak şunu yazdık:

    “Büyük ihtimalle bir spor bayramı… En sağda Muvaffak Menemencioğlu, yanında Zeki Rıza Sporel, biraz ileride Fuat Hüsnü Kayacan ve Elkatipzade Mustafa Bey. En solda Ali Sami Yen, arkalarda ise Con Kemal Onan ve Nihat Bekdik göze çarpıyor.”

    Sağ olsun, kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu mesaj attı ve yanlışlarımızı düzeltti. Aşağıda mesajını aynen yayınlıyoruz. Gerçekten çok faydalı bir bilgi. Keşke bütün fotoğraflar için aynısını yapabilecek bir zamanımız, fırsatımız olsa…

    Daha aşağıda ise dönemin Akşam gazetesinden fotoğrafın özeti var.

    “8 Haziran 1947. Fenerbahçe Stadı. Fenerbahçe-Galatasaray spor bayramı. Ön sıra soldan : Ali Sami Yen, Dr. Ömer Seyfettin Yalkın, Saim Gogen, Elkatipzade Mustafa, Dr. Hamit Hüsnü Kayacan, Vildan Aşir Savaşır, Zeki Rıza Sporel, Muvaffak Menemencioğlu. İkinci sıra soldan : Füruzan Şansal, Mithat Ertuğ, Übeyid Çınar, Vahyi Oktay, Asaf Çınar, Mehmet Nazif Gerçin, Av. Ramiz Bakanoğlu, Hasan Kamil Sporel. Con Kemal’in sağında Suphi Batur, Hasan Kamil’in iki arkasında yüzü yarım gözüken beyaz ceketli Ulvi Yenal. Mehmet Nazif’in (papyonlu) arkasında Niyazi Sel. Nihat Bekdik’e benzettiğiniz kişi Suphi Batur. Fuat Hüsnü değil Hamit Hüsnü.”

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe-Galatasaray Bayramı

    Fenerbahçe-Galatasaray kulüpleri senelik bayramlarını dün Fenerbahçe Stadı’nda kutladılar. Memlekette en fazla sevilmiş olan iki kulübümüzün bayramı hep birlikte tesidetmek için stada her zamanki gibi kulüplerin taraftarlarından mürekkep büyük bir kalabalık toplanmıştı. Merasime saat 14 te geçit resmiyle başlandı. Deniz bandosunun temposuna ayak uyduran gelmiş geçmiş bütün Fenerbahçeli ve Galatasaraylıların iştirak ettiği bu geçit resmi çok muntazam ve heybetli oldu. Önde saçları beyazlanmış, göbeklenmiş idareci ve mütekait sporcular, ortada kulüplerin atlet, denizci, basketbolcu, boksör ve futbolcuları muntazam bir yürüyüş yaparak şeref tribününün önünde yer aldılar.

    Şanlı bayrağımız direğe çekilirken hep birlikte İstiklâl marşı söylendi. Bundan sonra Galatasaray’ın 1 numaralı âzası Ali Sami Yen mikrofon başına gelerek Galatasaray’ın kısa bir tarihçesini yaptı. Ve iki kulübü birbirine yaklaştıran sebepleri saydı. Fener sahasının Türk sporunda oynadığı rolden bahsetti. Zaman zaman alkışlarla kesilen bu nutka, Fenerbahçe’nin reisi Muvaffak Menemencioğlu mukabele etti. Ve bu suretle bayramın merasim programı nihayetlenmiş oldu. Bundan sonra müsabakalara geçildi.

  • Alaaddin’in Üç Golü

    Alaaddin’in Üç Golü

    Kamuran Tekil’in kurucusu olduğu ve sonrasında Neriman Tekil’in devam ettirdiği muhteşem dergi Fenerbahçe’nin arşivinde tarihin izlerini sürmeye devam ediyoruz. Fenerbahçe’nin efsanevi golcüsü Alaaddin Baydar, kişisel tarihinden unutulmaz hatıraları anlatıyor. Huzurlarınızda Alaaddin’in üç golü… Keyifli okumalar…

    Fenerbaçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Âlâ ve Unutamadığı Üç Gol

    1907 yılında kurulan Fenerbahçe futbol takımı beş sene içinde gelişmiş, adeta bir futbol okulu halini almıştı. Fenerbahçe’nin artık sayısız dördüncü, üçüncü, ikinci ve bir de birinci takımı vardı. Bugün size dillere destan olan altın gollerini anlatacağımız Alaaddin Baydar (meşhur Âlâ) üçüncü takımda sağiç idi.

    1916 senesinde 24 Mart günü Fenerbahçe birinci takımın Anadoluhisarı İdman Yurdu ile bir hususi maçı vardı. Bu maçta takımın menajeri Mustafa Elkatip Bey 15 yaşındaki küçük Alaaddin’i sağ açık oynatmıştı. Doksan dakika içinde Anadoluhisarı’na 2 gol atan Alaaddin Baydar o günden sonra birinci takımın malı oldu.

    Fenerbahçe tarihinde Alaaddin Baydar-Zeki Rıza ikilisinin golleri, çalımları ve başarıları altın harflerle çakılıdır. Biz bu sayımızda sizlere Fenerbahçe takımında 18 sene yer alan 324 maçta 362 gol atan ve 18 defa milli olan çalım kralı Âlâ’nın gollerini anlatıyoruz. Daha doğrusu biz soracağız, Âlâ anlatacak.


    Hayatınızda unutamadığınız golünüz hangisidir, Alaaddin Bey?

    Hayatımda unutamadığım goller verdır. İşte bunlardan biri… Çekoslovakya’nın meşhur Slavya takımının İstanbul’a üçüncü gelişi idi. O zamanki Slavya bugün Real Madrid gibi bir takım olduğundan bütün Avrupa maçın neticesini bekliyordu. İlk maçta Fenerbahçe Slavya’yı 1-0 yenmişti. İkinci maçı nedense Galatasaray ile takviye edilmiş Fenerbahçe’nin oynaması istendi. 5-3 kazandığımız bu maçt forvette Leblebi Mehmet (Galatasaray), Ben, Zeki (Fenerbahçe), Bekir (Fenerbahçe), Bedri (Fenerbahçe) idik. Slavya’ya karşı seri paslarla üçgenler kurarak hücumlarımızı geliştiriyorduk. Oyunun ikinci yarısında birden haf Ploder’i ve arkasından bek Mietel’i çalımlayıp yerden 20 metre mesafeden kalenin sol alt köşesine bir şut çektim. Kaleci Şanel kımıldayamadı. Top attığım köşeden ağları yırtarak dışarı fırlamış, Taksim Stadı’nın duvarına çarpıp geri gelmişti. Kaleci Şanel sanki gol olmamış gibi topu çizgi üzerine koyup avut çekmeye hazırlanırken tribünler gol sesi ile yıkılıyordu.

    Unutamadığınız bir ikinci gol var mı?

    Evet. 1931 yılının Mayıs ayında Yunan başvekili Venizelos’un Elli kruvazörü ile İstanbul’u ziyaretinde Yunanistan şampiyonu Olimpiyakos ile karşılaşıyorduk. Bulgar Federasyonu’ndan Koşef’in hakemliğinde Taksim Stadı’nda yapılan bu maçta seyirci ve hasılat rekoru kırılmıştı. Fenerbahçe maça Natık, Ziya, Hüsnü, Reşat, Sadi, Cevat, Fikret, Muzaffer, Zeki, ben, Niyazi tertibinde çıkmıştı. Güç bir maçtı. Atmosfer gergindi. Gayrimüslim ve Rum vatandaşlarımız arasında sık sık tribünlerde kavgalar çıkıyordu. Taşkınlıklar artmıştı. Hele Yunan kalecisi Gramatapulos’un küstahça hareketleri tribünleri dolduran Türkleri ve Fenerbahçelileri çileden çıkarıyordu. Oyunun 76. dakikasında güzel bir ara pastan istifade ederek, seri bir koşu, ufak bir dripling ve akabinde 25 metreden sert bir şut ile topu kaleye soktum. Öyle hınçlı oynuyorduk ki Büyük Fikret koştu, ağların içindeki topa hırsla bir kere daha vurdu. O anda Yunan kalecisi Büyük Fikret’in gırtlağına sarıldı. Bu arada nereden geldiğini anlamadığım arslan gibi bir subayımızın da Gramatapulos’u bir yumrukla boydan boya yere serdiğini gördüm. Gözlerim yaşarmıştı. Bu gol nasıl unutulur?

    Pekiyi Alaaddin Bey, hani Galatasaray’a attığınız dillere destan bir golünüz varmış, onu da anlatır mısınız?

    Efendim, Galatasaray ile 2 Kasım 1923’de Fenerbahçe Stadı’nda bir lig maçımız vardı. Hava son derece yağmurlu saha da çamurlu idi. Galatasaraylılar bu havada maç yapılmaz diye bize haber yollamışlardı. Zaten Yoğurtçu ve Altıyolağzı civarında oturan bizim çocukların çoğu da maçtan ümidini kestikleri için stada gelmemişlerdi. Oyunun başlamasına yarım saat kala hakemin gelip sahayı kontrol ettiğini ve bizim futbolcuların gelmediğini duyan Galatasaraylıların soyunmaya başladığını öğrendik. Hemen haber salındı. Bedri hariç herkes toplanmıştı. O gün yağmur, çamur bir yana Galatasaray’ı 4-0 gibi bir farkla yendik. Ben bu maçta dördüncü golü attım. Solaçık Nevzat’ın bir ortasını yakalayarak Galatasaray beki Ali’yi bir vücut çalımı ile ekarte ettim. Artık kaleci Nusret’le karşı karşıya idim. Nusret benim sola şut atacağımı sanmış, bir plonjona hazırlanmıştı. Birden durdum, topu soluma geçirdim. Nusret uçarken topu yavaşça sağa bıraktım. Nusret uzun bir süre utancından çamurların içinden kalkamamış, maçtan sonra da “Aşkolsun, beni aldattın” demişti.

  • Baba Hindi Seha

    Baba Hindi Seha

    Sarı Kanaryalar Gazetesi‘nde “Amigoluğun Türkiye’deki Yaratıcısı ve Kaynana Zırıltısının Mucidi” Baba Hindi Seha Erge ile kısa bir röportaj yapılmış. Özellikle görseller çok keyifli…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Seha Erge

    1939 yılının bir Fenerbahçe-Galatasaray maçı öncesi. Tribündeki adam bütün gücü ile bağırıyor:

    “Bir baba hindi, hey Allah…
    Olsaydı şimdi, hey Allah…
    Pilavda zerde, hey Allah…
    Gidiyoruz billah, hey Allah…
    Galatasaray’a billah, hey Allah…”

    Tüm Sarı-Lacivertli taraftar, koroya iştirak ediyor. Gözlüklü ve iri yarı adamın her ayağa kalkışı ve bu tereneyi tekrarlaması ile stad inim, inim inliyor. Ve günler gelip geçiyor. Sahada değişen futbolcular, tribünde yaşlanan seyirciler, bu dörtlüğü değiştirmiyor. Yine aynı sözler, yine aynı heyecan.

    İşte bu meşhur dörtlüğü yaratan taraftar, Amigo Seha Erge, namı diğer Baba Hindi Seha. Koyu hasta bir Fenerbahçeli taraftar olan Baba Hindi Seha’nın diğer bir buluşu da “Kaynana Zırıltısı” denilen çıngırağın mucidi oluşu. Tabii tüm bu korolar ve tribünlerdeki çırpınmalar Seha Erge’nin ifadesiyle, “Her şey Sarı Kanaryalar için.”

    Modern amigoluğun yaratıcısı olan Baba Hindi Seha Erge’den Sarı-Lacivertli futbolculara bir mesaj var:

    “Yıllarca yaz demeden, kış demeden sizlerin başarısı için çırpınan cefakar taraftarları düşünerek futbol oynamanızı istiyorum. Bu sezon çifte şampiyonlukla zaferlerinize yenilerini ekleyeceğinizden şüphem yoktur. Yıllar önce sizler gibi Fenerbahçe forması altında 87 dakika kırık kolu ile futbol oynayan Lebip ağabeyiniz ve çatlak ayağı ile takımı sahada 10 kişi bırakmayan Niyazi ağabeyinizin varlığını, yarık kafa ile defansta, gol imkanı vermemek için çırpınan Basri’nin oyunlarını gözleriniz önüne getirerek mücadele etmenizi tüm Fenerbahçeliler adına sizlerden istiyoruz…”

    Sarı Kanaryalar Gazetesi


    Not : En üstteki fotoğrafta “Baba Hindi Seha” bir maçtan önce kızları ile birlikte takım kaptanı Naci’ye çiçek verirlerken…

  • Büyük Futbolcu Fikret Kırcan

    Büyük Futbolcu Fikret Kırcan

    Fenerbahçe forması altında tam 22 sene. Büyük Fikret – Fikret Arıcan’dan devraldığı bayrağı pek fazla onunla birlikte oynamamasına rağmen Küçük Fikret olarak taşıyan bir Fenerbahçe efsanesi. Fikret Kırcan 1955/56 sezonunun sonunda 35 yaşında artık futbolu bırakmaya karar vermiştir. Dönemin acar muhabiri Halit Kıvanç kendisiyle uzun bir röportaj yapar, kendi anıları ve notlarıyla birleştirip 1956 yılının Ağustos ayında Milliyet Gazetesi için 18 günlük bir yazı dizisi hazırlar. 7 Ekim 1956’da oynanan Dinamo Moskova maçıyla futbolu bırakan Fenerbahçe’nin Küçük Fikret’inin futbol hayatını bize tüm detaylarıyla anlatan bu müthiş mirası gazete kupürlerinden çıkarıp Fenerbahçe Tarihi’ne sunuyoruz. Büyük futbolcu Fikret Kırcan ve başarılarla dolu bir futbol hayatının hikayesi…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Küçük Fikret Futbolu Bırakıyor

    Onu meşin topa kudretle hükmeder, o yuvarlak deri parçasını çizgi üzerinden adeta santimle ölçüp biçer gibi sürerken seyredenler, bu haber karşısında hemen eski günleri hatırladılar. Demek başlı başına bir stil yaratmış bu “Sağaçıklar Kralı” artık sahalarda görünmeyecekti.

    Fikret Kırcan geçen yıl da futbolu tamamen bırakmaya niyetlenmişti. Fakat hadiseler onu zorladı ve o futbolu bırakmak istediği halde futbol onu bırakmadı. Bir Rusya zaferinin zafer golünü atmak şerefi de, bu işte futbolun haklı olduğunu ispat ediyordu.

    “Faal sporculuktan tatlı hatıralar silinmeden ayrılmak…”

    Fikret bu düstura uydu ve her şeye rağmen artık meşin topa veda zamanının geldiğine hükmetti.

    O aynı zamanda güç erişilir iki rekor da kırmıştı: Birincisi 22 yıl fasılasız futbol oynamak. İkincisi de yine 22 yıl fasılasız aynı renkleri taşımak.

    Küçük Fikret futbola Fenerbahçe’de başladı. Ve işte bir veda maçı ile yine aynı formayı giyecek. Bu arada büyük futbolcunun sırtı milli takım, muhtelit takım veya mektep forması dışında başka hiçbir kulübün renklerini taşımadı. Bu, bilhassa profesyonelliğin ilerlediği devrimizde artık zor, ama pek zor yenilenebilecek bir rekordur.

    Mamafih 22 sene devamlı meşin top kovalama rekoru da aynı derecede mühimsenmeye değer ya.

    Yüksek teknik kudreti yanında efendilik ve sportmenlikle de bir kıymet kazanan Küçük Fikret, bugünün ve yarının nesilleri için “örnek bir sporcu” hüviyetinde görülecek simaların ilk sırasında gelir. Onun için yanında oynayanla karşısında oynayan birbirine yakın sözler sarf eder, takım arkadaşı da rakibi de Küçük Fikret’i “her bakımdan unutulmayacak şöhret” olarak gösterir.

    Fikret’e futbol sahası dışındaki hayatında da mesut günler dileyelim ve Türk futbolunun onun yerini aynı çapta Fikretlerle doldurması temennisinde bulunalım.

    İsmini Niçin Fikret Koymuşlardı?

    Hatıralarını kaleme almaya başlarken: “Fikret”, dedim, “Futbolu bıraktığın şu anda ne hissediyorsun? Futbola veda eden bir oyuncu ne der?”

    Güldü: “Ne diyecek” cevabını verdi, “On yaş daha genç olsaydım der.”

    On yaş daha genç olsaydı, 25 yaşında bulunacaktı. Evet yıllardır büyüyemeyen Küçük Fikret taşıdığı bu “Küçük” sıfatına rağmen şimdi 35 yaşındadır. Nüfusuna bakınca önce 36 yaşında sanırsınız. Fakat bu dünyaya beş gün acele gelmenin talihsizliğidir. Zira Fikret’in doğum tarihi 25 Aralık 1920’dir.

    Futbola Kadıköy’de başlayan, çocukluğu, gençliği Kadıköy’de geçen, şöhretini Kadıköy’de kazanmaya başlayan Fikret, bu tarihte Kadıköy’de doğmuştu. Ve bugün de gene Kadıköy’de oturur.

    Babası Mardin Mutasarrıfı Yusuf Ziya Bey’di. Yusuf Ziya Bey, Şükrü, Sacide ve Meziyet’ten sonra dördüncü çocuğunu eline aldığı zaman ona isim koymakta tereddüt etmedi: “Ali Fikret” dedi. Zira Yusuf Ziya Bey İttihatçılardandı ve iyi arkadaşı Tevfik Fikret’i de çok severdi. İşte oğluna büyük şairin adını veriyordu. Büyük annesi torununa bu ismin verilmesinden ziyadesiyle memnundu ve “İnşallah” diyordu, “o da Tevfik Fikret gibi memlekete faydalı büyük bir adam olsun.”

    Fikret henüz 4 yaşındaydı ki babasını kaybetti. Esasen bu devre sevimli çocuğun kendini ilk hatırladığı zamana isabet eder. Fikret bunu anlatırken: “Hafızamda kalan ilk vaka, üç yaşında kadarken kalabalık içinde babamdan para istediğim için kendisinden bir hayli dayak yediğimdir. Bundan sonra da Midyat’ta bir akşam üstü babamı sedye içerisinde eve getirdiklerini hatırlıyorum. Meğer sekte-i kalpten vefat etmiş.”

    Babasını kaybeden aile İstanbul’a gelmeye mecbur kalmıştı. Neyse ki Mehmet Paşa’nın torunu olan annesi Suphiye Hanım’ın da Ordu’da fındık bahçeleri ve malı mülkü vardı. Bunların iradı, kendilerini geçindirmeye yetecekti.

    Fikret için İstanbul, mektep hayatının başlaması demekti. Bu aynı zamanda arkadaşlar edinmesi ve en mühimi koşmaca oyununda yıldız olması manasına da geliyordu.

    Fikret’in ilk mektebi Madamın Fransız Mektebi oldu. Acar yavru 1927 yılında yazıldığı bu mektebe kapanıncaya kadar yani dört yıl devam etti. Burada koşmaca ve çocukların “anya-manya” dedikleri oyunca Fikret daima bir “as”tı. Onu yakalamak için bütün çocuklar elele tutuşmak ve beraber koşmak zorunda kalırlardı. Çünkü daima vücut çalımları yapan Fikret’i yakalamak imkansız denecek kadar zordu.

    Yıllarca sonra yeşil sahada, meşin top peşinde görülen ustaca vücut çalımlarının menşei, böylece ilk mektepteki “anya-manya” oyununa kadar dayanacaktı. Fikret daha ilk mektep sıralarında iken ilk sportif başarısını kazandı. 23 Nisan’da ilk mektepler arası 100 metre koşusunda ve çember yarışında birinci olmuştu.

    Fransız mektebi kapanınca bu defa altıncı ilk mektebe devama başladı. Burada da evvelki oyunlar devam etmekle beraber, artık Küçük Fikret de her çocuk gibi bir yenilik arıyor, koşmaca nevinden oyunlardan daha çok büyükleri meşgul eden oyunlara geçmek için sabırsızlanıyordu.

    Fikret Futbola Başlıyor

    Orta mektep, Fikret’in hayatında büyük bir değişiklik demekti. Bu çağ, yeni ve karışık derslerle beraber sevimli talebeyi bütün hayatında kendine esir edecek bir sevgiliyi de getiriyordu. Zira Fikret, Kadıköy Erkek Lisesi’nin orta kısmına girmekle futbolla tanışmış oluyordu.

    İlk topları tenis topu idi. Çok geçmeden evlerinin arkasındaki bahçe, daha sonra da bitişiklerindeki büyük arsa, yarının yıldızının ilk futbol sahaları oldu. Fikret’in Fenerli ilk takımı da bu arsada kuruluyordu. Kendi yaşındaki gençlerle bir araya gelen Fikret, artık “Feneryolu takımı”nın elemanı idi. Daima “amatör sporcu” ruh ve hüviyetini taşımış bu delikanlı, futbola başlarken en ileri derecesinde amatördü. O kadar ki, kurdukları mahalle takımının formalarını dahi kendi harçlıkları ile almışlardı.

    Forma da birer kısa kollu beyaz faniladan ibaretti ya… “Feneryolu” takımının kaptanı halen asabiye mütehassısı olan Kenan Tükel’di. Fenerbahçe’nin bugünkü İdare Heyeti azasından Sedat Bayur, bu takımda oynarken, Adalet’in şimdiki klas futbolcusu Erol Keskin de upuzun sarı saçları ile kale arkasında kaçan topları toplayan sevimli bir minimini idi. Fikret o günleri anlatırken “Feneryolu takımı diğer mahalle takımlarını yene yene kısa zamanda şöhret yaparken, ben de futbola gittikçe bağlandığımı hissediyordum” diyor.

    Küçük Fikret Büyük Fikret’le İlk Defa Nasıl Konuştu?

    Bir gün gene meşhur sahaları arsada bir mahalle maçı yaparken topları bitişik bahçeye kaçmıştı. Çocukların bağırması üzerine o bahçeye bakan evin penceresi açıldı ve pencereden… Evet çocukların hepsini heyecana boğan bir baş uzandı. Bu, Fenerbahçe’nin yıldızı, sol açık Fikret’ti.

    “- Ne istiyorsunuz?”

    Fikret’in sualine çocuklar bir ağızdan cevap veriyorlardı:

    “- Bahçeye topumuz kaçtı.”

    Bu defa Fikret ikinci bir sual soruyordu:

    “- Siz hangi takımdansınız bakayım?”

    Bu defa penceredeki büyük futbolcu Fikret’e arsadaki küçük futbolcu Fikret cevap vermişti:

    “- Fenerbahçeliyiz ağabey.”

    “- Hah şöyle… Hadi bakayım, girin de alın topunuzu!”

    Bir gün gelecek, penceredeki yıldızla yerdeki çocuk aynı kulübün elemanı olacaklar ve ikisini kolay ayırmak için penceredekine “Büyük Fikret”, yerdekine de “Küçük Fikret” denecekti.

    Küçük Fikret heyecanla naklettiği bu hatıra sırasında: “O zaman” diyor, “hepimiz o kadar Fenerbahçeliydik ki, top oynarken her birimiz meşhur Fenerbahçelilerden birine benzemeye çalışır, daima onları taklit ederdik. Ama Fenerbahçe’de oynamayı tahayyül dahi edemezdim.”

    Fikret bir yandan mahalle takımında, öte yandan da mektepte futbol oynuyordu. Hatta son ders sınıfın futbol aşıkları için çok zor geçiyor, ders esnasında elden ele giden kağıtlarda dersten sonra Altınordu sahasında çarpışacak iki takımın kadroları okunuyordu. Takımları daha derste kuruyor, zil çalar çalmaz da soluğu sahada alıyorlardı.

    Bir gün Fikret’e bir teklif geldi. Civardaki bir takım, yenildikleri diğer bir takıma karşı, kendilerini takviye etmesini Fikret’ten rica ediyordu. Küçük futbolcu için bu, büyük bir teklifti. Nitekim maçtan önceki geceyi adeta uyumadan, heyecan içinde geçirdi. Nihayet oyun saati gelip çatmıştı. Fikret’i takviye alan takım evvelki mağlubiyetin acısını çıkarmaya ahdetmişti, çok canlı oynuyordu. Fakat rakip de kuvvetliydi. Çekişmeli geçen maç dördünü Fikret’in attığı gollerle 7-3 onu takviye alan takımın galebesiyle son bulduğu zaman, genç futbolcunun sevinci hudutsuzdu.

    Fenerbahçe’ye Gelir misin?

    Fikret futbol hayatının en büyük heyecanının 1933 yılında duydu. Zira kendisine o ana kadar hayalinden bile geçiremediği bir sual soruluyordu:

    “- Fenerbahçe’ye gelir misin?”

    Fikret’le aynı mahallede oturan ve Fenerbahçe’nin namağlup genç takımında oynayan kaleci Necdet Erdem’le, soliç Şeref, Fikretlerin takımı ile bir maç istemişlerdi. Bu, bütün mahalle için bir bayram sevinci yaratan hadise idi. İlk defa büyük sahada oynayacaklar, ilk defa büyük bir takımla karşılaşacaklardı. Daha önce tribünlerinden gıpta ile seyrettikleri sahada koşmak, demek onlara da nasip olacaktı.

    Bütün takım derin bir telaş ve heyecan içindeydi. Var kuvvetleriyle oynadılar, çırpındılar. Amma galip gelmek imkansızdı. Fenerbahçe genç takımı hakikaten kuvvetliydi. Nitekim maç 2-0 Fenerbahçe lehine neticelenmişti. Fakat işte bu maç bittiği anda Fikret için yeni bir ufuk açılıyordu:

    “- Fenerbahçe’ye gelir misin?”

    O gün çıkardığı oyundan sonra Fikret’e bir teklif demek olan bu sual soruluyordu. Küçük futbol aşığı bir an başının döndüğünü hissetti. Rüya görüp görmediği hususunda tereddüte düştü. Demek antrenör Herr Schweng’in çalıştırdığı takıma, hayallerinin takımı Fenerbahçe’ye girip girmeyeceği soruluyordu.

    Sonradan tarif edemediği hisler içindeki küçük futbolcu, kendisine bunu soranlara sarıldı: Cevabını hareketiyle vermiş, o andan itibaren artık resmen de Fenerbahçeli olmuştu. Amma…

    Annesi Kulübe Girmesine Müsaade Etmiyor

    Amma akşam eve dönünce sevimli küçüğün sevinci birden sonra erdi. Zira onun heyecanla anlattıklarını dinleyen annesi, bu işe razı olmadığını bildirmişti. Fikret belki bu oyunda muvaffak oluyordu, fakat çok zayıf, incecik, naif bir çocuk için ağır bir spordu bu. Kulübe girdiği takdirde büyüklerin arasında ezilme tehlikesi de vardı. Ana kalbi bütün bunların tesirinde muvafakat cevabı veremiyordu.

    Fikret bu defa çok üzüntülü bir gece geçiriyordu. Bir yanda hayallerinin hakikat olması imkanı vardı, öte yanda da annesi. Ne birinciden vazgeçebilirdi, ne de ötekine karşı durabilirdi. Annesinin sözünü dinledi. Mahalle takımında ve mektepte top oynayarak arzusunu dindirmeye çalıştı. Lakin içindeki isteği söküp atamıyordu. Bir ay böyle geçti. İkinci ay birinciyi takip etti. Nihayet üç ay dolmuştu. Artık dayanamayacaktı. Ve dayanamadı da.

    Şimdi Fikret fazlasıyla hürmet ettiği annesine bir şey söylemiyor, lakin bazı akşamlar kaçamak yapıp Fenerbahçe Kulübü’ne gidiyor, antrenmana çıkıyordu. Onu Galip’in genç takımına almışlardı. Sedat, Enis, Muhlis, Nihat, Semih, Muammer, Bülent, Minas, Halit, Melih ve Saim bu takımda bulunuyorlar, yeni arkadaşları Fikret’e çok yakınlık gösteriyorlardı. Fikret bu vaziyetle kulübe daha fazla ısınıyordu. Hem artık yavaş yavaş annesine kulübe gittiğini hissettiriyor, annesi de aynı şekilde yavaş yavaş bu işe rıza göstermeye başlıyordu.

    Galip Bey Kulübün Her Şeyi İdi

    Fikret’in hayatında rahmetli Galip büyük bir yer tutmuştu. Nitekim şimdi eski günleri anlatırken, Galip beyden sık sık bahsediyor ve “Galip bey kulübün her şeyi idi” diyor, “Her çeşit sporla meşgul olmuş, her şeyi öğrenmişti. Sadece Fenerbahçe için çalışır, Sarı-lacivert renkler için canını verirdi. Otoriter olduğu kadar baba bir adamdı da. O zamanlar Fenerbahçe de birçok genç takım kurmuş, her birini eski şöhretlerden birine vererek hazırlatmıştı. Bunlar arasında iddialı maçlar yapılır, Fenerbahçeliler bu genç takımlardan yetişirdi. Kulübün yıldönümlerinde, spor bayramlarında, resmi geçitlere 12 takımın katıldığı çok görülen hallerdendi. Futboldan çok iyi anlayan Galip bey benim yetişmemde olduğu kadar benimle beraber birinci takıma yükselen pek çok gençle de meşgul olmuş, hepimize parlak bir istikbal temin etmiştir.”

    O günleri hasretle yad eden Fikret, rahmetli Galip’i hiçbir zaman unutmadığını ve hiç unutmayacağını da ilave ediyor.

    Tekrar o günlere, 1935 yılına dönelim. Artık Küçük Fikret genç takımın mümtaz elemanlarından biridir. Takımı da İstanbul Genç Takımlar şampiyonu olmuştur. Hatta bütün genç takımların teşkil ettiği muhtelit dahi bu şampiyon ekip önünde 2-0 mağlup olmaktan kurtulamamıştır.

    Fikret Birinci Takımda

    Fikret’in yıldızı birden çok parladı. O kadar ki, henüz 1936 yılında yani henüz 15-16 yaşında iken Fenerbahçe birinci takımında büyük şöhretlerin arasında yer alıverdi. Perşembe günkü antrenmandan çıkılırken Zeki Rıza küçük bir futbolcuyu, genç takımın acar sağacığı Fikret’i yanına çağırmıştı:

    “ – Fikret” dedi, “Pazar günü Ankara’nın Çankaya takımına karşı sağaçık sen oynayacaksın!”

    Şimdi Fikret yeni bir heyecan kasırgasına yakalanmıştı. Birinci takımda oynamak, Fenerbahçe birinci takıımının sağaçık mevkisini işgal etmek. Bu, kolay iş değildi. Şerefi kadar ağır ve mesuliyetli bir vazifeydi. Tecrübesiz futbolcu kalbi hızla ata ata soyunma odasına girdi. Pazar gününü hatırladıkça heyecanı tazeleniyordu. Fakat bir yandan da muvaffakiyet ihtimalini düşünüyor ve tatlı hayallere dalmaktan kendini alıkoyamıyordu.

    Nihayet Pazar geldi çattı. Ankara’nın Çankaya takımı da inadına sert oynuyordu. Fikret bütün heyecanını yenip kendine hakim olmuş ve genç takımdakinden çok daha iyi bir oyun tutturmuştu. Bir ara Çankaya beki Fikret’i biçmeye niyetlendi, fakat teşebbüsü boşa gitti. Ardından bir tekme daha. Fikret gene bir vücut çalımıyla sıyrılmıştı. Rakip bek yeni bir sertliğe hazırlandığı sırada küçük sağaçık, geriden sağhaf Cevad’ın sesini duydu.

    Cevat onu yanına çağırıyordu. Gitti. Cevat: “Sana şimdi bir top atacağım, sen onu geriye doğru, gene bana pas ver” dedi. Fikret bunu anlamamıştı, fakat usta futbolcunun dediğini yaptı. Topu geriye verdiği anda rakip bek çok sert bir çıkışla üstüne gelmiş, lakin bu defa karşısında 15-16 yaşında tecrübesiz bir çocuğu değil de, kurt futbolcu Cevat’ı bulmuştu. Neticede sakatlanıp sahayı terk eden, oyunun başından beri Fikret’i tekmelemeye çalışan Çankaya beki oldu.

    Birin Takımdan Tekrar Genç Takıma

    Fikret çıkardığı oyundan memnundu. Artık birinci takımda oynayabileceği ümit ve sevinci içindeydi. Maçı da güzel bir oyunla 5-0 kazanmışlardı. Herkes genç sağaçığı beğenmişti. Lakin o bir müddet daha tekrar birinci takımın formasını giyemeyecekti.

    Niçin? Kim beğenmemişti? Hoşa gitmeyen bir harekette mi bulunmuştu? Birinci takımdan tekrar genç takıma inmesine sebep olacak ne gibi bir hata yapmıştı. Bunların hiçbiri varid değildi. Bilakis kendisini en çok beğenenlerden biri olmasına rağmen Zeki Rıza: “İyi oynuyor ama onu ezdirmeyelim. Biraz daha gelişsin, takıma o zaman girsin” demişti. Haklıydı da.

    Fikret o an için çok müteessir olmuştu, fakat zaman geçince Zeki Rıza’ya hak verdi.

    Genç futbolcu tekrar geldiği takıma, şampiyon genç takım kadrosuna dönüyordu. Şimdi yılmadan çalışmalı, bir defa daha ve artık hiç çıkmamak üzere birinci takım kadrosuna girmeliydi.

    Şampiyonluk Golünün Kahramanı

    Fikret genç takımda uzun müddet kalmadı. Takım halinde, olduğu gibi “B” takımına terfi etmişlerdi. O yıl “B” takımları arasında da iki devreli lig maçı yapıldığı için, gençler kendini göstermek fırsatını buldular. Tabii birinci takımda bir kere yer almış Fikret, diğerlerinden daha fazla dikkati çekiyor, idareciler onun ileride “A” takıma yerleşeceğine muhakkak nazariyle bakıyorlardı. Lakin genç sağaçık tekrar birinci takımda oynayıp oynayamayacağını bilmiyor ve bunun için de heyecan çekiyor, her geçen gün daha azimle çalışıyordu.

    Bu arada “B” takımları şampiyonası final maçı geldi çattı. Bir hafta önce Fenerbahçe ile Galatasaray birinci takımları arasındaki maçı Fenerbahçeliler 1-0 kazanmış ve şampiyon olmuşlardı. Şimdi gene iki ezeli rakibin “B” takımları şampiyonluk için karşı karşıya geleceklerdi. Ve tahminlere göre de, içinde Gündüz, Eşfak, Haşim, Bülent, bek Osman gibi elemanlar bulunan Galatasaray’ın kazanma şansı daha yüksekti.

    O zamanlar için çok kalabalık sayılacak bir seyirci kitlesi önünde oynanan maç, bütün çekişmeye rağmen golsüz berabere bitmişti. Şimdi herkes meraktaydı. Temdit devreleri başladı. Daha ilk dakikalarda geriden açılan bir top Fikret’i buldu, karşısındaki beki çalımla geçti. Bu anda kaleci biraz ileri çıkmış, rakibine fırsat vermişti. Fikret pozisyonu kaçırmadı ve topun atına hafifçe dokundu. Top süzülerek ileri çıkmış kalecinin üstünden ağlara takılmıştı: “Gol!”. Böylece genç sağaçık takımına 1-0 galibiyet ve binnetice şampiyonluk teşkil eden pek kıymetli bir gol kaydetmiş, kulüpteki itibarını daha fazla arttırmıştı.

    Hararetli Mektep Maçları

    Fikret ortaokulu bitirince Kadıköy Lisesi’ne devam ediyordu. Fakat az zaman sonra bu lise kapandı ve talebeler Haydarpaşa Lisesi’ne geçtiler. Haydarpaşa bir irfan yuvası olduğu kadar esaslı bir spor ocağı idi. Mektebin futbol takımı şimdiki tek seçici Eşfak Aykaç, antrenör Sabri Kiraz, Fenerbahçe idarecilerinden Sedat Bayur, Orhan Menemencioğlu, Semih Arıcan, haf Hayati gibi elemanlarla cidden kuvvetli bir manzara arzediyordu. Fikret de tabii bu ekibin en tehlikeli futbolcusu idi.

    O tarihlerde lise maçları da kulüp karşılaşmaları kadar iddialı olur, hem oyunlar çetin geçer, hem de – o zamana göre – çok seyirci toplardı. Büyük takımlarda oynayan şöhretlerin çoğu aynı zamanda lise takımlarının elemanı idi.

    Fikret mektep maçlarında oynadığı sırada Fenerbahçe Kulübü’nde de ileri bir adım atmış ve bir daha çıkmamak üzere birinci takım kadrosuna geçmişti. Gösterdiği kabiliyet ve üstün futbol karşısında bu terakki normal sayılırdı.

    Lise maçlarının tek eliminasyon usulü ile hazırlanan programında Haydarpaşa’nın karşısına önce Hayriye Lisesi çıkmıştı. Haydarpaşa çok canlı oynadı amma golsüz beraberliği önleyemedi. O halde maç tekrarlanacaktı. Bu defa Haydarpaşalılar Taksim Stadı’ndaki maçta rakiplerini 2-0 mağlup ediyorlardı. Golün birini de Haydarpaşa sağaçığı Fikret atmıştı.

    İkinci maç İstanbul Lisesi’ne karşıydı. İstanbulspor’un iki gözde futbolcusu Mükerrem ve Cihat Ergün, lise takımında yer alıyorlar ve Haydarpaşa müdafaası için hakiki birer tehlike arzediyorlardı. Fikret gene bir gol attı ve Haydarpaşa takımı da çetin rakibini 3-1 yendi.

    Cihat’a Attığı Gol

    Üçüncü rakip Boğaziçi Lisesi’ydi. Boğaziçi turnuvanın en kuvvetli addolunan takımıydı. Kadrosunda kaleci Cihat Arman, Necdet, K. Orhan, Galatasaraylı Mustafa, Fenerbahçeli Bülent ve soliç Niyazi gibi şöhretler vardı. Maçın favorisi olarak da Boğaziçi gösteriliyordu.

    Oyun fevkalade heyecanlı ve çekişmeli geçti. Bütün gayretlere rağmen iki taraf da neticeyi lehine çevirecek tek sayıyı kaydedememiş, maç 0-0 berabere bitmişti. Şimdi iki fikir, iki teklif çarpışıyordu: Haydarpaşalılar maçın ertesi hafta tekrarını istiyorlardı. Boğaziçi takımı ise 15’er dakikalık iki devre temdide taraftardı. Neticede Boğaziçi’nin tezi kabul edildi ve maçın temdidine karar verildi.

    Şimdi heyecan tufanı son haddindeydi. Gene gol yoktu ve artık temditler de dahil maçın bitmesine çok az zaman kalmıştı. Haydarpaşa solbeki uzun bir vuruş yaptı, top Fikret’e kadar geldi. Fikret topu stop etti, bir an bekledikten sonra aniden atıldı ve karşısındaki beki geçip kaleye aktı. Boğaziçi kalesini müdafaa eden ünlü kaleci Cihat, tehlikeyi görünce hemen çıkış yapmış, ileri gelmişti. Fikret topla ilerlediği sırada, Cihat onun ayağına doğru plonjon yaptı. İşte bu anda Fikret topa hafifçe dokunuverdi. İki as futbolcu beraber düştükleri sırada, Fikret tozlar arasından topun yuvarlanarak ağlara değdiğini görüyordu. Bu gol Haydarpaşa’yı 1-0 galip getirerek finali oynamak hakkını veriyordu.

    Utanılacak Bir Maç

    Lise maçlarını anlatırken Fikret hiç finale gelmek istemiyor gibi… Acı bir mağlubiyete mi uğradılar yoksa? Hayır bu maç Türk futbolu, Türk hakemliği için pek hatırlanmaya değer bir maç değil gibi.

    Boğaziçi’ni de yenen Haydarpaşa’nın önünde artık bir tek rakip kalmıştır: Işık Lisesi. Tahminler, kuvvetli Haydarpaşa’nın Işık’ı rahatça yeneceği merkezindedir. Fakat ah bu gurur! Ah bu kendini dev aynasında görmek! Haydarpaşaılar da Boğaziçi’ni yendikten sonra Işık’ı “kolay lokma” saymış ve oyuna gayet gevşek başlamışlardır. Nitekim bunun acısı Işıklıların hemen attıkları golle çıkar. Vaziyet tehlikeli olmaya yüz tutmuştur.

    Az sonra Fikret müsait bir pas yakalayınca kendine has stille kaleye iner ve karşısındaki oyuncuyu çalımlamasıyla beraber şutunu çeker. Top ok gibi kaleyi bulmuştur. Gol! Fakat hakem Feridun Kılıç golü verdikten sonra, yan hakem Fikret Kayral (Cici Necdet’in kardeşi, bir oyuncunun yumruğu ile vefat eden talihsiz genç) bayrak sallar ve hakemle konuşur. Neticede hakem Feridun Kılıç kararını değiştirir, golü saymaz ve Haydarpaşa lehine frikik gibi garip bir karar verir.

    Oyun sinirli bir hava içinde devam ederken, top bekleyen Haydarpaşa sağaçığı Fikret birden yere yıkılır. Işıklı bir oyuncu arkasından gelip kendisini tekmeyle devirmiştir. Bu hadise az evvelki sayılmayan golle sinirlenen seyirciler için “bardağı taşıran damla” olur ve bütün talebe sahaya dolar. İşte bundan sonra cereyan eden ve hakemlerin hayli hırpalanması ile son bulan hadise, futbol tarihimizin pek acı sahifelerinden biridir.

    Hem Birinci Hem de Mahalle Takımında

    Fikret artık tanınmış bir futbolcudur. Fenerbahçe birinci takımının takdir edilen bir elemanıdır. Fakat bütün bunlara rağmen ilk sevgilisinden, mahalle takımından ayağını büsbütün çekmiş değildir. Kendi tabiriyle “hayatının en zevkli oyunları”nı mahalle maçlarında oynar.

    Feneryolu’ndan geçen tramvay hattının iki tarafında oturanlar “Aşağı mahalle” ve “Yukarı mahalle” adı altında her hafta Pazar sabahları karşı karşıya gelir, bazen meyvasına, bazen pastasına, bazen dondurmasına maç yaparlar. Mahalle kızları da bu maçları seyre geldiği için, oyunların kalitesi yüksek, heyecanı fazla olur. Fikret sabahları burada 7 kişilik mahalle takımında oynar, öğleden sonra da Fenerbahçe birinci takımında sağaçık mevkiini doldurur. Genç futbolcu bir yıldız olmak yolundadır.

    Fikret birinci takıma geçtiği ve devamlı oynamaya başladığı zaman, Fenerbahçe’nin esas kadrosunda şu elemanlar bulunuyordu: Kaleci: Cihat, Hüsamettin – Bek: Yaşar, Fazıl – Haf: M. Reşat, Ali Rıza, Cevat, Esat, Angelidis – Forvet: Naci, Melih, Namık, Niyazi, Rebii, Basri, Büyük Fikret.

    Genç sağaçık takımda tutunabilmek için haftada iki gün kulüpte antrenman yapmakta, iki gün mektepte çalışmakta, Pazar sabahları da mahallede oynamaktadır. Bu devre Fikret’in en fazla antrenman yaptığı zamandır.

    İlk Yabancı Maçı : Bir Zafer

    Fikret ilk yabancı maçını oynadıktan sonra sahadan omuzlarda çıktı. Zira Fenerbahçe, içinde meşhur Sebes’in de bulunduğu MTK Hungaria takımını 3-2 mağlup etmişti. Macarları yenmek hakikaten zordu ve nitekim diğer takımlarla yapılan maçlar hep misafirlerin galebesiyle bitmişti.

    İşte bu vaziyette Taksim Stadı’na çıkan Fenerbahçe takımının ve hele genç sağaçığı Fikret’in heyecanı çok büyüktü. Sarı-Lacivertliler şöyle bir tertip kurmuşlardı: Cihat – Faruk, Lebib – Ömer, Esat, Hayati – Küçük Fikret, Tarık, Melih, Rebii, Büyük Fikret.

    Macarlar oyun başladıktan az sonra bir gol atmış ve galip duruma geçmişlerdi. Bu golü diğerlerinin takip edeceği şüphesizdi. Fenerbahçeliler hemen bir değişiklik yaptılar ve Naci’yi forvete alıp Büyük Fikret’i geriye, hafa çektiler. Bu değişiklik, bekleneni vermiş, takıma bir hız gelmişti. Nitekim devre sonlarında sağaçık Fikret’in sürüp ortaladığı topu Naci bomba gibi bir şutla kaleye soktu ve devrenin 1-1 bitmesini sağladı.

    İkinci devrede Sarı-Lacivretliler açılmıştı. Büyük Fikret frikikten, Naci de volelerinden biriyle iki gol yapınca zafer kuşu Fenerbahçelilerin omzuna konmuştu. İşte Küçük Fikret (artık ona bu sıfatla hitap ediliyor, kendisinden bu sıfatla bahsediliyordu) ilk ecnebi maçında takımının zaferine şahit ve ortak olmuştu.

    Futbolun Cilveleri Böyledir

    Fikret’in Hungaria’ya karşı oynadığı ilk yabancı maçından bir müddet önce meşhur Güneş Kulübü kapanmış, elemanlarından çoğu – Cihat, Melih, Rebii, Ömer, Rasih – Fenerbahçe’ye girmişlerdi. Bu suretle Fenerbahçe takımı pek kuvvetli bir manzara arzediyordu.

    Liglerden önce Fenerbahçe ile Galatasaray’ın, iki ezeli rakibin karşı karşıya gelmesi bütün sporseverleri heyecana boğmuştu. Fikret bu maçı şöyle anlatıyor:

    “- Takımların kadrolarına bakıp maçı Fenerbahçe’nin rahatça kazanılacağı öne sürülüyor, bize büyük bir şans veriliyordu. Sahaya bu mağrur haleti ruhiye içinde çıktı. Ben de bu gururun esiri olmuş gibiydim. Lakin takımımız “nasıl olursa olsun kazanırız” düşüncesiyle başladığı maçı 4-0 gibi açık bir farkla kaybettiği zaman, hepimizin aklı başına gelmişti. Galatasaray’a yenilmiştik amma ben şahsen bu mağlubiyetten büyük ve kıymetli bir ders almıştım: Futbolda mağrur olmanın sonu hezimetti!

    Futbol Gururu Hiç Affetmez

    Fikret bu “kendine fazla güven” bahsinde bir de Topkapı ile yaptıkları şilt maçını zikrediyor. 1939-40 sezonunda Fenerbahçe ligin tehlikeli takımı, Topkapı ise bütün gayretine rağmen bu kuvvetli rakibe farkla yenilecek bir ekiptir. Fenerbahçe taraftarları takımlarının yeni bir gol rekoru kıracağını seyre gelmişlerdi. Lakin dakikaların ilerlemesine rağmen vaziyet hep 0-0’dır. Topkapı kalesine henüz bir tek gol dahi girmiş değildir. Artık herkesi merak almıştır. Topkapı futbolcuları ise bu büyük başarı karşısında daha da gayrete gelmiş, kudretli rakiplerine fırsat vermemektedirler. İşte maçın bitimine pek az kala, sağaçık Küçük Fikret düzgünce bir top yakalar, karşısındaki müdafii geçer ve topu çizgi üzerinden biraz sürdükten sonra ortalar. Topu çizgiden sürmek, Fikret’in en büyük meziyetidir zaten. Ortaya gelen top Şaban’ın sıkı vuruşu ile Topkapı kalesine girer, stat yerinden oynar. Fenerbahçe maçı 1-0 kazanmıştır.

    Amma aynı anda saha karışır. Topkapılılar Fikret’in topu dışarıdan çevirdiğini iddia ederler.

    “- Hakikaten dışarıdan mı çevirmiştin?”

    Fikret yıllarca evvelki bir topa vuruşu için yıllarca sonra sorduğum bu suale gülerek cevap verdi:

    “- Vallahi topun büyük kısmı dışardaydı. Eğer hakem gelip bana sorsaydı da böyle söylerdim. Ama tamamı asla çıkmış değildi.”

    Fenerbahçe Topkapı’yı o gün öyle münakaşalı bir golle 1-0 yendikten sonra bu defa ligdeki karşılaşmaya rakibine çok ehemmiyet vererek çıkar. Topkapılılar ise evvelki maçla mağrurdurlar. Netice pek farklı olur: Fenerbahçe: 14 – Topkapı: 0.

    Fikret Birinci Takımın Yıldızı

    1939 – 1940 mevisminden itibaren artık Fikret birinci takımın değişmez elemanlarından biri olmuştur. Daima sağaçık mevkiini işgal etmekte ve her maçta verdiği paslar, yaptığı ortalar, çektiği frikik ve kornerlerle takımın bir çok golünü hazırlamakta veya bizzat yapmaktadır. Birçok seyirci statta otururken “Aman şu tarafa gidelim, Fikret önümüzde oynayacak” demektedir. Fikret’in top sürüşünü seyretmek, hakikaten bir zevktir. Aynı zamanda genç yıldızın “topa en güzel vuran futbolcu”lardan biri olduğu da herkesçe teslim edilmektedir.

    Fenerbahçe 1940’ta Milli Küme şampiyonu olurken kadronun en gözde elemanlarının başında sağaçık Küçük Fikret gelmektedir.

    Fenerbahçe-Galatasaray Muhteliti Mısır’da

    Fikret Kırcan’ın hatıralarının içinde 1940’daki Mısır seyahati geniş yer tutar. Fenerbahçe – Galatasaray muhteliti şeklinde yapılan bu seyahat tam bir ahenk içinde geçmiş, iştirak edenlerin hafızalarında tatlı günler olarak yerleşmiştir.

    1940 Mayıs’ının ilk haftasında İstanbul’dan İskenderiye’ye müteveccihen hareket eden Romen vapurunda kafile başkanı olarak “eski Fenerbahçe sağaçığı, şimdiki İdare Heyeti azası” Niyazi Sel ve futbolcu olarak da Sarı – Lacivert ve Sarı – Kırmızı renklerin on üç yıldızı bulunuyordu: Fenerbahçe’den Cihat, Esat, Ömer, Naci, Küçük Fikret, Melih, Basri, Galatasaray’dan Osman, Faruk, Adnan, Musa, Gündüz, Boduri.

    Vapur İstanbul’dan ayrılırken hava nefisti. Futbolcular, hele vapurda artist Tahivye Karyoka ve bir diğer Mısırlı dansözün bulunduğunu öğrenince, iyi vakit geçirecekleri ümidine kapılmışlardı. Tabii kafilenin en neşeli siması kaleci Osman’dı. Fakat daha Marmara’ya çıkmasıyla beraber deniz kabarmaya, vapur koca dalgalar arasında oynamaya başlamıştı. Sporcuların çoğunu deniz tutmuş, Hayfa’ya uğranılan saatler müstesna, doğru dürüst yemek bile yiyememişlerdi. Bu arada, denizden müteessir olmayan ve ayakta kalanlardan biri de hatıralarımızın kahramanı Küçük Fikret’ti.

    Kral Faruk’la Karşı Karşıya

    Kral Faruk’un da hazır bulunduğu ilk maç Kahire’de Kahire Muhtelitine karşı oynandı. Kızgın güneş altında ve çölden farksız kum sahada futbol oynamak kolay değildi.

    Hararet gölgede 40 dereceye varıyordu. Bu durumda Fenerbahçe – Galatasaray Muhteliti elemanları top oynamak şöyle dursun, nefes bile almakta güçlük çekiyorlardı. Nitekim ikinci devre ortalarında solbek Adnan topa koşarken birden yere yıkıldı, sıcaktan bayılmıştı. Bu hadise, Mısırlılara galibiyet golü fırsatını da vermişti. İlk devreyi bütün aleyhte şartlara rağmen 1-1 berabere bitirmeye muvaffak olan futbolcularımız, böylece yedikleri ikinci golle sahadan 2-1 mağlup ayrılıyorlardı. İlk devredeki tek golümüz de Küçük Fikret’in verdiği uzun bir pasla Melih vasıtasıyla yapılmıştı.

    Maçtan sonra Kral Faruk sahaya geldi ve Türk futbolcularının teker teker elini sıkarak her birine bir paket hediye etti. Çocuklar üç defa “Sağol” diye bağırdıktan sonra soyunma odasına giderken aldıkları hediyenin ne olacağını münakaşa ediyorlardı. Esat “Herhalde birer saattir” diyordu. Ardından da ilave ediyordu: “Bir kral verdiğine göre de altın olması lazım.”

    Bu düşünce ile paketleri yırtarcasına açtılar: Birer bronz madalya çıkmıştı.

    Fenerbahçe – Galatasaray muhteliti ikinci maçını İskenderiye’de İskenderiye Muhtelitiyle yaptı ve sahadan 4-2 galip ayrıldı. Bu defa da şiddetli bir rüzgar, zevkli bir futbola müsade etmiyordu. Amma çocuklar yenmeye azmetmişler, bu şevkle canla başla oynuyorlardı. Nitekim ilk devresini 2-0 ileride bitirdikleri maçı 4-2’lik bir galibiyete götürdüler.

    Dönüş, gidiş gibi olmamıştı. Vapur aynı Romen vapuruydu, fakat hava ve deniz gayet mükemmeldi. Hele son gece kaptanın verdiği balo çok neşeli geçti. Ancak bir ara İngiliz harb generallerinin vapuru durdurmaları bir heyecan yarattı.

    Ligler, seyahat ve milli küme müsabakaları üstüste gelince dersler ikinci plana düşer gibi olmuştu. Bu arada garip bir hadise, Fikret’in ilk defa ikmale kalmasına sebebiyet verdi.

    Fikretlerin sınıfına tarih dersine gelen bir hoca vardı. Halim selim bir adamdı. Uslu oturmak ve yazılı imtihanlarda doğru cevap vermek, tarihten geçmek için kafiydi. Hoca talebelerini fazla sıkmazdı amma talebelik bu! Onlara yumuşak muamele etmek, hatta bol not vermek dahi kafi gelmemişti. Bir gün tarih hocasının not defterini ele geçiriverdiler ve defterdeki bütün numaraları 9’a, 10’a yükselttiler. Bu arada Fikret’in notu da arttırılmıştı tabii. Hoca kısa zaman sonra bunun farkına vardı ve bütün sınıfı ikmale bıraktı. Fikret hala: “Yazılıda aldığım notla tarihten geçeceğim muhakkaktı amma ah arkadaşların muzipliği!” diyor.

    O yaz genç futbolcuya zehir oldu. Herkes denize gider, futbol oynarken, o yazın tadını çıkaramıyor, evde oturup ders çalışıyordu. Fakat bu gayretinin semeresini imtihanlarını verip liseden mezun olmakla gördü.

    3-0 Galip Durumda Gevşemenin Cezası

    “- Ne zaman kendimize fazla güvenmişsek, ne zaman rakibi küçümsemişsek, ne zaman oyunun başlarındaki bir iki golle gevşemiş ve işi fanteziye dökmüşsek, daima aleyhimize olmuştur. Bunu futbolu bıraktığım şu sırada, genç futbolcu kardeşlerime en mühim öğüt olarak tekrarlamak isterim.”

    Fikret bu sözleri hakikaten içten söylemektedir. Hemen ardından misalleri de sıralamaktadır. 1940-41 lig maçlarında Fenerbahçe ile Vefa karşı karşıya gelmişlerdir. Fenerbahçe takımı oyuna iyi başlamış ve nitekim devreyi 3-0 gibi rahat bir neticeyle bitirmiştir. Lakin ikinci devrede bu 3-0’ın verdiği gevşeklik, Fenerbahçelilerin fanteziye kaçmalarına sebep olmuştur. İşte bu fırsattan faydalanan ve canla başla oynayan Vefalılar, 3-0’lık maçı 3-3 duruma getirmişlerdir. Kü.ük Fikret maçın son dakikasında ani bir dalış yapmış ve falsolu bir şutla takımına dördüncü golü yani galibiyet golünü kazandırmıştır. Fakat santra yapılırken bir Vefalı, Fikret’i okkalı bir tekmeyle sedyelik etmiştir.

    Fikret bu maçı, attığı golün kıymeti veya sahadan sedyeyle çıkması bakımından değil de doğrudan doğruya lüzumsuz gevşeme yüzünden rahat bir maçın nasıl zorla kazanıldığını göstermesi bakımından daima hatırlamaktadır.

    Kalecisiz Takımı Küçümsemenin Cezası

    Diğer misal daha canlıdır. Aynı sene ligde Beykoz şanssız durumdadır. Fenerbahçe gibi kuvvetli bir rakibe karşı onbir kişilik takım dahi çıkaramayacak haldedir. Filhakika Fenerbahçeliler sahaya çıktıkları zaman karşılarında 9 kişilik bir Beykoz takımı görürler. Üstelik kalecisi de yoktur. İleri oyuncularından biri kaleci kazağını giyip kaleye geçmiştir. Sarı-Lacivertliler pek mütebessimdirler. Hepsinin yüzünde “Bugün bir gol rekoru kıracağız” edası okunmaktadır. Oyuna da bu haleti ruhiye içinde başlarlar. O kadar ki, bekler dahi gol atmak sevdasına düşüp ileri çıkmışlardır.

    Lakin futbol bu. Yuvarlak topa hiç inan olmaz. Nitekim Fenerbahçeliler rakip takımı ve hele kalecisini küçümsedikçe, büsbütün bocalamaya başlarlar. Buna mukabil eksik ve kalecisiz takımla oynayan 9 kişilik Beykoz futbolcuları canlarını dişlerine takmışlardır. İşte bu gayret gururu mağlup eder ve maçın ilk golünü Beykoz yapar. Fenerbahçe devre sonunda Basri’nin şutu ile beraberliği sağlasa da artık ok yaydan çıkmıştır. Beykoz ikinci devrede bir gol daha atmaya muvaffak olur. Böylece gol rekoru umarak rakibi hiç ciddiye almayan Fenerbahçe sahadan 2-1 mağlup ayrılır.

    Fikret şimdi diyor ki: “Meşin topu kovaladığım 22 senede takımımın çok parlak maçları oldu. Fakat bu Beykoz mağlubiyetini hepsinden çok hatırlarım. Çünkü bana gayet iyi bir ders olmuştur. Genç futbolculara da bunu ibret alınacak bir hadise olarak zikrediyorum.”

    Küçük Fikret Santrforda

    1940-41 ligi bitmiş, hususi maçlar yapılıyordu. Bu arada Fenerbahçe ile Beşiktaş karşı karşıya geldiler. Zeki Rıza Sporel, Küçük Fikret’in santrforda da denenmesi arzusunu izhar ediyordu. Hususi bir maç olduğuna göre bu fikrin bu Beşiktaş karşılaşmasında tatbiki düşünüldü ve Fikret santrafora konuldu. Fakat oyun gayet anormal cereyan etmiş, bilhassa bek hattı son derece aksayarak sık sık gedik vermişti. Kaleci Cihat en formda zamanında olmasına rağmen, beklerin bozukluğundan mütemadiyen ileri çıkmak, hatta bazen bek gibi ayakla müdahale etmek zorunda kalıyordu. Maç Beşiktaş’ın 7-1 galibiyeti ile sona erdiği zzaman Küçük Fikret’in santraforluğu da tarihe karışıyordu. Maçın cereyanı ve neticesi, muvaffak sağaçığın ortada nasıl oynadığını tahlil ve tetkike fırsat vermemişti.

    Fenerbahçe bu maçtan sonra Milli Küme için İzmir’e gitti. İlk maçta Altay’a karşı durum 1-1 berabere iken bir penaltı kazanılmıştı. Fikret gelip topu dikti. Fakat tam atacağı sırada Rebii önüne geçmiş: “Sen atamazsın, Esat atacak.” Diyordu. Fikret hiç ses çıkarmadı. Esat’ın vuruşa avuta çıkmıştı. Artık maçın berabere biteceği muhakkak gibiydi. Birden Altay kalesine bir frikik oldu. Fikret meşhur frikiklerinden birini çekmiş ve takımını 2-1 galip getiren golü yapmıştı.

    İzmir’de ikinci maç Fenerbahçeliler hesabına pek talihsiz geçmiş, Sarı-Lacivertliler Altınordu’ya 2-1 yenilmişlerdi. Seyahate Fenerbahçe ile Galatasaray beraber gittiklerinden Galatasaraylılar Fenerbahçelilerle mütemadiyen alay ediyor, Altınordu mağlubiyetini latife mevzusu yapıyorlardı. Bu alay faslı otelde de, vapurda da devam etti. Tesadüf, hemen o hafta Fenerbahçe ile Galatasaray’ı karşı karşıya getirdi. Sarı-Kırmızılıların latifeleri, Fenerbahçeliler’e çok dokunmuştu. Maça çıkarken galip gelmek için yemin ettiler. Bu arada Taka Naci “içime doğuyor, bir gol atacağım” deyip duruyordu. Nitekim maçı 1-0 Fenerbahçe kazandı ve golü de Küçük Fikret’in kornerden ortaladığı topla Naci yaptı. Fikret “bu maç her şeyden evvel azmin bir zaferiydi.”diyor.

    İngiliz Muhtelitine Karşı Başarı

    1941-42 mevsimi Fenerbahçe için pek talihli geçmiş değildir. Milli Küme’de de, ligde de üçüncülükten yukarı çıkamayan sarı lacivertli takım, ancak bu mevsim yaptığı ecnebi maçları ile taraftarlarının – aynı zamanda bütün Türk sporseverlerinin – yüzünü güldürmüştür. 1941 Aralık’ında, içinde McGuire, Fenton, Prayr gibi şöhretlerin bulunduğu İngiliz Orta Şark Muhteliti ile iki defa 2-2 berabere kalmak cidden bir başarı idi. Hele ikinci maçta Fenerbahçelilerin devreyi 2-0 mağlup bitirdikten sonra 2-2’lik neticeye ulaşmaları, İngiliz futbolcularının ustaca oyunu karşısında mühimsenecek bir muvaffakiyetti.

    Küçük Fikret’in hafızaasında yer eden bu iki maçtan sonra aynı sene Admira’ya karşı kazanılan zafer de değerli sporcunun tatlı hatıralarındandır. Hitler tarafından işgale uğrayan Avusturya’nın Admira’sı, 1942 Mayıs’ında bir Alman-Avusturya muteliti kuvvetindeydi. Galatasaray ve Beşiktaş’ı yenen Admira’yı Türkiye’de mağlup etmek şerefi Fenerbahçeliler’e ait olacak, sarı-lacivertliler hem de genç oyunculara yer verdikleri bir tertiple bu büyük kudreti 2-1 yeneceklerdi.

    Fikret’in İki Ortası İki Gol

    Kalede Sabri’yi, santraforda Müzdat’ı, solaçıkta da Halit’i gören seyirciler maçtan ümitlerini kesmişlerdi. Zira bu üç futbolcu birinci takımda ilk defa yer alıyorlardı. Fenerbahçe’nin tertibi şöyle idi: “Sabri – Muammer, Murat – Ali Rıza, Esat, Aydın – Küçük Fikret, Naci, Müzdat, Ömer, Halit.”

    Fenerbahçe tahminler hilafına pek mükemmel bir oyun tutturmuştu. Bilhassa Cihat gibi bir şöhreti seyretmeye alışık halk, aynı kalede oynayan Sabri adlı gencin başarılı kurtarışları karşısında önce hayrete düşmüş, fakat sonradan gayrete gelerek takımı teşçi etmeye başlamıştı. Sarı-lacivertliler fırtına gibi oynuyor, çetin rakiplerine göz açtırmıyorlardı. İşte bu arada Fikret topla kaleye daldı ve müsait anda topu hemen içeri verdi. Admira kalecisi, Müzdat, Ömer üçü beraber topa çıktılar. Lakin hiçbiri vuramadı.

    Üstlerinden aşan topu iyi takip eden Naci, yetişip nefis bir kafa darbesiyle ağlara taktı. Fenerbahçe devreyi 1-0 galip bitirecekti.

    İkinci devreye rüzgar altında başlayan Fenerbahçeliler, aynı azimle oynuyorlardı. Nitekim yine Fikret’in bir ortası, Sarı-Lacivertlilere ikinci gol imkanını yarattı. Kaleciyi aşan topu Halit’le Naci kaleye sokmuşlardı. Şöhretli ve kuvvetli Admira, şeref golünü ancak son dakikalarda yapabildi. Oyunun bitmesiyle halk sahaya hücum etmiş, Fenerbahçeliler’i omuzlara kaldırmıştı. Futbolcular sahadan soyunma odasına ancak yarım saatte gidebildiler.

    Fikret Kaleci mi Oynayacaktı?

    Fikret 1941’de İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuştu. Fakat ticari hayatta çalışacağını düşündü ve ertesi yıl fakülte değiştirdi, Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okuluna girdi. Bu bahiste de yine bir futbol hatırası Fikret’in aklından çıkmıyor.

    Yüksek okullar arasında yapılan maçlarda Ticaret şampiyon çıkmış, şimdi de Türkiye birinciliği için Gazi Terbiye ile karşılaşması gerekmişti. Arkadaşları, en büyük kuvvet olan Fikret’in oynamasını çok istiyorlardı ama, genç futbolcu 39 derece ateşle hastaydı. Arkadaşları ısrar ettikçe ettiler, nihayet Fikret dayanamadı ve maça geldi. Hasta olduğu için sahaya çıkarken formasının üstüne bir kaleci kazağı giyen Fikret, Gazi Terbiyelilerin dikkatini çekti. Dayanamayarak sordular: “Kaleci mi oynayacaksın?”

    Fikret hiç bozmadan “Evet” cevabını verince, rakip oyuncular, kaptan ve antrenörleri Galatasaraylı Mehmet Ali’ye koşmuş, “Fikret kaleci oynuyor” diye müjde vermek istemişlerdi. Tabii Fikret sağaçık oynadı ve 39 ateşe rağmen 2 de gol atarak takımının şampiyonluğunda hissedar oldu.

    1942-43 sezonunda Fenerbahçe ligde ikincilik elde etmiş, bunun arkasından yapılan ilk Maarif Mükafatı Kupası’nda da şampiyonluğu kazanmıştı. Gerek bu şampiyonada, gerekse 1943-44 İstanbul Lig şampiyonluğunun elde edilmesinde Küçük Fikret büyük rol oynuyordu. Bu sıralar değerli sağaçığın yüksek form gösterdiği devrelerdi. Nitekim Fenerbahçe 1943-44 liginde 18 maçtan 16’sını kazanmış ve forvet hattı da 18 maçta 75 gol atarak güç erişilir bir rekor tesis etmişti. Buna karşılık Fenerbahçe kalesine sadece 5 gol girmişti. Fikret 9-1’lik bir Süleymaniye maçı hariç, 18 müsabakanın 17’sinde takımda yer almıştı.

    1944-45 sezonunda ise Fikret takımda muntazam oynamadı. Bunun en mühim sebebi, futbol dışındaki işleriydi. 1944 aynı zamanda Fikret’in sinema alemimizin tanınmış iş adamı Kadri Cemali’nin kızı Füruzan Cemali ile nişanlandığı yıl oldu.

    Fikret Sol Açık Oynuyor

    Fikret 1945-46 sezonunda lig maçlarına pek katılamadı. Bu arada bazı dedikodular çıkmış, Fikret’in futbol oynamasına karısının mani olduğu söyleniyordu. Sonradan, bizzat Fikret’in de ifade ettiği üzere bu dedikoduların tamamen asılsız olduğu anlaşılacaktı. Nitekim Küçük Fikret’in kanaatince “Bir faal futbolcu evlenirse, hayatını daha iyi tanzim edeceği için daha çok muvaffak olur. Ancak başlangıçta dikkatli davranmalıdır. İlk seneden sonra normal spor hayatına geçmek kabil olur ve futbolcu bekar devresinden daha müstakar oyun çıkarmaya, daha verimli futbol oynamaya başlar. Lakin evlenen genç futbolcuya biraz müsamaha göstermek ve bazı tavsiyelerde bulunmak da idarecilere düşen bir vazifedir.”

    Fikret 1946’da Başbakanlık Kupası’nın kazanıldığı, Gençlerbirliği’nin 4-0 mağlup edildiği maçta oynadı. Fenerbahçe’nin 40. Yıldönümü vesilesiyle davet edilen Mısır’ın Ennadilülehli takımına karşı 1-1’lik maçta bir devre takımda yer aldı. Hususi işlerinden başka, bacağındaki bir arıza da sahada görünmesine imkan vermiyordu.

    1947 yılı, Fenerbahçe’ye antrenör Molnar’ın gelişi demekti. Bu aynı zamanda parlak bir devrenin de başlangıcı sayılırdı. Fakat daha Molnar takımı iyice tanıyamamışken bir Beşiktaş maçı geldi çattı. Bu, Fikret’in hayatındaki enteresan maçlardan biriydi. Zira bir Beşiktaş karşılaşmasında santrafor oynayan Fikret, bu defa da solaçıkta yer alıyordu. Ve ne gariptir ki Fenerbahçe bu maçta da Beşiktaş’a (2-1) mağlup olmaktan kurtulamadı. Fenerbahçe’nin bu maçtaki kadrosu şöyle idi: “Hüsnü – Büyük Halil, Murat – Selahattin, Küçük Halil, Samim – Erol, Naci, Suphi, Müzdat, Küçük Fikret.”

    Fikret’in hafızasında yer eden bir diğer Beşiktaş maçı da 1947 Mayıs’ındaki karşılaşmadı. Beşiktaş’ın şampiyonluğu garantilemiş durumda oynadığı bu müsabakayı fevkalade bir oyun çıkaran Fenerbahçe 4-0 kazanmıştı. Bu maçın kahramanı santrafor Suphi, 4 golden 3’ünü kaydederken, iki golün pasını Fikret’in ortalarından almıştı.

    Nihayet Ay Yıldızlı Forma

    “1948’i uğurlu yıl olarak hatırlarım” diyen Küçük Fikret, bu seneki lig şampiyonluğunda takımın hakikaten güzel oyunlar çıkardığı kanaatindedir.

    Fakat 1948’in “uğurlu yıl” olması daha çok ay-yıldızlı formanın tekrar sahalarda görünmesinden ileri gelmektedir. 12 senelik hasretten sonra nihayet bir milli maç yapılıyordu. Arada nice yıldızlar yetişmiş, fakat bunlar milli formayı giyemeden futbola veda etmişlerdi. Bu bakımdan 1948’de kalburüstünde bulunan futbolcuların, milli maç yapılacağını öğrenmeleri hepsini müstesna heyecana boğmuştu. Bu, memleket futbolunda büyük bir merhale, ileri bir adımdı

    Bu tarihi maç 23 Nisan 1948’de Atina’da Yunan milli takımına karşı oynanacaktı. Seçilen namzet kadro elemanları içinde takıma gireceği en emin olanların başında sağaçık Küçük Fikret geliyordu. Pek rahat olmayan bir uçak yolculuğunu takiben Atina’ya inen Türk kafilesi, gümrükte de müşkülatla karşılaşmıştı. Nihayet otele yerleştiler ve istirahate çekildiler.

    Kaleci ve kaptan Cihat hariç, takımın diğer bütün elemanları ay-yıldızlı formayı ilk defa giyecekleri için çok heyecanlıydılar. Gece gündüz hep maçı düşünüyorlar, yemeği bile zor yiyorlardı.

    Nihayet maç saati geldi çattı. Saat 16’da Minerva otelinde bir odada toplanıldı. Ulvi Yenal ve Vahi Oktay’ın konuşmaları, tavsiyeleri dinlendi. Sonra da otobüsle Panathinaikos Stadı’na hareket edildi. Stad hıncahınç doluydu. Türk futbolcuları polislerin açtığı daracık bir aralıktan geçerek soyunma odasına gidebildiler.

    İdareciler takımı ilan ediyordu: Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Küçük Fikret, Erol, Ahmet, Lefter, Şükrü.

    İtalyan hakemi Dattilo’nun idaresinde oyun başladığı zaman Yunan halkı takımını büyük tezahüratla teşçi etmekteydi. Bu uğultu, milli marşların çalınması, esasen heyecanlı futbolcularımızın heyecanını bir kat daha arttırmıştı. Hoş bir tesadüf, maçın ilk akınını Türk sağaçığı Fikret yaptı, fakat Yunan müdafaası gayet yerinde bir müdahale ile topu uzaklaştırmıştı.

    Yıllarca Sonra İlk Gol

    Maç başlayalı henüz 7 dakika olmuştu ki, Selahattin’in uzattığı topla Fikret ileri fırladı. Sonra aniden içeri kayıp sağiç yerinden kaleye sol bir şut yolladı. Daima sağ ayağı ile nefis goller atan Fikret’in topa kafa ile veya sol ayağı ile vurması seyirciler tarafından garipsenirdi. Zira bu büyük futbolcu, en büyük hünerini topu sağ ayağına geçirdiği anda göstermesiyle şöhret kazanmıştı. Ancak ay-yıldızlı formayı ilk defa giydiği gün Fikret’in sol ayağı ile savurduğu bu şut, Yunan kalecisinin üstünden ağlara takılıyordu. Kaleci plonjon yapmak istedi, nafile! Türk Milli takımının bu tarihi golünü yapmak şerefi Küçük Fikret’e nasip olmuştu.

    Fikret’e az sonra bir fırsat daha geldi. Lakin kendi de açıkça ifade ettiği gibi “biraz heyecan, biraz da acele yüzünden bu fırsatı dışarı attı.” Türk takımı şahlanmıştı. Nitekim Lefter’in attığı ikinci gol, galibiyetin garantisi oldu. İkinci devrede gayrete gelen Yunanlılar bir gol çıkarınca ay-yıldızlı onbir tekrar canlandı. Bu canlılığın semeresi Şükrü’nün attığı üçüncü golle görüldü. Böylece galibiyet yine emniyete alınmıştı.

    Maçın bitmesine dört dakika kala bu devre solaçığa giren Halit’in kale içine doldurduğu ortaya Fikret kafayla çıkış yaptı. Sol şut, Fikret’in mutadı değildi. Atmış, gol olmuştu. Kafa vurmak da mutadı değildi. Bu defa da topa sıkı bir kafa yapıştırıyordu. Yunan kalecisi atlamış ve topu ancak içerden çıkarabilmişti. Bu kaidelere göre bir goldü. Lakin hakem muteber addetmedi ve maç da 3-1 Türk Milli takımının zaferiyle sona erdi.

    Ay Yıldızlı Takımın Başarılı Sağ Açığı

    Fikret 1948 senesinde milli formayı üç defa daha giydi. Hem de başarı ile, şerefle. Yunanistan’dan dönen milli takımımız 30 Mayıs’ta İstanbul’da Avusturya ile karşı karşıya geldi. Avusturya o sıralarda büyük bir şöhret ve kudrete sahip ve mesela İtalyanlar’ı 5-1 gibi açık bir farkla mağlup etmiş bulunuyordu. Buna mukabil yıllarca maç yapmamış takımımızın her şeyden evvel enternasyonal karşılaşmalar bakımından tecrübesi zayıftı. Hasılı, bütün tahminler, maçı Avusturya’nın açık farkla kazanacağı merkezinde toplanmaktaydı.

    Fakat “Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Fikret, Galip, Şükrü, Lefter, Halit” tertibiyle sahaya çıkan Türk milli takımı, üstün rakibiyle başa baş bir oyun çıkarmış ve devreyi golsüz berabere bitirmişti. Maçın ikinci yarısında sağhafa Selahattin’in yerine Naci, forvete de Galip’in yerine Reha girdi. Yine denk bir oyun gösterilirken, devrenin ortalarında Avusturya solaçığı Körner II ani bir atakla maçın tek golünü çıkarıverdi. Takımımız 1-0 mağlup ayrılıyordu. Avusturya kafile başkanı olsun, antrenör ve oyuncular olsun en beğendikleri futbolcuların başında “sağaçık Fikret”i sayıyorlardı.

    Bu maçtan sonra hemen Olimpiyat hazırlıklarına başlandı. Nihayet 1948’in Ağustos ayında Türk milli futbol takımı İngiltere’de Çin’le ilk maçını yapıyordu. Devreyi 1-0 önde bitiren ayyıldızlılar, ikinci kısımda da üç sayı çıkardılar ve maçı 4-0 kazanmış oldular. Çin’e karşı bu neticeyi alan takım “Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Fikret, Erol, Gündüz, Lefter, Şükrü” tertibindeydi.

    İkinci rakibimiz Yugoslavya idi. Yugoslavları olimpiyatta seyreden oyuncu ve hatta idarecilerimiz “Bu takımda iş yok” hükmünü vermekte epey acele etmişlerdi. Zira o Yugoslav takımı bize karşı fevkalade bir oyun gösterecek ve nihayet Olimpiyatların finaline kadar yükselecekti. Nitekim takımımızın pek başarısız bir maç çıkardığı Yugoslav karşılaşması 3-1 aleyhimize bitti. Tertip, sağhafta Selahattin’in yerine Naci olmak üzere Çin’e çıkan takımın aynı idi. Baştan aşağı bocalayan takımda Fikret de fazla bir şey yapamamıştı. Nahoş hadiseler ise futbolumuz hesabına menfi bir not olmuştu.

    1948 senesi Fikret’e uğurlu gelmiş gibiydi. Fakat kasım ayındaki bir lig maçı, değerli futbolcunun başarı yoluna dikilecek bir dikenin tohumunu ekti.

    Ufak Bir Hareket = Dört Ay Ceza

    Fenerbahçe Vefa ile karşılaşıyordu. Fikret, Vefa’nın genç solbeki Rahmi ile sık sık mücadeleye mecbur kalıyor, bu mücadelelerin bazısından Fenerbahçe sağaçığı, bazısından da Vefa solbeki galip çıkıyordu. Ancak bu arada topun taca çıkması, iki oyuncuyu da asabileştirdi. Bu asabiyet, hemen yanlarında duran laynsmenin hareketiyle arttı. Laynsmen vazifesinin hududunu aşmış bir tavır takınınca Fikret kendine hakim olamadı ve elindeki topu taç yerine atarken aynı zamanda laynsmeni de nişanladı. Milli futbolcu sonradan bu kadarcık hatasını da affetmeyecek, “Doğru değildi. Topu taç noktasına koyup çekilmeliydim.” diyecekti. Amma o anda kendini kaybetmişti. Laynsmenin hareketi onu ağır surette tahrik etmişti.

    Fikret o güne kadar hakemlerden ihtar dahi almış bir oyuncu değildi. Ama Ceza Heyeti bu makul noktaları gözönünde tutmadı ve Fikret’e 4 ay boykot verdi. Bu ceza Fikret’in Fenerbahçe’nin Yunanistan seyahatine katılamayışına sebep olacaktı.

    Ancak 1948 yılının Aralık’ında Viyana’nın meşhur Austria takımı en kuvvetli kadrosu ile İstanbul’a geldi ve Galatasaray’ı 2-1, Beşiktaş’ı 6-2 yendikten sonra Fenerbahçe’nin karşısına çıktı. Sarı-lacivertli idareciler bu mühim ve Türk futbolunun şerefi bahis konusu olan maç için müsaade almış ve Fikret’i sağaçığa koymuşlardı. Nitekim muvaffak bir oyun çıkaran takım Austria ile 1-1 berabere kaldı.

    Cezalı Sağ Açığın İki Nefis Golü

    Ertesi hafta Austria ile rövanş maçları yapılacaktı. Ve bu maçlarda Galatasaray 4-3, Beşiktaş 4-2 mağlup olmaktan kurtulamayacaklardı. Futbolumuz adına bir zafer kazanmak, bu şöhretli takımı 3-1 yenen sarı-lacivertlilere nasip olacaktı amma.

    Bölge ilk maçta Fikret’in oynatılmasına şiddetle kızmıştı. Daha doğrusu kulüpçülük hislerine hakim olamayan bir iki kişinin hareket tarzıydı bu. Maçın hakemlerine ve hatta zabıtaya, Fikret’in oynatılmaması emri verilmiş, icap ederse, yani oynarsa sahadan polis kuvvetiyle çıkarılması bildirilmişti.

    Fenerbahçe oyuna Fikretsiz başladı. Fakat üçüncü dakikada sağiç Aydemir sakatlanınca Fikret’in iki yana sallanarak kendine has koşusuyla sahaya girdiği görüldü. Polisler değil fakat hakem Selami Akal müdahale etti. Oyuna giremeyeceğini söyledi. Fenerbahçeli idareciler bütün mesuliyeti üzerlerine aldıklarnı temin ettiler. Uzun müzakereden sonra idareciler bu hususu belirten bir kağıt imzaladılar ve Fikret takımına iltihak etti.

    Kıymetli futbolcunun azmi büyüktü. Bu maça madem bu şekilde girmişti. O halde kendisine düşen vazifeyi, hatta fazlasıyla yapmalıydı. Nitekim yaptı da. 44. Dakikada topla kaleye aktı. Herkes “Goool!” diye yerinden kalktığı sırada Austria beki Fenerbahçe sağaçığını tekmeyle yere devirdi: Gol değil fakat penaltı idi.

    Fikret’in şahane penaltısı maçı 1-1 duruma sokuyordu. Zira Austria oyunun başlamasıyla beraber maçın ilk golünü atmıştı. Devre bu şekilde bitti.

    İkinci devrenin hemen dördüncü dakikasında bu defa nefis bir frikik golü seyredildi. Bunun da kahramanı Küçük Fikret’ti. Nihayet Erol’un golü galibiyeti perçinliyor, Fenerbahçe sahadan 3-1 gibi net bir zaferle ayrılıyordu. Fikret bu maçta bir müddet sakatlanıp saha dışında da kalmıştı.

    1949 başında Umum Müdürlük makul ve nizami düşündü. Fikret’in cezasını tabikten kaldırdı. Yıldız futbolcu da böylece takımında devamlı olarak yer almak ve keza milli formayı tekrar giymek bahtiyarlığına erişti.

    Rakip yine Avusturya idi. Fakat bu defa maç Viyana’da oynanıyordu. Saha ve seyirci avantajına sahip Avusturyalıların bu sefer maçı farklı kazanacağı tahmini ileri sürülüyordu. 20 Mart 1949 günü Viyana’nın Prater stadına “Cihat – Erdoğan, Ahmet – Selahattin, Galip, Hüseyin – Fikret, Erol, Bülent, Muzaffer, Şükrü” kadrosuyla çıkan Türk milli takımı yine mükemmel bir futbol gösterdi. Fakat talih yine Viyanalılara güldü ve yine sahadan bir tek golle galip ayrıldılar. Birinci devrenin son dakikasında frikikten yapılan bir gol, maçın neticesini tayin etmişti.

    Ertesi günü Viyana gazeteleri kendi takımlarını şiddetle tenkit ederken, bizimkileri övüyor ve bilhassa Fikret hakkında pek takdirkar ifadeler kullanıyorlardı.

    Fikret Yedek Subayda

    Fikret 1949 Eylül’ünde yedek subaya gitti. Tank sınıfına ayrılmıştı. Önce Gelibolu’da, sonra Ankara’da bulundu. Nihayet Kartal Maltepe’sinde askerliğini bitirdi. Askerliğin Fikret için en enteresan tarafı, o güne kadar pek itina ettiği bıyığı ile saçlarını kestirmesiydi.

    Askerliğini yaptığı sırada takımının maçlarına geliyor ve sağaçıktaki yerini alıyordu. Hatta bu aradaki İsrail seyahatine de hususi izinle katıldı.

    Fikret Fenerbahçe Birinci Takım Kaptanı

    Artık Fikret Fenerbahçe saflarında en yüksek payeye erişmişti. Bu da, Fenerbahçe birinci takım kaptanlığı idi. Fakat as futbolcu bir merhale daha yükselecek ve milli takıma da kaptan olacaktı.

    1948-49 ligi Sarı-lacivertli takım için başarısız geçmiş ve Fenerbahçe ancak üçüncülük elde etmişti. 1949 Haziran’ındaki Austria maçları da, bu muvaffakiyetsiz sezonun acı sahifelerinden biri oldu. Sahaya eksik takımla çıkan Fenerbahçe, kendi stadındaki maçta Austria’nin fırtınalaşmış kadrosuna 7-0 yeniliyordu. Fikret bütün çırpınmasına rağmen, bu hazin neticeye mani olamayanlardandı. Ertesi haftaki revanşta da Sarı-lacivertli takım 3-2’lik mağlubiyetten kurtulamadı.

    Fikret bu arada askeri forma altında yine bir Viyana takımına karşı oynadı. First Vienna Ankara’da Askeri Güçler Karması’na 3-2 galip gelirken, takımın sağaçık mevkiini Küçük Fikret işgal ediyordu. 1950 yılının 14 Ocak’ındaki bu maç karla kaplı bir sahada oynanmıştı.

    Fikret 1950 Mart’ında Fenerbahçe ile İsrail’e gitti ve takımının oradaki maçlarında yer aldı. Bunlardan Sarı-lacivertlilerin 3-0 kazandığı ilk müsabakada 2 gol, yıldız futbolcunun iki nefis ortası ile yapılmıştı.

    Fikret aynı sene Avrupa’da hususi bir seyahate çıktı. Hatta bu arada kendisinin milli takım kadrosuna seçildiği de hayretle gazetelerde okunmuştu.

    Fikret’in Bütün Futbolculara Tavsiyesi

    1950-51 sezonunda Fikret sahalarda seyrek görüldü. Fakat 1952’de takımda devamlı olarak oynadı ve yüksek form tuttu. 1950-51’de Fikret’in muntazam oynamayışı ve maç kabiliyeti yokken formsuz çıktığı müsabakalarda da esas oyununu gösteremeyişi karşısında gerek Fenerbahçe Kulübü’nün bazı çevreleri, gerekse kulüp dışındaki bazı kimseler bu yıldız sağaçığın artık futbola veda ettiği kanaatini izhara başlamışlardır. Lakin Fikret bu şekilde düşünen ve konuşanları sonradan çok mahcup etti.

    Bugünün büyük futbol şahsiyeti Küçük Fikret diyor ki: “Çok sevdiğim meşin toptan ayrılırken bütün futbolcu arkadaşlarıma kendimi misal göstererek diyeceğim ki azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz. Benim için ‘artık topa vuramaz’ hükmü verildikten sonra gecemi gündüze katıp çalıştım ve tekrar Fenerbahçe’deki şerefli yerimi aldım. Benim için ‘yaşlandı, oynayamaz’ diyenler, sonradan milli takımda sağaçık mevkiinde seyrettikleri zaman, oyundan sonra gelip elimi sıktılar.”

    “1950’de futbolu bıraktığımı, hatta futbolun beni bıraktığını iddia edenler, 1952’de, 1953’te futbol hayatımın en yüksek formuna ulaştığıma şahit oldular. Futbolcu kardeşlerim, ne söylenirse söylensin, siz kendi çalışmanıza bakın! Futbolu çalışan her yaşta oynar.”

    Fenerbahçe 1951 yılını 23 Aralık’taki Rapid zaferiyle kapamıştı. Fikret’in ortasını çok güzel kullanan sağiç Fahir, ünlü kaleci Zeman’ı, bu suretle takımı da şöhretli Rapid’i mağlup etmiş oluyordu.

    Sarı-lacivertliler 1952’de her geçen gün biraz daha form tuttular ve nihayet “namağlup lig şampiyonu” olan “Küçük Şeytanlar” takımı doğdu. Bu, antrenör Szekely’nin eseriydi. Muvaffak takımın kaptanı da hatıralarımızın kahramanı Küçük Fikret’ti.

    1952 yılı uğurlu başlamıştı zaten. Daha Ocak ayında Arjantin’in Lanus’u 3-2 mağlup edilmiş, Eva Peron Kupası Fenerbahçe müzesine konmuştu. Bunu Haziran’daki (Fransız) Lille’e karşı kazanılan 2-0’lık net galibiyet ve Eylül’deki 3-1’lik Yugoslav Beogradski galibiyetleri takip etti.

    1952-1953’ün Namağlup Fenerbahçesi

    Takım lige çok hızlı başlamıştı. Evvelki yıllarda daha ziyade pasör tanınan Fikret, şimdi aynı zamanda golcü bir eleman vasfını taşıyordu. Mesela 1952 Ekim’indeki 4-0’lık Kasımpaşa galibiyetinde “Küçüğün iki şaheser golü” günlerce dillerde dolaşmıştı. Bu arada 14 Aralık’ta Viyana’nın ünlü Rapid’ine karşı bir başarı daha elde edildi. Rapidliler 1-0’lık mağlubiyetin rövanşını almak için çok hızlı başlamışlar ve devreyi 4-2 önde bitirmişlerdi. Lakin sağaçık Fikret’in nefis ortalarıyla beslenen Fenerbahçe forveti maçı 4-4 bitirmeye muvaffak oldu.

    Ligde mağlubiyet yüzü görmeyen Fenerbahçe, son maçında da Galatasaray’ı 1-0 mağlup edip şampiyonluğa ulaştı. Taraftarların pek çok kupa ve hediye verdiği takım maçtan sonra, önde kaptanı Fikret olduğu halde sahada tur yaparken çok alkışlanmıştı. Bu son maçın en enteresan tarafı, galibiyet golünün Fenerbahçe birinci takımında o gün ilk defa oynayan solaçık Niyazi tarafından yapılmış olmasıydı. Fikret bu ligde forvetin nazım ve yürütücüsü olmuş, o sırada bir gazetede çıkan ifadeyle “Bir ana kırlangıcın yavrularını beslemesi gibi, diğer genç forvetleri öyle beslemişti”.

    Fikret bu mevsim için “Kendimi en iyi hissettiğim devre” diyor ve hemen ardından ilave ediyor: “Bize maddi ve manevi kuvvet veren de antrenörümüz Szekely idi.”

    Türk Milli Takımı Kaptanı Fikret

    Fikret 1952 Mart’ında milli kadroya alınmış, fakat İtalya ve Yunanistan seyahatlerinde takıma konmamıştı. Bunun ne büyük bir hata olduğu, bir sene sonraki milli maçlarda anlaşıldı. Zira Fikret İtalya ve Yunanistan seyahatlerinde de formda bulunuyordu.

    Artık kurt bir futbolcu olan Fikret, 1953 Nisan’ında takımıyla Yunanistan’a gitti ve orada çıkardığı mükemmel oyunlarla büyük takdir topladı. Dönüşte Çanakkale Abidesi Kupası şampiyonluğunun kazanıldığı 3-0’lık Beşiktaş galibiyetinde de en büyük hisse, gollük ortaları veren kaptan – sağaçığındı.

    Nihayet 1953 Mayıs ayı geldi çattı. Bizi, kendi toprağımızda 5-1 yenen İsviçre milli takımı ile İsviçre’de oynayacaktık. Takım yola çıkmak üzere uçağa binerken, Yeşilköy’de bir “gümrük hadisesi” yaratıldı. Fikret kaptanları olduğu için kadrodaki Fenerbahçeliler paralarını bir edip ona vermişler, o da bavuluna koymuştu. Fakat bulunduğu resmi mevkii, kulüpçülük hislerine alet eden bir zat, bunu yanlış tefsir ettirdi ve ortaya garip bir suç çıkardı.

    Sonradan adalet makamları meselenin aslını anlayacak ve Fikret’i temize çıkaracaklardı. Lakin hadise, bir milli hizmete giden sporcuların moralini iyice sarstı. Soyadına bakıp küçük dağları yarattığını sanan bu biçare kulüp hastası, yaptığı hareketten ve kırdığı dağdan büyük pottan dolayı mensup olduğu kulüp camiası tarafından da hoş görülmeyecekti. Herkes ona notunu vermişti zaten.

    Bu asap bozucu hadiseye rağmen Türk milli takımı Bern’de şahane bir maç çıkardı ve İsviçre milli takımını 2-1 yenerek rövanşı aldı. Kaptan Fikret galibiyete müessir güzel bir oyun çıkarmıştı.

    Yugoslav Ağlarını Sarsan Müthiş Gol

    İsviçre dönüşü ay-yıldızlı takımı daha çetin bir rakip bekliyordu: Yugoslavya. Yugoslavların beynelmilel futbol piyasasındaki kıymet, bu karşılaşmanın ehemmiyetini arttırıyordu. Yapılan tahminlerin çoğu da rakiplerimizin maçı rahat ve belki de farklı kazanacakları merkezindeydi.

    Fakat bir kere daha evdeki pazar çarşıya uymamış, tahminler boşa çıkmıştı. Daima hücum eden, üstün oynayan Türk takımı idi. 5 Haziran 1953 günü Mithatpaşa Stadı’nda karşı karşıya gelen iki takımdan ay-yıldızlı onbir yediği gole Burhan vasıtasıyla mukabele etmiş, oyun 1-1 duruma girmişti. Bu cereyan ve hatta bu netice dahi Türk futbolu için bir muvaffakiyet sayılırdı. İşte bu sırada Yugoslav kalesine bir frikik oldu. Fikret topu dikti, hafif gerildi ve kendine has frikiklerinden birini çekti.

    Stad alkıştan, “Gooooool!” nidasından inliyordu. Gol, sonradan Yugoslavların da “şahane” diye vasıflandıracakları güzellikteydi. Kaleci topu, ağlardan çıkarırken görebilmişti ancak.

    Türk takımı 2-1 galip durumdaydı. Yugoslavlara karşı kazanılacak bu galibiyet, dünya çapında bir netice olacaktı. Ama ne çare, maçın son dakikasındaki bir hata galibiyeti beraberliğe indirdi. Maç 2-2 bitmişti. Fakat oyundan sonra seyirciler olsun, oyuncular olsun Fikret’in şaheser frikik golünü anlata anlata bitiremiyorlardı. Yugoslavlar gelip kendisini tebrik ettiler. Bu, futbol tarihimizin “altın gol”lerinden biriydi.

    Fenerbahçe İle İngiltere’ye Gidiş

    Fikret İngiltere’ye 1948’de Olimpiyatlar vesilesiyle gitmişti. 1953’te yine futbolcu olarak bu “futbolun beşiği” diyara yollandı. Bu defa seyahati Fenerbahçe le yapıyordu. Ekim ayında İngiltere’de muhtelif maçlar yapan sarı-lacivertli takım ilk müsabakasında Hull City’ye karşı 2-1’lik bir galibiyet kazanmıştı. İngiltere’de maç kazanmanın güçlüğü düşünülürse, Fenerbahçe’nin bu galibiyetinin futbolumuz için bir zafer kıymetini taşıdığı hemen anlaşılırdı.

    Bu tarihi maçın ilk devresi 1-0 kapanmışken, müsabakanın 77. Dakikasında takım kaptanı Fikret 25 metreden fevkalade bir şutla ikinci golü yapmış ve Fenerbahçe’yi 2-0 ileri duruma geçirmişti. İngilizler gayrete geldilerse de, bu çalışma Fenerbahçe’nin azmini yenemedi ve bir şeref sayısı yapmaktan başka netice vermedi. Maç da bu suretle 2-1 sarı-lacivertlilerin galibiyetiyle bitti.

    Fikret için bu seyahatin en hoş tarafı, meşhur sağaçık Stanley Matthews’ü seyretmesiydi. Zira Fikret’in futbol hayatında en hayran olduğu ve kendisini kimseyle mukayeseye kalkışmadığı futbolcu “Stanley Matthews” idi.

    Kaptansız Gemi Karaya Oturuyor

    İngiltere dönüşü 27 Aralık 1953’te, Fenerbahçe kuvvetli bir Brezilya takımı olan Cruzeiro ile karşılaştı. Sarı-lacivertliler baştan sona kadar hakim oynadıkları maçı 5-2 gibi açık farkla galip bitirirlerken, 5 golden 2’si Fikret’in ortalarından Hüsamettin vasıtası ile yapılmıştı. Hüsamettin’in iki kafa golü birbirinden nefisti ama bu golleri doğran ortalar da aynı nefasetteydi.

    1953 yılı biter 1954 başlarken Türkiye – İspanya maçı geldi çattı. Madrid’e gidecek kadro seçilmiş ve takım kaptanı olarak Küçük Fikret kadroya alınmıştı. Lakin İspanya’daki müsabakada Fikret takıma konmadı ve garip tertipli takım da baştan sona kadar bocaladı durdu. Neticede kaptansız gemi karaya oturmuş, milli takımımız sahadan 4-1 gibi farklı bir mağlubiyetle ayrılmıştı. Garip olan cihet, İstanbul’da iken takımda oynaması lüzumlu görülen ve hatta kaptan seçilen Fikret’in Madrid’de takım dışı kalışıydı. Bu arada Madrid radyosunda takım kaptanı olarak Fikret’in konuşturulması ve ardından takımda yer almaması aynı garabetin devamıydı.

    Fikret ay-yıldızlı formayı bundan sonra 1955’te de giyecekti ve kaptan olarak takımı sevki idare edecekti. Fransa B takımı ile 0-0 berabere kaldığımız 3 Nisan 1955 maçında umumiyetle durgun oynamış ve zaman zaman galibiyet ibresini lehimize çevirme fırsatını yakaladığımız halde bundan faydalanamamıştık.

    4-4’lük Maçın Kahramanı

    19 Mayıs 1955 günü Mithatpaşa Stadı’nda heyecan kasırgası çok şiddetliydi. Fenerbahçe ile Beşiktaş “Atatürk Kupası” için karşılaşıyorlardı.

    1954-55 liginde takımda seyrek olarak yer alan Küçük Fikret, buna rağmen iyi form tutmuş ve nitekim Nisan’daki Fransa maçında milli takımın sağaçık mevkisini işgal etmişti. İşte bugün de Beşiktaş’a çıkan sarı-lacivertli onbirin sağaçığı yıldız futbolcu Fikret’ti.

    Ne oluyordu? Netice nereye doğru gidiyordu? Beşiktaş taraftarları sonsuz sevinç içinde, takımlarını alkışlamaktaydılar. Goller birbirini takip ediyor, Beşiktaş devreyi 3-0 galip bitiriyordu.

    Fenerbahçeliler tribünde endişe içindeydiler: “İkinci devrede ne olacak? 3-0, kaç sıfıra kadar yükselecek?” Fenerbahçe devreye pek azimli başlamıştı. İlk devrede aksayan santrafor Burhan, Fikret’in güzel bir ortasını gole çevirince sarı-lacivertlilerde ümit ışığı yandı. Çok geçmemişti, yine Fikret mükemmel ortalarından birini yapıyor ve yine Burhan topu ağlara gönderiyordu.

    3-0’dan 3-2’ye erişen Fenerbahçeliler şimdi beraberlik peşinde koşmaktaydılar. Ve işte o da olmuştu. Topu fevkalade şekilde ortalayan Fikret’ti yine, golü atan da Burhan. Burhan bu devrenin golcüsü olmuştu. Fikret ise esas kahraman olduğunu az sonra ispat edecekti.

    Oyun 3-3 berabere duruma girince Fenerbahçeliler sevinmeye Beşiktaşlılar üzülmeye başlamışlardı. Amma çok geçmedi, yine sevinç sırası siyah-beyazlı taraftarlara geldi. Beşiktaş dördüncü golü de atmıştı ve maçın bitmesine de pek az vakit vardı. Birden meşin top bir futbolcunun ayağına geldi ve oradan da bomba gibi bir voleye takılıp Beşiktaş ağlarını buldu. Maç 4-4 berabere vaziyete girmişti. Bu “şahane” golün kahramanı ise ilk üç golün pasörü Küçük Fikret’ten başkası değildi. Oyun stadı dolduran onbinlerce halkı heyecandan boğan bir tempo içinde geçmiş ve unutulmayacak maçlardan biri olarak futbol tarihimizde yerleşmişti. Maç unutulmayacaktı, bu maçın ası Fikret de unutulmayacaktı.

    Fikret 1955-56 sezonunda artık takımın devamlı bir oyuncusu değildi. Futbolcu bırakmak zamanının geldiğine hükmetmişti. Bir yandan gümrük komisyonculuğu mesleğindeki meşgalesi her geçen gün biraz daha artıyor, onu muntazam idman yapmaktan alıkoyuyordu. Hem Fikret “Çok sevdiği futbolu zamanında, tatlı hatıralarla bırakmak isteğinde” idi.

    Rusya’daki Zafer Golü

    Fenerbahçe takımı 1956 Haziran’ında Rusya’ya hareket ederken de Küçük Fikret’in oyuncu mu yoksa idareci mi olarak gittiği suali soruluyordu. Bazıları ise “turist” deyip işin içinden çıkmışlar, gazeteler “kafileye turist olarak Fikret Kırcan’ın da dahil olduğu” haberini vermişlerdi.

    Moskova’daki ilk antrenmanda Fikret de arkadaşlarının yanında bir futbolcu olarak zevk ve şevkle çalışıyordu. Müteakip idmanlarda aynı gayreti göstermeye devam etti. Bu arada bir fikri zihinlerden geçti: “Fikret oynasın!”

    Küçük Fikret de içten içten böyle bir arzu duyuyordu. Sarı-lacivertli formayı bu çok ehemmiyetli maçların birinde giymek, güzel bir hatıra değerini taşımaz mıydı?

    Ona “oynar mısın?” dediler, Fikret’in cevabı “memnuniyetle” oldu. Fakat ne olursa olsun, takımda 45 dakika bulunacaktı. Diğer devrede gençlerden birinin bu mevkii doldurmasına fırsat vermek istiyordu. Nihayet Fikret’in ikinci maçta yani Leningrad’da Zenit’e karşı ilk devre sağaçık oynaması kararlaştırıldı.

    Oyunun başlamasıyla Zenit’in ilk golü yapması bir olmuştu. Fenerbahçeliler’in hemen bozulması ve müsabakayı açık farkla kaybetmesi, akla gelen en yakın ihtimaldi. Fakat hayır! Başta kaptan Fikret olduğu halde, sarı-lacivertliler şahane bir oyun tutturmuşlardı. Nitekim 12. dakikada kaleci İvanov topu kurtarmak için yumrukla çıkış yaptı. Top sağa, Küçük Fikret’in önüne düşmüştü. Kurt futbolcu meşin yuvarlağı durdurmadan ortaladı ve golü hazırladı. Onsekiz çizgisine yanaşan Mehmet Ali topu hemen yakalamış ve yerden bir şutla ağlara takmıştı.

    Fenerbahçe’nin beraberlik golünü hazırlayan Fikret, 22. dakikada da galibiyet golünü bizzat yapacaktı. Ergun topu ayağına geçirir geçirmez, şöyle bir baktı, en müsait pozisyonda “Fikret ağabey”sini gördü. Şimdi top kısa bir pasla Fikret’e geçmişti. Kısa bir sürüş… Sol bir şut… Ve gol! Fenerbahçe 2-1 galip durumdaydı şimdi.

    Sarı-lacivertli takım Fikretsiz devam ettiği ikinci devrenin son dakikasına kadar bütün varlığı ile oynayacak ve sahadan bu netice ile muzaffer ayrılacaktı.

    “Bu İlk Değil ki…”

    Fakat yukardaki golün hatırası büyüktür. Leningrad’da maça giderken Fikret, bu satırların yazarına “İçime doğuyor, bugün bir gol atacağım. Hem de 2-1 galip geleceğiz” demişti. İşte Fikret’in her iki dediği de çıkmıştı.

    “…Bu ilk değil ki…” Fikret’e Rusya’ya turist olarak gidip de gol kahramanı olarak dönüşünü hatırlattığım zaman böyle dedi ve devam etti.

    “- Bu ilk değil hakikaten… Bir kere de stada seyirci olarak gitmiş ve sonra soyunup sahaya çıkmıştım. 1937-38 mevsimindeydi. Bükreş muhteliti İstanbul’a gelmiş ve yapılan maçı 5-3 İstanbul kazanmıştı. Ertesi gün yedek oyuncuların yer aldığı Bükreş “B” muhteliti İstanbul’un “B” muhteliti ile oynayacaktı. Ben de bu maçı seyretmek üzere stada gittim ve davetiyem olmadığından para verip bilet aldım. İçeri girmiş, hatta tribünde bir yer bulmuş, maçı seyre hazırlanırken bir de ne göreyim? İdareciler beni orada bulmuş, çabuk gelmemi söylüyorlardı. Aşağı indim. Derhal soyunmamı bildirdiler. Soyundum. Sahaya çıktım. Az evvel parayla bilet alıp tribüne giren seyirci, şimdi İstanbul “B” muhteliti oyuncusu olarak sahadaydı. Güzel bir maç çıkarmamıza rağmen 0-0 berabere kalmıştık o gün.”

    Fikret Politik Hayatta

    Fikret’e en sevinçli hatırasını sormuştum. Hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

    “ – Geçen kış bir sabah saat yedi buçukta aldığım telefondur.”

    Evet, bu telefonda şimdiki eşi Nur, kendisine “babasının izdivaçlarına muvafakat ettiği”ni bildirmişti.

    Fikret’in ilk izdivacı 1950’de sona erince, spor alemimizin yakışıklı erkeğinin yeniden evlenip evlenmeyeceği suali hep sorulmuştu. Fikret bu arada politika hayatına atılmayı tercih etti. Demokrat Parti’ye 1950 seçiminden evvel giren as futbolcu, Kızıltoprak Bucak İdare Heyeti azalığından yükselmeye başladı ve nihayet 1955’de İstanbul Vilayet Meclisi’ne aza seçildi. Halen bu mecliste Maarif Encümeni’nde çalışmaktadır.

    7 Mayıs 1956’da, o sırada Ticaret Vekili bulunan Fahrettin Ulaş’ın kızı Nur Ulaş’la evlenen Fikret Kırcan, şimdi Kadıköy’de Çiftehavuzlar’da oturmakta ve İstanbul’da Veli Alemdar handaki yazıhanesinde de gümrük komisyonculuğu ile iştigal etmektedir.

    Nihayet Futbola Veda

    Bir insan evinde birkaç sene beslediği kedisinden ayrılsa üzülür. Kuşunun ölümüne göz yaşı dökenler az değildir. Bunu daha yükseltip bir sevgiliye çıkarır ve hele işin içine yirmi iki uzun yıl katarsanız, Fikret’in şu andaki hüznünü daha iyi anlayabilirsiniz. Fikret şimdi bir sevgiliden ayrılmak üzeredir. Yirmi iki sene hiç ayrılmadığı bir sevgiliden…

    “ – Yine tam ayrılmış sayılmam”, diyor, “muhakkak ki fırsat buldukça antrenman yaparım. Hele seyirci olarak meşin topu hiç değilse uzaktan seyretmeye devam edeceğim.”

    Fikret bunları söyledikten sonra hemen ilave ediyor:

    “ – Belki şimdi tribünden, saha dışından tenkit ettiğim çok şeyler olacak. Zira ben hem oyuncu psikolojisini taşıyacağım, hem de seyirci ruhunu. Fakat ‘oyuncu – seyirci’ olmaktan sadece ‘seyirci’ olmaya geçiş çok zormuş. Bunu şimdi anlıyorum. Sahada gördüğüm bir şeyi tenkit edince, “Çıksam yaparım” diyemeyeceğim artık. İspat imkanım kalkıyor. Ben ‘emekli bir futbolcu’ olacağım. Geçmiştekiler geçmişin malı olmuş. Hem fazla tenkide kalkışırsam, bir genç futbolcunun sinirlenip ‘O senin devrindeydi. Geçti onlar…’ demesi de mümkündür.

    “Hayatımda hiçbir tenkide kızmadım. En haksızını bile nazara aldım. Her birinde, bir nebze olsun hakikat payı bulunabileceğini düşündüm. Hatta birçok tenkitleri dikkatle dinleyip veya okuyup antrenmanlarda denemeye çalıştım.”

    “Bütün futbolcu kardeşlerime de böyle yapmalarını tavsiye ederim. Aleyhlerinde yazılacak veya söyleneceklere bakıp kızmasınlar. Nasıl ki lehlerinde yazılacak veya söyleneceklere bakıp da kendilerini dev aynasında görmemeleri icap ettiği gibi… Futbolun çok, hem de pek çok nankör olduğunu her futbolcunun her an aklında bulundurması lazımdı. Bir şutunuzu methedenler, o topun kaleye girmediğini görünce sizi hemen kötüleyebilirler. Fakat hiç aldırmadan çalışmak, daima çalışmak gerekir. Ben şahsen böyle yapmakla, ‘artık yaşlandı, futbol onu bıraktı’ dedikleri zamandan sonra çok top oynadım. Hem de milli takıma kadar yükselerek… Fakat bunları dahi beni tenkit edenlere, kusurumu söyleyenlere borçlu olduğumu itiraf ederim.”

    Fikret’in gözleri dolu dolu olmuştu. Çiftehavuzlar’daki evinin misafir odasındaydık. Konuştu konuştu, yukarıdaki sözleri bitirince sustu. Sonra yere uzandı ve futbol hatıraları ile, hediyeler, şiltler, resimler ve gazete küpürleri ile dolu çantayı kapadı. Bu sanki futbol hayatını da kapayışını ifade ediyordu. Bir an baktı, resimlerden biri kenara, halının köşesine kaçmıştı. Uzanıp aldı. Fenerbahçe’nin bir maçında bir gol atarken çekilmiş fotoğrafıydı. Onu bir hayli seyretti ve sonra yavaşça konuştu:

    “ – Hepsi mazinin malı oldu artık…”

    SON – HALİT KIVANÇ