1934 yılında düzenlenen Şeref turnuvasında derbi galibiyeti kazanan Fenerbahçe’yi ve ilgili maçı, dönemin meşhur dergisi Olimpiyat’ın 3 Kasım 1934 tarihli sayısından okuyalım…
Fenerbahçe galibiyeti ikinci devre başlar başlamaz yaptığı güzel bir sayı ile aldı
Cumhuriyetimizin on birinci yıl dönümüne tesadüf eden sevinçli gün : 29 Teşrinievvel Pazartesi
Beyazıt’tan Taksim’deki Cumhuriyet abidesine kadar uzayan büyük merasim bittikten sonra, merasimi seyre gelenlerden bir kısmı büyük kalabalığı yararak Taksim Stadı’na hücum ediyor.
Burada da : Fenerbahçe – Galatasaray maçı var…
Evvelce okuyucularımıza haber vermiştik : Hasılatı Beşiktaşlı merhum Şeref’in çocuklarına tahsis edilmek üzere Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray futbol birinci takımları arasında bir turnuva tertip edilmiştir.
İşte Taksim Stadı’ndaki Fenerbahçe-Galatasaray maçı bu turnuvanın ilk mühim müsabakasıdır.
Hatırlardadır ki, 1932/3 şilt şampiyonluğu için Fenerbahçe ile Galatasaray arasında yapılan son bir müsabakada, Galatasaray enerjik bir oyunla o gün çok fena oynayan Fenerbahçe’yi 1-0 yenmişti.
Aradan birkaç hafta geçmiş, lig maçları başlamış, Fenerbahçe’de ciddi çalışmalarla lig maçlarında önüne ilk çıkan takımları büyük bir farkla mağlup etmişti.
Bunun için Şeref turnuvasının Galatasaray-Fenerbahçe maçı da büyük bir alaka uyandırmış ve Taksim Stadı’na oldukça büyük bir kalabalık toplanmıştı.
Saat 15:30’da Fenerbahçe ve Galatasaray takımları alkışlar arasında sahaya çıktı. Atletizm Federasyonu Başkanı Burhan Bey’in merhum Şeref hakkındaki kısa bir hitabesinden ve ölünün hatırasına hürmeten bir dakika sükuttan sonra oyuna başlandı.
Hakem İstanbulspor’dan Adnan, yan hakemleri Hilal kulübünden Halit ve Mümtaz beylerdi.
Takımlar şu şekilde idi:
Fenerbahçe : Bedi, Yaşar, Fazıl, Cevat, Ali Rıza, Esat, Şaban, Fikret, Namık, Muzaffer, Niyazi
İlk hücumu Fenerbahçe yaptı ve bu akın Galatasaray müdafaasında kırıldı. Bundan sonra Galatasaraylılar mukabil hücuma geçtiler. Ve artık iki taraf arasında karşılıklı akınlar başladı.
Ancak iki tarafın yaptığı hücumlar neticesiz ve tazyikler tesirsizdi. Galatasaray müdafaasında bilhassa Faruk her tarafa yetişerek Fener muhacimlerinin hareketlerini tesirsiz bırakmakta en mühim amil oluyordu.
İki tarafın bu tesirsiz akınlarına rağmen, oyun tarzı hayli güzel ve zevk vericiydi. İki taraf da bazen, çoktan beri görmediğimiz güzel paslaşmalar yapıyordu.
Yirminci dakikada Galatasaray kalesi bir tehlike geçirdi ve Muzaffer’in sıkı bir şutu direği yalayarak autla neticelendi. Bu güzel şutuna rağmen Muzaffer, Fener akınlarının tesirsizliğinde Galatasaray müdafii Faruk kadar rol oyuyordu. Muzaffer çok hareketsizdi.
Galatasaray da daha fazla sağ açık Necdet vasıtasıyla hücum ediyor ve Fener’in sol müdafii çok kere hafif kalıyordu. Hatta bu müdafiin bir hatası bir gole mal olacaktı. Fazıl, Necdet’in ayağından kaptığı topu yanlış bir hareketle gene Necdet’e verdi, Necdet ortaladı, topu yakalayan Rasih sıkı bir şut çekti, top yan direği yalayarak aut oldu.
Yirmi beşinci dakikadan sonra oyun daha süratleşti ve iki tarafın hücumlarını da daha müessir bir şekil aldı. Galatasaray kalecisi, Namık’ın, daha sonra Fikret’in; Fener kalecisi de Necdet’in şutlarını müşkülatla kestiler.
Nihayet ilk devre, sayısız olarak bitti.
İkinci devre Galatasaray’ın bir akını ile başladı, fakat bu akın müdafaaya inmeden muavin hattında kesildi. Cevat’tan güzel bir pas alan Fener sağ açığı Niyazi ileri fırladı ve aut çizgisi hizasında topu ortaladı. Bu çok güzel bir şandeldi. Bu şandele güzellikle rekabet eden sol iç Fikret’in bir kafa vuruşu oldu. Her zaman görülmeyen bu vuruş, Galatasaray kalecisinin kımıldanmasına meydan bırakmadan Fenerbahçe’ye ilk ve son, aynı zamanda da galibiyet sayısını kazandırdı.
İlk dakikalarda yapılan bu gol Fener’in hızını arttırdı ve arası çok geçmeden gene çok müsait bir pas alan Niyazi ileri fırladı. Önündeki müdafii atlattı ve Avni ile karşı karşıya kaldı. Biraz becerikli bir hareket Fener’e ikinci sayıyı da kazandıracaktı. Fakat Niyazi topu, üzerine atılan Avni’nin göğsüne attı.
Bu sırada Lütfü ile Avni çarpıştılar ve Avni fena halde sakatlandı. Yerine ihtiyat kaleci Hızır geçti.
Avni’nin burun kemiğinin kırıldığını ve hastaneye kaldırıldığını sonradan öğrendik. Bu fedakar kalecimize geçmiş olsun der ve bir an evvel iyileşmesini dileriz.
Fener’in golü ve Avni’nin sakatlanması Galatasaraylılar, bilhassa Nihat’ı oldukça asabileştirdi. Bu asabiyet hakim oldukça Galatasaray’ın, Fenerbahçe’ye tefevvukuna maddeten imkan yoktu. Binaenaleyh Sarı-Kırmızılılar rastgele vuruşlarla oynamaya başladılar. Hakem de ilk devredeki kadar kolaylıkla idare edemiyor, mütereddit davranıyor, çaldığı kısa düdükler ekseri işitilmiyor ve karışıklıklara yol açıyordu. Bu yüzden ikinci devrenin büyük bir kısmı çok zevksiz oldu.
Oyunun bitmesine on dakika kala Galatasaray kendisini topladı ve hakimiyeti ele aldı. Beraberliğe yol açacak derecede Fener müdafaasını sıkıştırdı, fakat neticeyi değiştiremeden oyun bitti.
Fener takımından Muzaffer müstesna olmak üzere diğerleri fena oynamadılar. Galatasaray’a gelince Faruk yirmi iki oyuncunun en muvaffak olanı idi. Nihat silik, sağ muavin hafif, Rasih iyi, diğerleri vasattı.
Olimpiyat Dergisi/ 3 Kasım 1934 – Şeref Turnuvasında Derbi Galibiyeti
Dünyanın en büyük spor kulübü Fenerbahçe, Türkiye adına 18 olimpiyat oyununa 156 sporcu gönderdi. Ve olimpiyatlarda Fenerbahçeliler, Türk spor tarihine geçen işlere imza attılar. Aşağıdaki listede bu isimleri branşlara göre ayrılmış ve alfabetik sırada göreceksiniz. Kaynak bir yazı oldu. Emeği geçenlere teşekkürlerimizle…
1959 öncesi şampiyonluklar konusu, resmi makamlar nezdinde adeta rafa kalktı. Türkiye Futbol Federasyonu, arada sırada “Yakında açıklayacağız” diyor, fakat o yakın nasıl bir yakınsa, bir türlü vakti gelmiyor. Başvuran ve karşı çıkan kulüplerden de ses yok. Bununla beraber, biz konu hakkında araştırmalar yapmaya devam ediyoruz… Bu yazıda 28 şampiyonluğu kazanan 347 futbolcumuzun adı ilk kez bir arada listeleniyor. Yazımızın başlığı “Şampiyonluk Yüzüğü” oldu, çünkü bu zaferleri kazanan insanlara veya ailelerine birer zafer hatırası armağan etmenin, yaşayanlara sonsuz mutluluk vereceğini, vefat edenlerin ise ruhunu şâd edeceğini düşünüyoruz.
Fenerbahçe’nin 28 Türkiye Şampiyonluğu’nu sitemizdetek tek incelemiştik. Aşağıdaki listede okuyacağınız isimleri, kazanılan şampiyonluklara göre ayırdık.
7 kere şampiyonluk kazanan 2, 6 kere şampiyonluk kazanan 3, 5 kere şampiyonluk kazanan 11, 4 kere şampiyonluk kazanan 17, 3 kere şampiyonluk kazanan 41, 2 kere şampiyonluk kazanan 77, 1 kere şampiyonluk kazanan 196 futbolcumuz var. Lafı fazla uzatmadan listemize geçelim…
Fenerbahçe’nin 1959 öncesinde kazandığı 9 Türkiye şampiyonluğu var… 1933, 1935, 1937, 1940, 1943, 1944, 1945, 1946 ve 1950 yıllarında kazanılan bu zaferlerde forma giyen futbolcuları tanıyor muyuz? 1959 öncesi şampiyonluklar kimin eseri? Biliyor muyuz? Pek sayılmaz.
İşte bu yazıda, o 9 kupanın kahramanlarını listeledik.
Önce şampiyonluk sayısı, sonra da alfabetik olarak dizilen listede, Esat Kaner ile Naci Bastoncu, Fenerbahçe’nin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan isimleri olarak, tarihe geçtiler.
En çok sahaya çıkan oyuncular yine bu iki isim olurken, onları Cihat Arman, Halit Deringör, Ömer Boncuk ve Murat Alyüz izledi.
En golcü futbolcumuz ise, uzak ara, Melih Kotanca… Naci Bastoncu, Müzdat Yetkiner, Halit Deringör ve Fikret Arıcan ise bu alanda ilk beş sırayı alan diğer sporcular oldu.
Tek şampiyonlukta, hatta tek maçta forma giyenler dahi bizim için çok kıymetli. Siz de göreceksiniz, ne muazzam isimler olduğunu! Bugün hiçbiri hayatta değil, fakat biz onların hatıralarını unutturmayacağız. Keyifli okumalar…
Fenerbahçe ile Olympiakos futbol takımlarının karşı karşıya geldikleri ilk maçtı. Tarih: 22 Mayıs 1931… Yer: İstanbul, Taksim Stadı… Seyirci rekorunun kırıldığı bu maç şimdiye kadar Fenerbahçe tarihinde adını duymadığınız bir kişinin sürgün ile biten hikayesinin başlangıcı oldu. Birbiriyle yakın zamanda savaşmış iki ülkenin ilişkilerine ayna tuttu. Bu maç aynı zamanda dünyanın en uzun yaşamış futbolcusunun İstanbul serüveniydi. Yüzbaşı Hilmi’nin yumruğu, tarihe muazzam bir hikaye armağan ediyor.
Maçın İstanbul’da oynanmasına giden sürecin Yunanistan’da 1928 yılında kurulan hükümetin başına Venizelos’un gelmesi ile başladığını söylemek yanlış olmaz. Anadolu’da 1919 yılında Yunan işgalinin ilk günlerinde hükümetin başında olan Venizelos, kısa süre sonra görevini bırakmış ve ülke idaresinde uzunca bir süre etkili olamamıştı. 1920-1922 yılları arasında yaşanan Türk – Yunan savaşı, topraklarını savunan Türkiye’nin zaferi ile sonuçlanmıştı.
Savaşın bitişi; Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki iki büyük yarımadanın, Yunanistan Krallığı ile genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, komşuluğunun da başlangıcı oldu. Savaş ile başlayan ilişkiler diplomasi ile gelişerek devam etti. Lozan Antlaşması’nda Ege Adaları’nın paylaşılması, dini kimliğe dayalı karşılıklı nüfus değişiminin gerçekleşmesi, iki ülkenin bu yöndeki ilişkileri olarak tarihteki yerini aldı.
Yunanistan’ın, 1924 yılında yönetim şeklini “Cumhuriyet” olarak ilan etmesinden sonra, iki ülkenin karşılıklı elçiler göndermesi de, ilişkilerinin sağlam temeller üzerine oturmaya başladığını gösteriyordu.
Türkiye, içeride toplumsal ve ekonomik hamlelerle kurucusunun “çağdaş medeniyetler seviyesine erişme” hedefine ilerlerken, dışarda ise “Yurtta barış, dünyada barış” politikasına giden süreci başlatmıştı. Türkiye özelinde Batı Dünyası ile ilişkiler gelişiyor, yeni Türk Devleti’nin barışa dayalı bu dış politikası, liderinin karizması ile birlikte tüm dünyada saygı uyandırıyordu.
Türkiye’nin bu dönemde artan saygınlığının doruk noktalarından biri Venizelos’un 26 Ekim – 1 Kasım 1930 tarihleri arasında gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretidir. 1928 yılında tekrar Başbakan olan Venizelos, çok değil altı yıl önce fethetmek istediği topraklara bu defa misafir olarak geliyor ve Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılıyordu.
Venizelos’un ziyareti; 30 Ekim günü imzalanan “Ankara Antlaşması” ile sona eriyor, buna göre iki devlet Ege Denizi üzerinde karşılıklı silah kısıtlamasına gitmeyi kabul ediyorlardı. Venizelos antlaşmayı imzaladıktan sonra Türkçe “Hayırlı olsun” diyerek karşılıklı atılan imzaları kutsuyordu. (1)
28 Ekim 1930 / Milliyet Gazetesi
Yunanlılarla İlk Maçlar
İki ülke arasında savaştan sonra gelişen ilişkilerin futbola yansıması, 1930 yılının başlarına dayanır. Diplomasi dili futbola öncülük eder ve İzmir’in Altay kulübü yeni yılın ilk günlerinde sırasıyla Panathinaikos, AEK ve Apollon Smyrni takımları ile maçlar yapar ve galibiyet alamadan ülkeye geri döner. (2)
Altay’ın Yunanistan ziyareti iki ülke futbolu açısından için bir ilk olma özelliği taşıyordu. Nitekim Olympiyakos’un Fenerbahçe ve Galatasaray ile yapacağı maçlar için İstanbul’a gelen Yunan Futbol Federasyonu Başkanı M.Pauris, maçın bitiminde Altay ile Fenerbahçe takımlarını karşılaştıran bir beyanat verecektir:
“Fenerbahçe ile Altay mukayese edilemez. Çünkü aralarında mühim farklar vardır. Fener onlardan iki sınıf daha yüksektir.” (3)
İki ülke futbolunun Türkiye’deki ilk karşılaşması ise Venizelos’un ziyaretinden 2 gün önce gerçekleşmiştir. Aris takımı 24 Ekim 1930’da Fenerbahçe ile karşı karşıya gelmiş ve maç 2-2 berabere bitmiştir. O dönemde yapılan özel maçlardaki Türk rakipler genellikle Fenerbahçe ve Galatasaray’dır ve yabancı takımların İstanbul’da yaptıkları maçlarda önce Fenerbahçe sahne almaktadır. Bu doğrultuda Aris ikinci maçını Galatasaray ile yapmış, yağmurun futbol oynamayı zorlaştırdığı sahadan ev sahibi takım 5-1’lik galibiyetle ayrılmıştır. (4)
25 Ekim 1930 / Milliyet Gazetesi
Seyirci Rekoru
Altay’ın Yunanistan seyahatiyle başlayan, Aris’in İstanbul’a gelişiyle devam eden Türk-Yunan futbol ilişkilerinde sahne alma sırası bu defa, 1925 yılında kurulmuş olan, ülkenin son şampiyonu Olympiakos’a gelmişti. Aris’ten yedi ay sonra İstanbul’a Fenerbahçe ve Galatasaray ile maç yapmak için gelen kafileye sözü edildiği gibi Yunanistan Futbol Federasyonu Başkanı ve görevlileri de eşlik ediyorlardı.
O güne kadar özel maçlarda Bulgar, Macar, Avusturya, Mısır, Polonya, Çekoslavak, Romen, Yugoslav takımlarını ağırlayan Fenerbahçe’nin bu seferki rakibi Yunanistan Şampiyonu Olympiakos takımıydı. Yunan yazar Milesis’e göre; Olympiyakos takımı İstanbul’a gelmek için çok istekli değildi. Bu seyahat tamamen iki ülke arasında ilişkileri geliştirmek için Venizelos hükümeti tarafından zorla organize edilmişti. (5)
Yunan Kafilesi’nin yerleştiği otel ve yemek yiyecekleri restaurant Yunanistan bayrakları ile süslenmişti. Başlangıçta maçları bitirip bir an önce ülkelerine dönmek isteyen Yunanlılar gördükleri bu misafirperverlikten etkilenmişlerdi. (6)
Olympiakos Takımı maç öncesi İstiklal Caddesi’nde
Taksim Stadı’ndaki maç herkesin beklediğinden çok daha fazla ilgi gördü. Saat 17.15’te başlayan maçtaki seyirci sayısının 15.000’i aştığı tespit edildi. (7) Bu sayı o güne kadar tespit edilmiş seyirci rekoruydu. Stadyuma girişlerde polis güçleri halkı kontrol etmekte zorlanmış, tabiri yerindeyse kapılar pencereler kırılmıştı.
Ertesi günün gazetelerine göre bu durum maça gösterilen ilgiye dayanarak yapılan kontrolsüz bilet satışından kaynaklanıyordu:
“Belediye istiabından fazla müşteri alan sinemalara derhal ceza kesiyor. Stadyum idaresi bundan niçin istisna ediliyor? Tribünlerin balkonun kaç kişi alabileceği malumdur. Bundan fazla bilet satılmasını niçin menetmiyor? Stadyumdaki dünkü çirkin vaziyetten stadyum idaresi kadar belediye de mesuldur. Bu çirkin halin tekerrürüne meydan vermemek lazımdır” (8)
Fenerbahçe maça; Natık, Hüsnü, Ziya, Cevat, Sadi, M.Reşat, Niyazi, Alaattin, Zeki, Muzaffer, Fikret on biri ile başladı. İlk yarısı rüzgarı da arkasına alan rakip takımın hakimiyetinde geçen maçın ikinci yarısında Fenerbahçe üstünlüğü ele aldı ve 83.dakikada Alaattin’in çalımlarla ceza sahasına yaklaşıp 20 metreden çektiği sert şutun ağlarla buluşması ile maçı 1-0 kazandı.
Güzel futbolun sergilenmediği maça seyirci fazlalığının futbolcuları etkilemesi damga vurdu. Bu durum maçın Bulgar hakemi Kaçef’in dikkatini çekmiş ve maç sonu verdiği beyanatta dile getirilmiştir:
“Bugün oyunda teknik görmedim. Yunanlılar olsun, Türkler olsun, ahalinin heyecanına kapılarak şahsi oynadılar. Fener bu hataya düşmeseydi belki daha iyi bir netice alabilirdi. Yunanlılar da bu hataya düştüler. Netice itibariyle her iki takım da teknikten ziyade kazanmayı gözettikleri için pek muvaffak olamadılar. Oyunu umumiyet itibariyle pek beğenmedim.” (9)
22 Mayıs 1931 tarihinde oynanan Fenerbahçe – Olympiakos maçına ilişkin yazılacaklar, birazdan ilk kez göreceğiniz belgenin keşfedilmesine kadar bunlardı. Yaptıkları savaştan sonra rotalarını devlet politikası gereği “barış” olarak çizmiş iki Balkan ülkesinin futbol takımlarının yaptığı maç bitmiş, seyirci rekoru kırılmış, oynanan futbol ise kimseyi memnun etmemişti.
Alaattin’in gol vuruşu – Stadyumdaki kalabalık dikkat çekiyor
Yumruk
Tarihte devleti yöneten akıl ile kamuoyunun düşüncelerinin zıtlaşmasına çoğu kez tanık olunmuştur. Türk-Yunan dostluğu da diplomatik bir “dostluk” çerçevesinde seyrediyorken, kamuoyunun bir kesimi için “Yunan” dendiğinde, 9 sene önce ülkelerini işgal eden askerler, İzmir’de çıkan yangınlar, Batı Anadolu’da işkence edilenler, ölümler, tecavüzler akıllara geliyordu. Nitekim bu zıtlaşma devletin kalbinin attığı yerde su yüzüne çıkıyor; Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in Selanikli berberi Venizelos’un gelişi dolayısıyla şunları söylüyordu:
“Paşam, ben sizin yerinizde olsam ne gider, ne de görüşürüm. Çünkü o millet, bizim Selânik’imizi, toprağımızı, yerimizi aldı. Bu yetmiyormuş gibi bir de Ankara’mızı almaya kalktı. Bütün bunlardan sonra siz onlarla dost gibi konuşacaksınız. Ben olsam yapamam.” (10)
Her ne kadar alıntı yaptığımız eserin aktardığı diyalogların gerçekliği tartışılır olsa da, kamuoyunun görüşünü yansıttığı için bu yazıda yer almasında bir sakınca görülmemiştir. Berberinin bu çıkışına karşı Mustafa Kemal’in cevabı devlet politikasını üç cümle ile özetler niteliktedir:
“Bu memleket iyidir. Bu yüzden dost olmağa, dost görünmeğe mecburuz. Hem bunu yapmazsak, tarih bizi affetmez.” (11)
Bu çerçevede bakıldığında her iki devlet için de bu politika liderlerin yani Venizelos ve Mustafa Kemal’in kişisel çabaları ile devamlılık gösterir nitelikteydi. Yunan basınının bir kısmı bu politikayı eleştirirken, TBMM’de birçok milletvekili, “savaşsa savaş, kana kan” gibi ifadelere konuşmalarında yer vermekten çekinmiyorlardı. (12) Nitekim Olympiakos Kaptanı Dinos Andrianopoulos maçtan sonra ülkesinde verdiği ropörtajda “Venizelos’un dostluk söylemi cesurca olsa da Türklerin bizden nefret ettiklerini gördük. Korkarak oynadık” diyecektir. (13)
Yunan basınında maçta yaşanan olayı temsil eden karikatür
Başka Bir Açı
Maçın yazılmamış hikayesi ise şöyleydi.
O güne kadar ülkede gerçekleşen en kalabalık spor olayının izleyicilerinden biri; Yunan kalecisi Achilleas Grammatikopoulos’un, Fenerbahçe’nin golüyle birlikte kaleye girip ağlara takılan Alaattin’e vurmasına dayanamadı ve kalenin arkasından sahaya girerek, kaleci yere düşene onu kadar yumrukladı.
Yunan basınında elinde silahlı temsil edilen kişi bir subaydı. “Silah” detayına tıpkı bu olayın herhangi bir detayı gibi Türk kaynaklarında rastlanmamaktadır. Yunan kalecinin attığı yumruğu, Türk seyircisinin maç öncesindeki misafirperver tavrının değişmesine ve sertleşen maç atmosferine bağlayan Milesis, maçı izleyenler arasında 3.Kolordu Komutanı Şükrü Naili Paşa’nın (14) da olduğunu ancak bunun gelişen olayları engellemeye yetmediğini yazmakta, üstü kapalı olarak kendisini de suçlamaktadır. (15)
Yunan kaleciyi yere düşüren yumrukların sahibi olaydan sonra sahadan çıkarak kayıplara karıştı. Maç ise bu yumruk olayına rağmen tamamlandı. Bu kişinin adı ertesi günü hiçbir gazetede yer almadı. Yunan kafilesinin başkanının ağzından, maçta herşeyin çok güzel olduğuna ilişkin demeçler uyduruldu ve olay örtbas edildi. (16)
Akşam ve Milliyet gazeteleri konuya değinmediler. Seyirci fazlalığı ve yetkililerin stadyuma haddinden fazla kişiyi almaları eleştirildi. Maçın hakeminin değerlendirmeleri arasında da yumruk olayı ile ilgili bir açıklama yer almıyordu. Yunan basını hakemin olayı görmediğini yazmış; Yunan yazar Milesis ise Şükrü Naili Paşa’nın stadda olduğu bir maçta, “Fenerbahçe’nin ordunun takımı olduğu unutulmamalıdır” diyerek hakemin baskı altında olduğunu öne sürmüştür. (17)
Devletin politikalarının basın tarafından desteklendiği, oto-sansürün yaygın kullanıldığı yıllardı. Sözü geçen her iki gazetede Yunan heyetinin beyanatları, hakemin maç ile ilgili değerlendirmeleri yer bulurken, sadece Cumhuriyet Gazetesi’nde Galatasaray kurucularından ve eski başkanlarından Abidin Daver olayı üstü kapalı olarak konu alan bir yazı yazdı.
“Cuma günü, stadyumda yapılan futbol maçı esnasında, teessüfe şayan bir hâdise oldu. Bu hâdisenin sebebi nedir? Yunanlılara karşı bir husumet eseri göstermek mi? Hayır. Halkımızın büyük bir kısmı, futbol maçlarını büyük bir asabiyetle seyrediyor, müsabaka esnasında kendilerini kaybedenler, ne yaptıklarını bilmeyenler çoktur. Hiç şüphesiz, ki Yunan kalecisine yumruk vuran seyirci de, bu hareketi, o fazla asabiyetin sevkile istemiyerek yapmış ve maç bitip de sinirleri yatıştığı zaman yaptığına da müteessif ve nadim olmuştur. Bu müessif yumruğun kasden vurulmadığına şüphe etmemekle beraber, seyircilerin müsabakalara müdahalesinin fiilî bir şekil alması ve bilhassa ecnebi ve misafir takımların oyuncularına tecavüz suretinde tezahür etmesi hiç doğru ve kat’iyen sportmence bir hareket değildir.” (18)
Daver’in konuyu ele alış tarzı “holiganizm” çerçevesindeydi ve yazıda devlet politikası olan Türk-Yunan dostluğuna zarar vermemek için adeta yumuşak geçiş yapılıyordu. Cumhuriyet gazetesi diğer iki gazetenin aksine oto sansüre gitmiyor; ancak gazetede yumruk atanın bir subay olduğuna değinilmeyerek, olay “münferit” olarak lanse ediliyordu. Nitekim Atina gazetelerine olayı “münferit” olarak haber geçen muhabirlere edilen teşekkür birkaç gün sonra gazetenin ilk sayfasında yer buluyordu:
“Yunan takımının evvelki cuma günü Taksim stadyumunda yaptığı maçta seyircilerden biri tarafından Yunan kalecisine bir yumruk vurulduğu yazılmış ve hatta gazetemiz tarafından bu çirkin hadise takbih edilmişti. Son gelen Atina gazeteleri de bu hadiseden bahsetmektedirler. Teşekkür olunur ki Yunanlı muhabirler, hadiseyi münferit bir hadise mahiyetinde – ki zaten öyle idi – bildirmişlerdir” (19)
Haberin sonunda yer alan “ki zaten öyle idi” ibaresi gazetenin olayın “münferit” olduğuna yaptığı tekrar vurgusunu ortaya koymaktadır. Yunan basınının olaya ilişkin değerlendirmeleri, Türk basını tarafından maçın üzerinden bir yıl geçtikten sonra bile dikkatle izlendi. Olimpiyat Dergisi’nin 23 Mayıs 1932 tarihli sayısında Yunan Patris Gazetesi’nin olaya ilişkin makalesinde yer alan ifadelere yer verildi ve iyi niyetleri için teşekkür edildi. Yunan Gazetesi, olayın hemen sonlandırıldığını ve sorumlunun Türk Hükümeti tarafından cezalandırıldığını yazıyordu. (20)
Şükrü Naili Paşa (Gökberk)
Maçın Hakemi M.Kaçef
Sürgün
Bu güne kadar yumruk olayını gerçekleştiren kişinin kim olduğu arşivlerde gizli kalmıştı. Yukarıdan görülen belge (21) ile bu kişinin Gülhane Hastanesi’nde görevli Doktor Yüzbaşı Hilmi Bey olduğu gün yüzüne çıkmış oldu.
Taraftarlık refleksi ile mi yoksa Yunan husumetinin kendisinde uyandırdığı milliyetçi duygularla mı bu eylemi yaptığı, en azından şimdilik bilinmiyor. Bilinen, Yunan kalecinin maçın golünü atan Alaattin’e vurması sonucunda sinirlerine hakim olamayarak sahaya girip karşılık vermesi.
Hilmi Bey’in yumruk olayı maçtan sonra, başında Şükrü Naili Paşa’nın olduğu 3.Kolordu Komutanlığınca araştırıldı. Kısa süre sonra, 26 Mayıs 1931’de de kimliği belirlendi. (22) Bu süreci en iyi anlatan satırlar maçta Fenerbahçe forması giyen Büyük Fikret’in (Arıcan) “Fenerbahçe’de 59 Yıl” isimli kitabında yer almaktadır.
Büyük Fikret Anlatıyor
“Olay kapandı sanırken bir-iki gün sonra çalıştığım yere bir inzibat askeri gelerek Merkez Komutanlığı’ndan çağrıldığımı söyledi. Beni bir albayın odasına çıkardılar. Kendisi sert bir lisanla kaleciye yumruğu kimin attığını sordu. Görmediğimi söyledim. Albay inanmıyordu. Hakikaten görmemiştim.
Ertesi gün Zeki Bey ile beni tekrar çağırdılar. Uzun uzun soruşturdular. Görmediğimizi söyledik. Ama albay ısrar ediyordu. Kızgın bir sesle: “Bu bir subay.. onu mutlaka bulacağız. Yoksa hepimiz ya tekaüt olacağız ya da şarka sürüleceğiz. Başvekilin emri var” dedi. Bize adeta yalvarıyordu adam. Kendisine yardımcı olmamızı istiyordu. Hakikaten görmemiştik.
Bir gün sonra beni tekrar çağırdılar. Albay: “Biz yumruğu vuranın bir doktor yüzbaşı olduğunu tespit ettik. Bunların arasında var mı?” diyerek bana üç tane doktor yüzbaşı gösterdi. “Tanımıyorum” dedim. Öfkeleri gün geçtikçe artıyordu.
O zaman Gülhane Hastanesi’nde şimdiki Profesör Rasim Adasal, bizde futbol oynayan Selahattin ve Deniz Hastanesi Başhekimi olan İhsan Meriç de doktordu. Bu iş hepimizi dertlendirmişti.
Fakat yumruğu vuran yüzbaşı sonunda bulundu. Merkez Kumandanlığı rütbesi tespit edilen ne kadar doktor yüzbaşı varsa çağırıp maç günü nerede olduklarını sormaya başlamış. Yumruğu vuran maç hastası Yüzbaşı Hilmi, o gün maça gitmediğini ve öğretmenleriyle vapur gezisine katıldığını söyleyince ondan şüphelenmişler. Öğretmenleri de Merkez Kumandanlığına çağırıp durumu araştırmışlar. Bunun sonuncunda Yüzbaşı Hilmi’nin doğruyu söylemediği ortaya çıkınca yumruğu vuranın o olduğu anlaşılmış.”
“Büyük” Fikret Arıcan (ortada), Mehmet Reşat Nayır ve Niyazi Sel ile birlikte.
Ceza
Hilmi Bey’in kimliğinin belirlendikten sonra yapılan askeri yargılama sonucunda 20 gün oda hapsi ile cezalandırıldı. Bu süre zarfında görev yeri değiştirilmesine karar verildi. Hilmi Bey’in aldığı cezadan sonra gönderildiği yer, Erzincan’dı ve bu yer değişikliği Erzincan’ın İstanbul’a olan uzaklığı dolayısıyla “sürgün” niteliğindeydi. Hilmi Bey’in yumruk olayı Mustafa Kemal tarafından da takip edildi. Cumhurbaşkanı, Hilmi Bey’in yerinin değiştirildiğinden haberdardı. (23-24) Fikret Arıcan’ın aktarımındaki, olayın çözülmesi için askeri makamlara yapılan baskı bu noktada dikkate değerdir.
“Daha stadyum yok baraka gibi eski Taksim Kışlası’nda oynanıyor. Olaylı maç iki gün sonra yenilendi. Yunanlıları 2-0 yendik. Çok heyecanlı bir maçtı Allah için. Bizim çocuklar çok güzel oynadılar. Sağaçık Leblebi Mehmet topu ortalıyor, santrfor Necdet sol vurup topu Yunan kalesine sokuyor. Soldan Rebii ortalıyor, top Yunan ağlarında. Böylece maç 2-0 bitiyor.
Ankara’ya döndüğümde arkadaşlarla oturmuş maçı yüksek sesle tartışırken, Atatürk sesimizi duymuş. Yanımıza gelip bana: “Maç hadiseli geçmiş, öyle mi?” diye sordu.
Ballandıra ballandıra anlattım. Milli hislerim ayağa kalkmış, bir subayın Yunan kalecisini nasıl dövdüğünü anlatıyordum.
“Subayı kimbilir ne yaptılar?” dedi.
“Hapsetmişler…” diye karşılık verdim.
“Yerini değiştirmişlerdir” dedi.
Atatürk’ün yanında serbestçe konuştuğumuz ve O’nun da bizimle sık sık şakalaştığı için şımarmıştık. O’nun keyifli halini görünce her şeyi olduğu gibi söylerdik. O da bundan hoşlanırdı. O gün de bir coşkunluğuma gelmiş olmalı ki: “Yunanlılar öyle perişan oldu ki, kaç para eder senin Sakarya Harbin” dedim.
Atatürk gerçi bir şey demedi ama, sonra söylediğime söyleyeceğime bin pişman oldum. İnsan kendini unutuyor bazen.”
Yazı içerisinde bu kaynakta yer alan diyalogların gerçekliği ile ilgili değerlendirmeler hatırlanacaktır. Bu doğrultuda metindeki hataları şu şekilde sıralayabiliriz: Fenerbahçe’nin maç yaptığı takım Apollo değil Olympiyakos’tur. Maç iptal olup, yenilenmemiştir. Cemal Granda’nın detaylarıyla aktardığı maç Galatasaray ile Olympiyakos arasındadır.
Olympiyakos Takımı İstanbul’dan ayrılırken
Sonra Ne Oldu?
Ülkeler arası ilişkiler ve kamuoyu tavrı dikkate alındığında, futbolun sadece futbol olmadığı gerçeğinin, futbolun endüstrileşmeden önce de var olduğunun ortaya çıktığı bu maçtan sonra Olympiakos takımı kaldıkları otelde Türkiye Futbol Federasyonu İkinci Başkanı Şeref Bey tarafından ziyaret edildi. (25)
Bu ziyaret sonucu ikinci maça çıkmaya ikna oldukları Yunan basınında yer alan Olympiakos (26), 24 Mayıs’taki Galatasaray maçından 2-0 yenik ayrıldı. Bu maçın sonunda da olaylar çıktı. Yunan kafilesi stadyum yakınlarında saldırıya uğradı. Saldırıyı gerçekleştiren grubun etnik kimliği basında tartışma konusu oldu. Cumhuriyet gazetesi saldırıyı İstanbul’da yaşayan bazı Rumların yaptığını yazarken (27), Apoyevmatini gazetesi (28) bu iddiayı reddetti.
Bu saldırıya rağmen aynı gazetede Yunan kafilesinin gördükleri misafirperverliğe ilişkin açıklamalarını yayınlanmaktan geri kalmamıştır. Görüldüğü üzere kamuoyunun, kurulmaya çalışılan Türk-Yunan dostluğu konusunda tavrı olumsuza yakınken, resmi politikalar belirlendiği doğrultuda uygulanmaya devam ediyordu.
Olympiakos takımı yaptığı iki maçın ardından 25 Mayıs’ta önce Büyükada’ya geçerek öğle yemeği yedi. Ardından ise İstanbul Vali Konağı’nda verilen çay davetine katıldıktan sonra, 26 Mayıs 1931’de ülkesine döndü. Yüzbaşı Hilmi Efendi’nin yakalanıp cezalandırıldığı Türk Futbol Federasyonu tarafından Yunanistan Futbol Federasyonu’na bir mektupla bildirildi. (29) Yunan Futbol Federasyonu da Grammatikopoulos’un cezalandırıldığını bildirirerek bir anlamda dostça karşılık vermiş oldu.
Yüzbaşı Hilmi’nin sürgün macerasının uzun sürmediği, kısa süre sonra İstanbul’daki görevine geri döndüğünü Fikret Arıcan’ın aktardıklarından anlıyoruz. Anılarında bu olaylı maça yer veren Büyük Fikret, olaydan sonra Yüzbaşı Hilmi ile arkadaş olduğunu şu satırlarla anlatmıştır:
“Fakat Yüzbaşı’nın talihi yaver gitti. Sadece şark’a tayin edilerek cezalandırıldı. O zamanlar fizik tedavi için gerekli aletler yalnız Gülhane Hastanesi’nde vardı. Ben de bu tedaviler için gerektiğinde Gülhane’ye giderdim. Yüzbaşı Hilmi’yi, Rasim Adasal’ı, Selahattin ve İhsan Meriç’i orada tanıdım. Kendileriyle çok yakın arkadaşlık ettim.”
Kaleci Grammatikopoulos – 1931 ve 2008 yıllarında çekilmiş fotoğraflarıyla.
Şüphesiz Olympiyakos takımının İstanbul seyahatinin kahramanı, attığı ve yediği yumruklarla kaleci Achilleas Grammatikopoulos’tu. Achilleas, Olympiakos kariyerine 1928 yılında başladı. Ünlü İspanyol Kaleci Ricardo Zamora’dan esinlenerek “Zamora” lakabını aldı. Olympiakos ile 11 şampiyonluk yaşayıp, 5 kez Yunanistan Milli Takım formasını giydi. 1944 yılında futbolu bıraktıktan sonra Yunan liginde hakemlik yaptı. 1967 yılında Olympiakos Futbol Akademisi’ni kurdu ve ölene kadar üyesi olarak kaldı. 2008 yılında öldüğünde tam 100 yaşındaydı. Dünyanın en uzun yaşamış futbolcusu ünvanını elinde bulunduran Achilleas Grammatikopoulos, ölmeden birkaç ay önce Yunanistan Hükümeti tarafından “Örnek Sporcu” ödülünü almıştı. (30)
Cenaze
22 Mayıs 1931 yılındaki maçın iki kahramanı Achilleas ile Hilmi birbirlerini bir daha hiç görmediler. Peki Yüzbaşı Hilmi’nin kısa süren sürgün günlerinden sonra Fenerbahçe ile yolu kesişmiş miydi? Sorunun cevabı: Evet. Maçın üzerinden 44 yıl geçtikten sonra hem de. 28 Ağustos 1975 günü Fenerbahçe’nin simge isimlerinden “Yavuz İsmet” ünvanlı İsmet Uluğ’un hayata veda ettiği gündü. Fenerbahçe’nin hem sporcusu hem yöneticisi hem de başkanı olan İsmet Uluğ’un aynı gün yapılan cenaze töreninde yer alan isimlerden biri Büyük Fikret’ti. Aşağıdaki görsellerde detaylarını okuyacağınız kesişmenin diğer kahramanı ise cenaze için toplanan kalabalığın arasında Büyük Fikret’e yaklaşarak “Fikret evladım, nasılsın? beni tanıdın mı?” diyen Yüzbaşı Hilmi’ydi. Yüzbaşı Hilmi’yi hemen tanıyan Büyük Fikret’in onunla kucaklaşması 40 yılı aşkın bir özlemi gidermişti adeta. Bir arşiv belgesi ile Fenerbahçe tarihine adını yazdığımız, soyadını öğrenip, ailesine ulaşmak için resmi makamlara sayısız başvuru yaptığımız Yüzbaşı Hilmi’nin kulübün sembol isimlerinden birinin cenazesinde ortaya çıkması, kelimelerle tarif edilecek bir mutluluk değil. Fenerbahçe’nin, Fenerbahçeliliğini her şeyin üstünde tutanlarla var olduğunu söylemek de yanlış olmasa gerek.
(1) Cumhuriyet, 30 Teşrinevvel 1930 (2) Orhan Berent, Alsancak’ın Sakini Altay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s.56 (3) Akşam, 24 Mayıs 1931 (4) Milliyet, 27 Ekim 1930 (5) Stefanos Milesis , Ένα διεθνές παιχνίδι του Ολυμπιακού που διεξήχθη με την απειλή όπλου (http://pireorama.blogspot.com/2014/07/blog-post_23.html) (6) Milesis, a.g.m (7) Milesis, a.g.m, Olimpiyat Dergisi, maçı izleyen biletli kişi sayısının 7516 kişi olduğunu ve 7030 lira hasılat elde edildiğini yazar. Yazının devamında görüleceği üzere, stadyumda yaşanan izdiham Yunan ve Türk gazetelerinin seyirci sayısı olarak yazdıkları 15.000 sayısını doğrular niteliktedir. Olimpiyat, 30 Mayıs 1931 (8) Akşam, 24 Mayıs 1931 (9) Milliyet, 24 Mayıs 1931 (10) Turhan Gürkan, Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri, İstanbul, Fer Yayınları, 1971, s.106 (11) Gürkan, a.g.e, s.107 (12) Berna Baydan, Türk-Yunan İlişkilerinin II. ve III. Dönrm TBMM’ye ve Kamuoyuna Yansımaları (1923-1931), Yüksek Lisans Tezi, Erzincan, 2017 (13) Milesis, a.g.m (14) Kurtuluş Savaşı kumandanlarından olan ve Lozan’ın imzalanmasının ardından ordusuyla birlikte İstanbul’a giren Şükrü Naili Paşa (Gökberk) , kamuoyunda Fenerbahçeliliği ile tanınıyordu. 1927 yılında Kalamış’ta Belvü gazinosunda tertiplenen yaz balosuna o sıralar İstanbul’da olan Mustafa Kemal ile birlikte katılmıştı. / https://www.fenerbahce.org/kulup/ataturk-fenerbahce (15) Milesis, a.g.m (16) Akşam, Milliyet, 24 Mayıs 1931 (17) Milesis, a.g.m (18) Cumhuriyet, 27 Mayıs 1931 (19) Cumhuriyet, 30 Mayıs 1931 (20) Olimpiyat, 23 Mayıs 1932 (21) Milli Müdafaa Vekaleti Zabıt İşleri Dairesi Mehakim Şubesi Ş.31 Sayı.489 Ankara 4.6.1931 Hülasa – Maç hadisesi hakkında Yüksek Başvekalete İstanbul’da Yunan Futbol Takımı ile Fenerbahçe arasında yapılan maç esnasında Yunan kalecisine yumruk vurdu-ğu Üçüncü Kolordu ve İstanbul Merkez Kumandanlıklarınca yaptırılan tahkikat ile tespit olunan Gülhane Hasta-nesi Hekim Yüzbaşı Hilmi Efendinin disiplin cezası olarak yirmi gün oda hapsile cezalandırıldığı ve mumaileyhin (adı geçenin) Erzincan’da Üçüncü Fırka Topçu Alayına nakil ve tayin olunduğu maruzdur efendim Mili Müdafaa Vekili / Zekai (Apaydın) Bey (22) Cumhuriyet, 27 Mayıs 1931 (23) Gürkan, a.g.e, s.186 (24) Turhan Gürkan tarafından ilk kez 1959 yılında Şehir Gazetesi’nde yayınlanan “Atatürk’ün Uşağı Cemal Granda’nın Hatıraları”nda Fenerbahçe – Olympiyakos maçı ve yumruk olayı ile ilgili kısmında şunlar yazılı-dır: “İzinli olarak İstanbul’a gelmiştim. O sırada Yunanlıların Apollo takımı gelmiş, Fenerbahçe ile maçları var. Fenerbahçe maçı 1-0 kazanıyor. Sağ açık Fikret kaleye giren topu çıkarmak isterken, bu yenilişine içerle-yen kaleci, bir yumruk atıyor. Bunun üzerine sahaya atlayan bir subay da kaleciyi dövüyor. Dana stadyum yok baraka gibi eski Taksim Kışlası’nda oynanıyor. Olaylı maç iki gün sonra yenilendi. Yunanlı-ları 2-0 yendik. Çok heyecanlı bir maçtı Allah için. Bizim çocuklar çok güzel oynadılar. Sağaçık Leblebi Meh-met topu ortalıyor, santrfor Necdet sol vurup topu Yunan kalesine sokuyor. Soldan Rebii ortalıyor, top Yunan ağlarında. Böylece maç 2-0 bitiyor. Ankara’ya döndüğümde arkadaşlarla oturmuş maçı yüksek sesle tartışırken, Atatürk sesimizi duymuş. Yanımıza gelip bana: “Maç hadiseli geçmiş, öyle mi?” diye sordu. Ballandıra ballandıra anlattım. Milli hislerim ayağa kalkmış, bir subayın Yunan kalecisini nasıl dövdüğünü anlatıyordum. “Subayı kimbilir ne yaptılar?” dedi. “Hapsetmişler…” diye karşılık verdim. “Yerini değiştirmişler” dedi. Atatürk’ün yanında serbestçe konuştuğumuz ve O’nun da bizimle sık sık şakalaştığı için şımarmıştık. O’nun keyifli halini görünce herşeyi olduğu gibi söylerdik. O da bundan hoşlanırdı. O gün de bir coşkunluğuma gel-miş olmalı ki: “Yunanlılar öyle perişan oldu ki, kaç para eder senin Sakarya Harbin” dedim. Atatürk gerçi bir şey demedi ama, sonra söylediğime söyleyeceğime bin pişman oldum. İnsan kendini unutuyor bazen.” Dosya içerisinde bu kaynakta yer alan diyalogların gerçekliği ile ilgili değerlendirmeler hatırlanacaktır. Bu doğ-rultuda metindeki hataları şu şekilde sıralayabiliriz: Fenerbahçe’nin maç yaptığı takım Apollo değil Olympiya-kos’tur. Maç iptal olup, yenilenmemiştir. Cemal Granda’nın detaylarıyla aktardığı maç Galatasaray ile Olym-piyakos arasındadır. (25) Şeref Bey bilinen bir diğer ismiyle Ahmed Şerafettin Bey (1894 – 13 Haziran 1933[2]), Türk futbolcu, teknik direktör ve futbol hakemi. Beşiktaş’ın futbol şubesinin kurucusu olup, Beşiktaş futbol takımının ilk kaptanı ve teknik direktörüdür. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Şeref_Bey) (26) Milesis, a.g.m (27) Cumhuriyet, 27 Ekim 1931 (28) İstanbul’da 1925 yılında Rumca yayınlanmaya başlayan gazete, tirajını 1960’larda 35.000’lere kadar çıkarmış, 2014 yılında ise yayınlarına son vermiştir. (29) Milesis, a.g.m (30)http://www.sportmyway.eu/2017/12/09/70sportways-40-achilleas-grammatikopoulos-legend-olympiacos/
Avrupa’da kulüpler arası futbol turnuvaları başlamadan evvel uluslararası temasların ne kadar kısıtlı olduğunu, araştırdığımız bütün kaynaklarda gözlemliyoruz. Bu sebeple ülkemize gelen tüm takımlar, dostluk maçı oynasalar bile büyük bir hevesle takip edilmiş, maçlar zaman zaman tansiyonun yükseldiği anlara sahne olmuş. İletişimin kısıtlı olduğu o günün dünyasında yabancı takımların ülkeye getirdiği oyuncular ve oynadıkları futbol, dışarıda olan biten hakkında öğretici oluyordu. Aynısını yurt dışını ziyaret eden takımlarımız için de söyleyebiliriz. Bu ziyaretle hem futbol bilgisi alışverişinde önemli yer tutuyor, hem de dünyanın içinde bulunduğu politik durumda da rol oynuyordu.
İşte böyle bir dönemde, Fenerbahçe’nin Sovyetler Birliği’ne Haziran 1956’da yaptığı seyahat ve orada oynadığı Dinamo Moskova ve Zenit Petersburg maçları da tarihimizde önemli bir yer tutuyor. Özellikle Dinamo Moskova maçı, Fenerbahçe’nin tespit edebildiğimiz ilk maç özetini de bize sunduğu için daha farklı bir konumda. Bu uzun seyahatte takımın yanında yer alan usta gazeteci Halit Kıvanç’ın seyahatin hemen ardından Milliyet gazetesinde 11 bölümde yayınladığı notlarını buraya da taşımak istedik. Keyifli okumalar!
Halit KIVANÇ – Yayınlanma Tarihi: 19 Haziran – 29 Haziran 1956 (Milliyet Gazetesi)
Sarı-Lacivertlileri Viyana’da Sarı Lacivertli Bayraklar Karşıladı
Dört motörlü uçağın dört motörü de çalıştığı anda içindeki 29 yolcu “Nihayet!” dediler. Fenerbahçe futbol takımı nihayet Rusya’ya doğru yola çıkmıştı.
Rusya’ya gitmekte olan bir kafile için, uzun zamandır bir esrar ülkesi vasfını taşıyan bu memleketi görmek meraka değerdi. Fakat uçaktaki yolcular şu anda gidecekleri memleketten, görecekleri gariplikten ziyade yuvarlayacakları meşin topu düşünüyorlardı.
Seyahat Sovyet Elçisinin bir ziyafetteki teklifinden doğmuştu. Ruslar Fenerbahçe’yi davet arzusunu izhar etmişler, bir müddet sonra kabule mazhar olan bu teklif üzerine hazırlığa başlanmıştı. Fenerbahçe, bir yandan lig maçlarına devam ederken öte yandan da çok mesuliyetli bir seyahatin heyecanını hissediyordu. İşte her şey hazırlanmış ve hatta Ruslar maç günlerini bile bildirmişken, seyahatin tehiri haberi gazetelerde yer aldı. Sarı-Lacivertliler, temmuz başında gideceklerini söylüyorlardı. Ancak Sovyetlerin cevabı, tehiri imkansız hale koyuverdi: Moskova ve Leningrad sokaklarına maçların afişleri asılmıştı.
4 Haziran Pazartesi sabahı İstanbul’dan kalkacak uçak Fenerbahçe’yi Viyana’ya götürecek, orada bekleyen bir Rus uçağı da yolun mütebaki kısmını tamamlayacaktı. Fakat 3 Haziran günü Beşiktaş’la zorlu bir maç yapan Sarı-Lacivertli takım için hemen seyahate çıkmak güçleşmişti. Zira uçakta kafilenin tamamını alacak yer yoktu. Seyahatin Sofya’ya kadar trenle yapılması teklifi ileri sürülüyordu. Fenerbahçeliler “Olamaz” dediler ve 5 Haziran günü hususi bir uçakla hareket edebileceklerini bildirdiler. İşte bugün öğleden sonra Yeşilköy’den havalanan hususi uçak, Fenerbahçelileri Rusya’ya doğru yola çıkarıyordu.
İdman Sahası Gibi Bir Uçak
Uçak 40 kişilikti. Fakat kafilenin 29 kişiden ibaret olması karşısında hava şirketi öndeki 10 koltuğu kaldırmış ve sanki sporculara bir idman sahası açmıştı. Nitekim bulutların üstüne çıkıldıktan az sonra sol açık Niyazi, sakat iki takım arkadaşı Şükrü ile Gürkan’ı öndeki bu açıklığa oturtarak tedaviye başladı. Diğer futbolcular da battaniyeleri yere koyup istirahati tercih ettiler. Üçü, dördü ise vakti iskambil kağıtları ile öldürmeye çalıştılar.
Uçağın en heyecanlı yolcusu, hava seyahatinden en fazla müteessir olan Mehmet Ali idi. M. Ali mütemadiyen pencereden bakarak uçağı lodosa tutulmuş Kadıköy vapuru gibi sallayan karanlık fırtına bulutlarının gelip gelmediğini kontrol ediyordu.
Fenerbahçelilerin seyahatteki iyi talihi havadan başlamıştı. 5 saatlik yolculukta uçak, asfaltta koşan bir lüks otomobilden farksız ilerliyordu. Havaalanında haplar yutanlar dahi Viyana’ya gelindiği zaman sanki daha birkaç saat uçacak canlılıkta idiler.
Konuşmalar tek mevzu etrafında toplanıyordu: Rusya’daki maçlar! Rakipler hakkında herkes kendi bildiğini, duyduğunu naklediyor, neticeler üzerinde tahminler yürütülüyordu. Arada Rus futbolunun kuvvetli olduğu, Rusya’ya giden yabancı takımların hep mağlup olduğu tezi ileri sürülünce, bir ses diğerlerini susturuyordu: “Allah’ın izniyle çocuklar, biz elimizden geleni yapalım, bütün varlığımızla oynayalım. Vatana güler yüzle döneriz.”
Viyana’da Fenerbahçelileri Rusya’nın bu şehirdeki temsilcilerinden biri karşıladı. Ve hemen ardından da kafilenin iki grup halinde bir gün sonra hareket edeceğini bildirdi. Gece Baden’de geçirilecekti.
Baden, Viyana yakınında bir banyo şehri idi. Şirin, tertemiz bir kasaba. Fenerbahçeliler Baden’e geldiklerinde hepsi sevinç içinde bağırdılar: “Bakın çocuklar, bakın!”
Hakikaten kalacakları otelin kapısında olsun, onun etrafındaki diğer binalarda olsun, Sarı-Lacivertli bayraklar dalgalanıyordu. Bu, Viyanalıların Fenerbahçe’ye karşı bir jesti idi galiba. Fakat çok geçmeden mesele anlaşıldı: Baden’i de içine alan Aşağı Avusturya bölgesinin resmi bayrağının renkleri Sarı Lacivertti.
Bu benzerlik, Fenerbahçelileri olduğu kadar Badenlileri de memnun etmişti.
Fenerbahçeliler Rus Uçağında
Sarı-Lacivertlilerin Baden’deki ikameti ertesi günü yani 6 Haziran Çarşamba öğleye kadar sürdü. Viyana’daki Sovyet temsilcisi Moskova ile temastan sonra kafilenin birinci grubunun saat 14’te hareket edeceğini bildirmişti. Bu suretle kafile başkanı Ertuğrul Akça, antrenör Fikret Arıcan ile onsekiz futbolcudan ve bir de bu satırların muharririnden mürekkep 21 kişilik grup hususi surette Moskova’dan gönderilen Rus uçağına yerleşti. Sekiz idareci ise yarım saat sonra kalkacak uçağa kaldılar.
Hava yolculuğu yapanlar bilir, uçakların kalkışında ve inişinde pilot mahalline giden kapının üzerinde ışıklı yazıyla: “Sigara içmeyiniz! Kemerleri bağlayınız!” ibareleri okunur ve bunların yanmasıyla da yolcular kemerlerini bağlar, eğer içiyorlarsa sigaralarını söndürürler. Kemeri bağlamayan yahut sigarasını ağzında unutan olursa hemen güzel hostes gelip zarif bir tebessümle ihtar eder. Laf aramızda, bazı yolcular sırf şirin hosteslerin böyle latif tebessümlerine muhatap olmak için kasten kemerlerini bağlamaz, beklerler. Fakat Fenerbahçelileri Viyana’dan Moskova’ya götürecek Rus uçağına binen kafilemiz uzun uzun beklediği halde ne böyle ışıklı yazılar göründü, ne de hostes gelip “Lütfen kemerinizi!” ihtarında bulundu. Hoş, çocukların çoğu bağlayacak kemeler bulamamışlardı ya. Bazı koltuklardaki kemerler kopuk, bazısında da hiç yoktu. Hostes ise hiç de tebessümü arzulanacak güzellikte değildi. Belki de bundan dolayı olacak, kendisini yedi saatlik yol boyunca yedi defa göstermedi bile…
Rusya’daki İlk Yemek Votka ve Havyar
Uçak Viyana’dan havalandığı anda futbolcuların haleti ruhiyesi değişmiş, İstanbul’dan Viyana’ya kadar şarkı ve neşe ile gelen sporcular şimdi derse girmiş talebe gibi sessiz sedasız oturuyorlardı. Mamafih çok geçmeden gençlik ateşi, her düşünceyi mağlup etti ve nükteler başladı: “Dikkat et! Konuşma! Koltuğun altında ses makinesi vardır. Konuştuklarını tele alır.”
Viyana’dan kalkıştan bir saat sonra artık meşhur ismiyle “Demir Perde”de idik. Prag havaalanına inildiği anda çocuklar merakla etrafı tetkike koyuldular. Fakat transit yolculara ayrılan salondan başka bir şey göremeyerek meraklarını yenemeden ve ancak içtikleri birer maden suyu ile hararetlerini yenerek tekrar uçağa bindiler.
Bu defa hedef Vilno idi. Çift motörlü uçak Prag’dan kalktıktan üç buçuk saat sonra Rusya’nın hudut şehri Vilno’ya geldi. Prag – Vilno arasında Rus hostesin bisküvi ile çay ikramı da nüktelere fırsat verdi:
“Yahu çocuklar, bu bisküvi Avusturya mamulatı.”
“ Yavaş! Tepsinin içindeki mikrofonu unutuyorsun!”
Mimarisinden, eski devirden kaldığı anlaşılan Vilno havaalanı binasında akşam yemeği verildiği sırada sofraya ilk gelenlerden biri, Rusların meşhur votkası oldu. Ancak “votka” sözünü duyan Fenerbahçeli futbolcular bir ağızdan aynı şeyi istediler: “Aman, maden suyu!”
Etleri tereddütle yiyen kafile en fazla rağbeti havyara gösterdi ve yemeği müteakip de tekrar kemersiz uçaktaki yerini aldı. İki buçuk saatlik ve evvelkiler gibi sakin havada yapılacak bir uçuştan sonra Fenerbahçeliler artık Moskova’ya ayak basmış olacaklardı.
Ve Moskova
Rus uçağı Rus başşehrine indiği sırada saatlerimiz on biri gösteriyordu. Halbuki duvardaki saate göre vakit gece yarısını bir saat geçmiş olmalıydı. Bu anda Fenerbahçeli futbolculardan biri “şimdi İstanbul’da saat 12’dir” deyince iş büsbütün karıştı. Hakikaten şehirler arasındaki mevcut saat farkları, kafilenin vaktini şaşırtmıştı. Viyana’da saat 11 iken İstanbul’da 12, Moskova’da ise 1 idi. Ve işte Fenerbahçe kafilesi bu saatte Moskova’ya vasıl olmuş bulunuyordu.
Uçağın kapısından inen Fenerbahçeliler esasen uykusuzluktan ve yol yorgunluğundan ufalmış gözlerini büsbütün kapamak zorunda kaldılar. Zira keskin bir projektör ışığı gözleri almaktaydı. Fotoğrafçılara ve sinema operatörlerine flaş vazifesi görmesi için uçağa doğru meydan binasından projektör tutulmuştu.
Bir yanda fotoğraf ve sinema makineleri çalışırken öte yandan da Sovyet Spor teşkilatı erkanı ellerinde çiçeklerle “Hoş geldiniz” diyorlardı. Çiçekler adam başına bir tane düşecek miktardaydı. Rus karşılayıcıların içinde Türkçe’yi kendilerine has şive ile konuşan tercümanlar, mihmandarlar hemen ön plana çıktılar. Fakat az sonra Moskova Radyosu’nun spikerleri onları da geride bırakacaktı.
Herkesin merak ettiği bir diyara ayak basan sporcular sık sık gözlerini etrafta dolaştırıyor ve ilk intibalarını tesbite çalışıyorlardı. Fakat bu ilk intiba, karşılıklı protokol kaideleri içinde teati edilen nutuklardan ve karşılama seremonisinden ileri geçmedi ve geçemezdi de.
Moskova Radyosu için Fenerbahçe’nin Rusya’ya gelişi büyük nimetti. Bundan azami istifadeye karar verdikleri, daha Moskova’ya adım atıldığı anda belli oldu. Ve bundan sonra Moskova Radyosu’nun spikerleri, seyyar mikrofon elde Fenerbahçelileri her yerde takip ettiler. Fakat sporcular sadece spor yapmak gayesiyle geldikleri Rusya’da müşahedelerini radyo ile nakletmektense, kendi kafalarında saklamayı tercih ettiler. Bir spor teşekkülüne yakışan en doğru hareket tarzı da buydu.
Gün ve Gece Birbirine Karışıyor
Saat biri geçmişti. Artık hava aydınlanıyordu. Sanki gece olmamıştı. İşte bu, Fenerbahçelilerin Rusya’daki ilk mühim intibası oldu. Fakat üç gün sonra Leningrad’a gittikleri zaman Moskova’dan daha fazla şaşıracaklardı. Çünkü kuzeye çıkıldıkça gecelerin gündüzlere eklenmesi daha hızlanacak ve hava ancak bir saat kadar karardıktan sonra yeniden gündüz başlayacaktı.
Çocuklar çiçekler elde önce Rus karşılayıcıların nutkunu dinlediler. Ardından Fenerbahçe kafilesi başkanı Ertuğrul Akça şu cevabı verdi: “Sovyet Rusya Spor Nezaretinin vaki davetine icabet eden Fenerbahçeli arkadaşlarım görmüş oldukları hüsnü kabulden dolayı teşekkürlerini bildirirler. Dünya futbol klasmanında Rusya’nın yeri, şimdiye kadar bu vadide almış olduğunuz neticelerden anlaşılmaktadır. Kuvvetli bir futbolunuz olduğunu işittik ve okuduk. Sisteminiz ve oyun tarzını hakkında evvelden bir tahminde bulunmak imkanına malik değiliz. Burada göreceğiniz Fenerbahçe takımı bu sezon İstanbul profesyonel liginde çetin maçlar yapmış ve bir hayli yorgun vaziyettedir. Bu bakımdan teknik imkanlarımız bugün için gayri müsait olduğu halde sizlere verilmiş olan sözümüzün tutulmasını ön plana alarak memleketinize gelmiş bulunuyoruz.
Otelde
Otel Moskova… Büyük bir otel… Rusların bilhassa yabancıları misafir ettikleri mahal… Bittabi Rusya’da kısa zaman kalacak yabancıların iyi bir intiba temin etmeleri için de gerekli konforla teçhiz edilmiş.
Uzun uçak yolculuğundan sonra yataklarına giren Fenerbahçeliler ne oteli, ne de Moskova’nın gece manzarasını görecek halde değildiler. Fakat 7 Haziran Perşembe sabahı kahvaltıya inildiği zaman, gözler otelden dışarı kaymaya başladı.
Mihmandarlar sporculara “Moskova’yı nasıl buldukları”nı soruyorlardı. Fenerbahçeli oyuncular ise şehirden çok ertesi gün oynayacakları stadı merak ediyorlardı. Nihayet bu merak az sonra zail oldu. Otelin önünden hareket eden otobüs, sarı-lacivertlileri Dinamo Stadı’na götürdü.
Dinamo Stadı Moskova’nın halen en büyük stadıydı ama Rusya’nın en büyük stadyumu değildi. Bu sıfatı Fenerbahçe maçında 120 bin seyirci alan Leningrad’ın Kirof Stadı taşımaktaydı. Dinamo Stadı ise en fazla 80 bin kadar seyirciyi istiab edebiliyordu.
Sarı-lacivertliler sahada normal antrenmanlarına başladıkları sırada bir yanda da üç Rus kız atleti çalışıyorlardı. Saha kenarında ise oyuncularımızın topa vuruşlarını, idman şekillerini merakla seyreden Dinamo idareci ve futbolcuları fark ediliyordu. Bu arada Rusların milli takım kalecisi, aynı zamanda Dinamo’nun kaptan ve kalecisi Yashin’e yaklaştım ve ertesi günkü maç hakkında ne düşündüğünü sordum. Tercümanın naklettiğine göre Yashin “Türkler’in beynelmilel sahada Macar galibiyeti gibi mühim bir netice almaları sebebiyle ihmal edilmez rakipler olduğunu” ifade etmiş ve “maçın centilmence geçmesi” temennisinde bulunmuştu. Yashin bilhassa arkadaşlarının attıkları şutları uçarak bloke eden kaleci Selahattin’in çalışmasını dikkatle takip etti.
Milli Marşlar Çalınacak
Antrenmanı bitiren sporcular otele yollandılar amma idarecilerin işi yeni başlıyordu Staddaki kulüp odasında oturularak Rus idarecileriyle müzakereye başlandı. Ruslar maçın seremonisinin önceden tespitini ve harfiyen tatbikini istiyorlardı. Takımlar beraber çıkacak, başkanlar nutuk verecek, oyuncular çiçek teati edecek, milli marşlara çalınacak, maçta muayyen adette oyuncu değişecekti.
Fenerbahçe İstanbul’un, Dinamo da Moskova’nın bir kulübüydü. Ve oynadıkları müsabaka bir milli maç değildi ki milli marşlar çalınsın.
Sovyet idarecileri bu hususta uzun uzun ısrar ettiler, her gelen ecnebi takımın maçında milli marş çalındığını belirttiler ve açıkçası bir emrivaki yaptılar. Mamafih emrivakiler bununla bitmeyecekti. İstanbul’da iken ayın 12’sinde diye bilinen Leningrad maçının da 13’ünde yapılacağı söylenecek ve asılan afişler gösterilecekti.
Ceketler çıktı, kravatlar gevşetildi ve uzun konuşmalardan sonra toplantı tamamlandı. Moskova Radyosu gene kapıdaydı ve gene Fenerbahçelilerden itibalarını rica ediyordu.
Maçı İlan Eden Afişler
Antrenman ve idarecilerin toplantısı bitip de staddan çıktığımız zaman, önümüzden başlayan ve sonu görünmeyen bir insan kuyruğu ile karşılaştık.
“-İşte, dediler, yarınki maç için bilet alan halk.”
Öte yanda da afişler göze çarpıyordu. Fakat dikkate şayandı ki, Fenerbahçe – Dinamo maçından önce milli marşların çalınması emrivakisi gibi afişlerde de karşılaşma aynen şöyle ilan ediliyordu.
Evet, Sovyetler müsabakayı ön planda “Türk – Rus” maçı olarak ilan ediyorlardı. Amma bu ilana Leningrad’daki maçtan sonra çok üzülecekler, kafileye Rusya hatırası olarak verilecek albüme Fenerbahçe’nin galip geldiği maçın fotoğraflarını koymayacak kadar keder duyacaklardı.
Fenerbahçe Moskova’ya ayak basmıştı amma buradaki elçiliğimiz gelişimizi geç haber almıştı. Bu sebeple öğleden sonra sefarete gidildi. Moskova büyükelçimiz Kemal Kavur’un Fenerbahçeli futbolculara hitabı dikkate değerdi:
“- Çocuklar mağlubiyet de galibiyet kadar şereflidir. Yeter ki memleketimizi en güzel şekilde temsil edecek gibi hareket edin, yeter ki sahada sportmence bir oyun gösterin!”
Sarı-Lacivertli çocuklar bu sözleri esasen harfiyen tatbik etmektelerdi ve seyahatin sonuna kadar da tatbik edecekler, hem güzel oynayacak hem de disiplinli, efendice hareketleriyle Rusya’dan parlak bir zaferin yanında en temiz intibayı bırakıp döneceklerdi.
Hakem Uğursuz mu Geliyor?
Maçtan evvelki gece takım sanki Rusya’da değil de, İstanbul’da Moda’da yahut Yeşilköy’de kampta idi. Çocuklar mümkün mertebe yapacakları maçın ehemmiyetini unutmaya çalışıyor, heyecanlarını gidermeye gayret ediyorlardı. Bu arada muzip tanınanların arkadaşlarına yaptıkları şakalar da havayı ferahlatıyordu. Nihayet hepsi uykuyu tercih ettiler. Sovyet mihmandarlarımız ise “kafilenin tiyatroya gitmek isteyip istemediğini” sormaktaydılar. Futbol varken, hem de maç akşamı tiyatronun perdesi bile gözlerin önünde canlanamadı.
Ve nihayet 8 Haziran Cuma… Bu tarih futbolumuz için bir imtihan günü idi. Fenerbahçe Rusya’nın başşehrinde, en kuvvetli takımlarından biri olan Dinamo ile boy ölçüşecekti. Saha, seyirci, hatta iki yan hakemi dahi Rus takımının avantajlarıydı. Moskova’yı soğuk bulacaklarını uman oyuncuların akşamüstü dahi serinlemeyen sert bir kara iklimi ile karşılaşmaları ve mütemadiyen ter dökmeleri de, keza aleyhimize kaydedilecek puanlardandı.
Bu arada maçlarımız idare edecek hakem Karni ile tanıştık. Saçları hafif dökük, sempatik bir adam olan Karni, Finlandiya’nın beynelmilel hakemlerindendi. İsveç’te 3-1 mağlup olduğumuz milli karşılaşmayı ve 1952 Helsinki Olimpiyatları’nda Macaristan’a 7-1 yenildiğimiz amatör milli maçı idare eden hakemdi.
Çocuklar bu neticeyi hatırlayarak: “Bu hakem bize pek uğur getirmiyor” diye hayıflandılar. Dinamo’ya 3-1 mağlubiyetten sonra ise aynı söz, daha kuvvetli olarak ağızlarda dolaştı. Fakat Leningrad’da yalnız çetin bir Rus takımını değil, Fin hakemine dair batıl inanışı da yeneceklerdi.
Hakem Karni Rusya’ya daha önce gelmiş değildi. Doğrudan doğruya Fenerbahçe’nin maçları için getirilmişti. Fakat Rus futbolunu görmüştü, tanıyordu. Sert oynamalarına rağmen, Ruslar’ın teknik, sürat ve deplasman bakımından tehlikeli olduklarını ifade etmekteydi.
Fenerbahçe Sahaya Çıkıyor
Dinamo Stadı tıklım tıklım dolu idi. Bize verilen rakamlara göre, staddaa toplanan halkın yekunu yetmiş bini çok aşıyor, hatta seksen bine yaklaşıyordu. Tribünlerin üzerinde Rus bayraklarının yanında Türk bayrağı da dalgalanıyor, keza Dinamo’nun renkleri olun mavi-beyazlı bayrakların yanında Sarı-Lacivertli Fenerbahçe bayrakları asılı bulunuyordu. Stadda Rusça parçaların yanında Moskova radyosunda bulunan Türkçe şarkılar da çalınmakta, herkes merakla maçın başlama saatini beklemekteydi.
Fenerbahçe’nin soyunma odasında heyecan son haddini bulmuştu. Yirmi yıl evvel Rusya’ya futbolcu olarak gelmiş bulunan Büyük Fikret’le Niyazi Sel, şimdi antrenör ve futbol şubesi kaptanı sıfatıyla oyuncularına talimat veriyorlar, menajer Ahmet Erol da çocukların moralini takviye ediyordu. Savunma odasındaki hava hakikaten samimi idi. Yedek olarak soyunan oyuncular, hatta hiç soyunmayan Küçük Fikret, Akgün ve Gürkan da oynayacak arkadaşlarının maneviyatını yükseltici şekilde konuşuyorlardı.
Fenerbahçelilerin soyunma odasının yanındaki odada ise hakemler hazırlanıyordu. Fin hakemi Karni ile Rus yan hakemler spor kıyafetlerini giydiler ve çıkış tüneline doğru yürüdüler. Daha önce sahanın ortasına bando gelmiş, yerini almıştı.
Hazırlanan program gereğince iki takım yan yana, antrenörleri ve menajerleri önde olduğu halde sahaya çıkmaya başladıkları zaman tribünlerden büyük bir alkış tufanı yükseldi. Bunu önce Rus seyircilerinin takımlarını teşci etmeleri şeklinde tefsir ettik ve tabii karşıladık. Demek ki seyircisinden de kuvvet alacak çetin bir rakiple oynuyorduk. Fakat maç başladıktan sonra ve hele ilk devrenin ortalarında pek haksız bir penaltıdan ilk golü yediğimiz zaman, halkın iyi oynayanı da aynı derecede alkışladığına şahit olduk. Seyircilerin iyi hareket yapan Fenerbahçelileri alkışlamaları bütün maç boyunca devam etti, hele fevkalade bir oyun gösteren kaleci Selahattin’i takdir eden nidaları, bilhassa dikkati çekti.
Sarı Lacivertliler Halka Çiçek Atıyor
İki takım da ortaya geldikten sonra karşılıklı dizildiler. Dinamolular Fenerbahçelilere çiçek verdi. Milli marşlar çalındı ve Dinamo başkanı ile Fenerbahçe kafilesi başkanı Ertuğrul Akça kısa bir hitabede bulundular. Bundan sonra iki takım da birer kale önüne çekilerek eşofman yapmaya başladı.
On dakika geçmişti. Yine bir gün önce tespit edilen protokola göre, takımlar sahadan çekildiler ve bu defa hakemin düdüğü üzerine tekrar sahaya çıktılar. Şimdi Sarı-Lacivertlilerin ellerinde çiçekler vardı. Ortaya gelip de halkı selamlamalarını takiben Fenerbahçeli futbolcular stadın her yanına dağıldılar ve ellerindeki çiçekleri tribünlere attılar. Sarı-Lacivertliler bu seremonide halka atmak üzere beraberlerinde sigara da getirmişlerdi. Lakin Sovyet spor idarecileri çiçek atılmasını kafi görmüş, halka sigara atılmasını arzulamamışlardı.
Fin hakemi Karni başlama düdüğünü çaldığı anda Fenerbahçe onbiri şu tertiple dizilmişti: Selahattin – Avni, Basri – Nedim, Naci, Necdet – Kasaboğlu, M. Ali, Şeref, Ergun, Niyazi. Yedek olarak soyunanlar da Şükrü, Can, Hüsamettin ve K. Nedim idi. Şükrü’nün sakatlığı geçmiş değildi. Bununla beraber genç kaleci herhangi bir kötü ihtimali düşünmüş ve icabında Fenerbahçe kalesini korumak üzere yedek olarak soyunmuştu. Bir yandan tedavisi devam eden Şükrü, maç sırasında da ekseriya kale arkasında takım ve mevki arkadaşı Selahattin’i alkışladı, onun maneviyatını yükseltti.
Fenerbahçe, 25 Ekim 1936 tarihinde başlayıp 28 Şubat 1937’de biten İstanbul Ligi’ni 11 maçta 11 galibiyet ile sadece tek gol yiyerek şampiyon tamamladı. Böylelikle ilk defa düzenlenen Milli Küme maçlarına katılmaya hak kazanan Fenerbahçe, burada da 14 maçta 10 galibiyet, 2 beraberlik ve 2 mağlubiyet alarak üçüncü Türkiye Şampiyonluğu’nu kazanmış oldu… Sezonun gol kralı ise 22 maçta attığı 19 gol ile Esat Kaner’di… Huzurlarınızda Fenerbahçe’nin üçüncü Türkiye Şampiyonluğu ve emeği geçenler…
Fenerbahçe, 19 Ekim 1934 tarihinde başlayıp 15 Mart 1935’de biten İstanbul Ligi’ni 14 maçta 10 galibiyet, 2 beraberlik ve 2 mağlubiyetle şampiyon olarak tamamladı. Böylelikle Türkiye Futbol Şampiyonluğu maçlarına katılmaya hak kazanan Fenerbahçe, Balıkesir’de oynanan grup birinciliklerinden sonra İstanbul’da finalleri oynadı ve ilk şampiyonluğunda olduğu gibi, yine bir İzmir takımını, Altınordu’yu 3-1 yenerek Türkiye Şampiyonluğu’nu kazanmış oldu… Sezonun Fenerbahçe adına gol kralı ise bir değil, üç kişiydi. Sonraki yıllarda isminin başına “Büyük” lakabı gelecek olan Fikret Arıcan, Muzaffer Çizer ve Namık Erbay 13’er golle Fenerbahçe’nin en çok gol bulan oyuncuları oldular… Huzurlarınızda Fenerbahçe’nin ikinci Türkiye Şampiyonluğu ve emeği geçenler…
Fenerbahçe, 2 Aralık 1932 tarihinde başlayıp 16 Haziran 1933’de biten İstanbul Ligi’ni 12 maçta 10 galibiyet ve 2 beraberlikle şampiyon olarak tamamladı. Böylelikle Türkiye Futbol Şampiyonluğu maçlarına katılmaya hak kazanan Fenerbahçe, Bursa’da oynanan grup birinciliklerinden sonra Ankara’da finalleri oynadı ve (ilk maç yarıda kaldığı için) 10 Kasım’da İzmir Alsancak Stadı’nda İzmirspor’u 8-0 yenerek Türkiye Şampiyonluğu’nu kazanmış oldu. Fenerbahçe tarihinin en büyük golcüsü Zeki Rıza Sporel de kadrodaydı. Sezonu gol kralı olarak bitirdi… Huzurlarınızda Fenerbahçe’nin ilk Türkiye Şampiyonluğu ve emeği geçenler…
“Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları” serisinde dördüncü bölümdeyiz. Süreç 1938’e doğru ilerliyor. O sene Fenerbahçe, Türkiye Futbol Federasyonu ile büyük bir anlaşmazlığa düşüyor.
Nihayet Fenerbahçe’de top oynama çağına gelmiştim. Eminönü’nde bir mağazadan top ayakkabısı satın aldım ve aile dostumuz olan Arif Sporel’in yardımı ile Fenerbahçe yıldız takımına alındım. Antrenörümüz o tarihte Fenerbahçe takımında sağ iç oynayan Esat Kaner’di. Haftada bir de Herr Schveng gelir ve antrenmanı durdurur bize çift kale yaptırırdı.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir gün gene Herr Schveng’in gelip çift kale yaptırdığı bir antrenmanda maçı durdurdu beni yanına çağırarak “Yok çocuğum top oynamak. Var sen dans yapmak” dedi. Ve beni takımdan çıkarıp soyunma odasına gönderdi. O zaman malzemeci Cemil efendiyi bularak soyunma odasını açtırdım. O zamanlarda antrenmanlarda formaları kulüp verirdi. Ben o formayı Cemil efendiye vermeyip aldım, eve getirdim.
Birkaç gün sonra mahalle arkadaşım olan Melih’le (Galatasaray Sultani’sinde okuyordu fakat Fenerbahçeli idi. Sonraları Fenerbahçe kulübünde tenis şampiyonu oldu) kulübe gittik. O tarihte kulüpte 2 adet tenis kortu vardı. Zaten Melih tenis meraklısı idi. Ben de bizim yıldızlar takımını seyretmedim. Tenis oynayanları seyrettim. O sırada Arif Sporel tenis oynuyordu. Beni gördü ve niçin burada olduğumu sordu. Ben de durumu söyledim. İsmi Lambo olan stad bakıcısına, şimdi ismini hatırlayamadığım, zannederim ismi Suat olan ağabeyimizi çağırdı ve kulübe kaydımın yapılmasını söyledi. Zaten yıldız takıma kaydolurken Resim ve Nüfus Kağıdı ve ikamet teskeresi vermiştik. Ben bu suretle 1938 senesinde Fenerbahçe Kulübü üyesi oldum.
Bunları şunun için söylüyorum. Bu anıları anlatan kimsenin nasıl ve ne zaman Fenerbahçeli olduğunu bilmenizi istediğim içindir. Düşünün 17 yaşında kulüp üyesi oluyorum ve 18 yaşında kongreye girme hakkı kazanıyorum ve 18 yaşında ilk defa kulüp başkanı ile bir salonda (salon dediğimiz yer en çok 40 kişi alan kulübün altındaki yerdi) arkalarda bir yerde Abdülhamit Şinasi ve ağabeyi Haldunla oturuyorduk.
Kongreler
Kongredeki bütün dikkatimle ve hayranlığımla Fenerbahçelileri seyrediyordum. Evde “Kongrede ne oldu” diye soranlara çok büyük adamlar geldi. Hepsi çok şık ve gravatlı idi. Fenerbahçe’yi konuştular ama ben onları seyretmek ne konuştuklarını anlamadım. Yalnız bir defasında Haldun elini kaldır diye dürttü. Sonra da bir defa daha ellerimizi kaldırılmasını istediler ( o zaman bu oylamanın adı iş’ari rey idi) sonunda Atatürk Mustafa Kemal Paşamızın da adı geçti ve kongre bitti. Dışarıda (sonra adı Saatçi Melih olarak bilinen) Melih ne oldu dedi. Ben de Şükrü Saracoğlu başkan oldu dedim.
1938 senesi Fenerbahçe için en enteresan hadiselerle geçen bir yıldır. Şöyle ki o yıl adı Milli Küme olan bir organizasyon kuruldu. Milli Küme kurulunca maçlar daha enteresan hale geldi. Çünkü Milli Küme Ankara ve İzmir takımlarının da iştirakiyle oynanıyordu. Fenerbahçe her hafta cumartesi ve Pazar gününe rastlayan Fenerbahçe maçlarını kendi sahasında oynamak istedi. Zira Kadıköy’de hiç maç oynanmıyor ve Fenerbahçe hep deplasmanda oynuyordu. Biz bir Pazar günü stada gittik. Takım sahada bekliyordu. Karşı takımdan hiç kimse gelmeyince maç tatil edildi zannettik. Meğerse maç Taksim’de imiş ve biz hükmen mağlup sayılmışız. Müteakip haftalarda da bu şekilde bir takım karışıklıklar oldu. Yani sizin anlayacağınız biz maç seyredemez olduk. Daha sonra daha fecisi oldu. Fenerbahçe milli kümeden ihraç edildi. Hatta Fenerbahçe’nin hiçbir kulüple özel maçlar yapması da yasaklanmıştı.
Büyük Anlaşmazlık
Bunun üzerine Fenerbahçe kulübü futbol şubesini kapattı. Komşunuz olan Bek Fazıl kulübe küstü. Bir gün Niyazi Sel ağabeyimiz gelip Fazıl’ı evden götürdü. Niyazi Sel’e itiraz edilemezdi çünkü hem takımın en yaşlısı hem de çok ciddi hali olan birisiydi. Meğerse Federasyon (o zamanki adını bilmiyorum) bizi tekrar kümeye almış ve maçların Fenerbahçe Stadı’nda oynanmasını kabul etmiş. Ancak yönetim kurulu futbol şubesini kaptığı için takımın lisanslarını vermiyormuş.
Biz ilk maçımızın bizim sahada Vefa ile oynanacağını malzemecimiz Cemil Efendinden öğrenince hemen Altıyol ağzında meskenimiz olan Gülüm’ün Kahvesi’ne koştuk. Orada Kamalı Nazif, Şinasi, Bodur Ahmet, Kafa Kemal pişpirik oynuyorlardı. Maç bizim sahada Vefa ile oynanacak diyince o zaman Fenerbahçe Genç veya ikinci takımında oynayan Şinasi ve Kamalı Nazif itiraz ettiler. Lisanslar yok ve kulüp futbolu kaldırdı dediler. Aradan bir müddet geçti. Fatin Soydaner kahveye geldi “Ne oturuyorsunuz aptallar sahada maç var. Herkes maça gidiyor” dedi. Nazif hemen karşıdaki Eczacı Namık’a koştu ve öğrendi ki Necdet maçı oynuyoruz demiş ve maça gitmiş. İşin garibi bize bu haberi veren Fatin hariç hepimiz dünya sürat rekoru kırarak stada koştuk. Maça nasıl girdiğimizi bile hatırlamıyorum.
Maça girdik fakat maç bir türlü başlamıyordu. Bir aralık Büyük Fikret gitti geldi. Vefalılar kendi aralarında antrenman yapıyorlardı. Bizim futbolular bir köşede toplu olarak oturmuşlar bekliyordu. Nihayet maç başladı ve yüreklerimiz ağzımızda zar zor güç bela maçı 1-0 kazandık. Akşam Naci Bostancı kahveye geldi. Meğerse maçı lisanssız oynamışız ve Ankara kabul etmiş. Ertesi gün daha feci bir durum oldu. Necdet abi Vefa maçına çıkan futbolcuların kulüpten ihraç edildiklerini söyledi. Kulüp dağılıyor zannettik. Zaten Pazartesi mektep başladı. Ben o zaman Haydarpaşa Lisesi 1. sınıfta idim. Küçük Fikret benden bir yaş büyüktü ve 11-C’de oynuyordu. Fikret aynı zamanda Haydarpaşa Lise Takımı’nda oynuyordu. O devrin futbol tarihine geçen bir Işık Lisesi maçını hatırlayan pek az insan kalmıştır.
Naci Barlas’ın Fenerbahçe Hatıraları / Devam Edecek