Etiket: Ogün Altıparmak

  • Ilie Datcu Röportajı

    Ilie Datcu Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Cemil Turan röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Müthiş Bir Kaleci

    Fenerbahçemizin iz bırakan oyuncularındansınız, futbol hayatınız nasıl başladı?

    10 yaşında Romanya’da Dinamo Bükreş genç takıma başladım. 14 yaşına kadar genç milli takımda görevimi yaptım.

    Hemen kalecilikle başlamadım. Bir süre sol açık, sağ açık oynadım. Ondan sonra hoca beni kaleci olarak seçti.

    10 yaşında lisanslı oldum. 15 yaşında Dinamo Bükreş A takımında oynamaya başladım. Tabii ki bu dönem içinde çok şampiyonluklar yaşadım. Şampiyonluklara erken alıştığım için hep şampiyonluk istedim, başka bir şey istemedim.

    36 kez milli oldum.

    Fenerbahçe kalesine geçişiniz nasıl gerçekleşti?

    Ben bir Alman takımıyla anlaşmıştım. O yıllarda Fenerbahçe Başkanı Faruk Ilgaz da ülkemizin federasyon başkanını yakından tanıyordu. O sıralarda da bizim İsviçre’de bir maçımız vardı. O maç sonrası bizim yöneticiler “Sen Almanya’ya gidemezsin, sen Fenerbahçe’ye gideceksin, orada senin hemşerin var. Yunus var, Nunweiller var. Onların arasına katılacaksın.” dediler. Böylece diğer kontratım iptal oldu.

    En sonunda da devlet başkanımız Çavuşesku’dan izin alınarak 20 Temmuz olan doğum günümde Fenerbahçe’ye girdim. O gün bugündür Fenerbahçeliyim, şampiyonluk kazandım, iyi bir şekilde görev yaptım. 

    İlk geldiğinizdeki kadronuzda takım arkadaşlarınız: Yavuz, Numan, Şükrü, Levent, Nunweiler, Ercan, Yılmaz, Yaşar, Fuat, Abdullah, Ogün, Zeki, Can, Selim, Serkan, Ümran, Selim ve Ziya gibi unutulmaz oyuncularımız vardı…

    Evet, Fenerbahçe’de 6 sene oynadım. Efsane antrenör Didi’nin çalıştırdığı bir takımdı. Şampiyonluklar yaşadım. Faruk Ilgaz, Eşref Aydın gibi değerli yöneticilerimiz vardı. Hepsi de her zaman çok yardımcı oldular. En iyi olmamız için her zaman gerekli çabayı gösterirlerdi. Arkadaşlarımızla hep beraber yemekler düzenliyor, hep birlikte vakit geçiriyorduk.

    Derbi maçları sonrası neler yapardınız?

    Bugünkü gibi rekabet yoktu. Rakip takım futbolcularıyla hep beraber yemekler yiyorduk. Futbol ayrı, arkadaşlık ayrı… Sevgi ve saygıyı saha içinde de görebiliyorduk. Bugün bazı istenmeyen olaylar yaşanabiliyor ama dönüp baktığımda 40 sene hiç geçmemiş gibi hala bana heyecan verebiliyor…

    Vatani duygularınızı katmadan profesyonel bir şekilde gerçekleştirdiğiniz, kendi ülke takımınızla, Fenerbahçe arasında oynanan bir maçta ülkenizin UEFA kupasından elenmesine neden oldunuz. O maç sonrası artık Arges Piteşti kupadan elenmişti. Maç sonrası ülkeden çıkışınıza izin verilmedi. Nezarete alınışınız ve bir hafta hapiste kalışınız sonra diplomatik girişimler sonucunda çıkarak ve tekrar ülkemize dönerek takımdaki yerinizi alışınız… O maçı Halit Kıvanç “Gool diye diye…” isimli kitabında heyecanla şöyle anlatıyordu:

    “Maçın Romanya’daki rövanşında da mikrofon başındaydım. Yine Fenerbahçe, yine Cemil…

    Bir de Datcu vardı bu kez…

    Oyunun daha başında sudan bir penaltı çalmıştı hakem. Hani verilse de olur, verilmese de, türünden bir hareketti…

     Ve bu gol çok erken geldiği için, çekinmişti sarı-lacivertliler…

    Fakat Cemil, o büyük Cemil, bütün stadı ayağı kaldıran bir golün kahramanı olmuştu Piteşti’de…

    Topu kendi yarı alanından almış, sürmüş sürmüş sürmüştü…

    O gidiyordu sahada…

    Ben de gidiyordum Cemil’le birlikte radyoda: ‘…

    Cemil akıyor…

    Arges Piteşti yan alanında sürüyor topu…

    Bir rakibini geçti…

    Birini daha…

    Ceza alanına sokuldu. Kaleci çıkacak mı?

    Top hâlâ Cemil’de sokuldu iyice…

    Kaleci ile karşı karşıya…

    Vuruyor…

    Ve gol…

     Evet gol…

     Nefis bir gol…

    Durum 1-1… 1-1 oldu şimdi…

    Sonrasında Fenerbahçe şahlanmış, oyunu 1-1 bitirmeyi başarmıştı. Bu büyük başarının en büyük ortağı da, Cemil’le birlikte kaleci Datcu idi. Datcu, Romen’di. kendi doğduğu, büyüdüğü topraklarda bir Türk takımının kalesini, hem de bir Romen takımına karşı korurken, bir Türk heyecanını duyuyordu. Sonra da tamamen bizden olacaktı zaten…

    Tribünlerdeki Romen seyirciler, Fenerbahçe’yi alkışlıyor, fakat -öğrendiğime göre- Datcu’ya Romence hayli ‘ilginç’ sözler de söylüyorlardı. Kızıyorlardı, kendilerinden olan bir kalecinin gollerini önlemesine… Datcu da öylesine mükemmel oynuyordu ki…

    Futbolu meslek seçmiş ve işte meslek namusunu her şeyin üstünde tutuyordu. Fenerbahçe, bu güzel futbolla ikinci tura çıktı, ama Fransa’dan eski tanıdık Nice takımı ile karşılaşınca keyfi devam etmedi. Fransa’da 4-0 yenilince, burada 2-0 kazanmasının hiç bir yararı olmadı.” 

    Siz neler söylemek istersiniz?

    Çok güzel anlatmış Halit Kıvanç… Evet, o gün berabere kaldık çok fedakârlık yaptım… Hiçbir zaman kendi menfaatlerimi ön plana koymadım. Fenerbahçe’ye geçince kendi Milli takımı da bıraktım. 

    O günleri özlüyor musunuz?

    Özlemek ne kelime! Bir daha dünyaya gelsem yine kaleci olurdum… 

    Kaleciliği çok severek yapıyordunuz. Bir sezon 30 maçta sadece 6 gol yediniz ve tarihe geçtiniz… 

    Bazen dünyanın en iyi kalecileri bile kötü goller yer ama özellikle kritik bir maçta kolay kolay gol yemem.

    Yeri geldiğinde mağlup da oluruz ama çok gol yediğim bir maç olmadı. Tabii bunda takım arkadaşlarımın başarıları da söz konusuydu.

    Evet, bir sezonu sadece 6 golle kapamıştık. Bu başarı Ziya, Ercan, Şükrü, Ogün ve Can’ın, Selim’in, Nedim’in yer aldığı iyi bir takımdı… 

    Kaleci antrenörlüğü hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

    Şimdiki yıllarda futbol okulları açıldı, ben 40 sene önce geldiğimde de söyledim; “Bu kaleci antrenörlerinin farklı olması lazım” diye…

    Şimdi kaleci okulları var. Bir – iki sene önce başladı. Eskiden yoktu. 1992 itibarıyla yavaş yavaş başladı.

    Bizimle antrenörler fazla uğraşmazdı, biz kendimiz yetiştik. 2-3 saat antrenmanla çıktık.

    Şimdi kitaplar var, bilgisayarlar var. Şimdikiler şanslı, kendilerini daha fazla yetiştirmeleri için her olanak var. Ben kendi kendime bile evde takımları inceliyorum, sistemlerini anlamaya çalışıyorum, kendi kendime bir şeyler yapıyorum. Futbolu çok sevdiğim için uzaklaştığımda kahroluyorum.

    Katkılarınızla iyi kaleciler yetiştirdiniz. Bu sezon takımlarda yer alacak kalecilerle ilgili neler söyleyeceksiniz?

    Birisine iyi dediğinde rekabet yaratıyor, kötü dediğinde kızıyorlar onun için yorum yapmamayı tercih ediyorum.

    Maçlarda heyecanlanır mıydınız? Ya şimdilerde televizyondan izlerken nasılsınız?

    Top oynarken heyecanlanmadım, maç izlerken mi heyecanlanacağım? Çok soğukkanlıydım. Çünkü görevimi bilirdim. Ortak antrenmanlarımızda ayrı kapalı salona gider, kendim de ayrı hazırlanırdım, Zekâ, güç ve ayaklar birleştiğinde iyi bir şey çıkıyor.

    En zor iş kaleciliktir, en ufak şeylerde kurtarıcısın, kaleci gerektiğinde çıkış yapmalı, takım ayrı, kalecilik ayrıdır.

    Oyunculuk hayatınızı tamamladıktan sonra, tecrübe ve deneyimlerinizi ortaya koyduğunuz çalıştırıcılık döneminizi aktarır mısınız?

    1962 yılında başlayan futbol hayatım, 1978’de sona erdi. Almanya’da ve Türkiye’de antrenörlük yaptım.

    Türk Milli Takımı’nın kalecisi Rüştü Reçber’e 4 yıl boyunca kaleci antrenörlüğü yaptım. Hala arar.

    Yemeklerine kadar kontrol ederdim. Çok disiplinli çalışırdım. Disiplinsizliğe de asla tahammülüm yoktur.

    Altyapı kaleci antrenörlüğü de yaptım. 1975’de Fenerbahçe’de kısa bir dönem teknik direktörlükten sonra Göztepe, Eskişehirspor’da da görev aldım.

    Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldunuz… 

    Evet, 1980 yılında Türk vatandaşı oldum. En kısa zamanda da Türk vatandaşlığına geçen benim. Bundan da büyük bir mutluluk duyuyorum.

    Beşiktaş’ın 100. yılındaki şampiyonlukta güzel bir anekdotunuz var, onu buradan da paylaşır mısınız?

    Lucescu’ya yardımcı antrenörlük yaptığım ve 100. yılında Beşiktaş’ın şampiyon olduğu sezondu.

    O günlere dayanan ilginç anım ise şöyleydi:

    Oğlum Kerem, koyu bir Fenerbahçelidir. Aynı zamanda Fenerbahçe Genç Takımı’nda da oynamıştır. Beşiktaş 100. Yıl kutlamalarında Kerem’e de Beşiktaş forması giydirmeye çalışmışlar… Baktım, bana bir telefon geldi… Kerem telefonda bas bas bağırıyor: “Baba baba, sen ne yaptın?

    Bunlar bana Beşiktaş forması giydirmeye kalkıyorlar, gel beni kurtar.”

    Artık Bodrum’da yaşıyorsunuz, günleriniz nasıl geçiyor? 

    6 senedir Bodrum’dayım. Eşim Olga ile birlikte sık sık gelen çocuklarımız ve misafirlerimizi ağırlıyor, keyifli günler geçiriyoruz. Üç tane de köpeğimiz var. Bahçeler, çiçekler, sebzeler derken günler hızlı bir şekilde geçiyor. Evimizi çok seviyoruz. Turgut Reis çok güzel şirin bir kasaba… Tüm Fenerbahçelileri de her zaman ziyaretime bekliyorum.

    Fenerbahçe taraftarı sizi çok seviyor ve kalbimizde unutulmaz bir yeriniz var… 

    Futbol oynarken bazı oyuncular taraftarın coşkusundan etkileniyor, bazısıysa gamsız etkilenmez. Biz taraftardan çok enerji aldık…

    Takım kazandı mı taraftar çok mutlu oluyor. Olacak iş değil bazı taraftar takımını o kadar benimsiyor ki bunu özel hayatına bile yansıtıyor… Bir daha dünyaya gelsem yine kalecilik yaparım, yine Fenerbahçe’de oynarım. Fenerbahçe’nin adı da büyük kendi de büyük… Bir ara “Datcu Galatasaray yolunda” diye haberler çıkardılar, kim yazdı bilmiyorum ama hepsi yalan haberlerdi. Kim çağırdıysa gitmedim. Ben asla taraftarımı üzecek bir şey yapmadım. Fenerbahçe’yi de çok seviyorum, taraftarını da çok seviyorum, hepsini yanaklarından öpüyorum…

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Can Bartu Hazinesi

    Can Bartu Hazinesi

    Çok uzun zamandır bir “Can Bartu Kitabı” için çalışmaya çalışıyoruz fakat, gaile-i hayat, bihakkın bir proje için gereken zamanın ayrılması mümkün olmadı… Bununla beraber, bu müthiş ismin fotoğraf arşivi yani (tabiri caizse) “Can Bartu Hazinesi” için de bir şey düşünmek gerekiyordu.

    Sevgili eşi Güler Bartu Hanımefendinin teveccühü sayesinde tamamını dijital hale getirdiğimiz fotoğrafları Fenerbahçe ve Türk spor tarihi ile buluşturmak yerinde olacaktı. Merhum Can Bartu’nun ruhu şâd olsun. Saygıdeğer Güler Bartu’ya, kelimenin tam anlamıyla, sonsuz teşekkürlerimizle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Can Bartu: 1936’da İstanbul’da doğdu. Futbola Fenerbahçe’de başladı. 1961’de profesyonel kadroda iken, antrenör Szekely’nin aracılığıyla, İtalya’nın Lazio kulübüne gitti ve bu transferden Fenerbahçe Kulübü 17 bin dolar aldı. İtalya’da 6 yıl futbol oynayan Can, 1967’de tekrar Fenerbahçe’ye dönmüş ve 1970 Temmuz’unda futbolu bırakmıştır. Fenerbahçe’de 330 maç yapıp 162 gol atan Can, 28 kez yer aldığı ve 5 gol attığı milli takımın da 6 kez kaptanlığını yapmıştır. Basketbolda da millidir. (Rüştü Dağlaroğlu | 1907-1987 Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihi)


  • Eşref Aydın Röportajı

    Eşref Aydın Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Eşref Aydın röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yorulmaz Türk

    Fenerbahçe’de bir tarih yatıyor derken, büyük isimlerden birisi olarak sizinle röportaj yapabilme olanağı bulmak bizim için büyük şeref. Tam 70 sene Fenerbahçe’ye hizmet verdiniz. Ve hala hizmet vermeye devam ediyorsunuz. Kaç doğumlusunuz Eşref Bey? 

    13 Eylül 1919, Çorum doğumluyum. 

    Geçmişe yapacağımız bu uzun yolculuktan önce, nasıl Fenerbahçeli olduğunuzu öğrenebilir miyiz? 

    1927 yıllarıydı. Samsun’da ilkokulumu okuyorum. O zamanlar Samsun’da iki takım ön plandaydı. Biri Fenerbahçe diğeri ise Samsun İdmanyurdu. Biz Fenerbahçe’ye yakındık. Ben sarı laciverdi seviyordum. O yıllarda Fenerbahçe ve Galatasaray daha fazla revaçta idi, Beşiktaş fazla ön planda değildi.

    Spor hayatınız nasıl ve ne zaman başladı? 

    Benim spor hayatım 1935-1936 yıllarında başladı. İstanbul Erkek Lisesi’nde okuyordum. O yıllarda güreş yapardım, Kadırga’da da top oynardım.

    Atletizm yarışı vardı. Tesadüfen Cem Atabeyoğlu ile yarışları izliyorduk, birbirimize laf attık “Hadi pehlivan sen de gir bunların arasına” diye, girerdin girmezdin derken girdik, 3 turluk bir yarışmaydı, birinci tur ikinci tur derken, ben koştum ve farkla birinci oldum. Herkes ayağa kalktı. Bana gelip övgüler yağdırdılar; “Sen atlet olmuşsun” dediler. Atletizm ne demek daha onu bilmiyordum o zamanlar.

    “Neden bu kadar büyüttünüz?” diye sordum.

    “Yaa sen milli atleti de geçtin” dediler.

    Meğer orada milli bir atlet varmış. Onu da geçmişim.

    Federasyon başkanı İhsan İpekçi varmış o sırada orada. İhsan Bey “Burada bir çocuk var, kapın bunu” demiş.

    Sinemaya çok merakım vardı. Beyoğlu’na gider 8 saat film izlerdim. Galatasaray bana eğer onlar için yarışırsam bedava sinema kartı vereceklerini söylemişti. Çok sevinmiştim. Fakat kulübe girdiğimde; orada monşerler, Fransızca konuşmalar falan bana çok soğuk geldi. Kendimi uzayda gibi hissettim. Üç ay dayanabildim.

    Bu arada beden hocam rahmetli Neriman Tekil’le de gidip geliyoruz, Fenerbahçe’de atletti. O dönemler Fenerbahçe’nin forma ya da papuç bile alacak parası yok.

    1939’da Neriman Tekil beni aldı, Fenerbahçe Spor Kulübü’ne getirdi, “Aman burada bir yarış var, ona da katıl” dedi.

    “Ama ben atlet değilim, şaka olsun diye koştum” dedim.

    O da “Sen burada koşarsan kazak kazanırsın” dedi.

    O zamanlar da 2. Dünya Savaşı yeni başlamış, hiçbir şey bulunmuyor, yokluk var. Pencereler ve ışıklar kapalı oturuyoruz. Hava saldırısı endişesi var.

    Lise 1 talebesiyim. Yine birinci oldum, söz verdikleri kazağı verdiler bana. Çok mutlu olmuştum. Beyazıt’ta oturuyordum.

    Hocam yine beni aldı ve Taksim Stadı’na götürdü, orada da yarış vardı. O yarıştan sonra bir sene kayboldum ortalıktan, girmedim yarışlara. Hatta o gün, Taksim Stadı’nın önünde resim çektik, “Stat yıkılacak” demişti hocam.

    Daha hiçbir kulübe kayıtlı değildim. Şehirlerarası yarışlara İstanbul’u temsilen katılıyordum.

    1940’ta İstanbul kros yarışması oldu; 4-5 tane milli atlet vardı. Orada 3000 metrede birinci oldum. O zamana kadar koştuğum en uzun mesafe 3000 metre idi. Sonra beni antrenman pistine getirdiler. Devamlı antrenmanlardaydım. 5000 ve 10000 metrede de Türkiye şampiyonu oldum.

    1941’den itibaren iyice tanınmaya başladım atletizm camiasında. O sene de yine Büyük Atatürk Koşusu’na götürdüler. İstanbul’dan Ankara’ya gitmek çok zordu o zamanlar. Ankara’ya ikinci gidişim olacaktı, daha önce bir kere izci olarak gitmiştim. Param da yok o zamanlar, ancak yol parası veriyorlar. “Trene bineceksin” dediler. Orada kalma şansı da yoktu. Yani, akşam binip gideceksin, orada yarışacaksın, sonra da akşam treniyle geri döneceksin, tabii yataklı tren değil pulman koltukların üzerinde!

    Orada Türkiye şampiyonları, Balkan şampiyonları var. Onların arasında esamem okunmuyor haliyle henüz. Aralarına girdim.1941 Büyük Atatürk Koşusu’nu kazandım. Herkes şaşırdı! Artık ondan sonra bütün 3000 m., 5000 m. koşularını kazanıyor, Türkiye rekorları kırıyordum. 

    Fenerbahçe Spor Kulübü’ne resmi olarak ne zaman başladınız?

    Yıl 1943…  Liseyi bitirdiğimde o zaman Fenerbahçe’den atlet Melih Kotanca vardı. Fenerbahçe Kulübü Başkanı ise Şükrü Saracoğlu idi. Hacı Muhittin de büyük kâtipti.

    Bahçekapı’da onun bürosuna gittik. Artık lisans da çıkarabilirdim. “Gel bakalım Eşref Fenerbahçeliymişsin, artık okul bitti bu kadar zaman bekledik. Senin başını bağlayacağız, lisansını düzeltelim” dedi.

    “Tabii efendim” dedim. Ve ilk imzayı atışım orada oldu.

    1947’ye kadar da tüm Türkiye ve Balkan rekorlarını kırdım. Hem Fenerbahçe hem de milli takım için. Her hafta yarış vardı.

    O yıllarda atletizmde de Fenerbahçe – Galatasaray rekabeti çok revaçta mıydı?

    Tabii ki o zamanlar da oluyordu Fenerbahçe – Galatasaray arasındaki yarış.

    Galatasaraylı bir Balkan şampiyonu vardı, o hep 1500 m. koşularını kazanıyordu; ben de 5000 m.-10.000 m. metre yarışlarını kazanıyordum.

    Neriman Tekil’in ağabeyi Firuzan Tekil (Genel sekreter) çok hizmeti vardır. “Sen 1500 koş hepsini geçersin” derdi. Ben de “İsterseniz 400 m.’de de koşarım, peki” dedim. 1500 m.’de koştum ve kazandım. Daha sonra 1500 m., 800m. ve 400 m. koştum.

    1945’de Mısır’da 400 m’de birinci oldum milli takım adına… 

    Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü adına düzenlenen İnönü koşularında hep birincilikleriniz vardı. 

    İnönü Stadı’nda Cumhurbaşkanı kros birincilikleri yapılıyordu, 6 sene arka arkaya birinci olmuştum.

    947’de Dolmabahçe Stadı yapılıyordu. Daha stat bitmemiş, biz bir kenarda antrenman yapıyorduk.

    Bana, “İsmet İnönü gelecek bir eşofman al ve stada gel” dediler.

    “Peki” dedim.

    Gerçekten de İnönü hayatında hiçbir spor müsabakasına gitmemiş ve hiçbir sporcuya da ödül vermemişti. Bir tek at yarışlarına gidermiş.

    1936 Olimpiyatları’nda ben güreş yapıyordum, arkadaşım, Hitler’in zamanında olimpiyat şampiyonu olmuştu.

    Mustafa Kemal Atatürk çağırmış ve O’na ev hediye etmişti; fakat İnönü 1948 olimpiyatlarıyla hiç ilgilenmemişti. Dolmabahçe Stadı’na o gün antrenman sırasında ilk defa İnönü de gelecek dediklerinde şaşırmıştım; elim ayağım titriyordu.

    Yanına gidilmiyor tabii.

    “Bekle burada” dediler bana ve sonra alıp beni İnönü’ye götürdüler.

    Aklımda kalan tek şey; “Evladım, talim mi yapıyorsun?” diye sormasıydı.

    “İşte paşam, sizin adınıza yapılan koşuları 6 senedir arka arkaya kazanan sporcumuz bu” dediler.

    Bana mükâfatlar verdi. Hediye edilen Zenith marka kol saatime herkes merakla bakıyordu o zamanlar. İnönü ile tanışmak ve konuşmak da nasip oldu bana ne mutlu ki… 

    Ve yıl 1947. 4 Temmuz Normandiya Çıkartması adına düzenlenen Enternasyonal Amerika Şampiyonasına gidişiniz… 

    1945’de Balkan rekorunu kırmıştım.

    1944’de olan “Normandiya Çıkarması” adına Amerika’da 1947’de, yani 3 sene sonra bir atletizm şampiyonası yapıldı. Ön elemeler için Balkanlardan iki kişi çağırdılar. Bizden de olimpiyat üçüncüsü Ruhi Sarıalp vardı. Son seçmelerde Ruhi 3. oldu, ben 1. oldum ve Amerika’ya beni gönderdiler.

    Amerika yolculuğumuz o kadar kolay olmadı. Uçak bekliyoruz gelmedi. Meğer uçak düşmüş ve herkes ölmüş. Uçuşumuz bir hafta sonraya kaldı. O zamanlar haftada bir uçak kalkıyordu. 30 kişilik pırpır uçaklar. Dura kalka gidiyoruz.

    Londra’ya gittiğimizde hayretler içindeydik savaş sonrası her taraf bombalanmış halde, duvarların yarısı var yarısı yok, inanılmazdı. Banklar vardı, oturduk, bekledik. Benzin ala ala devam ediyorduk.

    1945’de Atina’ya, Mısır’a gittiğimizde de aynı savaş izleri öyleydi. Ve 48 saatlik bir zorlu bir yolculuk sürecinden sonra Amerika’ya geldik.

    Oradan yarışmaların yapılacağı Nebraska’ya geçtik. Bizi çiçeklerle karşıladılar. Çelenkler taktılar. Türkiye’den geldi diye şehirde açık arabayla dolaştırdılar. Türkiye’yi bilen yok. Teksas’ın doğusunda mı güneyinde mi diye soruyorlar. Otele yerleştik. Hava 50 dereceydi; klimayı varlığından bile haberim yok. Hasta oldum, yemeklerini de yiyemiyordum. Lisanım yoktu. Çok zorlandım. Dünyanın her tarafından gelmiş atletler vardı. 10.000 metrede koşacaktım fakat rakibim yoktu. Bununla birlikte diğer derecelerde çok iyi atletler vardı. 5000 metre koştum.3. oldum.  

    Amerika’da kalmanızı teklif ettiler mi?

    Yarış bitti, tam döneceğim sırada Amerika’da okuyan bir Türk talebe yanıma geldi. Beni valiye sonra da yarışmayı düzenleyen Nebraska Üniversitesi’nin rektörüne götürdü. 

    Rektörün yanına çıktığımda Türkiye’de ne yaptığımı sordu. Sporumun dışında hukuk öğrenimi sürdürdüğümü ve Haydarpaşa Lisesi’nde beden eğitimi öğretmenliği yaptığımı söyledim.

    Ne kadar kazandığımı sordu, “100 lira alıyorum” dedim.

    Ertesi gün de döneceğimi belirttim Tam kapıdan çıkıyoruz, oturma iznimi verdiler, talebe kaydımı yaptılar.150 dolar teklif ettiler ve onların ülkesinde Nebraska eyaletini temsil etmemi istediler.

    Peki, Fenerbahçe Spor Kulübümüz kalmanıza izin verdi mi?

    O yıllarda bir sporcunun Türkiye’den Amerika’ya gitmesi kulüplerin maddi imkânsızlıkları nedeniyle çok zordu. Milli takımdan Fenerbahçeli bir atlet olarak Amerika’da yarışı kazanmak büyük bir prestijdi. Yer yerinden oynuyordu.

    Daha önce bir boksör arkadaş Amerika’ya gitti, geldiğinde statta yürütmüşlerdi, Amerika’ya gidip gelen birini görsünler diye. Öyle bir zamanda federasyondaki Galatasaraylı üyeler gazetelere düştü; para vardı, yoktu diye.

    O yıllarda Saracoğlu başkanımızdı. Bizim Fenerbahçe yönetim kurulu bastırdı ve her şey tamamlandı. Galatasaraylılar engel olmaya çalıştı ama en sonunda federasyon Fenerbahçe’ye “Paranın yarısını verin gönderelim” dedi.

    Federasyonda Galatasaraylılar çoğunluktaydı. Olimpiyat komitesi başkanı da Galatasaraylıydı. 300 Lira tutuyordu; gidişimin yarısını kulübüm karşıladı ve öyle gönderdiler. Amerika benden kalmamı istediğinde işin federasyon tarafını hiç düşünmedim. Ama Fenerbahçe’ye minnet borçluydum. Oradan bir mektup yazdım. Mektubumda bana orada sundukları tüm eğitim olanaklarından bahsettim. Ayrıca eğitimimi Amerika’da tamamlayıp Fenerbahçe’ye daha iyi hizmet edebileceğimi düşünüyordum; “Onay verirseniz kalacağım, isterseniz de arkama bakmadan dönüp geleceğim” dedim. O mektup gazetelerde çıkmış hatta mektubumun basıldığı gazeteyi bana gönderdiler. Amerika’da kalmam için kulübüm izin verdi, federasyon da istemeye istemeye kabul etti.

    5 sene Amerika’da kaldım. Orada evlendim.1947-1952 yılları arasında orada eğitimimin yanı sıra tabii ki atletizm de yaptım. Yarışmalara katıldım.

    1948’de bir akşam “Olimpiyat ön seçmelerine gidiyorsun” dediler. Okul kapanmak üzereydi, apar topar gittim.

    Kaydım yapıldı, tam başlamadan evvel “Nasıl bir yarış bu?” diye sordum. “Milli takımın olimpiyat seçmesi kazanan ilk üç kampa girecek ve 1948 olimpiyatlarına Londra’ya gidecek orada Amerika’yı milli oyuncu olarak temsil edecek” dediler.

    Şok oldum ve “Ben Türk vatandaşıyım” dedim.

    “O önemli değil, seni Amerikan vatandaşı yaparlar” dediler.

    Benim elim ayağım titredi, 5000 m. koşu için çağırmışlardı. Öylece hayalet gibi duruyorum, lisan da fazla bilmiyorum. Ben bir tur gittim, sonra yarışı bıraktım. Kafam hala ordaydı. Amerikan vatandaşı olarak Londra’ya gideceğim ve olimpiyatlarda Amerika’yı temsil edeceğim. Bu mümkün değildi.

    Tüm hayalim Türk bayrağı altında yarışmak ve başarılı bir Türk sporcusu olmaktı. Bana öl deseler ölürüm bayrağım için, o kafa yapısındaki insan kalkıp da orada Amerikan bayrağı altında yarışabilir mi, bıraktım her şeyi…

    “Çok hastalandım, kramp girdi.” dedim ve oradan kaçtım. 

    Ve Türkiye’ye dönüşünüz… 

    Nebraska sonrası bir süre New York’ta kaldım. Bir çocuk sahibi oldum. Eşim benimle birlikte Türkiye’ye dönmedi. Annem rahatsızdı dönmek zorundaydım.

    Geri geldiğimde artık yarışları bırakmıştım. Önce federasyona bağlı atletizm ajanlığına getirildim. Her gün sahalara gidiyordum. Atletizm eskiden futboldan bile önemliydi. At başı gidiyordu, en iyi atletleri toplamaya çalışırdım. Okulların levhalarına yazı yazardım. Stada toplardım onları 300-600  kişi vardı Kuleli Askeri Lisesi’nden, Deniz Lisesi’nden tüm okullardan gelirlerdi. Hepsinin hayali kazanayım da Fenerbahçe- Galatasaray maçını izleyeyim. Mükafat koymazsanız gelmezlerdi.

    1952-1956 Amerika Milli Takımını olimpiyatlardan evvel bir kuruş parasız Türkiye’ye getirdim. Bunu federasyondaki görevim icabı değil, ajan olarak düzenledim. Onları Dolmabahçe Stadı’nda yarıştırdım. Yunanistan’a da gidiyorlardı, buraya da gelsinler diye düşünmüştüm. Olimpiyatlardan evvel onları buraya getirmek ve yarıştırmak büyük bir şeydi. Oradan oyuncu da çıkardım.

    Sonra Atletizm Şube Başkanlığına getirildim. Bu arada Fenerbahçe üyesi olduğumdan kulüple bağlantımı koparmamıştım. Artık her gün kulüpteydim. 

    Şu an atletizmi Türkiye’de ne düzeyde görüyorsunuz?

    Üzülüyorum bugünkü şartlarda Türkiye’nin atletizmde gelişmesi mümkün değil.

    Atletizm ajanlığı yaptım, 6 ayda milli atletizm takımı çıkardım, yetiştirdim.

    Amerika’dan geldiğim seneler kimse anlayamadı beni; şaşırdılar, engellemeye çalışanlar bile çıktı. Hala yanlış işler yapılıyor. O yıllarda atletizm bana bırakılsaydı bugün Türkiye atletizmde çok farklı ve iyi bir yerde olabilirdi. Kısmet, bırakmadılar işte, ben de futbola döndüm.

    Hizmet verdiğim 70 sene içerisinde Fenerbahçe’nin 10 tane şampiyonluğu varsa ne mutlu ki 9’unda benim de adım vardır. 

    Bir anda kendinizi futbolun içinde buldunuz…

    Atletizm şube başkanlığı yaparken her gün Fenerbahçe sahalarındaydım. Futbol maçları da oluyordu, yakından ilgileniyordum.

    Fenerbahçe kongreleri oluyordu, kulisler yapılıyordu. Kongre üyesiydim, faaliyetler, seçimler başladı. Sokak kongreleri yapıldı, futbol takımının çalışmalarını da izliyordum,

    Amerika’dayken ilk iki sene spor tahsili yapmıştım. İki senenin sonunda ekonomi ve işletme tahsili almaya başladım. Türkiye’ye döndüğümde de sporun tüm şubelerini takip ediyordum özellikle de futbolu. Çalışmalara, antrenmanlara bakıyordum, yeniliklerden doğal olarak haberleri yoktu. Ben de Amerika’ya gittiğimde hiçbir şey bilmiyordum. Dönüp baktığımda yanlış işler yapıldığını gördüm. Ve başladım futbol kitaplarını alıp tercüme etmeye.

    O yıllarda orada koşuma engel olmasın, şişkinlik yapmasın diye su içmiyordum. “Aman tuz koymayalım” diyordum. Bana orada her gün hap veriyorlardı meğer tuz hapıymış. Bu en basitiydi. Burada bir sürü yanlış bilgiyle yetişmişiz.

    Sonrasında kulis faaliyetleri arasında öyle bir noktaya geldik ki 1960-61 yıllarında takımın başında Macar antrenör Lazslo Szekelly vardı. Takımda Canlar, Lefterler, Fikretler var. Yönetimimizde ise başkanımız H. Kamil Sporel, yönetim kurulunda Zeki Rıza Sporel, İsmet Uluğ, Niyazi Sel, Müzdat Yetkiner var. Herkes konuşuyor, üzülüyor.

    8 maçta galibiyet yok. Ligin ilk yarı sonunda bir de Galatasaray maçımızda 5-1’lik bir yenilgi var, diyorlar ki “Bu Galatasaray mağlubiyetinden sonra bizim bu kulüpte yöneticilik yapmamız haramdır.”

    Toplanıp karar veriyorlar kongre yapılacak. Aldığım eğitim sonucu bir futbolcunun en az 5000 metre koşacak nefese sahip olması gerektiğini, dünyanın değiştiğini, yeni kuralları anlatıyorum. “Çalışalım, geçelim ve şapkayı gösterelim onlara” diyordum. Yönetim kurulu karar verdi ve futbol şubesinin sorumluluğunu bana verdiler. “Al sen çalıştır.” dediler. 

    Yıl 1960-61 ve futbol şubesi sorumluluğuna getirildiniz… 

    Sorumluluğumun ilk günü sabah tüm futbol grubunu çağırdık. Herkes merak ediyor.

    O zamanlar takım kaptanı Şeref Has. Bir konuşma yapıp futbolun tüm dünyada değiştiğini, farklı yeni yöntemler olduğunu ve futbolun artık sadece top oynamak olmadığını bir de topsuz oynamak gerektiğini anlattım. Topladım herkesi koşturuyorum, ağırlık çalışmaları yaptırıyordum.

    Yazılı basın geldi. Onlar da ne yapacağımı merak ediyorlar. Bana sorular sormaya başladılar. Düşündüm, futbolcuların koşusunun zayıf olduğunu söylesem ertesi gün basında alay edecekler. Ben de fizik kondisyonundan bahsettim ve bundan sonra takımın fizik kondisyonu ile uğraşacağımı söyledim. Hatta bunları İngilizce ile karışık söyledim. Takımın kondisyonu ne demek diye soramadılar bile, öylece yazdılar söylediklerimi. (Gülüyor) 

    Daha önceki antrenman sistemi nasıldı? 

    Önceleri haftada iki gün salı-perşembe antrenman yapıyorlardı. Hafta sonu da maça geliyorlardı. Diğer günler boş günleriydi.

    Benimle birlikte haftada iki gün futbol diğer günler ise koşu ve kondisyon çalışmalarına başladılar. Ve böylelikle haftada yedi gün çalışmaya başladılar.

    Peki ya oyuncuların bu disiplinli ve yoğun tempoya alışmaları kolay oldu mu? 

    Tabii pek kolay olmadı. Hiç unutmam ikinci hafta oldu. Can Bartu askerden geldi. Ve antrenmana girdi. O aralar hepsi alışmıştı su ısıtılıyor, kazanlar ısıtılıyor ama yetişmiyor, yıkanamıyoruz bahaneleri. Mangalda su ısıttırıyorum, tenekedeki sularla yıkanıyorlar. 

    Bir gün yine Can Bartu’yu koşturuyorum 30 metre geride kalıyor. Genelde kolalı gömlek giyerdim o günde tesadüf üzerimde kolalı gömlek çekmişim, altımda da eşofman ama ben de onlarla beraber koşuyorum.

    Can’ın yanına gidip “Hasta mısın Can, sen hep geride kalıyorsun” dedim.

    “Niye bu kadar koşuyoruz Eşref Ağabey biz atlet miyiz, futbolcu muyuz? Sahada koşacak mıyız yoksa futbol mu oynayacağız?” dedi.

    Ben de “Bak oğlum, ünlü Amerikalı artist Marlyn Monroe var ve her sabah kondisyonunu muhafaza etmek için 3 km koşuyormuş, ben de sizinle beraber koşuyorum, bakın şu kolalı gömleğime terlemedim bile. Siz 90 dakika futbol oynayacaksınız, 90 dakika koşmadan mı futbol oynayacaksınız, artık koşmadan futbol yok, dünyada önde olacaksınız, daha yeni başlıyoruz” dedim.

    Bu kondisyon çalışmaları Türkiye’de ilk Fenerbahçe’de başladı. Sonrasında bir konuşma daha yaptım ve kızarak, “Can, koşamıyorsan çık arkadaşlarının arasından” dedim. Ve takımdan çıkardım onu, arkasından da “başka koşamayacak var mı ?” dedim. Baktım kimseden ses yok, biz antrenmana devam ettik bir süre sonra Can da bize katıldı.

    Ve ikinci devre ilk maçımız Kasımpaşa ile. Onları 3-0 yendik. Arkasından Altınordu, Göztepe 4-0, 3-0 sonuçlarla hepsini ezdik, geçtik. Avrupa çapında takımlardı onlar. Sonra da Beşiktaş, Galatasaray’ı süpürdük geçtik.

    Takım kazanmaya başlayınca Macar antrenörü de geri getirdiler. Birlikte çalışmaya başladık. O sene liglerdeki ilk şampiyonluğumuzdu (1960-1961). Ertesi sene Miroslav Kokotovic (1962-1964) vardı, ben çalışmayı bırakmıştım ama mağlup olunca o kaçtı ve yine beni getirdiler takımın başına. Ve o sene de beni yönetime aldılar, futbol takımımın sorumlusu olarak göreve başladım. Başkanımız İsmet Uluğ ile birlikte çalıştık.

    Yıl 1964-65 Antrenör İngiliz Oscar Hold. Yine tüm görevi beraber üstleniyorduk, benim Amerika’dan getirdiğim kronometrem vardı, onunla futbolcuları çalıştırıyorduk. Hiç unutmam; çocuklar onları koşturmayalım diye kronometreyi yok ettiler.

    Çok zor geliyordu koşmak. Aralarında bir futbolcuyu yok etmek istiyorlarsa 10 metre uzağa top atıyorlardı ki koşsun yorulsun yorulunca da bir daha oynayamasın. 

    Fenerbahçe Müzemize her geçen gün yeni bir kupa, yeni bir madalya ekleniyor. Siz Eski Sporcular Derneği Başkanımız olarak eski sporcularımıza neler öneriyorsunuz? 

    Fenerbahçe’nin büyük bir mazisi ve tarihi var. Tüm eski sporcularımızın ellerinde bulunan madalya, kupa, resim ve evraklarının müze kurulumuza iletilmesi gelecek nesillerimiz açısından çok önemlidir.

    Ailenize bırakacağınız bu objeleri sadece aileniz ve çevreniz görür; fakat müzemize devredilen bu mirası milyonlarca Fenerbahçeli müzeyi her ziyaret ettiğinde görebilir. Müze Fenerbahçe’nin tarih kitabıdır.

    1940 yıllarında kazandığım madalyaları İstanbul Erkek Lisesi’ne götürdüler. Normandiya çıkartması madalyası çok az insanda vardır. Ama bu madalyada asıl hak sahibi Fenerbahçe Spor Kulübü’dür. O Fenerbahçe’ye aittir.

    Bütün yarışlarda madalya veriyorlar ama bu madalyanın özelliği bir kereye mahsus olarak verilmesiydi.

    Bunun dışında Kral Faruk’tan aldığım madalyalar ve diğerleri hepsi şu an müzede sergilenmektedir. Bilhassa onu ve diğer madalyalarımı kulübüme verdim.

    Gördüğünüz gibi evde hiçbir şey kalmadı. Müzede muhafaza ediliyorlar. Bu da benim için ayrı bir onur ve gurur kaynağıdır.

    En beğendiğiniz futbolcular kimlerdi? 

    Ogün Altıparmak, Lefter ve Can Bartu’yu çok beğenirdim.

    Bir iki kaptan sayarsam bunun birisi Can Bartu’dur. Çünkü Can Bartu’yu futbolculuğunun dışında kaptan olarak da çok beğenirdim. Nedeni ise: O hem takıma hâkimdir hem de yurt dışında da futbol oynadığından deneyimli ve yeteneklidir. Hatta basında da çok sevilen bir insandı. Fenerbahçe’den gitmesini çok istemişlerdi. Ben karşı çıktım. 

    Nasıl karşı çıktınız, neler yaşandı? 

    Can Bartu hala bilmez ne olduğunu, o sene Can takım kaptanı ve Can’ın transfer senesiydi. Transferde komite başkanıyım, tek tek çağırıyoruz, konuşuyorum yönetim de karar veriyor. Yalnız bu toplantıdan evvel yönetimde olan Suphi Ergül, Necmi Kurtuluş, Sadun Erdemir, Kemal And benimle bir yemek yemek istediler.

    Caddebostan Yelken Kulübü’nde bir öğlen yemeği yedik. “Kadıköy grubu olarak bir toplantı yaptık, Can Bartu’nun satılmasını istiyoruz” dediler. Tabii benimle de ters düşmek istemiyorlar. Kadıköy Grup Başkanı Semih Bayülken “Eşref’le konuşun ikna edin Can Galatasaray’a gitsin ve Fenerbahçe’den uzak kalsın, ilerde bu bize sorun olacak, Can ne isterse istesin satın” demişler. Bana böyle anlattılar.

    Onlara Can’a ihtiyacımız olduğunu söyledim. Fakat başka çare olmadığını söylediler. Güldüm, antrenman sonrası Can’a “Sen Sirkeci’ye iş yerime gelebilir misin?” dedim.

    Ertesi günü Can geldi. “Gel dediniz geldim, ben ilk defa bir yöneticinin işyerine geliyorum” dedi.

    “Can senden bir şey isteyeceğim, öbür gün transfer için sizleri çağıracağız, kaç lira düşünüyorsun diye soracağız, sen kaç düşünüyorsun” dedim.

    “Öbür oyunculara 70-80 bin dediniz, herhalde bana daha fazla verirsiniz” dedi.

    “Bak sen geleceksin, ben para falan istemiyorum diyeceksin, ben Fenerbahçe’de bu kadar oynamışım seneye jübilemi yapıp futbolla ilişkimi Fenerbahçe’de bitireceğim diyeceksin” dedim.

    “Tamam, Eşref Ağabey sen öyle istiyorsan öyle derim” dedi.

    “Bana bırak” dedim.

    Ertesi gün yönetim kurulunda Rüştü Dağlaroğlu da var. Selim Soydan geldi. Şükrü Birant geldi. Ve sonra sıra Can’a geldi. Faruk Ilgaz’ın yanında oturuyorum.

    Önce ben konuşuyorum; Can’a “Bizim kafamızda var bir rakam ama herkesin fikri olsun senin kafanda ne var” dedim.

    “Ben para istemiyorum” diyerek aynen benim kendisine dediklerimi tekrarladı.

    “Tamam git” dedim, gönderdim.

    Herkes söyleniyor. “Can kalıyor çünkü hiçbir şey istemeyen adamı ben satamam” dedim.

    Dedim demesine ama yüz bini de sonradan Can’a verdim tabii. Sonra bütün mesele anlaşıldı. Semih Bayülken ile Muhittin Burgulu ilk seçimde beni sildiler. Ama o sene Can’ın sayesinde 8 puan önde şampiyon olduk. 

    Fenerbahçe’de oynayan her futbolcunun duruşu davranışları bir Fenerbahçeli gibi olmalıydı. Bunun bilinciyle, onları çalışma saatleri dışında da gözlemliyordunuz… 

    Geceleri bile futbolcuların evlerini dolaşırdım. Selim’in evine gittim. Eşi Hülya Koçyiğit çıktı, evlenmişlerdi. “Hemen Selim nerede” derdim. Hülya çok hanımefendi bir insandı; çaylar, kahveler, ikramlar.

    Hepsinin evine gidiyordum, Yılmaz Şen, Yaşar Mumcuoğlu…

    Oyuncuların özel sorunlarını da paylaşıyordunuz… 

    Tabii ki, hepsiyle ayrı ayrı ilgilenirdim.

    Kaleci Datcu vardı, bir gün kampa geldi.

    Selim Soydan dedi ki “Datcu ile konuş, morali çok bozuk.”

    “Hayrola” dedim.

    “Yok bir şey, eşimi düşünüyorum, ev sorunu hala çözülmedi” dedi.

    Ertesi gün de maçımız var. “Sen yarınki maçı düşün.” dedim.

    Pazartesi sabahı kulübe saat 10.00’da geldim. Yönetime durumu anlattım.

    “Otelde kalıyorlarmış, perişan durumdalar” dedim.

    “Hayır, evde kalıyorlar” dediler.

    Reşat Dermanver’e “Sen evi biliyorsan, beni götür” dedim.

    Beraberce gittik,  kapıyı başka insanlar açtı. Datcu haklıydı, evi başkasına vermişler. Dönüp sorunu anlattım.

    “Size yarına kadar, tam 24 saat müsaade; yoksa 25. saatte bu kulüpten içeri giremeyeceksiniz” dedim.

    O sorun da öyle çözümlenmişti. 

    5 kupayı aldığımız sene (1968), Ogün Altıparmak geldi

    “Ağabey benim bonservisimi ver, Amerika’ya gideceğim, beni istiyorlar” dedi.

    “Peki, oğlum, yalnız bir şartım var; sana ihtiyacım olursa isteyeceğim ve hemen geleceksin” dedim ve gitti.

    Bize Manchester çıktı. Ogün’ün adresini aldım. Gündeme sundum Ogün’ün çağrılması için. O toplantıda “Manchester’ı mı eleyeceğiz, Ogün’ü çağırmak çok para, boş ver” dediler.

    Ben ısrar etmedim, ama kafama da takıldı, uyuyamadım. Suat Belgin vardı, Büyük Fikret kaza geçirdiği için adresi ondan istedim.

    Ogün’e “Acele çarşamba burada ol, yönetim kurulu parayı çok buldu ama ben bu parayı öderim” dedim. Ve Ogün geldi.

    “Sen nerden çıktın?” demiş herkes.

    “Eşref Ağabey çağırdı” demiş.

    Benim için “Zengin adam, savuruyor” demişler.

    “Doğru kampa git” dedim.

    Ignace Molnar antrenördü. Ona Ogün’ü takıma koy, forvet oynatacağız dedim.

    O maçta bir golü Ogün attı ve maçı 2-1 kazandık. Ogün Amerika’ya bir daha dönmedi, burada kaldı ve hayatı değişti.  

    Amerika’da üniversitede spor, ekonomi ve işletme eğitimi aldınız. Fakat ekonomi eğitiminizde bir ders yüzünden diplomanızı alamadınız. Ve hata olduğu anlaşıldığından diplomanızı 50 sene sonra torununuzla birlikte aldınız… 

    Evet, 50 sene sonra torunum Nate ile beraber gittiğimizde diplomamı verdiler. Torunum Nate de Nebraska Üniversitesi’nde şampiyon bir atlet olarak okuyup, koşmaktaydı.

    Amerika’da iki diploma almam lazımdı. Birini eksik kredim olduğu zannedildiği için vermediler; hâlbuki yokmuş, bir hata olmuş. Durumu tekrar açıkladım kendilerine; bir ders varmış borçlu hukuk dersi, Amerikan hukuku ile ilgili olarak gerekmeyecek diye almamıştım. 50 sene sonra kabul ettiler ve ben de 50 yıllık küçük bir gecikmeyle diplomamı 18 Aralık 1998’de Nebraska Üniversitesi okul yönetiminin düzenlediği özel bir mezuniyet töreniyle aldım. 

    Yaptığım araştırma sonucu 1958 yılında verdiğiniz bir demeçte Fenerbahçe Stadı’nın 100.000 kişilik olması gerektiğini söylemiştiniz. Hâlbuki söylediğiniz yıllarda stat 7.000 kişilik olup 3000-4000 kişilik kapalı tribünü vardı. 100.000 o yıllar için çok iddialı bir sayıydı…

    O zamanlar 3000-4000 kişilik kapalı tribün vardı. Fenerbahçe’nin 100.000 kişilik stada ihtiyacı olduğu o zamanlardan görünüyordu.

    Maçlardan bir gün önce geceleri uyanır bakardım yağmur var mı diye panik yapardım. Prim ödeyeceğiz, kulübe kazanç sağlayacağız ancak böyle ayakta duruyorduk. 50 sene evvel o zaman ki gazete kupürlerinde vardır doğru.

    Taraftarlara mesajınızı alabilir miyiz? 

    70 seneye yakın sporun içindeyim, taraftarlarla da iç içeyim. O günden bugüne kadar taraftarla yakından ilgileniyorum.

    Bir kere şunu söyleyeyim; Fenerbahçe sevgisi o zaman 10 ise şimdi 100! Çok büyük saygı duyuyorum, onur duyuyorum, gururlanıyorum, iftihar ediyorum.

    Biz bu hizmeti yaparken her zaman isterdik ki Fenerbahçe’yi sevsinler, müsabakalara gelsinler, Fenerbahçe’yi alkışlasınlar, amacımız buydu. Şampiyon olalım onları mutlu edelim ve onların mutluluklarından mutluluk duyalım ama bugün çok olumlu ve çok büyük değişiklikler var.

    Ben iki sene evvel bir maç öncesi Kalamış’ta bir restoranda var, oraya gittim. Orada gördüm aynı heyecanı. Amerika’da taa o yıllarda maçlardan evvel aynı bu coşku olurdu. Hatırlıyorum 5 kupayı aldığımızda bir merasim yapmıştık. İlk defa yapılıyordu, basından Erdoğan Arıpınar kutlama organizasyonu teklifiyle Başkanımız Faruk Ilgaz’a gittiğinde Başkan “Böyle bir büyük organizasyon yaparsak camia iyi karşılamaz” demişti. Ve konuyu bana yönlendirdi. Organizasyon gerçekleştiğinde Fenerbahçe camiası Başkan Faruk Ilgaz’ a “Bu kadar sene şampiyon olduk, böyle merasim yapmadık.” demişlerdi. Ben bunu Amerika’da gördüğümden yaptım.

    Bir de kötü söz ve hakaretlere karşıyım o da kaldırılmalı. 1980’e kadar böyle bir şey yoktu taraftar yapmadı bunu. Bu sözlerim tüm Türk futbolu adına.

    Çocukluğumuzda kafamızı havaya diker dört genç havaya bakardık, gelen bakar, giden bakardı. Galata Köprüsü’nde bir yere baktı mı herkes bakıyor birisi bir şey yaptı mı herkes yapıyor. Bu yöneticiler topluluğu bu tarafa bak diyecek bunu toparlamak yine yöneticilere düşer.

    Sibel Kurt – Eşref Aydın Röportajı – Fenerbahçe Resmî Dergisi

  • Şenol Birol Gool

    Şenol Birol Gool

    Ses dergisinin “Şenol Birol Gool” filmini konu alan kapağını hepimiz biliyoruz ama içeriği görmemiştik. Haluk Kılıç ağabeyin arşivinden… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şenol Birol Hani Gol?

    Futbol yıldızı Galatasaraylı Metin Oktay’ın “Taçsız Kral” filminden sonra Fenerbahçeli Şenol ile Birol “Şenol, Birol, Gool!” adlı bir film çevirdiler. Filmin enteresan tarafı genç kız rolündeki Fatma Girik’in “koyu” bir Beşiktaşlı olmasıdır. Bu yüzden çıkan dedikodular, Fenerbahçe’nin son yenilgileriyle birleşince bazılarının zihinlerinde bir soru işareti yarattı.

    Maçta

    Dolmabahçe Stadı’nın tribünlerinde eski bir futbolcu… Avucunu çenesine dayamış, oturuyor. Sahada sarı – kırmızı formalı Galatasaray’la, siyah-sarı formalı Beykoz oynuyor. Hani formalar olmasa bizim “aslan” Galatasaray’ı tanıyamayacağız. Beykoz bir penaltı kazandı. Eğer penaltıyı dışarı atmasaydı, maçı Beykoz almış olacaktı. Neyse, “şanlı mazi”yi sık sık anarak maçın sonucunu gördük sıfır sıfır berabere kalarak sahadan çıktılar.

    Şimdi Fenerbahçe ile Vefa takımları çıkacak. Hani geçen yılın şampiyonu ile bu yılın ikinci kümeden yeni gelen mütevazı Vefa takımı… Stad parlak sonbahar güneşi altında pırıl pırıl. Heyecan, zevk, ıslık, kaynana zırıltısı, her şey tamam. Yer altındaki tünelden sarı – lâcivert çizgili bir futbolcu görününce sanki kıyamet koptu… Uzaktan kurşun askerler, minyatür oyuncaklar gibi birbirine benzeyen on bir kişi koşarak geldiler, ortada halkı selâmladılar. Eli çenesine dayalı eski sporcunun gözleri ümitle parladı. Çünkü aynı takımda yıllarca sol açık oynamış, Millî Takımın her maçına katılmış, sayısız gollerin atılmasına sebep olmuş, üzülmüş, sevinmiş, fakat çok defa sevinç gözyaşları dökmüştü. Oysa kırk yaşından elliye yaklaşan eski “usta” bu maçın daha ilk yarısında takımı sıfıra karşı iki golle yenik duruma düşünce acı acı ağlamaya başlayacak, sonra da arkadaşlarının kolunda bir harp yaralısı gibi otomobile konup evine gönderilecekti… Zira “Şenol, Birol, Gool!” diye taraftarlar istedikleri kadar bağırsınlar Fenerbahçe son beş maçında 10 gol yemiş, ancak 2 gol atabilmişti. Hâlbuki geçen yıl bunun hep aksi olurdu, Fener 2 gol yerse on gol atardı?

    Tribündeki idarecilerle eski sporcular iki devre arasında “Takımı siz bu hale getirdiniz” diye birbirlerine girmişlerdi. Herkes bir şey söylüyor, her kafadan bir “çare” çıkıyordu. Ama bir taraftar ortaya şöyle bir soru attı:

    “Yahu, Şenol ile Birol’dan gol bekliyorsunuz, ama pek safdilsiniz. Onlar golleri çevirdikleri filimde atıyorlar, Dolmabahçe’de atacak gol kalmıyor ki?”

    Film Setinde

    “Şenol, Birol Gool!” filminin setinde futbolcu – aktörlerin çalışmasını seyrediyoruz. İkisi de utangaç, ikisi de ürkek… İlk defa adım attıkları sinema dünyasında projektörlerden önce, gözlerini kadın yıldızların “serbestliği” kamaştırmış…

    Bizim yerli filmlerin kadın artistleri, alışılmadık sert içkilere benzerler. Yeni jönlerimizin o yüzden başları çabuk döner, hemen sarhoş olurlar. Bir Sevda Ferdağ, bir Leylâ Sayar, bir Türkân Şoray ile yan yana filim çevirmek Afrika’da aslan avlamaktan daha tehlikelidir. Dünyanın her tarafında böyle olur.

    Meşhur sporcular da bir iki filim çevirip, hayranlarına, kendilerini sahalarda seyretmeye doyamayanlara bir “gösteri” de bulunurlar. Bizim Şenol ile Birol da hayatlarının “tek” filmini çevirdiklerini biliyorlar. Tek filmlerini yerli filim piyasasına pahalı bir gol gibi atıp kendi alanlarına dönecekler. Ama bir film onları on maçtan fazla yormuş.

    Şenol:

    “Film çevirmek futbol oynamaktan zormuş… Çünkü Gülsün Kamu, Fatma Girik, Sevda Ferdağ gibi kadınlarla sevişmemizi istiyorlar. Hâlbuki ben meşin topla sevişmeye, oynaşmaya alışmış bir insanım. Sonra, alenen, bir hayli insanın gözü önünde sevişmek de bana pek ters geliyor. Hani, karşınıza Candemir gibi bir bek çıkar da nasıl zorluk çekersiniz, ondan beter…”

    Beşiktaşlı Casus

    Rejisör Nejat Saydam duymadan, settekilerden “birinin” kulağıma fısıldadığına göre Fenerbahçe’nin boyuna yenilmesinin sebebi sadece Şenol ile Birol’un değil, Şükrü, Aydın, Ali İhsan, Ogün gibi profesyonel futbolcuların filim setinde arkadaşlarına katılıp oynamalarıymış!

    Fenerli taraftar:

    “Fatma Girik, Beşiktaşlıdır. Vaktiyle kaleci Varol’u nasıl ‘Yok ol’ haline getirdiğini bilirsiniz. Şimdi biraz daha gayret ederse Beşiktaş’ı şampiyon yapacak. Malum ya, rejisör Memduh Ün de vaktiyle Beşiktaş’ta Baba Hakkı ile yan yana oynayan meşhur Artist Memduh’tur» dedi.

    Filimde Birol çok ciddi görünüyor, kardeşi rolündeki uçarı çapkın Şenol’a boyuna nasihat veriyor. Her iki futbolcu – aktör bu rolleri için 60.000’er lira alıyorlar. Rol arkadaşları arasında Muallâ Sürer, Nubar Terziyan, Necdet Tosun var. Filmin yöneticisi Nejat Saydam’a göre Şenol, yerli filmlerdeki jönprömiyelerin birçoğundan daha iyi rol yapıyormuş. Birol da “ciddi adam” rolünde başarılıymış. Önceleri Fenerbahçe Kulübü itiraz etmiş, “Bakın Metin bir filim çevirdi, hâlâ sakatlığı geçmedi, bizimkilere de bir şey olursa bu yıl şampiyonluk Kadıköy sahillerinden Beşiktaş kıyılarına kaçar” diyormuş.

    Şimdi dedikoducular derler ki, sette sahneler değişirken oyuncular dinleniyor, fakat “Beşiktaş Casusu” Fatma Girik, Mata-Hari’ye taş çıkartacak bir maharet gösteriyor ve iki “Fenerli”yi yormak için elinden geleni ardına koymuyormuş.

    Sonra, Fatma Girik, filimde “masum” sevgili rolünde oynadığı halde, yeşil çimen çayırda yuvarlak meşin topu kapıp bir Şenol’a bir Birol’a durmadan “pas veriyor”muş. Şenol ile Birol’un projektörler karşısında döktüğü kilolarca ter yetmiyormuş gibi, bir de saatlerce süren Fatma’nın “oyununa gelmeleri” nefeslerini tüketip bitiriyormuş. Vefa Antrenörü Molnar “Fener havadan oynamaya başlamış. Onun için yenildi” diyor ya, işte Fenerlilere havadan oynamayı da Fatma öğretmiş.

    Gerçi dedikoducular her yere burunlarını sokuyorlar. Ama futbolcular ayaklarını filim plâtolarına sokarlar da ağzı torba olmayan gevezeler dururlar mı?

    2 Ekim 1955 – Ses Dergisi


    Saati Unuttun mu? Şenol, Gülsün Kamu namındaki takma sarı saçlı, Kleopatra burunlu, güzel sesli, ince kemikli fakat ateşi 40 derece civarında dolaşan sevgiliyle dans ederken “ağabeyi” Birol yanına sokulup “Yarın sabah maç var, saat aklına gelmiyor mu?” diye ikaz ediyor.

    Malzemeci Necdet… Dolmabahçe Stadı’nın hamamında yıkanmak, hele biraz önceki maç kazanılmışsa çok tatlı olur. Espriler, nükteler birbirini kovalar. Şişman Necdet de hepsine gazozları bir bir dağıtır. Fotoğrafta Aydın, Ogün arkadaşları Şenol ve Birol’a filminde bile yardım ediyorlar.

    Sevda, Takımı Yatırdı… Futbolcuların kamplarına kadın gelmesi, veba illetinden daha tehlikeli olur. İdareciler bunu bildikleri için telefonlara bile sansür koyarlar. Ama Savda Ferdağ, her zaman olduğu gibi gene bir yolunu bulup “sevgilisi”ne koşmuş, Şenol’u baştan çıkarmak istiyor…

    Bir Çiçek, İkі Böcek… Şenol ile Birol’un arasına giren Fatma Girik iki kardeşle birlikte filimde hayli maceraya sebep oluyor. “Şenol, Birol, Gool!” adlı film, Metin’in oynadığı “Taçsız Kral”dan sonra bu yıl yapılan ikinci “sporcu filmi”dir.

    Her Yerde Fatma Var! Adamo’nun meşhur şarkısı “Her yerde kar var” gibi, her delikten Fatma çıkıyor. Filimde Şenol’un “masum” sevgilisi rolünde oynayan “siyah” saçlı, “beyaz” tenli Fatoş, dinlenme sırasında da iki kardeşi eğlendirip güldürüyor. Onlara kendi eliyle pikniklerde çaylar pişiriyor.
  • 28 Şampiyonluk Yolu

    28 Şampiyonluk Yolu

    9 Eylül 2023 tarihinde yapılan Fenerbahçe Olağanüstü Tüzük Tadili Genel Kurulu‘nda Yönetim Kurulu Üyemiz Sayın Simla Türker Bayazıt‘ın fikri, emeği ve uygulamasıyla hayata geçen 28 Şampiyonluk Yolu, büyük ilgi topladı.

    Unutulduğunu düşünen sporcu aileleri de büyüklerini bu yolda görünce çok mutlu oldular…

    Görselleri seçme ve metinleri yazma onurunu bize layık gördüğü için Simla Hanım’a sonsuz teşekkür ediyor, kronolojik sırayı herkesin görebilmesi için sitemizde de paylaşıyoruz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu




    1907’den bugüne Fenerbahçe ve Türk futbol tarihini izlediniz.

    Ülkemizde 1923’den sonra başlayan ve günümüzde halen devam eden “ulusal” futbol organizasyonları hem tarihi hem de hukuki olarak devamlılık gösteriyor.

    Türkiye Futbol Birinciliği ve Milli Küme, 1959 yılı itibariyle “Milli Lig” adını aldıktan sonra, günümüzde ise “Süper Lig” ismiyle devam ediyor.

    Türk futbolu, kurumsal kimliğini kazandığı 1923 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî tüzük ve kanun maddeleri ile yönetiliyor.

    Tüm bu gerçeklerden hareketle;

    Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunu ve 1959 öncesini inkar etmek

    TARİHİ İNKAR ETMEK,

    ÜLKE FUTBOLUNUN GEÇMİŞİNİ YOK SAYMAKTIR!

  • 28’in Gol Kralları

    28’in Gol Kralları

    “Fenerbahçe’nin 28 Türkiye şampiyonluğunun en çok gol atan oyuncuları kimlerdi?” sorusunun yanıtını derleyelim, istedik. Huzurlarınızda 28’in gol kralları!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    28’in Gol Kralları

    SezonGolOyuncu
    1932-193317Zeki Rıza Sporel
    1934-193513Fikret Arıcan, Muzaffer Çizer ve Namık Erbay
    1936-193719Esat Kaner
    1939-194051Melih Kotanca
    1942-194319Melih Kotanca
    1943-194431Müzdat Yetkiner
    1944-194531Melih Kotanca
    1945-194621Melih Kotanca
    1949-195024Lefter Küçükandonyadis
    1958-195919Şeref Has
    1960-196117Lefter Küçükandonyadis
    1963-196417Aydın Yelken
    1964-196512Ziya Şengül
    1967-19688Ogün Altıparmak
    1969-19707Ogün Altıparmak
    1973-197415Cemil Turan
    1974-197511Cemil Turan ve Osman Arpacıoğlu
    1977-197817Cemil Turan
    1982-198319Selçuk Yula
    1984-198514İlyas Tüfekçi
    1988-198928Aykut Kocaman
    1995-199622Elvir Boliç
    2000-200114Haim Revivo
    2003-200424Pierre Van Hooijdonk
    2004-200523Alex de Souza
    2006-200719Alex de Souza
    2010-201128Alex de Souza
    2013-201416Moussa Sow
  • Şeref Has Röportajı

    Şeref Has Röportajı

    Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Şeref Has röportajı ile karşınızda… Ağabeyi Mehmet Ali Has’tan sonra, Fenerbahçe’de 5 şampiyonluk yaşayan Şeref Has tarihe geçmiş kahraman bir futbolcuydu. Nur içinde yatsınlar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Özlenen Kaptan

    Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Şeref Bey?

    Annem, ablalarım ve futbolcu büyüğümüz ağabeyim Mehmet Ali Has hepsi Fenerbahçeliydi. Ben de onların bu sevgisini görerek Fenerbahçeli oldum. Zaman içinde de bu sevgim ve ilgim arttı.

    Spora Beyoğluspor’da başladınız…

    Futbola aşırı bir sevgim ve merakım vardı. Beni Beyoğluspor’a Raif Dinçkök aldı. Kendisi İsmet Uluğ zamanında başkan vekiliydi. 5000 TL’ye aldı, 5000 TL de kendisi verdi. 10.000 TL’ye bir daire geliyordu. İyi bir rakamdı. Beyoğluspor’da bir sene oynadım. Altyapıda yetiştim. Fakat hedefim Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oynamaktı.

    Ve hedefinize ulaştınız. Fenerbahçe’ye transferiniz nasıl gerçekleşti?

    Benim futbol hayatım Fenerbahçe genç takımında Sabri Kiraz hocamızla başladı. Can Bartu, rahmetli Avni Kalkavan ve ben genç takımda beraber yetiştik. Kabataş Lisesi’nde okuyordum. 18 yaşında iken Büyük Fikret bizi A takımına aldı. 1956-1957 sezonu. Bizi Moskova’ya götürdüler. O zaman değerli sporcularımızla on beşer dakika oynamıştık. Çok büyük oyuncular vardı, ağabeyim Mehmet Ali Has, Burhan Sargın, Lefter, Küçük Fikret, Donanma Kamiller. O zaman böyle kaliteli bir takımda oynama şansını yakaladık. Çok gençtik. Etap etap Can Bartu ile maç bitimine doğru oyuna girerdik. Fikret Arıcan bizi alıştırıyordu. 14 yıl Fenerbahçe’de oynadım, 7 kez kaptanlık yaptım, 169 gol attım. Ama maalesef sakatlığım nedeniyle Manchester’da oynayamadım. Ogünler, Çevrimler, Ziyalar, Puşkaşlar, Canlar, Şükrüler bu takımla 6 şampiyonluk yakaladık. Fenerbahçe’de bu gördüğümüz üç yıldızdan birini bizim ekibimiz aldı. Müthiş bir duygu öyle bir yaşıyorsunuz ki rüya gibi…

    Şeref Has Röportajı

    Araya vatan hizmetiniz girdi. Ordu milli takımında oynadınız…

    1958’de askere gitmiştim. Askere gittiğimizde hemen ordu milli takımına aldılar. B milli takımına seçildim, oynadım üç maçtan sonra A milli takımına çıktım.

    Milli takımda da hem oynadınız hem kaptanlık yaptınız…

    48 defa milli oldum. 7 defa kaptanlık yaptım. Milli takımın 17. kaptanıydım. En büyük düşüm milli formayı 50 kez giymekti. Sakatlığım nedeniyle 48 kez giyebildim. Kısmet bu kadarmış.

    Kırılamamış gol rekorunuz var… 

    Evet. En büyük gol kralı Zeki Rıza Sporel. O’nun rekorunu Lefter kıramamış. Lefter’in rekorunu da Cemil ile ben kıramadım ama bizim altımızdan gelenler de bizim rekorumuzu hala kıramamış. 

    Kafa golleriniz de çok ünlü…

    Diyebilirim ki 50-60 tane kafa golüm var, diğerleri sağ sol ayak goller…

    Yıl 1966 Fotospor’un açtığı yarışmada yılın sporcusu seçildiniz. Ve yine Güneş gazetesinin yaptığı Fenerbahçe tarihinin altın karmasında yer aldınız. Bu efsane isimleri bir kez daha hatırlayalım: Selahattin – Şeref – Cihat – Basri – Küçük Fikret – Alpaslan – Can – Lefter – Cemil – Büyük Fikret – Zeki Rıza…Bu isimlerin hepsi çok değerli. Bizimle paylaşacağınız anılarınız var mı?

    1963-1964 sezonunda lig şampiyonu olmuştuk. Galatasaray da Türkiye Kupası’nın şampiyonu. Şampiyon olduktan sonra federasyon bir karar aldı. Galatasaray ile Atatürk Kupası oynanacak. Maç başladı. İlk golü yedik. Bazı idareciler eleştirmişti: “Neden bu maçı kabul ettiler” diye. Sonra 2. yarıya çıktığımızda içerde yemin ettik ve hep beraber “Biz Fenerbahçe oyuncusuyuz, her şeyimizi bu maça vereceğiz” dedik. O maçı 3-1 kazandık, ilk ve son golü Ogün Altıparmak, 2. golü de ben atmıştım. Atatürk Kupası’nı aldık. Yine Ankara’da Beşiktaş ile özel bir maç yapıyorduk, gece maçıydı. Ben de böyle 30 metreden falandı kale tarafından gelen topa köşeye doğru müthiş bir şekilde vurdum top takıldı, öyle yere düştü, ben de golü attım. Ankara’da bir gece maçında Ankaragücü ile oynuyoruz. Lefter, Can orta sahada ben forvette bir frikik oldu, hakem düdük çalmadan Lefter golü attı hakem vermedi, tekrarladı bir daha vurdu aynı köşeden gene gol oldu müthiş bir şeydi. Lefter ağabeyimin bu golünü hiç unutamam.

    Şeref Has Röportajı

    Derbi maçlarında neler yaşardınız?

    Biz derbi ve tüm maçlara “Maçı kazanacağız, bu maçı alacağız; taraftarımızı, kendimizi, yöneticilerimizi, teknik heyetimizi mutlu edeceğiz” diyerek çıkardık. Kazanma azmiyle… Futbol bu kazanırsın da kaybedersin de bu her zaman öyle ama hep kazanmak için çıkılır. Birinci yarıda gol yiyip soyunma odasına döndüğümüzde “Çocuklar maç henüz bitmedi, bu maçı kazanacağız, yediğimiz golleri unutun sanki maç yeni başlıyor 0-0’mış gibi tekrardan başlayacağız” diyerek konuşmalar yapardık. Hakikatten kazanırdık. Kaybettiğimiz zaman ise soyunma odasına döndüğümüzde kimse bir diğerini suçlayacak hiçbir laf etmezdi. “Sen hata yaptın da bunu kaçırmasaydın da” diyerek maç hakkında asla konuşmaz, duşumuzu alır eve giderdik.

    En mutlu olduğunuz an?

    Fenerbahçe’de şampiyon olduğumuzda kupayı kaptığımız zaman. Derbi maçlarını kazanmamız da her zaman ayrı bir coşku olurdu.

    Çok teknik direktörle çalıştınız.

    Tabii 13 senede çok teknik direktör geçti. Fikret Arıcan, Abdullah Gegiç, Molnar, Oscar Hold, Kokotoviç, Szekely… Hepsi ayrı bir öğretici, ayrı bir teknikti. Onlarla Balkan Kupaları’na gittik, UEFA maçlarına gittik. UEFA’da 2 maç direnip 3. maçta eleniyorduk. Artık bundan sonrasında yeni oyuncularımızdan beklentimiz bizim alamadığımız UEFA Kupası’nı getirmeleri. Hep birlikte onlara tam desteğimizi vereceğiz.

    Uğurlarınız var mıydı?

    Uğurlarım yoktu. Mesela “13” numara uğursuz derlerdi dolabım “13” numaraydı. “Lütfen değiştirin” demedim. Yalnız sahaya çıkarken hepimiz sağ ayakla çıkardık. Tüm futbolcuların alışkanlığıydı.

    Şeref Has Röportajı

    Örnek aldığınız oyuncular?

    Büyüklerimiz ağabeyim Mehmet Ali Has, Lefter, Küçük Fikret, Burhan Sargın, Suphi Bey, Halit Deringör, Basri Dirimli, Naci Erdem gelmiş geçmiş en iyi futbolcular. Hangisini örnek almazsınız ki.

    1950’li yıllarla bugünü karşılaştırırsak hangi futbol daha kaliteli?

    Formalar yağmur geçiriyordu, karda, buzda, kumda her şartta oynanırdı. Bizim oynadığımız zeminde at koşmazdı. Top sekmezdi. Dolmabahçe Stadı’nda ayağını uzatıyordun, top sekiyor kafana çarpıyordu. Bizim zamanımızda oyuncularımız bu kötü koşullarda bile 20-25 metreden kendi oyuncularının ayağına top atıyordu. Bugünkü oyuncular ise 4-5 metrede büyük top kaybı yapıyorlar, O zamanlar bu kadar top kaybı yoktu, alınmasın şimdiki oyuncular ama bizim zamanımızdaki futbol daha kaliteliydi.

    Ya tribünler…

    Tribünler muhteşemdi, kravatlı gelirler, küfür yok, oyuncuları alkışlarlardı. Takım farkı yoktu, çıkışta Beyoğlu’na yürürlerdi. Sporcular da öyle… Oradan evlerin yolu tutulurdu.

    Tabii Avrupa şartları o yıllarda Türkiye ile kıyaslanamazdı…

    Avrupa çok öndeydi, antrenman sahaları, statları daha bir düzgündü. Biz lig maçlarını Dolmabahçe’de oynuyorduk ama bugün stadımıza ve koşullarımıza baktığımda bunlarla gurur duyuyorum. Avrupa’daki birçok kulüpten bile önde.

    Şeref Has Röportajı

    “Sahada menisküs olsam gam yemeyeceğim. Beni en çok üzen sokakta yürürken menisküs olmam” dediniz. Ve futbolu bırakmaya karar verdiniz. Bu Türk futbolu ve sizin için büyük bir şansızlıktı. O yıllarda tüm spor camiası derin üzüntü içindeydi. Hatta o sıralarda dargın olduğunuz söylenilen Fenerbahçe takımının teknik direktörü Molnar’ın “Şeref, futbolu bırakıyoo. Yazık ediyöö, adam gibi bir futbolcu” demekten kendini alamadığı basında yer aldı. Futbolu daha 4 yıl oynayabileceğinizi düşünüyordunuz fakat sakatlığınızın yakanızı bırakmayacağı inancıyla o yıl (1969) jübilenizi yaptınız. Çok parlak, şovlu ve ihtişamlı geçti… Başlama vuruşunu Sayın Hülya Koçyiğit yapmıştı. Maalesef erken bir “Allahaısmarladık” dediniz… O geceyi anlatır mısınız?

    Dün gibi hatırlıyorum. 29 Haziran 1969. Mithatpaşa Stadı’ndaydı. Şovla başladı. Artistlerle jokeyler arası bir müsabaka gerçekleşti. 1-0 jokeylerin galibiyetiyle başlayan bu maçta artistlerin kalesini koruyan Fikret Hakan ve rahmetli Öztürk Serengil sakatlanarak oyundan çıkmışlardı. Ondan sonra oynanan Galatasaray- Fenerbahçe maçı. Fenerbahçe’nin galibiyetiyle sona erdi. Sonrasında benim veda törenim başladı. Yine takım kaptanı olarak sahaya çıktım. Almanların “Harika çocuğu” gol kralı Uwe Seeler’i ve o sıralarda Almanya’nın Hamburger SV Takımı’nda oynayan eski Fenerbahçeli kalecimiz Özcan Arkoç’u davet etmiştim. 30.000 kişi gelmişti. Stat doluydu. Kupalar, madalyalar, çiçekler ama en önemlisi bizim takımın ve diğer takımın taraftarlarının, arkadaşlarımın ve yöneticilerimin kucak dolu sevgisi… Unutulmaz bir gece unutulmaz bir jübileydi benim için.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nde yöneticilik döneminiz başladı.

    1981-1983 döneminde Ali Şen Bey’in başkanlığındaki yönetimde bulundum. Yönetimde Abdullah Acar, Ali Dinçkök, Mesut Dizdar gibi arkadaşlarımız vardı. Bu dönemde beş kupa aldık. Türkiye Kupası, TSYD Kupası, Donanma Kupası, Westfalya Kupası, Vatan Kupası. Takımdan Ali Dinçkök sorumluydu, transferleri kendi yaptı, iki tane Yugoslav yıldız getirdi, teknik direktör ise Branko Stankoviç’di. Almanya’dan İlyas Tüfekçi’yi, Trabzonspor’dan Hasan Yıldızeli’ni aldı. O sezon ne kadar kupa varsa aldık. Fenerbahçe tarihine geçtik. Oyuncularla oturup, oyuncularla kalkıyorduk.

    Sonra Türk Futbol Fedarasyonu’nda (TFF) görev aldınız…

    Bir süre de TFF’de milli takım sorumluluğu yaptım. 2000-2001 sezonunda Fenerbahçe şampiyon olmuştu, federasyon olarak kupayı ben verdim. Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanımız Sayın Aziz Yıldırım’ın başkanlığındaydı. Kupayı verirken yaşadığım duygular anlatılmaz. O ne haz o ne sevinç ne büyük bir mutluluk olmuştu benim için.

    Federasyon idareciliği ile kulüp idareciliği arasındaki fark nedir sizce?

    Federasyonda çalışmak güzel tabii. Kulüp idareciliği de güzel. Fakat federasyon idareciliği biraz daha farklı çünkü kulüp idareciliğinde sadece kulübünle ilgileniyorsun fakat federasyonda tüm kulüplerle ilgileniyorsun. Amatör ligden tutun da tüm liglerle… Daha zor tabii.

    Sizce yabancı oyuncu sınırlandırılması tamamen kalkmalı mı?

    Aslında bir kriter getirilmesi lazım. Bence serbest bırakmalı. Yabancı oyuncularda da kulüpler daha titiz ve seçici davranmalı. Kalitesiz oyuncular gelince oynayamıyorlar. Oynayamayınca da paralarını alamıyorlar. FIFA’da çok dosya var. Bu da kulüplere kötü oluyor…

    Şeref Has Röportajı

    Ve bugün Fenerbahçe Spor Kulübü artık bir dünya kulübü olarak görülüyor ve örnek alınıyor. Siz neler söyleyeceksiniz? 

    Benim için gelmiş geçmiş en büyük Başkan Aziz Yıldırım. Alt yapı, stat, bütün amatör branşlar hepsi muhteşem. Tarihe geçecek bir başkan ve yönetim. Kim bir tuğla koyduysa hepsini tebrik ediyorum, sağ olsunlar, var olsunlar. Bunlar çok büyük hizmetler.

    Sizlerin deneyimlerinden yeteri kadar faydalanılıyor mu? Eski bir oyuncu olarak beklentileriniz nelerdir?

    Benim dönemimdeki futbolcuların deneyimlerinden, bizlerden epey yararlanıldı. Bugünlere baktığımda eski futbolcular bildiğim kadarıyla çoğunlukla maçları izlemeye gidiyorlar yani altyapıda görev almıyorlar. Altyapıda çoğunlukla yabancı hocalar var. Biraz daha faydalansınlar, gözlemci olarak Anadolu’da genç çocukları gözlemleyebilirler, oradan oyuncu getirebilirler. Kulüp bu arkadaşlara görev verirse bu arkadaşlarımız da kulübün altyapısına yardımcı olurlar. Bir isteğim de huzurevi projesinin gerçekleşmesi.

    Maçları sık sık takip edebiliyor musunuz?

    Ben de 12 numara taraftarımızla birlikte 12. oyuncu olarak stada geliyorum (Gülüyor). Ali Dinçkök Bey ile beraber seyrediyoruz. Kupa maçlarına dışarı gidiyorum. Fenerbahçe’yi Avrupa’da da takip ediyorum. En büyük dileğim Fenerbahçe’nin maçlarını bu sene her zamankinden fazla yurt dışında seyretmek. Fenerbahçe’nin hedeflerinin artık çok büyüdüğünü görebiliyorum. Sanırım bu hedeflerimiz de gerçekleşecek.

    Bugüne baktığımızda sizi etkileyen oyuncular…

    Tuncay ve Rüştü’yü beğenirdim. Şu an takımda değiller. Fenerbahçe ile özdeşleşmiş olduklarını düşünüyordum. Ayrılmaları beni biraz hayal kırıklığına uğrattı ama şimdilerde her şeye daha profesyonel gözle bakılıyor. Bu açıdan fikir üretemiyorum. Gönlüm futbolu Fenerbahçe’de bırakmalarıydı. Ama kim bilir? Alex’i beğeniyorum. Tabii ki dünya starı Roberto Carlos. Hep beraber izleyip göreceğiz.

    Taraftarlarımız için mesajınızı alabilir miyiz?

    Maç başlıyor ve taraftar müthiş. “Non-stop” susmak yok. 12 numara olmayı fazlasıyla hak ediyorlar. Her zaman temennim Fenerbahçe’nin ayrıcalığını hissettirsinler, centilmenlik örneği teşkil etsinler. Tüm branşlarda verdikleri destek için hepsine teşekkür ediyorum.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Fikret Arıcan Albümü

    Fikret Arıcan Albümü

    “Büyük” Fikret Arıcan… Halit Çapın’ın “Fenerbahçeliler Başkanınızla Gururlanabilirsiniz” dediği “Büyük” Fikret Arıcan albümü ile karşınızdayız… Kahraman futbolcumuzun ailesine ulaşma ümidimizi gerçekleştiremezsek bu müthiş yayınla Fenerbahçe tarihine muazzam bir armağan daha veren kıymetli büyüğümüzün hatıralarını sizlerle buluşturmanın gururunu yaşayacağız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: “Büyük “Fikret Arıcan, Fenerbahçe’nin en çok Türkiye şampiyonluğu yaşayan isimlerinden biri… Yedi şampiyonlukla başı geçen “Naci Bastoncu” ve “Esat Kaner”den sonra Cihat Arman ve Fikret Kırcan ile birlikte kendisinin 6 şampiyonluğu var. Bu zaferlerde 87 maçta 35 golü var… Hepsi nur içinde yatsın…


    “Büyük” Fikret Arıcan Albümü

  • 1980 Fenerbahçe Kongresi

    1980 Fenerbahçe Kongresi

    Geçende yayınladığımız 1979 yılı faaliyet raporunun okunduğu Fenerbahçe kongresi 10 Şubat 1980 tarihinde yapıldı. İlginç hikayelerle dolu 1980 Fenerbahçe Kongresi haberini Milliyet gazetesinden okuyalım.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Başkanlığı’na Razi Trak Seçildi

    Başkanlık seçiminde Razi Trak 435, Firuzan Tekil 153 oy alırken, Yönetim Kurulu seçimini büyük bir farkla Kadıköy grubunun listesi kazandı…

    Eski Başkan Ilgaz, üyelere yaptığı veda konuşmasında, “Fenerbahçe’ye hizmetim geçtiyse helal olsun” dedi… Yeni Başkan Trak, işi nedeniyle kongreden erken ayrıldı…

    Kongre Başkanı Erdemir, üyelerin 10’ar bin lira teberru vermesini isleyen önerge için, “Bana Humeyni de deseniz, bu önergeyi oylamaya koymam” dedi…

    Fenerbahçe Kulübü’nün olağan genel kurulu dün yapılmış ve başkanlığa Razi Trak seçilmiştir.

    Avukat Sadun Erdemir’in başkanlığını yaptığı kongreye 679 üye katılırken, eski başkanlardan Emin Cankurtaran ile bir ara başkanlığı söz konusu olan Cevher Özden’in gelmeyişi dikkati çekmiştir.

    Kongrenin başlangıcında konuşmaların 10’ar dakika ile sınırlandırılması için iki önerge verilmiştir.

    Bu önergelerin verilmesinden sonra Avukat Orhan Ergüder bir konuşma yapmış ve “İki yıldır sabırla beklediğimiz kongrede meseleleri 10 dakikaya sığdıramayız. Sorunların üstüne gitmek için bizi 72 gün daha bekletmeye kimsenin hakkı yok” demiştir.

    Ergüder, yerine otururken de, “Bu önergeleri ücretle tutulmuş kişilerin verdiğini biliyorum” demiştir. Ergüder’in bu sözleri ortalığı karıştırmış, kongre başkanı Sadun Erdemir, “Disiplini bozanı zabıta kuvveti ile dışarı attırırım” diyerek üyeleri uyarmıştır.

    Daha sonra Yüksel Günay önergenin lehinde bir konuşma yapmıştır. Ergüder ve Günay’ın konuşmalarından sonra önerge oylamaya konulmuş ve konuşmaların 10’ar dakika ile sınırlandırılması kabul edilmiştir.

    Gündem gereğince kürsüye yönetim kurulu adına Altan Ayanoğlu gelmiş ve iki yıllık çalışmalarını kapsayan çalışma raporunu okumuştur.

    Gündemin dilek ve temenniler bölümünde Altan Dinçer söz almış ve yönetim kurulunu suçlayarak şunları söylemiştir:

    “Ben bakkala kapıcımı gönderirken 7 kelimeden fazla konuşuyorum. Ama faaliyet raporunda voleybol ve basketbola 7 kelime bile yer verilmiyor. Rezil oluyoruz…”

    Dinçer’in konuşmasından sonra Yeni Kadıköy Grubu’nun başkan adayı Firuzan Tekil kürsüye gelmiş ve “Fenerbahçe’nin yönetiminde ipler başkasının elindeyse ve kukla yönetim varsa, bundan daha vahim durum olamaz” demiştir.

    Yeni Kadıköy Grubu’nun liderlerinden Orhan Ergüder de bir konuşma yapmış ve “Fenerbahçe’yi mutluluğa götürme gayreti değil, sömürme gayreti vardır” demiştir.

    Ergüder, yıllar sonra ilk kez haysiyet divanına da çatacağını belirtmiş ve şunları söylemiştir:

    “Sosyal Tesislerde insanlar havuza atılıyor, kafalarında bira şişeleri kırılıyor. Bana ‘Niçin tesislere gelmiyorsun?’ diyorlar… Gelmiyorum, güvencem yok… Gelmiyorum, param yok… En önemlisi de, bunların hesabını soracak haysiyet divanı yok… Fenerbahçe Türkmen çadırlarına benzetilmiştir.”

    Ergüder, konuşma süresinin kısıtlı olması nedeniyle kürsüden ayrılacağını da söylemiş “Allah sizi inandırsın, bu ve mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğim” demiştir.

    Bu konuşmalardan sonra eski yönetimin başkanı Faruk Ilgaz kürsüye gelmiş ve “1956 yılından beri sürekli görev aldım. 12 yıl başkanlık yaptım. Eğer bir hizmetim olduysa bunu helal ediyorum” diyerek üyelere veda etmiştir. Ilgaz yerine otururken uzun süre alkışlanmıştır.

    Fenerbahçe kongresi devam ederken Razi Trak, İzmir’e gideceğini söyleyerek salondan ayrılmıştır. Trak salondan ayrılırken, “Nasıl olsa başkan seçileceksiniz, ne diyorsunuz” seklinde soru soran gazetecilere, “Fenerbahçe’de önce bu gruplaşmaları kaldırmak gerekiyor. Amatör şubelere gereken önemi verecek ve futbol şubemiz için kendi öz kaynaklarımıza döneceğiz” yanıtını vermiştir.

    Daha sonra, artan yaşam koşulları göz önüne alınarak, yeni yönetim kurulunun bütçesinin yüzde elli oranında artışla kabul edilmesine karar verilmiştir.

    Ayrıca Ali Şen’in yeniden üyeliğe alınması kabul edilmiştir. Bazı konuşmacılar da yönetim kurulundaki titiz çalışması nedeniyle Başaran Ulusoy’u teşekkür etmişlerdir.

    Bu sırada Recai Aslan ve Hanefi Ulutekin, kongre başkanlığına bir önerge vererek, salonda bulunan üyelerin kulübe 10’nr bin lira teberruda bulunmalarını istemişlerdir. Kongre başkanı Sadun Erdemir, “Önergeyi veren arkadaşlarımı biliyorum. Onlar milyon da verse dokunmaz. Bu önergeyi oylamaya koyamam” diyerek reddetmiştir.

    Aidatların yıllık 1200 liraya çıkarılması da tüzüğe uygun olmadığı için kabul edilmemiştir.

    Konuşmaların tamamlanmasından sonra oylama işlemine geçilmiştir. Sadun Erdemir’in oylamanın harf sırasına göre yapılacağını söylemesinden sonra bir üye ayağa kalkmış ve “Yıllardır hep (A) harfinden başlanıyor ve biz saatlerce bekliyoruz. Bir de (Z) harfinden başlansın” demiştir. Bunun üzerine salon karışmış ve eline zarfı alan sandığın başına gelmiştir.

    Kongre başkanı Erdemir’in üstün gayreti ile düzen yeniden sağlanmış ve oylama yapılmıştır.

    Oylama sonunda yönetim kuruluna şu üyeler girmiştir.

    Talha Altınbaşak (428), Yüksel Günay (426), Muhittin Bulgurlu (429), Semih Bayülken (423), Melih Ilgaz (434), Güven Sazak (429), Kazım Bayülken (410), İlkin Okan (130), Osman Karatop (429), Aziz Yılmaz (428)

    Başkanlık seçiminde ise Razi Trak 435 oy alırken, Firuzan Tekil 153 oy toplamıştır.


    Fenerbahçe kongresine sadece bir çiçek ve bir telgraf geldi… Telgrafı çeken ve kongreye başarılar dileyen, kulübün üyesi, eski Deniz Kuvvetleri komutanı Hilmi Fırat’tı… Tek çiçeği yollayan da Türkiye Spor Yazarları Derneği… Ne gariptir ki, yönetim kurulu raporu okunurken “Basının maksatlı tutumu bizi yıpratmıştır” görüşüne yer verildi… Belli ki, yönetim kurulu bazı şeylere kılıf arıyordu…

    * Kongre başlamış, her şey istenildiği biçimde gidiyordu… Bu sırada Kadıköy grubunun lideri Semih Bayülken’in kongrenin yapıldığı sinemanın balkonundan çalışmaları tek başına kuşbakışı izlediği görüldü… Bayülken, bu sırada kaleyi fethetmeye hazırlanan birliklerin komutanına benziyordu…

    * Fenerbahçe kongresinde gerçekten ilginç konuşmalar oldu. Kulübün eski üyelerinden Dr. Memduh Eren, “Artık bilimsel çalışmaya girmeliyiz” dedi, “Sonra Fenerbahçe ikinci kümeye düşer, biz de sosyal tesislerde bol bol pişti oynarız…”

    * Kongrede eski başkan Cankurtaran ile kongre öncesi başkanlığından söz edilen Cevher Özden yoktu… Ancak kongrenin yapıldığı sinemanın kapısında ilginç bir pankart vardı:

    “Büyük Başkan Cankurtaran, yuvaya…”

    * Fenerbahçe kongresinde en çok eleştirilen konulardan biri de sosyal tesisler oldu… “Pahalı” denildi, “Üyelerin rahat giremediği” söylendi… Bu konuşmalar yapılırken bir üye şöyle bağırdı: “Adını değiştirelim… Hanefi’nin yeri olsun…”

    * Kongrenin başlangıcında konuşmaların 10 dakikayla sınırlandırılması ile ilgili önerge büyük tartışmalara neden oldu… Bu sırada Fenerbahçe’nin ve Milli Takım’ın eski oyuncusu Ogün Altıparmak’ın, kongre başkanı Sadun Erdemir’e “Taraflı yönetiyorsun” diye bağırdığı duyuldu…

    * Kongre Başkanı Sadun Erdemir’i en çok, salonda bulunan üyelerin 10’ar bin lira teberruda bulunmasını isteyen önerge kızdırdı… Erdemir hiddetle ayağa kalktı ve “İsterseniz bana Humeyni deyin arkadaş, bu önergeyi oylamaya koymam” dedi…

    * Razi Trak, hafta içinde yapılan Kadıköy grubunun toplantısından işi olduğunu ileri sürerek çabuk ayrılmıştı… Dün yapılan kongrede de İzmir’e gideceğini ileri sürerek salondan erken çıktı… Bunu gören bir üye “Eyvah” dedi, “Bizim başkan daha başlangıçta su koyverdi…”

    * Başkanlık oylaması yapılırken Razi Trak ve Firuzan Tekil’in dışında Ajda Pekkan’a 2, Aysel Tanju’ya 1 ve Cevher Özden’e de 1 oy çıktı…

    Şansal Büyüka – 11 Şubat 1980 – Milliyet

  • Futbol Goldür

    Futbol Goldür

    3 Mart 1968 tarihinde, Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı 3-0 yendiği ve Metin Oktay’ın kırmızı kart gördüğü maçın gazete yazılarından seçmeler ve fotoğraflar karşınızda… Olayı en iyi özetleyen rahmetli Halit Kıvanç olmuş: Futbol goldür!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Seyirci: 41.835 kişi

    Hasılat: 497.525 TL

    Hakemler: Franz Wöhrer (Avusturya), Puchinger (Avusturya), Tarık Yamaç

    Fenerbahçe: Yavuz Şimşek, Şükrü Birand, Levent Engineri, Selim Soydan, Ercan Aktuna, Yılmaz Şen, Ogün Altıparmak, Fuat Saner (Ziya Şengül), Abdullah Çevrim, Nedim Doğan, Yaşar Mumcuoğlu (Erdinç Sandalcı)

    Galatasaray: Yasin (Radunoviç), Bekir, Doğan, Mustafa, Talat, Turan, Yılmaz, Mehmet, Ayhan, Metin, Uğur

    Goller: Ogün (9′), Yaşar (35′), Abdullah (57′)


    Fenerbahçe Teknik Direktörü Ignace Molnar:

    Çocuklardan çok memnunum. Verdiğim taktiği harfiyen yaptılar. Ben “Gol yememek, gol atmak” esasına göre taktik vermiştim. Galatasaray ringin kenarına sıkıştı ve iki defa knock-down oldu. Sonra, Abdullah’ın knock-outı ile bu iş bitti. Biz büyük konuşmakla değil, büyük maçlar kazanmakla yetiniyoruz. Şimdi fazla konuşmak istemiyorum. Kâfi derecede çocuklar konuştu sahada.

    Fenerbahçe Başkanı Faruk Ilgaz:

    Bizi küçük görenlerin cezası ağır oldu. Bu takım böyle oynadığı takdirde, her zaman önüne geleni silindir gibi ezer. Çocukların şampiyonluk yolundaki azimlerini alkışlarım.


    Namık Sevik: Galatasaray Coştukça Yedi

    Gelelim top yokken Yılmaz’a tekme atan Metin’e… Bu çok sevilen Türkiye çapındaki sempatik futbolcunun tahrik ve bilmediğimiz sebepler ne olursa olsun, futbol hayatının sonuna yaklaştığı şu yıllarda rakibi tekmelemesine en az kendisi kadar bizler de üzüldük. Evet, Fenerbahçe rakibinden daha iyi oynamadı, fakat kazandı. Hem de farkla…

    Necmi Tanyolaç: Galatasaray Kontraya Geldi

    Fenerbahçe dünkü büyük maçta gerçekten akıllı bir boksörü andırıyordu. Güçlü gövdesiyle mücadeleyi kendi köşesinde kabul ederken, çabuk işleyen kollarıyla saldırdı Galatasaray’a. Bu kollar Ogün, Abdulllah, Ogün çapında üç ters adamdı. Sonunda hep beraber gördük, Galatasaray’ın ringin dışına düştüğünü…

    Halit Kıvanç: Futbol Goldür

    Tek farklı galibiyetle bile bayram etmeye hazır ezeli rakiplerden birinin ötekini, hem de sıfıra karşı üç golle yenmesi “Tek Adım” atlamada “Üç Adım” rekorunu kırmak kadar önemliydi. Ve Fenerbahçe, Lig maratonunda, bu çapta zorlu bir dönemeci aşmış olduğu için sevinmekte yerden göğe haklıydı.

    Şükrü Gülesin: Üç Pas-Üç Gol

    Pıt pıt, tık tık futbolun ismine “modern futbol” dediler. Şayet bu böyle ise Galatasaray da dün bu “modern futbol”dan güzel örnekler verdi. Fenerbahçe ise ilerideki üç hızlı adamı ile üç pasta gol atma maharetini gösterip ezeli rakibini net bir skorla alaşağı etti.

    Turgay Şeren: En İyi Takım Galip Takımdır

    Dünkü maça Fenerbahçe beraberliğe rıza gösterir şekilde başladı. Hiç ummadığı bir anda galip duruma geçince defansta daha iyi kapandı. Kaleci Yavuz’un da başarılı gününde olması müdafaalarının daha şuurlu oynamasında mühim rol oynadı. Fenerbahçe “Makbul” olan neticeyi ve “Lazım” olan iki puanı aldı gitti… Kendilerini tebrik etmemek elden gelmiyor. Hem unutmamamız lazım olan bir şey daha var ki “En iyi takım galip takım”, “En iyi futbolcular ise galip takımınkilerdir”…


    Futbol Goldür
    Futbol Goldür
    Futbol Goldür
    Futbol Goldür
    Futbol Goldür