Etiket: Olympiakos

  • Olaylı (!) Libertas Maçı

    Olaylı (!) Libertas Maçı

    Yeni yazarımız, kıymetli kardeşimiz Talha Enes Yüksek, 1935 yılında oynanan “Olaylı (!) Libertas Maçı” sürecini anlatan yazısıyla sitemizde… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Olaylı (!) Libertas Maçı

    Takvimler 12 Nisan 1935 tarihini gösterdiğinde, prestijli bir Viyana takımı olan Libertas, İstanbul’daki önemli takımlarla maç yapmak için, 48 saatlik yorucu bir tren yolculuğu ile Türkiye’ye geldi. Bu tip uluslararası maçlar, hem Türk futbolu için hem de spor kulüplerinin imajı ve maddi gelir açısından önemli etkinliklerin başında geliyordu.

    Libertas takımı ilk maçını, daha geldiği gün, 12 Nisan 1935’te Galatasaray ile yapacaktı. Bu ilk maçta Türkler, Viyana takımının nasıl bir performans sergileyeceğini görme fırsatı elde edecekti. Libertas kendi liginde dördüncü sıradaydı. Türk takımları, Libertas ile yapacakları bu maçlarla birlikte kendilerini de uluslararası çapta kıyaslama ve değerlendirme fırsatı bulmuş olacaklardı.

    Galatasaray ile Libertas arasında oynanan maç golsüz beraberlikle sonuçlandı.

    Libertas, ikinci maçını Güneş Spor Kulübü ile 14 Nisan 1935 günü oynadı. Müsabakayı izleyen halk, heyecanlı bir mücadelenin keyfini yaşamıştı. Bol gollü geçen bu maç da 2-2 berabere neticelendi.

    Olaylı (!) Libertas Maçı

    Viyana takımı Libertas’ın oynayacağı son maç Fenerbahçe’ye karşı idi. Ve ne yazık ki bu karşılaşma günü, Türk futbol sahalarının meşhur “İstenmeyen Olaylar” oyununa sahne olacaktı.

    Libertas takımı, İstanbul’daki üçüncü ve sonuncu rakipleri olan Fenerbahçe’nin karşısına 19 Nisan 1935’te, Taksim Stadı’nda çıktı.

    Fenerbahçe kadrosu: Bedi Yazıcı, Fazıl Arzık, Yaşar Alpaslan, Cevat Sayit, Ali Rıza Tansı, Esat Kaner, Niyazi Sel, Şaban Topkanlı, Namık Erbay, Şeref Görkey (Beşiktaş) ve Eşref Bilgiç’ten (Beşiktaş) oluşmaktaydı.

    Maçı 2-1 Libertas kazandı.

    Olaylı (!) Libertas Maçı

    Ancak asıl olaylar maçta değil maç sonunda ve ilerleyen süreçte gerçekleşti. Maçın haberini yapan bazı art niyetli gazeteler; siyasi gündemden yararlanamadıkları bu süreçte, kendilerini yükseltmek ve tiraj için bu maçı kullandılar.

    “Cevat’ın Viyanalı bir futbolcuya tokat attığını ve taraftarın galeyana gelerek hakem ile Viyanalı oyunculara saldırıp dövdüğü…” iddia edildi. Hatta işi “Türk sporcuları ve taraftarlar, barbarlıkla yabancı ülke takımlarına karşı saldırı gerçekleştirdi” demeye kadar götürenler oldu.

    Fakat olay asla böyle gerçekleşmemişti. İstanbul Zabıtası’nın resmî tahkikatına bakılacak olursa;

    “Viyanalı oyunculardan Vita Hanri ve Ali Rıza çarpışıyor; hakem doğrudan müdahale edip olay çıkmasına müsaade etmemişti. Maçtan sonra her iki takım soyunma odasına doğru giderken yine Vita Hanri’nin, Ali Rıza’ya doğru bir gazoz şişesi fırlatıp çenesinden hafifçe yaraladığı iddia edilmiş, mamafih kolluk da olayın mahkemeye taşınmasına gerek olmadığına kanaat getirince, mesele kapanmıştı.”

    Olaylı (!) Libertas Maçı

    Fakat gazeteler konuyu kapatmadı! Fenerbahçe Spor Kulübü’nün şahsında Türk Sporu, sporcusu, taraftarı ve Türk halkı hakkında tezvirat yapılıyordu.

    Maçı canlı gözlerle izlemeyip, gazetelerden okuyan bazı yazarlar daha önce hiç görülmemiş derecede sert eleştiriler yaptılar. Bu durum tek başına bile Türk sporculuğu için önemli ve talihsiz bir gelişme iken bundan daha kötüsü Türkiye Futbol Federasyonu’nun kararıyla birlikte yaşandı.

    Federasyon, nitelik bakımından hiçbir somut gerekçeye ve mantığa oturmayan bir karar alarak 3-5 Mayıs tarihlerinde Fenerbahçe ve Güneş takımlarının Olympiakos ile yapacakları maçları yasakladı. Bu durumu niteliksizlik olarak değerlendirmemizin ana nedeni, kararın resmî raporlar yerine art niyetli bir gazetede yayınlanan eleştiriler (!) üzerine alınmasıydı.

    Federasyon, kararın ana fikrini “Maçlarda böyle çirkin hadiseler olacaksa hiç maç oynanmasın daha iyi!” şeklinde izah ediyordu. Fakat ortada büyütülecek bir şey yoktu!

    Bununla birlikte Türk sporu için büyük bir imaj kaybı söz konusuydu. Bir kere Fenerbahçe ve Güneş Olympiakos ile bir sözleşme yapmışlardı. Bu sözleşme doğrultusunda, hangi takım maçı oynamaktan vazgeçerse o takım, diğerine 1.000 Lira ödeyecekti. Yani eğer Federasyon kararında ısrar ederse iki Türk takımı hem tanıtım ve para kazanma imkanından mahrum olacaklar, hem de para ödemek durumunda kalacaklardı.

    Olaylı (!) Libertas Maçı

    Peki, bu kulüpler maçın iptali hakkında Olympiakos’a ne demeliydiler?

    “Bizim ülkemizde gazeteler bazen böyle basit çıkarlar için ve kulüpçülük maksadıyla bazı yalanlar savururlar. Federasyon da resmî bilgileri dikkate almak yerine, bu gazetelere bakarak karar verir” mi?

    Tabii olacak iş değildi!

    Dolayısıyla bu maçlara müsaade etmek bir mecburiyet haline gelmişti. Türk kulüplerinin ve sporculuğunun terbiyesini göstermek ve haysiyetini kurtarmak meselesinin halli, yine sahaya çıkmaktan geçiyordu. Nitekim en sonunda Federasyon da hadisenin büyütülmüş olduğuna kanaat getirerek maçın oynanmasına izin verdi.

    29 Nisan 1935 tarihinde akşam saatlerinde Federasyon Umumi İdaresi’nden, İstanbul Federasyonu’na gönderilen telgraf şu şekildeydi “Suçlu oyunculara Fenerbahçe tarafından ağır ceza verileceği anlaşılmış olup Olympiakos ile maç yapılmasına müsaade edilmesi kararlaştırılmıştır.”

    Fenerbahçe, 3 Mayıs 1935 günü Olimpiakos karşısına çıktı ve Yunan kalecisinin kendi kalesine attığı gole “Büyük” Fikret Arıcan’ın iki golünün eklenmesiyle maçı 3-1 kazandı. Bu Fenerbahçe’nin ikinci Olimpiakos maçında, ikinci galibiyetiydi.

    İlk maç bu tarihten 4 yıl önce, 22 Mayıs 1931 günü oynanmış ve Fenerbahçe “Yüzbaşı Hilmi Bey’in Yumruğu” ile damga vurduğu maçı Alaaddin Baydar’ın golüyle 1-0 kazanmıştı.

    “Darısı 2024 Olimpiakos maçlarının başına…” diyelim.

    Talha Enes Yüksek

  • Atabeyoğlu’ndan Âlâ

    Atabeyoğlu’ndan Âlâ

    Türk spor tarihi araştırmalarında biyografilerin önemi çok büyük… Yine çok büyük isimlerden biri olan Cem Atabeyoğlu’ndan Âlâ, yani Alaaddin Baydar’ı okuyalım… Nur içinde yatsınlar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Âlâeddin Baydar

    Türk futbolunun ilk “Çalım Kralı” idi Alâeddin Baydar.

    Topu ayağına aldı mı Fenerbahçe tribünü “Kıvır Âlâ” sesleriyle adeta ayağa kalkardı. Ve Âlâeddin ayağına mıknatıs gibi yapışan topla karşısına çıkan rakipleri kıvıra kıvıra geçer, topu en elverişli anda ve yerde takım arkadaşı Zeki Rıza’nın önüne eliyle koymuşçasına bırakıverirdi. Üstad Zeki’ye bu güzel pasla gelen topu düzeltip rakip filelere yollamak düşerdi.

    “Eskiden ferdi futbol varmış, bugün ise kollektif futbol oynanıyor!” diye düşünüp konuşanlara şunu hatırlatmak isterim ki, o zamanki deyimi ile «Zeki-Âlâ Kombinezonu”, kollektif futbolun ta kendisiydi. Hem de günümüzden en az yarım yüzyıl önce tatbik edilen şekliyle…

    Alâeddin Baydar, Fenerbahçe’nin genç takımlarından yetişmiş ve henüz 15 yaşında iken takım arkadaşı Zeki Rıza ile birlikte birinci takım kadrosuna alınmışlar ve ondan sonra da birbirlerinden bir daha hiç ayrılmamışlardı. Futbol yaşamlarını bir arada Fenerbahçe’nin Sarı-Lacivert forması altında sürdürmüşler, yine aynı forma altında Türk futbolunun ölümsüz birer yıldızı olup çıkmışlardı. Milli Futbol Takımımızın Ay-Yıldızlı forması altında da Zeki ile Âlâ yan yana oynamışlardı hep.

    Alâeddin Baydar, kelimenin tam anlamıyla bir futbol cambazıydı. Meşin topa onun kadar hâkim bir futbolcu daha sahÂlârımıza pek ender gelmiştir. İki ayağını da büyük bir ustalıkla kullanmasını becerir ve en zarif hareketlerle seyircilerin göz ve gönüllerini doldururken kendi için değil de takımı için en faydalı eleman olarak vazifesini görürdü Alâeddin.

    “Sabih, Alâeddin. Zeki, Bekir, Bedri” şeklindeki o unutulmaz Fenerbahçe ve milli takım forveti Türk futbol tarihine allın harflerle geçmiştir. Önünde selam durulacak ve karşısında şapka çıkarılacak bir forvet hattıydı bu. Ve Alâeddin Baydar da bu unutulmaz forvet hattının en başarılı bir parçasıydı. Kolektif futbolun dik âlâsını bu forvet hattı sergilerdi. Bugün “Modern futbol” diye ağızlarda gevelenen futbolu bu forvet hattının günümüzden elli küsur yıl önce sergilediğini bilhassa dikkatlerinize sunarım.

    Alâeddin (veya o zamanki seyircilerin deyimiyle kısaca Âlâ) mükemmel bir pasör olduğu kadar mükemmel bir golcü idi de. Herkesin topu Zeki Rıza’ya aktaracağını beklediği ve rakip defansın buna göre tedbir aldığı anlarda tapu noktÂlâma bir şutla rakip kalenin üst köşesinde ağlara yollayıverirdi Âlâ. Ünlü Yunan takımı Olimpiakos’a böyle bir golü vardır ki, aradan elli yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen bir türlü gözlerden ve hatıralardan silinmez…

    Âlâ’nın Fenerbahçe birinci takımında 324 maçta 326 gol attığını söyleyecek olursak onun ne kadar yaman bir golcü olduğu daha iyi anlaşılır herhalde.

    Fenerbahçe Spor Kulübü kurucularından Nasuhi Esat kardeşi olan Alâeddin Baydar Türk Milli Takımında da 16 Baydar’ın maç oynamış ve Ay-Yıldızlı formaya bir de gol kazandırmıştı. Ve ilk milli futbol takımımızda Ay-Yıldızlı formayı giyenlerden biridir. 26 Ekim 1823 günü Taksim Stadında Romanya ile 2-2 berabere kÂlân ilk milli futbol takımımızda yer Âlân 12 elamandan bugün hayatta kÂlân beş kişiden biridir Alâeddin Baydar

    Aynı zamanda mükemmel bir de tenisçi olan bu kıymetli futbolcumuzun eşi de ilk bayan tenisçilerimizdendir.

    Futbolu bıraktıktan sonra Fenerbahçe yönetim kurullarında çeşitli görevler de Âlân Alâeddin Baydar Türk futbolunda “Âlâ” Âlârak ölümsüz bir yer işgal etmektedir.

    Neredeee Âlâ gibi büyük futbolcular, nerde böyle büyük golcüler…

    Cem Atabeyoğlu

  • Yüzbaşı Hilmi’nin Yumruğu

    Yüzbaşı Hilmi’nin Yumruğu

    İki Ülke, Bir Olaylı Maç

    Fenerbahçe ile Olympiakos futbol takımlarının karşı karşıya geldikleri ilk maçtı. Tarih: 22 Mayıs 1931… Yer: İstanbul, Taksim Stadı… Seyirci rekorunun kırıldığı bu maç şimdiye kadar Fenerbahçe tarihinde adını duymadığınız bir kişinin sürgün ile biten hikayesinin başlangıcı oldu. Birbiriyle yakın zamanda savaşmış iki ülkenin ilişkilerine ayna tuttu. Bu maç aynı zamanda dünyanın en uzun yaşamış futbolcusunun İstanbul serüveniydi. Yüzbaşı Hilmi’nin yumruğu, tarihe muazzam bir hikaye armağan ediyor.

    Barış Kenaroğlu


    “Hayırlı Olsun”

    Maçın İstanbul’da oynanmasına giden sürecin Yunanistan’da 1928 yılında kurulan hükümetin başına Venizelos’un gelmesi ile başladığını söylemek yanlış olmaz. Anadolu’da 1919 yılında Yunan işgalinin ilk günlerinde hükümetin başında olan Venizelos, kısa süre sonra görevini bırakmış ve ülke idaresinde uzunca bir süre etkili olamamıştı. 1920-1922 yılları arasında yaşanan Türk – Yunan savaşı, topraklarını savunan Türkiye’nin zaferi ile sonuçlanmıştı. 

    Savaşın bitişi;  Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki iki büyük yarımadanın, Yunanistan Krallığı ile genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, komşuluğunun da başlangıcı oldu. Savaş ile başlayan ilişkiler diplomasi ile gelişerek devam etti. Lozan Antlaşması’nda Ege Adaları’nın paylaşılması, dini kimliğe dayalı karşılıklı nüfus değişiminin gerçekleşmesi, iki ülkenin bu yöndeki ilişkileri olarak tarihteki yerini aldı.

    Yunanistan’ın, 1924 yılında yönetim şeklini “Cumhuriyet” olarak ilan etmesinden sonra, iki ülkenin karşılıklı elçiler göndermesi de, ilişkilerinin sağlam temeller üzerine oturmaya başladığını gösteriyordu.

    Türkiye, içeride toplumsal ve ekonomik hamlelerle kurucusunun “çağdaş medeniyetler seviyesine erişme” hedefine ilerlerken, dışarda ise “Yurtta barış, dünyada barış” politikasına giden süreci başlatmıştı. Türkiye özelinde Batı Dünyası ile ilişkiler gelişiyor, yeni Türk Devleti’nin barışa dayalı bu dış politikası, liderinin karizması ile birlikte tüm dünyada saygı uyandırıyordu.

    Türkiye’nin bu dönemde artan saygınlığının doruk noktalarından biri Venizelos’un 26 Ekim – 1 Kasım 1930 tarihleri arasında gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretidir. 1928 yılında tekrar Başbakan olan Venizelos, çok değil altı yıl önce fethetmek istediği topraklara bu defa misafir olarak geliyor ve Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılıyordu.

    Venizelos’un ziyareti; 30 Ekim günü imzalanan “Ankara Antlaşması” ile sona eriyor, buna göre iki devlet Ege Denizi üzerinde karşılıklı silah kısıtlamasına gitmeyi kabul ediyorlardı. Venizelos antlaşmayı imzaladıktan sonra Türkçe “Hayırlı olsun” diyerek karşılıklı atılan imzaları kutsuyordu. (1)

    28 Ekim 1930 / Milliyet Gazetesi

    Yunanlılarla İlk Maçlar

    İki ülke arasında savaştan sonra gelişen ilişkilerin futbola yansıması, 1930 yılının başlarına dayanır. Diplomasi dili futbola öncülük eder ve İzmir’in Altay kulübü yeni yılın ilk günlerinde sırasıyla Panathinaikos, AEK ve Apollon Smyrni takımları ile maçlar yapar ve galibiyet alamadan ülkeye geri döner. (2)

    Altay’ın Yunanistan ziyareti iki ülke futbolu açısından için bir ilk olma özelliği taşıyordu. Nitekim Olympiyakos’un Fenerbahçe ve Galatasaray ile yapacağı maçlar için İstanbul’a gelen Yunan Futbol Federasyonu Başkanı M.Pauris, maçın bitiminde Altay ile Fenerbahçe takımlarını karşılaştıran bir beyanat verecektir:

    “Fenerbahçe ile Altay mukayese edilemez. Çünkü aralarında mühim farklar vardır. Fener onlardan iki sınıf daha yüksektir.” (3)

    İki ülke futbolunun Türkiye’deki ilk karşılaşması ise Venizelos’un ziyaretinden 2 gün önce gerçekleşmiştir. Aris takımı 24 Ekim 1930’da Fenerbahçe ile karşı karşıya gelmiş ve maç 2-2 berabere bitmiştir. O dönemde yapılan özel maçlardaki Türk rakipler genellikle Fenerbahçe ve Galatasaray’dır ve yabancı takımların İstanbul’da yaptıkları maçlarda önce Fenerbahçe sahne almaktadır. Bu doğrultuda Aris ikinci maçını Galatasaray ile yapmış, yağmurun futbol oynamayı zorlaştırdığı sahadan ev sahibi takım 5-1’lik galibiyetle ayrılmıştır. (4)

    25 Ekim 1930 / Milliyet Gazetesi

    Seyirci Rekoru

    Altay’ın Yunanistan seyahatiyle başlayan, Aris’in İstanbul’a gelişiyle devam eden Türk-Yunan futbol ilişkilerinde sahne alma sırası bu defa, 1925 yılında kurulmuş olan, ülkenin son şampiyonu Olympiakos’a gelmişti. Aris’ten yedi ay sonra İstanbul’a Fenerbahçe ve Galatasaray ile maç yapmak için gelen kafileye sözü edildiği gibi Yunanistan Futbol Federasyonu Başkanı ve görevlileri de eşlik ediyorlardı.

    O güne kadar özel maçlarda Bulgar, Macar, Avusturya, Mısır, Polonya, Çekoslavak, Romen, Yugoslav takımlarını ağırlayan Fenerbahçe’nin bu seferki rakibi Yunanistan Şampiyonu Olympiakos takımıydı. Yunan yazar Milesis’e göre; Olympiyakos takımı İstanbul’a gelmek için çok istekli değildi. Bu seyahat tamamen iki ülke arasında ilişkileri geliştirmek için Venizelos hükümeti tarafından zorla organize edilmişti. (5)

    Yunan Kafilesi’nin yerleştiği otel ve yemek yiyecekleri restaurant Yunanistan bayrakları ile süslenmişti. Başlangıçta maçları bitirip bir an önce ülkelerine dönmek isteyen Yunanlılar gördükleri bu misafirperverlikten etkilenmişlerdi. (6)

    Olympiakos Takımı maç öncesi İstiklal Caddesi’nde

    Taksim Stadı’ndaki maç herkesin beklediğinden çok daha fazla ilgi gördü.  Saat 17.15’te başlayan maçtaki seyirci sayısının 15.000’i aştığı tespit edildi. (7) Bu sayı o güne kadar tespit edilmiş seyirci rekoruydu. Stadyuma girişlerde polis güçleri halkı kontrol etmekte zorlanmış, tabiri yerindeyse kapılar pencereler kırılmıştı.

    Ertesi günün gazetelerine göre bu durum maça gösterilen ilgiye dayanarak yapılan kontrolsüz bilet satışından kaynaklanıyordu:                  

    “Belediye istiabından fazla müşteri alan sinemalara derhal ceza kesiyor. Stadyum idaresi bundan niçin istisna ediliyor? Tribünlerin balkonun kaç kişi alabileceği malumdur. Bundan fazla bilet satılmasını niçin menetmiyor? Stadyumdaki dünkü çirkin vaziyetten stadyum idaresi kadar belediye de mesuldur. Bu çirkin halin tekerrürüne meydan vermemek lazımdır” (8)

    Fenerbahçe maça; Natık, Hüsnü, Ziya, Cevat, Sadi, M.Reşat, Niyazi, Alaattin, Zeki, Muzaffer, Fikret on biri ile başladı. İlk yarısı rüzgarı da arkasına alan rakip takımın hakimiyetinde geçen maçın ikinci yarısında Fenerbahçe üstünlüğü ele aldı ve 83.dakikada Alaattin’in çalımlarla ceza sahasına yaklaşıp 20 metreden çektiği sert şutun ağlarla buluşması ile maçı 1-0 kazandı.

    Güzel futbolun sergilenmediği maça seyirci fazlalığının futbolcuları etkilemesi damga vurdu. Bu durum maçın Bulgar hakemi Kaçef’in dikkatini çekmiş ve maç sonu verdiği beyanatta dile getirilmiştir:

    “Bugün oyunda teknik görmedim. Yunanlılar olsun, Türkler olsun, ahalinin heyecanına kapılarak şahsi oynadılar. Fener bu hataya düşmeseydi belki daha iyi bir netice alabilirdi. Yunanlılar da bu hataya düştüler. Netice itibariyle her iki takım da teknikten ziyade kazanmayı gözettikleri için pek muvaffak olamadılar. Oyunu umumiyet itibariyle pek beğenmedim.” (9)

    22 Mayıs 1931 tarihinde oynanan Fenerbahçe – Olympiakos maçına ilişkin yazılacaklar, birazdan ilk kez göreceğiniz belgenin keşfedilmesine kadar bunlardı. Yaptıkları savaştan sonra rotalarını devlet politikası gereği “barış” olarak çizmiş iki Balkan ülkesinin futbol takımlarının yaptığı maç bitmiş, seyirci rekoru kırılmış, oynanan futbol ise kimseyi memnun etmemişti.


    Yumruk

    Tarihte devleti yöneten akıl ile kamuoyunun düşüncelerinin zıtlaşmasına çoğu kez tanık olunmuştur. Türk-Yunan dostluğu da diplomatik bir “dostluk” çerçevesinde seyrediyorken, kamuoyunun bir kesimi için “Yunan” dendiğinde, 9 sene önce ülkelerini işgal eden askerler, İzmir’de çıkan yangınlar, Batı Anadolu’da işkence edilenler, ölümler, tecavüzler akıllara geliyordu. Nitekim bu zıtlaşma devletin kalbinin attığı yerde su yüzüne çıkıyor;  Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in Selanikli berberi Venizelos’un gelişi dolayısıyla şunları söylüyordu:

    “Paşam, ben sizin yerinizde olsam ne gider, ne de görüşürüm. Çünkü o millet, bizim Selânik’imizi, toprağımızı, yerimizi aldı. Bu yetmiyormuş gibi bir de Ankara’mızı almaya kalktı. Bütün bunlardan sonra siz onlarla dost gibi konuşacaksınız. Ben olsam yapamam.” (10)

    Her ne kadar alıntı yaptığımız eserin aktardığı diyalogların gerçekliği tartışılır olsa da, kamuoyunun görüşünü yansıttığı için bu yazıda yer almasında bir sakınca görülmemiştir. Berberinin bu çıkışına karşı Mustafa Kemal’in cevabı devlet politikasını üç cümle ile özetler niteliktedir:

    “Bu memleket iyidir. Bu yüzden dost olmağa, dost görünmeğe mecburuz. Hem bunu yapmazsak, tarih bizi affetmez.” (11)

    Bu çerçevede bakıldığında her iki devlet için de bu politika liderlerin yani Venizelos ve Mustafa Kemal’in kişisel çabaları ile devamlılık gösterir nitelikteydi. Yunan basınının bir kısmı bu politikayı eleştirirken, TBMM’de birçok milletvekili, “savaşsa savaş, kana kan” gibi ifadelere konuşmalarında yer vermekten çekinmiyorlardı. (12) Nitekim Olympiakos Kaptanı Dinos Andrianopoulos maçtan sonra ülkesinde verdiği ropörtajda “Venizelos’un dostluk söylemi cesurca olsa da Türklerin bizden nefret ettiklerini gördük. Korkarak oynadık” diyecektir. (13)

    Yunan basınında maçta yaşanan olayı temsil eden karikatür

    Başka Bir Açı

    Maçın yazılmamış hikayesi ise şöyleydi.

    O güne kadar ülkede gerçekleşen en kalabalık spor olayının izleyicilerinden biri; Yunan kalecisi Achilleas Grammatikopoulos’un, Fenerbahçe’nin golüyle birlikte kaleye girip ağlara takılan Alaattin’e vurmasına dayanamadı ve kalenin arkasından sahaya girerek, kaleci yere düşene onu kadar yumrukladı.

    Yunan basınında elinde silahlı temsil edilen kişi bir subaydı. “Silah” detayına tıpkı bu olayın herhangi bir detayı gibi Türk kaynaklarında rastlanmamaktadır. Yunan kalecinin attığı yumruğu, Türk seyircisinin maç öncesindeki misafirperver tavrının değişmesine ve sertleşen maç atmosferine  bağlayan Milesis, maçı izleyenler arasında 3.Kolordu Komutanı Şükrü Naili Paşa’nın (14) da olduğunu ancak bunun gelişen olayları engellemeye yetmediğini yazmakta, üstü kapalı olarak kendisini de suçlamaktadır. (15)

    Yunan kaleciyi yere düşüren yumrukların sahibi olaydan sonra sahadan çıkarak kayıplara karıştı. Maç ise bu yumruk olayına rağmen tamamlandı. Bu kişinin adı ertesi günü hiçbir gazetede yer almadı. Yunan kafilesinin başkanının ağzından, maçta herşeyin çok güzel olduğuna ilişkin demeçler uyduruldu ve olay örtbas edildi. (16)

    Akşam ve Milliyet gazeteleri konuya değinmediler. Seyirci fazlalığı ve yetkililerin stadyuma haddinden fazla kişiyi almaları eleştirildi. Maçın hakeminin değerlendirmeleri arasında da yumruk olayı ile ilgili bir açıklama yer almıyordu. Yunan basını hakemin olayı görmediğini yazmış; Yunan yazar Milesis ise Şükrü Naili Paşa’nın stadda olduğu bir maçta, “Fenerbahçe’nin ordunun takımı olduğu unutulmamalıdır” diyerek hakemin baskı altında olduğunu öne sürmüştür. (17)

    Devletin politikalarının basın tarafından desteklendiği, oto-sansürün yaygın kullanıldığı yıllardı. Sözü geçen her iki gazetede Yunan heyetinin beyanatları, hakemin maç ile ilgili değerlendirmeleri yer bulurken, sadece Cumhuriyet Gazetesi’nde Galatasaray kurucularından ve eski başkanlarından Abidin Daver olayı üstü kapalı olarak konu alan bir yazı yazdı.

    “Cuma günü, stadyumda yapılan futbol maçı esnasında, teessüfe şayan bir hâdise oldu. Bu hâdisenin sebebi nedir? Yunanlılara karşı bir husumet eseri göstermek mi? Hayır. Halkımızın büyük bir kısmı, futbol maçlarını büyük bir asabiyetle seyrediyor, müsabaka esnasında kendilerini kaybedenler, ne yaptıklarını bilmeyenler çoktur. Hiç şüphesiz, ki Yunan kalecisine yumruk vuran seyirci de, bu hareketi, o fazla asabiyetin sevkile istemiyerek yapmış ve maç bitip de sinirleri yatıştığı zaman yaptığına da müteessif ve nadim olmuştur. Bu müessif yumruğun kasden vurulmadığına şüphe etmemekle beraber, seyircilerin müsabakalara müdahalesinin fiilî bir şekil alması ve bilhassa ecnebi ve misafir takımların oyuncularına tecavüz suretinde tezahür etmesi hiç doğru ve kat’iyen sportmence bir hareket değildir.” (18)

    Daver’in konuyu ele alış tarzı “holiganizm” çerçevesindeydi ve yazıda devlet politikası olan Türk-Yunan dostluğuna zarar vermemek için adeta yumuşak geçiş yapılıyordu. Cumhuriyet gazetesi diğer iki gazetenin aksine oto sansüre gitmiyor; ancak gazetede yumruk atanın bir subay olduğuna değinilmeyerek, olay “münferit” olarak lanse ediliyordu. Nitekim Atina gazetelerine olayı “münferit” olarak haber geçen muhabirlere edilen teşekkür birkaç gün sonra gazetenin ilk sayfasında yer buluyordu:

    “Yunan takımının evvelki cuma günü Taksim stadyumunda yaptığı maçta seyircilerden biri tarafından Yunan kalecisine bir yumruk vurulduğu yazılmış ve hatta gazetemiz tarafından bu çirkin hadise takbih edilmişti. Son gelen Atina gazeteleri de bu hadiseden bahsetmektedirler. Teşekkür olunur ki Yunanlı muhabirler, hadiseyi münferit bir hadise mahiyetinde –  ki zaten öyle idi – bildirmişlerdir” (19)

    Haberin sonunda yer alan “ki zaten öyle idi” ibaresi gazetenin olayın “münferit” olduğuna yaptığı tekrar vurgusunu ortaya koymaktadır. Yunan basınının olaya ilişkin değerlendirmeleri, Türk basını tarafından maçın üzerinden bir yıl geçtikten sonra bile dikkatle izlendi. Olimpiyat Dergisi’nin 23 Mayıs 1932 tarihli sayısında Yunan Patris Gazetesi’nin olaya ilişkin makalesinde yer alan ifadelere yer verildi ve iyi niyetleri için teşekkür edildi. Yunan Gazetesi, olayın hemen sonlandırıldığını ve sorumlunun Türk Hükümeti tarafından cezalandırıldığını yazıyordu. (20)


    Sürgün

    Bu güne kadar yumruk olayını gerçekleştiren kişinin kim olduğu arşivlerde gizli kalmıştı. Yukarıdan görülen belge (21) ile bu kişinin Gülhane Hastanesi’nde görevli Doktor Yüzbaşı Hilmi Bey olduğu gün yüzüne çıkmış oldu.

    Taraftarlık refleksi ile mi yoksa Yunan husumetinin kendisinde uyandırdığı milliyetçi duygularla mı bu eylemi yaptığı, en azından şimdilik bilinmiyor. Bilinen, Yunan kalecinin maçın golünü atan Alaattin’e vurması sonucunda sinirlerine hakim olamayarak sahaya girip karşılık vermesi.

    Hilmi Bey’in yumruk olayı maçtan sonra, başında Şükrü Naili Paşa’nın olduğu 3.Kolordu Komutanlığınca araştırıldı. Kısa süre sonra, 26 Mayıs 1931’de de kimliği belirlendi. (22) Bu süreci en iyi anlatan satırlar maçta Fenerbahçe forması giyen Büyük Fikret’in (Arıcan) “Fenerbahçe’de 59 Yıl” isimli kitabında yer almaktadır.


    Büyük Fikret Anlatıyor

    “Olay kapandı sanırken bir-iki gün sonra çalıştığım yere bir inzibat askeri gelerek Merkez Komutanlığı’ndan çağrıldığımı söyledi. Beni bir albayın odasına çıkardılar. Kendisi sert bir lisanla kaleciye yumruğu kimin attığını sordu. Görmediğimi söyledim. Albay inanmıyordu. Hakikaten görmemiştim.

    Ertesi gün Zeki Bey ile beni tekrar çağırdılar. Uzun uzun soruşturdular. Görmediğimizi söyledik. Ama albay ısrar ediyordu. Kızgın bir sesle: “Bu bir subay.. onu mutlaka bulacağız. Yoksa hepimiz ya tekaüt olacağız ya da şarka sürüleceğiz. Başvekilin emri var” dedi. Bize adeta yalvarıyordu adam. Kendisine yardımcı olmamızı istiyordu. Hakikaten görmemiştik.

    Bir gün sonra beni tekrar çağırdılar. Albay: “Biz yumruğu vuranın bir doktor yüzbaşı olduğunu tespit ettik. Bunların arasında var mı?” diyerek bana üç tane doktor yüzbaşı gösterdi. “Tanımıyorum” dedim. Öfkeleri gün geçtikçe artıyordu.

    O zaman Gülhane Hastanesi’nde şimdiki Profesör Rasim Adasal, bizde futbol oynayan Selahattin ve Deniz Hastanesi Başhekimi olan İhsan Meriç de doktordu. Bu iş hepimizi dertlendirmişti.

    Fakat yumruğu vuran yüzbaşı sonunda bulundu. Merkez Kumandanlığı rütbesi tespit edilen ne kadar doktor yüzbaşı varsa çağırıp maç günü nerede olduklarını sormaya başlamış. Yumruğu vuran maç hastası Yüzbaşı Hilmi, o gün maça gitmediğini ve öğretmenleriyle vapur gezisine katıldığını söyleyince ondan şüphelenmişler. Öğretmenleri de Merkez Kumandanlığına çağırıp durumu araştırmışlar. Bunun sonuncunda Yüzbaşı Hilmi’nin doğruyu söylemediği ortaya çıkınca yumruğu vuranın o olduğu anlaşılmış.”

    “Büyük” Fikret Arıcan (ortada), Mehmet Reşat Nayır ve Niyazi Sel ile birlikte.

    Ceza

    Hilmi Bey’in kimliğinin belirlendikten sonra yapılan askeri yargılama sonucunda 20 gün oda hapsi ile cezalandırıldı. Bu süre zarfında görev yeri değiştirilmesine karar verildi. Hilmi Bey’in aldığı cezadan sonra gönderildiği yer, Erzincan’dı ve bu yer değişikliği Erzincan’ın İstanbul’a olan uzaklığı dolayısıyla “sürgün” niteliğindeydi. Hilmi Bey’in yumruk olayı Mustafa Kemal tarafından da takip edildi. Cumhurbaşkanı, Hilmi Bey’in yerinin değiştirildiğinden haberdardı. (23-24) Fikret Arıcan’ın aktarımındaki, olayın çözülmesi için askeri makamlara yapılan baskı bu noktada dikkate değerdir.

    Daha stadyum yok baraka gibi eski Taksim Kışlası’nda oynanıyor. Olaylı maç iki gün sonra yenilendi. Yunanlıları 2-0 yendik. Çok heyecanlı bir maçtı Allah için. Bizim çocuklar çok güzel oynadılar. Sağaçık Leblebi Mehmet topu ortalıyor, santrfor Necdet sol vurup topu Yunan kalesine sokuyor. Soldan Rebii ortalıyor, top Yunan ağlarında. Böylece maç 2-0 bitiyor.

    Ankara’ya döndüğümde arkadaşlarla oturmuş maçı yüksek sesle tartışırken, Atatürk sesimizi duymuş. Yanımıza gelip bana: “Maç hadiseli geçmiş, öyle mi?” diye sordu.

    Ballandıra ballandıra anlattım. Milli hislerim ayağa kalkmış, bir subayın Yunan kalecisini nasıl dövdüğünü anlatıyordum.

    “Subayı kimbilir ne yaptılar?” dedi.

    “Hapsetmişler…” diye karşılık verdim.

    “Yerini değiştirmişlerdir” dedi.

    Atatürk’ün yanında serbestçe konuştuğumuz ve O’nun da bizimle sık sık şakalaştığı için şımarmıştık. O’nun keyifli halini görünce her şeyi olduğu gibi söylerdik. O da bundan hoşlanırdı. O gün de bir coşkunluğuma gelmiş olmalı ki: “Yunanlılar öyle perişan oldu ki, kaç para eder senin Sakarya Harbin” dedim.

    Atatürk gerçi bir şey demedi ama, sonra söylediğime söyleyeceğime bin pişman oldum. İnsan  kendini unutuyor bazen.”

    Yazı içerisinde bu kaynakta yer alan diyalogların gerçekliği ile ilgili değerlendirmeler hatırlanacaktır. Bu doğrultuda metindeki hataları şu şekilde sıralayabiliriz: Fenerbahçe’nin maç yaptığı takım Apollo değil Olympiyakos’tur. Maç iptal olup, yenilenmemiştir. Cemal Granda’nın detaylarıyla aktardığı maç Galatasaray ile Olympiyakos arasındadır.

    Olympiyakos Takımı İstanbul’dan ayrılırken

    Sonra Ne Oldu?

    Ülkeler arası ilişkiler ve  kamuoyu tavrı dikkate alındığında, futbolun sadece futbol olmadığı gerçeğinin, futbolun endüstrileşmeden önce de var olduğunun ortaya çıktığı bu maçtan sonra Olympiakos takımı kaldıkları otelde Türkiye Futbol Federasyonu İkinci Başkanı Şeref Bey tarafından ziyaret edildi. (25)

    Bu ziyaret sonucu ikinci maça çıkmaya ikna oldukları Yunan basınında yer alan Olympiakos (26), 24 Mayıs’taki Galatasaray maçından 2-0 yenik ayrıldı. Bu maçın sonunda da olaylar çıktı. Yunan kafilesi stadyum yakınlarında saldırıya uğradı. Saldırıyı gerçekleştiren grubun etnik kimliği basında tartışma konusu oldu. Cumhuriyet gazetesi saldırıyı İstanbul’da yaşayan bazı Rumların yaptığını yazarken (27), Apoyevmatini gazetesi (28) bu iddiayı reddetti. 

    Bu saldırıya rağmen aynı gazetede Yunan kafilesinin gördükleri misafirperverliğe ilişkin açıklamalarını yayınlanmaktan geri kalmamıştır. Görüldüğü üzere kamuoyunun, kurulmaya çalışılan Türk-Yunan dostluğu konusunda tavrı olumsuza yakınken, resmi politikalar belirlendiği doğrultuda uygulanmaya devam ediyordu.

    Olympiakos takımı yaptığı iki maçın ardından 25 Mayıs’ta önce Büyükada’ya geçerek öğle yemeği yedi. Ardından ise İstanbul Vali Konağı’nda verilen çay davetine katıldıktan sonra, 26 Mayıs 1931’de ülkesine döndü. Yüzbaşı Hilmi Efendi’nin yakalanıp cezalandırıldığı Türk Futbol Federasyonu tarafından Yunanistan Futbol Federasyonu’na bir mektupla bildirildi. (29) Yunan Futbol Federasyonu da Grammatikopoulos’un cezalandırıldığını bildirirerek bir anlamda dostça karşılık vermiş oldu.

    Yüzbaşı Hilmi’nin sürgün macerasının uzun sürmediği, kısa süre sonra İstanbul’daki görevine geri döndüğünü Fikret Arıcan’ın aktardıklarından anlıyoruz. Anılarında bu olaylı maça yer veren Büyük Fikret, olaydan sonra Yüzbaşı Hilmi ile arkadaş olduğunu şu satırlarla anlatmıştır:

    “Fakat Yüzbaşı’nın talihi yaver gitti. Sadece şark’a tayin edilerek cezalandırıldı. O zamanlar fizik tedavi için gerekli aletler yalnız Gülhane Hastanesi’nde vardı. Ben de bu tedaviler için gerektiğinde Gülhane’ye giderdim. Yüzbaşı Hilmi’yi, Rasim Adasal’ı, Selahattin ve İhsan Meriç’i orada tanıdım. Kendileriyle çok yakın arkadaşlık ettim.”

    Kaleci Grammatikopoulos – 1931 ve 2008 yıllarında çekilmiş fotoğraflarıyla.

    Şüphesiz Olympiyakos takımının İstanbul seyahatinin kahramanı, attığı ve yediği yumruklarla kaleci Achilleas Grammatikopoulos’tu. Achilleas, Olympiakos kariyerine 1928 yılında başladı. Ünlü İspanyol Kaleci Ricardo Zamora’dan esinlenerek “Zamora” lakabını aldı. Olympiakos ile 11 şampiyonluk yaşayıp, 5 kez Yunanistan Milli Takım formasını giydi. 1944 yılında futbolu bıraktıktan sonra Yunan liginde hakemlik yaptı. 1967 yılında Olympiakos Futbol Akademisi’ni kurdu ve ölene kadar üyesi olarak kaldı. 2008 yılında öldüğünde tam 100 yaşındaydı. Dünyanın en uzun yaşamış futbolcusu ünvanını elinde bulunduran Achilleas Grammatikopoulos, ölmeden birkaç ay önce Yunanistan Hükümeti tarafından “Örnek Sporcu” ödülünü almıştı. (30)

    Cenaze

    22 Mayıs 1931 yılındaki maçın iki kahramanı Achilleas ile Hilmi  birbirlerini bir daha hiç görmediler. Peki Yüzbaşı Hilmi’nin kısa süren sürgün günlerinden sonra Fenerbahçe ile yolu kesişmiş miydi? Sorunun cevabı: Evet. Maçın üzerinden 44 yıl geçtikten sonra hem de. 28 Ağustos 1975 günü Fenerbahçe’nin simge isimlerinden “Yavuz İsmet” ünvanlı İsmet Uluğ’un hayata veda ettiği gündü. Fenerbahçe’nin hem sporcusu hem yöneticisi hem de başkanı olan İsmet Uluğ’un aynı gün yapılan cenaze töreninde yer alan isimlerden biri Büyük Fikret’ti. Aşağıdaki görsellerde detaylarını okuyacağınız kesişmenin diğer kahramanı ise cenaze için toplanan kalabalığın arasında Büyük Fikret’e yaklaşarak “Fikret evladım, nasılsın? beni tanıdın mı?” diyen Yüzbaşı Hilmi’ydi. Yüzbaşı Hilmi’yi hemen tanıyan Büyük Fikret’in onunla kucaklaşması 40 yılı aşkın bir özlemi gidermişti adeta. Bir arşiv belgesi ile Fenerbahçe tarihine adını yazdığımız, soyadını öğrenip, ailesine ulaşmak için resmi makamlara sayısız başvuru yaptığımız Yüzbaşı Hilmi’nin kulübün sembol isimlerinden birinin cenazesinde ortaya çıkması, kelimelerle tarif edilecek bir mutluluk değil. Fenerbahçe’nin, Fenerbahçeliliğini her şeyin üstünde tutanlarla var olduğunu söylemek de yanlış olmasa gerek.

    Barış Kenaroğlu

    29 Ağustos 1975 Milliyet
    29 Ağustos 1975 Milliyet

    Notlar :

    (1) Cumhuriyet, 30 Teşrinevvel 1930
    (2) Orhan Berent, Alsancak’ın Sakini Altay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s.56
    (3) Akşam, 24 Mayıs 1931
    (4) Milliyet, 27 Ekim 1930
    (5) Stefanos Milesis , Ένα διεθνές παιχνίδι του Ολυμπιακού που διεξήχθη με την απειλή όπλου (http://pireorama.blogspot.com/2014/07/blog-post_23.html)
    (6) Milesis, a.g.m
    (7) Milesis, a.g.m, Olimpiyat Dergisi, maçı izleyen biletli kişi sayısının 7516 kişi olduğunu ve 7030 lira hasılat elde edildiğini yazar. Yazının devamında görüleceği üzere, stadyumda yaşanan izdiham Yunan ve Türk gazetelerinin seyirci sayısı olarak yazdıkları 15.000 sayısını doğrular niteliktedir. Olimpiyat, 30 Mayıs 1931
    (8) Akşam, 24 Mayıs 1931
    (9) Milliyet, 24 Mayıs 1931
    (10) Turhan Gürkan, Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri, İstanbul, Fer Yayınları, 1971, s.106
    (11) Gürkan, a.g.e, s.107
    (12) Berna Baydan, Türk-Yunan İlişkilerinin II. ve III. Dönrm TBMM’ye ve Kamuoyuna Yansımaları (1923-1931), Yüksek Lisans Tezi, Erzincan, 2017
    (13) Milesis, a.g.m
    (14) Kurtuluş Savaşı kumandanlarından olan ve Lozan’ın imzalanmasının ardından ordusuyla birlikte İstanbul’a giren Şükrü Naili Paşa (Gökberk) , kamuoyunda Fenerbahçeliliği ile tanınıyordu. 1927 yılında Kalamış’ta Belvü gazinosunda tertiplenen yaz balosuna o sıralar İstanbul’da olan Mustafa Kemal ile birlikte katılmıştı. / https://www.fenerbahce.org/kulup/ataturk-fenerbahce
    (15) Milesis, a.g.m
    (16) Akşam, Milliyet, 24 Mayıs 1931
    (17) Milesis, a.g.m
    (18) Cumhuriyet, 27 Mayıs 1931
    (19) Cumhuriyet, 30 Mayıs 1931
    (20) Olimpiyat, 23 Mayıs 1932
    (21) Milli Müdafaa Vekaleti
    Zabıt İşleri Dairesi
    Mehakim Şubesi
    Ş.31
    Sayı.489
    Ankara 4.6.1931
    Hülasa – Maç hadisesi hakkında
    Yüksek Başvekalete
    İstanbul’da Yunan Futbol Takımı ile Fenerbahçe arasında yapılan maç esnasında Yunan kalecisine yumruk vurdu-ğu Üçüncü Kolordu ve İstanbul Merkez Kumandanlıklarınca yaptırılan tahkikat ile tespit olunan Gülhane Hasta-nesi Hekim Yüzbaşı Hilmi Efendinin disiplin cezası olarak yirmi gün oda hapsile cezalandırıldığı ve mumaileyhin (adı geçenin) Erzincan’da Üçüncü Fırka Topçu Alayına nakil ve tayin olunduğu maruzdur efendim
    Mili Müdafaa Vekili / Zekai (Apaydın) Bey
    (22) Cumhuriyet, 27 Mayıs 1931
    (23) Gürkan, a.g.e, s.186
    (24) Turhan Gürkan tarafından ilk kez 1959 yılında Şehir Gazetesi’nde yayınlanan “Atatürk’ün Uşağı Cemal Granda’nın Hatıraları”nda Fenerbahçe – Olympiyakos maçı ve yumruk olayı ile ilgili kısmında şunlar yazılı-dır: “İzinli olarak İstanbul’a gelmiştim. O sırada Yunanlıların Apollo takımı gelmiş, Fenerbahçe ile maçları var. Fenerbahçe maçı 1-0 kazanıyor. Sağ açık Fikret kaleye giren topu çıkarmak isterken, bu yenilişine içerle-yen kaleci, bir yumruk atıyor. Bunun üzerine sahaya atlayan bir subay da kaleciyi dövüyor.
    Dana stadyum yok baraka gibi eski Taksim Kışlası’nda oynanıyor. Olaylı maç iki gün sonra yenilendi. Yunanlı-ları 2-0 yendik. Çok heyecanlı bir maçtı Allah için. Bizim çocuklar çok güzel oynadılar. Sağaçık Leblebi Meh-met topu ortalıyor, santrfor Necdet sol vurup topu Yunan kalesine sokuyor. Soldan Rebii ortalıyor, top Yunan ağlarında. Böylece maç 2-0 bitiyor.
    Ankara’ya döndüğümde arkadaşlarla oturmuş maçı yüksek sesle tartışırken, Atatürk sesimizi duymuş. Yanımıza gelip bana: “Maç hadiseli geçmiş, öyle mi?” diye sordu.
    Ballandıra ballandıra anlattım. Milli hislerim ayağa kalkmış, bir subayın Yunan kalecisini nasıl dövdüğünü anlatıyordum.
    “Subayı kimbilir ne yaptılar?” dedi.
    “Hapsetmişler…” diye karşılık verdim.
    “Yerini değiştirmişler” dedi.
    Atatürk’ün yanında serbestçe konuştuğumuz ve O’nun da bizimle sık sık şakalaştığı için şımarmıştık. O’nun keyifli halini görünce herşeyi olduğu gibi söylerdik. O da bundan hoşlanırdı. O gün de bir coşkunluğuma gel-miş olmalı ki: “Yunanlılar öyle perişan oldu ki, kaç para eder senin Sakarya Harbin” dedim.
    Atatürk gerçi bir şey demedi ama, sonra söylediğime söyleyeceğime bin pişman oldum. İnsan kendini unutuyor bazen.”
    Dosya içerisinde bu kaynakta yer alan diyalogların gerçekliği ile ilgili değerlendirmeler hatırlanacaktır. Bu doğ-rultuda metindeki hataları şu şekilde sıralayabiliriz: Fenerbahçe’nin maç yaptığı takım Apollo değil Olympiya-kos’tur. Maç iptal olup, yenilenmemiştir. Cemal Granda’nın detaylarıyla aktardığı maç Galatasaray ile Olym-piyakos arasındadır.
    (25) Şeref Bey bilinen bir diğer ismiyle Ahmed Şerafettin Bey (1894 – 13 Haziran 1933[2]), Türk futbolcu, teknik direktör ve futbol hakemi. Beşiktaş’ın futbol şubesinin kurucusu olup, Beşiktaş futbol takımının ilk kaptanı ve teknik direktörüdür. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Şeref_Bey)
    (26) Milesis, a.g.m
    (27) Cumhuriyet, 27 Ekim 1931
    (28) İstanbul’da 1925 yılında Rumca yayınlanmaya başlayan gazete, tirajını 1960’larda 35.000’lere kadar çıkarmış, 2014 yılında ise yayınlarına son vermiştir.
    (29) Milesis, a.g.m
    (30) http://www.sportmyway.eu/2017/12/09/70sportways-40-achilleas-grammatikopoulos-legend-olympiacos/

  • Fenerliler Yunanlıları Nasıl Yendiler?

    Fenerliler Yunanlıları Nasıl Yendiler?

    Tuncay Yavuz, çok güzel bir işe imza attı ve 1931 yılında oynanan Fenerbahçe-Olympiakos maç yazısını Milliyet gazetesinde yazan Ali Naci Karacan’ın satırlarından buraya aktardı. Bu maça dair önemli bir olayı da “Özel Dosyalar” sayfamızda Barış Kenaroğlu‘nun araştırmacı kaleminden göreceksiniz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Milliyet Gazetesi’nden

    (Fenerbahçe kulübü müessislerinden ve bu büyük gençlik müessesemizi senelerce idare eden Ali Naci Beyden, Olympiacos ile Fenerbahçe takımları arasında icra edilecek maçın tafsilatını “Milliyet”e yazması için rica ettik. Aziz arkadaşımızın bütün maçı bir sinema filmi gibi tasvir eden güzel yazısını memnuniyetle dercediyoruz.)

    İnsan Akını

    Saat on ikiden itibaren şehrin büyük caddelerinden Taksim’e doğru sel gibi bir insan akını başladı. Saat birde stadyum etrafındaki vaziyet, Talimhane meydanındaki meşhur Ben-A-mar sirkine ait mutat kalabalığı, geniş bir mürekkep lekesi yanında küçük bir nokta haline indirecek derece kesif bir halk vardı. Daha maça üç saat kala stadyumun önü, arkası, yan kapılarının bulunduğu uzun sokaklar, girilemez, geçilemez derecede dolup taşmaya başladı.

    Biletlerini alanlar iki resmi kapıdan, bilet almaya imkan bulamayanlar da eski Taksim kışlasının büyük maç günleri her biri gizli birer kapı rolünü oynayan sayısız, viran pencerelerinden içeri girmeye çalışıyorlardı. Bu mahşerin arasından nasıl geçtiğimi, metalden nasıl içeri girdiğimi ve nihayet nasıl yukarı balkona çıktığımı hatıra getirdikçe bir tarafımın nasıl olup da sakatlanmamış olmasına karşı hayretten hayrete düşmekteyim. Birbirine kenetlenmiş yüzlerce insandan mürekkep bir seyirci dalgasının arasında bir çöp parçası gibi tamamen iradesiz bir halde, evvela öne atılıyor, sonra bir polis ve jandarma reddine çarparak geri geliyor, daha sonra tekrar ileri geri gidiyor, nihayet kalabalığın müşterek hamlesi ile ileri atılıyorduk. Kadıköyünden stadyuma kırk beş dakikada gelmiştim. Büyük kapıdan balkona kadar, münakaşalar, gürültüler, itişmeler, kakışmalar, sıkışmalar ve mütemadi geri tepilmeler arasında tam bir saatte vardık.

    Balkona çıkıp etrafa bakınca müthiş kesafet karşısında “bu ne hal!” demekten kendimi alamadım.

    Kan Ter İçinde Tıklım Tıklım Bir Stadyum

    Saat tam dörtte stadyum içinde barınabilecek ne bir yer, ne bir pencere içi, ne bir ağaç dalı kalmamıştı. Muhakkak ki en kalabalık Galatasaray-Fener maçının üç misli halk vardı. Stadyumda yapılan en kalabalık ecnebi maçı bundan dört sene evvel Slavya-Galatasaray maçı idi. O gün kalabalık rekoru diye 12 bin kişi tespit olunmuştu. O izdiham ile dünkü kalabalığı mukayese edince Fener-Olympiacos maçında dün herhalde 15.000’den fazla seyirci vardı. Bazı zavallı seyirciler yer bulamayınca tribünlerin payandaları üzerine yerleşmişler ve oralarda, rafa konmuş saksı nevinden, yahut komik Şarlo’nun son filminde abideye takılması gibi garip oturuş vaziyetleri icat etmişlerdi. Hava o kadar sıcaktı ki seyircilerin yarıdan fazlası yeleklerini çıkarmışlar ve ellerindeki gazetelerden imal ettikleri yelpazelerine, güneşliklerine rağmen zırıl zırıl terlemeye başlamışlardı.

    Stadyum adam almayınca ve sığınabilecek hiçbir yer kalmayınca herkes birbirini dışarıda değil, içeride tazyike başladı. Duhuliye tarafı ile tribünleri ayıran taş duvar sallanmaya, balkonun altından piste çıkan orta kapı kabına sığmayan seyircilerin tazyiki ile çatır çatır çatırdamaya başladı. Nihayet sağ taraftan fasıla duvarı taş ve tuğla olmasına rağmen paldır küldür yıkıldı ve o taraftaki seyirciler bir kısmı – hikmette ki muvazene-i meyah kaidesine tevfikan!- tribün tarafına taştılar. Birkaç kere polis bu mahreci tıkamaya çalıştı amma mümkün olmadı. O taraftaki halka biraz fazla şiddetli bile davranınca genç talebe kümeleri durup durup bu tarafa aktılar ve nihayet duhuliye ile tribün arasındaki sınıf farkını fiilen ortadan kaldırdılar.

    Esasen nihayet yirmi sekiz bin kişi için yapılmış bir yere 15.000 kişiyi soktuktan sonra tribün, duhuliye saha kenarı diye mevkiler ayırmak -hasılat noktasından müessir olsa bile- intizam noktasından faideli olmazdı. Nasıl ki piste çıkan orta kapıdaki intizamsızlık, tam 24 polisin 3 metre genişliğinde bir kapıyı muhafaza için saatlerce uğraşması şeklinde dehşetli bir manzara halini aldı. Biletlerini alanlar kapının bu tarafından ellerini uzatarak ‘bırakın! Allah aşkına bırakın!’ diye bağırıyorlar, polisler ise kapının öbür tarafından: ‘Olamaz!’ diye haykırıyorlardı.

    Deplasman Seyircileri

    Hele bu esnada Olympiakos ile gelen ve piste çıkmak isteyen Yunanlı seyirciler de epey müşkilata uğradılar. Oynayacakları maçın ehemmiyet ve azametini kalabalık arasındaki itişme ve kakışmalarla daha iyi anladılar. Hakikaten manzara ana baba gününden pek farklı değildi. Kimi: ‘Yahu biletim elimde kaldı, paramla içeri giremiyorum!’ diyor, misafirlerden biri de kapıyı tutmuş kendi arkadaşlarını içeri almak için boyuna:
    – Ela viresi
    – Siga vire pedyamu!
    – Diki maz! Diki maz! diye bağırıyor ve kalabalığın içinden denizde boğulan insanların feryadı kabilinden:
    – Pinkene! Pinkene!
    – Ekselihistiha! apistena pedamu!
    – Sasparakolo! Piso!
    diye tazalumlar işitiliyordu.

    Bu esnada sıcaktan zarıl zarıl terleyen ahali de -alay ihtiyacıyla- en küçük şeylerle eğleniyor, mesela bir sinek uçsa, kahkahadan kırılıyordu. Nasıl ki bir çocuğun boş sahanın ortasına attığı sarı bir oyuncakçı balonu ile – balon havada zıplayıp oynadıkça – halk da gülüp eğlenir. İşte Olympiacos maçı dün garson, berber ve daha binlerce Rum’un da dolup taştığı böyle mahşeri bir kalabalık, cehennemi bir sıcak ve halkın kesif kalabalıkla sıcağın biraz daha gerginleştirdiği derin bir heyecan halet-i ruhiyesi içinde icra edildi.

    Takımlar Sahaya Çıkıyor

    Saat beşte evvela Olympiacos takımı sahaya çıktı. Yazıldığı gibi arkalarında kırmızı-beyaz formalar vardı. Kapıdan girip kalabalığı görünce içlerinden biri iki elini yanaklarına götürüp:
    – Urre pedyamu! Ti kalabalikine! diye hayretini saklayamadı.

    Yunan takımı sahaya çıktıktan sonra parmaklıkların ve tribünlerin önlerine gidip halkı selamladılar ve çok alkışlandılar. Hemen arkalarından Fenerliler ortaya çıktılar ve “Yaşa, var ol, galibiyet isteriz’” seslerine karışan devamlı bir alkış tufanına tutuldular. Güneşin ışığı içinde sarı-lacivert formaları daha güzel parlıyordu. Onlar çelimli, cüsseli, çalak ve seri görünüyorlardı. Fenerlilerin yüzlerinde ise, kendilerini çeviren kalabalığın azametini görünce o derece azametli ve net çetin ve ehemmiyetli bir imtihana çıktıklarını daha iyi anlamış görünüyorlardı. Heyecandan renkleri solmuştu: Fakat hepsi de Yunan sporu gençlerinin en yüksek tezahürü karşısında ve aynı zamanda efendiliğinin tahmil ettiği ağır vazifeye layık olmak emeline er meydanına, ürkeklerin değil erkeklerin meydanına çıktıklarına bariz imanı gözlerinden taşıyor gibiydi. Bütün maç baştan sona kadar Türk’e yakışan misafirperverlik havası içinde, Fener’e yakışan centilmenlikle ve Türk gencinin galebe azmine herkesi hayran bırakan bir hava içinde cereyan etti ve her iki takım birbirleriyle karşılaşmaya hakikaten layık sporculardan mürekkep olduklarını bihakkin gösterdi.

    Nutuk ve bayrak teatisi gibi merasimden sonra para atıldı ve takımlar vaziyetlerini alınca Fener takımının:
    Natık
    Hüsnü-Ziya
    Cevat-Sadi-Reşat
    Niyazi-Alaeddin-Zeki-Muzaffer-Fikret
    şeklinde olduğu anlaşıldı. Fenerbahçe’nin mevcut anasırına ve bugünkü vaziyetine nazaran çıkarabileceği en kuvvetli takım da ancak bu olabilirdi. Buna mukabil Yunanılar da bizzat kendi taraflarının en kuvvetli şekilleri olarak tertip ettikleri kadro ile ortaya çıktılar. Bu kadro şu idi:
    Gramatupulos
    Curentes-Sofros
    Lokos-Pupolos-Koneros
    Terezokis-Tostos-Yorgos-Bailis-Seonudos

    İlk Devre Nasıl Oldu?

    Bir talihsizlik eseri olarak Fener rüzgarı kaybetmiş ve daha büyük bir talihsizlik eseri olarak da aksi rüzgar bu  sıcak havada, birkaç dakikadan beri esmeye başlamış bulunuyordu. Yunanlıların aynı zamanda 4 numaralı küçük bir topla oynamak noktasında ısrar ettikleri de görülüyordu. Nihayet hafif münakaşa bizim dostane kabulümüzle neticelenerek düdük çaldı ve insanın asabını mahvı muzmahil eden heyecanlı maç cereyana başladı.

    Yunanlılar daha ilk hamlede hiç yadırgamamış, hatta karşılarındaki takım kadar bu sahaya sanki alışıkmış gibi oynamaya başladılar. Topa gayet muntazam vuruyorlar, aralarında gayet iyi anlaşıyorlar ve derhal buraya gelen ecnebi ekiplerin en iyilerinden biri oldukları intibaını uyandırmakta gecikmiyorlardı. Oyuna başladıktan sonra, daha beş dakika olmadan iki müessir akın yaptılar ve denebilir ki bizim takımın asabına hakim oldular. Yerini değiştiren takımların daima başına geldiği gibi yadırgamıyorlar, hatta adeta galiba dostluğa mugayir bir şey yapmış olmayayım endişesiyle nefesini tutarak, ses çıkarmaktan korkarak kendilerini seyreden halkımız arasında, kendi halkları arasında oynar gibi rahat oynuyorlardı. Bütün oyunlarına bir şuurun hakim olduğu aşikardı. Birbirleriyle mükemmel paslaşıyorlardı. Topu muntazam sürüşler ve güzel aldatışlarla kendi muhacimlerine verdikten sonra o hatta da sol açıkları, sağ içleri, merkez muhacimleri gibi çok düzgün ve sıkı şut çeken oyuncular ile yenilmesi güç bir rakip hissini uyandırıyorlardı.

    Maçın ilk on beş dakikası onların bu hakimiyetine mukabil bizim çocukların heyecanının fazlalığından bir çok falsolu hareketleri ile geçti. Mütemadi ıskalarız ve en mahir oyuncularımızın bile topa düzgün vuramayışı seyirciyi ne kadar endişeye düşürse yeriydi. Bereket versin ki onların bütün akınları dün hakikaten çok güzel oynayan, canla başla çalışan, birkaç muhakkak golü kurtaran Fener müdafileri Ziya ve Hüsnü’nün, Fener merkez muhacimi Sadi’nin, Fener sol müdafii Reşad’ın gayretleriyle tamamen akim kaldı. 15 dakika bu suretle bocaladıktan sonra Fener takımı müessir akmaya başladı.

    Yunan Kalecinin Hüneri

    Muhaccim hattında bilhassa Alaeddin ve Fikret’in bugün ve hiçbir fırsatı kaçırmamak için azami bir dikkat gösteren Niyazi’nin atılgan ve candan oyunları ile bir iki gol yapmak fırsatı çıktı ise de Yunan kalecisinin çok güzel oyunu sayı yapılmasına imkan bırakmadı. Ancak rüzgarın altında olmadığına ve karşı tarafa nazaran bizim binnisbe falsolu oynamaklığımıza rağmen oyunun beraberlik şeklinde cereyanı ikinci devre için ümit verici bir vaziyet idi. Birinci devre bu şekilde, mütekabil akınlar korveler, neticesiz şutlar, birçok tasalar ve sayısız çalımlar içinde durgun, hadisesiz geçti.

    İkinci Yarı

    İkinci devrede kaleler değişti. Fakat bu sefer de, demin talihsizlik eseri olarak çıkan rüzgar kesildi. Onlar müessir bir akın yaptılar, kalenin önüne geldiler ve orada, sol içleri üç dört metreden çok mükemmel bir gol fırlattı, topu auta atmak sureti ile – Bereket versin! – heder etti. 15.000 kişinin:
    – Ooooohhh! diye nasıl derin bir nefes aldığı görülecek şeydi. Halk, lisanıhal ile, Yunan sol içine, adeta:
    – Hay allah senden razı olsun! demek ister gibi garip bir ifade idi.

    Bunu müteakip Fenerliler tehlikeyi yakından duymuş adamların endişe ve heyecanlı daha düzgün daha canlı, daha azimkar oynadılar ve Olympiacos’un yaman bir kalecisinin muhafazası altına bırakılmış kalesine doğru akın üzerine akın yaptılar. Bu esnada Fikret’in cidden emsalsiz ve derin golü bu şutunu Yunan kalecisinin nasıl kurtardığına, kurtarabildiğine, hala kaleci kurşun gibi gelen topu yaman bir uzanışla direk hizasında ve havada yakaladı ve gol diye bağırmaya hazırlananların ağzı hayretten açık kaldı. Bunun arkasından Olympiacos kalesi gene sıkı bir akına uğradı ve bu sefer de Niyazi’nin tutulmaz bir kafa vuruşunu aynı kaleci aynı derece müşkül bir hareketle yakaladı.

    İkinci devrenin 35’inci dakikasında vaziyet bu şekilde cereyan ederken ve Yunanlı kaleci en sıkı şutları böyle tutup söndürüverirken herkese de:
    -Anlaşıldı, berabere kalacağız! fikri gelmeye başlamış gibiydi.

    Evet… Bu esnada, ümidin sallandığı bu sırada idi ki, Alaeddin ah canım Alaeddin! İkinci devrenin tam 38’inci dakikasında bizim kale önünden kaptığı topla kedinin makara ile oynaması kabilinden ve nasıl yaptığına bir türlü akıl ermeyen garip bir takım çalımlar yaparak ve karşısına çıkan Yunanlılar’ı geçip atlayarak, Olympiacos kalesinin 20 metre mesafesine geldi ve oradan, topu durdurtmadan (Yaradana sığındım!) diye öyle bir çekiş çekti ki topun Yunan kalesine girmesi ile Yunan kalecisinin kederinden düşüp bayılması ve ortalığın (gol!) diye bayram yeri gibi bir türlü sevinç çınlama sesleri arasında bir oldu.

    Kazandık!

    Stadyumda dünkü maçın 38’inci dakikasında tesadüfen bu tarihi manzarası görülecek şeydi ve denilir ki, Alaeddin o golü takımının yenme azmini birdenbire nefsinde canlandırmak suretiyle ve emsalsiz bir zafer hizile tahakkuk ettirdi. Çünkü bu kadar güzel bir gol, ancak o kadar yüksek bir duygu ve gayretin eseri olabilirdi.

    Hülasa efendim.. Yesü kederinden bayılan Yunan kalecisi ancak beş dakika sonra kendisine gelebildi ve oyunun mütebaki kısmı ümitsizliğe duçar olan Yunanlıların neticesiz uğraşmalarıyla geçerek Olympiacos cenapları Fenerbahçe’ye karşı 1-0 mağlup olarak sahayı – dostluk iyi amma, dayanamayıp bir haibü hasir kelimesi kullanacağım – terletip dün 15.000 kişilik münevver bir kalabalığın önünde Türk’ün göğsünü kabartacak derece yüksek oyun ve yüksek efendilik, centilmenlik gösteren Fenerbahçeli arkadaşlarımı candan tebrik eder ve Yunanlı dostlarımıza da:
    – Üzülmeyin dostlar – meşhur Slavya da bu takıma tıpkı sizin gibi 1-0 yenilmişti. Bu az bir teselli de değildir! derim..

    Ali NACİ

    Fenerliler Yunanlıları Nasıl Yendiler?
    Fenerliler Yunanlıları Nasıl Yendiler?