Etiket: Önder Dai

  • Doktor Ayten Salih

    Doktor Ayten Salih

    Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi“nin “Beden Eğitimi ve Spor” özel sayısında Barış Eymen ve Barış Kenaroğlu imzasıyla yayınlanan yazı…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Türkiye’de Kadınların Spor Sahalarında Görünmesi ve Ayten Salih Berkalp

    Barış Eymen, Barış Kenaroğlu

    Modern Sporların Ülkemize Girişi

    Türk kadınının spor sahalarında görünmesi Osmanlı döneninden itibaren başlamış bir süreçtir. Özellikle modern sporların yapılmaya başlanmasından bir süre sonra kadınların da söz konusu sporların bazılarıyla ilgilenmeye başladıklarını görürüz. Ülkemize modern sporların girişi genellikle 19. Yüzyılın ikinci yarısı ve sonrasına rastlar. Modern sporlar denince, öncelikle jimnastik, futbol, atletizm, grekoromen güreş, boks, bisiklet, yüzme, tenis, hokey, kriket, basketbol, voleybol, kayık ve yelken yarışları vs. gibi branşlar gelir.

    Öncelikle modern olan nedir; ona bir bakmak lazım. 18. Yüzyıl sonları ve 19 yüzyıl başlarında Osmanlı Türkiye’sinde birçok müessesenin tıkandığını işlevini yitirdiğini görüyoruz. Artık birçok alanda Avrupa’dan geri kalınmıştır.  Bu durumda devlet adamları çözüm arayışına girmişlerdir. Neticede gelinen nokta şu olmuştur:

    “Avrupa ülkeleri ile rekabet edeceksek kendi insanımızı en donanımlı şekilde yetiştirmeliyiz. Bu da çağın gereği gibi eğitim veren okullar açmakla olur. O zaman model Avrupa olacaktır.”

    Bu anlamda bir örnek verelim. Mesela Fransız eğitim sistemini model alan ve müfredatı da Fransız okullarına uygun bir yöntem kullanacaksınız. Fen bilimleri ağırlıklı müfredatı birebir aldığınızda ülkenizde bir Fransız Okulu kurmuş olursunuz. Buna karşılık o müfredata Türkçe, Türk Tarihi, Arapça, Farsça, Din Dersi ilave ettiğinizde artık bu müfredat çerçevesinde bir Fransız okulu olmaktan çıkıyor. Yerli motifler işin içine giriyor. Böyle olduğunda gençler yerli kültürden de uzaklaşmamış oluyorlar. İşte model birebir alındığında buna batılılaşma diyoruz. Yerli motifler katıldığında ise modernleşme diyoruz.

    Modern sporlar açısından buradan çıkaracağımız sonuç şudur: Modern eğitim alarak yetişen gençler modern spor dallarıyla tanıştıklarında ilgi gösteriyorlar, kolayca benimsiyorlar ve uygulamada da başarılı olabiliyorlar. Modern sporların ilk yapıldığı şehirler olarak İstanbul, İzmir, Selanik’i gösterebiliriz.

    Öncelikle yabancıların durumuna bir bakalım. Kapitülasyonların sağladığı imtiyazlardan yararlanarak koloni halinde yaşayan aileler sık sık çayırlara ve mesire yerlerine giderek kendi aralarında çeşitli spor dallarını icra ediyorlar.  Bunlara ilave olarak Osmanlı limanlarını ziyaret eden İngiliz savaş gemileri personelinin şehirde bulundukları zaman diliminde spor müsabakalarına katılıyorlar. Özellikle takım oyunlarında yeterli sayıda sporcu bulamayan aileler gayrimüslimleri de oyunlarına ortak ediyorlar.

    Zamanla Türkler de bu spor dallarıyla ilgileniyor. Türk gençleri sporu bir eğlenceden öte sağlıklı bir vücuda sahip olmanın aracı olarak da görüyorlar. Nitekim idmancı ve idmancılık kavramı sık sık kullanılıyor ve giderek yaygınlaşıyor. II. Abdülhamid döneminden itibaren gençlerin hem zihin hem de beden sağlığı için spor yapmanın yararları gazete sütunlarında yer alıyor. Yapılan sporlar gençler arasında ilgi gördüğü gibi halk da seyir amaçlı olarak ilgi gösteriyor.

    İlk Kadın Sporcularımız

    II. Meşrutiyetle beraber idmancılık hem zihin hem de beden sağlığı yanında aynı zamanda savaşa her zaman hazırlıklı olmanın gereği olarak da önemsenecektir. Ayrıca spor etkinlikleri artacaktır. Spor bayramı adıyla düzenlenen organizasyonlarda her dalda sporcular birbirleriyle rekabet edecektir. Bu bağlamda 1911 yılı spor bayramında Türk kadın sporcuların da yer aldığını görüyoruz. Kadınlar arası sürat yarışlarına katılan Besime Hanım birinci, Macide Hanım ikinci olmuştur. Besime ve Macide Hanımları ilk Türk kadın atletler olarak tanımlayabiliriz.

    Türk spor tarihi yazımına büyük katkılar sunan İdman mecmuası, 3 Temmuz 1330 (1914) tarihli 35. sayısı ile yayın hayatına veda etti. Derginin 5 numaralı nüshasında “Anadolu Hisarı İnas Mektebi talebâtı İdman Yurdu koşu müsabakasında” altyazılı bir fotoğrafta kız öğrencilerin Union Club sahasındaki yarışı görülüyordu.

    Takip eden senelerde Birinci Dünya Savaşı kaybedildi. Millî Mücadele kazanıldı. Ve Osmanlı İmparatorluğu, yerini Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktı. Genellikle İstanbul merkezli olarak düzenlenen sportif faaliyetler olduğu gibi Cumhuriyet’e intikal etmiş ve kulüpler, diğerlerinin de katılımıyla Osmanlı döneminde başlayan rekabetlerini Cumhuriyet döneminde de sürdürmüşlerdir. Bu defa sporun ülke geneline yayılması da önemsenecektir.

    İdman’daki fotoğrafın yayınlanmasından 13 sene sonra, Türk futbolunun “Şiir” lakaplı, kulüp gezgini, meşhur siması Refik Osman (Top) Bey’in “Heyet-i Tahririye Müdürü” olduğu “Gol” dergisinin 19-20 numaralı nüshasındaki bir fotoğrafın altyazısında ise şu cümle göze çarpıyordu:

    “Genç kızlarımız spor âlemine atılırken; ilk şayan-ı takdir adım”

    Bu adım 12 Şubat 1926 günü, 1913 yarışı ile aynı yerde, Kadıköy’deki (bugünkü Fenerbahçe Stadyumu) İttihat Spor Kulübü Sahası’nda yapılan “Cumhuriyetin ilk kadın atletizm koşuları” idi. Dönem gazeteleri derlendiğinde günün öyküsü okuyanların gözünde şöyle canlanıyordu:

    O gün saat on buçuktan itibaren seyirciler gelmeye başlamışlardı. Genç hanımların koştuklarını görmek hususi bir zevk uyandıracağı için olacak ki şimdiye kadar hiçbir atletizm müsabakasında görülmeyen bir kalabalık vardı.

    Saat on bire doğru, sporcu hanımlar yanlarında Ömer Besim (Koşalay) Bey bulunduğu halde göründüler. Ömer Besim Bey, daha önce bu tip yarışlarda emsaline rastlanmamış kalabalığı görünce, yarı şaka, yarı ciddi ‘Anlaşıldı’ dedi, ‘Bir daha atletizm müsabakaları tertip edildiği zaman mutlaka hanımların da teşrik edilmesi lazım!’

    Müsabaka kalabalığın gösterdiği alaka ve heyecanı tamamıyla tatmin edecek bir cereyan almakta gecikmedi. Zira birkaç günden beri koşuya iştirak edeceklerinden bahsedilen yirmi kadar hanımın soyunma odalarına girip de hazırlanmaları lazım geldiği zaman hanımlar arasında bir telaş, bir heyecan hâsıl oldu. Oraya buraya dağıldıkları, ötede, beride heyecanlı heyecanlı koşuştukları görüldü. Anlaşılan hanımlardan bazıları spor eşyalarını evde unutmuşlardı.

    Bu arada Ömer Besim Bey de İttihat Kulübü’nün bir ucundan diğerine koşuyor, hanımları toplamaya ve müsabakaya sokmaya çalışıyordu. Bütün bu faaliyete rağmen, koşuya iştirak etmeleri lazım gelen yirmi hanımdan ancak yedisi meydana çıkabilmişti.

    İttihat Spor Kulübü’nün küçük binasının kapısından çıkan hanımlar fotoğrafçıların hücumuna maruz kaldılar. İkdam gazetesi muhabiri saha içinde ve hanımların etrafında gerek amatör, gerekse profesyonel on dört objektif saymıştı. Tribündekilerle beraber bu sayı yirmiyi geçiyordu. Besim Ömer Bey’in ‘Haydi!’si sporcuları fotoğrafçılardan kurtardı. Hanımlar, meydana çıktılar, sıralandılar, herkes dikkatle bekliyordu.

    İki koşu yapılacaktı. Biri 60 metrelik sürat, diğeriyse 300 metrelik mukavemet koşusu… Sürat koşusuna üç atlet katıldı: Nermin Hanım, Emine Hanım ve Safiye Hanım.

    Unvan Bey’in el çırpmak suretiyle verdiği işareti müteakip üç hanım fırladılar. Başlangıçta birinciliği temin eden Nermin Tahsin Hanım altmış metre müsabakayı 11.10’da koşarak birinciliği muhafaza etti. Bir metre farkla Emine Hanım ikinciliği ve Safiye Hanım da üçüncülüğü kazandılar. Nermin Hanım’a niçin birinci geldiği sorulduğu zaman : ‘Çalıştım, bir haftadan beri antrenman yapıyordum’ dedi.

    Biraz sonra 300 metrelik mukavemet koşusu yapıldı. Bu koşuya beş atlet katıldı: Mübeccel Hanım, Yeliz Hanım, Nermin Hanım, Minnoş Hanım ve Mürüvvet Hanım.

    Bu müsabakada birinciliği Mübeccel (Argun) Hanım iyi bir koşudan sonra kazandı. İkinciliği yine Nermin Tahsin Hanım aldı. Mübeccel Hanım hakiki bir sporcu idi. Ne gibi sporlarla meşgul olduğu sorulduğunda ‘Çok eskiden koşardım, şimdi British School spor asistanıyım. Her spordan bir parça yaparım. Hokey oynarım. En ziyade istidadım hokey oynamaktadır’ dedi.

    Atletizm Federasyonu Başkanı Unvan Bey’in verdiği madalyalardan başka ‘bütün idmancıların kalbinde hürmetle yaşayan idmancılar şeyhi Faik (Üstünidman) Hoca tarafından birinci gelenlere verilmek üzere gönderilen’ ödüller de sporculara takdim edildi. Gazeteler “Büyük bir haz ile kaydedeceğimiz nokta, 12 Şubat 926’nın Türk sporculuğu tarihinde sayılı ve kıymetli bir tarih olduğudur” derken, Türk atletizm sahasının yeni sporcularına takılmayı da ihmal etmemişlerdi: “Herhalde hanımlarımız arasında böyle müsabakalar yapılması hiç de fena değildir. Ancak hanımlarımız da gelecek koşularda spor pantolonlarını veyahut ayakkabılarını evde unutmamayı şimdiden hatırlatmayı da faydasız bulmuyoruz.”

    Üç sene sonra, gazete sütunlarında “belki de dünya spor tarihinde bir ilk”in haberi yayınlandı. İstanbul voleybol şampiyonasını konu alan metinde, Fenerbahçe erkek voleybol takımının kadın sporcusu Sabiha Rıfat (Ecebilge Gürayman) Hanım’dan da bahsediliyordu:“(…) Fenerbahçe takımı, geçen turnuvaya ‘Ateş’ namı altında iştirak ederek bütün rakiplerini büyük farklarla yenen oyunculardan müteşekkil olduğu için, birincilik maçlarında da şampiyonanın en kuvvetli namzetlerindendir. Fenerbahçe takımının hususiyetlerinden biri de oyuncuları arasında Sabiha Rıfat Hanım’ın bulunmasıdır. Sabiha Hanım, erkeklerle birlikte cemi ve resmi sporlara iştirak eden ilk hanım olduğu için, Fenerbahçe’nin bu yeniliği, spor tarihimizde başlı başına bir inkılap teşkil etmektedir. Sabiha Hanım, şampiyon arkadaşları arasında oynamaya layık olduğunu gösteren bir nüfuzu nazar göstermektedir.”

    Bu fevkalade önemli olayı kayda geçiren bir resim, Milliyet gazetesinde yayınlandı. O gün erkek takım arkadaşlarının kollarına girerek fotoğraf çektiren Sabiha Hanım, yaklaşık yarım asır sonra, 1973 yılında aynı gazetede Güngör Gönültaş’a uzun bir röportaj verecek ve o günleri şöyle anlatacaktı: “Okulda 350 erkek öğrencinin arasında iki kız talebe idik. Melek ve ben. Önceleri merakla izleniyorduk. Ama giderek her şey değişti. Artık erkek arkadaşlarımla spor yapabiliyordum. O yıllar Galatasaray ile Fenerbahçe takımları vardı. Birinci yılın sonunda okulun voleybol takımına seçildim. Sonra Fenerbahçe Kulübü’ne kaydedildim. İlk maçımızı Kabataş’la yapmıştık. Kaybedeceğiz ve sorumlu olacağız diye ödüm kopmuştu. Çok şükür kazandım. Sonra birçok resmî maçta oynadım.”

    1945 yılı Aralık ayında Anıtkabir Kontrol Şefliği görevine getirilen Gürayman, Bayındırlık Bakanı Sırrı Day’ın kendisine söylediği “Biliyor musunuz Sabiha Hanım? Atatürk başını kaldırıp da baksa idi. Türk kadınına açtığı yoldan yürüyerek buraya kadar gelmiş olan sizi görerek kim bilir ne kadar memnun olacaktı.” sözünü hiç unutmadı.

    Kıbrıslı Türk Kadın Sporcumuz: Ayten Salih Berkalp

    Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşı Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e nakledildikten tam bir sene sonra, Türk kadın sporları tarihi, yine Fenerbahçe Spor Kulübü sayesinde bir inkılaba daha sahne oldu. Bu defa başrolde Kıbrıslı Türk Dr. Ayten Salih Berkalp vardı.

    Ayten Salih Berkalp, polis komutanı Salih Karamehmet ile ev hanımı Melek Hacı Hasan’ın dördüncü kızı olarak 1934 yılında Gazimağusa’da dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Kıbrıs’ta tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek Çamlıca Kız Lisesi’ne devam etti. 1954 Haziran ayında okulunu birincilikle bitirerek girdiği İstanbul Tıp Fakültesi’nden de başarıyla mezun olan Ayten Salih, 6 Aralık 1960 tarihinde mesleğini icra etmek üzere, memleketi Kıbrıs’a geri döndü.

    Dr. Ayten Salih, 21 Aralık 1963 hadiseleri başladığında EOKA’cılar tarafından işgal edilen hastanede, Türk hastaları korumaya çalıştıysa da bazı hastabakıcı ve hastaların kurşunlanarak öldürülmesinden sonra, personeliyle birlikte hemşire lojmanına hapsedildi. O ve çalışma arkadaşları, yapılan yoğun baskılar sonrasında, beşinci günün gecesinde Makarios tarafından önce Piskoposhane’ye, oradan İngiliz elçiliğine ve en sonunda Türk bölgesine gönderildiler. 1967 Eylül ayında İngiltere’de anestezi ihtisasını tamamladıktan sonra Kıbrıs’a dönünce, bu defa Limasol’daki Türk Hastanesine atandı. Dr. Ayten Salih, burada önce anestezi uzmanı, 1970’de ise başhekim olarak görev yaptı. 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtı esnasında, Limasol Türk bölgesinin düştüğü haberi gelince, Dr. Ayten Salih bir yıl süre ile hastanedeki çalışma odasında yaşadı ve işgal altındaki şehirde doktor, yönetici ve mücahit komutanı olarak görev yaptı. Eylül 1975’den itibaren Sağlık Bakanlığı bünyesinde çeşitli vazifeler alan Dr. Ayten Salih, 1991’de kendi isteği ile müsteşarlıktan emekliye ayrıldı ve 1995-2004 yılları arasında 9 yıl süre ile kamu hizmeti komisyonunda üye olarak görev yapmaya devam etti.

    Bugün 90 yaşında olan Dr. Ayten Salih Berkalp, Kıbrıs’ın Türk millî mücadele tarihinde önemli bir yere sahip olmakla birlikte, bundan tam 70 sene önce “Türk sporunun ilk kadın basketbol/voleybol kulüp takımları”nın kuruluşuna da öncülük etti.

    Belge, bilgi, fotoğraf ve hatıralarını Spor Tarihçisi Barış Kenaroğlu ile Barış Eymen’e emanet eden Dr. Ayten Salih’e dair çalışmalarda Çamlıca Kız Lisesi Tarih Öğretmeni Murat Mutluer’in de kıymetli katkıları oldu.

    Aşağıdaki metin Dr. Ayten Salih Berkalp’in spor hayatına odaklanırken, Kıbrıs’ta geçen çocukluğu, ailesi, Çamlıca Kız Lisesi ve Fenerbahçe yıllarına dair “birinci ağızdan” enstantaneler içeriyor. Onlarcasını muhafaza etmeyi başardığı belge ve fotoğraflardan da bir “seçki” sunmaya çalıştık.

    Ayten Salih Berkalp Sporculuk Hayatını Anlatıyor

    Türkiye’de “kulüpler bazında” kadın takım sporlarının kuruluşunu sağlayan ve 1954-1960 yılları arasında yapılan resmî turnuvaların neredeyse tamamını kazanan Dr. Ayten Salih Berkalp anlatıyor:

    “Benim gibi esmer olan babam Salih Karamehmet’in kökleri Afrika’ya dayanıyordu. Babaannemi hiç görmedim ama yaşamının son yılını bizim evde geçiren dedemi çok iyi hatırlıyorum.

    Annem Anadolu kökenliydi. Babası bir Hac dönüşünde yolda vefat ettikten sonra ninem Havva Hanım üç kız çocukla (Cemiye, Huriye ve annem Melek) Lefkoşe’de kalakalmış… Havva Hanım’ı, Rauf Denktaş Bey’in dedesi Rauf Efendi nikâhına almış. Tam o zamanlar babam da Lefkoşe’ye gelip Rauf Efendi’nin evinde misafirken anneme gönlünü kaptırınca, ilk fırsatta evlenmişler.

    Ben doğduğumda, polis komutanı olan babamın rütbesi ‘Teğmen’ imiş. Kardeşim Ayhan doğduğu zaman üsteğmen oldu. En küçüğümüz Üner dünyaya geldiğinde ise yüzbaşılığa terfi etti ve ‘Kriminal Şube’nin başına geçti. EOKA terörünün başladığı ve adeta bir yangın gibi adaya yayıldığı yıllarda çok zorluklar yaşadı. Son İngiliz amiri, yıllar sonra İngiliz Askeri Üsler Bölgesi Komutanı olarak göreve başlayınca, kendisini arayıp buldu ve babam (emekli olduktan 5 sene sonra) 60 yaşında tekrar müfettiş olarak göreve geri döndü. Fakat ne yazık ki hemen ardından kansere yakalanıp dokuz ay içinde vefat etti. Ondan tam on yıl sonra da 1971 yılında da annemi kaybettik.

    İlkokul yıllarım İkinci Dünya Savaşı’na denk gelir… Mesela 1942 – 1943 ders yılını Magosa sur içinde yeni inşa edilmiş bir okulda geçirdik. Sıra arkadaşlarımdan biri Vural Türkmen’di. İlerleyen yıllarda elektrik mühendisi olan Türkmen’i, 1963 çarpışmalarında Severis Un Fabrikası baskını sırasında yaralanıp Türkiye’ye gönderilmeden önce, Adiloğlu Kliniği’nde gördüm. Kıbrıs Türk halkının direnişinden ilk fotoğraflar, onun bedenindeki sargı bezlerinin arasına saklanarak Türk basınına ulaştırıldı. Bu fikrin babası, ünlü gazeteci Ömer Sami Coşar’dı. Rumların kontrolündeki havaalanında yapılan çok sıkı aramalardan saklanabilen fotoğraflar arasında, dünya çapında yankı uyandıran ‘Kumsal Katliamı’ görüntüleri de vardı.

    Orta üçe geçtiğimde beni bir yol ayrımı bekliyordu. Üniversiteye gidebilmek için ya Erkek Lisesi’ni bitirecektim ya da liseyi okumak için Türkiye’ye gidecektim. Hocam Seniha Hanım, kendi okulu Çamlıca Kız Lisesi’nde okumamı önerdi: “Orası Marmara Denizi ile Adaları görür” demişti.

    Kıbrıs’tan Çamlıca Kız Lisesi’ne yolculuğum duygu yüklü bir döneme denk geldi… Zira o sıralarda, Rumlar tekrar ‘Enosis’ çığırtkanlığına başlamıştı. T.B.M.M. Milletvekili Hasene Ilgaz’ın da katıldığı bir toplantıda Limasol Türk Spor Kulübü Başkanı, eniştem Ziya Rızkı Bey bir konuşma yapmış ve adanın eski sahibi Türkiye’ye verilmesi için sonuna kadar savaşacaklarını vurgulamıştı. Sözlerini “Ya istiklal, ya ölüm” diye tamamladığında hepimiz ağlıyorduk. Hayatımın en heyecanlı günüydü.

    1949 Haziran ayı sonunda Limasol’dan kalkan ‘Güneysu’ vapuruna bindik. Yolun sonlarına doğru sol tarafta, sisler arasında önce iki, sonra dört, sonra on Türk bayrağı göründü. Sonra ince, uzun minareler… Muhteşem iki cami: Ayasofya ve Sultan Ahmet… Sağda beyaz yalılar, karşılıklı yemyeşil iki sahil… Sabahın sisleri dağılırken Boğaziçi… Gidip gelen yolcu gemileri ile liman civarında tüm motorlu gemilerin ve sandalların arka taraflarında yüzlerce bayrak dalgalanıyor. Türk bayrağına hasretle büyüyen biz Kıbrıslılar için bu manzara harikulâde idi. Ablamla ben o kadar heyecanlandık ki nerdeyse secdeye varacaktık.

    Çamlıca’da bütün sporları yapmaya başladım… Basketbol, voleybol, atletizm… O yıllarda sporcu kızlar, müsabakalarda paçaları lastikli uzun şortlar giyerdi. Çoğu kez dizin üstünde olan şort boyunu, lastikleri yukarı çekerek kısaltmaya çalışırdık. Bir gün İstanbul Lisesi orta son takımı ile oynuyorduk. İlk devre bayağı yorulmuş, devre arası yerlere serilmiştik. Benim bacaklarıma Deniz (Aydıncı Gürfırat) başını koymuş, onun dizlerine de Ayla (Keskin) uzanmıştı. Ertesi gün gazeteler ‘Maçı kazanan Çamlıcalı kızlar sere serpe yere uzanmış yatıyorlar’ alt yazısı ile fotoğraflarımızı yayınlanmışlar. Şehime Hoca tedbirsizliğimizden dolayı bizi bir güzel azarlamıştı. Ama sonra şampiyon olunca bizi yine bozacıya götürüp ikramda bulunmuştu. Bu bir gelenekti; voleybol ve basketbol şampiyonluklarımızı Vefa’da bir bardak leblebili boza ile kutluyorduk. Kupalar ise Fenerbahçe Stadı’ndaki 19 Mayıs törenleri esnasında, Vali ya da eğitim müdürleri tarafından veriliyordu.

    Erenköy Kız Lisesi Beden Eğitimi Öğretmeni Fahamet (Humbaracı) Hanım bir gün İnönü Stadyumu’ndaki bir kupa töreni esnasında yanımıza gelip “Sana birincilikle gireceğin bir üniversite ve çok parlak bir tahsil hayatı diliyorum kızım” dedi. Ben hocalarımla beraber şaşkın bir halde bakarken şu gülümseten espriyi yaptı: “Eh, senden başka türlü kurtulma olanağı yok. Dört yıldır bütün müsabakalarda canımıza okudun”

    1954 yılında Çamlıca Kız Lisesi’nden mezun oldum. Bizler için harikulade bir diploma töreni tertip edilmişti. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da katıldığı törende, kürsüden yılsonu konuşmasını ben yaptım. Müdire Hanım beni Sayın Cumhurbaşkanı’na “Okulumuzun en iyi öğrencisi, Kıbrıslı Ayten” diyerek takdim etti. Merhum Celal Bayar da içten tebessümüyle “Lütfen Kıbrıslı soydaşlarımıza selam ve sevgilerimi iletin” dedi.

    Üniversitede düzenli spor imkânı olarak, sadece 5-6 hafta süren bir “Fakülteler Arası Voleybol Turnuvası” olduğunu duydum. İyi de ben bir yılı, bilemediniz dokuz ayı spor yapmadan nasıl geçireceğim, diye düşündüm. Bütün ailem Fenerbahçeliydi. Ben de birden Fenerbahçe kulübüne başvurmaya karar verdim! Peki, ama Fenerbahçe kulübüne kiminle nasıl gidecektim?

    Arkadaşım İnci’de (Önen Bayburtluoğlu) kaldığım bir akşam, Kadıköy Halk Eğitim Spor Salonu’nda Fenerbahçe – Moda basketbol maçını izlemeye gitmiştik. Fenerbahçe maçı kazandıktan sonra yanlarına yaklaştık ve antrenör Samim Göreç’e Fenerbahçe’de bir kız basketbol takımını kurmak istediğimizi söyleyerek, bizi çalıştırmasını istedik.

    Samim Bey “Ben aynı zamanda Milli Takım’ın da antrenörüyüm. Ne yazık ki hiç vaktim yok” diyerek bizi nazikçe reddetti.

    Üzüldüğümüzü gören Fenerbahçeli basketbolcu Altan Dinçer “Benim vaktim bol! Bir hafta sonra antrenmanlara başlayabiliriz” deyince, keyfimiz yerine geldi. Fakat ben yaz tatilinde Kıbrıs’a  gideceğimi söyleyince “Öyleyse 1 Eylül 1954 günü arkadaşlarınla beraber Kadıköy Spor Salonu’nda hazır olursanız antrenmanlara başlayabiliriz” dedi.

    Ertesi gün ilk iş, Çamlıcalı sporcu kardeşler Güneş Çapa ve Oya Çapa’nın evinde, babaları Dr. Selim Çapa ile görüştüm… Selim Bey, Fenerbahçe’nin en muteber simalarından birisiydi. Kendisine “Siz lütfen gerekli başvuruyu yapıp, Fenerbahçe’nin bizi kabul etmesini sağlayın; ben de Çamlıca’nın şampiyon basketbol ve voleybol kız takımını tümüyle Fenerbahçe Kız Takımı’na aktarayım. Erenköy Lisesi’nden de koyu Fenerbahçeli Seta ve diğer isteklileri takviye alabiliriz” dedim.

    Bir parantez açarak Güneş Çapa isminin üzerinde bilhassa durmak istiyorum. Ben Kıbrıs’a döndükten sonra Fenerbahçe takımlarının kaptanlığını sevgili Güneş devraldı… Sporculuğu yanına aynı derecede başarılı yöneticiliği de eklenince, sadece Fenerbahçe’nin değil, Türk kadın voleybol tarihinin kuruluş ve büyüme dönemindeki en önemli ismi Güneş Çapa olmuştur, diyebiliriz.

    Biz o günlere dönelim… Dr. Selim Çapa sadece iki ayda bütün kulüp içi prosedürleri yerine getirdi ve 1 Eylül 1954 günü Çamlıca’dan ben, Güneş Çapa – Oya Çapa kardeşler, İnci (Önen Bayburtluoğlu), Deniz (Aydıncı Gürfırat) ve Ayla (Keskin); Erenköy’den de Seta (Yağcıoğlu), Mahiru (Akdağ) ve İlgi (Yener) ile çoğunun anne – babaları beraber, Kadıköy Halkevi Spor Salonu’nda hazırdık. Böylece Fenerbahçe ve Türk spor tarihinin ilk kız basketbol kulüp takımı kurulmuş oldu. Ertesi sabah da Beyoğlu’ndaki İstanbul Bölge Spor Müdürlüğü’ne kuruluşumuzu resmileştirdik.

    O yıl, 1 Kasım’da başlayacak üniversite için Ağustos’un son haftalarında Türkiye’ye dönmeye babamı zor ikna etmiştim. Ama Fenerbahçe işini duyunca hemen biletimi alıp beni İstanbul’a gönderdi.

    İkinci önemli konu ise hâlâ lise talebesi olan, Güneş, Oya, Bercis (Türkoğlu) gibi diğer sporculara müdire hanımdan izin almaktı. Kendisine Fenerbahçe Spor Kulübü’nden resmi bir talep yazısı ile başvurdum. O yıl yardımcı öğretmen olarak Çamlıca’da kalıp, eğitim ve spor işlerine katkıda bulunmam şartıyla izni verdi. Kuruluşumuzdan sonra, yaptığı hizmetlerden ötürü Fenerbahçe Spor Kulübü, müdire hanım Nuriye Hekimoğlu’nu kıymetli bir plaketle ödüllendirmişti. Sevgili hocamız daha sonra Ankara Kız Teknik Sanat Okulu müdürlüğüne atandı. Maçlar için her Ankara’ya gittiğimizde bizi kendi okulunda misafir ederdi. Her gece elimize birer bardak süt vererek, saat 9’da bizleri yatmaya gönderiyordu. Şampiyonluk ödülümüz ise tiyatro, opera, ya da bale olurdu.

    Bir süre sonra İstanbul Bölgesi Spor Teşkilatı, kız takımları için bir “Voleybol Teşvik Turnuvası” ilan etti. Fakat biz basketbol takımı olarak kurulmuş ve bu sporun idmanlarına başlamıştık. Antrenörümüz Altan Dinçer’i bu maçlara çıkmak için ikna ettik. Dr. Selim Çapa da kulüp yöneticilerini ikna etti. Ve biz tekrar topluca Taksim civarındaki Spor Dairesi’ne giderek voleybol kaydımızı yaptırdık.

    Voleybol sayesinde yurtdışı yolculuklarına da çıktık. Almanya seyahatimizin son gününde Alman yöneticiler bana bir öneri yaptılar. Tıp Fakültesi’ne Almanya’da devam etmemi ve takımlarında antrenör/oyuncu olarak kalmamı istediler. Hatta bunun gerçekleşmesi için babamı bile aradılar. Ama ben önerilerini reddettim.

    Atletizm branşına dair en ilginç hatıram ise bir Atatürk Kır Koşusu’na aittir… Bir gün gazetede Şişli’de, Atatürk’ün müze olarak kullanılan evi önünden başlayan yarışın ilanını gördüm. Haberde Şişli ve Kurtuluş kulüplerinin çok iyi hazırlandığı ve Marika ve Mariya Hamlacı kardeşlerin bir yıl önceki gibi favori olduğu yazılıydı. Hemen voleybol takımındaki koşucu kızlara haber saldım ve ertesi gün beş kişilik bir ekip olarak yarışa kaydolduk.

    Günlerden 27 Aralık… Haliyle çok soğuk bir gün… Basketbol antrenörümüz Önder Dai ve bir diğer çalıştırıcımız Muammer Bey ile Şişli’ye gittik. Erimeye yüz tutsa da hâlâ yerlerde kar vardı. Mehmetçikler araçlarını kenara çekmiş, yolları temizliyordu.

    Koşu başladıktan bir süre sonra, tam askeri araçların önünde geçerken bir Mehmetçik “Abla sen nasılsa sondan birincisin. Koşmak için zahmet etme” demesin mi? Koşu antrenmanım yoktu ama haftada en az iki voleybol, iki de basketbol antrenmanı yapıyor, üstüne iki de maç oynuyordum. Hırslandım ve hızlandım!

    Şimdi hangisi olduğunu anımsamıyorum; önümdeki Maria veya Marika Şişli Camii’nden dönüş esnasında biraz duraklar gibi olunca birinciliğe geçtim. Sağımdaki apartmanların pencerelerinden kadınlar ve çocuklar sarkarak “Koş, koş!” diye beni teşvik ediyor, alkışlıyordu. Fakat yorulmaya başladığımı da hissediyordum. Bir yandan da “24 yaşına geldin, akranların çoluk çocuğa karıştı, sen hâlâ sokaklarda koşuyorsun” diye kendimi azarlıyordum.

    İpi göğüslememe 100 – 150 metre kalmıştı. Daha önce bana seslenen Mehmetçiğin sesini tekrar duydum: “Yaşa be abla! Ben sondan birincisin demiştim ama sen önden birinci olmuşsun” deyince beni bir gülme tuttu ve tüm gücümü kaybettim. Adeta yürüyüşe geçmiştim. Kendimi toplayıp son bir gayretle hızlandım ve ipi göğüsledim.

    Meğer arkamda, Hamlacı kardeşlerden birisi, ikincilik için bizim Çiğdem’le çekişiyormuş. Kollarımı açarak “Haydi Çiğdem!” diye bağırdım. Çiğdem son bir hamle ile fırlayıp ikinciliği kazanarak kucağıma düştü. Seta da dereceye girince, biz hem ferdi, hem de takım birinciliğini kazanmış olduk. Civardaki evlerin birinden bir şişe viski ile bir kutu çikolata göndermişlerdi. Viskiyi iki antrenörümüz paylaşırken, biz sporcular da çikolataları yiyorduk.

    Bir de kürek maceramız var. Orada da şampiyonluk yaşadık. Hikâyesi bir hayli enteresandır:

    İstanbul ve Türkiye voleybol ve basketbol birinci ligleri erken bittiği için, Haziran ayındaki sınavlara kadar boş oturmaktan, spor yapamamaktan sıkılıyordum. Yılın bahar aylarını nasıl değerlendireceğimi düşünürken, kürek çekmeye karar verdim. Arkadaşlarım İnci ve Canel’i (Konvur) alarak, Fenerbahçe kürek şubesinin bulunduğu İstinye’ye gittim. Fenerbahçeli yönetici ve sporcular, bizi çok iyi karşıladılar. Hemen anlaşıp antrenmanlara başladık.

    Boğaz’da kürek çekmek muhteşem bir duyguydu. Akşamları deniz trafiği azalıyordu. Bu sakin saatlerde sular menekşelenirdi. Yakamozlar büyülü gözükürdü. Sahildeki şirin yalıların pencereleri alev alev olurdu. Gökyüzü gurubun kızıllığına bürünürken, kıyıdan müzik sesleri gelirdi. Bütün bu güzellikler bizim antrenmanın son 20-30 dakikasına rastlardı fakat biz yine de saatlerce denizde üzerinde kalmak, hiç karaya ayak basmamak isterdik.

    Yarışmalar 1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı’nda, karşı sahil Beykoz’da başladı. Bizim takımı izlemeye çok az kişi gelmişti. Ailelerimizden başka, yönetici olarak bir tek Sedat (Bayur) Bey ile İstinyede’ki kulüp sorumlumuz ve birkaç kürekçi arkadaşımız vardı.

    Galatasaray ise tüm yönetici ve sporcuları ile orada idi. Tek çiftte, yıllarca başarılı olan Lale Oraloğlu’nun çevresi ise dolu idi. İki kameraman devamlı onu izleyip, film çekiyorlardı. Dönemin ünlü sinema/tiyatro sanatçılarından biri olduğu için, Lale Hanım tam bir ilgi odağıydı.

    Derken bir mucize oldu: Biz dört tekte yarışın başlamasını beklerken, sağ tarafta, Beykoz yamaçlarındaki hastanede, iki hastanın ellerindeki sarı – lacivert battaniyeler bayrak gibi dalgalanmaya başladı… O coşkuyla yarışın başında ileri atıldık. Yolun yarısından fazla bir bölümünü henüz bitirmiştik ki futamız sallanmaya başladı. Hemen önümde oturan İnci’nin oturduğu yuvarlak tahta yerinden çıkmıştı. O tahtayı tuttuğu gibi denize fırlattı; kendini toparladı ve raylar üzerinde pozisyon alarak yeniden kürek çekmeye başladı. Fakat işte o birkaç saniye içinde Galatasaraylılar yanımızdan geçerek, yarım futa farkı ile birinci olmuşlardı.

    İnci’nin metal raylardan şortu yırtılmış, bacakları yara, bere ve kanlar içinde kalmıştı. Üzüntüden ağlamaya başlayınca önce boynuna sarılıp onu teselli ettim, sonra da yaralarını temizleyip ilaçladım. Tüm bu olaylar bizi kazanmak hırsı ile kamçıladı. Sekiz tekte rakibimiz Galatasaray’ı 2 – 3 futa boyu farkla geçerek, daha ilk yılımızda şampiyonluğu kazandık.

    Aynı sene voleybol, basketbol, atletizm ve kürek yarışlarında gösterdiğimiz başarılardan dolayı “Cumhuriyet” gazetesi tarafından “Yılın kız sporcusu” seçilmiştim. Hâlbuki başarı hepimizindi.

    Ayten Salih Berkalp Spora Veda Ediyor

    Dr. Ayten Salih Berkalp, Türk spor tarihine silinmez bir iz bıraktıktan sonra, 6 Aralık 1960 tarihinde, Kadeş vapuruna bindi ve Kıbrıs’a döndü. O gün onu uğurlamaya gelenlerin bu ayrılıktan duyduğu üzüntü, fotoğraflara bakınca bile anlaşılıyor

    İstanbul’a veda etmeden birkaç ay önce İzmit’te düzenlenen Türkiye Voleybol Şampiyonası’nda, maç 2-2 iken final seti için Galatasaray karşısına çıkan takım arkadaşlarına son kez şöyle seslenmişti, Ayten Salih:

    “Bu akşam Fenerbahçe’deki son maçım. Eylül’de kalan sınavlarımı da verip, Kıbrıs’a dönüyorum. Ablanıza son bir ödül vermek istemez misiniz? Şimdi sahaya çıkıp fırtına gibi eselim, bu son seti hep beraber alalım ve kupaya sahip olalım. Hadi kızlarım, göreyim sizi!”

    Sahaya çıktılar. Rüzgâr gibi estiler. Maçı ve kupayı kazandılar. Bugün başarıdan başarıya koşan Türk kadın millî voleybol takımı, doğuşunu Dr. Ayten Salih Berkalp ve takım arkadaşları nezdinde Fenerbahçe Spor Kulübü’ne borçludur.

    KAYNAKÇA

    Tanin – 18 Nisan 1911

    İdman – 1 Ağustos 1913

    Gol – 25 Şubat 1926

    İkdam – 30 Ocak 1929

    Milliyet – 22 Şubat 1929

    Milliyet – 20 Aralık 1973

    Dr. Ayten’in Romanı – 2015 (Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği Yayını)


  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XV

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XV

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XV

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir de Kız Takımı Ortaya Çıkıyor

    Yine bu yıllarda ortaya çıkan Fenerbahçe Kız Basketbol Takımı bu şubeye ayrı bir renk kattı. Çamlıca Kız Lisesi Ekibi tüm kadrosuyla Fenerbahçe’ye gelmiş, hem basketbolda hem voleybolda Sarı-Lacivertli ekibi oluşturmuştu. 1954’ten 1959’a kadar yenilgi yüzü görmeyen bu takım İstanbul ve Türkiye Şampiyonluklarını da elinden bırakmamıştı. Bu takımla da Önder Dai meşgul olmuştu. Fenerbahçe basketbolunun bu büyük gönüllüsü gençler ve yıldızlarda olduğu gibi kızlarda da büyük başarılara imzasını atmıştı.

    Halen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Sağlık Bakanlığı Müsteşarı bulunan Dr. Ayten Salih’in kaptanlığını yaptığı bu takımda, kulüp üyelerinden Dr. Selim Çapa’nın kızları Güneş Çapa ile Oya Çapa, eski futbolcularımızdan Püsant’ın kızı Seta Yağcı, İnci, Süeda, Mahiru ve Seçkin gibi yetenekli kızlar vardı bu şampiyon takımda. Yaman kızlardı onlar. Böylesine yetenekli kızların bir araya gelmeleri, itiraf etmeliyim ki gerçekten büyük bir şanstı. Bu kızlar yalnız basketbolda ve voleybolda değil, atletizm ve kürek dallarında da Fenerbahçe’ye şampiyonluklar kazandırmışlardı. Onları da burada takdirle anmak isterim.

    1954-1959 arasının şampiyon kızları bugün Fenerbahçe Kulübü’nün kongre, hatta Yüksek Divan Kurulu üyeleri. Onlarla Yüksek Divan Kurulu toplantılarında karşılaşmak da ayrıca gurur veriyor insana.

    Bu şampiyon kızlarınızdan Seçkin’in Fenerbahçe basketbolunun unutulmaz isimlerinden biri olan eşi Altan’dan dünyaya getirdiği oğlu Kemal Dinçer ise uzun yıllar şerefle ve başarıyla sırtında formasını taşıdığı Fenerbahçe basketbol takımının başında menajerlik yapıyor bugün.

    Güzel, hem de ne kadar güzel şeyler bunlar.

    Altın Yıllar

    Fenerbahçe, basketbol potaları altında en şanslı dönemini yaşıyordu kuşkusuz. Birinci takım, Genç Takım, Yıldız Takım, Kız Takımı İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını kazanırken kulübün müzesi basketboldan gelen kupalarla doluyordu. Ve artık kulüpte kimsecikler basketbol şubesine toz kondurmuyordu.

    Biraz himmetle Fenerbahçe, basketbol potaları altında en büyük patlamayı yapmıştı. Ve doruk noktaya ulaşmıştı. Bizler, tam 10 yıl süreyle bin bir zorluklar içinde mücadele ederken “Biraz ilgi” diye yakınmıştık hep. Ve ancak 10 yıl sonra uyandırabilmiştik ilgi beklediklerimizi. İşte bu “biraz ilgi” ile Fenerbahçe, basketbolda iki yıl içinde doruk noktasına ulaşmıştı.

    Demek ki rahmetli Muhtar Sencer ile inancımızda da, güvencemizde de, ısrarlarımızda da ve isteklerimizde de haksız değildik asla. Bunu anlamış olmak dahi gururların ve hazzın en yücesini veriyordu bizlere. Ve tabii ki boşa giden koskoca 10 yıla da büsbütün yanıyorduk. O boşa giden yıllara rağmen Fenerbahçe kulübünde basketbol şubesini kurmak, yaşatmak ve mutlu sona ulaşmanın hazzını ve gururunu ömrüm olduğum müddetçe yaşayacağım. Unutulmuş olmak veya olmamak ayrı bir konudur. Takdir edilip edilmemek de ayrı bir konu. Gönüller, yaptıkları bir işi, ona inandıkları ve gönül verdikleri için yaparlar. Karşılığında hiçbir şey, hatta bir teşekkür bile beklemeden. Bunu yaşayabilmek ve duyabilmek onlar için armağanların en yücesidir.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XIV

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XIV

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XIV

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Müthiş Genç Takım

    Bu sıralarda Kadıköy Halkevi Spor Salonu’nda genç bir idealist ortaya çıkmıştı. Önder Dai idi adı. Daha delikanlı çağındayken Kadıköy’den ve Haydarpaşa Lisesi’nden topladığı gençlerle bir genç takım ve bir de yıldız takım ortaya çıkarmıştı. Önder Dai, Fenerbahçe basketbolu için gerçekten de pek büyük bir kazanç olmuştu. Onun tamamen kişisel çabalarıyla ortaya çıkardığı yıldız takımı kısa zamanda Teşvik Turnuvası birincisi ve lig ikincisi olurken, Genç takım daha ilk yılında İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını kazanmıştı.

    İşte bu genç takımın doğuşu günlerinde sevgili Önder Dai bir gün evime kadar gelerek, beni genç takımın bir maçına çağırmıştı. Bu arada şunu da eklemişti: “Hele bir gencim var, bilhassa onu görmenizi çok isterim ağabey” demişti.

    Ona inancım sonsuzdu. Hemen o hafta Genç takımın maçına gittim Kadıköy’e. Takımda, dal gibi, bir solak çocuk vardı. Boyundan da, yaşından da büyük şeyler yapıyordu sahada. Önder’e sormaktan kendimi alamadım: “Kim bu dal gibi solak çocuk?” dedim.

    Gülümseyerek baktı yüzüme: “Size bahsettiğim çocuk o ağabey” diye konuştu ve bilgi verdi. “Adı Can. Büyük bir yetenek”

    Önder’in sırtını okşayıp şöyle konuştuğumu hatırlıyorum: “Allah bu çocuğa basketbolcu olması için her şeyi vermiş. Üstelik seni de vermiş. Aman ona dikkat et. Allah nazardan saklasın”

    Önder Dai’nin elinde, o dal gibi vücutlu küçük solak fakat büyük yetenek, kısa zamanda koskoca bir Can Bartu olarak ortaya çıkacaktı.

    Can Bartu, Gündüz Erkan, Ertan Trak, Fahrettin Gökmenoğlu, Eldebran Ülserin gibi genç değerlerin yer aldıkları genç takımın ardından gelen yılız takımında da iki büyük yıldız adayı göze çarpıyordu. Hüseyin Kozluca ve Birol Pekel.

    İlginçtir, Önder Dai’nin usta ellerinden geçen bu çocukların hemen hepsi milli takıma kadar yükselecekler, aralarından ikisi, basketbol potaları altında başlayan başarılarını daha sonra futbol alanlarına da taşıyacaklar ve yıldız birer futbolcu olarak da parlayacaklardı. Bunlar, Can Bartu ile Birol Pekel idiler.

    Can Bartu, bir süre basketbolunu futbolla birlikte götürmüştü Fenerbahçe’de. Futbol maçından çıkıp basketbol maçına yetiştiği çok olmuştu. Bir Vefa maçında attığı iki golle takımını galibiyete götürdükten sonra kramponları ayakkabılarını İnönü Stadı’nda çıkarıp koşa koşa Spor ve Sergi Sarayı’na gelmiş ve orada ketslerini giyip yine Sarı-Lacivert forma altında sahaya fırlamıştı. Ve bu maçta da Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı yenmesinde en büyük etken olmuştu.

    Her zaman söylerim, yine tekrar edeyim; Can Bartu, futbolda Avrupa çapında bir üne ve klasa erişmiştir, şayet basketbola ısrar etseydi dünya çapında bir basketbolcu olurdu.

    Can Bartu uzak mesafelerden attığı jump-shoot’lardaki büyük isabetiyle de müthişti. Bugünkü “üç sayı”lar o günlerde de geçerli olsaydı, onun sayı rekorlarını kimse kıramazdı. Ne yazık ki Can, basketbolun gerçekten çok şanssız bir döneminde potaların altına geldi. Futbolda ise para ve dolayısıyla istikbal vardı. Ekonomik koşular onu potalardan yeşil sahalara çekti. Fenerbahçe kulübü ile profesyonel futbolcu olarak mukavele imzalarken basketboldan koptu maalesef. Basketbol ve basketbolcu bugünkü maddi imkânlara sahip olsaydı, onu çok sevdiğini gayet iyi bildiğim basketboldan hiçbir kuvvet ayıramazdı.

    Önder Dai’nin yetiştirdiği, 1954-1955 İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını kazanan o namağlup genç takımı kadar güzel basketbol oynayan bir takımı, yarım yüz yılı aşkın basketbol yaşamım içinde pek az gördüğümü söylesem, hiç de mübalağa etmiş olmam. İzlerken insana estetik bir zevk veren bir takımdı o. Estetik güzellik ile büyük basketbol hırsını o gencecik bünyesi içinde nasıl adapte edebilmişti bu genç takım. Anlaşılır gibi değil. O takımı hatırlamak bile insana büyük zevk veriyor bugün.

    Sevgili Önder Dai, bugün bembeyaz olmuş saçlarıyla tanınmış bir hekim. Mesleğinde de başarılı. Basketbol maçlarının sürekli takipçisi bugün de. Fakat benim gözümde hala o unutulmaz genç takımın filiz gibi antrenörüdür Önder. Mesleği olan hekimlikteki başarısı muhakkak. Fakat onun basketboldaki başarılarını asla unutamıyorum ben. Hele Fenerbahçe’ye hizmetlerini asla.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Can Hayat’ta

    Can Hayat’ta

    Haluk Kılıç ağabeyin arşivindeki Hayat dergilerinden şahaneler çıkmaya devam ediyor: Can Bartu Hayat’ta!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Can Bartu

    Dundan birkaç yıl önce meşhur bir spor muharririmiz şöyle yazıyordu:

    “…bu genç sporcuya futbolu bir an önce bırakarak çok muvaffak olduğu basketbola hız vermesini tavsiye ederim. Zira Can’ın futbol hayatı hiç de muvaffakiyetli geçmeyecek.”

    Bu yazıyı aylar ve yıllar takip etti; şimdi Fenerbahçe’nin genç oyuncusu Can, sade Türkiye’de değil Avrupa’nın birçok memleketlerinde harika bir futbolcu olarak vasıflandırılıyor…

    1936 yılında Moda’da dünyaya gelen Can Bartu, Yeldeğirmeni Ortaokulu’ndayken basketbol ve voleybol oynamaya başlamıştı. Basketbolda şayanı hayret bir başarı gösteriyordu. 15 yaşında Fenerbahçe basketbol genç takımına alınan Can, pek az bir zaman içinde (A) takımına transfer oldu. Aradan iki sene geçmişti ki Can’ın (A) takımında millî olduğunu görüyoruz. Macarlara karşı oynadığı bu ilk maçta 12 sayı yapmıştı. Gazeteler hep ondan bahsediyordu.

    Can bu arada futbola da başlamıştı. Bunu kendisi söyle anlatıyor:

    “Topla elle oynamaktan bıkmıştım. Onu zıplatmadan yerde sürerek oynamak istiyordum, Birkaç ayak darbesi bunu mümkün kıldı… Futboldan bayağı hoşlanmıştım… Bu sıralarda B. Fikret ve basket antrenörü Önder Dai de futbola çalışmama önayak oluyorlardı. 18 yaşımda Fenerbahçe futbol takımının bazı maçlarında oynamaya başladım. Aynı sene her iki branşta birden milli olmuştum. Bugüne kadar da 14 defa basketbol, 16 defa da futbol milli takımında yer aldım.”

    Can’ın antrenman günleri dışında hiçbir programı yok. “Hayatın akışına göre kendimi bırakırım” diyor. Yalnız otomobiline atladığı gibi kendine gelişigüzel bir program çizdiği de olur.

    Halen vatani vazifesini yapan Can’a ilerdeki düşünceleri hakkında bir sual soracak olursanız muhakkak ki şöyle cevap verecektir: “İlk önce önümüzde bir transfer mevsimi var. Bu ayda her şey olabilir, zira hepimiz için bu mühim bir meseledir. Futbolu İtalya’da oynamak isterim, yaşamak meselesine gelince de tereddütsüz İsveç diyeceğim.”

    Şimdiki halde futbolun haricinde ayrı bir meşgalesi yok, “Sadece” diyor, “Akşam gazetesinde haftada bir, iki defa yazı yazıyorum.” Mamafih futbolu bırakmadan önce iş hayatına atılacağını da ilâve etmekten geri kalmıyor,

    Can, giyim hakkında fazlaca titiz. “Her sene” diyor “Avrupa’da bir hayli dolaşıyoruz. Bu sebeple ekseriyetle dışarıdan giyinmeye imkân buluyorum, Kışın İngiliz, yazın ise İtalyan stiline göre giyinirim.” Laf arasında bazı Avrupa şehirlerinde kupon elbise satan mağazaların müşterisi olduğunu da öğrenmek mümkün oluyor.

    Genç futbolcunun ismi Avrupa’da zaman zaman yanlış telâffuz ediliyor. Mesela son seyahatlerinde Macaristan’da “Gan”, Fransa’da ise “Kan” diye çağırılmıştı, Bu da ona fazlasıyla garip geliyormuş.

    Genç futbolcu, bugüne kadar oynadığı maçların en enteresanı olarak Amsterdam’da Hollanda’yı (2 – 1) mağlup ettikleri maçı şöyle anlatıyor:

    “90.000 kişi önünde oynuyorduk. 1 – 1 berabere durumdaydık. Sol bek İsmail’den bir top almıştım. Gerilerden ilerlemeye başladım, kimse üstüme gelmiyordu, 18 e girdim önüme gelenleri çalımlıyordum. Bu sırada Metin’in sola deplâse olduğunu gördüm ve topu ona doğru gönderdim… Az sonra arkadaşlarım ikimizi kucaklamışlardı, Metin galibiyet golümüzü atmıştı… O günü hala unutamam.”

    Akşamüstleri ekseriyetle Hilton’a çay içmeye gidiyor. Zaten müzikle ara si çok iyi. Bilhassa İtalyan parçalarından hoşlanıyor. Koleksiyonundaki son plâğı Julia. Mamafih bu son seyahatinde albümünün zenginleştiği söyleniyor.

    Yaz günlerinin kışa nazaran daha iç açıcı olması genç futbolcunun sıcak mevsimi tercih etmesine sebep oluyor. Bekâr olan Can’ın gerek kulübe, gerek gazeteye ve evine gelen mektupları cevaplandırması hayli zor oluyormuş.

    Son olarak kendisine, “Günün kadını nasıl olmalıdır?” şeklinde bir sual sormuştuk, genç futbolcu bunu da şöyle cevaplandırdı.

    “Günün kadını; sadelik ve şirinliği üstünde toplamış bir görünüşte olmalıdır. Ayrıca bana göre modern olmasını bilen her kadın güzeldir».

    Hayat Dergisi – 1959

    Röportaj: Semiral Bilbaşar – Fotoğraflar: Mahmut Küçük


  • Walter Devlin

    Walter Devlin

    Süreli yayınları taramanın en önemli getirisi irili ufaklı şaşırtıcı bilgilere ulaşmak… Rahmetli Önder Dai’nin ülkemizde kısa bir süre görev yapan basketbol antrenörü Walter Devlin (Corky) hakkındaki yazısı da bunlardan birisi oldu. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Basketbol Antrenörü Devlin Gitti

    Dört gün evvel uçakla Amerika’ya yolcu ettiğimiz bu genç antrenörle münasebetlerim, hatıralarımın iyi sahifelerinden biri olacaktır. Kendisiyle çok güzel anlaşıyorduk. Her buluşmamızda spordan, edebiyattan, müzik ve politikadan uzun, uzun bahsediyorduk. Fakat tuhaftır… Ne o bir kelime Türkçe biliyor, ne de ben bir kelime İngilizce!

    Küçüksu’ya mısır yemeğe gittiğimiz gün çayırda taşla gülle atmış, tel örgülerden de yüksek atlama gösterileri yapmıştık. Çocuk gibi iddialı idi. Her mevzuda daha iyiyi yapmak arzusu kuvvetliydi. Bir tarafta kuvvet ve çevikliğini gösterirken, öte tarafta insan vücudu anatomisi hakkında münakaşalar yapıyordu.

    Antrenman ve maçta çok ciddi, hatta sert; dış hayatta o nispette yumuşak ve arkadaştı. Devlin’in dostu çoktu. (Zira kendisini sevdirmesini biliyordu) Diğer dostlarını bilmiyorum ama ben şahsen ondan azami derecede istifade ettim.

    Amerika’nın sayılı ünlü basketbolcularından olan 1.97’lik Devlin’in oyunculuğu da cidden temaşaya değecek nefasette idi. Ecnebi antrenörler içinde basketbolcularımıza (bilhassa gençlere) az zamanda, en fazla şey öğreten bence bu Amerikalılar olmuştur.

    Memleketine dönmek mecburiyeti olmasaydı bir müddet daha burada kalmağı arzu ediyordu. Mamafih Devlin giderken Amerika’daki kontratının bitiş tarihini açıkladı ve ima etmeden apaçık söyledi: “Tekrar çağırılırsam Türkiye’ye gelirim”

    Temenni edelim ki, Federasyonumuz onu unutmasın.

    Önder Dai – 1955 – Fenerbahçe Spor Gazetesi

  • Can Bartu Röportajı

    Can Bartu Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Can Bartu röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sinyor

    Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Can Bey?

    Ben de doğma, büyüme Fenerbahçeliyim. Babam Fenerbahçe’nin kurucularındandır. Gözümüzü İlk Fenerbahçe ile açtık. Moda-Kadıköylü’yüm. O zamanlar Kadıköy havalesinde hemen hemen 3-4 kişi Galatasaraylı, Beşiktaşlıydı. Geri kalan herkes Fenerbahçeliydi. Yıllar geçtikçe nüfus çoğaldı, farklılaştı. Ama burada doğup büyüyenler hep Fenerbahçelidir.

    Fenerbahçe’deki spor hayatınız nasıl başladı?

    Fenerbahçe’ye genç takımda basketbolla başladım. Önder Dai diye bir antrenörümüz vardı. Bana çok büyük emeği geçmiştir. Allah rahmet eylesin. Basketbol genç takımda oynarken futbol takımına geçtik. Zorla oynattılar.

    Futbola başlayışınız nasıl gerçekleşti?

    Bir maçta genç takımda takım kaptanıyım. Edirne’ye gittik ve Türkiye şampiyonuyuz. Tabii futbolcular bize nazaran daha zayıf ve kısa boylular. Onlar çıktılar, Edirne karşısında 3-0 yenildiler. Biz çıktık yendik tabii.

    O vakit Reşat Erte vardı antrenör. Aynı otelde kalıyorduk. Fenerbahçe’nin genç takımına geldi “Siz de hiç futbol oynayan var mı?” diye sordu. “Var bir tane, müthiş” dediler. Bir de kaleci Esat vardı bizde pivot oynayan. Sabahleyin ikimizi top oynamaya çıkardı. “İyi tamam bunlar oynasın” dedi. Biz de oynadık. Maçı kazandık. Ben mükemmel goller attım. Ortalık birbirine girdi. Beni omuzlarına aldılar. Tabii ben de büyük keyif aldım. Müthiş bir ortam oldu.

    Ondan sonra döndük geldik, “Sen futbol oynayacaksın.” dedi. “Ben futbol oynayamam, basketbol oynuyorum” dedim. Sonra Pazar günleri gidip Fenerbahçe Stadı’nda hazırlık maçları yapmaya başladık. Böyle başladı futbol hayatım. Sonra beni A takımına aldılar. Ama bu arada basketbol oynamaya da devam ediyordum. 

    Çabuk alıştınız mı futbola?

    Basketboldan geldiğim için popülerdim. Zaten Milli takımda da oynuyordum, o havaya alışıktım. Tabii futbol farklı, çok çok büyük tezahürat var ama kimlerle oynuyorsam oynayayım oyunlar beni fazla etkilemezdi, aynıydı. Ben o takıma, takımımın ve kendimin gücüne bakardım.

    Teknik direktörlerinizle iletişiminiz nasıldı?

    Herkesle aram çok iyiydi. Ben bir kere disiplinsiz değildim. Öyle antrenmana geç geleyim, o antrenmana çıkmayayım. Hiç öyle problemlerim olmadı. Hep esprili olduğum için herkes beni çok severdi. Bilhassa antrenörü bazen tenkit ederdim. Bunu yanlış yapıyorsunuz, bunu doğru yapıyorsunuz. Sorun olmazdı. Benim “Oynamak istedi, istemedi” gibi sorunlarım da yoktu.

    Futbolla tanıştığınızda kendinize örnek aldığınız futbolcu kimdi?

    Tabii o zamanlar herkesin idolü Lefter gibi oynamaktı. Ama Lefter gibi olmak için biraz da onun kabiliyetine sahip olmak lazımdı. Büyük bir kabiliyetti. Bilmiyorum benim öyle bir yeteneğim var mıydı? Eğer futbolcuysanız tüm Fenerbahçelilerin kafasındaki futbolcu Lefter’dir ve onun gibi olabilmek..

    Araştırdığım kaynaklara göre sarı lacivert forma ile 326 maç 162 gol attınız…

    İsmet Pulcu’nun istatistiğine göre tüm hakemli maçlarda 284 tane gol atmışım.

    Fenerbahçe’de oynarken en çok gol atmak istediğiniz takım hangisiydi?

    Her maçta gol atmak isterdim. Ama atmaktan çok attırmaktan daha fazla hoşlanırdım. Bir adam var santrfor oynar sahada hiçbir şey yapmaz, sadece golü düşünür ve gol atar. Ve sonunda gol attı diye kahraman olur. Benim öyle bir fikrim yoktu. Gol pası vermek ve iyi oynamak daha önemliydi benim için.

    En iyi anlaştığınız oyun arkadaşınız?

    “Puşkaş Ergun” lakaplı Ergün Öztuna takıma sonradan İzmir’den gelmişti. Onunla çok iyi anlaşırdık. Egoist olmayan bir futbolcuydu. O zamanlar Fenerbahçe’de top oynarken herkes haddini bilirdi. Şimdi bakıyorsunuz çoğu süper star gibi oynamak istiyor ve hatalar yapıyorlar. Herkes haddini bilecek ona göre oynayacak.

    Maça çıkmadan önce uğur getiren herhangi bir simgeniz veya hareketiniz var mıydı?

    Hayır.

    Derbi maçları öncesi duygularınız?

    Bir keresinde bir Fenerbahçe-Galatasaray maçı oynayacağız. Ben bir gece evvel yattım uyudum. Hatta herkes bana kızdı: “Nasıl rahat uyuyabiliyorsun?” diye. Basketbolda derbileri oynadığımdan fark etmiyordu bana. Ama bir stres de oluyordu tabii. Galatasaray 1 puan öndeydi. Maçı 3-0 kazandık. O sene, o maç sonunda Fenerbahçe şampiyon oldu.

    Türk milli takım formasını basketbol ve futbolda da giyerek her iki branşta da ülkemizi temsil eden tek sporcu oldunuz. Futbolda ilk milli maçınız hangi ülke ile oldu? Bu ilk milli maçınızdaki hisleriniz…

    Top oynamaya başladığımdan 3 ay sonra ilk milli maçta oynadım. Polonya ile oynadığımız bir maçtı. Milli maç farklı, soyunma odası farklı, seyirci farklı o atmosfer, o milli hisler farklı. O zaman daha mı kuvvetliydi bu hisler nedir. O formayla İstiklal Marşı söylemek çok farklı bir duygu.

    Sizin futbol oynadığınız yıllardaki Türkiye-Avrupa şartlarını kıyaslarsak…

    Şu anda aralarında fark yok. Ama o zamanlar fark çoktu.

    Biz haftada iki kere antrenman yapardık: Salı ve Perşembe. Çarşamba, Cumartesi ve Pazar da lig maçı oynardık.

    Avrupa çok farklı, halı gibi sahalar. Bizim buralar balçık çamur.

    Avrupa’da futbolcuya başka bir şekilde ihtimam gösteriyorlar. Tesisler, formalar güzel. Bizimse yırtık formayla bile çıktığımız oldu.

    Beşiktaş Stadyumu’nda o büyük tribün yoktu, oradan buz gibi rüzgar eserdi. Bizim merserize ince formalarımız vardı. Soğuk delip geçmesin diye içimize bir öne bir arkaya gazete kâğıdı koyardık.

    İtalya’dayken formalarımız yündü. İçine atlet verirlerdi.

    Şimdi Türkiye’de de bunları veriyorlar. Tek fark burada kimi yarım kollu kimi uzun kollu çıkıyor. Orada böyle bir şey yok. 

    İlk Avrupa transferiniz nasıl gerçekleşti?

    Avrupa toplam 7 sene sürdü. İlk Fiorentina’da oynadım. Oradan, Venezia’ya kiralık gittim. Sonra tekrar Fiorentina’ya döndüm. Sonra Lazio satın aldı. Fiorentina’ya giderken Fenerbahçe benden çok kazanmıştı.

    Yeni ülke, yeni takım, yeni taraftarlar. Bu yedi sene içinde eksikliğini yaşadığınız neler oldu?

    En başta insan olarak derdimi anlatamıyordum, sonra yavaş yavaş attım onu üstümden.

    Türkiye ile İtalya arasındaki fark, onlar daha mantıklı düşünüyorlar daha bilinçli oluyorlardı.

    İtalya’da oynanan maçlar ancak birkaç gün konuşulur. Ondan sonra da gelecek maçlar konuşulur. Bizde ise çok da fanatik. Çok şeyler yapmış biri olarak oraya gittim. Onlar beni çok sevdiler, futbol stilimi zekâmı sevdiler. Hiç yabancılık çekmedim.

    Sinyor’dan önce burada bir lakabınız var mıydı?

    İtalya’da herkese “Sinyor” diyorlardı. Halbuki ben buradan giderken benim lakabım Baron’du. Aslında sinyor lakabını alarak küme düştük. (Gülüyor)

    Peki, döndükten sonra ülkemizle kıyasladığınızda ne gibi prosedürler garip gelmeye başladı?

    Ben İtalya’dan geldim. Fenerbahçe’de oynuyorum. Ankara’ya gidiyoruz. O zamanki ismiyle Yeşilköy Havalimanı’nda yemek yiyoruz. Bir tane ufak şarap istedim. Bu problem oldu. İdareciler “Vay şarap içiyor” dediler.

    İtalya’da herkes şarap içiyor. Tabii 5 şişe şarap içmiyor ama bir ufak yani bir kadehlik şişelerde suyla karıştırır içerdim daha hafif olsun diye. İtalya’da 4 kişilik masaya bir litre şarap bir de mineral su verirler. Yemekte bu içilirdi. Eğer bir tane daha isterseniz antrenöre gidersiniz, izin alırsınız, bir tane daha doldurursunuz. Ama ben ikinci bardağı almaya kimsenin gittiğini de görmedim.

    Biz bazı kavramları çok abarttık. Mesela kamp yapıyorsunuz bir şehirde, maça çıkacaksınız, “Aman kamptan çıkmasın.” derler. Yurt dışında öyle değildi. Futbolcular dolaşırlar, kahve içerler, otururlar, yemeğine saatinde gelirler. Gece yatacakları zaman, zamanında yatarlar. Nereye gittin, ne yaptın problem olmaz. Bunlar bizde hep problemdir.

    Fiorentina-Glasgow Rangers maçı ile Avrupa Kupaları’nda final maçı oynayan ilk Türk futbolcusu oldunuz… (1.1.1961)

    Fiorentina kupada finale kalmış, ben de gidince Glasgow’da Hydenpark’ta Atletico Madrid’le oynadık ve 1-1 berabere kaldık. Öyle bir yağmur vardı ki elinizi çıkartamazsınız. 1-1 bitmişti maç.

    Yıl 2007… Geçmiş yıllarla karşılaştırırsak şu an nasıl bir Fenerbahçe var?

    Şu anda gayet iyi durumda, tabii dileğimiz iyi neticeler alabilmek. Çünkü mükemmel bir stadyum var, antrenman sahaları var. Biz öyle bir stadyumda antrenman yapıyorduk ki bir taraftan otlar çıkmış, bir tarafta çamur. Çamura bassan bir türlü basmasan bir türlü. Mithatpaşa’da oynuyoruz, o zaman orası da aynı şekilde balçık çamur.

    Şimdi gayet bilgili doktorlar. O zamanlar bir ortopedist doktor vardı. Bizle meşgul olurdu ama bilgisi biraz kısıtlıydı. Şimdi her şey çok farklı ve modern.

    Sizi heyecanlandıran ya da sıkıntı yaşadığınız dönem hangisiydi?

    Beni heyecanlandıran olay tabii İtalya’ya gitmem. Gidecek miyim, gitmeyecek miyim, başarılı olacak mıyım? Bayağı sıkıntılı bir dönem geçirmiştim.

    Spor hayatınızda yaşadığınız en kötü anınız?

    O zamanki idarecilerle problemim vardı. Onların derdi benim Fenerbahçe Spor Kulübü’nün başına geçmemem, yönetici olmamam. Ben de bunu istemiyordum ama o zamandan yolu kesmek istediler.

    Aslında benim yönetimde yer almak gibi bir idealim de yoktu. Öyle bir tedirginlik duydular, beni satmak istediler. Fenerbahçe camiası ayağa kalktı. En kötü anım o.

    Hâlbuki her kulüp başarılı futbolcusuna sahip çıkmalı. Benim böyle şeylerde gönlümde yoktu. Teknik direktör olsun, kulüp başkanlığı olsun hiçbir zaman yer almak istemedim. Ayrıca üç kez başkanlık teklif ettiler, kabul etmedim.

    Sizce sporcuların endişeleri nelerdir?

    Şu andaki sporcular bizim zamanımızdaki sporculardan çok farklı. Bizim zamanımızda ve bizden evveller arkadaş topluluğu içinde kimin parası varsa o yemek parasını verirdi. İdareciler fazla medya önünde değillerdi. Gazeteciler onlarla fazla konuşmazdı, televizyon da yoktu, spor sayfaları da azdı. Şimdikiler yazmak için bir de malzeme istiyorlar.

    Spor hayatında sakatlığın uzun sürmesi korkutucudur. Bir keresinde menüsküs oldum. Karar verdim İtalya’ya gideceğim. Hastanede yer ayırttılar. Bazı idareciler “mahsus yapıyor, oynamak istemiyor” dedi. Oysaki her futbolcu oynamak ister. Gittim iç menüsküs ameliyatı oldum. İki hafta sonra da maça çıktım Ankara’da kupa maçında Ankara Demirspor’a. 40 metreden de gol attım.

    O devirdeki idarecilerde bir itimatsızlık, bir tuhaflık vardı. Yani Türkiye’de o devirde idareci hep kendine bir rant sağlamak bir yerlere yükselmek için Fenerbahçe Spor Kulübü’ne başkan olmak isterdi. Bu arada tabii ki Fenerbahçeli olanlar da var. Sayın Aziz Yıldırım için böyle bir şey söz konusu değil. Çünkü Aziz başkanın kendi işleri var. Hiç bir beklentisi, çıkarı yok.

    Sakatlanmaktan korkar mıydınız?

    Ben sakatlanma riskim olur diye düşünüp topa girmemezlik etmem. Korkak tipler vardır. Hele İtalya’da korkak damgası yediniz mi üstünüzden atamazsınız.

    Eski sporcular olarak bir araya gelebiliyor musunuz? Vakıf organizasyonlarınız oluyor mu?

    Vakıf kurulduğunda ilk vakıf başkanı bendim. Sonra ayrıldım, istifa ettim. Herkesin kendi yoğun çalışmaları var. Ben onlardan büyüğüm de. Toplanıp toplanmıyorlar mı bilemiyorum.

    Kendinize benzettiğiniz futbolcu?

    Yok.

    Ya beğendiğiniz?

    Teknik olarak bakarsan Alex’i beğeniyorum ama çok ruhsuz oynuyor. Fenerbahçe kaybetmiş, kazanmış hiç ilgilenmiyor. Kendi markalitesi bu. Büyük bir enerji de sarf etmiyor.

    Yabancı olduğundan kaynaklanıyor olabilir mi?

    Zannetmiyorum, oyun karakteri bu.

    Size göre golün iyisi, kötüsü olur mu?

    Golün güzeli olur tabii ama gol goldür. Size puan getirecek golse en güzel gol odur. Bir de golün yapılışı var, şıklığı var, vuruşu var, topun gittiği yer var, topun hızı var bunların hepsi farklı. Ya da kaleciyi ters yere yatırıp, atmak var. Bunlar şık goller. Ama golse; gol, goldür.

    Gol demişken bir maçta da kalecilik yaptınız…

    Kalecilik yaptım. Turgay sakatlandı, ben geçtim kaleye. Milli maçtı. Türkiye-Romanya maçıydı. Bir tane gol yedim. O golü de bizimkiler attı, Büyük Ahmet. Kambur Ahmet derdik.

    Sizce yabancı futbolcuların faydalarının yanı sıra zararlı bir yönü de var mı?

    Büyük paralar veriliyor. Bu da kriz yaratabiliyor.

    Taraftarın gücü nasıl oyuna yansır?

    Maç başladıktan sonra oyuncular taraftarın bağırmasını pek duymazlar. Ama tabii Fenerbahçe taraftarı müthiş bir tezahürat yapıyor. Şimdi stadın üstü de kapandı, sahanın içine giriyor tezahürat. Tabii bu çok büyük bir güç.

    Protesto da etmiyor Fenerbahçe seyircisi, en güzel tarafı bu. Çünkü protesto ettiğinizde oyuncu kötü oynamışsa daha çok kaybedersiniz oyuncuyu. Bir oyuncuya kızabilirsiniz ama bir şey söylemeyeceksiniz.

    Fenerbahçe takımını hiç beğenmiyorsan küfür etmeye de gerek yok, maça gelmezsin. Yani zevk almadığın şeye yağmurda, çamurda neden gelirsin. Ama keyif alıyorsanız her şeye değer. Taraftarın olumsuz bir davranışında futbolcuların bazısı umursamaz, bazısının eli ayağı birbirine dolaşır. Bu futbolcunun kendine olan itimadından kaynaklanır.

    Genel olarak şimdiki futbolcularda size garip gelen olaylar var mı?

    Benim garibime giden, burada yeri geliyor 55. 000 seyircinin önüne çıkıyorsun, o futbolcu sahaya çıkıyor saçlar yağlı yağlı tıraş olmamış. Bir de maçı televizyon veriyorsa 20 milyon izleyicinin önüne çıkıyorsun. Pırıl pırıl çıksınlar.

    Bir de dövmeler. Onu da anlayamıyorum, niye dövme yapıyorlar? Arada bir kolunu da öpüyor kendi kendine. Herhalde bir isim yazmış. Bizim zamanımızda olsa alay konusu olurdu.

    Şimdi daha da acısını söyleyeyim bir takım sahada oynuyor. Bu takım gol attığı vakit takımı için gol atıyor. Şimdi bir tanesi Milli takımdaydı, gol pası veriyor boş kaleye gol attırıyor. Arkadaşı gol pası veren arkadaşını öpeceğine tribüne gidip elindeki yüzüğü öpüyor, bir şeyler yapıyor. Bu olmaz.

    Sen gol pası veren futbolcuya git. Takım budur, birleşmen lazım. Bazen sevinçle koşarken bir depar yapıyor maçın içinde yapması mümkün değil. Tutamıyorsun da adamı giderken, o anda sakatlık bile olabilir. Boynu, bacağı kırılabilir. Öpecekler ya ötekiler de, gelen giden adamın kafasına vuruyor. Böyle bir sevinme nerden çıkmış. Golü atan pişman olacak gol attığına.

    Sporcu nasıl olmalı?

    Düzgün hayat yaşayacak, yapılan davranışlar, tarzı, kimliği hepsi mantık çerçevesi içinde olacak. Profesyonelce yaşayacak. Çünkü büyük para kazanıyorlar ve oyunculukta zaman kısa.

    Ben profesyonel futbolcu iken 30.000 lira almıştım. O zaman bu paraya ev, araba gelmiyordu. Şimdi çok çok daha farklı. Bunu hakkedip, değerlendirmeliler.

    Maçları izlemeye sık sık gelebiliyor musunuz? Bir tribün anınız var mı?

    Rahat bir şekilde gelip, gidebiliyorum.

    Çok anım var tabii.

    Maç izlemek için çok küçüktüm. Fenerbahçe-Kasımpaşa maçı vardı. Cihat, Murat, Arap Samim oynuyordu. Arap Samim çok kötü oynuyordu. İki de gol attı.

    Tribündekiler; “Ya Arap Samim al o iki golünü de çek git ya” diye bağırdılar. Çok espriler olurdu kapalı tribünlerde.

    Vazgeçemedikleriniz…

    Purom. Bir bırakabilsem. 4 paket sigara içiyordum. Kasığımdan dizime kadar atardamar % 60 tıkandı. Kılcal damarları ilaçla açtılar. O yüzden puroyla devam ama bu da zararlı.

    Okuduğum bir yazıda çok zengin olduğunuz hatta daha ileri giderek petrolcü bir babanız olduğu yazıyordu? Bazı taraftarlarda size İstanbul’un Sivori’si diye hitap ediyorlardı.

    Tabii ki yok öyle bir şey.

    Halamın evi vardı Boğaz kıyısında Yeniköy’de, şu an Kalkavanlar’ın evi. İtalya’da çıkan dedikodular bunlar.

    İstanbul’un Sivori’si diye hitap ederlerdi. Sivori Arjantinli, Juventus’da oynayan müthiş bir futbolcuydu. Hatta derlerdi ki Pele buraya gelsin Sivori kadar oynasın. Sonra Pele’ye İtalya’da tedavi olurken soruyorlar “kaç gol atıyorsun senede”, “75 gol” diyor. “İtalya’ya gelsen kaç gol atarsın?” Tabii İtalya’da oyun daha sert “50 gol atarım” diyor. Ve İtalya’da 14 golle gol kralı oluyor. Sivori ilk 4 senede 29, 32, 33, 35 gol atmış, 7 tane ayak kırmış farklı bir oyuncu.

    Taraftarlara mesajınız nedir?

    Oyuncuların iyi oynamaları veya kötü oynamaları önemli değil madem bu takımı seviyorsunuz maçlarda destekleyeceksiniz. İyi oynarken herkes destekler. Önemli olan kötü oynadığında da sonuna kadar yanında yer almak. Taraftar böyle belli edecek kendini ve farkını. Doğma, büyüme Fenerbahçeliyim. Basketbol ve futbola senelerimi verdim. Artı son senemde de para almadan oynadım. Buna rağmen bugün Galatasaray daha iyi oynarsa bunu söylerim. Söyleyemesem bu beni rahatsız eder. Söylerken de rahatsız olmuyor muyum tabii oluyorum. Ama sonuna kadar Fenerbahçeliyim.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Seta Yağcıoğlu

    Seta Yağcıoğlu

    Bundan iki ay önce Kadıköy Life dergisine, Fenerbahçe’nin Şampiyon Kızlarından Seta Yağcıoğlu hakkında bir yazı kaleme aldık. Önce o yazıyla başlayalım. Sonrasında Seta abla’nın bizlere emanet ettiği müthiş fotoğraf albümüne hep birlikte keyifle göz atalım. Çok yaşa Seta abla…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Erenköy Kız Lisesi’nden Fenerbahçe’ye Bir Spor Efsanesi

    Bundan yaklaşık 70 sene önce Fenerbahçe’nin kadın basketbol ve voleybol takımlarını kurmak için çalışmaya başlayan Dr. Selim Çapa ve Tıp Fakültesi öğrencisi Ayten Salih Berkalp, önce Püzant Usta’nın kapısını çaldılar. Kendisi de sarı-lacivertli forma ile futbol oynamış, koyu Fenerbahçeli bir babanın “ele avuca sığmayan” kızı olan Seta, ilerleyen yıllarda önce babasını, sonra tüm Fenerbahçe camiasını gururlandıracak; Türk kadın sporları tarihine adını altın harflerle yazdıracaktı.

    Takvim yaprakları 20. yüzyılın ikinci yarısını gösterirken, Türk kulüplerinde basketbol ve voleybol gibi branşlarda kadın takımlarının esamesi bile okunmuyordu. Çamlıca, Erenköy ve Kandilli başta olmak üzere kız liselerinde ise bu alandaki faaliyet en üst seviyeye ulaşmıştı. Okullar arası turnuvalar gazetelerde ve spor dergilerinde sütunlar dolusu habere konu oluyordu.

    1954 yazına girilirken, Çamlıca Kız Lisesi mezunu, çiçeği burnunda Tıp Fakültesi öğrencisi Ayten Salih Berkalp, arkadaşı İnci Önen Bayburtluoğlu ile birlikte, Fenerbahçe’de bir kız takımı kurmak için harekete geçti. Adanmış bir Fenerbahçeli olan Dr. Selim Çapa sayesinde kısa zaman zarfında semeresini veren bu çalışmanın en önemli unsurlarından biri de Erenköy Kız Lisesi’nin yıldız sporcusu Seta Erdurmuş (Yağcı) idi.

    Babası Püzant Usta’nın elinden tuttuğu gibi Kadıköy Halk Eğitim Merkezi spor salonuna götürdüğü Seta, meşhur Fenerbahçeli antrenör Önder Dai’nin dikkatini çekti ve takımın değişmez bir parçası oldu.

    Hemen akabinde bir başka önemli spor siması Alaattin Güneş’in kurduğu Fenerbahçe voleybol takımında da pasör olarak oynamaya başladı ve sporu bırakana kadar bu formayı da kimselere kaptırmadı.

    1956 yılında “Kürek takımı kuruyoruz” denildiğinde, yine akla gelen ilk sporculardan biriydi Seta… Beykoz yarışlarında 4 tek ve 8 tekte rakiplerini geçerek şampiyon oldular.

    Hangi spor dalında sahaya çıksalar birincilik kupasını kazanıyorlardı. İş zamanla öyle bir hal aldı ki “Atletizm takımı eksik” deyip gündüz eve gelerek Püzant Usta ile beraber Seta’yı müsabakaya götürüyorlar, akşam şampiyon olarak eve bırakıyorlardı.

    Kelimenin tam anlamıyla büyülü bir sporcu kadrosunun, rüya gibi yıllarıydı.

    Seneler hızla geçti… Bir yol ayrımı gelip çatmak üzereydi… 1960 yılında Fenerbahçe ve Galatasaray takımları, Türkiye Voleybol Şampiyonluğu için İzmit’te karşı karşıya geldiler.

    Fenerbahçe takımı, şehrin Kimsesizler Yurdu binasında kalıyor, oradaki çocukların neşe kaynağı oluyordu. Fakat takım kaptanı Ayten Salih bu turnuvadan sonra Kıbrıs’a gitmek için Türkiye’den ayrılacağı için zaten buruk olan oyuncular, Fenerbahçeli idarecilerin yokluğu yüzünden gitgide daha karamsar bir hale gelmişti.

    Arkadaşlarının bu ruh halini hisseden kaptan, acele bir telgrafla durumu kulübe bildirdi ve yönetim kurulundan “Lütfen maça gelmelerini” istedi.

    Takım final maçına çıkmak üzere salona doğru yol alırken, içinde Fenerbahçeli idarecileri taşıyan araçlar da İstanbul’dan gelmiş, aynı istikamete doğru ilerliyordu. Onları ilk gören ve otobüsün içinde heyecanla ayağa fırlayan, takımın pasörü Seta oldu. Ayten Salih’in “Bu benim son maçım, bana son bir şampiyonluk hediye etmek istemez misiniz?” sözleriyle kupayı kazanan Fenerbahçeli sporcuların yorgunluğu ve gururu maç sonunda çekilen fotoğrafa olanca gücüyle yansımıştı.

    1954-1960 yılları arasında düzenlenen toplam 21 İstanbul ve Türkiye şampiyonluğunun 19 tanesini Fenerbahçe Müzesi’ne kazandıran Fenerbahçe’nin kadın sporcuları, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Fenerbahçe’ye ebedi muvaffakiyetler temenni ederim” sözünün en müthiş yansımalarından biri olarak tarihe geçtiler.

    Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Sayın Ali Koç ve Yönetim Kurulu Üyesi Sayın Simla Türker Bayazıt, 2019’dan beri yapılan etkinlik ve organizasyonlar ile ilk kadın takımlarının hatırasına büyük bir zarafet ve özenle sahip çıkıyorlar.

    Seta Yağcı hâlâ ele avuca sığmıyor… Ve takım arkadaşları ile birlikte Türk kadın sporları tarihinde bir öncü olmanın gururunu sonuna kadar hak eden sayılı isimler olarak zirvedeki yerlerinden bugünkü maçları izliyorlar. Sadece Fenerbahçe’nin değil, kadın takımlarının kazandığı bütün kupalarda kocaman bir payları var; çünkü bu yolu onlar açtı.

    FenerbahceTarihi.org


    Seta Yağcıoğlu Albümü


    Fotoğraflarda Kimler Var?

    Alaettin Güneş, Altan Dinçer, Altan Karpuzlu, Ayla Keskin, Ayten Salih, Atatürk Kız Lisesi, Bercis Türkoğlu, Canel Konvur, Çamlıca Kız Lisesi, Deniz Aydıncı, Erdoğan Karabelen, Erenköy Kız Lisesi, Eser Berktan, Fenerbahçe, Güneş Çapa, İnci Önen, Mahiru Akdağ, Nazmiye Kor, Oya Çapa, Önder Dai, Seçkin Dinçer, Seta Yağcıoğlu, Süheda Özçiçekçi, Püzant Yağcıoğlu, Valenten Erdurmuş.