Etiket: Otomobil Nuri

  • Canlı Yapraklar – VI

    Canlı Yapraklar – VI

    Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olarak yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – VI” : 1914 yılından geliyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spor Tarihimizden Canlı Yapraklar – VI

    İstibdat devrinde biri bir irfan ocağının çatısı, diğeri de bir avuç cesur ve fedakâr gencin göğüsleri siper alınarak kurulmuş memleketin en eski iki spor yuvasının şu heybetli mensuplarına bakin!

    Türk sporunun muhtelif branşlarında yarım asırdan beri önderlik etmiş ve etmekte devam eden Fenerbahçe ve Galatasaray’ın ilk nesilleriyle karşı karşıyasınız… Yuvalarının bu önderlik vasıflarını, onun ölçüsüz fahrü şerefini ifade eden asil, vakur tavırlarına bakınız… Bakınız, yalnız sevgi ile değil, fakat hürmet ve tazimle de bakınız.

    Çünkü yalnız futbolumuzun kıymetli alemdarlarıyla karşı karşıya değilsiniz… Aynı zamanda, bugün çoğu ebe diyete göçmüş, bir vatanseverler, bir kahramanlar grubu ile de karşı karşıyasınız…

    Bu grup; vatan için, milletin namusu ve istiklâli uğrunda kanlarını çok genç yaşta akıtmış, hatta mübarek naaşları bugün hudutlarımız dışında kalmış bir şehitler zümresini de sinesinde taşıyor! Irak çöllerinin, Çanakkale’nin, Niğde dağlarının bu aziz şehitlerini şu resimde huşu ile seyrederken şüphesiz ki, sonsuz şükran duygularına gömülmüş bulunmak mecburiyetindeyizdir!

    Onların ruhu azizlerine Fatihalar yollayalım…

    Böyle emsalsiz hususiyetler taşıyan yukarıda gördüğünüz resim 41 sene evvel bir Fenerbahçe-Galatasaray lig maçına başlanmadan birkaç dakika önce çekilmiş bulunuyor. Hatta 11inci Galatasaraylı o anda hazırlanmamış ve resme de yetişememiştir.

    Gün 1913 ün 22 Aralığı. Bu tarih her Fenerbahçeli için olduğu kadar, her Galatasaraylı için de unutulmaz hâtıralar saklar… Neden mi?

    Şunlardan: Fenerbahçe, Galatasaray ağlarına ilk golünü o gün yollamış, ezeli rakibine ilk galibiyeti de o gün kazanmıştı. Ve dolayısile, Galatasaray kulübü de 2 yıllık kıdemin verdiği tabii üstünlüğe o günden itibaren artık vedaa mecbur kalmış, Fenerbahçe’den ilk mağlûbiyet acısını o gün tatmıştır…

    1913/14 senesi İstanbul şampiyonluğu büyük bir hararet içinde devam ediyordu.

    O yıla takaddüm eden ve Balkan muharebesi dolayısile atıl geçen 1912/13 sezonundan evvelki son şampiyonaya, yâni 1911/12 müsabakalarına Galatasaray takımı, tertip heyetinin boykot kararı yüzünden girememişti. Ligdeki 2 Türk kulübünden birinin bu suretle ekarte edilmesi 4 ecnebi ve gayrimüslim kulübe karşı genç Fenerbahçe’yi tek başına bırakmıştı… İşte, Fenerbahçe, Galatasaray’ın, milli duygularla, oyuncu vermek teklifini bile kabul etmeden Ramblers, Stroglez, Kadıköy ve Progrès kulüpleriyle yaptığı iki devreli ligde, bütün tahminler hilâfına, hiç yenilmeden ilk İstanbul şampiyonluğunu kazandıktan sonra

    1913/14 şampiyonasına 2 yıldır elinde tuttuğu namağlup unvanıyla ve daha kuvvetli bir kadro ile katılıyor ve rakipleri Progrès, Stroglez ve Telefoncuları 3-1, G-0 ve 8-0 yendikten sonra 22 Aralık 1913te ezeli rakibi ile karşı karşıya geliyordu.

    Galatasaray’ın: Ahmet Robenson, Hasnun Galip, Ahmet Cevat, Usturumcalı Hüseyin, Celâl, Sabit … Hafız Hayri, Emil Oberle, Jozef Oberle, Nâsır ve Muzaffer’den mürekkep takımına karşı:

    Mateosyan, Galip, Arif, Sabri, Vilhelm, Süreyya, Miço, Nuri, Hasan Kâmil, Sait Salâhaddin ve Hikmet tertibinde çıkan Fenerliler 17nci dakikada Hasan Kâmil’in verdiği bir şutla ilk gollerini yapmışlardır… Bir Galatasaray akınını durduran sağ haf Sabri topu uzun bir vuruşla solaçık Topuz Hikmet’e göndermiş ve onun da Hasan Kâmil’e verdiği isabetli bir pasla bu tarihi ve şahane gol yapılmıştı. Bu gol tarihte Galatasaray kalesine giren ilk Fenerbahçe golüdür.

    32nci dakikada Jozef Oberle’nin beraberlik sayısından sonra ilk devre 1-1 berabere bitmiştir. 57nci dakikada yine Hasan Kâmil kuvvetli bir vuruşla ikinci, 5 dakika sonra Sait Salâhaddin 3üncü golü yaptıktan sonra yine Jozef Oberle Galatasaray’ın ikinci golünü kaydetmişse de Miço’nun 76ncı dakikadaki dördüncü golü ile dâva hallolunmuş ve Fenerbahçe ezeli rakibini 4-2 netice ile ilk defa mağlup etmişti.

    Şimdi sizlere o günün galip ve mağlûplarını sağdan itibaren tanıtalım:

    Mateosyan (Fenerbahçe), Merhum Hüseyin (Galatasaray), Hikmet (Fenerbahçe), Sait Salâhaddin (Fenerbahçe), şehit Celâl (Galatasaray), merhum Süreyya (Fenerbahçe), merhum Nâsır (Galatasaray), merhum Sabri (Fenerbahçe), şehit Hasnun Galip (Galatasaray), merhum Galip (Fenerbahçe), Hasan Kâmil (Fenerbahçe), merhum Hafız Hayri (Galatasaray), Ahmet Cevat (Galatasaray), müteveffa Miço (Fenerbahçe), merhum Nuri (Fenerbahçe), merhum Ahmet Robenson (Galatasaray), Muzaffer (Galatasaray). Oturanlar: Emil Oberle (Galatasaray), müteveffa Vilhelm (Fenerbahçe), Jozef Oberle (Galatasaray) ve şehit Arif (Fenerbahçe).

    (Gelecek resim ve yazı Fenerbahçe tarihinin en mutlu bir devrine ait bir günün hâtırasıdır: İşgal ve Mütareke senelerinin zafer silsilesinden bir Fenerbahçe – İngiliz maçına başlanmadan önce galip ve mağlûplar.)

    Rüştü Dağlaroğlu – 1 Mayıs 1954 – Akşam Gazetesi

  • Canlı Yapraklar – V

    Canlı Yapraklar – V

    Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olarak yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – V” : 1914 yılından geliyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spor Tarihimizden Canlı Yapraklar – V

    Bir resim ki o devri yaşayanları hiç şüphesiz vecde getirecektir. Tam 40 sene evvelki Fenerbahçe – Anadolu takımlarını 14 Şubat 1914’te, tarih boyunca aralarındaki ilk lig maçına başlamadan bir kaç dakika önce, bir arada gösteriyor.

    O çok sevimli, ananevi dilimli formalarıyla o yılların namdar şampiyonları Fenerbahçelileri acaba tanıdınız mı? Bakınız; o levent gibi vücut ve vakur tavırlarıyla şanlı ocaklarına liyakatlerini resimde nasıl haykırıyorlar!

    Yarım asırlık tarihinin bütün ömrü boyunca Türk sporuna şan üstüne şan katmış Asil Fenerbahçe yuvasının bu ilk fedakâr neslini her Türk sporseveri tanımalı ve bilmelidir, deriz… Fakat heyhat! Maalesef, biliyoruz ki, değil hepsini, fakat bir kaçını bile tanıyanımız bugün pek azdır! İşte, sağdan itibaren, isimleri:

    Santrhaf meşhur Çerkes Sabri (merhum), Anadolulu arkadaşiyle omuz omuza vermiş sol açık Doktor Refik (halen general), pala bıyıklı, aslan yapılı delikanlı muavin İzzi (merhum), boynunda beyaz atkısiyle yağız, sırım gibi genç meşhur müdafi mühendis Arif (şehit), Nasuhi Baydar, otomobil Nuri (merhum), Şamo Mehmet Reşat (Pekelman), devrin ikinci takım kaptanı meşhur Demir Ethem (Bellisan, halen mütekait albay) ve o gün kaleci oynıyan ikinci takım müdafilerinden K. Boris. Yerde oturan takım kaptanı ve müdafi meşhur Galip Kulaksızoğlu (merhum), diz çökmüş olan ise muavin Süreyya (merhum)dur.

    Evet; bugün (6) si, nur içinde yatsınlar, toprağa mevdu bir Fenerbahçe (11) i ki zamanlarında, yerli ve yabancı türlü rakipler karşısında 1911 den 1916 ya kadar, İstanbul şampiyonluklarını üst üste kazanmak başarısını göstermişti.

    Fesli zata gelince; biliyoruz ki onu da pek tanıyamadınız! Bu da o günleri takiben Amerika’ya giden ve Michigan’da yıllarca (Çanakkale fırtınası) adiyle nam salan o devrin Fenerbahçe hücum hattından Hasan Kâmil Sporel (halen Sokoni Vakum Ankara müdürü)dür ki 9 sene sonra, 1923 te Romanya’ya karşı çıkan ilk milli takımımızın sağ müdafi ve takım kaptanlığını yapmıştır.

    Ya o devrin çok çetin ve kuvvetli takımı ve bu maçın 51 mağlupları Anadoluluları tanıdınız mı? Eğer hiçbirini de tanıyamadınızsa ayıp ettiniz doğrusu! Biz, size, hepsine bedel ikisini, iki kardeşi tanıtmakla iktifa edelim:

    Sol başta, Ünyon Kulübün emektar kale direğinin dibinde kollarını arkaya salıvermiş, pala bıyıklı levent genç meşhur Burhan Felek’tir. Yaşını açıkladığımız için üstad affetsin! Oturanlardan sağdan ikinci genç ise üstadın biraderi diş tabibi Hüdai’dir ki, 1922 de pek genç yaşta, maalesef, hayata veda etmiştir…

    (Gelecek resim ve yazı Türk futbolündeki (ezeli rekabet)in müstesna bir hâtırasıdır: Fenerbahçe, 41 sene evvel Galatasarayı ilk defa yendiği maçtan bir kaç dakika önce (ezeli rakibi) ile bir arada…)

    Rüştü Dağlaroğlu – 24 Nisan 1954 – Akşam Gazetesi

  • Canlı Yapraklar – I

    Canlı Yapraklar – I

    Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olarak yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – I” : 1913 yılından geliyor

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spor Tarihimizden Canlı Yapraklar – I

    Bir fotoğraf ki başlı başına bir tarihe bedel! O günü yaşamış, o levent yapılı futbolcular grubunu görmüş, onları o parlak devirlerinde alkışlamış kaç kişi kaldı acaba?

    Bu fotoğraf Türk spor tarihinin tam 41 yıl önceye ait şerefli bir gününü yaşatıyor. Fenerbahçe tarihinin kıymettar bir sahifesini canlandırıyor! Evet; bilen, hatırlayan aramızda kaç kişi kaldı acaba?

    Bu resim 10 Mart 1913 pazar günü Kadıköy (Union Club), yâni şimdiki Fenerbahçe stadında çekilmiştir. İstanbul şampiyonu Fenerbahçe, İngiltere’nin Akdeniz bölgesi şampiyonu NEOZELAND takımı ile tarihinin ilk ecnebi maçını yapmağa çıkmıştır.

    İstanbul’un namağlup şampiyonları o levent kadroları ile o gün tarihlerinin bir şeref faslını açmak üzere bulunduklarından tabiatıyla bihaberdirler! Ne onlar, ne rakipleri ve ne de seyre gelen kalabalık o gün Fenerbahçe tarihine alın teriyle yazılacak ilk ecnebi galibiyetinin bu kulübümüzün hayatında pek mutlu bir darbımesele başlangıç olacağının farkında bile değildirler…

    Gerçekten, (ecnebi takımlar karşısında daima muzaffer Fenerbahçe!) darbımeseli, bugün, Fenerbahçe’nin milletine abidevi bir armağanı ise, bunun temeli, 41 sene evvel şu resimdeki 11 aslan yapılı Sarı-Lacivertli tarafından ve bu fotoğrafın çekilmesinden bir buçuk saat sonra atıldı…

    Onları tanıdınız mı? Hiç değilse, bir kaçını? Gerçi, çoğu artık ebediyete göçmüş bulunmaktadırlar! Fakat Allah uzun ömürler versin, aramızda olanlarını; bir ikisini de mi tanımadınız? Öyle ise, işte adları:

    Oturanlar (sol baştan): Şehit Arif, merhum Sabri, kaleci Ali Sait, K. Boris ve merhum Kemal Aşki’dir.

    Ayaktakiler (yine soldan): Hasan Kâmil (Sporel), son harbde müteveffa meşhur santrhaf Alman Wilhelm Kohlhammer, Sait Salâhaddin (Cihanoğlu), merhum Galip (Kulaksızoğlu), merhum otomobil Nuri ve Tripo.

    Feslilere gelince; sol başta Yahya Berki, ortada Nasuhi Baydar, sağda Fenerbahçe’nin ismi başlı başına bir tarih olan fedakâr ve öz evlâdı muhterem Elkâtipzade Mustafa (Kâtipoğlu) dur.

    Bu tarihi maçı santrfor Hasan Kâmil ve soliç Sait Selâhaddin’in golleriyle Fenerbahçe 2-1 kazandı. Sait Selâhaddin’in galibiyet golü, bilhassa, kıymetli bir hâtıradır ve İngilizlerin bile takdir ve hayranlıklarını mucip olmuştu… Topla beraber hasım kaleye hücum eden Fenerbahçe’nin o meşhur ve acar soliçi İngiliz sağ müdafinin şiddetli bir şarjı ile yere kapaklanmış, fakat ikinci ve enerjik bir hamle ile hasmından tekrar söktüğü topu ceza çizgisi üzerinden şimşek gibi bir şutla İngiliz ağlarına takıp Fenerbahçe’yi, tarihinin bu ilk ecnebi maçında muzaffer kılmıştı.

    (Gelecek resim ve yazı; 31 yıl önceye ait fevkalâde bir merasim sahnesidir: Mütarekede, bir zafer silsilesinden sonra, 11 Fenerbahçelinin göğüslerine altın madalyalar takılıyor…)

    Rüştü Dağlaroğlu – 28 Mart 1954 – Akşam Gazetesi

  • 1924 Olimpiyat Hatıraları

    1924 Olimpiyat Hatıraları

    Günümüz Türk spor basınına bakıldığında, aşağıdaki türden bir hatıratın bundan sonra kaleme alınabileceğii düşünmek pek de mümkün değil. İşte Burhan Felek merhumun kaleminden, 1924 Olimpiyat Hatıraları.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Not : “1959 Öncesi Şampiyonluklar” hakkında söylediğimiz bir şey var: “1959 öncesini inkar Cumhuriyeti inkardır”

    Burhan Felek, aşağıdaki cümleleriyle bu sözümüzün ne denli doğru olduğunu teyit ediyor. Bu bir kanuni devamlılık meselesidir. Fenerbahçe haklıdır!

    “O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.”


    Geçmiş Zaman Olur Ki

    Olimpiyat Hatıraları

    Bu günlerde dünya spor âleminde konuşulan lâf, Moskova Olimpiyatları’na gidilip gidilmemesidir. Bu satırların sahibi de, bu hususta bir fikir ve oy sahibidir. Ama bu yazılarda onu ifadeyi yersiz bulurum.

    Rusların Afganistan’ı istilâ etmesi, dünya milletleri üzerinde öyle bir tesir yaptı ki, safi bir spor gösterisi olan olimpiyatları bu yolda baskı vasıtası olarak kullanmaya kadar gittiler. Kim gitti diye sorarsanız, cevabı basit. Hükümetler gitti. Bu yolda asıl söz sahibi olan olimpiyat millî ve beynelmilel teşkilâtları henüz bu yolda menfi bir karar almış değillerdir.

    Neyse, bunu bırakalım da, bizim hatıralarımıza gelelim. Türkiye, 1924 8. Paris Olimpiyatları’ndan başlayarak 1928 Amsterdam, 1936 Berlin, 1948 Londra, 1952 Helsinki, 1956 Melburn, 1960 Roma, 1964 Tokyo, 1968 Meksika, 1972 Münih, 1976 Montreal Olimpiyatlarına katılmıştır. Bu tutumunu da, yani olimpiyatlara katılma geleneğim değiştirecek hiçbir şey olmamıştı… dedikten sonra, birinci olimpiyatlara katılışımızın hafızamda kalan anmaya değer noktalarını hikâye edeyim.

    Beden Terbiyesi Kanunu ve Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı

    O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.

    Burada bu malûmatı keselim de, işin öteki tarafına geçelim.

    Yolculuk Başlıyor

    O devirde, bizim bu teşkilâtın reisi Ali Sami merhumdu. Ali Sami’nin, benim spor çalışmalarıma çok güveni vardı. Ben, teşkilatta hem ikinci başkan, hem de Atletizm Federasyonu Başkanı’ydım. O devirde üç federasyonumuz vardı. Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya merhumdu, Güreş Federasyonu Başkanı Ahmet Fetkeri Bey merhum ve Atletizmin de bendim. Atletizmi kimse almak istemezdi. Çünkü bizim memlekete göre, en başarısız ve rağbet görmeyen spor dalıydı. Benim elimde o devirde gerçekten amatör atlet olarak sporuna bağlı 5-10 kişi vardı. Bunların başında Semih, Mehmet Ali Aybar, Ömer Besim, yüksek atlayıcı Haydar gibi çocuklar gelirdi. Ben bunları kendi evlâdım gibi severdim, hâlâ da severim. En genci 65’i geçmiş olan bu beylere “çocuklar” diye hitap ederim. Onlar da, bu hitabımı hiç yadırgamazlar.

    Tavuklu Menü

    1924 Olimpiyatlar’ı iki kısımda cereyan etmişti. Birinci kısım mayıs başlarındaki futbol turnuvasıydı. Daha ilk adımda, birinci kafile başkanının seçiminde merhum Yusuf Ziya ve o zaman da Fenerbahçe kulübüne hâkim olan Ali Naci merhum ile, aramızda ihtilâf çıktı. Ali Naci Bey, benim için, “Lisan bilmez” diye yazdı. O, Nasuhî Baydar’ın kafile başkanı olmasını istiyordu. Halbuki, Nasuhi Bey, teşkilâtta bir vazife sahibi değildi. Seyahate ait tertibatı Yusuf Ziya merhum almıştı. Bizi İstanbul’dan Marsilya’ya kadar tam 10 günde götürecek Jak Freresme admda bir büyük şilebe bindirdi. Gemi Varna’dan canlı tavuk yüklemiş ve tavuk kafesleri baş güverteye konmuştu.

    Gemi yürürken tavuk pisliği ve kokusu bütün güverteyi kaplıyordu. Gemi büyük olduğu için Korent Kanalı’ndan geçemeyerek Mataban Burnu’dan dolaştı ve tam 10 günde bizi Marsilya’ya ulaştırdıydı.

    Hâlâ hatırımdadır. Fuat adında Hariciye’de iş sahibi bir arkadaşımız vardı. Onun bir de lâkabı vardı ama pek hatırlayamayacağım. Bizim vapur bilmem ne sebeple Cenova Limanı’na uğrayınca, orada Kançılar olan Fuat, bizi ziyarete geldi. Biz de, mutemet Otomobil Nuri ile Kaleci Nedim’i karaya gönderip tereyağı, reçel, peynir, kakao gibi kahvaltılık yiyecek aldırdık. Çünkü günlerden beri yemekte çiğ baklavayla tuzlu mönü balığı haşlaması yemekten anamız ağlamıştı. Yusuf Ziya merhum, geminin 24 yatağı olan 12 kamarasını tutmuştu. Ama yemek bedelini üçüncü mevkiden ödediği için, biz eğer Bulgar tavuk sahiplerini kandırıp günde birkaç tavuğu yemeseydik açlıktan helâk olacaktık.

    Müshil

    Uzatmayalım, Marsilya’ya sağ-salim vardık. Ha! Gemide idareci olarak kafile başkanı ben, Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya, İkinci Başkan Hamdi Emin, mutemet Altınordulu Otomobil Nuri ve bir de futbol antrenörü Billy Hunter adındaki İskoçyalı mükemmel antrenör vardı. Bu adamı Yusuf Ziya, İsviçre’de tahsili sırasında oranın Servette adındaki bir kulübünde tanımış ve oradan Türkiye’ye almıştı. Gemide güvertede koşu ve kondisyon idmanları yapılıyordu.

    Bu sırada bir hususî vaziyete işaret edeceğim. Bindiğimiz Fransız şilebi İstanbul’dan kalkarken liman idaresi, gemide doktor olmadığı için, limandan ayrılmasına izin vermedi. O sırada merhum Doktor İsmet, mektebi yeni bitirmişti. Kumpanya onu doktor olarak hizmete aldı ve biz o suretle hareket ettiydik. İsmet, hakikatte Millî Futbol Takımının yan haf beki idi. Bu yüzden gemi doktorluğu hizmetine çok ehemmiyet verdi. Bir gün bana, Doktor Sabih’in hastalık bahane ederek idmana çıkmadığını rapor etti. Ben Sabih’e gittim. Çocuğun biraz ateşi vardı. Başı ağrıyordu. Sordum. Üç gündür dışarı çıkmadığını öğrenince, kendisine bir müshil ilacı verdik düzeldi.

    Domuz Eti Olmasın!

    Gemi Marsilya’ya varınca, Vaux Port denilen eski limanda bir yemek istedik. Çocukların hepsi birden:

    — Domuz eti olmasın! diye bağırıyorlardı.

    Bilmiyorlardı ki, domuz eti Avrupa’da lüks bir ettir ve her lokantada bulunmaz. Neyse, hâlâ hatırımdadır, patlıcanlı bir yemek yedik, karnımız doydu. O devirde adı PLM (Paris-Liyon- Marsilya) olan trene akşam üzeri bindik. 14 saat tren yolculuğundan sonra Liyon garına vardık. Bizi orada ataşemiz Mösyö La Croix bekliyordu.

    Aksaray Yangın Yeri

    Liyon Gar’ı kapalı bir gardır. İçinde, “metro” denilen yeraltı trenine inen merdivenler vardı. Kafilemizle hemen metroya bindik ve “Kolombe” stadına giden Porte Champeter Porte denilen Paris’in kapılarından birinden -bizde de Eğri Kapı, Edirnekapı, Mevlânakapı var ya!- bizi ikamet edeceğimiz Olimpiyat Köyü’ne götürecek elektrikli trene bindik. Turnemiz bitmeden evvel çıktığımız kapı Paris’in eski istihkâmlarının enkazının yanındaydı. Kafilede yedek kaleci Hamit:

    — Yahu! 10 gün deniz, 1 gün tren, gene gele gele Aksaray yangın yerine geldik! diye bir espiri yaptı.

    Bu çocuğun bir mecliste bulunuşu, insanı ne kadar neşelendirirdi, tarif edemem.

    Olimpiyat Köyünde

    Bindiğimiz eletrikli tren, bizi Kolomb köyüne götürdü. Oradan da, ilk defa Fransızların icat ettikleri Olimpiyat Köyü’ne gittik. Galiba, tren pek yakınında duruyordu.

    Biz odalarımızı tam köyün kapısına yakın yerde seçtik ve büyük direğe bayrağımızı çektik. Her biri dörde bölünmüş, 4 odadan ibaret kare şeklinde ahşap kulübeler pek konforlu değildi. Hatta ondan sonraki memleketlerin olimpiyat köyleri şöyle dursun, bizim İzmir’deki Akdeniz Oyunları’nda atletleri yatırdığımız binamızdaki konforun onda biri yoktu.

    Bir kere, ayakyolu ve banyolar evlerin dışında idi. Sabahleyin yüzümüzü yıkamak ve ihtiyaçlarımızı defetmek için yağmura ve çamura bakmadan açık havaya çıkacak ve kömür tozundan yapılmış çamurlu yollarda bir hayli gittikten sonra ayakyoluna ve lavaboya varıyorduk.

    Yunanlılar Geldi!

    Yugoslavlar bizden bir gün sonra geldi, bir gece kaldılar, hemen hesabı kestiler ve Paris’te bir otele indiler. Biz kaldık. Zaten paramızı da yatırmıştık. Galiba o günlerde bütün masraf içinde adam başına 55 frang veriyorduk. Bir Türk lirası da 19 frang kadar tutuyordu. (O devirde bir altın 4 kâğıt lira ederdi.)

    Bir gün odamda otururken çocuklar geldiler:

    — Reis Bey! (O zaman başkan sözü icad olunmamıştı) yanımıza Yunanlılar geldiler biz buna dayanamayız, patırdı çıkar.

    — Durun bakalım, nereden anladınız Yunanlıların geldiğini!

    — Bayraklarından. Gelin bakın.

    Gittim baktım, Yunan bayrağına pek benzeyen ve Yunan bayrağındaki istavroz yerine, güneş bulunan bir bayrak. Sonradan anladık ki, Uruguay bayrağıymış. Adamlar o turnuvada olimpiyat şampiyonu olmuşlardı.

    Baron de Coubertin

    Olimpiyat Köyü’ndeki evlerimiz bitişik olduğu halde en yakın komşumuz olan Uruguaylıları biz tanımıyorduk. Bize bunu, Kolombe köyüne geldiğimizin ertesi gün ziyaretine gittiğimiz modern olimpiyatların kurucusu meşhur Baron de Coubertin haber verdi.

    Bu harikulâde temiz yürekli ve kibar bir adam olan ve bütün servetini şu olimpiyat davasına harcayarak son zamanlarda başkalarının yardımına muhtaç hale gelen Baron’u, o zaman Paris’in meşhur Konkord Mey- danı’na bakan bir köşe binadaki Olimpiyat Komitesi Merkezi’nde tanıdık.

    Trende Hadise

    O gün Olimpiyat Köyü’nden Paris’e Baron’u ziyarete giderken elektrikli trende bir hadise oldu. Yanımızda ataşemiz Mösyö La Croix olduğu halde gidiyorduk. Henüz Türkiye’de şapka yayılmamıştı. Bizim çocukların kiminde bildiğimiz kırmızı püsküllü fes, kimisinde de İstiklâl Harbi’nin yadigâri astragan kalpak vardı. Böylece bizim Müslüman bir ülkenin çocukları olduğumuz anlaşılıyordu. Trende biz oturuyorduk. Ortadaki direğe dayanmış bir sarhoş işçi duruyordu. Üstü başı berbat, kirli bir tulum giymişti. Bize baktı baktı, başladı Fransızca söylenmeye:

    — Ben Muhammed’i tanırım. Benim pek iyi dostumdur! dedi.

    O sırada bizim çocuklar pirelendiler. Otomobil Nuri:

    — Ben bu herifi döverim! dedi.

    Ben yatıştırdım. Herif Fransızca söylenip duruyordu:

    — Zaten Paris’te yabancılardan başka kimse kalmadı!

    Bu muhavereler cereyan ederken, bir Fransız yolcu:

    — Bunlar olimpiyatlara gelmiş bizim misafirlerimizdir. Neden rahatsız ediyorsun? diye sarhoş işçiye çıkışınca, başka bir Fransız lafa karıştı:

    — Siz ne karışıyorsunuz mösyö? dedi.

    — Bunlar bizim misafirimizdir. Bu adam onları rahatsız ediyor. ‘

    — Onlar kendilerini müdafaa etsinler. Size ne?

    — Ne demek, siz ne karışıyorsunuz bana? diye ayağa kalktı, öteki de ayağa kalktı, iki Fransız bizim hesabımıza dövüşecek. Derken, bir tünele girdik. Elektrikler söndü. Simsiyah oldu ortalık. Tünelden çıktığımız zaman ikisi de yerlerinde oturuyorlardı.

    Allah Kerim

    Baron de Coubertin ile sohbetimiz uzun sürmedi. Galiba yukarılarda bahsetmiştim. Biz, yoldayken futbol turnuvasında kur’alar çekilmiş, bize o devrin en kuvvetli takımı olan Çekler çıkmıştı. Baron bizi teselli için:

    — Ümitsizliğe düşmeyin. Bakınız, Uruguay diye bir memleketin takımı buraya gelirken her uğradığı yerde maçları kazanarak geldi. Biz bunların adını bile duymamıştık. Allah kerim! falan gibi sözlerle bizi teselli etti.

    Oradan çıktık, gene tıpış tıpış Kolombe köyüne döndük. Komşularımız Uruguaylılar kara kuru insanlardı, içlerinde Habeş teninde olanlar da vardı. Her gün sabahtan Paris’e gider, gece dönerlerdi. Bizim çocuklara da Paris’te eğlendiklerini söylerlerdi. Bizim zavallılar ise, maçtan evvel Paris’e gitmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı.

    Nedim Kaleci’nin Kanlı Elleri

    Çeklerle olan maçı, Paris’in en berbat stadlarından biri olan Saint Quint Stadı’nda oynadık. Burası meşhur Sacré Coeur Kilisesi’nin bulunduğu Bute Montnade’de idi ve Paris’in en yüksek (120 metre) semtiydi.

    1924 senesi mayıs başlarında oynanmış olan bu maçı, oynamış veya görmüş olanlardan arkadaşlarımız vardır. Doğrusunu isterseniz, o devrin en büyük ve kuvvetli takımlarından olan Çeklerin önünde biz ufalıyorduk. Adamların en kısası 1.80 boyundaydı. Bu maçta kaleci Nedim, bugünkü kalecilerin yaptığı gibi, gelen oyuncunun ayaklarına atılarak top kurtarmaları yaptı ve o devirde kalecilerin eldiven giymesi âdet olmadığından elleri kan içinde kaldı. Birinci haftayımı (3-0) kapadık.

    İkinci Yarı 2-2 Bitiyor

    Antrenör Billy Hunter psikolog bir hocaydı. Haftayımda bize:

    — Sizin ayakkapların kramponları bozuk. Stadın otları da bozulmuş onun için düşüyorsunuz! dedi ve güya, kramponları birkaç çivi ile takviye etti.

    İkinci haftayımda takım kendini toparladı, biz Çeklere bir gol attık ve tam maçın biteceği dakikada Çekler bir penaltı yaptılar. Bilindiği gibi, penaltı ve kornerde maç bitse de, atış yapılır ve atılmasıyla biter. Penaltıyı Bekir attı, gol oldu. Böylece 1924’de ilk defa iştirak ettiğimiz olimpiyat oyunlarının futbol turnuvasını Çekler’e karşı 5-2 kaybettik. Çünkü, ikinci haftayımda Çekler de, bize iki gol daha atmışlardı. Yani, ikinci ‘haftayımı biz 2-2 sonuçlandırmıştık.

    Bekir’in penaltı atışı, pek meşhur Çek kalecisini aldatmıştı. O devirde Türk futbolcuları içinde ayağının yüzüyle olduğu kadar dış yanıyla da şut atanlar vardı. Avrupa’da böyle bir şey görmedim. Kaleci, sağ ayağı ile vurmaya hazırlanan oyuncunun ayağının yüzüyle kepçeleyerek atacağı şutu, tabiî olarak kendisinin sağında karşılamaya hazırlanıyordu. Halbuki Bekir, sağ ayağının dış kenarıyla şut çekti ve top kalecinin solundan içeri girdiydi. Hiç unutmam, maçı beraberce seyrettiğimiz Hamdi Emin bana:

    — Arpa ektik, darı çıktı! diye, Bekir’in yanlışlıkla topu ters istikamete attığını sanmıştı.

    Kim Demiş?

    Maçı, o civar halkından başka seyreden yokt;u. Bunlar da, sanırım 6-7 bin kişi kadardı. Adamlar bizi değil, Çekleri seyre gelmişlerdi.

    Anlaşılan Fransız gazeteleri “Türkler futbol oynayamazlar” mealinde yazılar yazmış olmalı ki, maçtan sonra dağılan halk arasında, ‘Türkler pekâlâ futbol oynuyorlar. Kim demiş futbol bilmez diye? İşte ikinci haftaymı berabere bitirdiler.” diye konuşuyorlardı.

    Turne

    Maçtan sonra köye döndük.

    Futbol takımımız, evvelden kararlaştırılmış bir program mucibince, bir şimal turnesine çıkacaktı. Bu turneyi İsveç Futbol Federasyonu Reisi ve Yusuf Ziya merhumun şahsî dostu Jonson adındaki biri ayarlamıştı. Hatırımda kaldığına göre, bu Jonson, o devirde futbol âleminin sözü geçen simalarındandı ve bir gözü de takmaydı.

    Çeklere karşı çıkardığımız takımın formasyonunu iyi hatırlamıyorum. Bunları bizim Halûk San arkadaşımız iyi bilir. Ama kalede Nedim vardı. Bekler Ali ile Kadri idi. Haf beklerinin ikisini bilmiyorum. Ortada Aslan Nihat, sağda Yavuz İsmet vardı. Söldakini hatırlayamıyorum. Forvette soldan sağa Alaaddin, Zeki, Bekir, Leblebi Mehmet mi, bilmiyorum ama, Bedri vardı.
    Maçtan sonra takım hemen şimal turnesine çıkacaktı. Yusuf Ziya merhum:

    — Bana para lâzım, başka türlü turneye çıkamam! demez mi?

    Ben, 20’den fazla adamı aylarca nasıl beslerim? Elimde 15 bin Fransız frangı para vardı. Hepsini almadan gitmedi.

    Aman Kaçalım Buradan!

    Kafile gittikten sonra biz, yani Sait Çelebi, Nasuhi Baydar ve ben Paris’e döndük. Benim işim vardı. Asıl olimpiyatların gelecek ikinci kafileyle olimpiyat geçit resmine iştirak için tekrar Paris’e dönecek, Futbol Millî Takımımızı hazırlayacaktık.

    Sait Çelebi’yle Nasuhi Baydar, kendi hesaplarına Paris’te kalıyorlardı. Ama, ara sıra konuşuyorduk. Paris Olimpiyatları’nın birinci kısmının hikâyesini bitirirken, başımızdan geçmiş bir 1 hadiseyi zikredeyim. Bunları o zaman da yazmıştım ama, genç nesiller tabiî okumamışlardır.

    Sait Çelebi meraklı bir çocuktu. Paris’i gezip görmek istiyordu. Bu gayreti sırasında Ahmet isminde bir Cezayirli Arap bulmuştu. Nasıl bulmuş, nerede bulmuş bilmem. Aslında bu Ahmet, Cezayirli Araplaşmış bir Fransız veya Fransızlaşmış bir Araptı. Adı da Ahmet değil, Armand’dı. Ama biz bunları sonra öğrendik.

    Arap dostumuz Ahmet, bizi o lokalden bu lokale gezdirip duruyor ve paralarımızı harcatıyordu. Bu arada bir gece bizi futbol oynadığımız semte, yani Sacré Coeur = Sakre Kör civarında bir yere götürdü. Kapıda, polis gelirse önlemek ve içeriye haber vermek için iki külhanbeyi bekliyordu. Girdik.

    Karanlık denecek kadar loş bir yer. Hafif bir piyano çalıyor. Arkalıksız basık kahve iskemlelerine oturduk, önümüze bir masa, bir de şampanya şişesi getirdiler. Tek konsomasyon şampanya imiş. O zamanki parayla 150 frank. Gözümüz lokalin aydınlığına alıştıktan sonra, gördük ki, gittiğimiz yer homoseksüellerin gittiği bir yermiş. Köşede bucakta birbirleriyle sevişen kadın ve erkekler görünce, işi çaktık. Gerçi bir anormal ve her yerde her zaman görülebilen bir yer değildi. Ama nihayet bizim bu tarakta bezimiz ve böyle bir niyetimiz olmadığı için, bir müddet sonra canımız sıkıldı ve kendimizi de pek emniyette hissetmez olduk. Bu sırada benim aklıma geldi. O gün İstanbul’dan posta havalesiyle bana ilerdeki hazırlıklar için 37 bin frank, gelmişti. Para akşam üstü geldi. Bankaya koymaya vakit bulamadım. Ucuz ve küçük otelimin kasasını da o kadar emniyetli saymadım. Onun için parayı cebime koymuştum. Sait’in kulağına:

    — Benim üstümde 37 bin frank, var! der demez, az kalsın küçük dilini yutuyordu.

    — Aman kaçalım buradan! dedi ve bizi getiren Ahmet’e haber vermeden çıktık ve büyük caddelere kadar yüzlerce ayak merdiveni arkamıza bakmadan koşarak indik. Paris’in büyük ve kalabalık bulvarlarına inince rahat bir nefes aldık.

    Sporcu Ülke Dışına Çıkınca Değişir

    Bu hatıralarımı okuyan idareciler isterlerse bundan çok ders alabilirler. Çünkü, sporcu memleket dışına çıktığı zaman büsbütün başka bir şahıs oluyor ve ona göre idaresi de zorlaşıyor. Bu sözlerimi muhtelif vesilelerle memleket dışına kafile götürmüş idareciler şüphesiz tasdik ederler… dedikten sonra, gelelim Paris Olimpiyatlarımın ikinci ve asıl olimpik safhasına.

    Paris’in güney kapısına yakın yerde kiraladığım yer bir kız pansiyonuydu. Yaz münasebetiyle boş olduğundan kiraya veriliyordu. Yatakları, döşemesi bizi memnun edecek haldeydi. Ne var ki, yatak sayısı 25-30 kadardı. Onun için Otomobil Nuri Bey’in Paris’e getirmesini tellediğim futbol kafilemiz —ki, 20 kişi kadardı— Paris’te çok kalamayacaktı. Zaten işi bitmiş olan bu sporcular ikinci kısmıyla birlikte olimpiyat geçit resmine iştirak ettikten sonra, memlekete dönmeleri lâzımdı.

    Hangisinin daha evvel geldiğini bilmiyorum. Ama, Ali Sami Bey merhumun başkanlığındaki güreşçi, halterci, bisikletçi ve atletlerden mürekkep ikinci kafile de gelince, ikisi birlikte tuttuğumuz pansiyona sığmadılar, bazı odalara ilâve yataklar koyduk. Kafilelerin Paris’te toplanmalarından bir veya iki gün sonra 8. Paris Olimpiyat Oyunları resmen Fransa Cumhurbaşkanı tarafından açılacak ve amatörlük yemini edilecekti.

    Uzatmayayım, 8. Paris Olimpiyatları açılış gününde kafilemiz oldukça temiz ve muntazam bir şekilde bayrağımızı taşıyarak geçit resmine iştirak etti ve yemin esnasında and içme kürsüsünün etrafında dizildi. Birinci gün merasimden başka bir şey yapılmadı ve yerlerimize döndük.

    Ali Sami Bey’in Çocukluğu

    Teşkilât başkanı Ali Sami Bey, futbol kafilesinin vapur beklemeksizin —çünkü bu vasıta her zaman bulunamıyordu— tren yoluyla İstanbul’a avdet etmesini emretti ve kafilenin pasaportlarını galiba Nuri Bey’e vererek onları yolcu etti.

    Fakat kafileden 3 kişi söz dinlemedi. Bunlar Futbol Millî Takımının gözbebekleri Aslan Nihat, Zeki ve Yavuz İsmet beylerdi. Üçü de bugün Allah’ın rahmetine kavuşmuş bu çocukların isyanları Ali Sami Bey’i ve umumiyetle kafile disiplin ruhunu çok sarstı. Çocukları pansiyondan çıkardı ve pasaportlarıyla yol paralarını Paris Başkonkosolosumuza vererek bunların asker olmaları ve Paris’e kendi mesuliyeti altında gönderildikleri için, isyan etmelerine karşı işi hükümete bırakıyordu. Bu hareket şüphesiz çocukluktu. Müsabakaları olmadığı için Paris’te bir müddet eğlenmek istiyorlardı.

    Bu durumların ne kadar sürdürdüklerini bilmiyorum. Ama geceleri gizli gizli pansiyondaki arkadaşlarının odalarına gelip yattıklarını biliyorduk. Bu hadise böylece savuşturulduktan sonra ikinci olimpiyat kafilesinin meseleleri başgösterdi.

    Ömer Besim Yoğurt İstiyor

    O devirde bizim yegâne güvendiğimiz atlet Ömer Besim’di. Renginin koyuluğu, küçücük vücudunun güzelliği ve koşu sisteminin şayan-ı dikkat ritmi (koşu temposu) seyircilerin hemen dikkatini celbediyordu. Pansiyon mutfağı çocuklarımızın alıştığı yemekleri hazırlıyor ve her gün mutlaka bir ızgara et veriyordu. Ömer Besim, günün birinde:

    — Ben yoğurt isterim! dedi.

    O tarihlerde yoğurt , Fransa’da nadir bulunur bir gıdaydı. Hele bizim kaldığımız Porte d’Orlean semtinde adını bilen bile yoktu. Bulamadık yoğurdu. O da et yemedi, bir şeftali yedi, yarışı kazanamadı. Zaten kazanamayacaktı. Ama bunu sebep diye gösterdi.

    Bunları şimdiki idarecilere anlattığımın sebebi, en mazbut sporcuların bile, memleket dışında tamamen şahsiyet değiştirdiklerini göstermektir.

    Fiyaka Pahalıya Mal Oluyor

    Müsabakalar devam ediyordu. Güreş ve halterde iddialıydık. Çoban Mehmet, henüz güreş kafilemize girmediğinden Paris’te yoktu. Hatırımda kaldığıma göre, bizim Üsküdarlı Fuat, Tayyar merhum, galiba Hilmi Bey’le Mazhar’ı getirmişlerdi. Haltere merhum Gülleci Cemal girmişti. Bilhassa bu çocuktan çok ümidimiz vardı. Çünkü kendisi 52 kilo olduğu halde kendi ağırlığının hemen hemen iki mislini kaldırıyordu. Bir kusuru, halter sistemi eski sistemdi. Yani şimdiki gibi halterin altına girip bacaklarıyla yukarı kalkmıyor, halteri yerden ellerinin üstüne kadar kollarıyla kaldırıyordu. Zaten Paris’te muvaffak olamamasının sebeplerinden biri de buydu. Ama daha iyi netice alamamasının başka bir sebebi vardı. O da, fiyaka satmak.

    Bu, nasıl olmuştu?

    Paris’te Cemal’in sırtına kendine göre güzel ve siyah bir mayo almak istedim. Faubourg Montmartre’deki spor malzemesi satan bir mağazaya gittim. Adam bize mayo çıkarırken, Cemal duvarda asılı duran, vaktiyle kuvvet artırma ve gösterme âletlerinden biri olan tam 9 yaylı sandok dediğimiz iki elle açılan âleti eline aldı. Dükkân sahibi bunu görünce, Cemal’e Fransızca:

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, mösyö! dedi.

    Cemal bana:

    — Ne diyor Reis Bey? deyince, ben de boş bulundum.

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, diyor! dedim.

    Bu söz üzerine Cemal, Extenseur = Sandok’u eline aldı ve dükkân sahibinin şaşalamış gözleri önünde 3 defa, hem de ağır ağır açtı ve kapadı. Adam:

    — Formidable! deyip duruyordu.

    O günkü fiyakada kol adalelerini çok zorladığı için müsabakaya kolları ağrıyarak girdi ve ancak 8. olabildi. Bunu yapmamış olsaydı, madalya almasa bile, dördüncü veya beşinci olması muhakkaktı. Çünkü bu çocukta kuvvet vardı, metod yoktu. Metodu da, hemen orada rakiplerinden öğrenebilirdi.

    Tecrübe

    Güreş sporu o devirlerde iki milletin hemen hemen inhisarı altındaydı, İsveçliler ve Macarlar. Hatırladığıma göre, Paris Olimpiyatları’nda Beynelmilel Güreş Federasyonu Başkanı Smith adında bir İsveçli idi. Güreş ve halter müsabakaları Paris’in meşhur kış velodromunda yapılıyordu. Muazzam bir kapalı salon olan burada birçok sporcuları tanımak fırsatını buldum. Bir gece müsabakalar geç bitti. Bizim çocuklar ve diğer kafileler gittiler. Ben nedense sona kalmıştım. O tarihte Ali Sami ve ben, bazı toplantılar dolayısıyla şehirde bulunmak mecburiyetindeydik. O sebeple şehirde Paris-Nice adında bir otele taşınmıştık. Kış Velodromu’ndan çıktıktan sonra otele kadar beni götürecek vasıta aradım. Saat geceyarısını hayli geçtiği için metro dahil hiçbir vasıta yoktu. Ve ben bu mesafeyi tam 1.5 saatte yaya olarak yürüdüm. Otele geldiğim zaman bacaklarım tutmuyordu.

    Nihayet işler bitti. Ben, Ali Sami Bey’le kafilenin hesap-kitaplarını kapamak için Paris’te kalmak üzere kafileyi yola koyacağımız gün bir haber aldık. “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” muhasebecisi, pek emin ve güvenilir, zengin bir adam sandığımız zat, teşkilât kasasından 15 bin lira çalıp, ortadan kaybolmuştu. Paris Olimpiyat hatıralarını, bu kötü haberle kapadık. Bu olimpiyatlarda Türkiye, sadece bir olimpiyat oyunlarının atmosferi, âdetleri, zorluk ve kolaylıkları nedir? Bunun hakkında bir fikir edinmiş oldu. Bu tecrübe, 1928 Dokuzuncu Olimpiyatlarda çok işimize yaradı.

    Burhan Felek

  • Fenerbahçe’nin İkinci Galatasaray Galibiyeti

    Fenerbahçe’nin İkinci Galatasaray Galibiyeti

    Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı tarihte ilk kez mağlup ettiği maçın hikayesini “şurada” aktarmıştık. Tarih 5 Mart 1915… Aradan bir sene ve (biri beraberlik, diğeri yenilgiyle sona eren) iki maç geçtikten sonra Fenerbahçe, Galatasaray’ı bir kez daha, bu sefer 4-0 yendi. Huzurlarınızda , yine ilk maçta olduğu gibi, Galatasaraylı Abidin Daver’in kaleminden, Fenerbahçe’nin ikinci Galatasaray galibiyeti… Yayınlayan, dönemin meşhur dergisi, Donanma.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe 4 – 0 Galatasaray

    İstanbul’un yekdiğerine en ziyade rekabetkâr olan bu iki takımı bu sene suret-i hususiyede ikinci defa olarak geçen hafta karşılaştılar. Müsabaka o kadar hararetli ve şedid oldu ki iki tarafın oyuncuları üç defa el ele geldiler. Fakat gariptir; iki seneden beri Galatasaray ile Fenerbahçe, ne vakit bir müsabaka icra etseler, mutlaka iki taraftan birinin güzide oyuncularından bazıları noksan bulunuyor.

    Yalnız bir defa 329 senesi ilkbaharında her iki takım en iyi oyunculardan mürekkep ve eksiksiz idi. Lakin o müsabakada, hakemin Galatasaray’a verdiği sayıyı Fenerliler kabul etmeyerek oyundan çekilmeleri üzerine, yarım kalmıştı. Bundan maada ki müsabakalarda dediğimiz gibi bazen Fener, bazen Galatasaray tamam bir takımla meydana çıkmamışlardır.

    Bu sene, sonbaharın ilk günlerinde icra edilen müsabakada Fener takımı Galip Bey’den mahrum olarak meydana çıkmış ve bir sayıya karşı altı sayı ile mağlup olmuştu. Bu defa ise Galatasaray eksiklerini ikinci derecede oyuncularından itmam edeceği bir takımla müsabakaya girerek sıfır sayıya karşı dört sayı ile mağlup oldu.

    Maç Nasıl Oldu?

    Hakikaten Fenerbahçe bu defa müsabakaya gayet iyi hazırlanmış ve çıkarabileceği en mükemmel ve güzide takımla oynamış olduğu halde Galatasaray; müdafi Adnan, muavin Cevat, muhacim Yusuf Ziya Beylerin yerine diğer zayıf oyuncular ikame etmeye mecbur kalmıştı. Bilhassa kalecinin müptediliği Galatasaray takımının en zayıf noktasını teşkil ediyordu. Mamafih takımlar arasındaki nispetsizliğe ve ara sıra müsabakanın müzarebeye münkalib olmasına rağmen oyunun heyet-i umumiyesi hararetli, seri ve güzel bir surette cereyan etti.

    Hakem vazifesini Fuat Bey ifa eyliyordu. Bu memlekette ilk futbol oynayan Müslümanlardan olan ve futbolun gençlerimiz arasında bu derece taammüm ve intişarına pek büyük ve kıymettar hizmetler ifa etmiş olması hasebiyle idmancılarımızın bihakkın şükranına layık bulunan bu zat müsabakayı metanet ve maharetle idare eylediği gibi ciddi ve kati bir bitaraflık da gösterdi. İlk defa münazaa edenleri, velev az müddet için olsun oyundan çıkarması, pek muvafık bir tedbir idi.

    Fenerbahçe tarafından yapılan dört golün ne suretle olduğunu hikaye edecek değiliz. Çünkü; herkes bilir ki; yapılan her sayı ondan çok evvelki hataların yahut muvafık harekatın neticesidir. Sayının olduğu zaman yapılan harekatın goldeki tesiri tali kalır. Bu sebeple biz Fener’in galibiyeti ve Galatasaray’ın mağlubiyeti sebeplerini tetkik edeceğiz:

    Fenerbahçe’nin Galibiyeti

    Fenerbahçe oyuncuları müsabakanın bütün müddet-i devamınca gayet iyi bir beraberlik ve teavün ile son derece güzel oynadılar.

    Muavinlerin, daimi yardımıyla mütemadiyen beslenen ve binaenaleyh en az yorulan muhacimler gayet iyi ve müessir akınlar yapıyorlardı.

    Galip ve bilhassa Hikmet, Sait Beyler; Miço Efendi’nin ve yalnız birinci partide de Nüzhet Bey’in muavenetiyle gayet iyi oynuyorlardı.

    Nüzhet Bey ikinci partide asabileştiği için olacak, hemen hemen son muhacimleri hiç takviye edemedi.

    Fener’in sağ akıncıları, sol taraftaki arkadaşlarının gösterdikleri itidalin aksine olarak biraz fazla asabiyet ve telaş ibraz ediyorlardı. Mamafih iyi oynadılar.

    Her iki tarafın oyuncuları içinde en güzel oynayan Fener’den Miço Efendi oldu. Pek müşkül olan orta yardımcı vazifesini, Galatasaray’ın bir çok akınlarını tevkif ve iade etmek suretiyle mükemmelen ifa etti.

    Muavin Sadık Bey ile müdafiler de çok iyi oynadılar, fakat Arif Bey Galatasaray’ın akıncılarından Muzaffer Bey’den topu alabilmek için biraz fazla huşunet gösteriyordu.

    Galatasaray’ın Mağlubiyeti

    Galatasaray’a gelince : Mösyö Emil Oberle’nin daha oyunun iptidasında ayağına gelen bir darbeden bir müddet oyunu terke mecbur olacak kadar mustarip olması, bu müstesna oyuncunun muvaffakıyetle çalışmasına mani olmuştu.

    Hasnun Bey’in her nedense bugün biraz yorgun ve gevşek oynaması, Daniş Bey’in muhacimeden ziyade müdafaa ile meşgul olması, akıncıların yalnız Muzaffer ve Fazıl Bey’ler tarafından sevk edilmesini intâc etmişti. Biri zayıf fakat mahir, diğeri seri ve kavi olan bu iki genç akıncı epey hücumlar yaptılarsa da Fener’in sıkı müdafaası sayı yapmalarına mani oldu.

    Merkez muavini Celal Bey müdafaa mevkilerinin her tarafına yetişerek vazifesini tamamen ifa eyledi.

    Sedat Bey hem kendi yerinde oynatılmadığı hem de karşısında Fener’in en iyi oyuncuları Hikmet ve Sait Bey’ler bulunduğu için müşkülat çektiyse de yine fena oynamadı.

    İki seneden beri müsabakalarda görülmeyen Galatasaray’ın emektar oyuncularından Bekir Bey’in, vazife-i askeriyelerini ifaya giden arkadaşlarından boş kalan mevkiyi doldurmak için idmansızlığına rağmen saha-i faaliyete atıldığı; biraz çabuk yorulmasından anlaşılıyordu. Halbuki o mevkide uzun boyu, sürati ve çevikliği ile pek iyi ve gayretli bir oyuncu olan Neşet Bey kemal-i muvaffakiyetle ifa-i vazife edebilirdi. Galatasaray’ın bazı böyle iyi oyuncularını unutması ve onlardan istifade etmemesi gariptir.

    Müdafiilere gelince : Onlarda bilhassa oyunun ilk partisinde iyi oynadılar. Hüseyin Bey günden güne artan bir nüfuz-i nazar, itidal-i dem gösteriyor ki şayan-ı takdirdir.

    Galatasaray’ın birer birer eksilen kalecilerinin yerine ikame eylemekte mecbur kaldığı yeni kalecisi bütün gayret ve fedakarlığına rağmen vazifesini tamamen ifa edemiyor. Çünkü kalecinin idman ve mümareseden ziyade fıtren kaleci doğmaya, yani kaleciler için vücud-u elzem olan soğukkanlılık, hiss-i fedakari, nüfuz-i nazar, çeviklik gibi havvas-ı mezayaya tabiien malik olmaya mütevakkıftır.

    Abidin Daver


    Kadrolar

    Fenerbahçe : 4 sayı
    Kaleci : Arslanyan
    Müdafi : Arif, Nuri
    Muavin : Sadık, Miço, Nüzhet
    Muhacim : Tripo, Nuri, Galip, Sait, Hikmet Beyler

    Galatasaray : 0
    Kaleci : Hamdi
    Müdafi : Cevat, Hüseyin
    Muavin : Sedat, Celal, Bekir
    Muhacim : Hasnun Galip, Muzaffer, Oberle, Daniş, Fazıl Beyler

  • Yaşasın Fenerbahçe

    Yaşasın Fenerbahçe

    Dünya dört sene sürecek ve cephe gerisini de perişan edecek büyük bir savaşa doğru sürüklenirken İstanbul da bu gerilimden nasibini alıyordu. Bununla birlikte spor faaliyeti de bir yandan devam etmekteydi. Halka “Yaşasın Fenerbahçe” nidaları attıracak bir maç, 25 Mayıs 1914 tarihinde bugünün Fenerbahçe Stadyumu olan İttihat Spor Kulübü’nde oynandı.

    O gün yalnızca Fenerbahçe’nin maçı yoktu. Aslında maç bir organizasyonun parçasıydı… Maliye Nazırı Cavid Bey’in himayesinde ve riyasetinde bir “Çiçek Eğlenceleri” düzenlendi. Bahriye Nazırı Cemal Paşa ile birlikte Fenerbahçe Başkanı Hamit Hüsnü Kayacan, Salah Cimcoz ve Reji Whittall gibi Kadıköy’ün ünlü simalarının da tertip heyetinde bulunduğu organizasyonda birbirinden ilginç oyunlar oynandı. Aşağıdaki resimde göreceğiniz yumurta yarışı da bunlardan biriydi.

    Yaşasın Fenerbahçe

    Fenerbahçe İngilizlere Karşı

    Oyunlardan sonra, Fenerbahçe ile Armstrong, Telefon ve Rumblers İngiliz takımlarının karması karşılaştı. Gelin detayları İkdam gazetesinden okuyalım.

    Saat beş buçukta futbol müsabakasına başlandı. Fenerliler birinci kısmı pek iyi oynuyorlardı. Muhacimlerden Hikmet Bey’in iyi bir hücumu az kaldı bir sayı yapıyordu. İngilizler de fena değildi. Hemen beş dakika geçmeden muavinlerden Sabri Bey’in çektiği güzel bir “şut” ile Fenerbahçeliler bir gol yapmaya muvaffak oldular. İngilizlerin bundaki hatası kalecilerine ait idi. Çünkü kaleden iki adım kadar ileride durmuştu. Bu birinci sayıdan sonra, İngilizler Fenerlileri iyice sıkıştırdılar, rüzgar da onlara yardım ediyordu. Oyunun birinci kısmı hitam buldu.

    Tevzi-i mükafattan sonra nüzzâr avdet ettiler. Futbolun ikinci partisi başladı. Alelusul kaleler değiştirildi. Bu defa İngilizler pek ziyade faaliyet gösteriyorlardı. Bir aralık bu faaliyeti ifrada vardırdılar. Ve muhacim Galip Bey’i düşürdüler. Bu hareket nizama muhalif addedildiğinden Fenerbahçelilere İngiliz muhtelit takımının kalesine on iki adım mesafeden bir serbest vuruş hakkı bahşolundu. Sol muhacim Hikmet Bey’in pek şedid ve mahirane bir havalesiyle Fenerliler ikinci bir sayı yapmaya muvaffak oldular. Her taraftan (Yaşasın Fenerbahçe) nidaları yükseldi.

    Artık bu ikinci sayı İngilizleri fena halde asabileştirmişti. Galip gelmek ümidi kendilerince zayi edilmiş olduğundan hiç olmazsa berabere kalmak arzusuyla ve bütün kuvvetleriyle hücuma başlamışlardı. Bu gayret neticesinde İngilizler bir gol yapmaya muvaffak oldular. Bundan sonra futbolda pek mahir ve çevik bir oyuncu olan Galip Bey topu önüne aldı. Yavaş yavaş iterek tam kalenin hizasına geldiği sırada şedit bir havale ile üçüncü bir gol daha yapmaya muvaffak oldu. Her taraftan bir alkış tufanı koptu. Fenerlilerin bu fevkalade muvaffakiyeti herkesi neşelendirdi. Bundan sonra hiçbir taraf gol yapamadı. Vakt-i muayyenin hitamı hakem tarafından tefhim olunmakla oyuna nihayet verildi. Üç gole karşı bir gol ile Fenerbahçeliler galip geldi.

    İki seneden beri İstanbul şampiyonluğunu muhafaza eden Fenerbahçelilerin şu muvaffakiyeti her türlü takdir ve tahsinin fevkindedir.

    25 Mayıs 1914 / İkdam Gazetesi
    Fenerbahçe Spor Kulübü hatıra defterinde 11 Mayıs 1914 (Rumî) gününe dair not : 11 Mayıs Pazar: Maliye Nazırı Cavid Bey himayelerinde “Çiçek Bayramı” Fenerbahçe, İstanbul İngiliz Muhtelitini 3-1 yenmiştir.
    Yaşasın Fenerbahçe
    Tasvir-i Efkâr gazetesinde iki takımın kadrosu

    Kadro ve Kupa

    Fenerbahçe bu maça aşağıdaki kadro ile çıktı

    Kaleci : Arslanyan Efendi

    Müdafi : Arif (Şehit) ve Galip (Kulaksızoğlu) Beyler,

    Muavin :Süreyya (Mithat), Sabri (Çerkes), Nüzhet (Baba) Beyler,

    Muhacim : Miço (Dimitropoulos), Nuri (Otomobil), Wilhelm (Kohlhammer), Sait (Selahattin Cihanoğlu) ve Hikmet (Topuzer) Beyler.

    Maçın sonunda Fenerbahçe’ye “Osmanlı İttihat Mektepleri 11 Mayıs Sene 330 Müsabakası Hatırasıdır” yazılı gümüş bir kupa verildi.

    Ertesi gün yayınlanan Sabah gazetesinin “10 Lira kıymetinde” demesine karşılık Tanin’de “20 Lira değerinde” olduğu belirtilen bu güzel hatıra, 18 sene boyunca Fenerbahçe’nin Kuşdili Lokali’ndeki müzesinde sergilenecek, 1932 yılında yerinde kocaman bir boşluk bırakarak, diğer bütün zafer hatıraları ile birlikte yanacaktı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Fenerbahçe’nin Yanyalı Futbolcusu Şefkati

    Fenerbahçe’nin Yanyalı Futbolcusu Şefkati

    Nasuhi Baydar bu defa akrabalık bağları açısından da önemli bir ismi, Fenerbahçe’nin Yanyalı Futbolcusu Şefkati Bey’i anlatıyor. Sadrazam Talat Paşa’nın kayınbiraderi Şefkati, ilk futbolcularımızdandı. Keyifli okumalar…


    Osmanlı İmparatorluğu acayip bir topluluktu. Bu toplulukta her kavim kendi diliyle konuşur, kendi geleneğine göre yaşardı. Din, aslında sağlam olmayan bu yapıyı -ancak zamanın şartları sayesinde ve geçici olarak- ayakta tutan kıvamı kaçmış bir harçtı. Müslüman Şefkati de, çocukluğunda, tahsil için gönderildiği İstanbul’da, Türkçe’yi Yanya kıyılarında söylenildiği gibi telaffuzdan bir türlü kurtulamamıştı. Saint Joseph Koleji’nde, akşamın geç saatlerine kadar devam eden Türkçe dersinde, etrafa karanlık çöker çökmez, havagazı lambasını yakmaya, nedense, hep o talip olur, gırtlaktan gelen kalın ve hırıltılı sesiyle sorardı :

    “- Hocayfendi, lambayı yaktırttıtatırayım mı?”

    Bizler de bu sese ve bu sual tarzına gülerdik. O zaman Şefkati kızarır, ırkına mahsus palavracı tavriyle, beş parmağını birbirinden ayırarak hepimizi tokatlamaya hazır kocaman elini gösterirdi. Bizler, bu tehdit karşısında omuz silkince, hiddetlenenlerin nefislerini sabır ve sükuna zorladıkları zaman kullandıkları ayetlerden birini (bilmem, nereden öğrenmişti) mırıldayarak, başını iki yana sallaya sallaya, yerine oturur ve hepimize küserdi.

    Şefkati, Yanya zenginlerinden Hulusi Bey’in oğlu idi. Babasından her ay ona bir avuç altın gelir, o da bu parayı gelişigüzel harcar, bir kısmını da ilk günlerde girmiş olduğu Fenerbahçe Kulübü’nün ihtiyaçlarına tahsisten zevk alırdı. Hem cömertliğinden, hem dinamik oyunundan, hem de temiz arkadaşlığından dolayı Şefkati’yi çok sever, kendisiyle tahammülü nispetinde şakalaşırdık.

    Otomobil Nuri’den önce, takımın sağ açığı Şefkati idi.

    Vücudu kuvvetli, oyunu sertti. Karşısındakini çalımla, driblingle geçemeyince kuvvetinden faydalanmaya kalkar, ceza vuruşuna sebep olur, bu sefer hakeme kızar, kalın sesiyle Rumca bir şeyler söyler, kaptanın (Galip’in) ihtarıyla karşılaşırdı:

    “- Şefkati, seni bir daha oynatmayacağım”

    “- Oynatmazsan gebermem ya!”

    “- Sus, Şefkati!”

    “- Sustum!”

    Susarken de bir daha söylenmeyeceğini dudaklarına elini götürüp işaretle anlatır, fakat vâdini biraz sonra unuturdu.

    Galip, Fenerbahçe’nin yumuşak üsluplu oyununa alıştırmak için en çok Şefkati ile uğraşmış, buna muvaffak da olmuştu. Öğretim sistemi şu idi: Şefkati’nin beğenmediği hareketlerini egzersizlerde fazlasıyla kendisine tatbik ederdi. “Karşındakine çarpıyordun, çarpınca rakibin bu hale geliyor” der, ve çivi gibi vücuduyla çarpıp onu yere sererdi. “Oyunda durmadan söyleniyorsun, arkadaşlarını da seyircilerini de rahatsız ediyorsun” der ve yüzünü Şefkati’nin yüzüne yaklaştırarak ve onun mimiğini taklit ederek söylenir, bağırırdı.

    Galip’in Elinde Yumuşayan Fenerbahçe’nin Yanyalı Futbolcusu Şefkati

    Şefkati, bir iki sene içinde, sakin olduğu kadar çevik, becerikli olduğu kadar nazik bir futbolcu haline geldi. Bunda iyi niyetinin, kendini terbiye etmek azminin de büyük hissesi vardı. Mesela, hatırlarım, hiç ağzına koymadığı viskiden, bir toplantıda, üç kadehi ardı sıra yuvarlayıp iradesini kaybedince, alaylarına maruz kaldığı Galip’i, küçücük tırnak çakısıyla güya vurmaya kalkışmıştı :

    “- Artık geberteceğim, Galip’i! diyordu.

    Ertesi gün aklı başına gelip de hadise kendisine anlatılınca:

    “- Bre tövbe, dedi, içmeyeceğim bir daha bu coni içkisini! ve içmedi.

    Şefkati rahmetli Sadrazam Talat Paşa’nın kayınbiraderi idi. Birinci Cihan Harbi sonunda Paşa gibi, o da ortada görünmez oldu. Sonra, İkinci Cihan Harbi başında, Şefkati’ye Fenerbahçe Stadı’nda, büyük bir maçta rastladım. Denizyollarında küçük bir memuriyet kabul etmiş, genç bir kızla evlenmiş, Kalamış’ta oturuyordu. Kendine has heyecanıyla boynuma sarıldı. Evini ziyaret etmemi ısrarla istedi. Hatta gün tayin etti. Fakat, ikinci buluşmamız mukadder değilmiş; Bir kalp sektesinden göçüp gitti.

    Oh, benim hafif ruhlu çocukluk arkadaşım, kabrinin berisinde, bilsen seni nasıl için titreyerek anıyorum!

    Nasuhi Baydar

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Bir Fenerbahçeliden Kuruluş Hikayesi

    Bir Fenerbahçeliden Kuruluş Hikayesi

    17 Mayıs 1942 tarihli “Vatan” gazetesinde, “Bir Fenerbahçeli” imzasıyla 35. yılında Fenerbahçe’nin kuruluş hikayesi yer almış… Böyle yazılar, unuttuğumuz insanları hatırlamak açısından önemli. Her bulduğumuza burada yer vereceğiz. Huzurlarınızda, Bir Fenerbahçeliden kuruluş hikayesi. Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kadıköy’den Doğan Güneş

    1907 yılında idi. Türk spor semasında bir güneş doğdu. Kadıköy gençliği başlarında Ziya Nuri, Ayetullah, Enver, Asaf, Yahya olduğu halde Türk spor tarihinde şerefli sayfalar açan, bugün başlı başına bir tarihi olan Fenerbahçe’nin temelini attılar. Bu temiz yuvayı kurdular.

    Fenerbahçe’nin ilk kuruluş günlerinde büyük zorluklara rağmen yılmadan çalışan gençler, her türlü müşkülatı yendiler ve memleket sporuna bu eşsiz denecek yuvayı sarsılmaz bir cemiyet haline getirdiler.

    Fenerbahçe ismini Kadıköyü’nün, o tabiatın bütün güzelliklerini bir araya getirmiş Fenerbahçe’den, renklerini de o zümrüt çayırları süsleyen baharın ilk çiçeği papatyanın sarı-beyaz renginden aldılar.

    İşte bu arada merhum Galip’i, Fuat Hüsnü’yü, meşhur Hasan’ı, Hamit Hüsnü’yü, Tevfik Haccar’ı, Hasan Kamil’i, Kemal Aşki’yi, Mustafa Elkatib’i, Sait Selahattin’i, Yahya’yı Fenerbahçeliler arasına karışmış görüyoruz.

    Birinci Dünya Savaşı

    Fenerbahçe Umumi Harp’ten evvel çok sıkıntı geçirdi. Fakat azimkar gençlerin çalışmasıyla bu buhranlara göğüs gerildi. Kemal Aşkı’nın verdiği bir tek kulübede çalışmalarına devam etti. Ve Moda, Kadıköy, Strugglers’ın yanında yer aldı.

    Fenerbahçe her gün daha kuvvetli bir hale geliyor ve yeni elamanları arasına alıyordu. Elkatip Mustafa’nın geceli gündüzlü çalışmasıyla Türk futbol tarihinde birer yıldız olarak parlayan Zeki’ler, Bekir’ler, Sabih’ler, İsmet’ler, Arif’ler, merhum Sırrı’lar, Ragıp’lar, Fenerbahçe kadrosunda yer aldılar.

    Biz yine Fenerbahçe’nin o şerefli tarihine geçelim : Fenerbahçe bu sırada bir buhran devresi geçirdi. Bekir ve Otomobil Nuri de dahil olduğu halde birinci takımın sekiz dokuz kişisi ayrılarak diğer bir kulübü tesis ettiler. Fakat bu buhran Fenerbahçe’yi sarsmadı. Bilakis daha ziyade çalışamaya sevk etti. İşte bu aradadır ki Fenerbahçe takımında yeni yıldızlar parladı.

    Umumi harp sıralarında idi, gençler memleket müdafaası için vatan sınırlarına koştular. Spor faaliyeti sekteye uğradı. İşte bu buhranlı devrede merhum Sabri Toprak‘ı Fenerbahçe’nin başında görüyoruz. Bu büyük insanın himmeti ile Fenerbahçe bu arada yeni bir binaya da sahip oldu ve Kuşdili’ndeki yanan binaya yerleşti.

    Fenerbahçe asıl tarihini, o ölmez sevgisini mütareke yıllarındaki galibiyetleriyle yaptı. Sevgisini bir mezhep haline getirdi. Her önüne gelen ecnebi takımını yenerek spor tarihimizde şerefli sayfalar açtı.

    Fenerbahçe tarihinde Mustafa Elkatip’ten sonra merhum Mocuğu da unutmamak icap eder. Mocuk zamanın Mustafa’sı olmuştu. Onun çalışmasıdır ki Büyük Fikret, Muzaffer, Niyazi, Mehmet Reşat gibi futbol yıldızları parladı.

    Bütün Sporlarda Fenerbahçe

    Fenerbahçe futbolda olduğu gibi diğer spor sahalarında da başta yer aldı. Bilhassa teniste memlekete, merhum Galipleri, Suatları, Sedatları, Zekileri, Saitleri, Tevfikleri kazandırdı.

    Denizde, atletizmde de büyük muvaffakiyetler gösterdi. Fenerbahçe’ye hizmet edenler arasında merhum Sabri Toprak, sporcu Hariciye vekilimiz Şükrü Saracoğlu, eşsiz sporcu Galip, Ali Muhiddin Hacıbekir, Zeki Rıza Sporel, Hasan Kamil, Fuat Hüsnü, Hamit Hüsnü, Tevfik Taşçı, Hayri Celal, Muvaffak Menemencioğlu’nun isimlerini zikredebiliriz.

    Fenerbahçe tarihinde açılmış bir şerefli yaprak daha var. O da Ebedi Şef Atatürk’ün kulübü ziyaretinde hatıra defterine kaydettiği birkaç satırdır. Büyük kurtarıcı ihtisaslarını şöyle ifade ediyor:

    “Fenerbahçe Kulübü’nün her tarafta mazharı takdir olmuş bulunan asarı mesaisini işitmiş ve bu kulübü ziyaret ve erbabı himmetini tebrik etmeyi vazife edinmiştim. Bu vazifenin ifası ancak bugün müyesser olabilmiştir. Takdirat ve tebrikatımı buraya kayd ile mübahiyim”

    Fenerbahçe tarihini süsleyen şerefli sayfalar arasında Slavya, El-İttihad galibiyetleri ve daha bunun yüzlerca açılmış zafer sayfaları da vardır.

    Fenerbahçe’nin ölmez bir tarihi, şerefli bir mazisi var ve bundan sonra da daha bir çok sayfalar açılacaktır.

    Bir Fenerbahçeliden Kuruluş Hikayesi

  • Otomobil Nuri

    Otomobil Nuri

    Bedri Gürsoy‘un yazdığı ve sitemizde yayınlanan sporcu portrelerini severek okuduğunuzu tahmin ediyoruz. Şimdi de Fenerbahçe’nin kuruluş yıllarından beri içinde olan bir ismin, Nasuhi Esat Baydar‘ın serisine başlıyoruz. Tabii onun yaşı Bedri Bey’den daha büyük olduğu için yazdıkları daha eskiye gidiyor. İlk sırada Otomobil Nuri var. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Mükemmel Bir Sporcu Örneği

    Bu lâkabı (Otomobil lâkabını) ona kim ve ne için vermişti, hatırlayamıyorum. Belki yay gibi esnek vücüdile karaca gibi sektiğinden kinaye, ve, “teşbihte hata olmaz” diyen bir münasebetsiz, otomobil kadar hızlı koştuğuna bakarak, kusursuz bir insan olan Nuri’yi makineye, intizamla işleyen motora benzetmişti. Tuhaf, fakat “otomobil” lâkabı beğenilip tutulduğuna göre, ihtimal ki, doğru benzetiş!

    Lâkin Nuri de gerçekten çok süratli, muayyen vazifesini muayyen şekilde yapan bir futbolcu idi. Bir zamanlar, o sağ açık, ben sağ iç, yan yana oynardık. Koşular atletizmin severek tatbik ettiğim bir şubesi olduğu için iyi koştuğum halde, o dribling yaparak sahanın sağ çizgisi hizasından korner köşesine doğru topu götürürken, pas verir ümidile, kendisini zor takip ederdim. Ancak kısa pas nedir bilmez ve köşeyi bulduktan sonra topu kalenin iki direği ortasına kandillerdi. Sür’at ve intizam; Nuri’nin “otomobil”liği, işte buradan geliyordu.

    Otomobil Nuri’nin Transferi

    Nuri, Fenerbahçe’ye, bu kulüpten birkaç yakın arkadaşının delâletiyle, “Altınordu”dan gelmiş ve gelirken o kulübün bazı oyuncularını da beraberinde getirmişti. Zannederim ki, Fitil Nuri ile Sadık bunlardandı. Bizler, o devirde, kulüp değiştirenlere, lehimizde de olsa şüpheli gözle bakardık. Fakat Nuri’nin açık yürekliliğini, uysal mizacını, teşebbüs kabiliyetini kısa zamanda takdir etmiş, kendisini en güvenilir arkadaşlar arasına almıştık.

    Nam-ı Değer Otomobil Nuri

    Nuri güzel fikirleriyle idarede çok faydalı bir unsur, sporda kudret ve faaliyetiyle daime aranılan bir oyuncu, genç yaşına rağmen umumi hayattaki muvaffakiyetleriyle gıpta edilen bir iş adamıydı. Maç günleri tiril tiril gömleğini, ütülü pantolonunu, boyalı kunduralarını çantasında getirir, giyinir, taranmış saçları ve neş’eli şehresiyle taze bir çiçek gibi sahaya çıkardı. İdare Hey’etinde muhasebeci idi. Defterleri, makbuzları, ödeme emirleri de ruhundaki intizamın timsali, tertemiz, çizisiz, kazıntısızdı. İdare ettiği kereste fabrikasında da sporcu ve idareci Nuri’nin bütün iyi vasıflarını görürdük. Futbolumuzda bir dönüm noktası teşkil etmiş olan ilk Slavya maçlarını tertip ederken Nuri’nin para yardımı olmasaydı bu tehlikeli işe giremezdik. Şimdiki teşkilatın ilk kademesi olan “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” Nuri’den çok istifade etti.

    İşlerim yüzünden, Fenerbahçe idaresinde bulunmadığım bir devrede, bilmem ne sebeple, belki de ilk göz ağrısı olduğu için, Nuri tekrar “Altınordu”ya döndü. Şişmiş boğazına baktırmak üzere bir apartmanın dördüncü katındaki tedavihaneye bir hamlede çıktığı için nefesi tıkanıp kalbi duruverdiği günden beri yüreklerimizde dinmeyen bir sızı bıraktı. Nuri sporla spor idareciliğini ve hayat mücadelesinde yılmazlığı birbiriyle uzlaştırmış olan nadir insanlardan biri idi. Çok zamansız, çok genç ölümü sporumuz için telafi olunmaz bir kayıptır.

    Nasusi Baydar

  • Nevhilâl

    Nevhilâl

    1933 yılında, Fenerbahçe’nin 25. kuruluş yıldönümü için yayınlanan Olimpiyat Dergisi Özel Sayısı’nda “Fenerbahçe’nin Kaybettikleri” başlıklı bir bölüm var. Burada Ayetullah Bey, Şehit Mühendis Arif Bey, Otomobil Nuri Bey, Çerkez Sabri Bey, Salahattin Âli Bey ve “Mocuk” Taceddin Bey ile beraber bir de kadın sporcumuz, Nevhilâl Hanım var. Şöyle yazıyor onun hakkında :

    “Fenerbahçe’nin kadın denizcileri arasında Nevhilâl çok kıymetli bir kürekçi idi. Senelerce Fenerbahçe fıtalarını birinci getirmek için uğraştı. Onu Fenerliler bir kaza neticesinde kaybettiler. O Fenerbahçe denizciliği için büyük bir ziya oldu.”

    Olimpiyat Dergisi – 1933

    Bugüne kadar, söz konusu kazanın ne olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Fakat “Türk Spor Günlüğü” sayfamız için gazeteleri tararken, 8 Mart 1929 tarihli İkdam gazetesinde aşağıdaki habere rastladık.

    Bir Sporcu Kaybettik. Elektriğin Öldürdüğü Bir Sporcu Kız

    Evvelki günkü gazetelerin zabıta sütununda kısa bir havadis vardı:

    Sütlüceli bir genç kız, bir elektrik kontağı neticesinde kömür haline inkilâp etmişti.

    Bu muhtasar satırları okuyanlar, bu tanımadıkları gencin heder oluşu karşısında beşerî bir tecessüs duyular ve hadise gün geçmeden unutuldu.

    Halbuki gençliğini bir elektrik sademesine kurban veren bu bedbaht kız, henüz 17 yaşında bir sporcu, 1927 deniz yarışlarında Fenerbahçe’nin fıtasile birincilik kazanan namlı bir kürekçiydi.

    Bu seneki yarışlara, İzmir’de olduğu için, iştirak edememiş ve Fenerliler bu güzide istidattan mahrum oldukları için hanımlar yarışını kaybetmişlerdi.

    Nevhilal, mükemmel bir sporcu, nadir tesadüf edilen istidatlı bir denizciydi. Onun ufulile Türk sporculuğu kıymetli bir uzvunu kaybetti. Ve bunun için belki Nevhilâl’in kendi öz babası kadar müteessir, muhtacı taziyedir.

    8 Mart 1933 – İkdam Gazetesi

    Keşke Anısı Yaşatılsa

    Sibel Öz, İletişim yayınlarından çıkan “Oyuncu – Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit” kitabının giriş metninde “Ülkemizde kayıt, bilgi ve yazın düne ulaşmayı sağlayacak bütünsellikten yoksun olduğundan “dün” hızla silikleşmekteydi” diyor.

    Çok doğru ve maalesef Fenerbahçe de bundan nasibini aldı ve Nevhilâl Hanım gibi yüzlerce ismi unuttuk.

    Biz üzerimize düşeni yapalım, kendisini “Saygıyla Anıyoruz” sayfamızdaki listeye ekleyelim. Belki bir gün ailesinden birilerine de ulaşırız.

    Nur içinde yatsın…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Nevhilâl