Etiket: Otomobil Nuri

  • Fenerbahçe’nin İlk Yurt Dışı Seyahati

    Fenerbahçe’nin İlk Yurt Dışı Seyahati

    1933 tarihli Olimpiyat dergisinin “Fenerbahçe’nin 25. Yılı” özel sayısından devam ediyoruz. Bu kez yazarımız Şakir Beşe. Fenerbahçe tarihine müthiş hazineler bıraktığını daha önce de yazdığımız bu özel insanın bir eserine daha rastladık. Beşe Zade Şakir Bey, 1914’de gerçekleşen Fenerbahçe’nin ilk yurt dışı seyahati ile karşımızda… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şakir Beşe Anlatıyor

    Bugün en samimi dostumuz ve komşumuz bulunan Rus milletinin centilmen sporcuları bu tarihten tamam 20 sene evvel Fenerbahçe’nin şahsiyet-i maneviyesinde olgunlaşan Türk sporu ile alakadar olmuş ve rumî 1330 senesi bidayetinde Odesa şampiyonu (Sporting Club) tarafından kulübümüze ve dolayısıyla Türk sporcularına ecnebi bir memleketten ilk davet vaki olmuştur.

    Kulübümüz, Türk sporunu ecnebi memlekette ilk defa temsil edeceğinden ve bilhassa senelerden beri biz Türklere hiç de iyi bir nazarla bakmayan Çarlık idaresine rağmen genç Rus sporcularının uzatacağı eli dostça sıkacak ilk Türk heyeti olacağından bu seyahate azami derecede ehemmiyet vermiş ve o suretle hazırlanmıştık.

    Seyahate iştirak edenler:

    Dr. Hamit Hüsnü Bey (kafile reisi)

    Galip, Zeki Mazlum, Yahya Berki, Şakir, Sait (Avcı), Hikmet, Selahattin (Manço), Arif merhum, Sabri merhum, Nüzhet, Nuri (Otomobil) merhum, Süreyya, Küçük Arslanyan, Miço, Alexander Boris, Jan Beyler.

    Kulüp İdaresi futbol takımının daha fazla takviyesini düşünmüş ve o sırada kulüp haricinde temayüz etmiş futbolculardan Hasan ve Hüseyin beyleri Rusya seyahati için angaje etmişti.

    19 kişiden mürekkep heyetimiz 330 senesi Mayısının ilk cuması öğleden sonra Galata rıhtımında toplanmış bulunuyordu. Bizi Odesa’ya götürecek olan vapura resmi muamelenin hitamından sonra yerleştik. Alafranga saat beşte kulüp mensupları ve kulübü seven yüzlerce halkın (Yaşa Fener! Şerefle… Güle Güle) teşyi sedaları, hediye yağmurları arasında hareket ettik.

    Seyahat Nasıl Geçti?

    Vapurumuz boğazın mavi sularını yara yara yol alıyor. Bütün arkadaşlar güvertede toplanmış etrafı seyrediyoruz. Boğazı geçtik, Karadeniz’e daldık.

    Seyahatin çok eğlenceli safahatı, yolculuğa iştirak eden bütün eski Fenerliler arasında hala en aziz hatıradır. Cumartesi günü Odesa uzaktan gözükmeye başladı. Tam saat birde limana girdik ve rıhtıma yanaştık. Uzun antrepoları ve birçok tren hatlarıyla bu koca liman Rusya’nın Karadeniz’e açılan sayılı ticaret merkez ve menfezlerinden biri.

    Rıhtımda (Odesa) şampiyonun Sporting Clup idaresi tarafından karşılandık. Kafilemize hürmeten hafif geçen gümrük muayenesinden sonra kazak elbiseli, koca kavuklu, pos bıyıklı, çember sakallı arabacılar tarafından idare edilen küçük brik arabalara bindik ve oldukça dik bir yokuştan çıkarak şehre girdik. (Deribasıf Sıkâye Uliça) namında şehrin en geniş ve en mükemmel ve tahta parkeden caddesindeyiz. Bu cadde her halde elli metreden dar değildi. Yaya kaldırımları ise bizim caddeler kadar geniş. İlerledikçe katettiğimiz bütün diğer caddeler cetvelle çizilmiş bir şekilde dümdüz uzuyor. (Deribasıf) caddesinin nihayetine doğru sol tarafta muazzam bir bina önünde arabalardan indik.Burası (Balşayi Moskofıskaye) büyük Moskof Sarayı namında mükemmel ve mükellef bir otel. Sonradan ahbap olduğumuz sahibi Kırım eşrafından Odesa imamı Gani efendi isminde muhterem bir zat.

    Odalarımıza yerleştik. Otel, ziyaretimize gelen Odesa’nın gençleriyle dolmuş taşmıştı.

    Şehirdeyiz

    Ertesi gün maç yapacağız. Çünkü teglrafımızı alan Sporting Clup reklamlar yapmış, duvarlara büyük ilanlar yapıştırmış. Bizler ise henüz deniz tutkunu ve yol yorgunuyuz. Fakat oynayacağımız sahayı bir kere görmek ve hiç değilse üzerinde biraz konuşmak lazım.

    Hamit Hüsnü, Zeki Mazlum, Yahya, Selahattin beylerden maada hepimiz soyunduk, futbol kıyafeti ile ve mihmandarlarımızla birlikte bizi sahaya götürecek elektrikli tramvaya bindik.

    Saatte en aşağı elli kilometre yol alan tramvay bizi yirmi dakikada sahaya ulaştırdı. Bir kısmı duvar bir kısmı siyah tahta perde ile çevrilmiş geniş bir sahaya girdik. Bizi haber alan mütecessis bir grup seyre gelmişti. Sahaya alışmak için biraz hareket yaptık ve birkaç şut çektik. Saha kumlu ve yumuşak ve fazlaca otlu idi. Sporting Clup erkanından birkaçının nazarları ekseriya bende toplandığından oldukça meraka düştüm. Spor hayatımda avcılığı daima futbola tercih etmiş olduğundan futbolda iyi bir derecem yoktu. Fakat çok dikkat ediyorlardı işte! Meğerse sebebi varmış. Sait Bey kardeşimiz otelde beni (kafilenin bıyık tıraşı faslından sonra) İngiliz zanneden bu zevata (Evet takımın antrenörüdür, fakat belli etmiyor) diye tanıtmamış mı? İşte o günden beri adım antrenöre çıktı. Bir aralık Sait yanıma sokuldu ve bu muzipliğini söyledi, işi anladım ve tertibi bozmadım.

    Biraz idmandan sonra bize çay ikram edildi ve aynı tarikle otele geldik ve istirahate çekildik.

    Birinci Maç

    Kiliselerin çan sesleri ile uyandık. Nefis bir kahvaltı ettikten sonra şehri gezdik. Hep bir boyda büyük binaları, çok temiz ve çok düz geniş caddeleri, çok şirin bulvarları, çok mültefit ve misafirperver halkı ile burası her halde güzel bir şehir.

    Öğle yemeği ve istirahatten sonra takım otelde soyundu sahaya gittik. Sahada 6000 kadar seyirci var. Etraf Rus süvarileri ile sarılı. Şaka takımı ile karşılaştık. müthiş bir alkış tufanı (Hura Turko) sadaları ve havada mektepli kasketleri. Para atıldı, yerler tutuldu.

    Hakem : Orta boylu, güler yüzlü, oldukça bitaraf hareket eden bir zat idi.

    Bizim takım şu şekilde :

    Küçük Arslanyan, Arif, Hasan, Süreyya, Galip, Sabri, Hikmet, Sait, Nüzhet, Nuri, Miço

    Birinci Devre : Oyun başladı. İlk deneme akınları, her iki taraf ince oynuyor. On dakika sonra hakimiyeti aldık ve üst üste akınlara başladık. Oyun çok heyecanlı ve çok temiz. Bizim hücum hattı hasma nazaran daha çevik ve cevval. Her iki tarafın müdafaası çok dürüst, vaktinde müdahaleler, top alışlar ve uzaklaştırmalar yerinde. Oyun bu şekilde devam ederken bizim bir aklımızda hasım müdafii topu elle tuttu. Penaltı. Bunu Hikmet çekti ve çok tabii olarak (sağ yukarı köşeden) gol oldu. Saha bir kere yerinden oynadı. Halk karıştı, dalgalandı ve müthiş bir gök gürültüsü gibi patlayan halkın sesi : (Bravo Turko)…

    Oyun devam ediyor, hakimiyet bizde, fakat arkadaşlar gittikçe kuvvetten düşüyorlar. Henüz yol yorgunluğu geçmemiş bir vücut bundan fazla çalışamazdı. Hal böyle iken canla başla çalışarak dört gözle bekledikleri devre sorunu buldular.

    İkinci Yarı

    İkinci Devre: Takımımız yorgun, akıllarımız daha zayıf. Hakimiyet Şaka takımına geçti. Müdafaamız canla başta çalışıyor ve daha çok yoruluyor. Arslanyan ismi gibi çalışıyor; fakat denizden hâlâ başı dönüyor ve rengi sapsarı. Hal böyle iken hasım sol içinin yaman şutlarını kurtardı.

    Bu devrenin otuzuncu dakikasında bizim haf hattı üzerinde hasım oyuncuları faul yaptı. Hakem yanlışlıkla bizim aleyhimize frikik verdi. Bundan sonra hasıl olan karışıklık esnasında bize bir gol oldu. Oyun daha bir müddet tarafeynin akınları ile devam ettikten sonra maç 1-1 beraberlikle neticelendi.

    Pazartesi günü Rus Çarı (Kiev’e) gitmek üzere Odesa’dan geçecek idi. İki gün evvelinden bütün şehir donanma tertibatı ile meşguldü. Öğle yemeğinden sonra liman cihetinde kurulan takı zaferin yanında bize tahsis edilen yere toplandık.

    Büyük bir kalabalık toplanmıştı. Epeyce bir bekleyişten sonra uzaktan bir otomobil göründü. Bir daha, bir daha… Bunların içinde tamamen kırmızı ve sırmalı elbiseler giymiş Çarın maiyet yaverleri bulunuyordu. Bütün bandolar hep birden marş çalmaya başladılar. Otomobiller arka arkaya geçiyordu. Ara yerde muhteşem bir otomobil ve bunun etrafında bir bölük kadar mızraklı süvari muhafız kıt’ası son süratle geçti. Ben kendi hesabıma Rus Çarını göremedim desem yalan değil. Fakat o anda yüz binlerce halkın hurraları, baştan şapkaların, kalpakların, külahların anı vahitte kaybolması, limanda birbirini müteakip topların tarrakası gösteriyordu iki bir şeyler olmuştu.

    İkinci Maç

    Öğleden evvel biraz yağmur yağdı. Öğleden sonra bermutat otelde soyunduk ve tramvayla sahaya gittik. Bugün saha çok kalabalık.

    Birinci Devre : Hakem aynı hakem. Halkın alkışları arasında her iki takım yer aldı ve oyuna başlandı.

    Bizim takım şu şekilde :

    Küçük Arslanyan, Arif, Galip, Süreyya, Hasan, Sabri, Hikmet, Sait, Nüzhet, Nuri, Miço.

    Her iki taraftan mukabil akınlar. Saha kumlu ve otlu olduğundan bizim takım çevik hareketinden kaybediyor. Ruslar uzun boylu ve atlet yapılı. Bizimkiler onlara nazaran oldukça çelimsiz. Oyunumuz açılmaya ve paslar düzelmeye başladı. Her iki taraf müdafaası oldukça çetin. Galip’in yerinde müdahaleleri, rahmetli Arif’in top kurtarışları, Süreyya’nın soldan makaslama ta Nuri’ye varan pasları çok mükemmeldi. Hücum hattımızdaki kombinezon hasım müdafaasını çok şaşırtıyordu. Solda Hikmet’le Sait kombinezonu, sağda Nuri ile Miço akını hasım nısıf sahasında fırtınalar koparıyor. Bütün muhacim hattımız çelik bir zemberek gibi açılıp kapanıyordu. İşte böylece hakimiyet bize geçmişti. Fakat hasım kalecisi lastik gibi adamdı. Kaç şut atıldıysa elinde kalıyordu.

    Odesa ikincisi Şaka Kulübü’nün oyunu daha ince, daha kombine. Fakat bu şampiyon Sporting takımı birinciliklerini sert oyun sistemlerine değil, herhalde kalecilerinin maharetine medyun.

    Devrenin sonlarına doğru hasım tarafa lehine penaltı. Top yerine kondu. Sol açık Hikmet, adeti veçhile topu düzeltti ve yalnız kendine mahsus müthiş şutu çekti Gol… Hasmın çok mahir ve çevik kalecisi vazifesini ifa etmiş ve çok mükemmel bir plonjon yapmıştı. Fakat bütün futbol hayatında çektiği penaltıları her seferinde göre tahvil eden Hikmet’in tutulmaz şutunu bu zat dahi ellerinden kaçırmış ve gol olmuştu.

    İkinci Devre

    İkinci devre : Sporting Clup oyuncuları mağlup vaziyetten kurtulmaya azmetmişler; çok sert ve seri oynuyorlar ve daha fazla faul yapıyorlar. Rahmetli Hasan da mukabelede gecikmiyor. Miço daha ziyade yardımcı oynuyor, müdafaamız canla başla oynuyor. Bilhassa Arslanyan’ın kurtarışları çok mükemmel. Hasım muhacimlerin tehlikeli bir akını esnasında Sporting soliçinin sağ gösterip sola havale ettiği müthiş şutunu Arslanyan’ın kurtarması şaheser. Bütün sahadan taşan alkış tufanı ve takdirler.

    Bu devreyi ara sıra akın yapmakla beraber zorlu bir müdafaa oyunu ile bitirdik ve 1-0 Odesa şampiyonuna galip geldik.

    Maçın hitamında hurra sadaları ile halk sahaya koştu ve penaltı kralı Hikmet’le fedakar kalecimiz Arslanyan’ı havaya kaldırdı.

    Çarşamba günü sol müdafi rahmetli Arif ile sağ yardımcı rahmetli Sabri mühendis mektebinin imtihanlarına yetişmek üzere Odesa’dan İstanbul’a hareket ettiler. En mühim iki müdafaa uzvunun takımdan bu suretle ayrılması bundan sonraki maçlarda tesisini göstermiş ve müdafaamız zayıf kalmıştı.

    Üçüncü Maç

    Öğleden sonra bermutat otelde soyunduk, sahaya gittik. Türk sporcularına halkın gittikçe artan alakasını anlamak için etrafa şöyle bir bakmak kafi idi.

    Karşılaştığımız takım Odesa’nın en mühim seçme oyuncularından mürekkep. İkisi müdafaada ve ikisi hücum hattında dört İngiliz var.

    Bizim takım şu şekilde:

    Arslanyan, A. Boris, Hasan, Süreyya, Galip, Jan Boris, Hikmet, Sait, Hüseyin, Nuri, Miço.

    Rusların bir akını ile oyun başladı ve çok seri devam ediyor. Takımın neresinde yer alırsa orasının oyuncusu oluveren çok değerli sporcumuz Galip’ten maada bütün müdafaa bocalıyordu. Arslanyan’ın mahareti ve fedakarlığı olmasa bir kaç gol yemek işten değildi. Devre sonuna doğru rahmetli Hasan’ın bir ıskası bize bir gole mal oldu ve devre 1-0 aleyhimize bitti.

    İkinci Devre

    İkinci devre: Ruslar daha sert ve seri oynuyorlar. Müdafaamız birinci devrede çok yorulmuş. Rahmetli Arif’le rahmetli Sabri’nin müdafaada bıraktığı boşluğu, ne ikinci derecede bir futbolcu olan A. Boris ne de çok çalımlı ve faullü bir müdafaa oyunu oynayan rahmetli Hasan dolduramazlardı.

    Muhacim hattımız oldukça tehlikeli akınlar yapıyor, fakat hasım müdafaası zorlu ve kalecisi mahir olduklarından bir türlü gol çıkaramıyor. On dördüncü dakikada Rusların seri bir akını aleyhimize bir gol kaydetti. Bundan sonra daha ziyade müdafaa oyunu tatbikine başladık. Hikmet soldan ve Miço sağdan yardımcı vaziyete geçtiler. Ruslar kırkıncı dakikada aleyhimize bir gol daha kaydettiler. Devre bitti ve Odesa muhtelitine 3-0 mağlup olduk.

    Oyun çok heyecanlı oldu ve halk her iki tarafı da müthiş alkışladı.

    Nikolayef’e Gidiyoruz

    Bu akşam Alexandr parkta şerefimize tertip edilen ziyafete otomobillerle gittik. Bu park sayısız Odesa parklarının en büyüğü ve en güzeli, oteli ve tiyatrosu ile herhalde en mükellef ve mükemmel iyiydi.

    Cuma günü, iki maç yapmak üzere Nikolayef’e hareketimiz mukarrer olduğundan hareket hazırlıkları ile meşgul olduk.

    Saat beş raddelerinde yirmi iki mil sürati olan beyaz bir vapurla Nikolayef’e hareket etmiştik. Nihayetinde Nikolayef şehri ve Rusya’nın tersanesi bulunan nehire girdik. Nehrin her iki sahilinde yer yer mevzu istihkamları gece geçtik. Cumartesi şafakla beraber Nikolayef’e vasıl olduk. Yolda bize refakat eden Odesa musevilerinden bir hakem bizi karşılamaya gelmiş olan Nikolayef Clup kulüp erkanı ile tanıştırdı. Hep birlikte güzel bir otele gittik.

    Maç Başlıyor

    Öğleden sonra yakın olan sahaya yaya olarak gittik ve bize tahsis olunan mahalde soyunduk Bizim takım şu şekilde idi :

    Arslanyan, A. Boris, Hasan, Süreyya, Galip, Nüzhet, Hikmet, Sait, Hüseyin, Nuri, Miço.

    Oyun ahenksiz başladı. Muhacim hattında Hikmet biraz aksıyordu. Sağ haf Nüzhet rahatsız olduğundan iyi oynayamadı. Ekseriya saha kenarında oturuyor ve dinleniyordu. Miço yardımcı vaziyette, sana taşlık ve berbat, oyun her iki tarafın mütevali fakat semeresiz akınları ile devamdan sonra devre 0-0’a bitti.

    İkinci devre: Sahaya alışan takımımız bu devrede daha iyi bir oyun oynadı. Her iki taraf akınları devam ediyor, bir türlü gol çıkaramıyorduk. Hüseyin çok fırsat kaçırdı, Sait’in bir şu direğe çarptı ve gol olmadı. Devrenin sonlarına doğru hasım muhacimler tehlikeli bir akın yaptılar. Bizim kale önünde bir karışıklık oldu ve bir gol yedik ve oyun böylece 1-0 aleyhinize neticelendi.

    Pazartesi günü Nikolayef’in tersanesini heyetimize bir cemile olmak üzere gezdirdiler. Bilhassa orada inşa edilmekte olan Prenses Maria drednotunu seyrettik, kasabayı gezdik, parkta eğlendik ve otele avdet ettik.

    Son Maçımız

    Mutat veçhile öğleden sonra yaya olarak sahaya gittik. Bugün halk çok daha fazla kalabalıktı.

    Bizim takım :

    Arslanyan, A. Boris, Hasan, Süreyya, Galip, Jan Boris, Hikmet, Sait, Hüseyin, Nuri, Miço.

    Birinci devre : Oyun bizim güzel bir aklımızla başladı. (Burada zikretmeden geçemeyeceğim. Kafile reisi Dr. Hamit Hüsnü Bey’in takımımızın istirahati uğrunda vaki olan hizmetleri bilhassa kayda şayandır) Bugün takım çok zinde ve çok güzel çalışıyor. Biraz sonra kombinezon teessüs etti ve hakimiyet bize geçti. Sağdan ve soldan tehlikeli hücumlar yapıyoruz. Bugün bilhassa sol taraf çok güzel işliyor. Bu güzel kombinezon nihayet semeresini verdi. Hikmet’ten yerinde bir pas alan Sait, güzel bir şutla ilk golünü kaydetti. Bir müddet sonra devre 1-0 lehimize bitti.

    İkinci devre: Hasım takımı yediği golün acısını çıkarmak için gayet seri ve tehlikeli birkaç akın yaptı. Arslanyan’ın çok güzel kurtarışları gol çıkarmalarına mani oldu. Gene hakimiyeti elde ettik. İşte çok mükemmel bir akın, top Sait’te, hasım müdafii ile karşı karşıya, o sırada Hüseyin’e kısa ve ani bir pas, Hüseyin’in yerden sol köşeye sıkı bir şutu. Gol..

    Bu ikinci golden sonra oyun tamamen hasım nısıf sahasına intikal etti. Devre sonlarına doğru gene Sait’in güzel bir pası ve Hüseyin’in sıkı bir şutuyla üçüncü gol.

    Maç böylece 3-0 galebemizle neticelendi.

    Halkın alkışları arasında ateli avdet ve istirahat.

    Kiev’e Gitmeden Geri Dönüş

    Çarşamba: Nikolayef’ten hareket ettik.

    Perşembe sabaha Odesa’ya avdet ettik. Takımımız Kiev şehrine davet edilmişti. Fakat Odesa şehbenderimiz Tahir Beyefendinin ahvali siyasiye hakkında bize verdiği malumat ve tavsiyeler üzerine bu seyahatten sarfınazar ettik. Rusya’da gördüğümüz misafirperverlik fevkalâde idi. Başımızı nereye çevirdikse muhabbet dolu gözler, tebessüm ve iltifat dolu çehreler gördük.

    Mesela bir müzikhole gideriz halk ayağa kalkar, hürmet ve iltifat eder ve yer gösterir; bir parka gideriz, bütün gruplardan çok samimi bir alâka ve bütün masalardan davet ricaları alırız; mektepli kardeş muamelesi yapar; zabiti hürmetle selam verir; kadını iltifatlar yağdırır; memuru yardım eder, tüccar ve esnaf ikram eder; velhasıl Ruslar çok ince ruhlu sevimli ve asil bir millet. İşte Fenerbahçe’nin ilk Rusya seyahatinin bizde bıraktığı intiba…

    Beşe Zade Şakir

  • 35. Senesinde Fenerbahçe’nin Kuruluş Hikayesi

    17 Mayıs 1942 tarihli “Vatan” gazetesinde, “Bir Fenerbahçeli” imzasıyla Fenerbahçe’nin kuruluş yıllarının hikayesi… Böyle yazılar, unuttuğumuz insanları hatırlamak açısından önemli. Her bulduğumuza burada yer vereceğiz. Keyifli okumalar.

    * * * * * *

    1907 yılında idi. Türk spor semasında bir güneş doğdu. Kadıköy gençliği başlarında Ziya Nuri, Ayetullah, Enver, Asaf, Yahya olduğu halde Türk spor tarihinde şerefli sayfalar açan, bugün başlı başına bir tarihi olan Fenerbahçe’nin temelini attılar. Bu temiz yuvayı kurdular.

    Fenerbahçe’nin ilk kuruluş günlerinde büyük zorluklara rağmen yılmadan çalışan gençler, her türlü müşkülatı yendiler ve memleket sporuna bu eşsiz denecek yuvayı sarsılmaz bir cemiyet haline getirdiler.

    Fenerbahçe ismini Kadıköyü’nün, o tabiatın bütün güzelliklerini bir araya getirmiş Fenerbahçe’den, renklerini de o zümrüt çayırları süsleyen baharın ilk çiçeği papatyanın sarı-beyaz renginden aldılar.

    İşte bu arada merhum Galip’i, Fuat Hüsnü’yü, meşhur Hasan’ı, Hamit Hüsnü’yü, Tevfik Haccar’ı, Hasan Kamil’i, Kemal Aşki’yi, Mustafa Elkatib’i, Sait Selahattin’i, Yahya’yı Fenerbahçeliler arasına karışmış görüyoruz.

    Fenerbahçe Umumi Harp’ten evvel çok sıkıntı geçirdi. Fakat azimkar gençlerin çalışmasıyla bu buhranlara göğüs gerildi. Kemal Aşkı’nın verdiği bir tek kulübede çalışmalarına devam etti. Ve Moda, Kadıköy, Strugglers’ın yanında yer aldı.

    Fenerbahçe her gün daha kuvvetli bir hale geliyor ve yeni elamanları arasına alıyordu. Elkatip Mustafa’nın geceli gündüzlü çalışmasıyla Türk futbol tarihinde birer yıldız olarak parlayan Zeki’ler, Bekir’ler, Sabih’ler, İsmet’ler, Arif’ler, merhum Sırrı’lar, Ragıp’lar, Fenerbahçe kadrosunda yer aldılar.

    Biz yine Fenerbahçe’nin o şerefli tarihine geçelim : Fenerbahçe bu sırada bir buhran devresi geçirdi. Bekir ve Otomobil Nuri de dahil olduğu halde birinci takımın sekiz dokuz kişisi ayrılarak diğer bir kulübü tesis ettiler. Fakat bu buhran Fenerbahçe’yi sarsmadı. Bilakis daha ziyade çalışamaya sevk etti. İşte bu aradadır ki Fenerbahçe takımında yeni yıldızlar parladı.

    Umumi harp sıralarında idi, gençler memleket müdafaası için vatan sınırlarına koştular. Spor faaliyeti sekteye uğradı. İşte bu buhranlı devrede merhum Sabri Toprak’ı Fenerbahçe’nin başında görüyoruz. Bu büyük insanın himmeti ile Fenerbahçe bu arada yeni bir binaya da sahip oldu ve Kuşdili’ndeki yanan binaya yerleşti.

    Fenerbahçe asıl tarihini, o ölmez sevgisini mütareke yıllarındaki galibiyetleriyle yaptı. Sevgisini bir mezhep haline getirdi. Her önüne gelen ecnebi takımını yenerek spor tarihimizde şerefli sayfalar açtı.

    Fenerbahçe tarihinde Mustafa Elkatip’ten sonra merhum Mocuğu da unutmamak icap eder. Mocuk zamanın Mustafa’sı olmuştu. Onun çalışmasıdır ki Büyük Fikret, Muzaffer, Niyazi, Mehmet Reşat gibi futbol yıldızları parladı.

    Fenerbahçe futbolda olduğu gibi diğer spor sahalarında da başta yer aldı. Bilhassa teniste memlekete, merhum Galipleri, Suatları, Sedatları, Zekileri, Saitleri, Tevfikleri kazandırdı.

    Denizde, atletizmde de büyük muvaffakiyetler gösterdi. Fenerbahçe’ye hizmet edenler arasında merhum Sabri Toprak, sporcu Hariciye vekilimiz Şükrü Saracoğlu, eşsiz sporcu Galip, Ali Muhiddin Hacıbekir, Zeki Rıza Sporel, Hasan Kamil, Fuat Hüsnü, Hamit Hüsnü, Tevfik Taşçı, Hayri Celal, Muvaffak Menemencioğlu’nun isimlerini zikredebiliriz.

    Fenerbahçe tarihinde açılmış bir şerefli yaprak daha var. O da Ebedi Şef Atatürk’ün kulübü ziyaretinde hatıra defterine kaydettiği birkaç satırdır. Büyük kurtarıcı ihtisaslarını şöyle ifade ediyor:

    “Fenerbahçe Kulübü’nün her tarafta mazharı takdir olmuş bulunan asarı mesaisini işitmiş ve bu kulübü ziyaret ve erbabı himmetini tebrik etmeyi vazife edinmiştim. Bu vazifenin ifası ancak bugün müyesser olabilmiştir. Takdirat ve tebrikatımı buraya kayd ile mübahiyim”

    Fenerbahçe tarihini süsleyen şerefli sayfalar arasında Slavya, El-İttihad galibiyetleri ve daha bunun yüzlerca açılmış zafer sayfaları da vardır.

    Fenerbahçe’nin ölmez bir tarihi, şerefli bir mazisi var ve bundan sonra da daha bir çok sayfalar açılacaktır.

    Bir Fenerbahçeli

  • Topuz Hikmet

    Topuz Hikmet

    Evet, bugün kullandığımız arma onun eseri.. Cem Ertuğrul’un kayıtlarına göre Topuz Hikmet, 1912’de Fenerbahçe formasını giymeye başladı. 1924 yılında yayınlanan bir dergi yazısında “bir nokta-i nazar ihtilafından ötürü” birkaç oyuncu ile beraber Fenerbahçe’den ayrıldığı yazıyor. Sene 1916 idi. Galatasaray’a gitti ve (yine Cem Ertuğrul kayıtlarına göre) 22 Aralık 1916 ve 20 Eylül 1918 tarihleri arasında dört kez Fenerbahçe’ye karşı forma giydi. Galatasaray bu maçların üç tanesini (4-1, 3-2 ve 4-0) kaybetmiş, birini de 3-2 kazanmıştı. 21 Aralık 1917’de oynanan o maçın galibiyet golünü Topuz Hikmet attı. Mütarekeden hemen sonra Fenerbahçe’ye geri döndü ve işgal seneleri boyunca, aralıklarla da olsa maçlara çıktı. 12 Mayıs 1922’de son kez Fenerbahçe formasını giydi. Formayı ondan devralan meşhur futbolcumuz Bedri Gürsoy, portrelerinden birinde ona yer verdi. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Topuz Hikmet

    Hasnun Galiplerin, Celallerin, Nedimlerin, Otomobil Nurilerin, Ariflerin, Galiplerin, Hasan Kamillerin, Oberlelerin, Nüzhet Abbasların devirlerinde bir de Galatasaray’ın Emin Bülent’i, Fenerbahçe’nin de Hikmeti sol açık mevkilerinde nam salmışlardı.

    Kısa boylu, tıknazca olduğu için futbol meraklıları Hikmet’e (Topuz) lakabını koymuşlardı.

    Bir zamanlar küçük kulüpçüler ve meraklılar bu meşhur futbolcuları -nefes almaktan bile korkarak” vecd içinde hayran hayran seyrederdik. İşte bu meyanda da Hikmet’in kurşun gibi sıkı şutlarını hayretten ve takdirden ağzımız bir karış açık bir halde avuçlarımız acıyıncaya kadar alkışlardık.

    Hakikaten ne müthiş şutlardı onlar… Hikmet bu bomba gibi şutlarını kendisine mahsus bir şekilde çekerdi. Herkes gibi gerile gerile topa vurmaz, sadece sol ayağını kaldırıp vuruş vaziyetine sokar ve birden topa çakardı. Ama nasıl? O anda şimşek çaktı sanırdınız ve ayağın topa indiği o çelik darbeden ve o yerden nasıl olup da ateş çıkmadığına hayret ederdiniz.

    Hikmet’in futbolculuğu baştan başa görülmemiş bir tarzda idi. Sağ ayağı adamakıllı zayıftı. Lakin Hikmet bütün maç imtidadınca o tarzda manevralı bir oyun oynardı ve topa vuruş yapardı ki bu kusurunu derhal kapatırdı. Driplinglerinin, paslarının vücud ve ayak çalımlarının, şutlarının, kaleye inişlerinin, kafa vuruşlarının, korner atışlarının, penaltı çekişlerinin fevkalade ve tamamıyla kendisine göre bir hususiyeti vardı.

    Ekseriyetle yanında sol iç olarak oynayan Sait Selahattin ile Hikmet zamanının en teknik kombinezonunu gösterirlerdi. Bu iki değerli oyuncu o derece anlaşmışlardı ki adeta birbirlerinin en ufacık bir hareketlerinden ne yapacaklarını kavrayıverirlerdi.

    Hikmet’in kale zaviyelerini bulan yerden çektiği şutları ve golleri, uzaktan isabetli top ortalamaları, bilhassa penaltıları fevkalade mükemmeldi. (Bugün bile meraklılar arasında bu şöhretini muhafaza etmektedir. Hâlâ : “Nerede o Hikmet’in şutları!”, “Nerede o Hikmet’in penaltı atışı!” diye stadyumlarda onu hatırlayarak bağıranlara çok rastlanır.)

    İşte ben de “Vaktiyle sol açık oynadığım için şöyle bir tabir kullanayım” futboldaki mevki arkadaşım ve hocam üstat sol açık Hikmet’i, futbol tarihimizin bu unutulmasına imkan olmayan şahsiyetini bir kere daha burada hayranlıkla ve hürmetle anmayı bir sporcu vazifesi bildi.

    Bedri Gürsoy, 23 Aralık 1941 – Akşam Gazetesi

  • Zeki Rıza Anlatıyor : Fenerbahçe Takımınında Nasıl Yer Aldım?

    Çeşitli kaynaklarda çok defalar gördüğünüz bir hikayeyi, bu defa birinci ağızdan dinliyoruz. 17 Mayıs 1942 tarihli Vatan gazetesinde Zeki Rıza Sporel birinci takıma giriş ve kaptanlık hikayesini anlatıyor.

    * * * * * *

    Fenerbahçe üçüncü takımında oynuyordum. Kulübe karşı öyle bir bağlılığımız vardı ki, Sarı-Lacivert formayı giyerek sahaya çıktığımız zaman içimizde, bir sevinçle beraber, o renkleri hakkıyla müdafaa edememek korkusu da vardı. Bu heyecan içinde daha maçtan birkaç gün evvel, uykularımız kaçar, o formayı giyeceğimiz günü beklerdik.

    Birinci takımdan yedi sekiz kişi ayrılarak diğer bir kulübü tesis etmişlerdi. Bunların başında Otomobil Nuri, Bekir bulunuyordu. Bu sırada askerî mektepte idim. O hafta da Anadolu ile maçımız vardı. Burhan Felek’in idare ettiği Anadolu da çok kuvvetli idi.

    Fenerbahçe birinci takımında yer alacağım aklıma bile gelmiyordu. Arkadaşlarım bana bir mektup getirdiler. Bu mektupta Anadolu’ya karşı birinci takımda oynayacağım bildiriliyordu. Mektubu okurken kendimden geçmiştim. Büyük bir heyecan içinde idim. Bununla beraber sevincime de payan yoktu.

    Maç günü idi. Sol açık oynayacaktım. Biz sahaya çıktığımız zaman rakiplerimiz evvela bize bir çocuk nazarıyla baktılar. Herkes Anadolu’nun maçı büyük bir farkla kazanacağına muhakkak nazarıyla bakıyordu.

    Burhan Felek, Elkatip Mustafa ile çoluk çocukla çelik çomak mı oynayacağız diye alay ediyor, fotoğrafçılar bizim takımın resmini almak lüzumunu bile hissetmiyorlardı. Fakat…

    O çocuklar, Anadolu’yu büyük bir farkla yendiler. Gollerden dört tanesini de ben yaptım. İşte ondan sonra Fenerbahçe birinci takımında yer aldım.

    Ben üçüncü takımda merkez muhacim oynuyordum. Bu mevkide daha ziyade muvaffak olduğumu gören arkadaşlarımız çok geçmeden beni merkez muhacimde oynatmaya başladılar.

    Benden evvel takım kaptanı merhum Galip’di. Fakat Galip kulübün her şeyi idi. Başka sahalarda da çalışıyordu. Onun içindir ki Galip bana takım kaptanlığını da terk etti ve futbolu bıraktığım güne kadar da bu şerefli vazifeyi başarabilmek için çalıştım.

    Zeki Rıza Sporel

  • Bir Efsanenin Hikayesi

    Bir Efsanenin Hikayesi

    Çeşitli kaynaklarda çok defalar gördüğünüz bir hikayeyi, bu defa birinci ağızdan dinliyoruz. 17 Mayıs 1942 tarihli Vatan gazetesinde Zeki Rıza Sporel birinci takıma giriş ve kaptanlık hikayesini anlatıyor. Küçük yaşta Fenerbahçe’ye dahil olan ve senelerce formasını çıkartmayan bir adamın, bir efsanenin hikayesi…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Üçüncü Takımdan Kaptanlığa

    Fenerbahçe üçüncü takımında oynuyordum. Kulübe karşı öyle bir bağlılığımız vardı ki, Sarı-Lacivert formayı giyerek sahaya çıktığımız zaman içimizde, bir sevinçle beraber, o renkleri hakkıyla müdafaa edememek korkusu da vardı. Bu heyecan içinde daha maçtan birkaç gün evvel, uykularımız kaçar, o formayı giyeceğimiz günü beklerdik.

    Birinci takımdan yedi sekiz kişi ayrılarak diğer bir kulübü tesis etmişlerdi. Bunların başında Otomobil Nuri, Bekir bulunuyordu. Bu sırada askerî mektepte idim. O hafta da Anadolu ile maçımız vardı. Burhan Felek’in idare ettiği Anadolu da çok kuvvetli idi.

    Fenerbahçe birinci takımında yer alacağım aklıma bile gelmiyordu. Arkadaşlarım bana bir mektup getirdiler. Bu mektupta Anadolu’ya karşı birinci takımda oynayacağım bildiriliyordu. Mektubu okurken kendimden geçmiştim. Büyük bir heyecan içinde idim. Bununla beraber sevincime de payan yoktu.

    Maç günü idi. Sol açık oynayacaktım. Biz sahaya çıktığımız zaman rakiplerimiz evvela bize bir çocuk nazarıyla baktılar. Herkes Anadolu’nun maçı büyük bir farkla kazanacağına muhakkak nazarıyla bakıyordu.

    Burhan Felek, Elkatip Mustafa ile çoluk çocukla çelik çomak mı oynayacağız diye alay ediyor, fotoğrafçılar bizim takımın resmini almak lüzumunu bile hissetmiyorlardı. Fakat…

    O çocuklar, Anadolu’yu büyük bir farkla yendiler. Gollerden dört tanesini de ben yaptım. İşte ondan sonra Fenerbahçe birinci takımında yer aldım.

    Ben üçüncü takımda merkez muhacim oynuyordum. Bu mevkide daha ziyade muvaffak olduğumu gören arkadaşlarımız çok geçmeden beni merkez muhacimde oynatmaya başladılar.

    Benden evvel takım kaptanı merhum Galip’di. Fakat Galip kulübün her şeyi idi. Başka sahalarda da çalışıyordu. Onun içindir ki Galip bana takım kaptanlığını da terk etti ve futbolu bıraktığım güne kadar da bu şerefli vazifeyi başarabilmek için çalıştım.

    Zeki Rıza Sporel / Bir Efsanenin Hikayesi

  • Çalımların Efendisi Fenerbahçe Efsanesi

    Çalımların Efendisi Fenerbahçe Efsanesi

    1924 tarihli Resimli Ay mecmuasından aktarmaya devam ediyoruz… Zeki Rıza Sporel‘den sonra, bu defa Alaaddin Baydar… “Kıvır Âlâ” lakabının sahibi olan, bu çalımların efendisi Fenerbahçe efsanesi hakkında söylenecek çok şey var. Sözü Çelebizade Sait Tevfik’e ve kendisine bırakalım.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Çelebizade’nin Peşrevi

    İnce sesi, yanık yüzü, çekik gözleriyle bütün spor alemine kendini sevdiren Alaaddin Bey’in hatıratını yazarken spor aleminin bu pek kıymetli oyuncusu hakkında bir kelime-i sitayiş bulamadık.

    Mukavvis bacakları arasındaki topun harekatını her gün pek lezzetle seyrettiğimiz bu şen idmancının daha pek küçükten beri halkı nasıl kendisine celp ettiği şayan-ı hayrettir.

    Şehrimizi ziyaret eden enternasyonel bir çok muavin ve müdafileri pek kolaylıkla geçerek kaleye topu göndermeleri, seyretmekle doyulur sahneler değildir.

    Bu gencimiz, Macarlar ile son maçında ayağı sakatlanmış ise de şimdi yine iyileşerek, pek sevdiği kulübünün maçlarına iştirak edecek bir vaziyete gelmiştir.

    İdmancılarımızın hayatını yazarken Zeki Bey’den sonra herkesin aklına Alaaddin’in geleceğini bildiğimizden kendisini sıraya ithal ediyoruz. Bakalım bu oyuncu hayatını nasıl naklediyor :

    Alaaddin Baydar Anlatıyor

    Hatıralardan müteşekkil bir kül vücuda getirmek, hele şimdiye kadar nefsinde böyle bir ihtiyaç duymamış benim gibi bir insan için itiraf ederim ki pek müşkül, pek külfetli olacak.

    Eğer bir zamanlar Türk futbolculuğunda mütevazı bir mevkim olacağını tahmin etmiş olsaydım, belki alakadar olanlar bulunur diye, safahat-ı hayatımı tespite çalışırdım. Böyle bir şey yapmadım. Binaenaleyh hatıramda derin izler bırakmış olan vekayi’ gelişigüzel hikaye etmekle iktifa ediyorum.

    Pederim henüz vefat etmiş, biz de Cağaloğlu’ndan Kadıköy’e taşınmıştık. Cevizlik’de oturuyorduk. Evimizden her sabah maaile Moda banyolarına giderken yolumuz daima İngilizlerin o zaman (tenis) oynadıkları sahanın önünden geçerdi.

    Ben durur, koskocaman adamların küçük bir top peşinde koşarken aldıkları seri ve seyyal vaziyetleri dikkatle seyrederdim.

    Bir gün onları seyrederken, birkaç Rum çocuğunun, tenis toplarına müşabih bir topla oynadıklarını, fakat daima ayakla vurduklarını gördüm.İşte futbol oyununu birinci defa olarak o gün görmüştüm. Eve döndükten sonra ilk işim o toplardan bir tane tedarik etmek oldu. Artık bütün günlerim vasi’ bahçemizde o küçük topun peşinde koşmakla geçiyordu. Komşu çocukları ziyaya üşüşen pervaneler gibi etrafımda toplanmakta gecikmediler.

    Ailem Futbol Oynamamı İstemiyor

    Fakat pek hoşuma giden bu tarz-ı hayatın devamına bir mani çıktı. Annem ve büyükannem razı olmuyorlardı. Birkaç da ciddi mahzur görüyorlardı. Mütemadiyen koşmak, terlemek, yorulmak esasen pek zayıf ve naif bünyem üzerinde bir su-i tesir yapabilirdi.

    Fakat ne ailemin serdettiği mehazir, ne de bilahare gösterdikleri cebir ve şiddet benim iptila derecesini bile geçen heves ve merakım önünde kesinlikle semeredar olamadı. Ben vaki olan bu muhalife mukavemet edemeyince artık top sahasını, top muhitinden daha uzaklara, mesela Yoğurtçu’ya, bakla tarlasına nakletmiştim. Oyunlardan sonra terimi kurutmak için biraz bekler ve eve öyle giderdim.

    Kim ne derse desin, ben şuna mutekiddim ki çocuklar arasında küçük bir topla oynanan oyunların futbolculuktaki muvaffakiyet üzerine çok mühim bir tesiri vardı. Bir çocuğun ayağındaki topu başkasına kaptırmamak için (çalımlar) ihtira etmesi, başkasındaki topu almak için de usuller icat etmesi, muvaffak olmak için çocuk zihniyetinin bütün kabiliyetini kullanması, futbolculuk istidatlarını temin ettiren ilk esaslardır. Ve diyebilirim ki futbolda (sanat) ancak o küçük top peşinde koşmakla doğar.

    İşte böyle daima koşarak, daima terleyerek geçen günlerimizden birinde, Cevizlik çayırında kendileri gibi kocaman bir topla oynayan birkaç adama tesadüf ettik. Bizim oynadığımız toplardan daha büyük topların mevcut olduğunu işitmiştim.  Fakat hiçbir zaman böyle sert, kocaman bir top tahayyül edemezdim. Hele bıyıklı adamların da top oynayacağını tasavvur etmek, on beş sene evvelki çocuk zihniyetimin kabul edemeyeceği yeniliklerdendi. Topu bir vuruşta bulutlara kadar yükselten bu (büyük) adamları hâşiane bir hiss-i takdirle seyre dalardım.

    Fenerbahçe’nin Kuruluşu

    İşte Fenerbahçe Kulübü o sıralarda tesis edildi. Bir kulüp binası tedarik edilemediği için içtimalar azaların evlerinde münavebeten yapılıyordu. Ağabeyim de Fenerbahçe’nin müessislerindendi. Onun için bazen bizim evde toplanılırdı. Hiç unutmam; evde onlara kahve ve çay getirecek adamlar mevcut iken titreye titreye kahveyi dökmemek için heyecanlar hissederek onlara hizmet eder ve yalnız nazarımda her biri mühim birer şahsiyet olan o futbolcuların zevk-i temaşasıyla iftihar için heyecanlı ve helecanlı dakikalar yaşardım. Diyebilirim ki o gençlerin arasında bulunmaktan hissettiğim zevki bilahare hiçbir muarefeden, hiçbir muvaffakiyetten alamadım. O büsbütün başka, büsbütün müstesna bir şeydi.

    Artık ben de iki numara bir top almıştım. Küçük topu ihmal ediyordum. Maharetim hayli artmıştı. Büyükler, ağabeyim, Galip Bey, Elkatipzade Mustafa Bey, toplanırlar, kahkahalarla, ‘Bravo!’larla çalımlarımı takdir ederlerdi. Bilseniz bu takdir olunmak benim için ne büyük bir hazz-ı ruhi, ne derin bir teşvik oluyordu.

    Artık biz de kendimize göre kulüpler yapıyor, aramızda reisler, reis-i saniler ve hatta reis-i salisler intihap ediyorduk ve avuç içi kadar yerlerde otuz kişilik futbol müsabakaları tertip ediyorduk. Hele böyle bir müsabakayı, futboldaki muvaffakıyetim üzerine katî bir tesiri olan bir şahsiyetle tanışmaklığımı hiç unutmamam.

    Zeki ile Tanışmamız

    Kurbağalıdere Kulübü ile Yoğurtçu’da bir müsabaka yapıyorduk. Bilafasıla, hakemsiz, haftaymsız, belki iki buçuk saat oynamıştık ve neticede bizim taraf kazanmıştı. Artık oyun bitmiş ve biz galebe zevki ile, onların kabahati yekdiğerine atfederek münakaşalarını seyrediyorduk.

    Uzaktan at üzerinde bizim yaşta bir çocuk geldi ve bize doğru yaklaştı. Bekir onu görür görmez hemen fırladı ve;

    – “Yine gelmedin. Bak Zeki, yenildik” diye serzenişe başladı.

    Çocuklar arasında resmî takdim olamayacağı cihetiyle aramıza gelmesi, beynimizde bir muarefe tesisi için kafiydi. Sırası gelmişken kaydedeyim ki ben Zeki’yi gördüğüm ve beraber oynadığım oyuncular arasından, hepsinden yüksek addederim. Zeki futbolda en ziyade düşünerek oynayan, etraftakilerin hakiki kıymetlerini izhare en ziyade vesileler bırakan yegane merkez muhacimimizdir.

    Elkatipzade Mustafa Bey

    İşte bu sıralarda Fenerbahçe Kulübü’nün üçüncü ve dördüncü takımlarının teşkili, beni, Zeki’yi, Feyzi’yi bir araya topladı. Bizim takımların tesisine kulüpçe memur edilen Elkatipzade Mustafa Bey bize daima nezaret eder ve Yoğurtçu’da o zaman Papazın Bahçesi denilen şimdiki Union Kulüp sahasında bize mütemadiyen oyunlar yaptırırdı. Bize futbol hakkında ilk hakiki fikri veren Mustafa Bey olmuştur.

    Papazın Bahçesi’nde ekseriya Galatasaray, Maccabi, Sanayi kulüpleriyle dördüncü takımdan oynar ve hemen hemen en heyecanlı maçlar kadar temaşakar celp ederdik. Hakikaten bizim gibi küçücük çocukların kocaman adamları fırıl fırıl döndürmesi şayan-ı temaşa bir şeydi.

    Zeki ile beraber üçüncü takıma çıktık. Orada da muvaffakıyet bizi takip etti. Bekir de bize o zaman iltihak etmişti. Fakat vücudumun nehafetini ileri süren takım kaptanı, bilhassa ağabeyimin ısrarıyla beni çok defa oynatmıyordu. Bazı kereler kulüpte hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum.

    Altı sene üçüncü takımda Zeki, Bekir ve ben beraber oynadık. Bekir bizden evvel ikinci takıma alındı. Bekir’in sağlam ve süratle inkışaf eden vücudu atılmaya müstaid bünyesi terakkide tekaddüm etmesine saik oluyordu.

    O sıralarda Galatasaray mektebine devam ediyordum. Mektebin en maruf çalımcısı olan (Sadi) ile beraber bütün teneffüs zamanlarında birbirimize çalım yutturmak için çalıştığımızı derhatır ederim. Bazen onu ben kandırdığım zaman (Yaşa Fenerli) diye, o muvafık olduğu zaman (Yaşa Galatasaraylı) edasıyla taraftarlarımızın takdir ve istihzasını celp ederdik.

    Birinci Takımdayız

    Bir gün İdman Yurdu ile yapılacak bir müsabakayı seyretmek için birinci futbol takımıyla beraber Anadolu Hisarı’na gitmiştik. O gün Bekir ilk defa olarak birinci takımda oynayacaktı. Orada toplandık.

    Maatteessüf birkaç kişi, bilhassa muvaffakıyetlerin daima en büyük amili olan sol iç muhacim Sait Bey gelememişlerdi. Tabii eksik çıkmak doğru olmazdı. Mevcutlar arasından Zeki ve ben tefrik edildik. Zeki sağ iç, ben de sol açık olarak oyuna girdik.

    Futbol oynattırılmadığı için hüngür hüngür ağlayan bir çocuğun birinci takımda oynamaktan hissedeceği süruru artık siz takdir ediniz. Çünkü kendime daima gaye ittihaz ettiğim bir emelde muvafık olmuştum. O gün iki gol yaptım.

    Bilahare sağ açık Nuri, Bekir ve Hikmet Beylerin kulüpten infikakları, Zeki ile beni tamamıyla birinci takıma iltihak ettirdi.

    Hiç unutmam bir gün Altınordu ile oynuyorduk. Ben sağ açık, Zeki sol iç… Karşımızda şimdi Beşiktaş’ta oynayan Tevfik Bey vardı. Tevfik Bey bir bana koşuyor, bir Zeki’ye, fakat bütün mesaisine rağmen topu alamayınca oturuyordu. Kahkahalarla gülen halka karşı (Bu bacaksızlarla top oynanmaz) diye bağırmıştı.

    Birinci takımda bulunduğum altı yedi seneden beri Fenerbahçe’nin bütün zaferlerine iştirak ettim. Yalnız en heyecanlı maçlar Altınordu ve Galatasaray ile yapılanlar olmuştur. Fakat Slavyalılara karşı milli takımdaki oyunum ile Moroveskalılara karşı Fenerbahçe’deki muvaffakiyetlerim beni en ziyade memnun eden zamanlardan olmuştur. Bu dakikalar spor hayatımdaki en iyi izleri bırakmıştır.

    Fakat son Macarlara karşı talihsiz ikmal kurbanlığı bu sevincimi  birden bire yine durdurduysa da şimdi yine arızadan kurtuldum ve yakında takımımdaki maçlarda eski mevkiimi almaya çalışacağım. Ve bilhassa olimpiyatta Türk takımına layık bir oyuncu olduğunu göstereceğim.

    Alaaddin Baydar (Resimli Ay – 1924 – Çalımların Efendisi Fenerbahçe Efsanesi)

  • Çalımların Efendisi, Fenerbahçe Efsanesi

    1924 tarihli Resimli Ay mecmuasından aktarmaya devam ediyoruz… Zeki Rıza Sporel’den sonra, bu defa Alaaddin Baydar… “Kıvır Âlâ” lakabının sahibi bu Fenerbahçe efsanesi hakkında söylenecek çok şey var. Sözü kendisine Çelebizade Sait Tevfik’e ve kendisine bırakalım.

    * * * * * *

    İnce sesi, yanık yüzü, çekik gözleriyle bütün spor alemine kendini sevdiren Alaaddin Bey’in hatıratını yazarken spor aleminin bu pek kıymetli oyuncusu hakkında bir kelime-i sitayiş bulamadık.

    Mukavvis bacakları arasındaki topun harekatını her gün pek lezzetle seyrettiğimiz bu şen idmancının daha pek küçükten beri halkı nasıl kendisine celp ettiği şayan-ı hayrettir.

    Şehrimizi ziyaret eden enternasyonel bir çok muavin ve müdafileri pek kolaylıkla geçerek kaleye topu göndermeleri, seyretmekle doyulur sahneler değildir.

    Bu gencimiz, Macarlar ile son maçında ayağı sakatlanmış ise de şimdi yine iyileşerek, pek sevdiği kulübünün maçlarına iştirak edecek bir vaziyete gelmiştir.

    İdmancılarımızın hayatını yazarken Zeki Bey’den sonra herkesin aklına Alaaddin’in geleceğini bildiğimizden kendisini sıraya ithal ediyoruz. Bakalım bu oyuncu hayatını nasıl naklediyor :

    * * * * * *

    Hatıralardan müteşekkil bir kül vücuda getirmek, hele şimdiye kadar nefsinde böyle bir ihtiyaç duymamış benim gibi bir insan için itiraf ederim ki pek müşkül, pek külfetli olacak.

    Eğer bir zamanlar Türk futbolculuğunda mütevazı bir mevkim olacağını tahmin etmiş olsaydım, belki alakadar olanlar bulunur diye, safahat-ı hayatımı tespite çalışırdım. Böyle bir şey yapmadım. Binaenaleyh hatıramda derin izler bırakmış olan vekayi’ gelişigüzel hikaye etmekle iktifa ediyorum.

    Pederim henüz vefat etmiş, biz de Cağaloğlu’ndan Kadıköy’e taşınmıştık. Cevizlik’de oturuyorduk. Evimizden her sabah maaile Moda banyolarına giderken yolumuz daima İngilizlerin o zaman (tenis) oynadıkları sahanın önünden geçerdi.

    Ben durur, koskocaman adamların küçük bir top peşinde koşarken aldıkları seri ve seyyal vaziyetleri dikkatle seyrederdim.

    Bir gün onları seyrederken, birkaç Rum çocuğunun, tenis toplarına müşabih bir topla oynadıklarını, fakat daima ayakla vurduklarını gördüm.İşte futbol oyununu birinci defa olarak o gün görmüştüm. Eve döndükten sonra ilk işim o toplardan bir tane tedarik etmek oldu. Artık bütün günlerim vasi’ bahçemizde o küçük topun peşinde koşmakla geçiyordu. Komşu çocukları ziyaya üşüşen pervaneler gibi etrafımda toplanmakta gecikmediler.

    Fakat pek hoşuma giden bu tarz-ı hayatın devamına bir mani çıktı. Annem ve büyükannem razı olmuyorlardı. Birkaç da ciddi mahzur görüyorlardı. Mütemadiyen koşmak, terlemek, yorulmak esasen pek zayıf ve naif bünyem üzerinde bir su-i tesir yapabilirdi.

    Fakat ne ailemin serdettiği mehazir, ne de bilahare gösterdikleri cebir ve şiddet benim iptila derecesini bile geçen heves ve merakım önünde kesinlikle semeredar olamadı. Ben vaki olan bu muhalife mukavemet edemeyince artık top sahasını, top muhitinden daha uzaklara, mesela Yoğurtçu’ya, bakla tarlasına nakletmiştim. Oyunlardan sonra terimi kurutmak için biraz bekler ve eve öyle giderdim.

    Kim ne derse desin, ben şuna mutekiddim ki çocuklar arasında küçük bir topla oynanan oyunların futbolculuktaki muvaffakiyet üzerine çok mühim bir tesiri vardı. Bir çocuğun ayağındaki topu başkasına kaptırmamak için (çalımlar) ihtira etmesi, başkasındaki topu almak için de usuller icat etmesi, muvaffak olmak için çocuk zihniyetinin bütün kabiliyetini kullanması, futbolculuk istidatlarını temin ettiren ilk esaslardır. Ve diyebilirim ki futbolda (sanat) ancak o küçük top peşinde koşmakla doğar.

    İşte böyle daima koşarak, daima terleyerek geçen günlerimizden birinde, Cevizlik çayırında kendileri gibi kocaman bir topla oynayan birkaç adama tesadüf ettik. Bizim oynadığımız toplardan daha büyük topların mevcut olduğunu işitmiştim.  Fakat hiçbir zaman böyle sert, kocaman bir top tahayyül edemezdim. Hele bıyıklı adamların da top oynayacağını tasavvur etmek, on beş sene evvelki çocuk zihniyetimin kabul edemeyeceği yeniliklerdendi. Topu bir vuruşta bulutlara kadar yükselten bu (büyük) adamları hâşiane bir hiss-i takdirle seyre dalardım.

    İşte Fenerbahçe Kulübü o sıralarda tesis edildi. Bir kulüp binası tedarik edilemediği için içtimalar azaların evlerinde münavebeten yapılıyordu. Ağabeyim de Fenerbahçe’nin müessislerindendi. Onun için bazen bizim evde toplanılırdı. Hiç unutmam; evde onlara kahve ve çay getirecek adamlar mevcut iken titreye titreye kahveyi dökmemek için heyecanlar hissederek onlara hizmet eder ve yalnız nazarımda her biri mühim birer şahsiyet olan o futbolcuların zevk-i temaşasıyla iftihar için heyecanlı ve helecanlı dakikalar yaşardım. Diyebilirim ki o gençlerin arasında bulunmaktan hissettiğim zevki bilahare hiçbir muarefeden, hiçbir muvaffakiyetten alamadım. O büsbütün başka, büsbütün müstesna bir şeydi.

    Artık ben de iki numara bir top almıştım. Küçük topu ihmal ediyordum. Maharetim hayli artmıştı. Büyükler, ağabeyim, Galip Bey, Elkatipzade Mustafa Bey, toplanırlar, kahkahalarla, ‘Bravo!’larla çalımlarımı takdir ederlerdi. Bilseniz bu takdir olunmak benim için ne büyük bir hazz-ı ruhi, ne derin bir teşvik oluyordu.

    Artık biz de kendimize göre kulüpler yapıyor, aramızda reisler, reis-i saniler ve hatta reis-i salisler intihap ediyorduk ve avuç içi kadar yerlerde otuz kişilik futbol müsabakaları tertip ediyorduk. Hele böyle bir müsabakayı, futboldaki muvaffakıyetim üzerine katî bir tesiri olan bir şahsiyetle tanışmaklığımı hiç unutmamam.

    Kurbağalıdere Kulübü ile Yoğurtçu’da bir müsabaka yapıyorduk. Bilafasıla, hakemsiz, haftaymsız, belki iki buçuk saat oynamıştık ve neticede bizim taraf kazanmıştı. Artık oyun bitmiş ve biz galebe zevki ile, onların kabahati yekdiğerine atfederek münakaşalarını seyrediyorduk.

    Uzaktan at üzerinde bizim yaşta bir çocuk geldi ve bize doğru yaklaştı. Bekir onu görür görmez hemen fırladı ve;

    – “Yine gelmedin. Bak Zeki, yenildik” diye serzenişe başladı.

    Çocuklar arasında resmî takdim olamayacağı cihetiyle aramıza gelmesi, beynimizde bir muarefe tesisi için kafiydi. Sırası gelmişken kaydedeyim ki ben Zeki’yi gördüğüm ve beraber oynadığım oyuncular arasından, hepsinden yüksek addederim. Zeki futbolda en ziyade düşünerek oynayan, etraftakilerin hakiki kıymetlerini izhare en ziyade vesileler bırakan yegane merkez muhacimimizdir.

    İşte bu sıralarda Fenerbahçe Kulübü’nün üçüncü ve dördüncü takımlarının teşkili, beni, Zeki’yi, Feyzi’yi bir araya topladı. Bizim takımların tesisine kulüpçe memur edilen Elkatipzade Mustafa Bey bize daima nezaret eder ve Yoğurtçu’da o zaman Papazın Bahçesi denilen şimdiki Union Kulüp sahasında bize mütemadiyen oyunlar yaptırırdı. Bize futbol hakkında ilk hakiki fikri veren Mustafa Bey olmuştur.

    Papazın Bahçesi’nde ekseriya Galatasaray, Maccabi, Sanayi kulüpleriyle dördüncü takımdan oynar ve hemen hemen en heyecanlı maçlar kadar temaşakar celp ederdik. Hakikaten bizim gibi küçücük çocukların kocaman adamları fırıl fırıl döndürmesi şayan-ı temaşa bir şeydi.

    Zeki ile beraber üçüncü takıma çıktık. Orada da muvaffakıyet bizi takip etti. Bekir de bize o zaman iltihak etmişti. Fakat vücudumun nehafetini ileri süren takım kaptanı, bilhassa ağabeyimin ısrarıyla beni çok defa oynatmıyordu. Bazı kereler kulüpte hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum.

    Altı sene üçüncü takımda Zeki, Bekir ve ben beraber oynadık. Bekir bizden evvel ikinci takıma alındı. Bekir’in sağlam ve süratle inkışaf eden vücudu atılmaya müstaid bünyesi terakkide tekaddüm etmesine saik oluyordu.

    O sıralarda Galatasaray mektebine devam ediyordum. Mektebin en maruf çalımcısı olan (Sadi) ile beraber bütün teneffüs zamanlarında birbirimize çalım yutturmak için çalıştığımızı derhatır ederim. Bazen onu ben kandırdığım zaman (Yaşa Fenerli) diye, o muvafık olduğu zaman (Yaşa Galatasaraylı) edasıyla taraftarlarımızın takdir ve istihzasını celp ederdik.

    Bir gün İdman Yurdu ile yapılacak bir müsabakayı seyretmek için birinci futbol takımıyla beraber Anadolu Hisarı’na gitmiştik. O gün Bekir ilk defa olarak birinci takımda oynayacaktı. Orada toplandık.

    Maatteessüf birkaç kişi, bilhassa muvaffakıyetlerin daima en büyük amili olan sol iç muhacim Sait Bey gelememişlerdi. Tabii eksik çıkmak doğru olmazdı. Mevcutlar arasından Zeki ve ben tefrik edildik. Zeki sağ iç, ben de sol açık olarak oyuna girdik.

    Futbol oynattırılmadığı için hüngür hüngür ağlayan bir çocuğun birinci takımda oynamaktan hissedeceği süruru artık siz takdir ediniz. Çünkü kendime daima gaye ittihaz ettiğim bir emelde muvafık olmuştum. O gün iki gol yaptım.

    Bilahare sağ açık Nuri, Bekir ve Hikmet Beylerin kulüpten infikakları, Zeki ile beni tamamıyla birinci takıma iltihak ettirdi.

    Hiç unutmam bir gün Altınordu ile oynuyorduk. Ben sağ açık, Zeki sol iç… Karşımızda şimdi Beşiktaş’ta oynayan Tevfik Bey vardı. Tevfik Bey bir bana koşuyor, bir Zeki’ye, fakat bütün mesaisine rağmen topu alamayınca oturuyordu. Kahkahalarla gülen halka karşı (Bu bacaksızlarla top oynanmaz) diye bağırmıştı.

    Birinci takımda bulunduğum altı yedi seneden beri Fenerbahçe’nin bütün zaferlerine iştirak ettim. Yalnız en heyecanlı maçlar Altınordu ve Galatasaray ile yapılanlar olmuştur. Fakat Slavyalılara karşı milli takımdaki oyunum ile Moroveskalılara karşı Fenerbahçe’deki muvaffakiyetlerim beni en ziyade memnun eden zamanlardan olmuştur. Bu dakikalar spor hayatımdaki en iyi izleri bırakmıştır.

    Fakat son Macarlara karşı talihsiz ikmal kurbanlığı bu sevincimi  birden bire yine durdurduysa da şimdi yine arızadan kurtuldum ve yakında takımımdaki maçlarda eski mevkiimi almaya çalışacağım. Ve bilhassa olimpiyatta Türk takımına layık bir oyuncu olduğunu göstereceğim.

    Alaaddin Baydar (Resimli Ay – 1924)

  • En Büyük Futbolcumuz

    En Büyük Futbolcumuz

    Zeki Rıza Sporel ve Alaaddin Baydar… Fenerbahçe’nin ve Türk futbolunun en büyük iki golcüsü… 1924 tarihli Resimli Ay dergisinde Çelebizade Sait Tevfik Bey, başka sporcuları da tanıtacağı köşesine bu iki isimle başlıyor. Önce Zeki Rıza Sporel… En büyük futbolcumuz!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    En Büyük Futbolcumuz Hayatını Anlatıyor

    Zeki Bey’i çok küçükten tanıdığım için idmancıların spor hayatını yazmaya kendisinden başladım. Daha ufak yaştan itibaren kuvvetli şutlarıyla, kıymetli, mahir çalışmalarıyla, seri kurtuluşlarıyla herkesin nazar-ı dikkatini celp eden bu pek ufak cüsse, kendisine mukabil iri rakipleri arasında daima iyi bir numara alır. Hatta gerek Fenerbahçe’nin ve gerek milli takımımızın yaptığı sayıları tetkik edersek hemen kısm-ı azamının bu küçük vücudun küçük ayağı tarafından yapıldığını görürüz. Son olaylarda sakatlanan bu kıymetli oyuncumuza afiyet temenni ederken kendisinin de pek meraklı menakıbını hususi kelamından dinlemek isteriz :

    Söz Zeki Rıza Sporel’de

    “On dört on beş sene oluyor, Kadıköy’den Kuşdili çayırlarına henüz taşınmıştık. Bir akşam kısa pantolonlu, lisanlarını anlamadığım birkaç ecnebinin, o garip kıyafetleriyle, yuvarlak büyük bir top peşinde mütemadiyen koştuklarını, bazen kafalarıyla ve bazen ayaklarıyla topu birbirlerine attıklarını gördüm. Bilmem neden o günden itibaren topa karşı garip, meraklı bir heves duydum. Artık gezmeden ve eğlenmekten ibaret sade programıma bir de top oyunu temaşası karışmıştı. Akşam muayyen vaktinde gider, o ecnebileri adeta bir zevk-i taabbüdle seyrederdim.

    Öyle bir gün hulul etti ki yalnız seyretmek, futbola karşı olan merakımı teskin edememeye başladı. Ben de bir top tedarik ettim ve ağabeyim, küçük kardeşim Arif hep bir arada oynamaya başladık. O zaman Galatasaray’a devam eden ve bize nazaran futbolu daha iyi anlamış olan ağabeyim Hasan Kamil tahsil günlerinde bizi karşısına alır ve topa nasıl vurulacağını, nasıl tutulacağını öğretirdi.

    Üç dört ay sonra Kurbağalıdere’ye taşınmıştık. Oranın vasi’ meydanları futbol için daha müsaitti. Esasen bunlarda bütün meydanlarda sabahtan akşama kadar çocuktan büyüğe kadar bir çok gruplar mütemadiyen top oynuyorlardı. Biz de bunların arasına karıştık. İki üç ay sonra güya ben de iyi futbol oynayanlar arasında bulunuyordum, futbolun ruhumdaki boşluğu imla eden bir hususiyeti bir mevcudiyeti var sanılırdı. İstidad ve hevese makrun olan her şey gibi, futbol da arzu ve hevesime ram olmuş gibiydi. Bu hal iki sene kadar devam etti.

    Futbolda kazandığımız meleke bizi muhitimiz hariciyle boy ölçüşmeye sevk ediyordu. Kurbağalıdere Kulübü namıyla arkadaşlardan bir kulüp yaptık. Az zaman zarfında emellerimiz tahakkuk ve tetevvüc etti. Çünkü o zamanlar kulübümüzde ağabeyim, Arap Feyzi (merhum), Mazhar (merhum), Kamil gibi maruf ve iyi oyuncular da vardı. İşte bugün ismi silinen bu kulüple yaptığımız ilk müsabaka esasında şimdi beraber oynadığımız sağ iç muhacim Alaaddin ile tanıştık. O zamandan Alaaddin’in ani ve anlaşılamaz çalımlarını, hakim oyunlarını çok takdir eder ve severdik. Şimdiki Alaaddin için hiçbir şey yazmayacağım. Çünkü Alaaddin’i herkes görüyor ve biliyor…

    Askerî Okulda

    Günün birinde talih bizi Bursa Mekteb-i askeriyesine sevk etti. Tabii burada futbol yoktu. Alıştığım, hemen hemen müptelası olduğum topu artık derin bir hasretle yad etmekten, akşamları efkarla gözlerimi dikerek yüksek şahikaların öbür tarafında, o dakikalarda topla uğraşan arkadaşlarımı hatırlamaktan başka bir zevk duyamıyordum. İstanbul’dan top getirtmek hususundaki birkaç teşebbüsüm maatteessüf  zabitlerimizin inat ve ısrarı önünde önünde fayda vermedi. Maahaza büsbütün nevmid olmadım. Arkadaşlarımızı bilhassa İstanbul’dan gelenleri tahrik ederek zabitlerimiz nezdinde umumi bir teşebbüste bulunduk, yalvardık, rica ettik. En nihayet bir  lütf-ü aliyül ala olmak üzere irade-i müdüriyetpenahi şerefsadr oldu; müsaade verildi. Artık sevince had ve payan yoktu. Nihayet çok sevdiğim topa kavuşmuştum.

    İki sene sonra İstanbul’a avdetimde diğer rüfeka kısmen tebdil-i mekan etmiş ancak pek azları kalmıştı. Bu sıralarda arkadaşlarımdan Cafer ve Haydar Bey ile beni Fenerbahçe Kulübü’ne davet ettiler. İşte o günkü oyunda ilk defa olarak Sarı-Lacivert formayı giymiştim. İhtimaldir ki Fenerbahçe’ye bizi büyük bir samimiyetle bağlayan minnettar hislerimi o günün gurûr muvaffakiyetinden topladım.

    Bizi çalıştırmaya memur edilen Mustafa  Bey’in tarz-ı mesaisindeki intizam ve vukuf dolayısıyla çok yardımını gördüm. O zaman dördüncü ve üçüncü takımları teşkil eden çocukların pek az istisnalarıyla bugün spor aleminin  belli başlı futbolcularından olması Mustafa Bey’in bu husustaki ihtisasının en bariz bir delilidir.

    Sırasıyla dördüncü ve üçüncü takımlarda  oynadım. Kuvvet ve oyun nokta-i nazarından bize tekabül eden Galatasaray timleriyle başlayan  müsabakalarımız güzel ve heyecanlı oluyordu. Bir gün Anadolu Hisarı’nda galiba İdman Yurdu ile birinci takımın bir müsabakasını seyre gitmiştim ve takımın eksik olması küçük olmamıza rağmen Alaadin’le benim maça iştirakimize sebep oldu. O gün her ikimiz de muvaffak  olmuştuk. Fakat yine muntazaman birinci takımın oyunlarına dahil olamıyorduk. Bilahare Nuri  Bey’lerin ve Hikmet Beylerin istifaları ile hasıl olan boşlukları Alaaddin ile beraber doldurmuştuk.

    A Takımda İlk Maç

    Hiç unutmam ilk maçımızı Anadolu ile yapmıştık. Nuri, Bekir ve Hikmet Beylerin add-i mevcudiyetiyle açılan rahneyi Fenerbahçe’nin nasıl dolduracağını halk münakaşa ediyor ve etrafta müteaddit rivayetler dolaşıyordu. En nihayet ahalinin meraklı nazarları altında yeni şahsiyetler olarak biz gösterildik. Kabiliyet ve muvaffakıyet ihtimallerinden şüpheye düşen bir çok kimselerin dudak büktüğünü halen hatırlarım. O oyunda ezilmemekliğimiz için, Mustafa Bey’in rey ve tensibiyle ben sol  açık Alaaddin de sağ açık oynamıştı. O gün ben üç gol yapmıştım. Etraftaki  dudak bükenlerin istihfafı hayrete inkılap etmişti. Ve ilk oyunun böyle zaferle neticelenmesi istikbalim hakkında bana güzel ümitler veriyordu.

    Hiçbir zaman hudperest değilim ve olmadım. Boyum uzadıkça yavaş yavaş sol iç ve nihayet asıl mevkiim olan merkez muhacim olarak oynamaya başladım. Takımımız yine eski mevkiini kazandı. O zaman en kavmi rakibimiz bizden aldığı aza ile kuvvetlenen Altınordu idi. Fakat şurasını da kaydedeyim ki aramızdaki müthiş rekabete rağmen maçlarımız daima büyük bir samimiyetle cereyan eder ve yensek de yenilsek de yalnız oyunda, maharetle kazanmak arzusu sinirlerimize tahakküm ederdi. Yoksa hiçbir taraftan galebede hasmı hakir görmek aklımızdan geçmezdi.

    Futbol hayatımda müteaddit defalar muhtelit takımda merkez muhacimi olarak oynadım. Ve en memnun olduğum maç da Slavya’ya karşı olmuştur. Son seneler tenis ile fazla meşgul oluyordum. Bu oyunda  futbol kadar meraklı ve uzun seneler çalışmakla elde edilen güç bir spordur. En ziyade sevdiğim spor denizciliktir”

    İşte hayatının kısa bir tarihine tarihçesini yaptığımız bu sevimli arkadaşımız Kuleli İdadisini ikmal  etmiş ve boyunun kısa bulunmasından dolayı askeri baytar mektebine nakledilmiştir. Harb-ı umumi  senelerini Haydarpaşa’daki Karacaahmet mezarlığına dayanan küçük binada geçirerek bilahare  baytar zabiti olarak mektepten neş’et etmiştir.

    Çelebizade Sait Tevfik Bey / En Büyük Futbolcumuz Hayatını Anlatıyor

  • En Büyük Futbolcumuz Hayatını Anlatıyor

    Zeki Rıza Sporel ve Alaaddin Baydar… Fenerbahçe’nin ve Türk futbolunun en büyük iki golcüsü… 1924 tarihli Resimli Ay dergisinde Çelebizade Sait Tevfik Bey, başka sporcuları da tanıtacağı köşesine bu iki isimle başlıyor. Önce Zeki Rıza Sporel…

    * * * * * *

    Zeki Bey’i çok küçükten tanıdığım için idmancıların spor hayatını yazmaya kendisinden başladım. Daha ufak yaştan itibaren kuvvetli şutlarıyla, kıymetli, mahir çalışmalarıyla, seri kurtuluşlarıyla herkesin nazar-ı dikkatini celp eden bu pek ufak cüsse, kendisine mukabil iri rakipleri arasında daima iyi bir numara alır. Hatta gerek Fenerbahçe’nin ve gerek milli takımımızın yaptığı sayıları tetkik edersek hemen kısm-ı azamının bu küçük vücudun küçük ayağı tarafından yapıldığını görürüz. Son olaylarda sakatlanan bu kıymetli oyuncumuza afiyet temenni ederken kendisinin de pek meraklı menakıbını hususi kelamından dinlemek isteriz :

    “On dört on beş sene oluyor, Kadıköy’den Kuşdili çayırlarına henüz taşınmıştık. Bir akşam kısa pantolonlu, lisanlarını anlamadığım birkaç ecnebinin, o garip kıyafetleriyle, yuvarlak büyük bir top peşinde mütemadiyen koştuklarını, bazen kafalarıyla ve bazen ayaklarıyla topu birbirlerine attıklarını gördüm. Bilmem neden o günden itibaren topa karşı garip, meraklı bir heves duydum. Artık gezmeden ve eğlenmekten ibaret sade programıma bir de top oyunu temaşası karışmıştı. Akşam muayyen vaktinde gider, o ecnebileri adeta bir zevk-i taabbüdle seyrederdim.

    Öyle bir gün hulul etti ki yalnız seyretmek, futbola karşı olan merakımı teskin edememeye başladı. Ben de bir top tedarik ettim ve ağabeyim, küçük kardeşim Arif hep bir arada oynamaya başladık. O zaman Galatasaray’a devam eden ve bize nazaran futbolu daha iyi anlamış olan ağabeyim Hasan Kamil tahsil günlerinde bizi karşısına alır ve topa nasıl vurulacağını, nasıl tutulacağını öğretirdi.

    Üç dört ay sonra Kurbağalıdere’ye taşınmıştık. Oranın vasi’ meydanları futbol için daha müsaitti. Esasen bunlarda bütün meydanlarda sabahtan akşama kadar çocuktan büyüğe kadar bir çok gruplar mütemadiyen top oynuyorlardı. Biz de bunların arasına karıştık. İki üç ay sonra güya ben de iyi futbol oynayanlar arasında bulunuyordum, futbolun ruhumdaki boşluğu imla eden bir hususiyeti bir mevcudiyeti var sanılırdı. İstidad ve hevese makrun olan her şey gibi, futbol da arzu ve hevesime ram olmuş gibiydi. Bu hal iki sene kadar devam etti.

    Futbolda kazandığımız meleke bizi muhitimiz hariciyle boy ölçüşmeye sevk ediyordu. Kurbağalıdere Kulübü namıyla arkadaşlardan bir kulüp yaptık. Az zaman zarfında emellerimiz tahakkuk ve tetevvüc etti. Çünkü o zamanlar kulübümüzde ağabeyim, Arap Feyzi (merhum), Mazhar (merhum), Kamil gibi maruf ve iyi oyuncular da vardı. İşte bugün ismi silinen bu kulüple yaptığımız ilk müsabaka esasında şimdi beraber oynadığımız sağ iç muhacim Alaaddin ile tanıştık. O zamandan Alaaddin’in ani ve anlaşılamaz çalımlarını, hakim oyunlarını çok takdir eder ve severdik. Şimdiki Alaaddin için hiçbir şey yazmayacağım. Çünkü Alaaddin’i herkes görüyor ve biliyor…

    Günün birinde talih bizi Bursa Mekteb-i askeriyesine sevk etti. Tabii burada futbol yoktu. Alıştığım, hemen hemen müptelası olduğum topu artık derin bir hasretle yad etmekten, akşamları efkarla gözlerimi dikerek yüksek şahikaların öbür tarafında, o dakikalarda topla uğraşan arkadaşlarımı hatırlamaktan başka bir zevk duyamıyordum. İstanbul’dan top getirtmek hususundaki birkaç teşebbüsüm maatteessüf  zabitlerimizin inat ve ısrarı önünde önünde fayda vermedi. Maahaza büsbütün nevmid olmadım. Arkadaşlarımızı bilhassa İstanbul’dan gelenleri tahrik ederek zabitlerimiz nezdinde umumi bir teşebbüste bulunduk, yalvardık, rica ettik. En nihayet bir  lütf-ü aliyül ala olmak üzere irade-i müdüriyetpenahi şerefsadr oldu; müsaade verildi. Artık sevince had ve payan yoktu. Nihayet çok sevdiğim topa kavuşmuştum.

    İki sene sonra İstanbul’a avdetimde diğer rüfeka kısmen tebdil-i mekan etmiş ancak pek azları kalmıştı. Bu sıralarda arkadaşlarımdan Cafer ve Haydar Bey ile beni Fenerbahçe Kulübü’ne davet ettiler. İşte o günkü oyunda ilk defa olarak Sarı-Lacivert formayı giymiştim. İhtimaldir ki Fenerbahçe’ye bizi büyük bir samimiyetle bağlayan minnettar hislerimi o günün gurûr muvaffakiyetinden topladım.

    Bizi çalıştırmaya memur edilen Mustafa  Bey’in tarz-ı mesaisindeki intizam ve vukuf dolayısıyla çok yardımını gördüm. O zaman dördüncü ve üçüncü takımları teşkil eden çocukların pek az istisnalarıyla bugün spor aleminin  belli başlı futbolcularından olması Mustafa Bey’in bu husustaki ihtisasının en bariz bir delilidir.

    Sırasıyla dördüncü ve üçüncü takımlarda  oynadım. Kuvvet ve oyun nokta-i nazarından bize tekabül eden Galatasaray timleriyle başlayan  müsabakalarımız güzel ve heyecanlı oluyordu. Bir gün Anadolu Hisarı’nda galiba İdman Yurdu ile birinci takımın bir müsabakasını seyre gitmiştim ve takımın eksik olması küçük olmamıza rağmen Alaadin’le benim maça iştirakimize sebep oldu. O gün her ikimiz de muvaffak  olmuştuk. Fakat yine muntazaman birinci takımın oyunlarına dahil olamıyorduk. Bilahare Nuri  Bey’lerin ve Hikmet Beylerin istifaları ile hasıl olan boşlukları Alaaddin ile beraber doldurmuştuk.

    Hiç unutmam ilk maçımızı Anadolu ile yapmıştık. Nuri, Bekir ve Hikmet Beylerin add-i mevcudiyetiyle açılan rahneyi Fenerbahçe’nin nasıl dolduracağını halk münakaşa ediyor ve etrafta müteaddit rivayetler dolaşıyordu. En nihayet ahalinin meraklı nazarları altında yeni şahsiyetler olarak biz gösterildik. Kabiliyet ve muvaffakıyet ihtimallerinden şüpheye düşen bir çok kimselerin dudak büktüğünü halen hatırlarım. O oyunda ezilmemekliğimiz için, Mustafa Bey’in rey ve tensibiyle ben sol  açık Alaaddin de sağ açık oynamıştı. O gün ben üç gol yapmıştım. Etraftaki  dudak bükenlerin istihfafı hayrete inkılap etmişti. Ve ilk oyunun böyle zaferle neticelenmesi istikbalim hakkında bana güzel ümitler veriyordu.

    Hiçbir zaman hudperest değilim ve olmadım. Boyum uzadıkça yavaş yavaş sol iç ve nihayet asıl mevkiim olan merkez muhacim olarak oynamaya başladım. Takımımız yine eski mevkiini kazandı. O zaman en kavmi rakibimiz bizden aldığı aza ile kuvvetlenen Altınordu idi. Fakat şurasını da kaydedeyim ki aramızdaki müthiş rekabete rağmen maçlarımız daima büyük bir samimiyetle cereyan eder ve yensek de yenilsek de yalnız oyunda, maharetle kazanmak arzusu sinirlerimize tahakküm ederdi. Yoksa hiçbir taraftan galebede hasmı hakir görmek aklımızdan geçmezdi.

    Futbol hayatımda müteaddit defalar muhtelit takımda merkez muhacimi olarak oynadım. Ve en memnun olduğum maç da Slavya’ya karşı olmuştur. Son seneler tenis ile fazla meşgul oluyordum. Bu oyunda  futbol kadar meraklı ve uzun seneler çalışmakla elde edilen güç bir spordur. En ziyade sevdiğim spor denizciliktir”

    İşte hayatının kısa bir tarihine tarihçesini yaptığımız bu sevimli arkadaşımız Kuleli İdadisini ikmal  etmiş ve boyunun kısa bulunmasından dolayı askeri baytar mektebine nakledilmiştir. Harb-ı umumi  senelerini Haydarpaşa’daki Karacaahmet mezarlığına dayanan küçük binada geçirerek bilahare  baytar zabiti olarak mektepten neş’et etmiştir.

    Çelebizade Sait Tevfik Bey

  • Fener’in Aslanı : Kaleci Arslanyan

    İşgal yıllarında ve sonrasında Fenerbahçe forması giyen “Ceylan” lakaplı Bedri Gürsoy, Akşam gazetesindeki köşesinde Fenerbahçe’nin meşhur kalecisi Arslanyan’ı yazmış.

    * * * * * *

    Onu tanıyanlar, oyununu görenler pek iyi bilirler. Küçüktüm ama ben de pekâlâ hatırlıyorum. Arslanyan, ne yaman, ne mahir kaleci idi. Kısa boylu, tıknaz vücutlu, kalın bacaklı olan bu oyuncu, bu hali ile hiç de fevkalade bir sporcu ve futbolcu tipi göstermezdi. Hele onun lastik top gibi çevikliğine imkanı yok ihtimal vermezdiniz. Oyun haricinde konuşması, oturması kalkması o kadar ağır, sanki kurşun gibi idi.

    Arslanyan’ın yüzünde derhal fark edilen, göze çarpan bir alamet vardı. Etli ve iri burnu ucundan ağıza doğru adamakıllı yatık ve basıktı. Bu usta kalecinin yürüyüşünde ve iki tarafa yalpa vura vura koşuşunda da bir hususiyet vardı.

    Eşsiz futbolcumuz Bekir’in en beğendiği ve hatta yıldığı kaleci Arslanyan’dı. Buna mukabil Arslanyan’ın da en çok takdir ettiği, korktuğu, golünü yediği muhacim Bekir’di. Bekir’in patlattığı o meşhur bomba gibi şutların çoğu Arslanyan’ın soğukkanlı, tecrübeli oyunu karşısında erirdi. Lâkin bunlardan bir ikisi bir kere de yerini ve yolunu buldu mu Arslanyan’ın kımıldamasına bile vakit kalmadan kale ağlarına yapışırdı.

    Bir zamanlar Fenerbahçe Kulübü’nden başta Otomobil Nuri, Bekir, Beleş Cemil ve Haydar olmak üzere birçok değerli oyuncular çıkmışlar, Altınordu Kulübü’nü kurmuşlardı. Altınordulular, aralarında Bekir gibi bir oyuncu da dahil bulunduğu halde Fenerbahçe’nin karşısına canlı ve kuvvetli bir rakip çıkarmaya başlamışlardı. Bundan dolayı o zamanlar Altınordu ile Fener’in karşılaşmaları cidden çok çetin olurdu.

    İşte gene bir gün böyle hararetli maçlardan birinde adeta bir Arslanyan ve Bekir mücadelesi olmuştu ki bu futbol hatırasını ömrüm oldukça unutamam.

    Maç çok hızlı ve heyecanlı oluyordu. Bu anlarda en çok göze çarpan ve seyircileri heyecandan titreten vaziyet şu idi : Kulüp değiştirmek meselesinden Bekir’e son derece içerleyen, koyu Fenerbahçeli olan Arslanyan sanki Bekir’e gol attırmamaya ahdetmişti. Bekir’in en demir gibi şutlarını uzaktan, yakından, havadan, yerden ne pozisyonda gelirse gelsin akıllara hayret verecek bir maharetle yakalıyor ve her defasında da topu geriye fırlatırken Bekir’i fırsat bu fırsat diye kızdırıyor, ona şu şekilde bağırıyordu:

    – Bunu da atamadın… Nafile.. Başka sefere!

    Lâkin Bekir bu… Bunun altında kalır mı? Bir aralık ne yapıp yapıp ayağına geçirdiği topu yıldırım hızıyla kaleye doğru sürüyor, önüne gelen tam üç kişiyi ayrı ayrı o müthiş vücut ve ayak çalımıyla atlatıyor Nihayet seri bir eşape ve sonra birden on on iki adımdan kalenin sol köşesine şimşek gibi şutunu savuruyor. Bekir’in topa vurduğu zaman çıkardığı kendine mahsus o bomba gibi tok sesini işitiyoruz. O anda da topu ağların içerisinde görüyoruz. Arslanyan bu tutulmaz şut karşısında şaşırarak hareket bile edememiştir.

    Nihayet Arslanyan’ın inatçı ve müessir oyunu karşısında Bekir, işte bu şekilde enfes bir gol ile intikamını almış oluyordu.

    Kaleci Arslanyan, hızından kale ağlarına dolaşan topu söylene söylene çıkartmakla meşgul iken, Bekir’in şu şekilde bağırdığı işitiliyordu:

    – Zahmet etme, biraz sonra bir tane daha atacağım!.. İkisini beraber çıkartırsın!..

    Arslanyan bugün sağ mıdır, ölmüş müdür, nerededir? Bilmiyorum. Onu en son olarak Türk milli takımının 925 senesinde Romanya milli takımı ile Bükreş’te yaptığımız maçtan sonra görmüştük. Oyundan sonra yanımıza koştu. Bükreş’te ticaretle meşgul olduğunu söyledi. Maçı kazandığımız ve iyi bir oyun gösterdiğimiz için hepimizi tebrik etti. Romanyalı oyuncular hakkında izahat verdi. Gözleri yaşla dolu olduğu halde İstanbul’un hasretini çektiğini söyledi.

    Oyun Tarzı, Hususiyeti, Meziyetleri ve Noksanları

    Kendi kendine görgüsüz, muallimsiz, antrenörsüz yetişen, Fenerbahçe kalesini senelerdir top uçurmadan bekleyen bu meşhur kalecinin oyun tarzı bambaşkadır. Plonjonu, eşapesi, blokesi, degajmanı, her şeyi ne şimdiki futbol sistemine, ne de bugünkü kalecilerimizin oyun tarzına benzer. Mesela, Arslanyan başının ucundan havadan kurşun gibi gelen topları ellerini çırparmış gibi havada bir hareket yaparak armut tutar gibi kolayca tutardı. Hem de nasıl? Bütün hızıyla ok gibi gelen top bu kuvvetli iki tokatın ve bileğin arasında mengeneye sıkışmış gibi hareketsiz mıhlanıp kalmak şartıyla!.. Bu nasıl oluyordu? (Zira şimdiki kaidelere nazaran bu suretle top tutmak hatalıdır, sakattır, tehlikelidir.) Onu düşünmeyiniz. Belki başta kaleciler bu şekilde top tutmaya kalksalar, ellerini de yırtarak top içeri girer, gol olur. Hele bu Bekir’in şutu olursa… Lakin Arslanyan’ın bir defasında olsun bu suretle tuttuğu topları kaçırdığı görülmemiştir.

    Son derece soğukkanlı idi. Kalede sanki hiçbir şey görmüyormuş gibi lakayd, ağır ağır hareket ederdi. Lakin birden lüzumu anında zıplar, bu lapacı gibi görünen vücut, çevikleşir, sanki civa kesilirdi.

    Arslanyan kadar karşısındaki oyuncunun pozisyonundan topu nereye ayacağını kestiren bir kaleci diyebilirim ki dünya yüzüne pek az gelmiştir. Karşısında hasım oyuncu, daha topa vurmadan o, çevik hareketlerle derhal yer tutardı.

    Zaviye kapayışları, zaviyeden kurtardığı goller, bir taraftan bir tarafa şimşek gibi plonjonlar, icabında, bilhassa kornerlerde, havaya sıçramalarla top yumruklamaları, oyuncu karşısına zamanında yaptığı yerinde cesur, enerjik deparlar bir tek kelime ile mükemmeldi.

    Kusur mu? Arslanyan gibi bir kalecide kusur aramak bir parçacık olsun futboldan anlamamaktır. Halbuki ben azıcık olsun bu işten anlarım diye geçiniyorum. Onun için müsaade edin de aramayayım.

    “Ceylan” Bedri Gürsoy