Tarih boyunca Fenerbahçe ile rakipleri arasında mücadelede haksızlıklar ve hezeyanların devreye girişi hiç bu kadar net anlatılmamıştı. Rauf Ulukut’un zabıtalık mücadele tabiri, müthiş yerinde… Fenerbahçe’nin 1953 şampiyonluğu sonrası yazılmış, adeta manifesto niteliğinde bir yazı…
Sporda yenilip, yenmenin her zaman için varid olabileceğini düşünemeyecek kadar “körü körüne” inanıcıların taassubuna kızmaktan ziyade insanın böylelerine acıyası geliyor.
Bunların kafalarında çöreklenen “her ne bahasına olursa galibiyet” mefhumu, bizim anlayışımıza göre; sporun dışında “zabıtalık” bir mücadeledir. Böyleleriyle konuşulmaz, böylelerine bu mevzuda selam dahi verilmez.
Bu seneki lig şampiyonluğumuzun kendi düşünce çerçevemiz dışında kalan gürültülü akisleri, bu kabil hazımsızların kopardıkları vaveyladan başka bir şey değildir!
Sanki babalarından tevarüs eyledikleri şampiyonluk tapusunu zorla ellerinden kaptırıyorlarmış gibi, edep dışı kelime ve hareketlerle taşkınlık yapan bu zavallıların, acaba yakınlık duydukları renklere karşı, ayrıca ne gibi faydalar temin ettiklerini de merak eder dururuz?
Böyleleri olsa olsa, taraftarı bulundukları renklerden, birçok kimseleri soğutarak, kendi saflarında muazzam gedikler açarlar.
Bir kulübün en büyük kazancı gelecek nesilleri kendisine bağlamasıyla başlar ve o kulübe gelecek nesillerin bağlanışını hazırlamak için de yalnız galip gelerek değil, temiz örnekler verebilmek lazımdır. Aynı zamanda bu şekil bağlanışların, sakar galibiyetlerden daha köklü taraftarlar topladığı görülmüştür.
Dolayısıyla daha ilk adımında “galibiyet – mağlubiyet” diye bir davaya kendini kaptırmayan herhangi bir taraftar, “güzel”e âşık olur. “hakkı tanıyan”, “haksızlığı tutmayan” biri olarak spora “kendi”ni verir.
İşte bu, ideal bir seyirci numunesidir ki, bunların, yekûnu çoğaldıkça memlekette spor anlayışının, spor terbiyesinin kökleşmesine yol açar.
Taraftarından kötü tahrikler görmeyen, iyi hareketleri benimsenerek alkışlanan bir sporcu da sırtını dayadığı bu necip kütleye layık olmağa çalışır. Zincirleme olarak birbirini tamamlayan bu düşüncelerin muhassalasını alacak olursak, böylece top yekûn; memleket sporu kalkındırılmış olur.
Bu sene Fenerbahçe’nin kazandığı zaferde, bazı taşkın seyircilerin tahriklerine kendini kaptırmayan futbolcularımız büyük ve hayati rol oynamışlar ve bazı ahvalde futbolcuların da, seyircilerine örnek bir hareket tarzı hazırladıklarını ispat etmişlerdir.
Onun için 1952-1953 şampiyonluğumuzun hatıralardan silinmeyecek en güzel taraflarından birisi de bu olacaktır.
Milli bir atlet olan Haluk Reman, basketbol sahasında da ay-yıldızlı formanın en büyük namzetlerindendir.
Spor için yaratılmış insanlar vardır. Bunlar sporun hangi sahasına el atarlarsa, aynı büyük muvaffakiyeti gösterirler. Vücudu ve ruhlarındaki emsalsiz kabiliyet onları en kısa bir zamanda bir yıldız olarak karşımıza çıkarır. İşte Fenerbahçe atletizm ve basketbol takımlarının sempatik elemanı Haluk Reman da bu müstesna kabiliyetlerden biridir. Pistlerde fırtınalar yaratan Haluk, basketbol sahasında da henüz pek kısa mazisine rağmen ortalığı allak bullak eden bir eleman olarak temayüz etmektedir.
Ufak tefek yapısının içinde engin bir enerji taşıyan bu genç elemanımız, basketbol potasının dibinde bir senelik bir çalışma neticesinde, bu sporda da hemen yıldızlar arasına duhul etti. Haluk gerek atletizmde ve gerekse basketboldaki bu muvaffakiyetlerini vücudunun müstesna kabiliyetine olduğu kadar, devamlı ve sıkı çalışmasına da medyundur.
Onu bundan sekiz sene önce tanıdığım zaman, henüz 16 – 17 yaşında bir lise talebesi idi. Elinde çantası ile hemen her gün Fenerbahçe stadına gelerek atletizme çalışıyordu. Pist kenarından onun çalışmalarını takip ederken, Fenerbahçe atletizm takımının fedakâr elemanı Kâmuran Tekil’in bu gencin üzerinde büyük bir ısrarla durduğu da gözümden kaçmamıştı. Bir gün bunu Kâmuran’a da söyledim. Sadece: “Büyük bir kabiliyet… Bu şekilde çalışırsa, pek kısa bir zaman içinde fevkalade bir sprinter olacak” demekle iktifa etti. Kâmuran o gün, bu büyük kabiliyetin Şişli Terakki Lisesi’nde talebe ve isminin de Haluk Reman olduğunu söylemişti.
Burada Haluk’un bir meziyeti daha meydana çıkıyor. O da kendisine güvenenleri asla mahcup etmemesi… Dün pistte Kâmuran onun hakkındaki kanaatinde ne kadar isabet gösterdi ise, bugün de basketbolda Samim’in kendisi hakkındaki ümitlerinin ne kadar yerinde olduğunu görüyoruz. Bu iki çalıştırıcı da Haluk’tan ümitli idiler. Haluk da bu ümitlerine layık olduğunu gösterdi…
Atlet Haluk Reman önce üçüncü kategoride parladı, 1945 senesinde 17.8; 1946’da da 17.4 ile 110 metre engelli yarışın Türkiye şampiyonluklarını kazandı. Bu onun pistteki ilk büyük başarılarıdır.
1947 de onu birinci kategoride görüyoruz. Haluk Reman, o sene Fenerbahçe’nin meşhur Balkan Bayrak takımında da dördüncü adam olarak yer aldı ve Adnan, Doğan, Kemal ve Haluk’tan mürekkep Fenerbahçe takımı o sene 3.23.7 ile bir Türkiye rekoru tesis etti.
Haluk hemen ertesi yıl milli takıma terfi etti. Doğu Akdeniz müsabakalarında çok güzel yarışlar çıkaran bu büyük kabiliyet, 1948 Londra Olimpiyatlarında ilk darbeyi yedi. Büyük bir form üzerinde bulunan ve Türkiye rekoruna doğru giden Reman, Olimpiyat takımından atlatıldı. Fakat bu haksızlık onun kulübüne ve atletizme olan sevgisini asla azaltmadı. Yine pistteki çalışmalarına devam etti, Haluk Reman gerek sürat koşularında ve gerekse atlamalarda birçok başarılar kazandı.
Haluk, geçen sene basketbola da heves etti. Fenerbahçe takımında basketbol çalışmalarına başlayan Reman, önceleri büyük bir sabırla yedek olarak saha kenarında bekledi. Fakat onun spor anlayışı ve renge olan bağlılığı kendisini asla kırmadı. Fenerbahçe takımı Samim Göreç’in eline geçtiği zaman bu kıymetli hoca, ondaki büyük kabiliyeti derhal keşfederek üzerinde ısrarla durmağa başladı. Haluk, kendisi gibi genç takım arkadaşlarıyla birlikte bütün bir sezon durup dinlenmeden çalıştı. Nihayet bu sene bu fasılasız yaz çalışmalarının semeresini gördü. Lig maçlarının başlamasıyla beraber gayet güzel oyunlar çıkarmaya başlayan Haluk Reman, derhal bütün nazarları üzerinde topladı. Bütün basketbol idarecileri kendisinden sitayişle bahsetmeğe başladılar ve her geçen hafta biraz daha artan basketbol tekniği ile Haluk, bu kısa zaman zarfında memleketin en iyi basketbolcuları arasına katıldı. Bu ciddi çalışması şüphesiz ki onu bugünkü seviyesinin çok daha üzerine çıkaracaktır.
Haluk Reman, hâlen Tıp Fakültesi’nde talebe bulunmaktadır. Gerek spor sahasındaki ve gerekse hususi hayatındaki efendiliği ile kendisini pek geniş bir muhite haklı olarak sevdirmiştir.
Sene 1953… Öz Fenerbahçe dergisinde yıllar boyunca yayınlanan şiirleri okurken hem tebessüm ediyoruz, hem de sahiplerini yâd ediyoruz. Yaşıyorlarsa Allah sağlıklı bir ömür versin, kaybettiklerimiz nur içinde yatsın… Sen her şeyi yenersin!
İlk Pazartesini sabırsızlıkla beklerim 30’un üzerine 20 daha eklerim. Değil seni 50’ye, 100 kuruş olsan alırım, Seni almadığım günler ruhen hasta kalırım.
Seni aldığım hafta neşelenir coşarım. Seni okumak için hızla eve koşarım. 16 nefis sahife içinde yazılar, maçlar, İyice tetkik et, oku, karar ver.
50 kuruş çok mu vatandaşlar? Seni bütün yurt zevkle okuyor, Kalplerine Fenerin sevgisini sokuyor. Seni bütün yurt okuyor, hatta başka memleketler bile,
O kadar çok kapışmayın alması sıra ile. Haberlerin doğrudur, sapmazsın hiç bir zaman yalana Her hafta Pazartesi Ne mutlu “ÖZ FENERBAHÇE” alana…
Nuri Güren – İstanbul – Üsküdar
Fenerbahçe’ye
Duyarım şanını yurdun dört bucağında, Zafer, müjdeleriyle büyüdüm anne kucağında. Nice Arslanlar yetişmiş bu irfan ocağında. Gönüllerde yaşıyor ölmez adı FENERBAHÇE’NİN…
Mağlubiyetinle gururlanmasın bir kaç rakibin. Meydandadır zaferlerle süslü altın tarihin. Yedisinden, yetmişinde yer etmiş sevgin. Gönüllerde yaşıyor ölmez adı FENERBAHÇE’NİN…
Ne büyük sevgidir sana beslenen… Üzülme şansızlıktır sen hep yenen. Ebedidir sevgin sönmez asla rengin. Gönüllerde yaşıyor ölmez adı FENERBAHÇE’NİN…
Mehmet Erkal – Mersin
Yenersin (Fenerbahçe’me)
Spor ufuklarında parlayan bir «Fener»din. Müstevlileri bozguna uğratır yenerdin! Eyvâh ki «Bahçe»mizde dikenler dolaşırdı, Fakat uğurlu elin onlara ulaşırdı.
Tutar da sen birer birer, çalardın yerlere, Şanlı bir destan oldu ta o zaman dillere. Şimdi dikensiz “Bahçe”, parlayan bir «Fener»sin, Azminle, iradenle, sen her şeyi yenersin!.
Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, müthiş bir Cem Atabeyoğlu röportajı ile karşınızda… Nur içinde yatsın, Cem ağabey’in anlattıkları insanın yüzünde güller açtırıyor fakat bir yandan da kaybedilenleri düşündükçe insanı hüzün sarıyor.
Mustafa Kemal Atatürk; “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir; şayet yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtıcı mahiyet alır” demişti. Bu sözler sporun duayeni Sayın Cem Atabeyoğlu’nun her daim ışığı oldu.
Fenerbahçe adının geçtiği her an, hepimizin gözleri parlar. Ardından bir tutku bir heyecan… Cem Atabeyoğlu röportajını okuduğunuzda yaşadığınız bu duygularla beraber gururunuz da iki kat artacak.
“Fenerbahçe işgal takımlarına toz attıran takımdır…” diye başlıyor söze.
Bugün seksen iki yaşında ve halen aynı hazzı alıyor. Nice geceler biz en derin uykudayken o daktilosunun tuşlarına sabaha dek dokunarak bize muhteşem tarihimizi en doğru şekilde ulaştırmaya çalışıyordu hep yıllar boyu.
Sadece Fenerbahçe tarihi mi? Sporun tüm branşlarında tam kırk dört kitap ve tefrikalar. Takdiri çok, inanması zor…
“Fenerbahçe’ye hizmet bitmez” diyor. O zaman daha çok düşünüyoruz, kendi payımıza düşen katkı ve hizmetlerimizi. Ve ne kadar yetersiz kaldığımızı anlıyoruz bu büyük ulu çınarın yanında. Cumhuriyetin ilk kuşağı olan sizinle çok daha anlamlı bu Ekim sayımız Sayın Cem Atabeyoğlu. Teşekkür ederiz. Hepimizin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.
– Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Cem Bey?
Fenerbahçelilik malum sonradan olunmuyor.
Ben kalabalık bir aileden geliyorum. Eski İstanbul evleri üç katlı evler. Tüm aile dayım, babam, dedem, teyzem hep beraber aynı evde kiracı olarak kalıyorduk. Dayım Galatasaray Lisesi’nde okuyordu. Teyzem ise kız ve erkek çocuklarının arasındaki rekabetin tesirinden olacak Fenerbahçeli oldu. Fenerbahçe takımının sağlam taraftarlarından biriydi. O kadar ki dayımla beraber Fenerbahçe-Galatasaray maçlarına gittiklerinde dayım Galatasaray tribününde, teyzem Fenerbahçe tribününde otururdu.
Ben teyzemin etkisinde kaldım. Yıl 1932, ilkokula başlayacağımın bir gün öncesi teyzem beni aldı postanenin karşısındaki Kızılay Caddesi Vakıf Han’da bir mağazaya götürdü. Mağazaya girdiğimizde hiç unutmam tezgâhtara “Yeğenim yarın okula başlıyor, ona bir Fenerbahçe rozeti hediye etmek istiyorum” dedi. Bizim bu konuşmalarımızı duyan kasadaki bey yerinden kalktı, yanımıza geldi. “Hanımefendi sizi tebrik ederim, bizim Fenerbahçe’nin işte böyle kuşaklara ihtiyacı var” dedi. O kişi Zeki Rıza Sporel’di. Teyzemin aldığı rozeti kendi eliyle göğsüme taktı.
Artık bu benim Fenerbahçe’ye bir tescilim oldu.
– “Her yerde inlesin gürleyen sesin / İstanbul Yıldızı Erkek Lisesi” marşınız. Fenerbahçe’nin ayrı bir yeri vardır İstanbul Erkek Lisesi tarihinde. O günleri anlatır mısınız?
İstanbul Erkek Lisesi bir defa lise olarak en eski liselerinden biri. Bir de Galatasaray Lisesi vardı. Bu iki lise arasında her zaman rekabet vardır.
Galatasaray Lisesi “Zadegân” dediğimiz yüksek tabaka çocuklarının mektebiydi. Onlara Galatasaraylı olmanın ayrıcalık olduğunu öğretirlerdi.
İstanbul Erkek Lisesi ise halk lisesiydi. Memur çocuğu, esnaf çocukları gibi. Belirli semtlerin mektebiydi. Beyazıt, Çemberlitaş, Sirkeci, Eminönü Sultanahmet, Aksaray’dan öğrenciler gelirdi. Hatta Bakırköy’den bile trenle gelirlerdi. Münir Özkul da Bakırköy’den gelenlerdendi.
– Sizin döneminizdeki Fenerbahçeli okul arkadaşlarınız kimlerdi?
Sadri Alışık vardı. Oğlu Kerem Alışık da Fenerbahçelidir. Sadri tam bir deli Fenerbahçeliydi. Sadri’nin en keyifli anları Galatasaray’ın yenildiği Fenerbahçe maçlarıydı. “Oh ömrüme ömür kattı” derdi. Dünya tatlısıydı.
Bir diğeri Eşref Aydın atletimiz sonra yönetimde de yer alıp 70 senesini Fenerbahçe’ye adadı. Onun da sonra nikâh şahidi ben olmuştum. Halen bildiğiniz gibi Eski Sporcular Derneği başkanı.
Hababam Sınıfı filmlerinin de yapımcısı Nahit Ataman da Fenerbahçeliydi. O da başka bir Fenerbahçeliydi. O kadar Fenerbahçeliydi ki her filminde bir Fenerbahçe konusu olurdu.
İstanbul Erkek Lisesi çok sporcu çıkardı. Yine Fenerbahçeli Neriman Tekil, Selim Duru gibi kıymetli öğretmenler vardı.
Necmettin Erbakan da bizim okuldaydı ama onun sporla alakası yoktu. Hepsi arkadaşımızdı.
– Ya Galatasaraylılar?
İstanbul Erkek Lisesi’nde bizim dönemimizde bir tane Galatasaraylı vardı. O da Halit Narin’di.
– “Bir Baba Hindi”nin hikâyesini bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Fenerbahçeli hocamız Selim Duru okulun yönetim kurulundaydı. Beş ayrı kolda değerlendirirdi bizleri. 100 metre koştururdu 10-12 saniyede. Gülle atma, yüksek atlama, uzun atlama yaptırır, ondan sonra o notları toplar, beşe böler, yıllık karne notu çıkardı. Futbol o zamanda ön plandaydı. Öğretmenimiz Selim Duru ile izci oymağında Sakarya’da çıkan yemek öncesi söylenirdi.
Sonraları İstanbul Erkek Lisesi’nden Süha Erge bizim dönemimizde “Bir Baba Hindi”yi Fenerbahçe tribününe taşımıştır.
O zaman şeker yoktu ki zerde olsun, hiçbir şey yoktu kuru fasulyeden başka. O günleri yaşamayanlara bu günleri anlatabilmek çok zordur. Hey gidi günler hey…
– Spor tarihinin duayenisiniz. Yazarlığınız babanızdan geçti… Çalışma hayatınıza nasıl başladınız?
İstanbul Erkek Lisesi’ne giderken Fenerbahçe tarihine alaka göstermeye başladım.
O zaman “Kırmızı Beyaz” spor dergisi çıkıyordu. Dergiyi çıkaran Talat Mithat’ın kardeşi İlhan da bizimle aynı okulda öğrenciydi. Bir gün İlhan’a “Okulda eli kalem tutan, sporla alakası bilgisi olan biri varsa bana gönder, ben onları cumartesi günkü amatör faaliyete göndereyim. Pazar günkü büyük maça da davetiye veririm.” diyor.
Biz üç kişi böylece başladık. Bugün onlardan bir tek ben kaldım. İstanbul Erkek Lisesi son okulum oldu zaten. Böyle başladı benim spor muhabirliği hayatım.
Babama gelince Türkiye’nin Emile Zola’sı. Salâhaddin Enis Bey. Babamın “Son posta” gazetesindeki son durağı, benim profesyonel meslek hayatımın ilk durağı oldu.
1942’de muhabir olarak girdim 50 TL para veriyorlardı. Haftanın beş günü adliye muhabirliği, cumartesi – pazar ise spor muhabirliği yapardık.
Sonrasında 1945-1964 Cumhuriyet gazetesinde çalıştım. Ve spor servisini kurdum.
Cumhuriyet’ten ayrıldıktan sonra Haldun Simavi’nin, Babıali’de ilk kez ofset tekniğini kullanarak çıkardığı “Günaydın” gazetesinin kadrosuna katıldım.
Günaydın gazetesinde belli bir süre çalıştıktan sonra ayrılıp serbest çalışmaya başladım.
Futbol, Fener, Öz Fenerbahçe, Fotospor, Türkspor, Spor Haber, Spor 21 gazete ve dergilerinde yazılar yazdım.
1973’te ise Hayat Spor’un Genel Yayın Yönetmenliği’ni üstlendim. Taa ki iki yıl sürecek greve kadar. Hayat Spor’da iki sene süren grev olduğunda o sürede maaş alamadım. İşimi değiştirebilir oradan ayrılabilirdim. Fakat kendi ekibim iş bulmadan benim başka yere geçmem şahsi vicdani meselemdi. O nedenle bekledim.
1973-1977 yılları arasında TSYD müdürlüğünü yaptım.
1978’de emekli olduktan sonra çalışmadığım gazete kalmadı. Hürriyet, Milliyet, Tercüman gazetelerinin ilavelerine araştırma yazıları, Milliyet’in çıkardığı Türkiye Ansiklopedisi’nin spor maddeleri yazarlığı, Tercüman’ın hazırladığı üç ciltlik Spor Ansiklopedisi…
1981’de Günaydın tekrar beni çağırınca yeniden gazeteye dönüp, spor yazarlığı yaptım. Spor yazarlığının yanında da Günaydın’ın Almanya baskısına pehlivan tefrikaları, 50 büyük Türk zaferi, umut kapıları, evliyalar, yatırlar ve türbeler, şifalı sular ve kaplıcalarla ilgili dizi yazıları hazırladım.
1991’de Fotospor, 1995’te ise Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Bilgi Birikim Merkezi’ni kurdum. Altı sene yönettim.
Ve 2002’de anjiyo ile başlayan sağlık bozukluğum By-Pass ameliyatıyla sonuçlandı.
– Bir gazeteyi “giydirdiniz”…
O zaman Tan gazetesi vardı. Diğer gazetelere o zamana nazaran çok açık saçık bir gazeteydi. “Bu gazeteyi giydireceksin” dediler.
Asil Nadir vardı gazetenin başında ama gazetenin sorumlusu Noyan Yiğit “Ne yapacaksın, sen ne düşünüyorsun?” dedi. Çok tehlikeliydi. Tüm tirajla oynayacaktım.
O yıl Fenerbahçe şampiyon olmuştu. “Şampiyonlar Şampiyonu Fenerbahçe” diye bir dizi yaptım ve eski fotoğraflar buldum. Eski futbolcuların çoğu yaşıyordu.
Bir patlama yaptı gazete. Onu televizyon reklamlarıyla duyurdu. Ve Asil Nadir benim için “Gözlerinden öpün” dedi. Bir milyon lira maaşımdan hariç para verdi. Hayatımda ilk defa 1.000.000 TL gördüm. 400-500 TL’ye çalışıyorduk.
– Çalışma disiplininiz nasıldır?
Bir bilgi birikimim, düzenli bir arşivim var.
Atatürk’ün bir sözünün ışığı altında yazdım tüm yazılarımı. Belgesi olmayan hiçbir şey söylemedim, yazmadım hayatım boyunca…
Atatürk’ün bir sözü var “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir, şayet yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtıcı mahiyet alır.”
Tarihi yapana sadık kalarak yazdım. Her kitabım her tefrikam bu ışığın altındadır. Size gösterdiğim bu Atatürk heykeli de bunun işaretidir; İstanbul Gazeteciler Cemiyeti tarafından cumhuriyetin ilk kuşağı olan gazetecilere verilen bir heykeldir.
– Hiç Atatürk’ü görme şerefine nail oldunuz mu?
Altı defa çok yakından gördüm.
Biz 1920 kuşağının içindeyiz. 1925 doğumluyum Cumhuriyet çocuklarıyız.
Florya plajında kumda güneşlenirken gözümüz Florya köşkünün verandasında olurdu. Atatürk’le aynı güneşle güneşlenmek müthiş haz verirdi. O denize girer girmez biz de denize girerdik. Onunla aynı denizde yüzmek bile bizim için büyük bir onurdu.
– Sporun her dalında 44 adet kitap yazdınız. Ve çok büyük değerli düzenli bir arşiviniz var. Bir röportajınızda bu arşivi yakacağınızı söylediniz. Bu düşünceniz hala geçerli mi?
Arşivimi yakmayacağım. O an için söylenmiş bir sözdü, öyle bir niyetim yok. Fakat halen ne yapacağıma karar vermiş değilim. Oğlum karar vermeli. Eşimin, çocuğumun haklarını yemeyeceğim, onlara bırakacağım. Onlar kararlarını versinler. Ben 65 sene amatör bir aşkla çalıştım. Profesyonel olmanın icaplarını yerine getirdiğimi zannetmiyorum. Kötü bir profesyonelim.
– Türkiye’deki spor yazarlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk Spor Yazarları Derneği’nin üyesiyim ama karşıyım. Onların hepsi spor yazarı mı? Futbol yazarı mı? Türkiye Futbol Yazarları Derneği yapın, değiştirin adını.
Bende yüzme, atletizm, kayakçılık, avcılık, yelkencilik hepsi var. Karşıma yelkenci geliyor “Yelken sporu tarihini sizin kitabınızdan öğrendim” diyor. “Madem spor yazarıyım, sporun bütün branşlarıyla ilgilenmeliyim” denmesi lazım. Sadece futbolla kalınmamalı.
– Yazmakta en zorlandığınız kitabınız?
Fotospor’ a yaptığım 600 sayfalık Türk Spor Kronolojisi beni epeyce zorladı. Çok dikkat harcamak gerektiren bir kitaptı. Çok sabahladığım gece oldu. Elimde şu an ne yazık ki bu kitaptan bir adet kaldı. Artık kızım mı alır oğlum mu bilemiyorum. Gazetenin binasına gelirken 10 tonluk kitap yüklü kamyon kayboldu. Allah bilir artık. Kupon mukabelesinde dağılacaktı.
– Fenerbahçe Spor Kulübü’ nün hemen hemen ilk üyelerindensiniz…
İstanbul Erkek Lisesi’nin spor basketbol takımında her beş kişiden üçü Fenerbahçe’de Yüksek Divan Kurulu üyesi oldu. Benim de Fenerbahçe Spor Kulübü’nde numaram 327 idi. Divan üyesiyim. Bir de şimdi ulaştığı sayıyı düşünün…
– En sevdiğiniz spor branşı hangisidir?
40 yılımdan fazlasını basketbola verdim. Tabii Fenerbahçe’de basketbolu kurmamız da bunda büyük rol oynadı. Hakemlik ve antrenörlük de yaptım. Ayrıca basketbol, atletizm ve yüzmede de hakemliğim var. Bütün talimatnameleri de okumuşumdur.
1956 senesinde o zaman basketbol spor oyunları federasyonu, voleybol, tenis, hentbol ve masa tenisi ile beraber spor federasyon üyeliği, federasyonda basın temsilciliği, 1968’de Türkiye Basketbol Federasyonunda Asbaşkanlık yaptım.1981’e kadar devam etti. 1981’de bıraktım.
1970 yılında Uluslararası Spor Yazarları Derneği “AIPS”e (Basketbol Komitesi) seçildim. İlk Türk üyesi oldum.
1956 Yapı ve Kredi Bankası “En Başarılı Spor Yazarı” armağanı, 1965-1977 yılları arasında katıldığım 6 yarışmada “Türkiye Spor Yazarları Derneği” armağanı (4 birincilik, 2 ikincilik), 1986 “Haliç’in Öyküsü” eseriyle Haliç Rotary Kulübü armağanını kazandım.
– Fenerbahçe Spor Kulübü basketbol şubesinin kurulumu nasıl gerçekleşti?
Harp yılları; pamuk yok ekmek yok bunlar olmadığı gibi arpa buğday yok, süpürge tohumundan yapılmış ekmek üç gün yiyeceksin, bütün bunlar zor ve sıkıntılı yıllardı. Devlet pamuğa el koymuş, pamuklu elbise yoktu. Tüm gençler askere alınmıştı. Üç dönümlük toprağın bir dönümüne devlet el koymuştu.
Savaş bittikten sonra 1945’de Haydarpaşa Lisesi’nde Muhtar Sencer idare memuruydu. Fenerbahçe’de hentbol takımını kurmuştu. İstanbul şampiyonu, Türkiye ikincisi olmuştu. Sonra Haydarpaşa Lisesi’nde talebeler mezun olunca takım dağıldı.
Muhtar Sencer “Bana yardım edersen basketbol takımını kuralım” dedi. Ve sonunda kurduk. Basketbolda çok emeğim var. O zamanlar pek çok kişi karşı duruyordu
Bir tek yardım eden Rüştü Dağlaroğlu oldu. Onaylayan yoktu. Hatta bir büyük Fenerbahçe-Galatasaray maçından önce gazeteye beyanat verilmiş “Takım motor sporlarına devir edilecek” diye. Tüm sporcular çok üzgündü. Sonra ben “Ne oluyorsunuz, çıkıp Galatasaray’ı yeneceğiz” dedim. Ve bir sayı farkla yenildik. Biz çok yeni bir takımdık. Tek farkla yenilgi kurulma aşamasında olan bir takım için büyük bir başarıydı. Basketbol çok daha zor spor çünkü bir saniyede her şey değişebilir.
– Bir anınızı anlatabilir misiniz?
Bir milli takım maçındayız. İspanya’da İsrail’le oynuyoruz. Bir sayı farkla kazandığımız maçtı. Yanımızda bir tek Türk seyirci Barcelona başkonsolosumuz var. Ben de Türkiye Basketbol federasyonu as başkanıydım.
Maç uzatmada berabere ve maçın bitimine 3 dakika var. Top gitti, çembere oturdu, bir tur attı. 2. turu attı çemberin üzerinde içine düştü. Bir anda altı, yedi kişiyi üzerimde buldum.
O heyecanla tribünde tek büyüğümüz konsolosumuz Şevki Beye dönmeye çalıştım “Eyvah” dedim. Vücudum hareket şansını kaybetti. Bir eğildim baktım; Doğan Hakyemez bacaklarımın üzerinde yüzükoyun yatmış. “Doğan bırak ayaklarımı” dedim. Bıraktı. Şevki beye döndüm ne yapıyor diye. Kendinden geçmiş tribünlere bir takım hareketler yapıyor, yanına gittim. “Aman Şevki Bey yapma” dedim. Sonra soyunma odasına geldi. Sen bu işle kaç senedir uğraşıyorsun” dedi “30 senenin üstünde” dedim. “Maşallah iyi kalbin var” dedi.
– Çok ilginçtir ki bugüne kadar hiçbir olimpiyatı izlemeye gitmediniz…
Evet, hiç gitmedim, çalıştığım gazetelerde ajanslarda gelen haberler bende toplanıyordu. O yüzden gidemiyordum. Hep “Sen gidersen biz ne yaparız?” derlerdi. .
Olimpiyat denince aklıma bir de 1948’de Olimpiyat üçüncüsü olan Ruhi Sarıalp gelir. Çok zor şartlar altında hazırlanmış, Fenerbahçe kulübünün verdiği bodrum katında günleri geçmişti. Olimpiyatlara gidemedim ama basketbol maçlarına Avrupa’ya çok gittim. Basketbol Federasyonu asbaşkanlığım sırasında kafile başkanı olarak takımı götürürdüm.
– En beğendiğiniz ve en yakın olduğunuz futbolcular kimlerdi?
Fenerbahçeli oyunculara karşı her zaman sınırsız bir sevgim var. Küçük Fikret canciğerimdi.
Bapçum modası vardı. İlk taklit edenlerden birisiydi. Uzun ceket, top ense saç, nokta kravat. Yakışıklı bir adamdı o. Aramıza katıldığında “Bapçum aşağı Bapçum yukarı”
Cihat Arman vardı, canım ciğerimdi. Bir de kitabı vardı. “Ben kitap çıkarıyorsam sensiz olmaz” dedi. Sizce bir kaleci nasıl uçar? O bir efsane! Sarı kazağıyla 90 derece tabir ettiğimiz yere uçuyor, topu tutuyor. Şeref Stadı’nda bütün saha “Uç sarı kanaryam benim” diye bağırıyor. Sarı kanarya Cihat’la geliyor Fenerbahçe’ye. Sarı kanarya sarı kazakla uçuşundan geliyor. Takılan lakaplar boş değil.
Anlatacak o kadar çok şey vardır ki hangi çocuğu beğenmem?
Ogün Altıparmak, Lefter, İsmail Kurt, Can Bartu, Küçük Fikret, Büyük Fikret ve sayamadıklarım… Hepsi çok büyük insanlar, o kulüpte yetiştiler, o kulüpte bıraktılar.
Düşünün ki Eşref Aydın, ben, kaç senedir şu kulübün içindeyiz. Bunlar yaşanmış olaylar, unutulmaması gereken olaylar. Ama şunu söylerim o zamanki futbol daha kaliteliydi.
– Bir dönem üye kayıt defteri gözden geçirilmesi nedeniyle göreve çağrıldınız…
Şerefli vazifeyi ifa daveti 16.11.1959’da kongre azası genel sekreter Faruk Ilgaz’dan geldi.
Üye kayıt defterinin felaket hale geldiği söyleniyordu. Beş kişilik bir komite belirlendi.
En büyük şansımız eski Fenerbahçelilerin hepsinin hayatta olmasıydı. Selahattin Bey’e, Hasan Kamil Bey’e gittik. En büyük kazancımızdı onların verdiği yolda yeni defter hazırladık, sonra o defter de felce uğradı.
Donki Necdet vardı Galatasaraylı. Notere tasdik ettirelim derken vefat etti. O defter de kayba uğradı, güvenilir kişi olarak görev almak bir onurdu benim için
– Fenerbahçe Spor Kulübü 50. yıl komitesinde, basın yayında, hem de tarih komitesinde yer aldınız…
Evet, ilk toplantıda Zeki Bey efsane kaptandı. Zeki Rıza başkan ben geldiğimde gayet ilgi ile karşıladı. Bulunanlara döndü “Bakın tarih komitesinde genç bir arkadaşımız da var” dedi.
Ben de Zeki Rıza Sporel’e dönüp yine aynı heyecanla “Sayın kaptan size eski bir sözünüzü hatırlatabilir miyim, 1932’de küçük bir çocuk teyzesinin elinde mağazanıza gelip de yeğenim yarın mektebe başlıyor ona bir Fenerbahçe rozeti hediye etmek istiyorum” demişti.
Ben sözümü bitirmeden “O sen misin yoksa” dedi. Sonra dönüp arkadaşlara “Yanlış mı konuşmuşum” dedi. O an ve o komitede görev almak benim için onur kaynağı oldu.
-Türk sporu adına yazılan kitapları yeterli buluyor musunuz? Özellikle futbol içeren kitapları karşılaştırdığınızda farklı bilgiler insanı şüpheye düşürüyor… Siz bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Spor basınına inanmıyorum her branş var ama yazılara baktığınızda sadece futbol…
Ayrıca bu futbol yazılarına da hiç kanaat getirmiyorum. Biri bir yıldız veriyor diğeri dört yıldız, biri üç biri beş yıldız, bu nasıl bir matematiktir. Bütün bunları üzülerek izliyorum.
Bugüne kadar hep dokümanla konuştum.
Federasyonda asbaşkanken bir maçta Fenerbahçe’nin attığı bir basketin bana kale hesabını yaparak şu kadar kare Fenerbahçe’nin attığı sayı sayılmaz dendi. “19.59’da maç bitiyor” dedim. 60 saniyenin dolması için bir 20 saniye daha lazım siz önce bir öğrenin. Bunu bilmeden karşıma geliyorsunuz önce öğren şu alet nasıl çalışıyor işten anlamayan ahkâm yürütenlerle uğraşmak zorunda kalıyorsunuz, aldığınız resmi bir görev varsa.
-Fenerbahçe Spor Kulübü yönetimini nasıl buluyorsunuz?
Eski Fenerbahçeliler olarak Aziz Yıldırım’ı takdir ediyoruz. Yaptığı şeyler bizim aklımıza gelmezdi.
“Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak” dedi. Bu yıl da büyük bir artış var taraftar sayısında.
“Avrupa takımı olacak” dedi. Bunda hala biraz engeller görüyorum. Çünkü Avrupa’da 15-16 takıma karşı oynuyorsunuz.
Yabancı oyuncu sınırlandırılması kalkmalı. Sen Türkiye’de genç oyuncu yetişmesini istiyorsan hala milli takıma Rüştü’yü çağırmak niye? Aklım ermiyor.
Bir de Roberto Carlos var. O dünya çapında bizim milletin hayal bile edemediği bir oyuncuydu. Ama o kadar abarttılar ki o kadar büyüttüler ki bu bizim milletin mayasında var. O bir defans oyuncusu ama beklentiler abes. Adam ağzıyla kuş tutsa yaranamaz.
– Spor kulübü olmanın özellikleri nedir? Spor kulübü olmayı kimler hak ediyor?
Türkiye’de futboldan kazandığını diğer branşlara yatıran kulüplerle, futboldan kazandığını futbola yatıran kulüpler aynı kefeye konuyor. Sonunda da her ikisi de spor kulübü olarak karşımıza çıkıyor. Adalet yok.
Fenerbahçe tam anlamıyla bir spor kulübü. En son 100. yılımıza bakın, en büyük başarısı sadece futbol değil. Atletizm, boks, voleybol yüzme, masa tenisi hepsinde şampiyon olmuş. Dereceye girmiştir. Örneğin bayan voleybolda 2. olmuş şampiyon olmamış ama dereceye çıkmıştır.
Fenerbahçe Spor Kulübü futbol kulübü değil, spor kulübü adını taşıyor. Bunun şartlarını da mükemmel bir şekilde yerine getiriyor. Sadece Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın amatör şubeleri var. Ama ligde bulunan tüm kulüpler spor kulübü diye geçiyor. Örneğin Ligdeki kulüplerin çoğunun futboldan başka ne branşı var? 2. bir şube yok neden bu adı alıyor. Arsenal Futbol Kulübü diye anılır. Avrupa’da bunlara dikkat edilir.
Fenerbahçe bugün tesisi bakımından da Türkiye’nin en zengin tesislerine sahip. Spor dalları bakımından en fazla spor dalına sahip. O basketbol da örnek genç var, erkek var, bayan var, A takımı var… Lisanslı sayısına, yapılan spor faaliyetlerine bakarsanız diğer kulüpleri mat edecek kadar çoktur. Tekrar söylüyorum 100. yıl da olaydır. Fenerbahçe Spor Kulübü futboldan kazandığını Anadolu’nun çeşitli yerlerinde spor okulları açarak harcar. Neden büyüktür, işte bu yüzden büyüktür Fenerbahçe. Büyümek sadece futbolda şampiyon olmakla kalmamıştır. Şampiyonluk kazanamadığı dallarda da kürsüye çıktı; ya 2. ya 3. Bunları görmek örnek almak lazım…
– Ve Şampiyonlar Ligi’ndeyiz? Teknik direktörümüz Sayın Zico’yu değerlendirir misiniz?
Gene Fenerbahçe üzerine düşeni yapacak. Karşımızdaki yabancılar kaç yabancıyla oynuyorlar, biz kaç yabancıyla. Ayaklarımız eşit değil. Onların bacağı daha yüksek. Eşitsizliklerimiz, haksızlıklarımız çok. Fakat ben teknik bakımdan da, idari bakımdan da, futbolcular bakımından da her zaman kulübüme güvendim, yine güveneceğim. 100 yıllık şanlı şerefli kulübüme.
Evet, Zico’yu tutuyorum. Futbol dünyasında Brezilya gibi bir ülkede Beyaz Pele lakabıyla ün yapmış futbol bilgisi yüksek, Didilerle, Pelelerle oynamış değerli bir futbolcuydu Zico.
Carlos diyor ki; “Onun yanında bile çalışmak gururu verici”. Futbol bilgisi olan insanların ortak görüşü Zico futbol bilgisine sahip bir insan. Bunu hocalığı ile de ispatladı. İlk geldiği sene bir takımı şampiyon yaptı. Daum ilk geldiği sene şampiyon yapamadı. Doğru dürüst derbi bile kazanamadı. Birde Zico’ya bakın. Ben güveniyorum.
Fenerbahçe 1922-23 yılında hiç gol yemeyen bir İstanbul takımı oldu. Oyuncuların hepsi yüksek tahsilli üniversite mezunlarıydı. Yavuz İsmet Uluğ Zeki Rıza Sporel Veteriner, Bedri Gürsoy Diş Hekimliği Fakültesi, Fahir Yeniçay Fen Fakültesi mezunu sonra profesör. Türkiye’nin tek atom profesörü Sonra Fen Fakültesi’ne dekan oldu. 58 atılan gole karşı hiç gol yemedi bu oyuncular. Böyledir Fenerbahçe takımı. Türk futbol tarihinde kırılmayan rekoru kırdılar. Fenerbahçeliler ne kadar övünseler azdır. Biz her şeyin üstesinden geliriz.
– Fenerbahçe’nin yüz yıllık tarih kitabı yazılıyor. Bunda sizin de emeğiniz çok fazla…
Hayatımın kitabı. Benim üzerime düşen görev bitti. Sanırım yakında çıkacak. En duygulandığım an Fenerbahçe 100. yıl kitabını yazma şerefine nail olmak ve bu görevi arkadaşım Sertaç Kayserilioğlu ile paylaşmış olmam. Ben bu katkılarımla 82 yaşında bu işin altından kalktığıma göre Fenerbahçe’ye hizmetin yaşı yoktur.
Ayrıca torunumun Dünya Fenerbahçeliler günü olan 19 Temmuz ilan edilmeden 19.07.2000 günü doğmuş olması, yapılan üç tane Fenerbahçe görsel tarihinin içinde yer almam (ki bunlar: “Kuruluştan kurtuluşa”, “Bahçedeki Fener” ve “Bir Tutkunun Tarihi”)… Hepsi çok hoş rastlantılar. Bir insan için güzel hatıralar.
– Fenerbahçe dergimiz hakkındaki düşünceleriniz ve önerileriniz eleştirileriniz?
İlk sayısından beri inceliyorum. Her şeyiyle mükemmel. Baskı kalitesi de harika. Hacim olarak doyurucu, Fenerbahçe’den en doğru haberleri alabileceğimiz iki kaynaktan biri. Bir diğeri ise Fenerbahçe TV.
Dergi vasıtasıyla her ay sonu ve dolayısıyla yılsonu haberlerin bir toplamı geçiyor elimize. Arşivimiz oluyor aynı zamanda. Kötünün bir sınırı vardır; “bundan kötüsü olmaz” deriz . Ama iyinin sınırı yoktur. Daha iyisi olur, onun da iyisi olur. Ölçü olarak tahlilim bu. Her şey için söyleriz. “Bundan iyisi can sağlığı” deriz. Ama kötü için noktayı koyarsın. Kötü kötüdür.
Dergi hep iyiye gidiyor. Tatmin ediyor. Tüm branşlardan haberler veriyor. Gazetelere baktığınızda ise nerde yüzme? Nerde kürek? Nerde boks? Ama dergimizde hepsi var.
1950’li yıllarda 4 kalecili bir takım vardı. Öz Fenerbahçe Dergisi futbol takımı. Futbolu bıraktıktan sonra bir araya gelip oynayan 4 kalecinin de yer aldığı takımdı. Sabri Kiraz, Cihat Arman (santrfor), Fecri Ebcioğlu (takımın kalecisi). Ortaköy’lü Behiç. Bu takım, tarihinde yenilgi görmedi.
– Fenerbahçe’nin büyük taraftarına mesajınızı alabilir miyiz?
Bizim zamanımızda kazanan-kaybeden hep birlikte maçtan sonra birbirimizi tebrik edip, akşam da eğlenceye giderdik. Mesajım şu;“En olgun taraftar olmak!” Bu Fenerbahçe’ye en çok yakışan şeydir. Bunun için ne kadar tahrik görürsen gör, efendiliğini kaybetme, hep destek tam destek, Fenerbahçe’nin en güzel işaretidir.
Bir adamını ıslıklıyorsun, bu sana yakışacak olay değil, sana her şeyden önce hayran olduğun renklerine bağlılık lazım. Belki o beğenmediğin ıslıkladığın oyuncu attığı bir golle seni galip çıkaracak. Sen de hatırladığında mahcup olacaksın.
Bunun örneklerini de çok yaşadık. Her zaman desteklersen bu çok daha iyi olacaktır. Fenerbahçe en çok taraftarı olan kulüptür. Bize yakışan duruşu her zaman muhafaza etmeliyiz.
– Sizin bizimle paylaşmak istedikleriniz…
Can Bartu benim basketbolcumdu. Bir gün basketboldan çocuklar Genç Milli Takım İstanbul şampiyonu olduklarının 40. yılında bir yemek hazırlamışlar. Faruk Ilgaz Tesisleri’ndeki bu yemeğe ben de gittim. Yemekte Atatürk sevgisi ve Fenerbahçe tarihi ile ilgili konuşmalar yapıldı. Orada da anlatmıştım.
Fenerbahçe’nin tarihi o kadar geniş ki mesela gazetede bir haber okumuştum. Hemen kulübe haber vermiştim. Sabiha Rıfat İzmir’de vefat etmiş. Ve gazete ilanı onu sadece inşaat mühendisi kimliği ile belirtmişti. Hemen kulübe ilettim. Kulüp de çelenk göndermişti. Fenerbahçe tarihindeki kişiler bir efsanedir.
Sabiha Rıfat’ı bilmeyen kişilere tanıtmak istiyorum. Kulübümüze hizmet veren her insan bizim için değerlidir. Yıl 1929 tamamı yüksek mühendis mektebi (teknik üniversite) öğrencilerinden kurulu Fenerbahçe’nin güçlü voleybol takımında bir de bayan sporcunun yer aldığı görüldü. O tarihlerde Türkiye’de henüz bir bayan voleybol takımı bulunmadığından teknik üniversitede öğrenim görmekte olan ve büyük bir voleybol yeteneğine sahip bulunan Sabiha Rıfat hanıma okul arkadaşları kendi aralarında yer vermişlerdi. Yönetmeliklerde bir bayan sporcunun erkek takımında yer alamayacağına dair bir maddenin bulunmaması yüzünden Sabiha Rıfat Hanım’a Fenerbahçe Spor Kulübü adına tescili yapılmıştı. Ve bu takım İstanbul şampiyonluğunu kazanmıştı. Dünyada ilk ve tekti. Ve Fenerbahçe Spor Kulübü umumi kaptanı genel sekreter vekili Hayri Celaleddin Atamer Sabiha Rıfat’a bir mektup göndermişti. Bu mektupta; “Bu memlekete ilk defa cem’i bir sporda erkek arkadaşlarla beraber olarak oynamak suretiyle gösterdiğiniz teceddüt ve muvaffakiyetten dolayı sizi Fenerbahçe gençliği ve Hey’et- i İdaresi namına hararetle tebrik ederim efendim” diye yazıyordu.
Bir Türk kızının şampiyon bir erkek takımında yer alması Türk sporu adına büyük olaydı.
Daha sonraları Anıtkabir inşaatında da kontrol mühendisliği yapmıştı. Diyeceğim o ki; Fenerbahçeliler tarihlerini iyi bilsinler ve onları bu duruma getiren efsane insanları asla ve asla unutmasınlar…
Röportaj: Sibel Kurt (Ekim 2007 – Fenerbahçe Resmî Dergisi)
Bir İstanbul Vardı
Ben, İstanbul’da doğdum. İstanbul’da büyüdüm.
Yetmiş beş yılı aşan ömrüm hep İstanbul’da geçti.
Çocukluğumun, delikanlılığımın, gençliğimin geçtiği bu şehirde arkamda bıraktım yaşlarımı.
Azrail’le randevum nerededir, bilinmez. Fakat yine de bu şehirde olmasını isterim kabrimin. Mezar taşımda İstanbullu yazmasını isterim.
Bu şehirde diyorum. Çünkü benim yaşlandığım, toprağında yatmayı arzuladığım şehir, doğup büyüdüğüm o güzel İstanbul asla değil şimdi. İstanbul’um diyemeyeceğim bir garip diyar oldu burası
18 Nisan 1949 tarihli Öz Fenerbahçe dergisinde Cem Atabeyoğlu müthiş bir tarihî belge bırakmış ve Fenerbahçe’de Ping Pong’un kuruluşu hakkında şahane detaylar vermiş. Meğer içinde bulunduğumuz 2022, Fenerbahçe Masa Tenisi şubesinin 75. yılıymış ve 1 Temmuz da doğum günü… İnşallah Muhtar Sencer‘in de adı anılarak, bihakkın kutlanır. Keyifli okumalar…
Bütün dünyada günden güne rağbet kazanmakta olan bir spor var. Adına: Masa Tenisi veya Ping-Pong deniliyor.
Bu cazip sporun memleketimize gelişi bir hayli eski olmasına rağmen; kulüplerimize yayılışı pek kısa bir maziye inhisar etmektedir. Burada, Ping-Pongun tarihçesini yapacak değilim. Yalnız, bu sene hiç yenilmeden İstanbul şampiyonluğunu kazanan Fenerbahçe Ping-Pong şubesinden biraz bahsetmek isteri. Çok kısa bir maziye sahip olan Fenerbahçe Ping-Pong şubesinin bu müddet zarfında elde ettiği parlak başarılar, cidden övünülmeye değer neticelerdir.
Çok kısa bir mazi dedi. Evet… Fenerbahçemizde Ping-Pong şubesinin kuruluşu, 1 Temmuz 1947 gününe rastlar. Yani henüz iki sene bile dolmamıştır. Bu şubenin tesisinde, Sarı-Lacivertlilerin kıymetli ve çalışkan sportif oyunlar kaptanı Muhtar Sencer’in hissesi çok büyüktür. Kendisini burada peşinen tebrik ederim.
Fenerbahçe’nin genç Ping-Pongcuları, üç dört aylık bir çalışmadan sonra, ilk maçlarını 11 Aralık 1947 günü Teknik Üniversite ile yaptılar. Takımın en kuvvetli elemanı Güneri Artunkal, bu maçta kendi mektep takımında yer aldı. Bu ilk müsabakada, Güneri’nin mektebine kazandırdığı bir galebe ile Fenerbahçeliler maçı 3-2 kaybettiler.
Sarı-Lacivertliler, bu ilk müsabaka ve mağlubiyetten sonra, çalışmalarına hız verdiler. 1947-1948 Ping-Pong sezonunu şu şekilde hülasa edebiliriz:
11.12.1947 | Fenerbahçe 2 – 3 Teknik Üniversite (Dostane Maç) (1. Kategori) 13.12.1947 | Fenerbahçe 5 – 0 Ortaköy (Vefa Turnuvası) (1. Kategori) 14.12.1947 | Fenerbahçe 4 – 1 Vefa (Vefa Turnuvası) (1. Kategori) 14.12.1947 | Fenerbahçe 4 – 1 Kurtuluş (Vefa Turnuvası) (1. Kategori) 20.12.1947 | Fenerbahçe 1 – 4 Beyoğlu (Vefa Turnuvası) (1. Kategori) 15.01.1948 | Fenerbahçe 4 – 1 Galatasaray (Dostane Maç) (1. Kategori) 17.01.1948 | Fenerbahçe 3 – 2 Zoğrafyon Lisesi (Zoğrafyon Turnuvası) (2. Kategori) 07.02.1948 | Fenerbahçe 3 – 2 İtalyan T. Lisesi (Zoğrafyon Turnuvası) (2. Kategori) 08.04.1948 | Fenerbahçe 3 – 2 Robert Kolej (Dostane Maç) (1. Kategori) 25.05.1948 | Fenerbahçe 5 – 0 Beyoğluspor (Vefa Turnuvası Finali) (1. Kategori)
Ping-Pong sezonu böylelikle kapanmış oluyordu Fakat bu arada; Şişli Halkevi, güzel bir teşebbüsle 17 Temmuz 1948 günü bir açıkhava turnuvası tertip etti. Beş takım arasında yapılan bu cazip turnuva sonunda; Ortaköy, Şişli Halkevi, Fatih Halkevi ve Tarabya’yı aynı neticelerle (3-2) yenen Fenerbahçe Ping-Pong takımı, bu turnuvanın şampiyonu oldu.
Fenerbahçeliler, bu arada iki hususi müsabaka daha yaptılar: 25/9/948 günü Kurtuluş’a 2-1 galip; 1/10/948 günü İzmit muhtelitine 4-1 galip.
Sarı-Lâcivertli Ping-Pongcular, 1948-1949 sezonuna daha hazırlıklı ve ümitli girdiler. Nitekim, İstanbul Tenis Ajanlığı tarafından tertiplenen İstanbul Ping-Pong Şampiyonası’nda; Beyoğluspor’u 7-2, Şişli’yi 6-3, Ortaköy’ü Hükmen, Tarabya’yı 9-0, Kurtuluş’u 6-3, Galatasaray’ı 6-3 mağlup ederek 18 puanla İstanbul Şampiyonu oldular.
Ayrıca; mecmuamız tarafından tertiplenen ferdî birinciliklerde de Fenerbahçeli Ping-Pongcular 2 ikincilik ve 2 üçüncülük kazandılar. Bu faaliyet programını 10/9/949 günü B.T.G.M. tarafından tertiplenen ferdî birinciliklerle (bu haftalık) kapayabiliriz. Bu müsabakalarda da Fenerbahçe, çift erkeklerde 1 ikincilik; çift muhtelit (kadın-erkek) müsabakalarında da 1 üçüncülük aldı…
Bu arada, Fenerbahçe’den Güneri Altunkal 1946 yılından beri İstanbul Ferdî Ping-Pong Birinciliği’ni muhafaza etmektedir. Bu güzide oyuncu, 1946 yılından beri (Öz Fenerbahçe Ferdî Turnuvası hariç) iştirak ettiği bütün ferdî ve takım müsabakalarında hiç yenilmemiştir. Güneri’den sonra takımlar arası yaptığı müsabakalarında yaptığı 18 maçta 18 galibiyet alan Hamit Pişkin’i sayabiliriz. Hamit, Apostol, Ancus ve K.Vasiliadis gibi kıymetli rakiplerini müteaddit defalar mağlup etmeye muvaffak olmuştur. Fenerbahçe’nin Ping-Pong’cuları arasında Aleko Morisis, Niko Magulas, Foduloğlu, Stefo Halaris, İsak Hananel, Nejat Tulgar ve kıymetli takım kaptanı Marulidis isimlerini sayabiliriz.
Böylelikle Fenerbahçe Ping-Pong takımı iki sene içinde tertip edilen resmî ve hususî bütün karşılaşmalarında 20 maç kazanmış ve ancak 2 maç kaybetmiş oluyor. Övünülecek bir netice değil mi? Sarı-Lâcivertlilerin genç Ping-Pongcularını tebrik ederiz. Kendilerinden bu parlak derecelerinin devamını bekliyoruz.
Cem Atabeyoğlu | 18 Nisan 1949 – Öz Fenerbahçe Dergisi (Fenerbahçe’de Ping Pong’un Kuruluşu)
Fenerbahçe tarihinin hâmisi Rüştü Dağlaroğlu, 23 Mayıs 1949 tarihli Öz Fenerbahçe dergisi için kaleme aldığı yazıda Fenerbahçe’nin Kuşdili Lokali yangın felaketinden sonra oynanan bir maçı anlatıyor. Fenerbahçe için “Bahtsız Fakat Mesut” derken ne kadar da isabetli bir tabir kullanmış…
Bu sene 6 Haziran’da büyük acımızın 90. yıl dönümü olacak. Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinde açılan bağış kampanyasında bağışta bulunanların ismini “Küllenmeyen Sevdanın Kahramanları” yazısında paylaşmıştık. Keşke bu liste stadyumda bir yere asılsa… Zira emsalsiz bir sevginin nişanesi…
Varşova’da iken Polonia kulübünü ziyaret etmek istemiştim. Fenerbahçe’nin 25 yıl önce İstanbul’da yendiği bu takıma hatıra olarak verdiği sarı lâcivert bayrağı da görmek arzusunu besliyordum.
Dostum Polonyalı, mütereddit olduğum noktayı hemen söyledi:
Eski güzel lokalleri harpte bütün eşyasile beraber yandı. Şimdi ancak tek bir odada yerleşmiş bulunuyorlar!…
Artık gitmek istemedim. Polonia kulübünün, bütün Varşova gibi uğradığı bir talihsizlik bana kulübümü hatırlattı. Onun da uğradığı yangın felaketini ve onu müteakip geçen fazla sıkıntılı günleri gözlerimde canlandırdı. Bu arada unutulmaz bir millî tesanüd- hatırası zihnimde tazelendi. Onu, bilmiyen, duymıyan gençlere bildirmeyi bir vazife saydım. Şimdi yerine getiriyorum:
5 Haziran 1932 Pazar akşamı idi. Fenerbahçe kulübü Herr Schveng isimli bir Macarı antrenör olarak tutmuş ve şerefine bir tanışma çayı tertip etmişti. Meşhur Fenerbahçe futbolunun ilk defa olarak bir ecnebi antrenöre kavuşması mes’ut bir hadise idi. Bütün Fenerliler böyle mutlu bir gecenin sabahında pek elim bir havadisle karşılaştılar:
Kulüp yanmıştı! Hem de herşeyile beraber! Kalanlar yalnız ismi, şerefli hatıraları ve yarattığı sevgi idiler.
Aradan iki hafta geçmişti. Selanik muhteliti İstanbul’da idi. Fenerbahçe bu takıma karşı Taksim Stadı’nda maça çıkıyordu. Millet bahtsız Sarı-Lâcivert çocukları gözyaşlarile teselliye koşmuştu. Mutadı aşan coşkun tezahüratla karşılandılar. Herşeyleri yeni idi. Eskileri yanmış, bunlar da borçla yaptırılmıştı.
Fenerbahçe 4-0 kazandı. Staddan yine coşkunlukla uğurlandılar. Caddelerde de eller üstünde taşındılar. Milletinin bu derin sevgisine ulaşmış bahtsız fakat mes’ut Fenerbahçe kulübü buna liyakatini yüksek bir jestle ispattan geri kalmadı. Ne yaptı biliyor musunuz?
Pek acı bir şekilde duyduğu ve yaşamakta olduğu yoksulluğun yarattığı bir hisle, o maçın bütün hasılatını, yoksul milletdaşlarına dağıtılmak üzere, Hilal-i Ahmer’e bağışladı. Gerçi biraz daha sıkıldı. Fakat eşsiz şereflerle dolu tarihine bu yolda da eşsiz ve ebedî bir millî tesanüd ve olgunluk hatırası da eklemiş oldu.
Rüştü Dağlaroğlu | 23 Mayıs 1949 – Öz Fenerbahçe (Bahtsız Fakat Mesut)
Pek az kişi bilir ama Halit Kıvanç‘ın Fenerbahçe yazarlığı muhteşemdir. Üstat her hafta kaleme aldığı “Fener Alayı” köşesinin “Bayram Haftası” başlıklı yazısında, Fenerbahçe Stadı’nın 1949 yılındaki açılışını yazmış. Keyifli okumalar.
Allah’ın inayetiyle stadımızı açtık. Lâkin geçen Pazar Kadıköyü’nü bir görmeliydiniz! Doğrusu yarım Üniversite inşaatını, yıllanmış Radyo Sarayı’nı düşününce bu mütevazı stad karşısında iftihar duymamak elde değildi.
Malûmunuz, bu seneki kış gariplik ve şiddette meşhur Ceza Hey’etimizi bile gölgede bıraktı. Bir bakıyorsunuz kar, fırtına, tipi, soğuk, don… Bir de bakıyorsunuz güneş, parlak sema, ılık rüzgâr, bahar güneş! Amma isterseniz bir sokağa çıkın! Mektep çocuklarına bir haftalık kartopu tatili kazandıran modern nezle hazır: Hapşuuu!
Eeee böyle havada da cahil yan hakemi gibi şaşkına dönmemek mümkün değil… (Lafa bakın yani! Sanki hakemin bilgilisi olurmuş da…)
Neyse ki Ulu Tanrı bizleri çok seviyormuş da hemen imdadımıza yetişti. Aman efendim, neydi o hava, neydi o hava? Hani hilafsız söylüyorum, bu kışta o güzel havayı görüp de sandığa koşup mayoyu çıkarmamak elde değildi. (Ne attım ama? Maç tahmini yazıyorum sanki!)
Kısacası yirmi beş kuruşluk roman tabiriyle tam “yazdan kalma” bir gündü.
Stadın önündeki mahşeri kalabalığı yararak ve insana serbest seçimi hatırlatan jandarmaların yanından geçerek içeri girince hepimiz bir “Aaaaa!” çektik. Ne ayıplıyorsunuz canım? İnönü Stadı’nın 21 kademeli tribünlerine: “Amma da yüksek ha?” dedikten sonra Fener Stadı’nın 35 kademeli tribünü karşısında “Aaaa!” değil, alfabenin bütün harflerini sıralasak yine az…
Çok geçmeden Şehir Bandosu marşlara başladı. Ankara radyosunu dinleye dinleye Şopen’le Bethoven’e alışmış olan halk, zeybek havalarını dudak bükerek karşıladı. Nihayet kordela da kesildikten sonra Vali Lütfü Kırdar’ı sahanın ortasında gördük. Topa ilk vuruşu o yapacaktı. Fakat epey durakladıktan sonra yanında bulunan Vildan Aşir’in kulağına eğildi ve : “W mi vurayım?” diye sordu. “Bu hususta hükümetin nokta-i nazarı ne?”
Derken ilk vuruş yapıldı. Böylece sayın valimiz bir sene evvel temel atma ve bir sene sonra da kordela kesme törenlerinde hayli yorulmak suretiyle stadın bu hale gelmesine büyük mikyasta yardım etmiş oldu.
Nihayet oyun başladı. Fenerbahçelilerin bugünün şerefine tertiplemiş oldukları gol müsabakası zevkle seyredildiği sırada hakemin bir kararı tribünü az kalsın Kravçenko davasına çeviriyordu. Neyse ki haftaym imdada yetişti.
Nihayet oyun bittiği zaman İnönü Stadı’nın frigofrik tribünlerinde titremiş tecrübeli seyircilerin verdikleri parayı helal ederek staddan çıktıkları görüldü.
Bu sırada büyüklerden birine sokulup “Efendim” diyecek oldu, “Şu İnönü Stadı’nın duşlarının ısıtılmasını rica…”
Büyüğümüz tebessümle: “Haydi haydi” dedi, “Soğuk duş insanı daha dinçleştirir”
Kendisine artık: “Öyle amma, hasta oluyor çocuklar…” diyemedim.
Muhakkak ki ona da: “Aldırma” cevabını verecekti, “Sporcudur onlar. İki günde iyileşiverirler.”
Halit Kıvanç | 21 Şubat 1949 – Öz Fenerbahçe (Bayram Haftası)
Geçtiğimiz aylarda Galatasaraylı Muvakkar Ekrem Talu‘nun, yine Galatasaraylı Muslih Peykoğlu’na yazdığı zehir zemberek bir açık mektup yayınlamıştık. O tarihten çok kısa bir süre sonra, bu kez Öz Fenerbahçe dergisinde, muhatabının “Sarı Kırmızı Hoca” olduğu belirtilen hayalî bir röportaj yayınlanmış. Belli ki hoca efendi Muslih Peykoğlu. Röportajın yazarı ise belli değil. Yine bir ihtimal Muvakkar Ekrem Talu olabilir… Keyifle okuyacaksınız…
Not: Fotoğrafın yazı ile pek bir ilgisi yok gibi gözükebilir… Fakat ne de olsa Fenerbahçe ve Galatasaray ile ilgili her konunun ve yazının halet-i ruhiyesi bu! Öyle değil mi? :)
Muhayyel Röportajlar
“Sarı Kırmızı Hoca” ile Bir Mülakat
Hazreti bir hayli aradım. Kimi “Ağa Camii’ne va’za gitti”, kimi “Çukur Camii’de Mevlidi olmalı”, kimi de “Galatasaray’da mukabelesi var” dediler.
Halûk’u telefonla aradım. O, hazretin günlük bütün hareketini takip ediyordu. Her saniyesinden haberdardı, ondan telefonla malûmat rica ettim:
Hocayı arıyorum, dedim.
Yeşil hocayı mı?
Hayır! Sarı-Kırmızı hocayı!
Ha! Onu şimdi bu saatte mektepte bulursun. Son sınıfta dersi var.
Ayol son sınıfta “ulûmu diniye” başladı mı?
Yok canım! Şey dersi: Hayvanat!
Hemen mektebe koştum. Kapıdan girmek bir mesele… Eskiden benim zamanımda böyle değildi. Buraya da Mütevelli mi karışıyor nedir?
Olmaz bayım! Hem siz Galatasaraylı olsanız da kâfi değil. Şecereyi de inceleyeceğiz. Yardirektörlükten emir aldık.
Bereket o sırada koyu ve halis Galatasaraylılardan kaleci Osman ve Eşref Mutlu yanımıza geldiler ve çoraplarını, kazaklarını, mendillerini, kravatlarını, rozetlerini, eşarplarını gösterip Galatasaraylı olduklarını ispat ettikten sonra bana da şefaat ederek hep beraber içeri girebildik.
Tavanları yüksek bir oda… Yerde sedirler, Şam örtüleri… Ortada bir mangal… Ödağacı ve kakule kokusu her tarafı kaplamış. Duvarlarda (Ya Ali), (Ya Hafız), (Bu da geçer ya hu) levhaları…
Hemen rahlesinin önüne seğirttim, önünde rükûa vardım, beni sinek kovar gibi bir selamla karşıladı:
Şöyle yamacıma takarrûb eyle evlat bakayım! Ne istersin, ne dilersin, muradın ne ola? dedi.
Röportaj için geldiğimi söyledim.
Zinhar! dedi. O kafirlerin, o zındıkların, o lahana yapraklarının, o ketentohumu lapası heriflerin, o buldog, o puanter, o pekinua’ların, o at kestanesi gölgesinde sabah namaz kılan yezitlerin ceride-i naferidesine beyanda bulunmam!
Hocam kerem et! Benim hatırım için…
Şimdi bahçedeki heykelinizden başlatırsın ha! Ev sahibinizin hatırını saymasam seni karşımda bir an tutmam! Lain seni!
Elini öpeyim.
Aptestin var mı?
Yooo!
Öyleyse olmaz. Gaslini tazele de gel!
Hocam ibadete değil, ziyarete geldim. İki çift laf edip gideceğim.
Ne istersin?
Sizin Fenerbahçe’ye girdiğinize dair bir haber duyduk. Aslı var mı?
Sus! Sus! Böyle günahı kebairi bana nasıl hamlederler. Ben değil Fenerbahçe’ye, senelerdir evin, mektebin bahçesine bile girdiğim yok. Ne zaman Adalar’a vapurla gidecek olsam, Fener’in önünden geçerken tövbe istiğfar etmeden yapamam. Kıldığım nafilelerin çoğu evvelce Fenerlilerle bir arada muhtelit takımlarda yer aldığım içindir.
Bu sırada talebe velisi bazı bayanların müdür muavini olan “Hoca”ya mektep taksiti getirdiklerini haber verdiler. Hoca, hademeye:
Olmaz! Kabul etmem! Söyle o hatunlara, karşıma erkekleştikleri zaman gelsinler! dedi.
Fenerbahçeli sporcu Nedret Coşan 26 Aralık 1947 tarihinde vefat ettiğinde, bu elim haberi böyle içi parçalanarak yazmıştı, bir başka Fenerbahçeli atlet Ali Polat.
“Bir müddetten beri böbreklerinden rahatsız bulunan Kadıköy Kız Lisesi’nin yetiştirdiği atlet ve voleybolcu Nedret Coşan, hafta içinde Haseki Hastanesi’nde hayata gözlerini yummuştur.Okuldan sonra spor hayatına Fenerbahçe Kulübü’nde devam eden Nedret, ahlakı ve mizacı ile mükemmel bir sporcu idi. Cenazesi, vasiyeti üzere, Rumelihisarı’nda Aşiyan’ın altında denize nazır bir yere defnedilmiştir.Nedret, henüz on sekiz yaşını bitirmemişti. Ölümü muhiti ve arkadaşları arasında pek feci bir tesir icra etmiştir.Cenazesinde Fenerbahçe Kulübü’nün renkleri ve madalyaları ile bezenmiş küçük tabutu, yürekler acısı bir manzara arz ediyor, arkadaşlarının mütemadi gözyaşları tahrik ediyordu. Nedret, arkadaşları arasında ölmemiş, sadece maddeten ayrılmıştır.Ailesine, arkadaşlarına başsağlığı ve uzun sabır ve merhumeye Allah’tan rahmet dileriz.”
Aradan bir sene geçmiş; Ali Polat, Nedret’in vefat yıl dönümünde bir kez daha kaleme sarılmıştı. Şöyle diyordu:
“26 Aralık, yani dün, çok kıymetli bir atlet arkadaşımızı kaybettiğimiz acı bir günün senei devriyesidir. Fenerbahçe Spor Kulübü’müzün kıymetli bir süknü olan atlet Nedret Coşan, Kadıköy Kız Lisesi’nin de yorulmak bilmeyen bir voleybolcusu, bir hendbolcusu idi de… O cidden samimi bir dost, spora delice aşık candan bir arkadaş, yardımsever bir izci idi. Nitekim spor aşkı ve yardım için çırpınan karakteri yüzünden yakalandığı meşum hastalıktan kurtulamadı ve şen yüzlü, iyi kalpli Nedretçik böylece henüz 19uncu baharında aramızdan ayrıldı gitti. Onu Rumelihisarı’nda, Aşiyan’ın dibine, çok sevdiği deniz’i ile yan yana içimiz parçalanarak bıraktık. Nedret!!. Müsterih ol! Sen toprakta değil, arkadaşlarının kalplerinde gömülüsün. Rahat uyu!”
Ve Fenerbahçe tarihinin hâmisi Rüştü Dağlaroğlu… 1957 yılında basılan “Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihçesi” kitabında Nedret Coşan için şu satırları yazmıştı :
“Genç yaştaki hastalığında, (MEZARIM FENERBAHÇE AMBLEM VE RENKLERİYLE SÜSLENSİN!…) vasiyeti, Fenerbahçe Kulübü tarafından titizlikle yerine getirilmiş bulunan Nedret Coşan, her yönden örnek, temiz bir karaktere sahipti.”
Sonra heyecanlandık. “Ne yapabiliriz?” diye düşündük ve sevgili Celal Umut Eren sağ olsun, sayın Gökhan Karakaş ile irtibata geçerek, Nedret Hanım merhumenin ailesine ulaştık.
Sayın Işınsu Attila Aloğlu, Melike Basa, Sahra Bilgin ve Semin Merve Aloğlu Şentürk hanımefendiler bizi teyzeleri Nedret Coşan’ın fotoğrafları ile buluşturdular ve fotoğrafların aşağıdaki şekilde yayınlanmasına müsaade ettiler.
Unutturmayacağız
Ahmet Haşim bir yazısında Gregoire Baille’in Bursa’daki evini ziyaretini anlatır. Orada Baille, bahçesindeki ağaçlar hakkında Haşim’e şunları söyler:
“Belki dikkat ettiniz. Etrafınızdaki ağaçlar ekseriyetle söğüt ve selvidir. Bahçemin ölüm ve uhreviyet rayihası dağıtabilmesi için bu nevi ağaçları tercih ettim. Etraftan burnunuza gelen bu mezarlık kokusu işte bu yapraklardan dağılıyor. Mezarlığı hiçbir millet sizin anladığınız güzel tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı ölümün tatlı ve haşin güzelliğini bozar. Orada, sanki taşları daha dik ve köşeli yapan buzlu bir hava dolaşır, sanılır ki her ölü süslü ve sağlam mezarının kapısı arkasında, hodperestâne bir hırsla saklanmış, muciz zâire saldırmaya hazırlanmış bekliyor. Hristiyan mezarlığının ağır sükûtunda mahsus olan adeta husumettir. Halbuki sizin mezarlıklarınızın havasında her türlü maddi endişelerin takallüsünden kurtulmuş bir tebessüm dolaşır. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister, o kadar her ölü munis ve cana yakındır.”
Fenerbahçe Spor Kulübü’nün genç sporcuları için bir tazim durağı olması gereken Nedret Coşan’ın kabrine ve hatırasına, kulübümüzün yöneticilerinin gereken ihtimamı göstereceğinden hiç şüphemiz yok.
Biz burada üzerimize düşeni yapıp, bütün arkadaşlarının “güler yüzlü, genç ve güzel” olarak hatırladığı Nedret Coşan’ı, o büyük Fenerbahçeliyi, çağın istirahatgahı olan dijital alemde, bir daha unutulmamak üzere hatırlatmak istedik.
Öz Fenerbahçe dergisinden muhteşem bir yazı daha… 24 Ağustos 1950 tarihinde, Türkiye Şampiyonu Fenerbahçe için düzenlenen konserde birbirinden ünlü isimler sahne almış ve Fenerbahçeli sanatçılar, sayıca Galatasaraylı ile Beşiktaşlı sanatçıların toplamından daha fazla çıkmış. Huzurlarınızda Fenerbahçe’nin konseri ve muhteşem hatıralar…
24 Ağustos Perşembe akşamı Açıkhava tiyatrosunda verilen Türk musikisi konseri misafirlere zarif ve zevkli bir gece geçirtti.
Perşembe gecesi Açıkhava Tiyatrosu’nda Fenerbahçe kulübü yararına tertip edilen konser münasebetiyle 20’ye yakın saz ve ses sanatkarını – tabir caizse- birbirlerinden habersiz yakaladım. Bir taraftan gecenin hatırası olarak saklayabileceğiniz resimlerini çekerken diğer taraftan da, sevdikleri kulüpleri ve oyuncuları sordum.
Öyle ya, Hamiyet Yüceses’in kilosunu ve boyunu merak eden okuyucular olur da sevdiği futbolcuyu ve tuttuğu kulübü öğrenmek isteyen kimse bulunur mu?
Doğrusu bunu ben de çok merak ediyordum. Daha pek erken saatte kuliste mecmuamız sahibi Cihat Arman‘la buluştuğumuz zaman ilk önce üstad Münir Nurettin’i gördük. Yüksek sanatkarın hangi kulübü tuttuğu malûm… Tabii Fenerbahçe, üstelik üstad Fenerbahçeli oluşunu teyit eder mahiyette kravatını bile sarı-lacivert intihap etmişti.
Nasıl da belli oluyor aşırı kulüpçüler diyeceksiniz. İşte Ahmet Üstün baştan aşağı siyah beyaz giyinmişti.
Sevimli sanatkar sualimiz karşısında şöyle bir etrafa baktı:
Vallahi ben bütün kulüpleri severim. Yalnız diğerlerinden farklı olarak biraz Beşiktaş’ı…
Bu sırada Ahmet Üstün, Münir Nurettin’e “Vay hocam! Nasılsınız?” sualiyle yanımızdan ayrıldı. Elimi öptüğünü gördük. Münir Nurettin de Ahmet Üstün’ün sırtını okşayarak şöyle dedi : “Sen artık görmeyeli büyümüşsün”
İşte şimdi de kahramanlık türküleri okuyucu Mustafa Çağlar’la karşı karşıyayız. Sualimizi gayet sakin olarak dinledi ve coştu. (Hani o gazellerinde olduğu gibi)
Ne diyorsunuz Allah aşkına? Bu ne biçim sual? Benim Fenerbahçeli olduğumu bilmeyen var mı? İsterseniz hüviyetimi göstereyim. Hey gidi günler hey.. Biz Fenerbahçe kulübünde az mı sabahladık?
Peki ya sevdiğiniz futbolcular?
Hepsi evet tereddütsüz bütün Fenerbahçeliler.
Daha Mustafa Çağlar’la konuşmamızı bitirmeden bayan Rikkat Uyanık’la karşılaştık. Değerli okuyucumuz diyor ki :
Çocuklarım Fenerbahçe hastasıdır, ben de onların hastasıyım! Binaenaleyh Fenerbahçeliyim. Başta Cihat olmak üzere bütün Fenerbahçelileri severim.
Bakınız sayın okuyucular, biricik fasıl okuyucumuz Can Akşit göğsünü kabartarak “Fenerbahçeliyim” dedikten sonra neler söylüyor:
Fenerbahçelileri asaletlerine, temiz karakterli oluşlarına binaen çok sever ve iftihar ederim.
Yetmez mi, diyeceksiniz? Fakat Can Akşit Fenerbahçelilerin daha bir çok meziyetlerini sayıp döktü, onları burda bu satırlara sığdırmaya imkan yok.
Zehra Bilir (Ha bu diyar) şarkısını okuyarak aramıza girdi, konuşma arasında mütemadiyen:
Tiridine bandım Bedava mı sandın? Para verip aldım şarkısını mırıldandı.
Kıymetli sanatkar:
Ah siz gazeteciler insanı hiç boş bırakmazsınız, diye lafa girizgah yaptıktan sonra : Evvelden koyu Fenerbahçeli idim, fakat oğlumu Galatasaray’a yazdırınca, zoraki Galatasaraylı oldum. Kar, fırtına, tipi dinlemem, hiçbir maçı kaçırmam. Futbolculardan Galatasaraylı olmama rağmen, biraz evvel, Osman Nihad’ın takdim ettiği Fenerbahçeli santrfor! Cihat’ı çok beğenirim. Bunu bilhassa böyle yazın.
Suzan Güven ismini unutabiliriz veya yanlış yazabiliriz telaşına kapılmış:
Allah aşkına yazın. Suzan Güven küçükten beri Fenerbahçeli imiş yazın, diyor.
Bu gece de Hamiyet’i bekleye bekleye bir hal olduk… Bermutad daha soluk almadan ilk önce objektifimizi sonra sualimizi tevcih ettik.
Ben futboldan ne anlarım, ne seyrederim. Mamafih bütün kulüpleri severim. Size isim söylesem, söylemediklerimin hatırı kalır…
Bu sırada konuşmalarımızı dinleyen Cihat Arman’ı Hamiyet’e tanıtmaya kalktılar. Fakat Cihat daha evvel davranarak “Evet, Fenerbahçeli Cihat. 52 kiloda güreşiyorum” dedi.
Biz gülüşürken Hamiyet:
Gerçi ben maçlara gitmem dedim amma, ara sıra tebdili kıyafet eder de giderim ve müsaadenizle kimin ne olduğunu bilirim…
Biraz sonra da, şirin sanatkar, Mefharet Yıldırım Fenerbahçeli olduğunu söylerken içimden “Garanti biz rekoru kırdık” diyordum. Mefharet Yıldırım ayrıca B.J.K.’dan Faruk’u beğeniyormuş. Çünkü Faruk amcazadesi imiş.
Müzeyyen Senar geldiği zaman vakit gece yarısını geçiyordu.
Durun ayol… Çakır’dan geliyoruz, diyerek arzı endam etti.
Şahane bir gece elbisesi giymişti.
Siz sormadan ben söyleyeyim. Bal gibi Galatasaraylıyım dedi. Maçlara pek seyrek giderim.
Bu esnada resim çekilirken, Cihat Müzeyyen’e takılıyordu :
Com bien plastre
Müzeyyen de o şakrak sesiyle ve verdiği pozunu bozmamaya uğraşarak :
Dur ayol Cihat. Kendini Roma’da mı sandın?
İşte sayın okuyucular ses ve saz sanatkarlarının bir resmigeçidi diyebileceğimiz bu konser Müzeyyen Senar’ın şarkılarıyla biterken 6 okuyucunun Fenerbahçeli, 3’ünün Galatasaraylı ve birinin Beşiktaşlı olduğunu öğrendik.
Fenerbahçe 6’ya karşı 4 sayıyla Beşiktaş-Galatasaray muhtelitini ekarte etmiş oldu.
İsmet Gümüşdere / Öz Fenerbahçe – 28 Ağustos 1950 (Fenerbahçe’nin Konserinde Birkaç Saat)
Perşembe gecesi Açıkhava tiyatrosundaki Fenerbahçe’nin büyük konserinden muhtelif resimler:
Can Akşit, Necdet Gezen’e Fenerbahçe’nin asaletinden bahsederken Mualla Yakar da kulak misafiri oluyor. Gecenin en yüksek sanatkarı Zehra Bilir’in hoş bir pozu, Üstad Münir Nurettin arkadaşımız Osman Nihad’la konuşurken Sadi Işılay da istirahat halinde. Müzeyyen Senar Işıl ise saçlarına tuvalet yaptırıyor, öğrendik ki bu resmi model olarak Paris’e gönderecekmiş. Kadınlar tuvaletle meşgul olurken Şerif İçli de ekmek peynire yatarak açlığını gideriyor. Hamiyet Yüceses “Çeşmi siyah”ı mı okuyayım diye düşünürken Osman Nihad’la Suzan Güven ne karar vereceğini bekliyorlar. Kulüp değiştiren Rikkat Uyanık bunun izahını yapmakta. Gecenin en güzel numarası Cihat Arman kulis arasında tambur çalıyor. Ahmet Üstün ve Mefharet Yıldırım’la Suzan Güven’in samimi bir pozları.