Etiket: Öz Fenerbahçe

  • Zeki Rıza Sporel ve Milli Küme

    Zeki Rıza Sporel ve Milli Küme

    Bugün 1959 öncesi şampiyonluklar konusuna geri dönüyoruz. Fenerbahçe tarihinin en büyük golcüsü ve öncü futbolcusu Zeki Rıza Sporel, futbolu bıraktıktan sonra, uzun seneler boyunca Türk spor teşkilatının içinde çalıştı. 1950’li yıllarda Öz Fenerbahçe dergisinde yazdığı bu yazıda büyük futbolcumuz, Milli Küme şampiyonasının kaldırılmasını eleştiriyor. Biliyorsunuz, en sonuncusu 1950 yılında yapılan Milli Küme’yi, yine üç şehrin katılımıyla 1959’da başlayan günümüz Süper Lig takip etmişti. İşte karşınızda, Zeki Rıza Sporel ve Milli Küme hakkında düşündükleri…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şarkî Akdeniz Kupası ve Milli Küme

    Bir “Şarkî Akdeniz Kupası” için Atina’da bir toplantı yapılmış, bu şampiyonaya Türkiye, İtalya, Mısır, Yunanistan iştiraki kabul etmiş, nihayet İtalya’nın teklifi ile bu deplasmanlı maçların yirmi dört yaşına kadar olan gençlerin iştiraki ile oynanması esas kabul edilmiş.

    Bence bu hareket kadar güzel bir şey tasavvur edilemez. Nitekim biz bunu daha bundan yıllarca evvel yapmak istemiş fakat işi sonuna vardıramamıştık. Bunun tahakkukunu görmekle en büyük sevinci duymalıyız.

    Bu organizasyon vesilesiyle ben yine şu milli küme şampiyonasından bahsedeceğim. Biz düşünerek, taşınarak gerek memleket futbolu ve gerekse malî bakımdan en büyük faydalar sağlayan milli kümeyi ortaya attık. Milli küme şampiyonası bu milletlerarası hareketin şehirler arası şekli idi.

    Yapmak güç, yıkmak kolaydır derler.

    Bundan yıllarca evvel ortaya atılan, her türlü maniaları aşarak, güçlüklere göğüs gererek yapılan ve iyi neticeler vererek yürüyen bir şampiyonayı her nedense bir dudak büküşü ile sormadan, fikir almadan ortadan kaldırdılar, bu suretle İstanbul futboluna o kadar değilse de Ankara ve İzmir futbolunu felce uğrattılar. Zavallı kulüplerin aynı zamanda bir varidat menbaını da kuruttular.

    Bence milli kümeyi ortadan kaldırmak değil bilakis genişletmek yoluna gitmeli idik. Bunu daha organize bir hale sokmalı idik. Bugün İstanbul kulüpleri ellerindeki sahaları, birkaçının malî vüs’atleri ile hariçten takım getirebiliyorlar. Bir hareket yapabiliyorlar. Fakat Ankara’nın ve İzmir’in o fakir kulüpleri bundan mahrumdurlar. Bir takım getirtmek imkanına malik değildirler. Bu vaziyet dahilinde iş birkaç lig maçına kalıyor. Bu şehirlerde lig maçları ile futbolcu yetişmesine, futbolun kalkınmasına imkan yoktur. İşte bunun için değil midir ki milli takımın yirmi-otuz kişilik kadrosu içine bir Ankaralı, biz İzmirli giremiyor. Halbuki milli küme şampiyonasının başladığı, hararetle devam ettiği devirleri şöyle bir gözümüz önüne getirirsek bu iki baş şehrin bir futbolcu kaynağı haline geldiğini, İstanbul’a kafa tutacak bir kuvvet iktisap ettiklerini derhal hatırlarız.

    Görülüyor ki spor teşkilatı milli küme şampiyonasını ortadan kaldırmakla memleket futboluna büyük bir darbe indirmiş ve fenalık etmiştir. Bu işlenen hata büyüktür.

    Şarkî Akdeniz Kupası muhakkak ki güzel bir şey, fakat bizim milli küme bunun temeli idi. Temeli yıktık ve yıkık bir temel üzerinde bina kurmaya çalışıyoruz.

    Zeki Rıza Sporel ve Milli Küme

  • Şanlı Fenerbahçe Şiirleri

    Şanlı Fenerbahçe Şiirleri

    Öz Fenerbahçe dergisi, 1948 yılında bir sayfasını taraftardan gelen şiirlere ayırmış. İlk kez 23 Ağustos 1948’de yayınlanmaya başlanan şiirler, uzunca bir süre devam etmiş. Aşağıdaki örnekler ilk yayından. İzmir Karşıyaka’dan Mesut Özbiltekin ve Zonguldak’tan İsmail Kızılkan, iki başlığı bir potada eritmek gerekirse, şanlı Fenerbahçe şiirleri kaleme almışlar. İkisi de birbirinden güzel fakat özellikle İsmail Kızılkan’ın şiirinde, son satır insanı gerçekten duygulandırıyor. Dönemin şartları gereği İstanbul-Zonguldak arasında fazla gidip gelme imkanı olmaması ve Fenerbahçe’yi uzaktan sevmek, bu güzel satırı yazdırmış kendisine. Huzurlarınızda, şanlı Fenerbahçe şiirleri…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şanlı Fenerbahçe

    Rüzgarlar gibi eser, seller gibi coşarsın,
    Kalplerde yaşar, zafer peşinde koşarsın.
    Engelleri devirir, manileri aşarsın,
    Ey kudretin kaynağı, Şanlı Fenerbahçe.

    Gökyüzünde parlayan sayısız yıldız kadar
    Her Türk gencinin gönlünde, hep senin sevgin var.
    Senin önünde durur, çağlayıp akan sular
    Ey kahramanlar yuvası, Namlı Fenerbahçe..

    Güneş gibi, daima hiç sönmeden parladın,
    Saygıyla anıldı, göklere yükseldi adın.
    Seni gördüğü yerde, binlerce erkek, kadın
    Alkışladı derinden, ey Aslan Fenerbahçe.

    Mesut Özbiltekin / İzmir – Karşıyaka


    Fenerbahçe’ye

    İftiharla söylenir bulunmaz bir tek eşin
    Spor sahalarında sönmez senin güneşin
    Mehtapta ay gibisin, baharın sünbülüsün,
    Açık stadyumlarda milletin bülbülüsün.
    İnandı bütün millet, bu varlığa bedelsin,
    Lâkin kalplerimizde unutulmaz emelsin.
    Kuvvet ve kudretin, bellidir her pahada,
    Işığını saçarsın beynelmilel sahada.
    Zevk alıyor, seninle iftihar ediyoruz.
    Iraktasın ne çare, sesini alıyoruz.

    İsmail Kızılkan / Zonguldak

  • Cihat Arman ve Öz Fenerbahçe

    Cihat Arman ve Öz Fenerbahçe

    Fenerbahçe’nin sembol kalecisi “Sarı Kanarya” Cihat Arman, 1948 yılında “Öz Fenerbahçe” adında bir dergi çıkarmaya başladı. Aşağıda okuyacağınız yazı, bu derginin ilk sayısından “Niçin Çıkıyoruz?” başlıklı bir metin. Cihat Arman ve Öz Fenerbahçe, bugün aramızda yoklar… Fakat aşağıdaki yazıyı okuyunca, sadece eski sporcularla bugünküler arasındaki farkı değil, gazeteciliğin bugünlerde neden yerlerde süründüğünü de anlayacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Niçin Çıkıyoruz?

    Neşir hayatına bugün başlayan “Öz Fenerbahçe” öz Fenerbahçeliler tarafından çıkarılan haftalık bir spor gazetesidir.

    “Öz Fenerbahçe” ismini alırken çok düşündüğümüzü ve yüklendiğimiz mes’uliyetin büyüklüğünü kavramış bulunduğumuzu söylemeye bilmeyiz ki lüzum var mıdır?..

    “Fenerbahçe” çok mukaddes bir isimdir. Aziz vatanın her köşesinde yurttaşların adını sevgi ve saygı ile andıkları, kalplerinde heyecanla yaşattıkları, bütün tarihi şereflerle dolu bir yuvadır. İşte her Pazartesi gazetemizde yazılarını okuyacaklarınız, bağlı bulundukları asil yuvaya karşı bu sevgi ve saygıya malik, bu heyecanı duyan ve gönüllerinde yaşatan öz Fenerbahçeliler olacaktır.

    Gazetemiz, aziz yurttaşları gibi isim ve varlığına gönülden bağlı bulunduğu bu şerefli ocağını naşari efkarı olmak amacını güdüyor. “Öz Fenerbahçe” Fenerbahçe’nin yalnız düşüncelerini yayınlamakla da ödevini yerine getirebilmiş olmayacak, fakat onun haklarını büyük bir kıskançlıkla korumayı da gayelerinin en başında gelenlerinden sayacaktır.

    Fenerbahçe’nin Kendini Koruma Sahası

    Türk yurdunun en ileri, en özlü ve en çok takdir edilen, umumi bir muhabbet halesini üzerinde toplamış, sarı-lâcivert renkli tertemiz spor ocağı bugüne kadar neşir sahasında pek sessiz ve öksüz kalmıştır. O, her zaman haksız hücumlara uğramış, 41 yıllık hayatında pek çok kötü niyetlinin hedefi olmuştur. Fakat zaman zaman yükselen kalem sahibi bazı fedakaranın meşkûr gayretleri müstesna, kendini koruma sahası bulamamıştır. Biz büyük bir yurttaş kütlesini üzen bu noksanı artık tarihe gömmeye karar vermiş bulunuyoruz.

    Okuyucularımıza şunu da hatırlatmak isteriz ki biz, bu yolda yürürken gözü kapalı kulüpçü olacak değiliz. “Öz Fenerbahçe” Fenerbahçelilik şiarlarından olan hak ve ciddiyetten asla ayrılmayacaktır. O, Fenerbahçelilerin dillere destan centilmenliğinden de hiçbir zaman uzaklaşmayacak ve Türk sporuna fayda ve şeref sağlayacak her güzel hareket ve başarıyı, hatta rakip renklere de ait olsa, alkışlamaktan zevk duyacaktır.

    Niyetlerimiz bu kadar açık ve bu derece samimi olduktan sonra tuttuğumuz yolda muvaffakıyet elbette ki hakkımızdır. Bununla gayretimizin de artacağına şüphe edilmesin.

    Cihat Arman ve Öz Fenerbahçe

  • Geçmiş Zaman Röportajları : Bercis Türkoğlu

    Geçmiş Zaman Röportajları : Bercis Türkoğlu

    1950’li yıllarda yayınlanan Öz Fenerbahçe dergisinde, Fenerbahçe’nin efsanevi kadın basketbol/voleybol takımının kaptanı Dr. Ayten Salih, takım arkadaşlarıyla röportajlar yapmıştı. Bunlardan bir tanesini sizlerle paylaşmak istedik. 8 Mart 2019’da düzenlenen “Tarihe İz Bırakan Fenerbahçe Kadınları” etkinliğinde de yer alan Türkoğlu, röportajın sonunda “Takımımız için en büyük temennim Fenerbahçe ismine lâyık olarak şampiyonluğunu yıllarca devam ettirmesidir” demiş. Temennisi yerini buldu. 1960 yılına kadar 21 şampiyonluğun 19 tanesini kazandılar… Keyifli okumalar…


    Geçen yıllarda Fenerbahçeli futbolculara verilen “Küçük Şeytanlar” adı kızlarımızda da devam ediyor.

    Resminden de göreceğiniz gibi cin gibi bir kız bu.

    Taksim’de oturduğu için “Üç antrenman bana fazla geliyor. Eve geç kalıyorum” diyerek arada sırada kaçamak yapar ama haftanın maçlarında daha da güzel oynayarak istirahatin yaradığını kabul ettirerek tatili (!) daha başlangıçtan elde eder. Cin gibi dedim ya. O işini bilir… Mesela onca film seyretmek de bir nevi istirahattir! Eğer evde veya sinemada istirahat etmiyorsa muhakkak Merallerdedir.

    Mamafih bütün bu yazdıklarım onun antrenmanlarına ehemmiyet vermemesi demek değildir. Çünkü o da nâmağlup şampiyon olamamamızdaki sebebi son hafta az antrenman yapmamızda ve dolayısıyla moralimizin bozukluğunda buluyor. Mamafih “O fena oyunla yenilmeyi hak etmiştik ama hakem yeni kaidelerin üçünü hakkıyla kullansaydı yine de İstanbul Üniversitesi’ni mağlup edebilirdik” diyor.

    1936 senesinde Trabzon’da doğan ve tahsilini Çamlıca Kız Lisesi’nde tamamlayan Bercis ancak mühim maçlarda heyecanlanırmış ama hiçbirinde de Fenerbahçe’nin basket maçlarını seyrederken heyecanlandığı kadar değil…

    -Evlilik spora mani midir?

    Evet. Çünkü hanımının spor yapmasına müsaade edecek modern zihniyetli bir şahıs bulmak, bizim cemiyette, bence büyük bir şans eseridir. (Beyler dikkatli okusun)

    Beğendiğim sporcular Can, Altan, Lefter, Naci, Ayten abla, Güneş, Seçkin, Seta… Tam bir sporcu olması bakımından Ayferi’yi Sevim’e her zaman tercih ederim. (Çok cesur konuşuyor bizim şu küçük kız vesselam…)

    Tercüme romanları, bilhassa Cronin, Tolstoy ve Dostoyevski’yi okumaktan pek hoşlanan Bercis’in en büyük arzusu güzel bir kütüphaneye malik olmakmış. (Mütevazi kütüphanesi her zaman emrime amade imiş. Teşekkürker.)

    -Başka söylemek istediğin bir şey var mı?

    -Bizimle beraber heyecan çekenlere, bizi candan teşci edenlere, nihayet çalıştırıp hazırlayanlara teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca takımımız için en büyük temennim Fenerbahçe ismine lâyık olarak şampiyonluğunu yıllarca devam ettirmesidir.

    Dr. Ayten Salih – 19 Mart 1956 – Öz Fenerbahçe Dergisi

  • Ben Fenerbahçe’yim!

    Ben Fenerbahçe’yim!

    Daha önce şurada naklettiğimiz hatırayı, yine aynı kalemden, Nasuhi Esat Baydar’dan yeni diyalog detayları okuyalım. Öz Fenerbahçe’den aktarıyoruz. Ayetullah Bey, Fenerbahçe’nin yok olma tehlikesi karşısında “Ben Fenerbahçe’yim!” diye kükrüyor. Okumaya doyulmuyan bir hadise…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Dağılıyor mu?

    İlk günlerin Hasan’lı, Hüseyin’li, İzzi’li, (Devrin en meşhur futbolcuları) şatafatlı takımı, lig maçları arifesinde dağılıvermişti. Ortada Galip ve onun etrafında, futbolcu bile henüz belirmemiş biz gençler, kulübün zayıf bünyesini korumaya çabalıyorduk. Gün oluyordu ki on bir kişi bir araya gelip sahaya nasıl çıkacağımızı düşünerek kıvranıyorduk.

    Kuvvetlenmek için bizden daha kudretsizi ile “Pazar Yolu Kulübü” ile birleştik. Artık kalabalıktık. Takımın her hattında bir iki yedeği vardı. Lâkin yeni gelenlerle bir türlü bağdaşamıyorduk. Aramızda sebebi ifade edilemeyen bir geçimsizlik devam ediyordu. Belki biz, eski Fenerbahçeliler, biri birimizin çok yakın dostu idik, yenilerle müşterek fikirlerimiz ve hislerimiz yoktu, belki ayrı muhitlerde yetişmekte idik.

    Velhasıl uzlaşamıyor, az çok ayrı bir küme halinde yaşıyorduk. Esasen birleştiğimiz yer de ancak futbol sahası idi. Henüz lokal sahibi değildik. Şurada burada toplanıyor, işlerimizi hep beraber görüyorduk. Daha geniş hükümleri olan bir nizamnameye, idare mesuliyetini hakkıyla taşıyan bir heyete ihtiyacımız aşikardı.

    Nihayet, hazırlanan nizamnameyi müzakere ve bir idare heyeti teşkil etmek üzere, bir tatil günü sabahı, “Mühürdar Gazinosu”nda bir toplantı tertipledik. Usule göre bir reis ve iki katip seçerek görüşmelere başladık. İlk madde üzerinde uzun duruldu : Kulübün adı Fenerbahçe mi, Pazaryolu mu, Fenerbahçe-Pazaryolu mu, yahut büsbütün başka mı olacaktı?

    Ben Fenerbahçe’yim!

    Fenerbahçe’nin o zamanki reisi Ayetullah Bey (en ihtiyarımız, 23-24 yaşlarında, sarışın ve miyop bir delikanlı) söz aldı : “Bizimle birleştiniz, isim değişikliği bahis mevzuu olamaz!” dedi.

    Pazaryolluların reisi, bir hukukçu cevap verdi :

    – “Hayır sizinle birleşemedik, iki kulüp birleşti. İsim bahse konulmalıdır”

    Bir uysal teklif etti :

    – “Nizamnamenin diğer maddelerine kat’i şekli verelim, yeni idare heyetini de seçtikten sonra isme avdet ederiz”

    Ayetullah, birdenbire, köpürdü:

    – “Nizamnameyi bitirelim, idare heyetini de ekseriyetinizle kuralım, sonra bu idare heyeti, bu ekseriyet Fenerbahçe’nin kuyusunu kazsın, arkadaşlarımızdan dilediğini alıkoyup üst tarafını kapı dışarı etsin. Nerede bu bolluk! Biz Fenerbahçe’yi yalnız futbol oynamak için değil, bundan çok daha yüksek maksatlarla kurmuş ve bugüne kadar yaşatmış olanlardanız. Yolumuzda yürümek isterseniz elbirliğine hazır olduğumuzu söyler, aksi takdirde sizlere (gazinonun kapısını göstererek) buyurun, deriz”

    Pazaryolluların reisi, bu sert muamele karşısında, sordu :

    – “Siz kim oluyorsunuz da pişmiş aşa su katıyorsunuz?”

    Evet, bizlere bakarak, bakışlarımızda tasvip ifadesi bularak :

    – “Ben Fenerbahçe’yim, Fenerbahçe benim!” cevabını verdi.

    Gerçi, bu cevap On beşinci Louis’nin meşhur sözü idi, amma Fenerbahçe dürbün reisinin uzağı görmesi sayesinde, bir müzakere oyununa gelmemiş, dağılmak vartasından kurtulmuştu.

    Fenerbahçe, kırk yıllık ömründe, yine Ayetullah kıratında idarecilerinin uzak görüşleriyle, buna benzer hadiselerden daha kuvvetlenmiş olarak çıkacaktır.

    Nasuhi Esat Baydar

  • Ben Fenerbahçe’yim! Fenerbahçe Benim!

    Daha önce şurada naklettiğimiz hatırayı, yine aynı kalemden, yeni diyalog detayları ile birlikte diğer bir dergiden, Öz Fenerbahçe’den aktaralım. Hey gidi Ayetullah Bey! Okumaya doyulmuyor…

    * * * * * *

    İlk günlerin Hasan’lı, Hüseyin’li, İzzi’li, (Devrin en meşhur futbolcuları) şatafatlı takımı, lig maçları arifesinde dağılıvermişti. Ortada Galip ve onun etrafında, futbolcu bile henüz belirmemiş biz gençler, kulübün zayıf bünyesini korumaya çabalıyorduk. Gün oluyordu ki on bir kişi bir araya gelip sahaya nasıl çıkacağımızı düşünerek kıvranıyorduk.

    Kuvvetlenmek için bizden daha kudretsizi ile “Pazar Yolu Kulübü” ile birleştik. Artık kalabalıktık. Takımın her hattında bir iki yedeği vardı. Lâkin yeni gelenlerle bir türlü bağdaşamıyorduk. Aramızda sebebi ifade edilemeyen bir geçimsizlik devam ediyordu. Belki biz, eski Fenerbahçeliler, biri birimizin çok yakın dostu idik, yenilerle müşterek fikirlerimiz ve hislerimiz yoktu, belki ayrı muhitlerde yetişmekte idik.

    Velhasıl uzlaşamıyor, az çok ayrı bir küme halinde yaşıyorduk. Esasen birleştiğimiz yer de ancak futbol sahası idi. Henüz lokal sahibi değildik. Şurada burada toplanıyor, işlerimizi hep beraber görüyorduk. Daha geniş hükümleri olan bir nizamnameye, idare mesuliyetini hakkıyla taşıyan bir heyete ihtiyacımız aşikardı.

    Nihayet, hazırlanan nizamnameyi müzakere ve bir idare heyeti teşkil etmek üzere, bir tatil günü sabahı, “Mühürdar Gazinosu”nda bir toplantı tertipledik. Usule göre bir reis ve iki katip seçerek görüşmelere başladık. İlk madde üzerinde uzun duruldu : Kulübün adı Fenerbahçe mi, Pazaryolu mu, Fenerbahçe-Pazaryolu mu, yahut büsbütün başka mı olacaktı?

    Fenerbahçe’nin o zamanki reisi Ayetullah Bey (en ihtiyarımız, 23-24 yaşlarında, sarışın ve miyop bir delikanlı) söz aldı : “Bizimle birleştiniz, isim değişikliği bahis mevzuu olamaz!” dedi.

    Pazaryolluların reisi, bir hukukçu cevap verdi :

    – “Hayır sizinle birleşemedik, iki kulüp birleşti. İsim bahse konulmalıdır”

    Bir uysal teklif etti :

    – “Nizamnamenin diğer maddelerine kat’i şekli verelim, yeni idare heyetini de seçtikten sonra isme avdet ederiz”

    Ayetullah, birdenbire, köpürdü:

    – “Nizamnameyi bitirelim, idare heyetini de ekseriyetinizle kuralım, sonra bu idare heyeti, bu ekseriyet Fenerbahçe’nin kuyusunu kazsın, arkadaşlarımızdan dilediğini alıkoyup üst tarafını kapı dışarı etsin. Nerede bu bolluk! Biz Fenerbahçe’yi yalnız futbol oynamak için değil, bundan çok daha yüksek maksatlarla kurmuş ve bugüne kadar yaşatmış olanlardanız. Yolumuzda yürümek isterseniz elbirliğine hazır olduğumuzu söyler, aksi takdirde sizlere (gazinonun kapısını göstererek) buyurun, deriz”

    Pazaryolluların reisi, bu sert muamele karşısında, sordu :

    – “Siz kim oluyorsunuz da pişmiş aşa su katıyorsunuz?”

    Evet, bizlere bakarak, bakışlarımızda tasvip ifadesi bularak :

    – “Ben Fenerbahçe’yim, Fenerbahçe benim!” cevabını verdi.

    Gerçi, bu cevap On beşinci Louis’nin meşhur sözü idi, amma Fenerbahçe dürbün reisinin uzağı görmesi sayesinde, bir müzakere oyununa gelmemiş, dağılmak vartasından kurtulmuştu.

    Fenerbahçe, kırk yıllık ömründe, yine Ayetullah kıratında idarecilerinin uzak görüşleriyle, buna benzer hadiselerden daha kuvvetlenmiş olarak çıkacaktır.

    Nasuhi Esat Baydar

  • Halit Deringör’den Spor ve Edebiyat Dersi

    Halit Deringör’den Spor ve Edebiyat Dersi

    Bir önceki yazıda, Burhan Felek’in nasıl bir Fenerbahçe karşıtı olduğundan bahsetmiştik. Az sonra bunun en net örneklerinden birini okuyacaksınız. Türkiye spor yazını tarihinde eli kalem tutan futbolcular dendiğinde insanın aklına ilk gelmesi gereken isim Halit Deringör olmalı. Her ne kadar çağdaşlarının hemen hepsi lezzetli bir üsluba sahip olsa da Halit Deringör’ün onlardan farkı, yarım asırı geçen yazarlık tecrübesi oldu. Nur içinde yatsın. Aşağıda 1948 Londra Olimpiyatları’na gönderilmeyişi üzerine dönemin Öz Fenerbahçe mecmuasında yazdığı yazı var. Burhan Bey’e, Halit Deringör’den spor ve edebiyat dersi…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Namuslu (?) İdareciler

    Son milli kamptan çıkartılışım, Londra’ya gitmeden ve gittikten sonraki karşılaştığım müşkülatı, Fenerbahçe camiası ve beni tanıyan arkadaşlar çok merak etmiş olacaklar ki; mütemadiyen tafsilat istiyorlar. Ben de arkadaşların bu arzularını yerine getirmek için yazıyorum.

    Londra’ya götürülmememin sebebini iyi bilmediğim gibi, bu hususta gazetede okuduğu yazılar beni tatmin etmedi. Bazen benim Rangers maçında bir oyuncuyu sakatladığımı ileri sürerek, bazen de aleyhimde yazılan yazılarla “Hatta Bölge’de fena resimler göstererek” böyle bir insanın Londra’ya gidemeyeceğini söyleyen sayın Beden Terbiyesi seyyahları, Londra’daki nahoş hadiseden sonra bilmem tenakuza düştüler mi?

    Aleyhimde yapılan bu propagandalar, beni olduğu kadar, küçük yaştan beri arkadaşlarımla namuskârane ve bir tek uzuv gibi çalıştığımız Fenerbahçe cemiyetini de harekete geçmeye mecbur etmişti. Kendi parasıyla beni kafile ile Londra’ya göndermek için müracaat eden Fenerbahçe idarecileri sayın Vildan Savaşır’dan muvafakat cevabı almışlarsa da idarecilerimiz bölgeden ayrıldıkları zaman sayın müdür hemen kararını değiştirivermişti.

    Kendim Bölge’ye müracaat ettiğim zaman Burhan Felek, Vildan Savaşır ve Servet Zengin beyler Londra’ya götürecekleri eşyaları ambalaj yapmaktan, benimle konuşmaya vakit bulamayışları, milli bir futbolcu olmaklığım dolayısıyla, bana çok dokunmuştu. Muhabbetleri ve mühim meşguliyetleri bittiği sırada Burhan Felek bey’e pasaportumun çıkması için “Kafileye dahildir” kağıdı istediğim zaman Felek bey’in masadan kalkarak “Ben sana böyle bir kağıt veremem. Sen kafileye dahil değilsin” diye bağırışına, benim kadar Bölge memurları da hayret etmişlerdi. Bu esnada Vildan Bey’in “Beni Londra’ya götürmek için uğraştığını, fakat dört namuslu arkadaşlarının benim aleyhimde karar vermesinden dolayı Londra’ya götürülmediğimi” söylemesi, bana bir fikir vermişti.

    Ben şahsen bu namuslu idarecileri tanımıyorum. Bunları ben değil, benim ağabeylerim daha iyi tanır.

    Fenerbahçeli idarecileri vasıtasıyla Cumartesi akşamı bütün hazırlıklarımı bitirdiğim esnada, saat 19’da, Vildan Aşir Bey telefon ederek 500 Lira pansiyon parası istediğini ve veremediğim takdirde ertesi günü tayyareye bindirilmeyeceğim kararı verilmesi müşkülat değil de nedir?

    Her yerin kapandığı bir zamanda beş yüz lirayı da Bölge’ye temin edebildik. Ne ise bu müşkülat kulübümün sayesinde beni hiç yıpratmadı fakat tayyareye bindikten sonra da rahat edemedim.

    Yolculuk

    Gidinceye kadar Burhan Felek bey’in “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı” nev’inden esprileri Beden Terbiyesi seyyahlarını o kadar neşelendiriyordu ki hayret edersiniz. Bu espriler bana da çok tesir etmişti ki uyuyakalmışım.

    Londra’ya indiğim ve şef seyyahtan Londra’da vadettikleri pansiyonu istediğim zaman “Bu geceye mahsus olarak kampta kalırsın” cevabını aldım. Günler geçti.. Ne pansiyon ne de Şef seyyah Burhan Felek’ten haber yok. Bu müddet içinde İstanbul’dan aldığım bir gazetede bana “Püsküllü bela” ismini takmışlar. Hayret ettim.

    Ben küçük yaştan beri canımı dişime taktığım, yağmurda, çamurda, karda hiçbir menfaat düşünmeyerek candan bağlandığım Sarı-Lacivert formadan sonra, iki defa Ay-Yıldızı taşımız, Fenerbahçe cemiyeti ferdiyim.

    Fakir bir milletin bin bir müşkülatla bütçesinden çıkardığı tahsisatın üzerine sülük gibi binerek Londra’ya gitmedim. İşte bu vaziyet karşısında kimin “püsküllü bela” olduğu meydandadır.

    Her cemiyette olduğu gibi bizim cemiyette de bunlara “zamane adamı” ismi verirler. Bunlar sadece kendi menfaat ve arzularından başka herkesin zararına uğraşırlar.

    İkinci bir yazısında benim sol ayağımla topa vuramadığım kanaatindedir. Bunu da okuyunca hayret etmedim. Çünkü bu, iki sebeptendir.

    1) Feleğin muhayyilesi ve tedai kudreti çok zayıf. Sebebi ise benim sol açık oynadığımı hatırlayamıyor. Böyle bir anomalinin de insan üzerindeki tesirini düşünebilirsiniz.

    2) Böyle bir insanın hiçbir spor temasına gelmediğine karar veriyorum, hele onun spor kafilesi başkanı olarak gönderilmesine ne ben ne de memleketini seven bir ferd razı olur.

    Fenerbahçe solaçığı Halit DERİNGÖR

  • Halit Deringör, Burhan Felek’e Ders Veriyor

    Lefter Küçükandonyadis, “Küçük” Fikret Kırcan ve Halit Deringör, millî takım formasıyla…

    Bir önceki yazıda, Burhan Felek’in nasıl bir Fenerbahçe karşıtı olduğundan bahsetmiştik. Az sonra bunun en net örneklerinden birini okuyacaksınız.

    Türkiye spor yazını tarihinde eli kalem tutan futbolcular dendiğinde insanın aklına ilk gelmesi gereken isim Halit Deringör olmalı. Her ne kadar çağdaşlarının hemen hepsi lezzetli bir üsluba sahip olsa da Halit Deringör’ün onlardan farkı yarım asırı geçen yazarlık tecrübesi oldu. Nur içinde yatsın. Aşağıda 1948 Londra Olimpiyatları’na gönderilmeyişi üzerine dönemin Öz Fenerbahçe mecmuasında yazdığı yazı var.


    * * * * * *

    Son milli kamptan çıkartılışım, Londra’ya gitmeden ve gittikten sonraki karşılaştığım müşkülatı, Fenerbahçe camiası ve beni tanıyan arkadaşlar çok merak etmiş olacaklar ki; mütemadiyen tafsilat istiyorlar. Ben de arkadaşların bu arzularını yerine getirmek için yazıyorum.

    Londra’ya götürülmememin sebebini iyi bilmediğim gibi, bu hususta gazetede okuduğu yazılar beni tatmin etmedi. Bazen benim Rangers maçında bir oyuncuyu sakatladığımı ileri sürerek, bazen de aleyhimde yazılan yazılarla “Hatta Bölge’de fena resimler göstererek” böyle bir insanın Londra’ya gidemeyeceğini söyleyen sayın Beden Terbiyesi seyyahları, Londra’daki nahoş hadiseden sonra bilmem tenakuza düştüler mi?

    Aleyhimde yapılan bu propagandalar, beni olduğu kadar, küçük yaştan beri arkadaşlarımla namuskârane ve bir tek uzuv gibi çalıştığımız Fenerbahçe cemiyetini de harekete geçmeye mecbur etmişti. Kendi parasıyla beni kafile ile Londra’ya göndermek için müracaat eden Fenerbahçe idarecileri sayın Vildan Savaşır’dan muvafakat cevabı almışlarsa da idarecilerimiz bölgeden ayrıldıkları zaman sayın müdür hemen kararını değiştirivermişti.

    Kendim Bölge’ye müracaat ettiğim zaman Burhan Felek, Vildan Savaşır ve Servet Zengin beyler Londra’ya götürecekleri eşyaları ambalaj yapmaktan, benimle konuşmaya vakit bulamayışları, milli bir futbolcu olmaklığım dolayısıyla, bana çok dokunmuştu. Muhabbetleri ve mühim meşguliyetleri bittiği sırada Burhan Felek bey’e pasaportumun çıkması için “Kafileye dahildir” kağıdı istediğim zaman Felek bey’in masadan kalkarak “Ben sana böyle bir kağıt veremem. Sen kafileye dahil değilsin” diye bağırışına, benim kadar Bölge memurları da hayret etmişlerdi. Bu esnada Vildan Bey’in “Beni Londra’ya götürmek için uğraştığını, fakat dört namuslu arkadaşlarının benim aleyhimde karar vermesinden dolayı Londra’ya götürülmediğimi” söylemesi, bana bir fikir vermişti.

    Ben şahsen bu namuslu idarecileri tanımıyorum. Bunları ben değil, benim ağabeylerim daha iyi tanır.

    Fenerbahçeli idarecileri vasıtasıyla Cumartesi akşamı bütün hazırlıklarımı bitirdiğim esnada, saat 19’da, Vildan Aşir Bey telefon ederek 500 Lira pansiyon parası istediğini ve veremediğim takdirde ertesi günü tayyareye bindirilmeyeceğim kararı verilmesi müşkülat değil de nedir?

    Her yerin kapandığı bir zamanda beş yüz lirayı da Bölge’ye temin edebildik. Ne ise bu müşkülat kulübümün sayesinde beni hiç yıpratmadı fakat tayyareye bindikten sonra da rahat edemedim.

    Gidinceye kadar Burhan Felek bey’in “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı” nev’inden esprileri Beden Terbiyesi seyyahlarını o kadar neşelendiriyordu ki hayret edersiniz. Bu espriler bana da çok tesir etmişti ki uyuyakalmışım.

    Londra’ya indiğim ve şef seyyahtan Londra’da vadettikleri pansiyonu istediğim zaman “Bu geceye mahsus olarak kampta kalırsın” cevabını aldım. Günler geçti.. Ne pansiyon ne de Şef seyyah Burhan Felek’ten haber yok. Bu müddet içinde İstanbul’dan aldığım bir gazetede bana “Püsküllü bela” ismini takmışlar. Hayret ettim.

    Ben küçük yaştan beri canımı dişime taktığım, yağmurda, çamurda, karda hiçbir menfaat düşünmeyerek candan bağlandığım Sarı-Lacivert formadan sonra, iki defa Ay-Yıldızı taşımız, Fenerbahçe cemiyeti ferdiyim.

    Fakir bir milletin bin bir müşkülatla bütçesinden çıkardığı tahsisatın üzerine sülük gibi binerek Londra’ya gitmedim. İşte bu vaziyet karşısında kimin “püsküllü bela” olduğu meydandadır.

    Her cemiyette olduğu gibi bizim cemiyette de bunlara “zamane adamı” ismi verirler. Bunlar sadece kendi menfaat ve arzularından başka herkesin zararına uğraşırlar.

    İkinci bir yazısında benim sol ayağımla topa vuramadığım kanaatindedir. Bunu da okuyunca hayret etmedim. Çünkü bu, iki sebeptendir.

    1) Feleğin muhayyilesi ve tedai kudreti çok zayıf. Sebebi ise benim sol açık oynadığımı hatırlayamıyor. Böyle bir anomalinin de insan üzerindeki tesirini düşünebilirsiniz.

    2) Böyle bir insanın hiçbir spor temasına gelmediğine karar veriyorum, hele onun spor kafilesi başkanı olarak gönderilmesine ne ben ne de memleketini seven bir ferd razı olur.

    Fenerbahçe solaçığı
    Halit DERİNGÖR

  • Fenerbahçe’nin Her Şeyi : Galip Kulaksızoğlu

    Kurucu… Kaptan… Teknik Direktör… Başkan…
    Galip Kulaksızoğlu, Fenerbahçe’nin her şeyi idi.
    Fenerbahçe’nin kurucularından Nasuhi Esat Baydar, 1948 tarihli “Öz Fenerbahçe” dergisinde Galip Kulaksızoğlu’nu anlatıyor.

    * * * * * *

    Yıl 1906.

    Şimdiki Fenerbahçe stadının yerinde etrafı açık bir çayır: Papazın Çayırı

    İki futbol kalesi. Büyük bir kalabalık. Sarı-Kırmızı, geniş parçalı, bol gömleği içinde ince uzun bir genç, Galatasaraylı Galip; bir maça başlanmadan önce, kaleye korkunç şutlar çekiyor. Kaledekiler (Galip’in şutlarını karşılamak hususi bir hüner olduğundan egzersiz zamanında fırsattan faydalanmak isteyen kaleciler) bu bomba topları tutmaya kalkıştıkça cüretlerinin cezasını parmaklarını incitmekle çekiyorlar.

    Galip, sağ ve sol, ani ve sert vuruşları, büyük çevikliği, göz pekliği ve pas dağıtma kabiliyeti ile bir iki senedir şöhret yapmış bir orta akıncı olduğu için, benim, o zamanki futbol heveslisi çocuk merakımın başlıca mevzularından biri idi: Kendisini o gün hayran hayran seyrettim.

    Saint Joseph Koleji’ndeki arkadaşlarından çoğunun iştirakiyle “Fenerbahçe Futbol Kulübü” kurulunda bu mektepte talebe olan Galip de yeni kulübün takımında yerini aldı ve -heyhat!- vakitsiz ölümüne kadar nev’i şahsına münhasır bir uzvu olarak Fenerbahçe’de kaldı.

    İlk Fenerbahçe takımının orta akıncısı Galip’ti. Yaşlandıkça geri hatlara çekildi. Bir müddet hafbeklik yaptı. Rahmetli Arif’le birlikte Fener’in geçilmez iki bekinden biri oldu. Birkaç kere kaleciliği denedi. İlk Cihan Harbi dönüşü, katıldığı bir maçta -hüzünle hatırlarım- seyirci kalabalığınca artık tanınmayan Galip, saçsız başı ve az çok ağırlaşmış vücuduyla, yadırgandığını fark edince futboldan çekildi. Takım kaptanlığından, Kulüp umumi kaptanlığına geçti. İdareci olarak bu unvanını sporla beraber hayattan çekilinceye kadar muhafaza etti. “Kaptan” denilince aklımıza Galip gelirdi. Ve gerçekten, Fenerbahçe gemisinin sevkinde, yıllar yılı, onun fikirlerinden, tedbirlerinden, hiç değilse azminden ve misalinden kuvvet aldık.

    “Kaptan” daima başta idi : Futbolda, teniste, atletizmde, avcılıkta, kriket, kürek, yüzme, yürüyüş, ne bileyim, sporun Türkiye’de tatbik edilmiş olan her şubesinde “as”dı. Ve, şüphe etmem, Tanrı onu “baş” olmak için yaratmıştı. Yalnız büyük kusuru hudutsuz gururu idi. Sınıfının birincisi olmak lazımken haksızlık edilerek ikinci çıkarıldığı için bir mükafat tevzi merasiminde Saint Joseph Koleji’nden ayrılmıştı. Bir bankanın başveznedarlığı teklif edilirken kendisinden usulen kefalet istenildiği için “Şerefim kafi kefalettir”  cevabıyla mukabele etmiş, ısrarlara rağmen bir daha o bankanın semtine uğramamıştı. İhtimal ki bu gururunu spordaki muvaffakiyetleri de takviye etmişti. Nitekim, Galip, gitgide, kendine yeter, cemiyetin hemen hemen dışında yaşar bir adam olmuştu. Yaz ve kış demez, bir sandala atlar, tutup çoğunu eşe dosta ikram ettiği olta balıklarıyla beslenir, tütününü kendi kıyar, çorabını kendi örer, kundurasını kendi tamir eder, hatta ağrıyan dişini kendi çıkarırdı. Galip’de muhakkak ki, bir Robinson Crusoe, bir Alain Gerbault ruhu vardı; kendi kendine ve kendi aleminde devamlı bir faaliyet içinde çalışır, bahtiyar ve serazat yaşardı. Fikir ve his istikbalini hiç bir şeye feda etmeyen, uyuşmalara yanaşmayan bu çetin tabiatlı adama ekseriya kızar, fakat hakperestliğine, doğru düşüncesine, kararlarındaki dönmezliğe, fıtri nezaketine hürmet ederdik.

    Galip, Midilli eşrafından Kulaksızzade Mustafa Paşa’nın oğlu idi; Fatihler çocuğu halis Türk karakterini spordaki Fair-Play’den gelme hürriyet aşkıyla mezcetmiş centilmen haliyle, günün birinde aramızdan sessizce çekiliverdi.

    Fenerbahçe’yi bütün Türkiye’ye sevdiren o tarif olunmaz spor hususiyetinin yaratıcılarından biri olarak Galip’i Fenerbahçe Stadı kapısı yanında temsil edecek bir heykel, ilk günlerinde kendini feda edenlere, sporumuzun şükran borcunu ödemeyi de bildiğini gelecek nesillere anlatırdı.

  • O Fenerbahçe için Her Şey Demekti

    O Fenerbahçe için Her Şey Demekti

    Kurucu… Kaptan… Teknik Direktör… Başkan… O Fenerbahçe için her şey demekti… Fenerbahçe’nin kurucularından Nasuhi Esat Baydar, 1948 tarihli “Öz Fenerbahçe” dergisinde Galip Kulaksızoğlu’nu anlatıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Papazın Çayırı’nda

    Yıl 1906.

    Şimdiki Fenerbahçe stadının yerinde etrafı açık bir çayır: Papazın Çayırı

    İki futbol kalesi. Büyük bir kalabalık. Sarı-Kırmızı, geniş parçalı, bol gömleği içinde ince uzun bir genç, Galatasaraylı Galip; bir maça başlanmadan önce, kaleye korkunç şutlar çekiyor. Kaledekiler (Galip’in şutlarını karşılamak hususi bir hüner olduğundan egzersiz zamanında fırsattan faydalanmak isteyen kaleciler) bu bomba topları tutmaya kalkıştıkça cüretlerinin cezasını parmaklarını incitmekle çekiyorlar.

    Galip, sağ ve sol, ani ve sert vuruşları, büyük çevikliği, göz pekliği ve pas dağıtma kabiliyeti ile bir iki senedir şöhret yapmış bir orta akıncı olduğu için, benim, o zamanki futbol heveslisi çocuk merakımın başlıca mevzularından biri idi: Kendisini o gün hayran hayran seyrettim.

    Saint Joseph Koleji’ndeki arkadaşlarından çoğunun iştirakiyle “Fenerbahçe Futbol Kulübü” kurulunda bu mektepte talebe olan Galip de yeni kulübün takımında yerini aldı ve -heyhat!- vakitsiz ölümüne kadar nev’i şahsına münhasır bir uzvu olarak Fenerbahçe’de kaldı.

    İlk Fenerbahçe Takımında

    İlk Fenerbahçe takımının orta akıncısı Galip’ti. Yaşlandıkça geri hatlara çekildi. Bir müddet hafbeklik yaptı. Rahmetli Arif’le birlikte Fener’in geçilmez iki bekinden biri oldu. Birkaç kere kaleciliği denedi. İlk Cihan Harbi dönüşü, katıldığı bir maçta -hüzünle hatırlarım- seyirci kalabalığınca artık tanınmayan Galip, saçsız başı ve az çok ağırlaşmış vücuduyla, yadırgandığını fark edince futboldan çekildi. Takım kaptanlığından, Kulüp umumi kaptanlığına geçti. İdareci olarak bu unvanını sporla beraber hayattan çekilinceye kadar muhafaza etti. “Kaptan” denilince aklımıza Galip gelirdi. Ve gerçekten, Fenerbahçe gemisinin sevkinde, yıllar yılı, onun fikirlerinden, tedbirlerinden, hiç değilse azminden ve misalinden kuvvet aldık.

    “Kaptan” daima başta idi : Futbolda, teniste, atletizmde, avcılıkta, kriket, kürek, yüzme, yürüyüş, ne bileyim, sporun Türkiye’de tatbik edilmiş olan her şubesinde “as”dı. Ve, şüphe etmem, Tanrı onu “baş” olmak için yaratmıştı. Yalnız büyük kusuru hudutsuz gururu idi. Sınıfının birincisi olmak lazımken haksızlık edilerek ikinci çıkarıldığı için bir mükafat tevzi merasiminde Saint Joseph Koleji’nden ayrılmıştı. Bir bankanın başveznedarlığı teklif edilirken kendisinden usulen kefalet istenildiği için “Şerefim kafi kefalettir”  cevabıyla mukabele etmiş, ısrarlara rağmen bir daha o bankanın semtine uğramamıştı. İhtimal ki bu gururunu spordaki muvaffakiyetleri de takviye etmişti. Nitekim, Galip, gitgide, kendine yeter, cemiyetin hemen hemen dışında yaşar bir adam olmuştu. Yaz ve kış demez, bir sandala atlar, tutup çoğunu eşe dosta ikram ettiği olta balıklarıyla beslenir, tütününü kendi kıyar, çorabını kendi örer, kundurasını kendi tamir eder, hatta ağrıyan dişini kendi çıkarırdı. Galip’de muhakkak ki, bir Robinson Crusoe, bir Alain Gerbault ruhu vardı; kendi kendine ve kendi aleminde devamlı bir faaliyet içinde çalışır, bahtiyar ve serazat yaşardı. Fikir ve his istikbalini hiç bir şeye feda etmeyen, uyuşmalara yanaşmayan bu çetin tabiatlı adama ekseriya kızar, fakat hakperestliğine, doğru düşüncesine, kararlarındaki dönmezliğe, fıtri nezaketine hürmet ederdik.

    Büyük Sporcu

    Galip, Midilli eşrafından Kulaksızzade Mustafa Paşa’nın oğlu idi; Fatihler çocuğu halis Türk karakterini spordaki Fair-Play’den gelme hürriyet aşkıyla mezcetmiş centilmen haliyle, günün birinde aramızdan sessizce çekiliverdi.

    Fenerbahçe’yi bütün Türkiye’ye sevdiren o tarif olunmaz spor hususiyetinin yaratıcılarından biri olarak Galip’i Fenerbahçe Stadı kapısı yanında temsil edecek bir heykel, ilk günlerinde kendini feda edenlere, sporumuzun şükran borcunu ödemeyi de bildiğini gelecek nesillere anlatırdı.

    Nasuhi Esat Baydar / O Fenerbahçe için Her Şey Demekti