Etiket: Papazın Çayırı

  • Çalımların Efendisi, Fenerbahçe Efsanesi

    1924 tarihli Resimli Ay mecmuasından aktarmaya devam ediyoruz… Zeki Rıza Sporel’den sonra, bu defa Alaaddin Baydar… “Kıvır Âlâ” lakabının sahibi bu Fenerbahçe efsanesi hakkında söylenecek çok şey var. Sözü kendisine Çelebizade Sait Tevfik’e ve kendisine bırakalım.

    * * * * * *

    İnce sesi, yanık yüzü, çekik gözleriyle bütün spor alemine kendini sevdiren Alaaddin Bey’in hatıratını yazarken spor aleminin bu pek kıymetli oyuncusu hakkında bir kelime-i sitayiş bulamadık.

    Mukavvis bacakları arasındaki topun harekatını her gün pek lezzetle seyrettiğimiz bu şen idmancının daha pek küçükten beri halkı nasıl kendisine celp ettiği şayan-ı hayrettir.

    Şehrimizi ziyaret eden enternasyonel bir çok muavin ve müdafileri pek kolaylıkla geçerek kaleye topu göndermeleri, seyretmekle doyulur sahneler değildir.

    Bu gencimiz, Macarlar ile son maçında ayağı sakatlanmış ise de şimdi yine iyileşerek, pek sevdiği kulübünün maçlarına iştirak edecek bir vaziyete gelmiştir.

    İdmancılarımızın hayatını yazarken Zeki Bey’den sonra herkesin aklına Alaaddin’in geleceğini bildiğimizden kendisini sıraya ithal ediyoruz. Bakalım bu oyuncu hayatını nasıl naklediyor :

    * * * * * *

    Hatıralardan müteşekkil bir kül vücuda getirmek, hele şimdiye kadar nefsinde böyle bir ihtiyaç duymamış benim gibi bir insan için itiraf ederim ki pek müşkül, pek külfetli olacak.

    Eğer bir zamanlar Türk futbolculuğunda mütevazı bir mevkim olacağını tahmin etmiş olsaydım, belki alakadar olanlar bulunur diye, safahat-ı hayatımı tespite çalışırdım. Böyle bir şey yapmadım. Binaenaleyh hatıramda derin izler bırakmış olan vekayi’ gelişigüzel hikaye etmekle iktifa ediyorum.

    Pederim henüz vefat etmiş, biz de Cağaloğlu’ndan Kadıköy’e taşınmıştık. Cevizlik’de oturuyorduk. Evimizden her sabah maaile Moda banyolarına giderken yolumuz daima İngilizlerin o zaman (tenis) oynadıkları sahanın önünden geçerdi.

    Ben durur, koskocaman adamların küçük bir top peşinde koşarken aldıkları seri ve seyyal vaziyetleri dikkatle seyrederdim.

    Bir gün onları seyrederken, birkaç Rum çocuğunun, tenis toplarına müşabih bir topla oynadıklarını, fakat daima ayakla vurduklarını gördüm.İşte futbol oyununu birinci defa olarak o gün görmüştüm. Eve döndükten sonra ilk işim o toplardan bir tane tedarik etmek oldu. Artık bütün günlerim vasi’ bahçemizde o küçük topun peşinde koşmakla geçiyordu. Komşu çocukları ziyaya üşüşen pervaneler gibi etrafımda toplanmakta gecikmediler.

    Fakat pek hoşuma giden bu tarz-ı hayatın devamına bir mani çıktı. Annem ve büyükannem razı olmuyorlardı. Birkaç da ciddi mahzur görüyorlardı. Mütemadiyen koşmak, terlemek, yorulmak esasen pek zayıf ve naif bünyem üzerinde bir su-i tesir yapabilirdi.

    Fakat ne ailemin serdettiği mehazir, ne de bilahare gösterdikleri cebir ve şiddet benim iptila derecesini bile geçen heves ve merakım önünde kesinlikle semeredar olamadı. Ben vaki olan bu muhalife mukavemet edemeyince artık top sahasını, top muhitinden daha uzaklara, mesela Yoğurtçu’ya, bakla tarlasına nakletmiştim. Oyunlardan sonra terimi kurutmak için biraz bekler ve eve öyle giderdim.

    Kim ne derse desin, ben şuna mutekiddim ki çocuklar arasında küçük bir topla oynanan oyunların futbolculuktaki muvaffakiyet üzerine çok mühim bir tesiri vardı. Bir çocuğun ayağındaki topu başkasına kaptırmamak için (çalımlar) ihtira etmesi, başkasındaki topu almak için de usuller icat etmesi, muvaffak olmak için çocuk zihniyetinin bütün kabiliyetini kullanması, futbolculuk istidatlarını temin ettiren ilk esaslardır. Ve diyebilirim ki futbolda (sanat) ancak o küçük top peşinde koşmakla doğar.

    İşte böyle daima koşarak, daima terleyerek geçen günlerimizden birinde, Cevizlik çayırında kendileri gibi kocaman bir topla oynayan birkaç adama tesadüf ettik. Bizim oynadığımız toplardan daha büyük topların mevcut olduğunu işitmiştim.  Fakat hiçbir zaman böyle sert, kocaman bir top tahayyül edemezdim. Hele bıyıklı adamların da top oynayacağını tasavvur etmek, on beş sene evvelki çocuk zihniyetimin kabul edemeyeceği yeniliklerdendi. Topu bir vuruşta bulutlara kadar yükselten bu (büyük) adamları hâşiane bir hiss-i takdirle seyre dalardım.

    İşte Fenerbahçe Kulübü o sıralarda tesis edildi. Bir kulüp binası tedarik edilemediği için içtimalar azaların evlerinde münavebeten yapılıyordu. Ağabeyim de Fenerbahçe’nin müessislerindendi. Onun için bazen bizim evde toplanılırdı. Hiç unutmam; evde onlara kahve ve çay getirecek adamlar mevcut iken titreye titreye kahveyi dökmemek için heyecanlar hissederek onlara hizmet eder ve yalnız nazarımda her biri mühim birer şahsiyet olan o futbolcuların zevk-i temaşasıyla iftihar için heyecanlı ve helecanlı dakikalar yaşardım. Diyebilirim ki o gençlerin arasında bulunmaktan hissettiğim zevki bilahare hiçbir muarefeden, hiçbir muvaffakiyetten alamadım. O büsbütün başka, büsbütün müstesna bir şeydi.

    Artık ben de iki numara bir top almıştım. Küçük topu ihmal ediyordum. Maharetim hayli artmıştı. Büyükler, ağabeyim, Galip Bey, Elkatipzade Mustafa Bey, toplanırlar, kahkahalarla, ‘Bravo!’larla çalımlarımı takdir ederlerdi. Bilseniz bu takdir olunmak benim için ne büyük bir hazz-ı ruhi, ne derin bir teşvik oluyordu.

    Artık biz de kendimize göre kulüpler yapıyor, aramızda reisler, reis-i saniler ve hatta reis-i salisler intihap ediyorduk ve avuç içi kadar yerlerde otuz kişilik futbol müsabakaları tertip ediyorduk. Hele böyle bir müsabakayı, futboldaki muvaffakıyetim üzerine katî bir tesiri olan bir şahsiyetle tanışmaklığımı hiç unutmamam.

    Kurbağalıdere Kulübü ile Yoğurtçu’da bir müsabaka yapıyorduk. Bilafasıla, hakemsiz, haftaymsız, belki iki buçuk saat oynamıştık ve neticede bizim taraf kazanmıştı. Artık oyun bitmiş ve biz galebe zevki ile, onların kabahati yekdiğerine atfederek münakaşalarını seyrediyorduk.

    Uzaktan at üzerinde bizim yaşta bir çocuk geldi ve bize doğru yaklaştı. Bekir onu görür görmez hemen fırladı ve;

    – “Yine gelmedin. Bak Zeki, yenildik” diye serzenişe başladı.

    Çocuklar arasında resmî takdim olamayacağı cihetiyle aramıza gelmesi, beynimizde bir muarefe tesisi için kafiydi. Sırası gelmişken kaydedeyim ki ben Zeki’yi gördüğüm ve beraber oynadığım oyuncular arasından, hepsinden yüksek addederim. Zeki futbolda en ziyade düşünerek oynayan, etraftakilerin hakiki kıymetlerini izhare en ziyade vesileler bırakan yegane merkez muhacimimizdir.

    İşte bu sıralarda Fenerbahçe Kulübü’nün üçüncü ve dördüncü takımlarının teşkili, beni, Zeki’yi, Feyzi’yi bir araya topladı. Bizim takımların tesisine kulüpçe memur edilen Elkatipzade Mustafa Bey bize daima nezaret eder ve Yoğurtçu’da o zaman Papazın Bahçesi denilen şimdiki Union Kulüp sahasında bize mütemadiyen oyunlar yaptırırdı. Bize futbol hakkında ilk hakiki fikri veren Mustafa Bey olmuştur.

    Papazın Bahçesi’nde ekseriya Galatasaray, Maccabi, Sanayi kulüpleriyle dördüncü takımdan oynar ve hemen hemen en heyecanlı maçlar kadar temaşakar celp ederdik. Hakikaten bizim gibi küçücük çocukların kocaman adamları fırıl fırıl döndürmesi şayan-ı temaşa bir şeydi.

    Zeki ile beraber üçüncü takıma çıktık. Orada da muvaffakıyet bizi takip etti. Bekir de bize o zaman iltihak etmişti. Fakat vücudumun nehafetini ileri süren takım kaptanı, bilhassa ağabeyimin ısrarıyla beni çok defa oynatmıyordu. Bazı kereler kulüpte hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum.

    Altı sene üçüncü takımda Zeki, Bekir ve ben beraber oynadık. Bekir bizden evvel ikinci takıma alındı. Bekir’in sağlam ve süratle inkışaf eden vücudu atılmaya müstaid bünyesi terakkide tekaddüm etmesine saik oluyordu.

    O sıralarda Galatasaray mektebine devam ediyordum. Mektebin en maruf çalımcısı olan (Sadi) ile beraber bütün teneffüs zamanlarında birbirimize çalım yutturmak için çalıştığımızı derhatır ederim. Bazen onu ben kandırdığım zaman (Yaşa Fenerli) diye, o muvafık olduğu zaman (Yaşa Galatasaraylı) edasıyla taraftarlarımızın takdir ve istihzasını celp ederdik.

    Bir gün İdman Yurdu ile yapılacak bir müsabakayı seyretmek için birinci futbol takımıyla beraber Anadolu Hisarı’na gitmiştik. O gün Bekir ilk defa olarak birinci takımda oynayacaktı. Orada toplandık.

    Maatteessüf birkaç kişi, bilhassa muvaffakıyetlerin daima en büyük amili olan sol iç muhacim Sait Bey gelememişlerdi. Tabii eksik çıkmak doğru olmazdı. Mevcutlar arasından Zeki ve ben tefrik edildik. Zeki sağ iç, ben de sol açık olarak oyuna girdik.

    Futbol oynattırılmadığı için hüngür hüngür ağlayan bir çocuğun birinci takımda oynamaktan hissedeceği süruru artık siz takdir ediniz. Çünkü kendime daima gaye ittihaz ettiğim bir emelde muvafık olmuştum. O gün iki gol yaptım.

    Bilahare sağ açık Nuri, Bekir ve Hikmet Beylerin kulüpten infikakları, Zeki ile beni tamamıyla birinci takıma iltihak ettirdi.

    Hiç unutmam bir gün Altınordu ile oynuyorduk. Ben sağ açık, Zeki sol iç… Karşımızda şimdi Beşiktaş’ta oynayan Tevfik Bey vardı. Tevfik Bey bir bana koşuyor, bir Zeki’ye, fakat bütün mesaisine rağmen topu alamayınca oturuyordu. Kahkahalarla gülen halka karşı (Bu bacaksızlarla top oynanmaz) diye bağırmıştı.

    Birinci takımda bulunduğum altı yedi seneden beri Fenerbahçe’nin bütün zaferlerine iştirak ettim. Yalnız en heyecanlı maçlar Altınordu ve Galatasaray ile yapılanlar olmuştur. Fakat Slavyalılara karşı milli takımdaki oyunum ile Moroveskalılara karşı Fenerbahçe’deki muvaffakiyetlerim beni en ziyade memnun eden zamanlardan olmuştur. Bu dakikalar spor hayatımdaki en iyi izleri bırakmıştır.

    Fakat son Macarlara karşı talihsiz ikmal kurbanlığı bu sevincimi  birden bire yine durdurduysa da şimdi yine arızadan kurtuldum ve yakında takımımdaki maçlarda eski mevkiimi almaya çalışacağım. Ve bilhassa olimpiyatta Türk takımına layık bir oyuncu olduğunu göstereceğim.

    Alaaddin Baydar (Resimli Ay – 1924)

  • Başka Bir Açıdan Kuruluş

    Başka Bir Açıdan Kuruluş

    Sedat Taylan‘ın 1944 tarihli “Fenerbahçe’den Hatıralar” kitabında, başka bir açıdan kuruluş hikayemiz var. İsmini duyduğumuz ancak karakter detaylarını bilmediğimiz isimlere dair kıymetli hatıralarla beraber… İyi okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Otuz Yedi Senelik Şerefli Mazi

    Fenerbahçe’nin nasıl kurulduğu ve aşağı yukarı otuz yedi senelik şerefli mazisi spor mecmualarında birkaç defa intişar etti. Böyle olmakla beraber, bugün bütün yurtta geniş mikyasta bir sevgi toplamış olan Fenerbahçe’nin hatıralarından bir kısmını yazarken kuruluşu üzerinde de biraz durmayı ve kısa bir tarihçesini yapmayı münasip gördüm.

    Fenerbahçe Kulübü 1906 senesi ilkbaharında, birkaç sporsever gencin himmetiyle gayri resmi olarak kurulmuştur. Bu gençler Natta şirketi İstanbul acentesi Ziya, Saint Joseph Türkçe hocası merhum Enver, gemi inşaatçısı Asaf ve deniz subaylarından Necip Beylerdi. Bu gençlere bilahare eski Ziraat Vekili merhum Sabri Bey, o devrin en parlak futbolcusu Hasan merhum, Dalaklı namıyla maruf merhum Hüseyin, Avukat Sabri, Nasuhi ve Şefkati Beyler de iltihak etmişlerdir.

    O zaman cemiyet teşkili yasak olduğundan kendi aralarında anlaşan bu gençler, gayri resmi kulüplerinin, adını, idmanlarının ekserisini yaptıkları semtin adına izafeten “Fenerbahçe” koymuşlar ve formalarının renklerini de Fenerbahçe’de mebzul bulunan papatyadan ilham alarak sarı-beyaz olarak kabul etmişlerdir.

    Bu gayri resmi teşekkül, Kadıköy’ün gençlik muhitinde geniş bir alaka uyandırmış ve kısa bir zamanda kulübün aza miktarı fazlalaşmıştır. Bu vaziyet karşısında kulüpte bir idare heyetine lüzum görülmüş ve ilk idare heyeti : Reis Ziya, umumi kaptan merhum Hasan, umumi katip Ayetullah merhum, muhasebeci Hakkı Saffet ve veznedar da Necip olarak teşekkül etmiştir.

    Antrenmanlar

    Futbol idmanları için, muayyen bir yer olmadığından antrenmanlar, Kuşdili, Kurbağalıdere, Kördere, Baklatarlası ve Gazhane çayırlarında yapılmaya başlanmış; ve her antrenmana seyyar kaleler de beraber götürülmüştür. Bilahare, Fenerbahçelilerin bugünkü güzel stadının bulunduğu saha o zaman “Papazın Çayırı” namıyla maruftu. Hazine-i Hassa’dan bir müddet için kiralanmıştır. Bu suretle Fenerbahçeliler, daha o zaman ilk defa memlekete bir saha kazandırmış olmakla iftihar edebilirler.

    İki sene sonra yani 1908’de yeni cemiyetler kanunu mucibince Fenerbahçe Kulübü de resmen tescil edilmiştir. Fakat bu sırada Fenerbahçe’nin iki maruf futbolcusu Hasan ve Hüseyin Fenerbahçe Kulübü’nden ayrıldıklarından, Fenerliler o sene girdikleri ligde altı kulüp arasında sonuncu olmuşlardır. Bu neticeden müteessir olan bazı azalar daha kulüpten ayrılmışlarsa da; Fenerbahçe kısa bir zaman sonra Hasan Kamil, Kemal, Sait Selahattin, Galip merhum, Otomobil Nuri merhum, Tevfik ve Mustafa gibi elemanlar kazanmış ve forması da bugünkü Sarı-Lacivert rengi almıştır. Aynı zamanda yanan binanın yanındaki köprünün öte tarafında bulunan azadan mühendis Kemal’in bahçesindeki boş bir oda da Fenerbahçe’nin ilk lokali olmuş; ve Fenerlilerin her biri evlerinden bir parça eşya getirerek burayı döşemişlerdir. (1909)

    Şampiyonluk Geliyor

    Sarı lacivertliler dahili bir hayli değişmeler yapmakla beraber lig maçlarındaki sonuncu vaziyeti henüz değiştirememişlerdi. Bu sıralarda o zaman ön safta bulunan Rum ve İngiliz takımlarını yenen Galatasaray ecnebilere karşı kuvvetli bir teşekkül olduğunu kabul ettirmeye başlamıştı. Fakat 1911-1912 yılında bir ihtilaf neticesi Galatasaraylılar lig maçlarından çekilince, meydan yine İngiliz ve Rum takımlarına kalmıştı. Fakat netice bütün tahminlere aykırı bir şekilde tecelli etti. Fenerbahçeliler, büyük bir azim ve imanla oynayarak o sene lig şampiyonluğunu kazanmaya muvaffak oldular. Ve bunun bir tesadüf eseri olmadığını müteakip senelerde de aynı mevkiyi muhafaza suretiyle ispat ettiler.

    Fenerbahçeliler, 1912 senesinde aza miktarının artması dolayısıyla, daha geniş bir lokale ihtiyaç hissederek; Altıyol ağzının Kuşdili Çayırı’na giden cadde ile ona muvazi sokağın birleştiği noktada kiraladıkları yeni binaya taşındılar. Bu sıralarda Doktor Hamit Hüsnü de Galatasaray’dan ayrılarak Fenerbahçe’ye intisap etmiş; ve onun tavassutu ile kulübün başına Nafia Nazırı Hulusi Bey gelmişti.

    Bir müddet sonra bu binanın da kâfi gelmediği görülmüş; ve nihayet 1913 senesi sonlarına doğru Kuşdili Çayırı’ndaki yanan kulüp binası kiralanarak oraya taşınılmıştır.

    O zamanki yemyeşil Kuşdili Çayırı’nda bir papatya gibi görünen bu şirin binaya yerleştikten sonra Fenerbahçeliler çalışmalarına daha hız vererek muvaffakiyetten muvaffakiyete koşmuşlardır. Birinci cihan harbini müteakip işgal senelerinde İstanbul’da bulunan İngiliz ve Fransız takımlarına karşı bir seri halinde üst üste galibiyetler kazanan Fenerbahçe’yi efkar-ı umumiye tam manasıyla tutmuş ve sevgi, seneler geçtikte daha kökleşmiştir.

    Sedat TAYLAN – Fenerbahçe’den Hatıralar / Başka Bir Açıdan Kuruluş

  • Fenerbahçe’nin Kuruluşuna Dair Başka Bir Bakış

    Sedat Taylan’ın 1944 tarihli “Fenerbahçe’den Hatıralar” kitabında kuruluşa dair başka bir bakış açısı ve ismini duyduğumuz ancak karakter detaylarını bilmediğimiz isimlere dair kıymetli hatıralar var. İyi okumalar…

    * * * * *

    Fenerbahçe’nin nasıl kurulduğu ve aşağı yukarı otuz yedi senelik şerefli mazisi spor mecmualarında birkaç defa intişar etti. Böyle olmakla beraber, bugün bütün yurtta geniş mikyasta bir sevgi toplamış olan Fenerbahçe’nin hatıralarından bir kısmını yazarken kuruluşu üzerinde de biraz durmayı ve kısa bir tarihçesini yapmayı münasip gördüm.

    Fenerbahçe Kulübü 1906 senesi ilkbaharında, birkaç sporsever gencin himmetiyle gayri resmi olarak kurulmuştur. Bu gençler Natta şirketi İstanbul acentesi Ziya, Saint Joseph Türkçe hocası merhum Enver, gemi inşaatçısı Asaf ve deniz subaylarından Necip Beylerdi. Bu gençlere bilahare eski Ziraat Vekili merhum Sabri Bey, o devrin en parlak futbolcusu Hasan merhum, Dalaklı namıyla maruf merhum Hüseyin, Avukat Sabri, Nasuhi ve Şefkati Beyler de iltihak etmişlerdir.

    O zaman cemiyet teşkili yasak olduğundan kendi aralarında anlaşan bu gençler, gayri resmi kulüplerinin, adını, idmanlarının ekserisini yaptıkları semtin adına izafeten “Fenerbahçe” koymuşlar ve formalarının renklerini de Fenerbahçe’de mebzul bulunan papatyadan ilham alarak sarı-beyaz olarak kabul etmişlerdir.

    Bu gayri resmi teşekkül, Kadıköy’ün gençlik muhitinde geniş bir alaka uyandırmış ve kısa bir zamanda kulübün aza miktarı fazlalaşmıştır. Bu vaziyet karşısında kulüpte bir idare heyetine lüzum görülmüş ve ilk idare heyeti : Reis Ziya, umumi kaptan merhum Hasan, umumi katip Ayetullah merhum, muhasebeci Hakkı Saffet ve veznedar da Necip olarak teşekkül etmiştir.

    Futbol idmanları için, muayyen bir yer olmadığından antrenmanlar, Kuşdili, Kurbağalıdere, Kördere, Baklatarlası ve Gazhane çayırlarında yapılmaya başlanmış ve her antrenmana seyyar kaleler de beraber götürülmüştür. Bilahare, Fenerbahçelilerin bugünkü güzel stadının bulunduğu saha o zaman “Papazın Çayırı” namıyla maruftu. Hazine-i Hassa’dan bir müddet için kiralanmıştır. Bu suretle Fenerbahçeliler, daha o zaman ilk defa memlekete bir saha kazandırmış olmakla iftihar edebilirler.

    İki sene sonra yani 1908’de yeni cemiyetler kanunu mucibince Fenerbahçe Kulübü de resmen tescil edilmiştir. Fakat bu sırada Fenerbahçe’nin iki maruf futbolcusu Hasan ve Hüseyin Fenerbahçe Kulübü’nden ayrıldıklarından, Fenerliler o sene girdikleri ligde altı kulüp arasında sonuncu olmuşlardır. Bu neticeden müteessir olan bazı azalar daha kulüpten ayrılmışlarsa da Fenerbahçe kısa bir zaman sonra Hasan Kamil, Kemal, Sait Selahattin, Galip merhum, Otomobil Nuri merhum, Tevfik ve Mustafa gibi elemanlar kazanmış ve forması da bugünkü Sarı-Lacivert rengi almıştır. Aynı zamanda yanan binanın yanındaki köprünün öte tarafında bulunan azadan mühendis Kemal’in bahçesindeki boş bir oda da Fenerbahçe’nin ilk lokali olmuş ve Fenerlilerin her biri evlerinden bir parça eşya getirerek burayı döşemişlerdir. (1909)

    Sarı lacivertliler dahili bir hayli değişmeler yapmakla beraber lig maçlarındaki sonuncu vaziyeti henüz değiştirememişlerdi. Bu sıralarda o zaman ön safta bulunan Rum ve İngiliz takımlarını yenen Galatasaray ecnebilere karşı kuvvetli bir teşekkül olduğunu kabul ettirmeye başlamıştı. Fakat 1911-1912 yılında bir ihtilaf neticesi Galatasaraylılar lig maçlarından çekilince, meydan yine İngiliz ve Rum takımlarına kalmıştı. Fakat netice bütün tahminlere aykırı bir şekilde tecelli etti. Fenerbahçeliler, büyük bir azim ve imanla oynayarak o sene lig şampiyonluğunu kazanmaya muvaffak oldular ve bunun bir tesadüf eseri olmadığını müteakip senelerde de aynı mevkiyi muhafaza suretiyle ispat ettiler.

    Fenerbahçeliler, 1912 senesinde aza miktarının artması dolayısıyla, daha geniş bir lokale ihtiyaç hissederek, Altıyol ağzının Kuşdili Çayırı’na giden cadde ile ona muvazi sokağın birleştiği noktada kiraladıkları yeni binaya taşındılar. Bu sıralarda Doktor Hamit Hüsnü de Galatasaray’dan ayrılarak Fenerbahçe’ye intisap etmiş ve onun tavassutu ile kulübün başına Nafia Nazırı Hulusi Bey gelmişti.

    Bir müddet sonra bu binanın da kâfi gelmediği görülmüş ve nihayet 1913 senesi sonlarına doğru Kuşdili Çayırı’ndaki yanan kulüp binası kiralanarak oraya taşınılmıştır.

    O zamanki yemyeşil Kuşdili Çayırı’nda bir papatya gibi görünen bu şirin binaya yerleştikten sonra Fenerbahçeliler çalışmalarına daha hız vererek muvaffakiyetten muvaffakiyete koşmuşlardır. Birinci cihan harbini müteakip işgal senelerinde İstanbul’da bulunan İngiliz ve Fransız takımlarına karşı bir seri halinde üst üste galibiyetler kazanan Fenerbahçe’yi efkar-ı umumiye tam manasıyla tutmuş ve sevgi, seneler geçtikte daha kökleşmiştir.

    Sedat TAYLAN – Fenerbahçe’den Hatıralar

  • O Fenerbahçe için Her Şey Demekti

    O Fenerbahçe için Her Şey Demekti

    Kurucu… Kaptan… Teknik Direktör… Başkan… O Fenerbahçe için her şey demekti… Fenerbahçe’nin kurucularından Nasuhi Esat Baydar, 1948 tarihli “Öz Fenerbahçe” dergisinde Galip Kulaksızoğlu’nu anlatıyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Papazın Çayırı’nda

    Yıl 1906.

    Şimdiki Fenerbahçe stadının yerinde etrafı açık bir çayır: Papazın Çayırı

    İki futbol kalesi. Büyük bir kalabalık. Sarı-Kırmızı, geniş parçalı, bol gömleği içinde ince uzun bir genç, Galatasaraylı Galip; bir maça başlanmadan önce, kaleye korkunç şutlar çekiyor. Kaledekiler (Galip’in şutlarını karşılamak hususi bir hüner olduğundan egzersiz zamanında fırsattan faydalanmak isteyen kaleciler) bu bomba topları tutmaya kalkıştıkça cüretlerinin cezasını parmaklarını incitmekle çekiyorlar.

    Galip, sağ ve sol, ani ve sert vuruşları, büyük çevikliği, göz pekliği ve pas dağıtma kabiliyeti ile bir iki senedir şöhret yapmış bir orta akıncı olduğu için, benim, o zamanki futbol heveslisi çocuk merakımın başlıca mevzularından biri idi: Kendisini o gün hayran hayran seyrettim.

    Saint Joseph Koleji’ndeki arkadaşlarından çoğunun iştirakiyle “Fenerbahçe Futbol Kulübü” kurulunda bu mektepte talebe olan Galip de yeni kulübün takımında yerini aldı ve -heyhat!- vakitsiz ölümüne kadar nev’i şahsına münhasır bir uzvu olarak Fenerbahçe’de kaldı.

    İlk Fenerbahçe Takımında

    İlk Fenerbahçe takımının orta akıncısı Galip’ti. Yaşlandıkça geri hatlara çekildi. Bir müddet hafbeklik yaptı. Rahmetli Arif’le birlikte Fener’in geçilmez iki bekinden biri oldu. Birkaç kere kaleciliği denedi. İlk Cihan Harbi dönüşü, katıldığı bir maçta -hüzünle hatırlarım- seyirci kalabalığınca artık tanınmayan Galip, saçsız başı ve az çok ağırlaşmış vücuduyla, yadırgandığını fark edince futboldan çekildi. Takım kaptanlığından, Kulüp umumi kaptanlığına geçti. İdareci olarak bu unvanını sporla beraber hayattan çekilinceye kadar muhafaza etti. “Kaptan” denilince aklımıza Galip gelirdi. Ve gerçekten, Fenerbahçe gemisinin sevkinde, yıllar yılı, onun fikirlerinden, tedbirlerinden, hiç değilse azminden ve misalinden kuvvet aldık.

    “Kaptan” daima başta idi : Futbolda, teniste, atletizmde, avcılıkta, kriket, kürek, yüzme, yürüyüş, ne bileyim, sporun Türkiye’de tatbik edilmiş olan her şubesinde “as”dı. Ve, şüphe etmem, Tanrı onu “baş” olmak için yaratmıştı. Yalnız büyük kusuru hudutsuz gururu idi. Sınıfının birincisi olmak lazımken haksızlık edilerek ikinci çıkarıldığı için bir mükafat tevzi merasiminde Saint Joseph Koleji’nden ayrılmıştı. Bir bankanın başveznedarlığı teklif edilirken kendisinden usulen kefalet istenildiği için “Şerefim kafi kefalettir”  cevabıyla mukabele etmiş, ısrarlara rağmen bir daha o bankanın semtine uğramamıştı. İhtimal ki bu gururunu spordaki muvaffakiyetleri de takviye etmişti. Nitekim, Galip, gitgide, kendine yeter, cemiyetin hemen hemen dışında yaşar bir adam olmuştu. Yaz ve kış demez, bir sandala atlar, tutup çoğunu eşe dosta ikram ettiği olta balıklarıyla beslenir, tütününü kendi kıyar, çorabını kendi örer, kundurasını kendi tamir eder, hatta ağrıyan dişini kendi çıkarırdı. Galip’de muhakkak ki, bir Robinson Crusoe, bir Alain Gerbault ruhu vardı; kendi kendine ve kendi aleminde devamlı bir faaliyet içinde çalışır, bahtiyar ve serazat yaşardı. Fikir ve his istikbalini hiç bir şeye feda etmeyen, uyuşmalara yanaşmayan bu çetin tabiatlı adama ekseriya kızar, fakat hakperestliğine, doğru düşüncesine, kararlarındaki dönmezliğe, fıtri nezaketine hürmet ederdik.

    Büyük Sporcu

    Galip, Midilli eşrafından Kulaksızzade Mustafa Paşa’nın oğlu idi; Fatihler çocuğu halis Türk karakterini spordaki Fair-Play’den gelme hürriyet aşkıyla mezcetmiş centilmen haliyle, günün birinde aramızdan sessizce çekiliverdi.

    Fenerbahçe’yi bütün Türkiye’ye sevdiren o tarif olunmaz spor hususiyetinin yaratıcılarından biri olarak Galip’i Fenerbahçe Stadı kapısı yanında temsil edecek bir heykel, ilk günlerinde kendini feda edenlere, sporumuzun şükran borcunu ödemeyi de bildiğini gelecek nesillere anlatırdı.

    Nasuhi Esat Baydar / O Fenerbahçe için Her Şey Demekti

  • Fenerbahçe’nin Her Şeyi : Galip Kulaksızoğlu

    Kurucu… Kaptan… Teknik Direktör… Başkan…
    Galip Kulaksızoğlu, Fenerbahçe’nin her şeyi idi.
    Fenerbahçe’nin kurucularından Nasuhi Esat Baydar, 1948 tarihli “Öz Fenerbahçe” dergisinde Galip Kulaksızoğlu’nu anlatıyor.

    * * * * * *

    Yıl 1906.

    Şimdiki Fenerbahçe stadının yerinde etrafı açık bir çayır: Papazın Çayırı

    İki futbol kalesi. Büyük bir kalabalık. Sarı-Kırmızı, geniş parçalı, bol gömleği içinde ince uzun bir genç, Galatasaraylı Galip; bir maça başlanmadan önce, kaleye korkunç şutlar çekiyor. Kaledekiler (Galip’in şutlarını karşılamak hususi bir hüner olduğundan egzersiz zamanında fırsattan faydalanmak isteyen kaleciler) bu bomba topları tutmaya kalkıştıkça cüretlerinin cezasını parmaklarını incitmekle çekiyorlar.

    Galip, sağ ve sol, ani ve sert vuruşları, büyük çevikliği, göz pekliği ve pas dağıtma kabiliyeti ile bir iki senedir şöhret yapmış bir orta akıncı olduğu için, benim, o zamanki futbol heveslisi çocuk merakımın başlıca mevzularından biri idi: Kendisini o gün hayran hayran seyrettim.

    Saint Joseph Koleji’ndeki arkadaşlarından çoğunun iştirakiyle “Fenerbahçe Futbol Kulübü” kurulunda bu mektepte talebe olan Galip de yeni kulübün takımında yerini aldı ve -heyhat!- vakitsiz ölümüne kadar nev’i şahsına münhasır bir uzvu olarak Fenerbahçe’de kaldı.

    İlk Fenerbahçe takımının orta akıncısı Galip’ti. Yaşlandıkça geri hatlara çekildi. Bir müddet hafbeklik yaptı. Rahmetli Arif’le birlikte Fener’in geçilmez iki bekinden biri oldu. Birkaç kere kaleciliği denedi. İlk Cihan Harbi dönüşü, katıldığı bir maçta -hüzünle hatırlarım- seyirci kalabalığınca artık tanınmayan Galip, saçsız başı ve az çok ağırlaşmış vücuduyla, yadırgandığını fark edince futboldan çekildi. Takım kaptanlığından, Kulüp umumi kaptanlığına geçti. İdareci olarak bu unvanını sporla beraber hayattan çekilinceye kadar muhafaza etti. “Kaptan” denilince aklımıza Galip gelirdi. Ve gerçekten, Fenerbahçe gemisinin sevkinde, yıllar yılı, onun fikirlerinden, tedbirlerinden, hiç değilse azminden ve misalinden kuvvet aldık.

    “Kaptan” daima başta idi : Futbolda, teniste, atletizmde, avcılıkta, kriket, kürek, yüzme, yürüyüş, ne bileyim, sporun Türkiye’de tatbik edilmiş olan her şubesinde “as”dı. Ve, şüphe etmem, Tanrı onu “baş” olmak için yaratmıştı. Yalnız büyük kusuru hudutsuz gururu idi. Sınıfının birincisi olmak lazımken haksızlık edilerek ikinci çıkarıldığı için bir mükafat tevzi merasiminde Saint Joseph Koleji’nden ayrılmıştı. Bir bankanın başveznedarlığı teklif edilirken kendisinden usulen kefalet istenildiği için “Şerefim kafi kefalettir”  cevabıyla mukabele etmiş, ısrarlara rağmen bir daha o bankanın semtine uğramamıştı. İhtimal ki bu gururunu spordaki muvaffakiyetleri de takviye etmişti. Nitekim, Galip, gitgide, kendine yeter, cemiyetin hemen hemen dışında yaşar bir adam olmuştu. Yaz ve kış demez, bir sandala atlar, tutup çoğunu eşe dosta ikram ettiği olta balıklarıyla beslenir, tütününü kendi kıyar, çorabını kendi örer, kundurasını kendi tamir eder, hatta ağrıyan dişini kendi çıkarırdı. Galip’de muhakkak ki, bir Robinson Crusoe, bir Alain Gerbault ruhu vardı; kendi kendine ve kendi aleminde devamlı bir faaliyet içinde çalışır, bahtiyar ve serazat yaşardı. Fikir ve his istikbalini hiç bir şeye feda etmeyen, uyuşmalara yanaşmayan bu çetin tabiatlı adama ekseriya kızar, fakat hakperestliğine, doğru düşüncesine, kararlarındaki dönmezliğe, fıtri nezaketine hürmet ederdik.

    Galip, Midilli eşrafından Kulaksızzade Mustafa Paşa’nın oğlu idi; Fatihler çocuğu halis Türk karakterini spordaki Fair-Play’den gelme hürriyet aşkıyla mezcetmiş centilmen haliyle, günün birinde aramızdan sessizce çekiliverdi.

    Fenerbahçe’yi bütün Türkiye’ye sevdiren o tarif olunmaz spor hususiyetinin yaratıcılarından biri olarak Galip’i Fenerbahçe Stadı kapısı yanında temsil edecek bir heykel, ilk günlerinde kendini feda edenlere, sporumuzun şükran borcunu ödemeyi de bildiğini gelecek nesillere anlatırdı.

  • Papazın Çayırı Nerede?

    Papazın Çayırı Nerede?

    İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı‘nda, Antoine Hekime imzalı, “Plan de Cadikeuy cote d’Asie” isimli bir harita var. Fahrettin Türkkan Paşa arşivinden çıkan haritanın tarihi 1900. Yani Fenerbahçe’nin kuruluşundan 7 sene önce… Bu haritada bize “Papazın Çayırı Nerede?” sorusunun cevabını verecek detaylar var.

    Biz şu anda Fenerbahçe Stadı’nın olduğu yere “Papazın Çayırı” diyoruz ama çayır aslında stadyumun tam karşısında. Sonraki bir asıra sportif olarak damgasını vuracak olan alan o zamanlar “Prairie Imperiale” olarak gözüküyor. Yani Saray’a ait bir kırlık alan…

    Nereden Biliyoruz?

    Kıymetli tarihçimiz Barış Kenaroğlu tarafından Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri‘nden bulunup “Fenerbahçe Stadı’nın Tarihteki İlk Belgeleri” yazısına konu olan bu çayırın ismi, padişah II. Abdülhamit tarafından verilen izinde geçmiyordu. Hatırlayalım…

    “İttihad kulübü  ünvanıyla Kadıköy’ünde tesis edilen kulübe tahsisi ve tevdii hal-i pa-i hümayun-ı cenab-ı hilafetpenahiden istida olunan bazı arazi hakkında Operatör Müşir devletlu Cemil Paşa hazretleriyle Mirliva Faik Bey tarafından arz ve takdim kılınıp emr-ü ferman mülükane-i mabeyn hümayun baş kitabet-i alisinden irsal olunan arizanın sureti leffen savb-ı alilerine tesyar kılındı. Ariza-i mezkurede bahs olunan araziden Uzunçayır’ın umuma mahsus olması cihetle kulübe tahsisi haiz olamayıp ancak kulübe mahsus olmadan inşa olunacak bina için tasarruf edilen mahallin karşısında bulunan ve on on beş dönümden ibaret olduğu beyan edilen çayır yerinin hazine-i hassa-i şahanece kulüp idaresine icarı münasib görülmüş olmağla icarı icabına himmet buyurulması siyakında tezkere-i penaveri terkim olundu efendim.”

    Türkiye’nin ilk futbolcularından olan, meşhur Tahtaperde Aleko’nun (sitemizde yer verdiğimiz röportajında) dediklerine şöyle bir göz atacak olursak, “Papazın Çayırı Nerede?” sualinin cevabı gün gibi ortada.

    “… Futbolu bizler getirdik ama, şimdi başkaları parsayı topluyor. Biz para almadık, üstelik para verdik!… Ömür verdik ve oğlum!… Ben, bek yerinden vurduğum zaman top, sahayı aşar, Papazın Bağı’na düşerdi (tahminen 100-110 metre). Böyle oynardık. Futbolda marifet, müdafaa oyuncusunun, rakip forların ayağından, zekasını ve hünerini kullanıp, topu çalabilmesidir!”

    Belli ki sonraları bu tabir, yalnızca çayırı değil, bütün bir araziyi anlatmak için kullanılmış ama asıl yer tam karşısı…

    Bu güzel haritanın tamamını merak edenleri şöyle alalım.