Ziya Şengül, Fenerbahçe’de geçen yıl futbolu bırakan Nedim’in yerine kaptan olmuştur. Bu konuda tek laf edilir; Kaptanlık Ziya’nın hakkıdır. Kaptanlık Ziya’yı olgunlaştırmış, sorumluluk Ziya’ya yakışmıştır.
Türkiye liginin kıyasıya bir meydan savaşı haline geldiği 74’de Ziya’nın Fenerbahçe gibi bir takımda taşıdığı yük kaldırılır gibi değildir.
Ziya’nın futbol kişiliği çok anlatılmıştır. Kimliğinde ana – baba adı kadar açık bir özelliği vardır. “Büyük futbolcu”. Eskilerin “Sahada şiir yazıyor” dediği sınıftandır Ziya… Günümüzde azalan, çok azalan “iyi futbolcu” sınıfının bir devamıdır. Fenerbahçe’nin şampiyonluk kavgasında bayrağı elinde taşırken, biraz da o sınıfın kavgasını devam ettirmektedir.
“Ziya’ya kaptanlık ve sorumluluk yakıştı” demiştik. Sahalara yepyeni bir kaptan getirmiştir bu sorumluluk. Sakin, ağır başlı ve fazla mesai yapan bir işçi… Ziya Şengül, Fenerbahçe’nin bazen kaptan köprüsünde, fakat çok zaman da kazan dairesinde saatlerini geçirmektedir.
Fenerbahçe’yi kupada ve ligde söz sahibi yapan son haftalara dönelim. Berabere biten Bursaspor maçı. Datcu, belki de ligdeki ilk büyük hatasını yapıyor. Kale boş, top Tezcan’ın ayağında, kepçeliyor. Bursa seyircisi ayakta. Goldür kaleye giden… Ama, Ziya olmasa… Kaptan gerilerden koşmuyor da uçuyor sanki. Boş kale önünde gövdeden koparcasına ikiye ayrılmış iki ayak, belki de ligin akışını değiştirecek golün kaderini auta atıyor.
Kaptanın hâtıra defterini karıştıralım şimdi de…
Yıl 1944. Plevne’de doğmuş. Babası berber, anası ev kadını…
Şengül ailesi, Ziya çok küçük yaşlardayken yurda gelmişler. Plevne’den gelen bir ailenin bankada birikmiş parası, apartmanları, hanları yoktur. Hayata yeniden başlamışlar. Ziya, futbolu ilk tanıdığı Ankara 19 Mayıs Stadı’nda gazoz satarak evine yardım ettiğini iftiharla anlatıyor.
Büyümüş Ziya. PTT’ye girmiş. İlk maç, ilk forma, ilk lisans. Bulgar genç milli maçında İstanbul seyircisi yepyeni bir stille el sıkışıyor. Yıl 1962, Bu, Ziya’dır. Talihsizlik… Ziya’nın ayağı kırılıyor. İyileşiyor.
Ve Fenerbahçe. Yıl 1964. Ziya Fenerbahçe’de santrfor olarak işe başlıyor. Metin Oktay gibi bir kralın ardından 5 gol farkla gol yarışması ikincisi.
Yıllar, futbolun çarkına takılıp dönerken, Ziya hızla gelişiyor. Milli takımın orta sahasına ziya saçan bir yıldız gelmiştir. Köln’de Alman basını, 1 – 1 biten Alman maçında Ziya’ya kalem ve alkış tutuyor. Boy boy resimleri çıkıyor dergi ve gazetelerde. Beckenbauer, Ziya’yı kendine benzetiyor. “Aramızda bir fark var. O sarışın, ben esmerim!”
“Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?” diye bir lâf vardır. Niçin övdüm onu biliyor muşunuz? Olayların ve savaşın alabildiğine devam ettiği sahalarda Ziya, Fenerbahçe’yi bir operatör serinkanlılığıyla futbolun hasta gövdesinden kesip, alma görevini de başarmıştır.
Kaptanlık, kola bant, kafaya şapka takmak değildir.
Fenerbahçe için 2023-2024 sezonu; 26 Temmuz 2023 tarihinde Fenerbahçe futbol takımının iç sahada oynadığı (UEFA Konferans Ligi) Zimbru Chisinau maçıyla başladı ve 12 Haziran 2024 tarihinde erkek basketbol takımının (Anadolu Efes’e karşı) kazandığı Türkiye Şampiyonluğu ile son buldu. İşte detaylar…
Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Yavuz Şimşek röportajı ile karşınızda…
Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Yavuz Bey?
Bahçıvan bir ailenin en küçük çocuğuydum. İki kız, beş erkek kardeşiz. Babam Samsun’un Havza kazasında bahçıvanlık yapardı.
Yıl 1956-57 aklımın erdiği zamanlar. O zamanlar çikletlerden resimler çıkardı. Samsun’da Adalet, Karagümrük takımları vardı. O dönem Fenerbahçe’de Özcan Arkoçlar, Naci Erdemler, Akgünler, Avniler vardı. Havza’ya bir iki günlük gazeteler gelebiliyorsa, onların spor sayfasında ne okuyorsak aldığımız haberler oydu.
Mahalledeki çocuklar arasında Beşiktaşlılar, Galatasaraylılar da vardı. Fakat ben ve ağabeylerim Fenerbahçeliydik.
Ben forvet oynardım. Aslında topumuz bile yoktu, kâğıttan top yapar, sabahtan akşama kadar mahalle çocukları tepişir dururduk. Bazen de benden iki yaş büyük ağabeyimle yine patates tarlasında kâğıttan topları fırlatır, kim önce kapacak diye oynarken orada bir atlama hevesi geldi ama hala kalecilikte gözüm yoktu. İyi topa vururdum, yaşıma göre santrafor oynamayı düşünmüştüm.
O 1957 yıllarında hayalimde yaşattığım Fenerbahçe Spor Kulübü’nü yerlere, göklere sığdıramıyordum. Ne gariptir ki tesadüfler insanı öyle bir yerlere getiriyor ki Fenerbahçe Spor Kulübü’nde forma giymek nasip oldu bana…
Peki, Fenerbahçe’deki spor hayatınız nasıl başladı?
10 sene sonra geldim Fenerbahçe’ye yani 1967 yılı…
Önce ağabeyim öğretmen çıktı bizleri yanına Çanakkale’ye aldı, önce Çanakkale sonra bir sene de Kastamonu’da kaldık.
1960 yılında da Ankara’ya geldik. Toprakspor genç takımda lisanslı oldum. 13-15,5 yaşları arası ikinci buluğ dönemi başlar o dönem kemik boyunun en çok uzadığı dönemdir. Benim de o dönemde bacaklarımın boyu 66’dan 80 cm’ye vurunca bacaklar vücudu taşıyamaz oldu.
O sırada Ankara karmasının antrenörü Sabri Kiraz vardı. Sabri Kiraz Ankaragücü’nün kum havuzunda atlatarak beni kaleciliğe yönlendirdi. O senede beni Ankara genç karmasının kalesine koydu. Tuttuk Türkiye şampiyonu olduk. Tatlı gelmeye başladı.
Bir sene lisanssız okumak için Adıyaman’a gittim. Öbür sene ablam öğretmen olmuştu Rize’ye tayini çıktı. Onun peşinden gittim, tesadüf Rize karmasıyla oynadım şampiyon olduk. Rize’de Güneşspor Kulübü vardı. Beni hemen angaje etti. Bir takım elbise, bir gömlek, bir şemsiye, okul kitapları ve lokanta fişi karşılığında. Çok başarılı oldum.
Trabzon’la oynadığımız maçı milli hakem Ankara PTT’ de çalışan Necdet Hoyrat yönetmişti. Oradaki başarılı oyunumdan dolayı beni PTT’ye önerdi.
1965-1967’de ise milli ligde top oynadım. 1967’de lise son sınıf öğrencisiyken okul müdürümüze Faruk Ilgaz, Semih Bayülken, Fikret Arıcan, Ahmet Erol geldi. Müdür, “Fenerbahçe Spor Kulübü’ne gitmezseniz bu okul bitmez.” dedi. Ondan önce de Coşkun Özarı Şekerspor’u çalıştırırdı, bizi Galatasaray’a önermişti. Seksen bin lira veriyordu. Ben Fenerbahçe Spor Kulübü’nün verdiği yetmiş bini kabul ettim, geldim. Hayalim gerçekleşmişti.
Fiilen 24 yıldır Fenerbahçe’ye 12 yıl da futbolculuğa antrenörlük, yöneticilik, genel koordinatörlük olmak üzere hizmet verdim.
Bugün 40-41 yaşına kadar oynayan kaleciler var. Siz neden erken bir yaşta bıraktınız?
1977 senesiydi, futbolu 11 yıldan sonra bıraktım.
Çim saha yok, kışın kum zımpara gibi yerlere yatarsın, koşullar çok zor geldi.
Başkanımız Faruk Ilgaz 1977-78 sezonu için Radomir Antiç ile birlikte Radmillo İvançeviç’i eski Yugoslavya’nın Partizan takımından Fenerbahçe’ye transfer etmek istiyordu.
Bana “Eğer bu transfer gerçekleşmezse bizde bir sene daha oynar mısın?” diye sordu. Ben üç defa boş mukavele imzalamıştım, kulüp bizim kulübümüz ben Fenerbahçeliyim. Fenerbahçeli olan Fenerbahçe’ye karşı forma giymez. Bana da her zaman cazip teklifler geldi ama gitmemiştim.
Sonra bu transfer gerçekleşince Faruk Başkanımız “Hizmetlerinden dolayı teşekkür ederiz.” diye yazan bir mektup gönderdi. Benim bir sene yaşamımı temin edip, jübilemi yaptı ve bana “Senin bunca yaptıklarından sonra Fenerbahçe hiçbir zaman bunun altında kalmaz, istediğin tarih senin jübilendir.” dedi.
Sezonun ilk hazırlık maçını bana jübile olarak verdiler. Bu da Kulübümün ve Faruk Başkanımın bana yaptığı bir jesttir. Kampa gittik 21 gün kampımız vardı, Antiç’in işi oldu ve ben eşofmanı ve eldiveni çıkardım.
Futbol kariyerinizden sonra Türk sporuna katkılarınız neler oldu?
Bir projeyi gerçekleştirmek için kaleci yetiştirmek adına hazırladığım projeyi Fenerbahçe’ye sundum.
Mert Günok, Volkan Babacan, Recep Güler, Melih Özçelik’i altyapıda yetiştirdim.
2000 senesinde federasyon istedi, U15, U16, U17, U18 hepsinin kalecisi Fenerbahçe’nin kalecisiydi, bunları da ben yetiştirdim, bundan da gurur duyuyorum. Bugün milli takım kalecisi benim kalecimse artık Türk futbolunda bir misyon sahibi oldum diye düşünüyorum.
Sporu bıraktıktan sonra sesinizin güzelliği keşfedilmiş ve Zeki Müren’in alt kadrosunda şarkı söylediniz, spordan sonra çok farklı bir iş dalı değil mi?
Antrenörlük dönemimde bir maç dönüşü Türk sınırına girerken Türkiye hasretiyle bir şarkı mırıldanmaya başladım. TRT’nin spor spikeri ile aynı arabadaydık.
Bana kulak vermiş “Bir spor programında şarkı okur musun?” diye sordu.
Ben de “Okurum.” dedim.
Ben gayri ciddiydim. İstanbul radyo evinde “Unutturamaz Seni Hiçbir Şey” şarkısını söyledim kasete aldılar. O zaman sadece TRT Televizyonu var. Jenerik geçiyor, “Yavuz Şimşek şarkı okuyacak” diye… Sesimi beğendiler.
O zamanın gazino patronlarından Osman Kavran, Fahrettin Aslan beni aradılar. O zaman Ateş Böceği Ercan komşumuzdu. Beni Osman Kavran’a götürdü. Zeki Müren’in alt kadrosunda çıkmaya başladım. İzmir’e Fuar’a gittik. Fakat çok farklı bir dünyaydı, ayak uydurmam zor oldu, eşimden ve çocuklarımdan uzak kalıyordum. Baktım bu iş bana göre değil, ticarete atıldım.
1986 senesinde Fenerbahçe Spor Kulübü Tahsin Kaya başkanlığındaki yönetime girdim. O dönemdeki kaleci Adem’i çalıştırdım.
Başkan Ali Şen zamanında haftada iki kez fahri olarak Nurettin’le, Yaşar’a antrenman yaptırdım.
Bu ara altyapıdayken Ogün Ağabeyle Marmara Üniversitesi Spor Tesisi’ni beş seneliğine kiraladık. Altyapıdan futbolcu yetiştirecektik. Emin Ağabey’den spor malzemelerini aldık. Hüsnü Ağabey’den Grundig marka video, televizyon aldık. Yılmaz Yücetürk’ü işin başında getirdik. Hasan Özaydınlı da sorumlu oldu.
Bugün U15 – 16 – 17 varsa tarihi o zamana bağlıdır. Sonra 1994’de Hasan Özaydınlı Fenerbahçe Spor Kulübü başkanı olunca bana “Altyapı genel koordinatörlüğüne geleceksin” dedi.
O sırada TFF kaleci antrenörlüğü mecburiyeti getirdi. Benim hiçbir müracaatım yokken Başkan Hasan Özaydınlı beni TFF’nin açmış olduğu kursa yazdırmış, ben de devam ettim. Elliye yakın kursa katıldım.
Sonra “Fenerbahçe’de yine geniş çaplı bir altyapı oluşacak” dendi. Burada da 56 talebe oldu her sabah özel çalışma yapıldı. Bu çocuklar 2 yaş 3 yaş üstü tekniğe sahip oldular. A takım kadrosuna dâhil olunca bu sefer proje için Hollandalılar geldi. Ben bıraktım. 2005- 2006 arası Zico’ya dışarıdan gelen önerileri değerlendireceğimi söyledim ve Federasyona tamam dedim.
Televizyonda hiç kaleci yorumculuğu yapmanız için istek geldi mi?
Lig TV’den gelmişti teklif, sonra kaldı. Faydalı olabilir düşüncesindeyim.
Türkiye sizi 1967-68 yılındaki Manchester maçıyla tanıdı, bir kez de siz o günü anlatabilir misiniz?
1967- 68’ de tüm kupaları aldık. Hah bir de Balkan Kupası… Balkan Kupası deyip geçmeyin Avrupa düzeyinde bir kupa.
Biz Kınalı Ada’da kamp yapıyoruz. Hep baba oyuncular var, kuradan Manchester çıktı. Manchester da 1966 Dünya Kupası’nı almış, o takımdan da 6 oyuncusu var. Manchester City takımını toprak sahalardan çıkıp böyle kaliteli sahalarda nasıl yenersin zaten yeniliriz düşüncesiyle sahaya çıktık. Kaleciye ne kadar top gelirse kalecinin kendini o kadar gösterme şansı var.
Allah yardım etti, çok dikkatli ve iyi oynadım. Maç bitince kendimi Kıbrıslı bir Türk’ün omuzlarında buldum. Maç bitti 0-0. Bütün İngiliz seyircisi ayakta beni alkışladı.
Ertesi gün Samim Var spor sorumlusu “Gazeteleri aldın mı? Bundan daha güzel bir haber olur mu? Dünya sporundasın, herkes senden bahsediyor.” dedi.
Bir iki tanesini buldum. En çok üzüldüğüm de evde soba tutuşturayım derken hanım hepsini yakmış. Bir başlık şöyleydi:
“Dünya sporu için ne gece!”
Bir de dünya çapında üç yıldız dağıtmışlar. Biri Muhammet Ali Clay’e giderken… Bir yıldız da bana düşmüştü.
Tabii o maçın rövanşı buradaydı.
Mithatpaşa Stadı’nda rahat 50 bin kişi vardı. Taç çizgisine kadar seyirci doluydu.
Biz burada havaya girdik, ilk yarı bir gol yedik, 50 bin kişi bir sessizlik kibrit sesleri geliyor sadece…
İkinci yarı 1-1 oldu. Sonra 2-1 nasıl yendik bilemiyoruz. Eledik adamları. Bize prim sözü vermişlerdi ve de sözünü tuttu Kulüp. Hem de kendini sıkıntıya sokarak.
Kaç kez milli maça çıktınız, Fenerbahçe Spor Kulübü’nde aldığınız şampiyonluklar?
13 defa milli oldum o zamanlar zaten senede bir tane maç olurdu. İki tane Türkiye Kupası, 5 lig şampiyonluğu özel kupalar, Balkan Kupası, TSYD Kupası.
Taraftarlar için neler söyleyeceksiniz?
Taraftarla hiç sorunum olmadı, iyi bir Fenerbahçeliydim. Bu taraftar bizi bizden daha iyi tanıyor. Her zaman minnettarım onlara. Özellikle de bu sene yaşadığımız üzücü olaylarda Kulübümüze tam destek verdikleri için.
Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Yaşar Mumcu röportajı ile karşınızda…
Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz, Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Yaşar Bey?
1942 senesinde Trabzon’un Akçaabat ilçesinde bir Fenerbahçeli olarak dünyaya geldim.
Ortaokul çağlarında herkes gibi ben de mahalle arasında top oynayarak vakit geçirdim.
Liseye başladığım sene Akçaabat Sebatspor’ da yavaş yavaş antrenmanlara çıkmaya ve kadroya girmeye başladım. Futbol hayatımız başladı. Lise iki, lise üçüncü sınıfta Sebatspor’da oynuyordum.
Orada üç sene oynadıktan sonra Ankara PTTSpor’a transferim gerçekleşti, orda da iki sene oynadıktan sonra 1965 yılında Fenerbahçe’ye transferim gerçekleşti.
Yıl 1965 ve renklerine âşık olduğum takıma transferim gerçekleşmişti. Bu arada PTT’de oynarken milli takıma çağrılan tek oyuncu bendim.
Transferinizin gerçekleşmesinde kimler rol oynadı?
O sene Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe beni istiyordu. Ben küçüklüğümden beri Fenerbahçeli olduğumdan bu tarafa meyil oldu.
Fenerbahçe, kulübüme de çok ısrarcı oldu. PTT’nin 200.000 Lira borcu vardı. Benim de mukavelem vardı. “Bu parayı bize verirseniz biz de Yaşar’ı size veririz.” dediler.
O zamanın Başkanı İsmet Uluğ; ikinci başkansa Faruk Ilgaz’dı. Geldiler, ben de o sırada tatildeydim. Dönüşte bir baktık havaalanı ana baba günü… Bütün Fenerbahçeliler, gazeteciler, yöneticiler hepsi orada, hemen otele gittik, mukaveleyi yaptık.
Böylece İstanbul’a geldim. O yıl takıma PTT’den Ercan Aktuna ile birlikte geldik. Bir sene önce de Ziya ve Şükrü gelmişlerdi. Kaleci Ali, Özcan ve Selim vardı. Biz de Şükrü, Ali İhsan ve Ercan beraberce Kurbağalıdere’de bir bekâr evinde kalıyorduk.
Bir sene orada kaldık sonra Şükrü ile bir sene Bahariye’de oturduk. Daha sonra da Şaşkınbakkal’a geldik. Şükrü Birant da evlenip gidince ben orada İstanbulspor’a geçen Bülent diye bir arkadaşımız vardı, onunla kaldım. Sonra askerlik, evlilik derken 1973 yılına kadar oynadım.
Aklınıza gelen hoş bir anı var mı bu dönemi dair…
Ankara’da Emin Cankurtaran ve Faruk Ilgaz’la mukaveleyi yaptık, parayı da Emin Ağabey otelde sayıyor. Hepsi 500’ lük…
Eve geldim, yattık. Ertesi gün paralar cebimde uçağa bindik. Kulüpte gazeteciler karşıladı. Top sektirme falan var. Formaları giydim, paraları pantolonun cebinde soyunma odasına bıraktım. Aklım soyunma odasında, kapılar emniyetli değil.
Eyüp Ağabey, “Ne oluyor, Yaşar nedir bu telaş?” dediğinde “Eyüp Ağabey aldığım paralar cebimde aklım orda” dediğimde nasıl güldüğünü unutamam. Resimler çekildi de, hemen bankaya gittik.
Kaç maç, kaç gol?
Aşağı yukarı 275 maç ve 75 gol…
Fenerbahçe’den 1973 yılında ayrıldığınızda başka bir takımda oynadınız mı?
Askerden sonra iki sene de Sakaryaspor’da oynadım, sonra futbol hayatımı noktaladım.
Ticaret hayatına atıldım, önce plastik işiyle uğraştım, arkasından ham madde işiyle uğraştım.
Bir oğlum, bir kızım var. 10 senedir de emeklilik yaşıyoruz. Tüm zamanım kulüpte geçiyor. Faruk Ilgaz Tesislerindeyiz. Briç oynuyorum.
Bugün baktığınızda futbol oyuncuları kulübümüzde çok geniş imkânlara sahip, siz geçmişe döndüğünüzde en büyük zorluk sizce neydi?
Zorlukların en başında benim için ayakkabılar geliyordu. Ayakkabılar güzel değildi; toprak sahalarda oynadığımız için kramponların altındaki çivilerin ayağımızın altına battığını çok iyi hatırlıyorum. Maç bitiyor, bizim ayaklarımız kanıyordu.
Bir tane ayakkabımız, bir tane formamız, bir tane eşofmanımız vardı. Bunlar her maçtan sonra yıkanıyor, ertesi gün aynı şeyi giyiyorduk. Şimdi on tane forma var. Terledin çıkar, bir diğerini giy, seyirciye at, her maça başka bir forma düşüyor. Doğal olarak o günkü şartlarda biz bunları göremedik. Devre arasında bile forma değişiyor şimdi.
Sahalar çok kötüydü. Ankara’da, Eskişehir’deki sahalar çimdi. İstanbul’da Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray, Yeşildirek, Sarıyer ve İstanbulspor oynuyordu fakat sahalar kötüydü.
Hem cumartesi hem pazar oynuyorduk. Oyuncu değişikliği yoktu, sakatlansan bile o maçı bitirmeliydin.
Şimdi malzemeler, sahalar, toplar süper. Bizim toplar 3,5 kilo diyelim yağmuru yediği zaman 4,5 5 kiloya ulaşıyordu. İstediğin hiçbir şeyi doğru dürüst yapamıyordun.
Örnek aldığınız futbolcu kimdi?
Can Bartu’ya hayrandım. Bir de Naci Erdem’in son seneleriydi. Onlar büyüktü biz çocuk sayılırdık onların yanında.
Futbol yaşamınızda sizi etkileyen bir anıyı bizimle paylaşır mısınız?
Milli takımda Portekiz’le oynuyorduk. Maçta sol açığa koydular beni. Aşağıdan ayaklarım titriyor sahanın ortasına gidemiyordum. Bunu hiç unutmam.
Kaç kez milli formayı giydiniz?
O yıllarda milli takım maçları çok değildi. Yedi kez milli forma giydim.
1968 yılı kupalarla dolu bir yılımızdı. 1967-68 senesinde Lig Şampiyonluğu, Türkiye Kupası, TSYD, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık Kupası maçlarını kazanarak 5 kupayı birden aldık. Bir de Balkan Kupası. Bu başarılar yakalanırken siz de takımdaydınız…
1968 gerçekten en başarılı yılımız Balkan Kupası maçlarında hem sağda hem solda oynuyorum fakat orta uç’a koydular beni “Allah Allah” dedim. 3 gol attım 3-0 aldık.
Bir sonraki maçlarda Romen ve Bulgarlarla oynadık. O maçta da 3-1 yendik, ben de attım. Çok renkli bir yıl olarak futbol tarihine geçti.
UEFA Kupası’nda ilk golü siz attınız ve bunu UEFA yetkililerinin 38 yıl sonra sizi kura çekimleri için davet ettiklerinde öğrendiniz. Türkiye için yine gurur verici bir olay oldu. UEFA Kupası’nın 1971 yılında oynanan bu ilk maçında atılan gol İngiltere’nin “Biz attık” itirazlarına rağmen sizin ve ülkemizin onur kaynağı oldu. Biraz anlatabilir misiniz?
14 Eylül 1971 tarihinde İstanbul Dolmabahçe Stadı’nda oynanan Fenerbahçe-Ferencvaroş maçında atmış olduğum bu golün UEFA Kupası tarihinin en önemli golü olduğunu ben de 38 yıl sonra tüm Türkiye ile birden öğrendim.
1971-72 sezonundan itibaren tüm takımların katılabildiği bir statüye kavuşan UEFA Kupası’nda atılan ilk golüymüş.
Fenerbahçe-Ferencvaroş olarak kura çektik. Maç 1- 1 bitmişti. O golün tarihe geçeceğini bilemezdim. Her ne kadar UEFA Kupası’nın ilk golü benden gelse de bunda Fenerbahçe’nin payı çok büyük.
Kulüpten Serkan Acar beni aradı. UEFA’dan sana mektup var dediğinde merak etmiştim. Yanına gittim, anlattı. Meğer UEFA tarihindeki ilk golü ben atmışım. Monaco uçak biletlerimizi first class aldılar, deniz manzaralı odalar, kapıda arabalar… Futbol oynarken görmediğim itibarı o günlerde gördüm. Bizim zamanımızda öyle lüksler yoktu tabii.
Fenerbahçe Televizyonu’nun eski çalışanlarından Yusuf Kenan tercüman olarak yanımdaydı. Sonra kuraları çektik, bir de ödül verdiler. UEFA Başkanı Platini’nin verdiği akşam yemeğine katıldım.
Bana ‘Bizi kırmayıp buraya kadar geldiğiniz için çok teşekkür ederim.’ dedi.
Ben de ona ‘Beni hatırlayıp davet ettiğiniz için çok mutluyum’ dedim.
Sonra söz Fenerbahçe’den açılınca Platini “Fenerbahçe, hep Fenerbahçe” diyerek elimi sıktı. Bu benim için unutulmaz bir andı.
Şimdiki Fenerbahçe Spor Kulübü’nü nasıl buluyorsunuz, maçları seyretmeye stadımıza gelebiliyor musunuz?
Gelişimler her şey acayip, dört dörtlük bir stat, her şey yüzde yüz farklı. Sevdiğim oyuncular… Özellikle Alex.
Her maça geliyorum, maç seyretmeye bayılıyorum. Eskiden Şeref Tribünü’nün sağından seyrediyordum. Şimdi yine öyle bir yer var oradan seyrediyoruz.
Sanki biz oynuyoruz gibi eve nasıl yorgun geliyorum anlatamam. Geçen sene yapılan olayların ise tümden haksızlık olduğunu düşünüyorum.
Taraftarımıza ne mesajınız var?
Yuhalanma olduğunda dağılıyordum. Sanki kulağımın dibinde söylüyorlar gibi etkiliyordu bazen.
Alex yuhalandığında Başkanımız Aziz Yıldırım’ın olgunluğunu unutamam, başkan kalktı ve alkışladı tüm millet sustu.
Alex’in başkana olan sevgisi, varlığı arttı. Tek isteğim oyuncuları yuhalamasınlar, sabırlı olsunlar, sakin olsunlar, sezonu beklesinler, anlık tepkiler çok kötü.
Eski sporcular olarak beklentileriniz neler?
Başkanımız elinden geldiği kadar yakınlık gösteriyor, ihtiyacı olanlara yardım ediyor, ben memnunum. Huzur evi de yapılırsa tam olur.
Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Ayten Salih röportajı ile karşınızda…
Çamlıca Kız Lisesi’nde okudum. 1951 yılında lise birdeydim. İki erkek kardeşim vardı. Onları da ailem Haydarpaşa Erkek Lisesi’ne göndermişti. İki kardeşim de Fenerbahçeliydi. Özellikle bir tanesi tam bir tutkundu. Her gün futbol oynar. Maçlara gider Lefter ne söylemiş, Mehmet Ali ne söylemiş gelir duyduklarını anlatırdı. Zaten Anadolu yakasında olup da Fenerbahçe’yi tutmamak mümkün değil, değil mi?
Lisede spor yapıyorduk. Spora önem verilen bir dönemdi, “Üniversitede spor yapacak mıyız?” diye çok düşündük, eksiklik hissettik. Fenerbahçe kız takımı diye bir şey yoktu, “Acaba tekrar açılabilir mi, bir ilki başlatabilir miyiz?” diye düşündük.
Bir gece maçı sonrası Fenerbahçe Spor Kulübü’ne yanaştık. “Kız basket takımında olursak voleybol da arkasından gelir” dedik. Ne yol parası, ne şort, ne eşofman hiçbir şey istemedik. Antrenör zaman problemi yüzünden biraz sorun çıkardı. Fakat Fenerbahçe kongre üyelerinden Altan Dinçer, “Ben yardım edebilirim, sizi çalıştırabilirim, hemen konuşalım.” dedi. Kararlaştırdık. 1 Eylül 1954’de halk eğitimde buluşmak üzere sözleştik.
İnci Önen ve ben öncülük ettik. Yine Çapa Kardeşler vardı. Onların babaları Selim Çapa da hem Fenerbahçe’de üye hem de Reşat Dermanver’den sonraki doktordu. O da “İki kızım da aranıza katılabilir” dedi.
Genelde Çamlıca Kız Lisesi’nden topladık. Çünkü son 4 yıl hep şampiyonduk. Erenköy Kız Lisesi’nden de Seta’yı aldık.
O sene Kıbrıs’a tatile geldiğimde 1 Eylül’de döneceğimi öğrenen babam “Üniversite 1 Ekim’de açılmayacak mı niye erken gidiyorsun?” diye sordu. Ben de Fenerbahçe Spor Kulübü’ne başlayacağımı söyledim.
1 Eylül’de kızlar babalarıyla geldi. İlk basketbol antrenmanını yaptık. Lisans falan çıkarılacaktı. Yönetime gittik. Ertesi gün bir baktık gazetede bir ilan “Galatasaray Kız Voleybol Takımını Kurdu” ve ardından Voleybol Teşvik Turnuvası ilan edildi. İnci geldi, Ayla geldi ilk basket antrenmanını yapmıştık. Hemen Çamlıca Kız Lisesi’nden voleybolcuları alıp, biz de hazırlandık. Hatta Kulübümüz jest yapıp Çamlıca’nın müdüre hanımına kupa hediye etti.
Apar topar çalışmaya başladık. Antrenörümüz bize “Niye yalan söyleyeyim, siz daha iyi biliyorsunuz” dedi. İlk maç mağlup olduk, sonra Teşvik Turnuvası’nda bütün maçları kazanarak galip olduk. Bunu gören Kulübümüz Bulgaristan’dan antrenör getirdi. Sonra Darüşşafaka’dan Alaattin Hoca geldi. Sonra bu şekilde 1960 yılına kadar şampiyon olduk.
Sayın Cem Atabeyoğlu sizin takım için yazılarında “Fırtına Kızlar” derdi…
Evet, kendisini çok severdim. Ben de basketbol ve voleybolla ilgili o zamanlardaki Fenerbahçe mecmuasına yazıyordum.
Sonra yine Ankara’da şampiyonluğumuz oldu. 1960’da lig şampiyonluğunu kaybetmiştik. Türkiye şampiyonluğunu kazanmak için hazırlandık. Bu arada Beşiktaş PTT ve Kadıköy Spor, Voleybol Kız Takımlarını kurmuştu. Rakipler çoğalmaya başladı.
Bu arada 27 Mayıs ihtilali öncesi, 27 Nisan hadiseleri başladı. İhtilal dönemi Türkiye şampiyonluğu için izin çıkmadı, çok üzüldüm. En son yönetim maçın Ankara olması yerine İzmit olmasına karar verdi.
Bu arada Galatasaray da iyi hazırlanmıştı. İzmit’te Seka Tesisleri’nde kaldılar. Bizim takıma orda yer kalmadı. O devirde kızlar olarak da otelde kalmak istemedik. Kızlarla birlikte hep birlikte valiye gittik. Bizim için kimsesizler yurdunu buldular. Aramızda “Burada da kimsesiz kaldık” dedik.
Bizi orda 5-10 tane Fenerbahçeli çocuk destekledi. Maça onlar da gelmişti. Turnuvada PTT ile maç yapıyorduk. Çok zayıf bir takım olmalarına rağmen bir set verdik ve çok bozulduk. Galatasaray da maçı kazanmıştı.
Final maçından bir gün önce Fenerbahçe Spor Kulübü’ne telgraf çekerek bizi burada kimsesiz bırakmamalarını, gelip desteklemelerini rica ettim. Onlara “Yarın Türkiye Şampiyonluğu maçına çıkıyoruz. Başımızda bir yönetici Sedat Bayur ve antrenörümüz var. Kimsesiz çocuk yurdunda kalıyor ve kendimizi kimsesiz hissediyoruz. Eğer maçımıza birkaç yönetici gelmeyi lütfederse çok mutlu olup, kendimiz yalnız hissetmeyeceğiz.” cümlelerini yazdığım bir telgraftı.
Kimseye de söylemedim. Söylesem ve kimse de gelmezse herkesin morali bozulacaktı. Son dakikaya kadar yurttan çıkmadık, bir arkası açık araba geldi. Giydik formalarımızı bindik, gidiyoruz. Uzaktan yöneticilerimizi getiren 3 tane Mercedes gördüm, şimdi bile anlatırken heyecanlanıyorum. Seta, formasını çıkardı ve başladı “Ya ya ya şa şa şa! Fenerbahçe çok yaşa” diye… Hepimiz ağlıyorduk. Şu an yine ağlıyorum ve o heyecanı yaşıyorum.
Alaattin Hocam bana “Koş, ısın” diyordu. Ben de “Hocam yorgunum, antrenmansızım. Eğer ısınırsam maçta yorulacağım” diyordum. Kondisyon da yok. Sonra fırtına gibi girdik. Ben yoruldum, ayaklarım titriyor. Ben “Dinleneyim” diyorum. Hoca “Hayır seti verdik” diyor. 2-2 olduk. Ve sonunda biz kazandık.
Bu arada basketbol nasıl gidiyordu? Bir de kürek ve atletizm var…
Basketbol çok iyi gitmedi. 1958’de bir futbol maçına gitmiştik. “Aaa şampiyon kızlar geldi.” diye bizi karşıladılar. Sonra o gün orda düşündük “Yazın boş mu oturacağız? Deniz sporu yapalım” dedik ve İstinye’ye gittik. Küreğe başladık. O yıl “Yılın sporcusu” seçildim. 4 dalda spor yapıyordum. Eylül ayında da atletizm yapmıştım. Hatta Muzaffer Selvi şampiyonluğumu kutlamak için şampanya göndermişti.
Bir de yurt dışı şampiyonluklarınız vardı…
Almanya’da maçımız vardı. Trenle gittik. Orada evlerde misafir kaldık. Üç maçı da kazandık.
Demir perde ülkeleriyle maçlar yaptık, “Pas yoksa gol yok. Pas verin Ayten’e” derlerdi.
Milli takıma çağrıldığım da öğrendim ki; din İslam, milliyet Türk, uyruk İngiliz olunca milli takım yerine İstanbul Karması ve formada ay olmayan Türkiye karmasına çıkılıyormuş. Maçı kazandığımızda da Anıtkabir’e gittik.
Almanya’da kalmam için teklifte bulunmuşlardı. Çeşitli olanaklar sağladılar. Üniversiteyi de orda bitirmemi istediler. Fakat doktorluk için orada biraz daha fazla okumam gerektiğinden zaman kaybı diye düşündüm.
Sonra Tahran’a gittik. Orada da maçları kazandık.
Üç yıl sonra Almanlar, Türkiye’ye geldiler fakat burada da bizi yenemediler.
Son yıl devrettim. Antrenörlük kursuna gittim. Fenerbahçe de İstanbul’da kalıp Zeynep Kamil’de ihtisas yapmamı istedi. Fakat babam Kıbrıs’a dönmemi istiyordu. Döndükten sonra da babamı kaybettim.
Mesleğinize Kıbrıs’ta soğuk savaş döneminde başladınız. Bize biraz o yıllardan söz edebilir misiniz?
1960 yılında Lefkoşe Genel Hastanesi’nde doktorluk görevimi yapıyordum. Daha uzman değildim. 1962’de Limasol’a tayin oldum. 1963 yılı Ocak ayında Lefkoşa’ya geldim. Anestezi asistanıydım. Ve çatışmaların başladığı 21 Aralık’ta Lefkoşa’daki hastanede Türk hemşire hastabakıcı ve hastalarla birlikte esir oldum.
EOKA’cılar hastaneyi ele geçirmişti. Hatta başhekimin damadı Nikos Sampson da hastanedeydi. Başhemşire Türkan Aziz ile birlikte hastaları hastabakıcı ve hemşireleri korumak için büyük uğraş verdik. İnanılmaz günlerdi. Çok çabaladık. Bazılarını kurtardık ama maalesef tümünü kurtarmayı başaramadık.
EOKA’cılar Lefkoşa Güney Hastanesi’nde Veli Hüseyin ile Menteş Zorba’yı da kurşuna dizdiler. Hastanede yatan 82 Türk hastadan onunun cesetleri de daha sonra teslim edildi. 20 kişi de kayıptır. Kanlarını çektiler diye yaygın bir söylem var. Ben gözümle görmediğim için bunu söyleyemem ama emin olduğum bir gerçek var ki oradaki hastalardan ölümcül olan yoktu, örneğin kana ihtiyacı olan bir genç ve yanında refakatçi olan 79 yaşındaki babasının cesetleri verildi. O insanlar ölümcül değildi. İhmalden veya zamanında müdahale edilmemesinden öldüler. Tahminim gence kan vermedikleri için yaşlı adamdan da kan aldıkları için öldü. Çünkü 60 yaş üstü insanlardan kan alınmaz.
Ama Rumlarla iyi anılar da var o günlerden. Şefika hemşireye silah çektiler, elinden tutup ameliyathaneye çektim hemşireyi, EOKA’cılar arkamızdan silahla geldi. Şefika hamileydi, bu arada genç bir Rum doktor girdi içeri elinden tutup “Kal” dedim. Ve o genç Rum doktor benim için “ Doktor hanımı öldürmek için önce beni öldürmeniz gerek” dedi ve kurtulduk.
Lefkoşa’nın ardından bölge bölge çatışmalar başlamıştı. Ve arkadaşlarımızla birlikte gezici hekim olarak görev yaptık. Bu arada Ayvasil Şehitleri ve Erenköy’de şehit düşen pilot Yüzbaşı Cengiz Topel’in otopsilerinde bulunma şansızlığını da yaşadım.
1974 savaşı başladığında başhekim olarak görev başındaydınız, savaşta esir düşen Limasol yanında Larnaka’dan, Baf’a kadar esaret yaşayan Kıbrıs Türkü kahramanı oldunuz. Sadece hekim olarak değil sosyal görevleriniz de vardı…
Kaçamayan erkeklerin hemen hemen tamamı esir kampında tutuluyordu. Onlarla irtibat bölgedeki TC vatandaşlarıyla ilişkiler, Türk bölgesine kaçırılmaları ve güneyde kalan 10 bini aşkın Türk sağlık sorunları, parçalanmış aileler, katliamlar, kaçışları organize etmek gibi bugün film gibi gelen birçok görevimiz vardı.
Bölgedeki diğer hekimler ve hastane personeli milletvekilleriyle birlikte izin alarak düzenli olarak Limasol esir kampına gittik. Yaklaşık 2000 esiri muayene ve tedavi ediyorduk. Yiyecek servisi kuruluyor. Hastane merkez oluyordu, ihtiyaçlılar buraya toplanmaya başlardı. İngiliz üslerine geçen milletvekili ve TMT’de görevli Ziya Rızkı burada Türklerin kaçışını, üstlere sığınan binlerce Türkün yaşamını organize ediyordu.
Kıbrıs’ta bir futbol kulübünün başkanlığını yaptınız, bu dünyada bir ilkti…
Benim kardeşim orda futbol oynuyordu; eniştem de kulüp başkanıydı. Eniştem vefat edince ve kardeşim hastalanınca kulübün başına ben geçtim. Sarı lacivert renkleri seçmiştik.
Fenerbahçe’den forma istemişti eniştemler, ben de kulüp ilk açıldığında bu isteği iletmiştim. Ve Fenerbahçe de vermişti. Fenerbahçe’yi de davet etmişlerdi. 1955 yılında Türkler ve Rumlar aynı lig maçlarında oynuyor, maç yapıyorlardı. Çetinkaya takımı vardı.
Bizim kulüp olan Limasol takımı 2.kümedeydi önce renkleri kırmızı beyazdı. 1955 de EOKA’cılar Rumların Türklerle maç yapmasını yasakladılar. Rum ligi kurdular bizde Türk ligini kurduk, federasyon kuruldu. İste o zaman bana İstanbul’a mektup yazarak forma istediler. 1958’de de Fenerbahçe’yi Kıbrıs’a davet ettik. Takımımızın adı da Doğantürk Birliği oldu. Rum Ligi kapandığından 2. Ligde olan bütün takımlarımız Birinci Lige çıktı. 1970-1971 yılları arasında da ben de başkanlık yaptım. En azından ligden düşmedik idare ettim.
1974 Kıbrıs Çıkarması sonrası neler yaptınız?
Temmuz 1974’ten Ağustos 1975’e kadar bir yıl güneydeki hastanede başhekim olmuştum. Sosyal Hizmetler, Çocuk Esirgeme Kurumu, Kızılay’ı kurduk. Kızılay Çıkarma olduğunda sabah bayram yaptık sonra diğer bölgelere çıkarma yapılmayacağını öğrenince zor günler yaşandı. Bir süre Güney Türkleri temsilciliği yaptım, kuzeye ilaç, yiyecek, para aldım. Silahlı adamlar vardı. 8 gün sonra sancaktarı unvanını aldım. Çok şey yaşadım. Ama konumuz şimdi spor olunca fazla anlatmak istemiyorum…
Fenerbahçe’nin 1959 öncesi şampiyonlukları için “Bunlar sayılamaz” diyenlerin tutunduğu en büyük safsata, “3-4 maç oynayarak şampiyon oldular” cümlesi idi… Huzurlarınızda Fenerbahçe’nin 28 Türkiye şampiyonluğu için oynadığı tam 866 maç ve detayları…
Fenerbahçe için 2022-2023 sezonu; 20 Temmuz 2022 tarihinde Fenerbahçe futbol takımının deplasmanda oynadığı Dinamo Kiev maçıyla başladı ve 11 Haziran 2023 tarihinde yine futbol takımının kazandığı Türkiye Kupası ile son buldu. İşte detaylar…
Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt’un Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladığı malûmunuz… Arşivleri karıştırırken Fenerbahçe’nin efsane sporcularından, dünya iyisi bir insan olan merhum Şükrü Birand’ın röportajına denk gelince, rahmetli Rauf Denktaş’ın röportajında yaptığımız gibi bunu da sitemizde yayınlamak için kendisinin müsaadesini aldık. Huzurlarınızda “Altın Çocuk” Şükrü Birand… Nur içinde yatsın…
Futbol hayatına atıldığı andan itibaren dikkatleri üzerine çekmeyi başarmış, “Altın Çocuk” tu o. Fenerbahçe ve milli takım için bulunmaz bir kaftan. Ona “En az 10 yıl yerinden oynatılmayacak adam” deniyor ve arkasından bir “Oh!” çekiliyor: “Fenerbahçe 10 yıl sağ bek sıkıntısı çekmeyecektir.”
Basri Dirimlili gibi bir futbolcuyu hayatında örnek alan bir futbolcudan nasıl başarısız olmasını bekleyebilirsiniz ki… Şükrü Birand’ın ekolü de Basri Ağabeyi oldu.
Fenerbahçe’de 69 futbolcu 200’ün üstünde maç yaptı. Bu 69 değerli futbolcumuzdan birinci sırayı Sayın Lefter Küçükandonyadis 615 maçla alırken, Şükrü Birand ise 318 maçla 25. sırayı aldı. Hepinize minnettarız.
– “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur” deriz her zaman siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Şükrü Bey?
Doğuştan Fenerbahçeliyim. Benim rengim sarı lacivertti. Çocukken, babamla yaşadığımız elim bir olay vardı. Bir at arabası kazası geçirdim. Babam o kazada beni kurtarmasaydı, bugün iki bacağım olmayacaktı… İşçi bir ailenin çocuğuydum. Babam torna ustasıydı. Ankara’da doğmuşum. İlkokul çağında Adapazarı’na göçmüşüz. İlkokulu Adapazarı’nda okudum. Sona tekrar Ankara’ya döndük. Liseyi Ankara Yıldırım Beyazıt Lisesi’nde okudum. O arada bizim mahallenin çocukları, hep birlikte maçlara gidiyorlar, beni de beraberlerinde götürüyorlardı. Mahalle maçları oynarken beni ilgi ile izleyen milli takım hocaları vardı. Ve ben daha hiçbir takımda oynamadan genç milli takımına çağrıldım. O zamanlar Basri Dirimlili hayranıydım. Fenerbahçe’de “Mehmetçik” lakaplı olan sonradan beraber olduğumuz ağabey kardeş antrenör Basri Ağabey’i çok seviyorduk.
– Spor hayatınız profesyonel olarak nasıl başladı, Fenerbahçe Spor Kulübü’ne girişiniz nasıl oldu?
Eskiden her takımın 11’ini rahatça sayardınız. O yıllarda bir takıma gidip oynadığınız zaman “Bir sporcu en az bir 10 yıl oynar” düşüncesi vardı. Ankara Aydınlıkevler’de mahalle arkadaşlarımla futbol oynarken, Gençlerbirliği’nden Rauf Başer diye bir antrenör vardı. Beni Gençlerbirliği’nde oynatmak istedi. Ama kısmet Toprakspor’muş. Toprakspor’a seçildiğim yıl öncesinde, genç milli takımına da seçilmiştim.
Hem kuvvetli bir takıma girmiştim, hem de milli takıma seçilmiştim. İkinci kulübüm PTT oldu. Sonra Fenerbahçe beni istedi. Hayallerim gerçekleşiyordu. Sevdiğim kulüpte top oynayacaktım. Yaş 18-19. O zamanlar Galatasaray, Beşiktaş kulüpleri de beni almak istiyordu. Hatta Türkan Şoray’ın eski hayat arkadaşı Rüçhan Adlı, Galatasaray yönetimindeydi. Beni almak üzere uçakla özel olarak gelmek istiyordu. Beşiktaşlı Ali Tozkonmaz da bir taraftan. Ama benim gönlüm Fenerbahçe’deydi. Fenerbahçe Asbaşkanı Müslüm Bağcılar idi. Ankara’da benimle temasa geçen Müslüm Bağcılar, Ahmet Erol ve Erdal Kocaçimen beni Fenerbahçe’ye istiyorlardı. Bu benim için inanılmaz bir olaydı. Fakat babam transferim için bir şart koymuştu: “Üniversiteyi İstanbul’da okuyacaksın” diye. Oyunculuğum sürecinde İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi’nde okudum ve mezun oldum. Netice itibariyle; mukavele için beni ve Ziya Şengül’ü apar topar kaçırıp İstanbul’a getirdiler.
O sıralarda bir de İstanbul’da ümit milli takımının maçı vardı. Ben ümit milli takımında kadroda değildim. Fenerbahçe-PTT ile maç oynamaya gelmiştik. Beni hemen milli takıma çağırdılar. Fenerbahçe’de bek Özcan (Köksoy) vardı. Onun kadrodan çıkmasıyla ben Çarşamba günü Türkiye – İngiltere maçına çağrıldım. İyi performans gösterdiğimden beni istiyorlardı. Türkiye Fas, Cezayir, Tunus’a maçına da gittim. Bu arada halen PTT’deydim. Fenerbahçeli futbolcular hepsi benimle ayrı ayrı ilgileniyorlar, nasıl Fenerbahçeli yaparız diye uğraşıyorlardı. Tabii ben dünden razıydım. O zamanki transferlerde bir takımın kadrosuna 2-3 kişi alınırdı. Fenerbahçe ile mukavele imzaladım. 1964’de Fenerbahçe Spor Kulübü’ne girişim oldu. “10 yıl oynarım” dedim. 318 defa oynadım.
– Milli takımda oynadınız…
32 defa milli takımda oynadım.
– Takımın hızlanmasında büyük rolünüz vardı. Ve Avrupa maçlarında, milli takım maçlarında dikkatleri üzerinizde topluyordunuz. Transfer teklifleri aldınız mı?
Çeşitli kulüplerden teklif almıştım. Bir keresinde İrlanda’dan Mr. Toomey bana bir aracı vasıtasıyla “Bugün İrlanda’da böyle bir bek yok. Gelsin onu başkanı bulunduğum Limmerick takımına alayım” diye haber göndermişti ama ben kendisine teşekkür edip, takımımdan ayrılmayacağımı söylemiştim. Zaten o zamanki başkanımız Sayın Faruk Ilgaz çok sinirlenip “İzmir, Ankara derken bir de İrlanda ile mi uğraşacağız?” demişti.
– 1964-1974 yılları arasında Fenerbahçe’deydiniz ve bir çok şampiyonluklarda sizin de emeğiniz var. Fenerbahçe tarihinde “Altın sezon” dediğimiz beş kupa aldığımız kadroda da siz vardınız…1967-68 senesinde Türkiye Kupası, Başbakanlık Kupası, TSYD, Lig Şampiyonluğu, Cumhurbaşkanlığı ve Balkan Kupası maçlarını kazanarak beş kupayı aldığımız bir dönemdi. Balkan kupası bir Türk kulübünün kazandığı ilk uluslararası kupa olma özelliğini taşıyordu.
Oscar Hold, Ionescu, Molnar ve Didi ile şampiyonluklar yaşadık. Hento, Pele, Cruyf ve George Best gibi futbolcularla oynama şansı yakaladım. 5 dönem şampiyonluklar yaşadım. Biz o zamanlar çok para kazanmadık ama hayatımızda para ile satın alamayacağımız bir itibarımız oldu.
– Fenerbahçe’nin bir de bekarlar kampı vardı…
Evet… Görev bölümüne göre A. İhsan; idare müdürü, Yaşar; bulaşıkçı ve ütücü, Ziya; gıda uzmanı, Bülent; çamaşırcı, ben de teşrifatçıydım. O günleri hatırlamak ve onların bizde güzel bir anı olarak kalması müthiş bir duygu. Bu arada Ziya, A.İhsan ve bana “3 ahbap çavuşlar” deniyordu. Sonradan aynı eve Yaşar Mumcu, Ercan Aktuna ile katıldı. Bu evi bize Müslüm Bağcılar tutmuştu.
– En çok etkilendiğiniz bir anınızı paylaşır mısınız lütfen…
Bir Fenerbahçe – Galatasaray maçıydı. Ayağım yere vurduğu için topu iyice uzaklaştıramamıştım. Top Galatasaraylı futbolcunun ayağına gelmiş ve gol olmuştu. O maç 1-1 sona erdi. Benim üstüme kalmıştı. Korkunç derecede üzülmüştüm. Fakat maç bittiğinde bir anda Fenerbahçeli seyircilerin hep bir ağızdan “Ya ya ya! Şa şa şa! Şükrü Şükrü çok yaşa!” bağırışları karşısında gözyaşlarımı tutamamıştım. Ve o an anladım ki; Fenerbahçe taraftarı hem futboldan çok çok iyi anlayan hem de futbolcusunun motive etmeyi çok iyi bilen şahane bir topluluk.
– Bir de kendi kalenize golünüz var?
Çok üzüldüğüm ve yıkıldığım bir andı. O gün ona “Pembe hata” demişlerdi. Altınordu takımına 1967 yılında İzmir’de 1-0 mağlup olmuştuk. O ana kadar kalemizi korumak için çırpınan ben, bir tehlikeyi kaleden uzaklaştırayım derken ters bir hareketle kendi kalemize golü göndermiştim. O an benim ne hale geldiğimi ve ne üzüntüler yaşadığımı bilemezsiniz. Tek rahat olduğum taraf yöneticilerim tarafından o hatanın iyi niyetten kaynaklandığının bilinmesidir.
– Fenerbahçe’de forvetlik de yaptınız…
Oscar Hold bana forvet imkanı da vermişti. Hatta bir İzmirspor maçında iki gol atmıştım.
Hatırlayabildiklerimden PTT’ye de gollü bir maçım vardı. Bir de Türkiye kupası maçlarından Feriköy’e golüm vardı. Ama asıl yerim her zaman sağ bek oldu.
– Sportmenlik ve centilmenliğin doruğuna çıkan futbolculardan biri olarak 10. yılın sonunda jübile gününüz geldi çattı. Nasıl bir gündü?
Jübilemi Datcu ile beraber yaptık. Datcu’nun jübile hakkı yoktu. Bir kulüpte 10 seneyi doldurmayanlar, orada jübile yapamazlar. O da benim jübile hakkımdan istifade etti. Ne kadar üzülsem de tatlı bir veda oldu. Fenerbahçe formamızı son bir kez giyerek el ele sahaya çıktık. İnönü Stadı’nda 10.000 kişi vardı. Şöhretler karmasıyla maç yaptık.
Maç 0-0 bitmişti. Maç sonrasında Kız takımları “Dişi Kramponlar”ın mücadelesi vardı. Gecenin 3. gösterisi ise emekliler takımının maçıydı.
– Sesiniz çok güzeldi ve 10 yıllık Fenerbahçe spor yaşamından sonra sahne hayatına atıldınız.
Futbol oynarken hem üniversitede okuyor, hem de müzik dersleri alıyordum. Sesimin güzelliğinden kamplarda hep şarkı söylerdim. Hatta Münir Nurettin Selçuk’la bile şarkı söyledim. O da Fenerbahçe’de top oynamıştı zamanında. Şarkı sahnem başladı. Nesrin Sipahi benim dostumdur. Nesrin Sipahi’nin okuduğu “Mazinde Bir Tarih Yatar” ile başlayan Fenerbahçe marşımızın vokalisti bendim. Nesrin Hanım’la beraber okuduk. Diğer futbolcu arkadaşlarım kendi okuduklarını zannetmişlerdi. Enteresan günlerim geçti. Gönül Yazar Fenerbahçeliydi. Sesim güzel diye sahneye davet etmişti. Bir süre sonra teklifler gelince Türk Sanat Müziği solisti olarak bir süre sahneye çıktım, Maksim gazinolarında şarkı söyledim. Çok renkli günlerdi.
– Daha sonra…
7-8 sene boyunca TV 8’de spor programı yaptım. Şu an Radyospor’da program yapıyorum.
– Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oyunculuk dışında hangi görevlerde bulundunuz?
Futbol Vakfı’nda genel sekreterlik yaptım. Şu an 2000 Derneği üyesiyim. Fenerbahçe’den kopmanız mümkün değil.
– O yıllardaki Anderlecht – Fenerbahçe maçına giderken yanınızda götürdüğünüz bir şey vardı. Anımsayabiliyor musunuz?
(Gülüyor) Evet koltuğumun altında kitaplarım vardı. O sıralar üniversiteye devam ediyordum. Belçika’ya giderken ders kitaplarımı da yanıma almıştım. Çünkü bu okulu bitirmem için babama sözüm vardı.
– Maça çıkarken uğurlarınız var mıydı?
Bizler maça giderken birkaç uğurumuz vardı: Ben çoraplarımı hiç yıkamadan maça giderdim. Maça çıkarken hep aynı şampiyonluk çoraplarımı giymeye gayret ederdim. Onun için bana “Pasaklı” derlerdi. Vapurla keyifle giderdik maçlara…
– Ve yıl 2007… Fenerbahçe Spor Kulübümüz hakkındaki düşünceleriniz…
Fenerbahçe Spor kulübü tüm branşlarında başarıyı yakalamış, büyük ilerlemeler kaydetmiştir.
1968’de Faruk Ilgaz zamanında başlayan tesisleşmeler, başkanımız sayın Aziz Yıldırım ile olağanüstü bir yol kat etmiştir. Sayın Aziz Yıldırım’ın bu tesisleşme konusundaki yatırımları da halen devam etmektedir. 2009 UEFA finallerinin de stadımızda gerçekleşecek olması bunun göstergesidir. Futbol Vakfı’nda olduğum zamanlarda Beden Terbiyesi’ne müracaat edip binlerce dönüm araziyi resmi olarak tahsis ettirdim. Arkadaşlarımız o zamanlar Gebze
-İzmit yolu üzerindeki bu arazileri uzak diye kabul etmediler. Geçenlerde başkanımız sayın Aziz Yıldırım’a da bahsettim. “Bunu araştıralım” dedi. O zamanki resmi olarak tahsis ettiğim araziyi belki şimdi alacaklar. Ve bu arazi devlet tarafından bedelsiz verilmiştir.
100’lerce dönüm arazi Şile’ye kadar gider. İnşallah Fenerbahçe Kulübü’ne nasip olur.
Fenerbahçe şu an Türkiye’nin en kurumsal kulübü olmuştur.
– Eşinizle 1968 yıllarında tanışıp, evlendiniz.
Evlenmemiz o kadar kolay olmamıştı. Bir pastanede karşılaşmıştık. Sonrasında kayınpederim “Futbolcuya kız vermem” demişti… Sonunda zor razı etmiştik. O yıl, Manchester City’i yenmişiz. Bir hafta sonra 27 Kasım’da da Ajax ile maçımız var… Benim de 29 Kasım’da nikahım vardı. Yağmurlardan dolayı Dolmabahçe maç oynanmayacak durumda olunca maçı iptal edip 28 Kasım tarihine aldılar. Epey bir heyecan yapmıştım maç tarihi ile ilgili. Fakat sonra 29 Kasım’da evlendim. Sevginin ördüğü duvarları hayatta hiçbir şey yıkamaz. O zamanlardan şimdiye Rengül’le evliliğimiz 40 seneyi buldu. Birkan ve Burçak adında iki tane yetişkin oğlumuz, bir tane de torunumuz oldu.
– Maçları takip edebiliyor musunuz?
Maçları seyretmeye nadiren gidebiliyorum ama mutlaka oğlum Mirkan’la izliyorum. Bizim ömür boyu tüm statlarda şeref tribününde izlememiz için yerimiz ayrılmış, kartımız da vardır.
Fakat diğer statlarda bu hakkımızı kullanamıyoruz. Sadece kendi stadımızda özel tribünümüz var.
– Fenerbahçe Dergimiz için düşünceleriniz?
Dergimize söyleyecek hiç söz yok. Her ay büyük bir titizlikle takip ediyorum. İleriki yıllarda büyük bir arşiv olacak. Evimize iki dergi giriyor. Birini okuyoruz diğerini hiç bozmadan torunuma saklıyorum.
– Rengül Hanım’a 40 yıllık evliliğin başarı anahtarını soruyoruz…
Eşinizin zevklerini paylaşın… Eğer eşiniz futbolu seviyorsa siz de sevin. Futbol kurallarını biraz öğrenip, maçları takip edecek bilgiye sahip olursanız bundan zaman içinde siz de büyük zevk alacaksınız. Ve paylaştığınız daha fazla şey olacak. Ben Şükrü ile ilk tanıştığımda futbol bilgim çok azdı. Fakat zamanla bu bilgim ve paylaşımım çok ilerledi. Artık kendim için bir futbol hastası diyebilirim. Hala tüm maçları ailece birlikte izliyor. Aynı heyecanı yaşıyoruz.
– Sayın Şükrü Birand son olarak taraftarlara mesajınız var mı?
Öncelikle şunu belirtmeliyim: En gururlandığım an 100. yılda 100. yıl takımında forma giyip oynayabildim. 100. yılda da yer almak müthiş bir duygu.
Saha içinde 11 Fenerbahçeli oyuncu var. Fenerbahçe’deki 12 numaralı forma taraftarındır. Ve Fenerbahçe’de 12 numaralı oyuncu forması yoktur. Taraftarın 12 numara olması gerektiğini ve formalarının yapılıp satılmasını kulübüme ben önermişimdir. Başka hiçbir kulüpte de bu yoktur. Fenerbahçe büyük bir takım olduğunu tarih boyunca ispatlamıştır. Bundan sonra da taraftarımızın büyük desteğiyle daha iyi günleri olacaktır. Evvelden 12 numarayı yedekler giyerdi fakat ben Yüksek Divan Kurulu’nda 12 numaranın taraftara verilmesini önerdim. İmza topladım. Ne mutlu ki kabul edildi. O gün bugündür 12 numara muhteşem taraftara aittir.
Röportaj: Sibel Kurt | Fenerbahçe Aylık Resmi Dergisi/Aralık 2007
Bir Çocuk Vardı
Bir çocuk vardı…
Saçının dikliği, vücudunun sırımlığı, tehlikelere basmaktaki inat ve çabukluğu ile, ölümsüz Basri’ye tekrar can verdi.
Bir çocuk vardı…
Dünkü sinir ve asap maçını, ekmek peynir yer gibi rahat bitirdi. Ne klasını, ne fiziğini ne aklını ne de ayaklarını dövdürdü.
Bir çocuk vardı…
Defans savunmasını bir “Minare gayreti”nden kurtarmış, müdafaa adamlığındaki o “dan-dun” denen 60 yıllık kiri yıkayıp atmıştı.
Bir çocuk vardı…
Bekliğin o pek övündüğümüz betonlarını çatır çutur kırmış, marul içinde bile kabiliyeti olmayan topraklarda, batıya çok aydınlık bir pencere açmıştı.