Etiket: Refik Halit Karay

  • İstanbul’un Çayırları

    İstanbul’un Çayırları

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nün 5-6 Haziran 1932 gecesi yangın felaketine kurban giden meşhur ve muhteşem lokali Kuşdili’ndeydi. Fenerbahçe, Haydarpaşa, Kalamış, Kördere, Kuşdili, Moda ve Yoğurtçu çayırlarında ise Türk futbolunun ilk zamanlarında sayısız maç oynandı. “İstanbul’un çayırları, Türk sporunun ilk ev sahipleridir” dersek, yanlış bir şey söylemiş olmayız.

    Refik Halit Karay, bu yazısında o muhteşem yerleri anlatmış. Bu vesileyle, Kadıköy Belediyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne de çağrımızı yenileyelim. Lütfen Kadıköy’ü bir “Açık Hava Spor Müzesi” haline getirin. Bu ilçenin mazisinde bir tarih yatıyor…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İstanbul’un Çayırları

    Her yaşta gördüğüm bütün baharlar gözümün önünden geçiyor : İstanbul baharları, Anadolu baharları, çöl baharları…

    Fakat çocukluğumun baharlarındaki renk ve rayiha hâtırası, üstünden hemen hemen yarım asır geçtiği halde bana hepsinden daha canlı ve dünkülerden daha yakın geliyor. Sonradan öyle baharlar görmediğimi sanıyorum, sebebini düşünüyorum ve bu sebebi buluyorum: Çayır eksikliği…

    İstanbul’un baharı çayırlarında idi.

    Çayırların çoğunu eşip deşerek, üstüne evler kurup bağa, bostana çevirerek yokettik. Bir kısmına da içkili kahve, cazlı gazino ve kumarlı kulüp bulamadığımız için uğramaz, ayak basmaz olduk.

    Zaten çayır, bugünkü genç nesil için ancak ot biten boş bir tarladan başka birşey değildir. Eğer biraz geniş ise akla ilk gelen güzel fikir, bir silindir çekerek düzlüğünde futbol oynamaktan ibarettir. Orta yaşlı zengin ise şunu düşünür: Şehir plânında yeşil saha diye ayrılmamışsa satın alıvereyim de üstüne, bir sıra, yedişer katlı apartman kurayım. Hele yanından, yakınından bir asfalt yol geçiyorsa veya geçirtmek imkânı varsa fırsatı kaçırmamalıdır!

    Eskiler çayıra saygı gösterirlerdi, ilişmezlerdi. İki sebeple: At beslediklerinden ötürü çayır lüzumlu idi ve baharın feyzini atlar bağlanmış gür otlu bir çayırda seyirden hoşlandıkları için çayırlan korurlardı.

    Çayır neydi? Nedir? Her ot biten bomboş toprak parçasına baharda yeşeriyor diye çayır adını vermek yanlış olur. İstanbul’un dört bir yanı, meselâ Şişli’den ayrılınca raslayacağınız genişlikler veya Topkapı’dan çıkınca içine dalacağınız düzlükler de bahar olunca yemyeşil kesilir. Kuzuların oynaştığını, atların dolaştığını, ineklerin ufuklara dalıp düşündüğünü, eşeklerin sırtüstü yatıp yuvarlandığını, yani hayvan otlatıldığını da görürsünüz.

    Ama bunlar dedelerimizin çayır adını verdikleri yerler değildir.

    Çayır bambaşka birşeydir ve İstanbul’da en güzeli, en adlı sanlısı (Uzunçayır)dır.

    Çocukluğumda (Kuşdili) de o mânada ve o gürbüzlükte bir çayırdı. Şimdi beton kanalizasyon tesisatile berbat edilmiş çirkin, kupkuru, baharda bile yeşeremez bir toprak parçasıdır. Sağda Kurbağalıdere köprüsüyle Gazhane arasında da seyrine doyum olmaz bir çayır vardı. Bugün yan tarafı çamura gömülü sıra sıra sünepe evlerle çevrilmiş verimsiz bir bostandır.

    Ya Haydarpaşa çayırı?

    Nisan ve Mayıs aylarında banliyö katarları gelip geçerken yolcular birbirinin omuzuna basarak pencerelere üşüşür, seyrine can atar, trenin yavaşlamadığına, hattâ oracıkta insafa gelip mola vermediğine üzülürdü… Çayır o derece coşkun bir bahar içinde denizler gibi dalgalanır, adam boyu otlar her rüzgâr esintisinde koyulu açıklı renklerle bir sönüp bir parlayarak gezi kumaşlara mahsus akıp kayan, toplanıp genişleyen, tırtıllanıp düzleşen desenlerle durmaz, değişir, menevişelenirdi. Yemyeşil taze yonca, kıpkırmızı körpe gelincik, sapsarı yabani hardal kokusu iç açar, kuvvet verir, iştah kamçılardı. Malihülyalılar bile iyimserlik, hayat zevki, dünyaya alâka duyarlardı.

    O çayırdan bir değirmi iz kalmamıştır. Deline deşine, çukurlar ve hendekler açıla kapana, toprak altüst edile edile burasını en çetin dövüşmelere sahne olmuş bir savaş yerinden farketmek imkânı bırakılmış mıdır?

    Benim gibi ellisini aşmış kaç İstanbullu var ki eğer şu satırlara gözü ilişirse eminim, yarım asırlık bir ömrün ardından Haydarpaşa çayırını — anlatamadığıma şüphe etmediğim ve anlatmağa da kalkışmadığını manzarası ve rayihasile — gözünün önüne getirecek ve o baharla birlikte körpe çağını, kendi baharını düşünerek çok renkli, çok tatlı, âdeta şuruplu bir hâtıralar âleminde gezinecektir.

    Bizler çocukken başka bir dünyada yaşamıştık; gençliğimizde hayatımız büyük bir değişikliğe uğradı; olgunlaşmamız ve yaşımızı almamız sırasında ise kendimizi ötekilere büsbütün benzemez bir muhit içinde bulduk.

    Bir yere gitmeden bir çok yabancı yerler gezen ve her gezdiği yerde yerli kıyafetine girip yerli âdetine uyan acayip seyyahlar biziz, bize derler. Şimdiki taze nesil ise gözünü açtığı zamandan bu güne kadar hep gördüğünün, bildiğinin, öğretilenin devamı için de ömür sürüyor.

    Onlar bir tek rejimin, bir tarz cemiyet hayatının ve bir biçim inkılâbın bir türlü terbiye gören yetiştirmeleridir. Biz, sürü sürü politik ve sosyal inkılâplardan güç belâ arta kalabilmiş, her inkılâbın yepyeni icaplarına uymağa çalışmış ve gömlek gibi devir değiştirmiş üç asırlık adamlarız. İstibdat terbiyesi gördük; bunu bıraktık, Meşrutiyet usullerini benimsemeğe koyulduk; tam alışırken Cumhuriyet doğdu; berikileri attık, ona sarıldık. Her birine uymakta az çok kusurumuz olduysa suçlu sayılmamalıyız ve büsbütün sersemleşmeden benliğimizi koruyabilmemize şükretmeliyiz.

    Evet, biz ömrümüzün ilk bölümünde, tabiatin İstanbul’a gerçekten bir ihsanı, ziyafeti olan çayırlarını severdik. Gelenekler böyle emrederdi. Zira o zamanın bir bahar geleneği, bahara mahsus değişmez âdetleri vardı. Meselâ baharda atlar çayıra çıkarılırdı. Kaç gün için? Doğrusunu hatırlayamıyorum fakat yirmi günden aşağı değildi. Önceden gidilir, — bizim eski semtten bahsediyorum — Uzunçayır’da, hayvanların sayısına göre yer kiralanırdı. Yerin yonca gibi yağlı, besleyici, gevrek otlan çok bir seçme parça olmasına dikkat edilirdi.

    Nihayet günü gelirdi, bir sabah, daha güneş Kayışdağı’nın yosun rengindeki tepesine donuk ışığıyla krome bir çerçeve geçirirken ahırın kapısı açılır, koşumsuz olduklar için bize yabancılaşmış görünen atlar, kıç atıp yele sarsarak, kuyruk sallayıp sipersiz gözlerinin akını sağa sola rahatça devire çevire bakarak nal takırtıları içinde yolu tutarlardı.

    Atlar, o büyük, uzun; keyifli bahar ziyafetine kadınlar gibi yarı çıplak, dekolte giderlerdi. Çayıra çıkan hayvan ne arabaya koşulurdu, ne insan taşırdı. Yeşillikleri hem doya doya yer, hem doya doya seyrederdi; Bey atı olmanın talihini sürer, keyfini çatardı.

    Gene bir bahar âdeti olan hacamata, yani kan aldırma devrine ben pek yetişmedim.

    Süt ve kuzu rejimini bilirim. (Siyasî mânadaki rejim değil… Gıda rejimi!)

    Koyunlar doğurup da süt bollaştı mı bir ay kadar, her gün İçerenköylü Deli Mıstık beygirinin sırtına biner, iki yanında iki koca bakır güğüm, köşke süt getirirdi. Bu güğümlerin ağzı yumuşamış bir siyah deri ile örtülü ve kenarları sahibinin eski mintanlarından koparılmış olduğuna hükmettiğim yan paçavramsı soluk, çürük bezlerle bağlıydı. Bütün ev halkı, uşağı hizmetçisi ayırdedilmeden, sabah kahvaltısında süt içerdi; herkese süt içirmek efendilik iktizasındandı.

    Yemeklerde de, yalnız harem ve selâmlık sofralanndakilere küçük küçük toprak kaplar, güveçcikler içinde, üstleri, fırında kızarmış, ötesi berisi kızarmaktan yanmış kaim kaymaklı, rengi koyu sarı süt ikramı şarttı.

    Kuzuyu Hıdırellezden önce eve sokmazlar, hele tavşan büyüklüğünde ve tavşan eti kızarıklığında, çirkin manzaralı kuzulara el uzatmazlardı. Babam «Çingene bayramıdır» diye, Hıdırellezde kır gezintisine çıkılmasına izin vermezdi. Ama Bayramın bahçemizde kutlanmasına, kuzu çevrilip içli pilâv, taze kestane ve fındık yaprağına sarılmış dolma ile irmik helvasından ibaret bir aile arası ziyafeti çekilmesine göz yumardı.

    Pek iyi hatırladıklarıma göre o gün veya öyle günlerde benim ya dişim ağırırdı; ya attan tekme yemiş olduğum için sızılar içinde bir kenarda somurtmuş otururdum, yahut kızamıktan içeride yorgan döşek yatardım. Başkalarını bilmem ama, anamın anasından emdiği sütü burnundan getirirdim.

    Yetişkinlik çağımdaki ve sonraki Hıdırellezlerde burnum bile kanamamıştı… Lâkin neyleyim ki artık baba fırını has ekmek çıkarmıyordu; ne bolluk, ne çayıra çıkan atlar, ne İstanbul çayırları kalmıştı. Ben de kalmamıştım… İstanbul’da yalnız gönlüm kalmıştı.

    Ah o çayırlar… Hele bir sağanaktan sonra, yere düşüp gökteki çizgi çizgi renkleri birbirine kanşmış bir eleğimsağmaya benzeyen çayırlarımız!

    Refik Halid Karay

  • Caddebostanı

    Caddebostanı

    1941 yılında Tan gazetesinde “Üç Nesil – Üç Hayat” başlıklı bir seride “Yarım asırlık içtimai değişiklikleri üçer sahnede yan yana gösteren ufak tablolar serisi” yazan Refik Halit Karay, bir bölümde Caddebostanı konu etmiş. Vaktin birinde Cadıbostanı olarak anılan ve Fenerbahçe taraftarının tezahüratlarında “Fener’in kalesi, Bağdat Caddesi” şeklinde yerini alan bu güzel semtin leziz bir tarihçesi… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Aziz Devrinde

    Cadıbostanı, yani şimdiki Caddebostanı… O tarihte, haftada bir kere İstanbul’dan kalkan, yandan çarklı, ayrıca, dümenin daha kolay manevra yapabilmesi için fok direğinde yelken, bir ufacık vapur, Anadolu kıyısı, muayyen yerlere uğraya uğraya İzmit’e kadar gider. Fakat uğradığı yerlerde iskele, rıhtım yoktur; açıkta durur, vapura kayıklar yanaşır ve müşterilerle eşya uzak bir yolculukta olduğu gibi zorlukla, bağırışa haykırışa çıkarılır. Cadıbostanı bu duraklardan biridir ve hakikaten bir bostandan başka bir yer değildir.

    Su dolabını gözleri bağlı bir at çeviren koskoca, yemyeşil, sırsıklam bir bostan… Etraf göz alabildiğine yalnız bağ ve bağlar ortasında tek tük köşkler. Köşkler ya aşı boyalı, yahut kaplamaları siyahlaşmış, boyasızdır. Biricik yol, yine Bağdat Caddesi’dir; amma, eski usul, iri iri kaldırım taşlarıyla döşenmiş. Bugünkü çeşmeler yine yerli yerinde : Ayrılık, Selami, Çatal ve Bostancı çeşmeleri… Her çeşme yanında set üstü, çayır çimenlik bir namazgâh… [Selami çeşmesininki hala yerindedir, fakat pek bakımsız; kaybolmak üzere]


    Yukarıda bahsettiğimiz vapurdan -Nisan ayındayız- bir aile çıkıyor; eski vezirzadelerden birinin kalabalık ailesi. Bu paşa, bostan içinde, dededen kalma köşkte, Boğaziçi mevsimi başlamadan, bir müddet bahar keyfi sürer; koyun sütü içerek, marul kürü yaparak ve civar çayırlara atlarını salarak… Bahara, o devirde büyük bir ehemmiyet verilir : Kanı temizlemek, lazımdır; hacamat yaptırmalı, bol süt içmeli, yoğurt ve yeşillik yemeli, vücut dahilen temizlenmelidir; atlar da muhakkak çayıra çıkartılmalıdır. Kışın yoğurt, mideyi üşütür diye, rağbet görmezdi.

    Paşa, maiyetinde aşçılar, uşaklar, seyisler, korucular, ayvazlar, beyaz ve zenci halayıklar, harem ağaları, dadılar, bacılar, dalkavuklar, sazendeler ve hanendeler, hatta bir imam ve bir müezzin olduğu halde göç etmiştir ve köşk, bütün bu halkı barındıramayacağı cihetle bahçeye büyüklü küçüklü çadırlar kurulmuştur. Beş vakit, azîm cemaatle namaz kılınmaktadır.

    Yiyecek, içecek bolluğu ve boğaz düşkünlüğü akla durgunluk verecek derecede… Kır havası iştah açacağı kanaatiyle başlıca himmet sofraya sarf edilir. Günde kaç kuzu kesilir, kaç batman süt pişirilir, kaç yüz marul yenilir? Haddi, hesabı malûm değildir. Çeneler ancak uykuda dinlenebilir; uyku haricinde herkesin ağzı mütemadiyen -çayırdaki atlarınki gibi- işlemektedir. Bostanın çağla bademleri, çakal erikleri de cabası… Vitamin nazariyesi malûm olmamakla beraber çiy ve yeşile rağbet fazladır. Bilhassa taze soğan ve sarımsak sarfiyatı mühim bir yekûn tutar.


    Sultan Aziz dahi o mevsimde Alemdağı’ndaki sarayına birkaç sefer yaptığından “Aklına eser, belki atını bu taraflara sürer, farzı muhal olarak uğrayıverir” düşüncesiyle köşkün ambar ve kilerlerinde, padişahı maiyetiyle beraber mükemmelen ağırlayacak nadide her şey mevcuttur. Zaten on beş, yirmi misafirin birdenbire gelivermesi hiçbir zaman sofrada hissedilir bir eksiliği mucip olmaz ki… Bugün en büyük otellere kulüpleri şaşırtan ve omlete başvurduran bu fazlalık, yalnız bir ay bahar mevsimi geçirilmek maksadıyla gelinmiş olan kır köşkü için, ruhun duymayacağı adi ve daimi hayat tarzı icaplarındandır. Aşçıbaşı, nihayet, o gün bostan köpeklerini, önlerine attığı artıklarla umdukları kadar doyuramaz.

    Gece her taraf ıssızdır; bilhassa büyük hanımefendi pek korktuğu için silahlı korucular nöbetleşe köşkü beklerler. Bu korkusunun sebebi, Sultan Mahmut zamanında, merhum kocası Tuna boyunda mütesellim iken bir Ulah çetesinin hücumuna uğramalarından ve tâbesabah, karşılıklı kurşun atmalarından, öyle bir vakadan ileri gelmektedir. Diğer taraftan semti adı da cidden ürkütücü… Yalnız koca kuyusuyla ve izbandut bahçıvanlarıyla “Bostan” bile her insana hoş gelmezken başına bir de “Cadı” kelimesi koymak? Cadıya inanılan bir asırda bundan büyük münasebetsizlik olamaz. Cadıbostanı, Eflak ve Buğdan değildir amma Alem dağında Rum köyleri vardır, küçük ve büyük Bakkalköyü… İçlerinden eşkıya yetişir; korkulu rüya görmektense uyanık yatmak hayırlıdır. Hem, karşıki adalardan kayıklarla bir baskın yapılması, Paşazadenin dağa kaldırılıp fidye-i necat istenmesi de akla gelir a! Adalar, o sıralarda gavur ve papas yatağı, hemen hemen yarı müstakil, sonraki Sisam Beyliği gibi bir bölge… Zaten paşanın çoluk çocuğuyla bu izbe yere gelip oturmasını dostlarından çoğu ihtiyatsız bir hareket, aklının dikliğine gitmek telakki etmektedirler. Aralarında “Delinin biridir diyorlar, babası da öyle idi. Ne olacak, sekbanbaşılıktan yetişmiş!”


    Bostan ta denize kadar, iğde, hünnap, incir ağaçlarıyla uzanmaktadır; yani bugünkü plajın ve Ragıp Paşa köşkünün olduğu yere kadar… Lakin, mevsim yaza da rastlasa denize girmek kimsenin aklına gelmez. Deniz, ancak balıkçı, kayıkçı, tulumbacı makulesiyle bir de gemi tayfaları ve bahriyelilerin girdikleri yerdir. Nasıl da hastalanmazlar? Şaşılacak şey!

    Deniz zevki kayıkta ve balık avında çıkar; bir de çocuklar, dadılar, bacılar, lalalar refakatinde ara sıra, ayaklarını ıslatmadan, kıyı boyu, kumlar, kayalar arasından şeytan minaresi, renkli taş topladıkları vakit!

    Dediğimiz devirde, kayıptan haberler veren biri zuhur edip de paşaya : “Şimdi bu dümdüz, bomboş, ıssız, izsiz gördüğün yerler yok mu? Hani elli altın versen gözünün vardığı kadar arazi satın alabilirsin; bir gün gelecek köşklerle, bahçelerle, camilerle insan kalabalığıyla dolacak ve dönümü bin kese akçeye elde edilemeyecek!” deseydi, şüphe yok, eski sekbanbaşı zadenin tepesi atar:

    “- Bre yatırın şu herzegüyü atına kıçına yüz sopa!” avazıyla, gözü önünde meydan dayağına yatırır; sonra manzaradan iştahı açıldığı cihetle kuzu çevirmesinin başına geçer, yarısını yok ederdi!


    Hamit Devrinde

    Yine Cadıbostanında, bildiğimiz Sekbanbaşı köşkündeyiz… Fakat o zat, güç bela, borç harç, debdebesini bir müddet daha devam ettirdikten sonra, suihazım ile müteradif bir öfke buhranı arasında öbür dünyayı boylamış, bu köşk ve bostan da kassam marifetiyle satılmıştı. Şimdiki sahibi perde çavuşluğundan yetişmiş, paşalığa kadar erişmiş, yarı ümmi bir zamane adamı, bir padişah bendesidir.

    Eski köşkü yıktırıyor ve içi dışı yağlı boyalı, balkonlu, kuleli, cicili bicili, “Arnuvo” bir bina yaptırıyor. Bahçedeki köhne havuzu büyültüyor, ortasına köprülerle geçilen özenti bir ada ve adaya da bir kameriye kurduruyor; su “Kaskat”lardan akmaktadır ve aslan ağızlarından fışkırıp yalaklardan döküle döküle bostana varmaktadır.

    Bağdat caddesi, artık kaldırım taşıyla döşeli değildir; yokuşlu inişli, ilk yapıldığı günden beri tamir yüzü görmemiş bir şösedir. Civarda, her sene, seyrek seyrek, geniş arsalar ortasında köşkler peyda oluyor. Eski bağları floksera hastalığı tamamen bitirdiği cihetle yeni köşk sahipleri Amerikan asması yetiştirmektedirler. Bu havali gittikçe rağbet buluyor: “Boğaziçi rutubetli, diyorlar, kuru hava sıhhate daha nafidir.”


    Fakat asıl rağbet, daha ziyade denizden uzakça mahallere, tren hattının öbür tarafına… Bütün sahilde, Fenerbahçe’den Bostancı’ya kadar, bu devir başlangıcında yalnız Cadıbostanı’nda Horoz Ali Paşa Köşkü ile o bostan var. Sonraları dörde beşe çıkıyor : Meşhurları Sadi Bey, Hügnen ve neden sonra Cemil ve Ragıp Paşa köşkleri…

    Lakin “Sevahili mütecavire” denilen bir deniz hattı ve taş iskeleler yapılmıştır; her gün vapur işliyor. En büyük merak kuleli köşk ve at ile araba. Semtin en mühim afetleri ise üç tanedir: Müthiş bir toz, müthiş bir sivrisinek hücumu ve o nisbette müthiş bir misafir akını!

    Yeni köşkü yaptıran nüfuzlu zata sarayda soruyorlar:

    • – Yazın hangi semtte ikamet buyuruluyor, Paşa Hazretleri?
    • – Cadıbostanında!

    Ümmi paşanın verdiği bu sade cevap Yıldız’da hoş olmayan bir tesir hasıl ediyor; serkarin, Kilercibaşı, Tütüncübaşı, Kitapçıbaşı, Başkatip, Kızlarağası veya bir başka saray kodamanının odasında herkes başını öne eğiyor; derin, manalı bir sükut! İşte bu tesir iledir ki, paşa semtin ismini değiştiriyor. “Cadı”, “Cadde” oluyor, “Cadde Bostanı” aşağı, “Cadde Bostanı” yukarı… Bir müddet kocakarılarla yerliler, dil alışıklığıyla ara sıra yine eski adını ağızlarından kaçırıyorlarsa da farkına varınca hemen yenisini söylüyorlar. Zira yayılan rivayet şudur : “Padişah o ismi istemiyormuş; ‘Cadı Bostanı’ diyeni hafiyeler jurnal ediyorlarmış, tantuna, yani sürgüne gönderilenler bile varmış.)


    Mamafih Caddebostanı ile Suadiye arası yine bomboş. Göze görünenlerden bir Şemseddin Sami’nin, bir de şimdiki Suadiye’de “Ebenin Köşkü” namıyla maruf, ikmal edilememiş iki bina mevcut. Caddebostanı Camii’ni evkaf nazırı Galip Paşa yaptırtıyor; Suadiye’dekini ise Maliye Nazırı Reşat Paşa, genç yaşında vefat eden kızı Suat Hanım’ın namına kurduruyor. Bir çok kişi itiraz ediyor : “Allah Allah, boş tarlalar ortasına da cami yaptırılır mıymış!”

    Deniz bir derece rağbet bulmuştur. Yaysız muhacir arabalarında, ayaklarını sarkıtarak, yeldirmeli, başörtülü kadınlar, bozuk yollarda sarsıla, çalkalana, toz bulutlarından aşa yuvarlana, ikindi üstü Caddebostanı ile Bostancı’daki salaş hamamlara gidiyorlar. Amma, hemen hemen bir girip çıkıştan ibaret. O dahi hekimin izniyle, dakikalar sayılarak! Bu havalide çam ağacı yetiştirme hevesi yeni başlamıştır; her taraf gittikçe yeşillenmektedir

    Ümmi paşanın köşkünde bile alafrangalık hüküm sürmektedir: Kerime hanımların mürebbiyesi vardır; piyano hocası da geliyor; mahdum bey çifte midilli koşulmuş sepet araba ile gezer; damat bey cins Arap atlarına meraklıdır. Aziz devrindeki bolluk azalmışsa da yine mutfakta bir aşçıbaşı ile iki çırağı çalışmakta ve her öğün, tatlısıyla tuzlusuyla üç tabla yemek çıkmaktadır.


    Hayat, daha ziyade, evde geçer. Gezintiler, arabayla, şöyle Fenerbahçe’de bir tur yapmaktan, Çiftehavuzlar’da beş, on dakika dinlenmekten ibaret. Bazen “Mama” da orta oyununa, Kuşdili‘nde tiyatrolara gidilirse de küçük hanımlara bu eğlenceler -Frenkçe öğrenir gibi olduktan sonra- bayağı görünmeye başlamıştır. İlle yemeklerle Kayışdağı ve Taşdelen’e seferler haysiyetlerine dokunacak kadar adi telakki edilir. Artık yeşil soğan ve sarımsak sofraya konmamaktadır; meyve, yemek üstüne, soyularak imsakle yenir; vitamin daha keşfedilmemiş olmakla beraber, kibarlaşmış ailelerde buna zıt bir rejim takip edilmektedir. Bellerini avuç içine sığacak derecede darlatan korselerden dolayı şık hanımlar ve tazeler noksan gıdadan kansızlaşmışlardır. Ömürleri piyano başında veya kitap sayfalarında heba oluyor.

    Boğaziçi’nde kalmış olanlarla yazlıklarını bu taraflara nakletmiş bulunan aile reisleri arasında bir geçimsizlik başgöstermiştir :

    • Canım efendim, o toz toprak içinde, sivrisineklerle itişe kakışa ne diye oturuyorsunuz? Vallahi, sarf ettiğiniz paraya yazık!
    • Sizin rutubet de vücudu paslandırıyor; yalıların demir parmaklıklarına bir bakınız, nasıl da çürüyüp gidiyorlar. Demirin dayanamadığına insan mukavemet edebilir mi hiç?

    İstikbal bu iki semtin hangisindedir? Muamma! Bilinen bir şey varsa Cadıbostanı’nın, Caddebostanı’na çevrildikten sonra hakikaten korkunçluğunu kaybetmiş olmasıdır; yolu havagazı fenerleri bile aydınlatmaktadır. Fakat henüz arı bostandır ve caddeliği bir kuruntudan ibarettir.


    Şimdiki Durum (1941)

    Tekrar oradayız; bir zamanlar Cadı, sonradan Cadde olan bostan civarında… Cicili bicili Arnuvo köşk, Ümmi paşanın meşrutiyette idbara uğrayıp sürüldüğü Ege adalarından birinde ölmesi ve çoluk çocuğunun dağılması yüzünden uzun müddet boş ve bakımsız kalmış, harabeye dönmüştür. Şimdiki sahibi, bir kalem efendisi veya küçük bir ticarethane muhasibi iken talii yar olup yol ve inşaat müteahhitliğine girişmiş, mühim bir servet elde etmiş ve zamane modasına uyarak yazın bu tarafta oturmak hevesiyle o yeri almış, ahşap köşkü yıktırmış, bir kübiğini yaptırmıştır.

    Aziz devrindeki Sekbanbaşı zadeden ve Hamit devrindeki alaydan yetişme paşadan daha zengindir; lakin mutfağı elektrikle yemek pişen mini mini bir laboratuvardan ibarettir. Evde bir tek aşçı, bir tek hizmetçi ve hem bahçeye bakan, hem de icabında, önüne beyaz önlük takıp hizmetçi yamaklığı da yapan bir tek uşak var. Kocaman yemek masası ekseriya üç kişi için kurulur : Bay, Bayan ve kızları…

    Zaten akşamlarını, çok defa kulüpte geçirirler, misafirlerini de oraya çağırırlar.

    Bu zat, ne çeşme, ne cami, ne kütüphane, ne de hastane yaptıracaktır. İsmini Taksim’deki koca apartmanın üstüne yazdırmıştır; kafi görüyor!


    Bağdat Caddesi birinci devirde kaldırım iken ikinci devirde şose iken şimdi asfalttır; karanlık iken havagazıyla, bugün de elektrikle aydınlanıyor ve tramvaylar işliyor. Deniz ise ilk devirde uzaktan bakılan, orta devirde bir dalıp çıkılan, şimdi ne içinden, ne kenarından ayrılmaya bir türlü razı olunamayan hayati bir unsurdur.

    Bostanın denize inen kısmı çoktan uydurma bir plaj haline getirilmiştir. Bir zamanlar sırık domatesi ve enginar yetiştirilen bu sahada artık sırım gibi delikanlılar dolaşmakta ve sakız kabanlarının çiçek açıp bezelyelerin çalılara sarılmalarına mukabil taze kızlar yerlere yatmakta ve birbirlerine dolanmaktadırlar.

    Cadıbostanı, o derece değişmiştir ki, ismin başındaki eski “Cadı” sabahlara kadar yollarda dolaşan yarı çıplak karaltı ve kafilelerden dolayı adeta “Cin”e tahavvül etmiştir; “Cin bostanı” ele avuca sığmaz, denize dalar, ağaca fırlar, bisikletten kayığa, kayıktan kotraya atlar, pür hareket mahluklar ülkesidir.

    Toz ile misafir azalmış, sivrisinekle kaç göç tamamıyla ortadan kalkmıştır.


    Üç devrin kıyafet değişmeleri de dikkate layıktır; Cadıbostanının kadınlı erkekli ilk yazcıları bağlarda, kırlarda keten entariler, haydari hırkalar, gezi takkeler, yumuşak hotozlar, çedik pabuçlar, hava serinleyince de incecik kürkler giyerlerdi; geniş, hafif, rahat elbiseler… Caddebostanı olduğu sıralarda frenk etiketi başlamıştır: Erkeklerde dar belli, dar pantolonlu, sıkı elbiseler ve üniformalar, kolalı dik yakalıklar, katı gömlek. Kadınlarda korseler, katmer katmer tül şemsiyeler, yerleri süpüren uzun etekler. Tabiilikten en fazla uzaklaşan devir, bu ikincisidir.

    Şimdiki durum ise, hem kıyafet, hem muaşeret hususunda tabiilikten ziyade bir “Laubalilik”e benzemektedir.

    Erkekler bum buruşuk keten pantolonları, kolsuz ve yakası açık gömlekleri, çorapları bükülmüş iskarpinleri ve bir değirmi deniz Kalsonlarıyla; kadınlar paçaları enli pantolonları, pijamaları, şortları, dekolte mayoları ve takunya ayakkabılarıyla ve hepsi de cırlak kahkahaları, haykırıp koşuşmaları ve atlayıp sıçramalarıyla bu havaliye bir at cambazhanesi manzarası vermektedirler.


    Bana verdikleri his şu : Hemen herkes bir numara yapıyor ve yaptığından alkış bekliyor vaziyetinde!

    Az çok farklarla dünyanın her yerindeki deniz kenarlarını andıran bu yer, böyle, çılgıncasına rağbet bulmakta devam ederken yine o dünyanın hiçbir tarafında eşi bulunmayan Boğaziçi, türedi semtin öte yanında, talihine küsmüş, bir sürgün gibi maziyi anarak gittikçe çöküyor, modası geçmiş bir artistin gamlı ömrünü sürüklüyor.

    Refik Halit Karay – 1941 – Tan Gazetesi