Etiket: Reşad Ekrem Koçu

  • Fenerbahçe’yi Dolaşırken

    Fenerbahçe’yi Dolaşırken

    Geçenlerde Reşad Ekrem Koçu’nun Fenerbahçe semtini anlattığı bir yazı yayınlamıştık. Şimdi de sıra Fenerbahçe’yi dolaşırken eskiye göre nelerin değiştiğini yazan Sermet Muhtar Alus’un… Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Mesire-i Dilara

    Geçen pazar akşamını Göztepe’de geçirişimden, yazı andıran havanın güzelliğinden istifade ederek, ertesi sabah Fenerbahçe’ye kadar yayan bir gezinti yaptım. Yıllardır fırsat bulup eski mesirei dilâraya uğramamıştım. Rastladığım değişiklikler beni hayli yadırgattı:

    Vaktiyle Fener kulesinin ışığı sabitti, geceleri biteviye yanardı; şimdi yanıp yanıp sönüyormuş. Kulenin berisine ufak garaja benzer bir bina yapılmış. Karşıki kayalığın üstüne bir fenercik konmuş. Nüzhetgâhı çepeçevre kuşatan düzgünce bir yol, kenarında boydan boya hendek vardı; hepsi bozulmuş, her tarafı otlar bürümüş. Rıdvan Paşa’nın Şehreminliğinde, 1901 veya 2 de, kıyıdaki asırdide sakız ağaçlarının köklerini korumak maksadiyle yapılan beton setler hâlâ duruyor. Selviler tek tük kalmış.

    Çiftehavuzlar’ın bir kurşun menzili açığına kurulan, yaz kış oradan eksik olmıyan Salistra dalyanı —yoksa bir başkası mı bilmem— o kadar yakma nakledilmiş ki seslenseler duyulacak. Şapka burnuna, ilk Cihan Harbi senelerinde inşa edilen birkaç debboya yeni yeni tesisat, vinçler ilâve olunmuş. Demir yolunun nihayetindeki küçücük istasyondan eser yok. Kalamış koyu cihetine düşen kayık iskelesi harap; ağaç dallarına asılı ığrıplara, ağlara bakarsan orasının balıkçılara mekân olduğu anlaşılmada.

    Yarımadanın orta kısmında bazı hazırlıklar göze çarpıyor. Burası bayram yerlerine, sözüm yabana Lunaparklara döndürülecek galiba? Yüksekçe bir dönme dolap getirilmiş; salıncak direkleri dikilmiş; çocukları bindirmeğe ufacık lokomotif, vagonu, rayları taşınmış; oyuncak katarı yürütecek adam, Bilâl isminde bir habeşî hazır bile. Nişan atma barakası bitmek üzere…

    Etrafı ağır ağır dolaşırken 40- 50 yıl evvelki Fenerbahçenin meşhur simaları zihnimde belirmeğe başladı. Müdavim zevatın muayyen, hiç değişmiyen durak mahalleri vardı. Meselâ Müşir Deli Fuat Paşa, Şam’a nefyedilmeden önce, deniz hamamlarına karşı köşenin, yolun darlaştığı noktanın gediğini satın almış gibiydi. Şeyh Cevat Efendinin küçük damadı, Dersaadet Adliye müfettişi Yusuf Şetvan Bey, antika hamam harabesinin yamacından ayrılmazdı. Şeyhülislâm zade, Şûrayı Devlet Mülkiye dairesi âzasından zayıf nahif Muhtar Bey, piyasaların tozundan tiksinir, faytonunu Fener kulesinin civarına çektirirdi. Kireç kapısı gümrüğü nazırı Ramiz Beyin oğlu, Dahiliye Mektubi kalemi muavini Neyir Bey, kupasını salaş kahvenin hizasında durdurur; arabadan inip kolunu kapıya dayar, saatlerce aynı vaziyette etrafı süzerdi.

    Sair hazaratı sayıp dökmeğe, hele hanımlardan açmağa hiç girişmiyelim; mahdut sütunlarıma sığmaz, sahifeler dar gelir.

    Fenerbahçe’ye üç vasıta ile gidilirdi: Arabayla, trenle, sandalla… Hıdrellez’de, 1 Mayıs’ta, Cuma, Pazar günleri ortalık gayet kalabalık olur; konak faytonları, kira arabaları, muhacir tentelileri, paraşollar ıskarça kesilir; toz dumandan göz gözü görmezdi. Bunları bir iki kere anlattık, tekrarlamak abes.

    Tren, yalnız Cuma ve Pazarları üç sefer işler; İstanbul, Üsküdar, Kadıköy halkından seyrangâha âzım kişiler Haydarpaşa’da vagonlara dolar; Feneryolu’ndan hat sağa kıvrılırdı. Hattâ Feneryolu mevkiinin o vakitki ismi (Bifurcatlon), yani ikiye aynlan yoldu. Bu kol 1,800 metredir. Nihayeti, deniz hamamlarının, set üstünde bulunan namazgahın 20 – 30 adım berisindeydi. Katardan boşalan müşteriler, o zaman berzahtaki bostanın solundan, deniz kıyısından yürüyerek yarımadaya varır, gölgeliklere dizili sandalyaları kapışırlardı.

    Alamana, pazar kayığı, sandalla gelenler kayık iskelesine yanaşır, karaya iner, yayanlar kafilesine katılırdı.

    Sırası düşmüşken, şu içler acısı vakayı araya sokayım:

    Tanıdıklardan Etyemezli Ebe Fatma hanımın kızı bir Necibe hanım vardı. Oğlu Kuleli idadisinde talebeydi. Yaza tesadüf eden bir Kurban bayramı, havanın mülâyimliğinden, denizin süt limanlığından gayrete gelip, yedi arkadaş söz birliği ediyorlar. Samatyadan bir kayık peyliyerek arifane ile yiyecekleri hazırlıyorlar. Kimi kebaplık eti, kimi yalancı dolmayı, kimi irmik helvasını sepetlere yerleştiriyor; ötekiler de yeşil salatayı, taze soğanı, karpuz kavunu, içilecek suyu tedarik eyliyor. Tığ gibi delikanlılar, kayıkçıya ne lüzum? Kürekleri kendileri çekecek; Fenerbahçeyi boylayıp akşamleyin dönecekler.

    Narlıkapıdan atlamışlar kayığa. Biraz açılır açılmaz lodos esmeğe, dalgalar kabarmağa başlamış. Yısa boca çalkanmadalar. Ne gerisin geri dönebiliyor, ne de Kadıköyü’ne ilerliyebiliyorlar. {Yelken açalım, lodos artmadan Üsküdan tutalım!) deyip açmışlar yelkeni.

    Lâhzada kayıp kapaklanıvermez mi? 7 delikanlıdan, güzel yüzme bilen yalnız biri kurtulmuş, altısı boğulup gitmişti. Necibanım, ihtiyar yaşında bile evlâtçığına yanar, için için göz yaşı dökerdi.

    Fenerbahçenin tam ortasında çatısı ahşap, önü sondurmalı, külüstür kahveyi yaşlı, pos bıyık bir Ermeni işletir, ocak başında tezgâhtarlık eder, iki çırak kullanırdı. Biri Komik Abdürrezzağın, sonra küçük İsmail’in tulûat kumpanyasında (tiran), yani hain rolüne çıkan Şerbetçi Manuel’in kardeşi Avadis; öbürü İcadiye sandığı tulumbacılarından Dikran. İkisi de kırkını aşkın ama sırım gibi.

    Saha geniş; Cuma ve Pazar günleri arabasız müşteriler de hıncahınç. Mesire paydos oluncaya kadar, kahvede yamaklık eden iki ahbar, yalınayak, başı kabak etrafta çarh çeviririrler; kahvenin, çayın fincanına, Kayışdağı suyunun şişesine 2 kuruş, hasır istenirse çeyrek alırlar; 20 para, 40 para bahşişe de konarlardı. Zavallılar durup dinlenmeden taban teper, mintanlarının sırtı terden yamyaş, dilleri dışarıda, nefes nefese oradan oraya koşar; herkes derdi ki:

    — Herifçağızlar yorgunluktan helâk oluyorlar. At sürücülerinden, tramvay vardacılardan beter haldedirler. Ayaklarını tuzlu suya sarkarlar mutlaka!…

    Fenerbahçenin temelli kâğıt helvacısı Debreli Selim, dondurmacısı Arnavut Andon’du. Hâlâ sağ galiba ,2 yıl evvel Yeldeğirmeni’nde simit satarken rastladım. Kamburu çıkmış, gözleri bıçılgan olmuş.

    Antika hamam harabesinin fi tarihinde İstanbulu muhasara eden Emevî’lerden kaldığı söylenirdi. Tenha günlerde, sıkışanlara kademhanelik eder, fakat ekseri kimse oraya dalmağa çekinir:

    — Selvileri görmüyor musunuz, şehitlikteyiz ayol. Alimallah insan vebale girer, çarpılır. Deniz kenarına inip haceti def eylemek evlâdır! derlerdi.

    Fener kulesinin bahriye neferatından, kır bıyıklı iki adet bekçisi, fener sönmesin diye geceleri nöbet bekler; gündüzleri kuleye çıkmağa hevesilerden 5 kuruş avait koparırlar; bir ikiliğe çoluk çocuğu, gençleri, tazeleri salıncağa bindirirlerdi. Hanımların kolan vuruşu ömürdü.

  • Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe

    Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe

    Marmara Üniversitesi bünyesinde yer alan Taha Toros Arşivi‘nde muhteşem bir belgeye rastladık. Tabii ki “Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe Tarihi” derken kulübümüzün değil, semtin tarihinden bahsediyoruz ama okurken siz de çok keyif alacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tarihte Fenerbahçe

    FENERBAHÇE, adını batı ucunda eskiden beri mevcut olan bir deniz fenerine nisbet almıştı; tarih kaynaklarımızda «Fener Bahçesi», yahut «Fenerli Bahçe» isimleri ile kayıtlıdır.

    Bu yarımada İstanbul’un fethinden XIX. yüzyıl ortalarına kadar padişahlara mahsus mîrî bir bahçe idi; deniz fenerinden başka padişahlara mahsus küçük yazlık bir kasır, havuzlar, çiçek bahçesi, bahçenin muhafızları bostancılar için bir mescid vardı ve küçük bir koru ile bezenmişti. Zamanımızda, millî emlâkten umuma açık bir mesiredir. Kasırdan, havuzlardan, mescidden eser kalmamıştır.

    XVII. yüzyılın büyük yazarı Evliya Çelebi, civarından bahsederek buranın sadece adını kaydediyor: «Kalamış Burnu teferrücgâhı, Kadıköyü bağları ile Fenerbahçesi arasında bir körfez içre beyaz kumsal bir denizdir. Cümle dilberân ve uşşâkaan-ı sâdıkan orada deniz melekleri gibi yüzerler» diyor.

    Kalamış bir koydur; Fenerbahçesi ismini yazmakla beraber, Evliyâ’nın «Kalamış Burnu» dediği, yer ancak Fenerbahçesi yarımadası olabilir, büyük yazar burada bir târif sürçmesine düşmüştür.

    Evliyâ Çelebi buradaki deniz fenerinden ve kasırlardan bahsetmiyor; fakat çağdaşı Ermeni yazarı Eremya Çelebi Kömürciyan «İstanbul Tarihi» isimli eserinde:

    «Kadıköy’den Fenerlibahçe’ye kadar uzanan saha, gözleri okşayan bağlarla örtülüdür. Burada köşkün önünde denizin içinde atılmış metin bir temel üzerinde yekpare bir heykel gibi yükselen kulenin tepesinde fener yanmaktadır. Bahçe ve köşk yarım günlük mesafeden görülmekte olan bu fenerin adı ile yâd edilir. Çınar ve servilerle dolu olan bu padişah bahçesinin karşısında deniz içinde uzanmış ve her taraftan görülmekte olan güzel bir köşk vardır. Akdeniz’den gelen ve İstanbul’dan giden bütün gemiler, garba nâzır olan bu köşkten temâşâ edilir…» diyor.

    Fenerbahçe, XIX. asır başında, padişahlara mahsus bir bahçe olmaktan çıkmış, Haydarpaşa çayırı ile birlikte, halkın gezip eğlendiği meşhur mesirelerden biri olmuştur:

    Mahfîce dün ağyar ile
    Gezdim Fener’de el ele
    Haydar’da ettiğin hele
    Yazık sana yazık sana
    (Latif Ağa, Hicazkâr Şarkı)

    Fenerbahçe, halka açık bir mesire olarak en parlak devrini, II. Sultan Abdülhamid devrinde yaşadı. İstanbul halkı için hayli uzakça bir yerdi. Kadıköy’den Fenerbahçe’ye araba ile gitmek pahalı, yürümek yorucu olduğundan, ana demiryolu üzerinde «Feneryolu» adiyle hususî bir istasyon yapılmış, buradan da yarımadaya kadar bir ek demiryolu döşenmişti.

    Ahmed İhsan, Tokgöz, sahibi olduğu Servet-i Fünûn mecmuasında bir hafta sohbetinde şunları yazıyor:

    «…Haydarpaşa garından Fenerbahçe’ye hareket etmek üzere olan trenin kalabalığı tasavvurun dışında. Tamamen dolmuş vagonlara birkaç vagon daha ilâve ettiler; yarım saat sonra bir tren daha hareket edecekti… Gar ve rıhtım üstü renkli yaz esvaplarını giymiş halk ile doluydu.

    «Oh! Ne letafet; tren yolu boyu iki yanı papatyalarla donanmış, Fenerbahçesi’ne doğru hafif bir meyil ile ağır ağır inen tren ve keskin düdüklerini etrafa aksettiren trenin penceresinden sarkmış başlar… Bizden evvel gelmiş civar semtler halkı, yarımadanın heybetli ağaçları altında, zümrüt gibi çimenlere çocuk sevinci ile yayılmış…» (Mayıs 1893).

    Civar semtler halkının bir kısmı yaya, bir kısmı da çeşit çeşit arabalarla gelirdi. Yarımadayı fırdolayı dolaşan bir araba yolu yapılmıştı, arabanın bu yolda dolaşmasına «Tur» denilirdi.

    O devrin ünlü muharrirlerinden Ahmed Râsim de Mâlûmat gazetesinde yazdığı mektuplarında Fenerbahçe mesiresinden şöylece bahsetmektedir:

    «Fenerbahçe mesiresinde fakir ve orta tabaka halk, tekerleklerin ve arabalara koşulmuş hayvanların ayaklarının kaldırdığı kesif bir toz bulutu altında çimenlere serilir, hoşça bir gün geçirmeye çalışırdı. Arabalar, Fenerbahçe turunu, durmadan fıldır fıldır dönerlerdi; kibar takımı, birinci turdan sonra dönüp giderdi. Bu araba selinde İstanbul’un her çeşit arabası görünürdü: «Çek çek»lerden tutun da parasol, bağ arabası, payton, brik, kupa, lândon, yarım lândon, tek atlı, çift atlı…

    Kadınlardan çarşaflılara yaşmaklılar ekseriyetle arabalarda yeldirmeliler, parasollarda ve bağ arabalarında bulunurlardı. İkinci kısım halk da ekseriyeti teşkil ederdi. Dolma, helva tabaklarını, yenecek yemiş vesaireyi hâmil olan sepetler, arabada en geride bulunurdu. Onun yanında mama dadı, onun yanında beyaz dadı, onun yanında efendi, ağa, bey, küçük bey, küçük hanım, ondan sonra, çatık çehreli büyük vâlide île küçük anne mevki alırdı»

    Fenerbahçe mesiresinin yanında, yarımadanın güney kıyısında mesîre kadar meşhur deniz hamamları vardı; bu hamamlardan erkek hamamı, yerini Fenerbahçe plajı adı ile bir plaja terk etmiş, zamanımızda kurulmamaktadır. Kadınlar hamamı ise durmaktadır, âdetâ plaja bir ek olmuştur, fakat bir kadınlar deniz hamamı hususiyet ve mahremiyetini kaybetmiştir.

    Yarımada zamanımızda meşhur bir mesiredir. Üzeri yer yer bodur mazılar ve halkın gölgelerinden faydalandığı çitlenbik ağaçları vardır. Bir plaj bulunmasına rağmen, halk, bilhassa çocuklar ve gençler, yarımadanın güneyindeki kayalar üstünde soyunup, açıkta bir plaj ücreti ödemeden denize girer. Ocakları, tezgâhları dört tekerlekli arabalara oturtulmuş bir kahvecileri vardır. Seyyar köfteciler dolaşır.

    Reşad Ekrem Koçu'dan Fenerbahçe

    Manzara Güzelliği

    Yarımadanın, deniz fenerinin de bulunduğu batı ucunun Marmara’ya nezâreti fevkalâdedir. Kuzey kıyısı Galatasaray ve Fenerbahçe spor kulüplerinin tesisleri ile halka kapanmıştır. Geniş koy, servet erbâbının ve bu spor kulüplerinin tenezzüh motörleri ve yelkenleri ile doludur. Yine o kıyıda, az içerlek bir yerde çok temiz bir kır lokantacığı bulunuyordu.

    Fenerbahçe mesiresi, Kadıköy vapur iskelesine, belediye otobüsleri ve dolmuş usulü ile yolcu taşıyan otomobillerle bağlıdır.

    İstanbul’un bütün mesirelerinde olduğu gibi, burası da geçen asır sonlarındaki hayatına nisbetle çok sönüktür.
    Feneryolu istasyonundan ayrılarak gelen demiryolu, 1935’ten beri metrûk idi, 1969 – 1970 arasında da raylar ve traversler sökülmüş, demiryolu tamamen kaldırılmıştır.

    Fenerbahçe Feneri

    Yarımadanın batıya doğru uzanan burnundadır; XVI. yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman zamanında bu mevkide padişahlara mahsus bir bahçe «Fenerbahçesi» adı ile anıldığına göre, bu deniz fenerinin daha o zaman mevcut olduğu aydın olarak bellidir. Muhtemeldir ki, burada ilk deniz feneri, Bizanslılar zamanında yapılmış olsun.

    Celâl Es’ad Bey «Eski İstanbul» adındaki eserinde, Bizans devrinde burada bir kulenin mevcudiyetini kaydediyor, fakat bu kuleyi bir deniz feneri olarak değil, o eski devirlerde ateş ile muhaberede kullanıldığını söylüyor.

    Bugünkü deniz fenerinin kulesinin XVII. yüzyılda IV. Sultan Murad tarafından yapıldığına dair çok sonraları yazılmış kayıtlar vardır. Bizce IV. Sultan Murad bu feneri ancak ihyâ etmiş olabilir; biz sarih bir kayda rastlamadık.

    Kıyı emniyeti bakımından Fenerbahçesi deniz fenerinin her gece ışık vermeye başlaması 1253 (1837 – 1838) te başlamıştır.

    Fener kulesinin kitâbesi yoktur, inşa tarihini tesbit edemedik. Bugünkü kulenin de II. Mahmud devrinde 1837- 1838 arasında yapılmış olması muhtemeldir. 21,80 metre yüksekliğinde kesme taştan yapılmıştır. Her altı saniyede bir beyaz şimşek gösterir; ışığı 10 mil açıktan görülür.

    Feneri ziyaretimiz tarihinde fener memurluğunda, doğma büyüme oralı Bayan Mediha Kara bulunuyordu; nazik, hatır sayar bir İstanbul hanımı idi. Namlı balıkçılardan Mehmed Kara’nın zevcesiydi. Babası Sabri Güler, 1920’de Fenerler İdaresi bir Fransız şirketinin elinde iken, bu fenerin memurluğuna tâyin edilmiş, onun vefatında da kızı aynı vazifeye geçmiştir. Baba-kız, 50 yıl bu fenere bakagelmiştir. Mediha Hanım, bir kız kardeşi, zevci ve iki oğlu Fener kulesi yanındaki lojmanda oturmakta idiler. Fener kulesinin küçücük bahçesi, gönül açıcı şekilde çiçekler ve meyva ağaçlarıyle imar edilmiş bulunuyordu.

    Reşad Ekrem Koçu'dan Fenerbahçe

    Kaya ve Mendirek Fenerleri

    Kalamış koyunun güney kısmında, Fenerbahçe yarımadası önünde ve spor kulüplerinin malı tenezzüh ve yarış motor ve yelkenlileri yatar, iki yüz tekneye yakındır; onların korunması için 1937 – 1938 arasında, zamanın Başbakanı Celâl Bayar’ın himmetiyle Fenerbahçe yarımadasından körfeze doğru uzanan bir mendirek inşa edilmiş ve mendireğin ucuna da bir fener konmuştur.

    Bu fenerde, Latin asıllı Türk harfleriyle bir kitâbe vardır ki, metni şudur: «Atatürk’ün ve onun Başvekili Celâl Bayar’ın deniz sporlarına gösterdikleri yüksek himayenin yeni bir eseri olan bu kotra mendireği, 1938 senesinde İktisat Vekili Şâkir Kesebir’in emriyle İstanbul Deniz Ticareti Müdürlüğü tarafından yaptırılmıştır».

    Kitâbenin bulunduğu dört köşe mermer sütun üstündeki fenere, sütunun bir yüzüne dayanmış demir merdivenle çıkılır. Yine aynı yıllarda bir küçük deniz feneri de yarımadanın önündeki serpme kayaların «Yılan taşı» yahut «Öreke taşı» denilen en büyüğünün üstüne konmuştur.

    Fenerbahçe Kasrı ve Mescidi

    Yakın geçmişti halka açılmış İstanbul’un çok ünlü bir mesiresi olan Fenerbahçesi, geçen asır başlarına kadar padişahlara mahsus has bahçelerden biriydi; bu bahçede birkaç küçük kasır, muhafızları olan bostancı neferlerinin odaları koğuşu ve yine bostancıların bir büyük mescidi vardı. Bahçesinde çemen sofalar ve iki havuz bulunuyordu. Bu yapıların zamanımızda izleri bile kalmamıştır. Yalnız bir hamam harabesi duruyordu. Padişahların gece yatısına gelmedikleri, bir yaz mevsimi boyunca ancak bir, iki defa uğradıkları bu kasırda, hamama ihtiyaç görülmeyeceğinden, hamamın bahçe ve kasır muhafızları olan bostancılar için yapıldığını sanıyoruz. Harabede soğukluk ve harâre kubbeleri ile bir halvet-sofa kubbeciği duruyordu. Tahminimize göre bu hamam, bir küçük camekân, bir soğukluk, üç sofa ve iki halvetten mürekkep idi.

    Bir de yarımadanın burun tarafına yakın ve güney kıyısında bir sed kalıntısı görülür ki, zamanımızda bir kır kahvesi üzerine birkaç masa ve iskemle atmıştır. Eskiden kalma olup, yapısı, şekli çok değişmiş tek bina, yarımadacığa adını da vermiş olan burnundaki deniz feneridir.

    Mescid dolayısıyle Hadîkat’ül-Cevâmî’de şu mâlûmat verilmektedir:

    «Burası devlet yeri olduğu için, muhtasarca bir saray olup, I. Sultan Mahmud devrine kadar gayet mâmurdu; sonraları rağbetten düştü, hâlen eski binalarından iki havuz ile çemen sofa kalmıştır. Bir de bir bostancı ustası ve neferlerinin kışlaları (odaları) ve bostancılar için bir mescidi vardır; bir de mahsus bir kule vardır ki, gemilerin geceleri gelip geçmesi için tepesinde büyük bir kandil yanar.

    Şu beyit Fennî Efendi’nin Sâhil-nâme’sindendir:
    Fikr-i ruhsârı ile yandı tenim bilmez mi
    Aceb ol mâh Fenerbahçe’sine gelmez mi

    XVIII. yüzyılda Grelot tarafından çizilmiş bir panorama gravürde, Fenerbahçe deniz feneriyle kasırları gösterilmiştir; resim çok uzaktan çizilmiş olmasına rağmen, kasırların ve muhafızları olan bostancıların koğuşların etrafının bir duvarla çevrili olduğu aydın olarak görülmektedir. Bir minare görülmediğine göre, Fenerbahçe bostancılar mescidinin minaresiz, küçük ahşap bir yapı, belki de bir odacıktan ibaret olduğu anlaşılır.

    «Fenerbahçesi», yahut «Fenerlibahçe» kasrının veya kasnaklarının ne zaman yapıldığı bilinmiyor. Tezkiretü’l – Bünyân’da Mimar Sinan’ın yaptığı otuz üç saray arasında buranın adı vardır ve: «Fenerbahçesi Sarayı tecdîden bina olundu» diye kaydedilmiştir. Bu kayıttan, ilk binasının Kanunî Sultan Süleyman’ın ilk zamanlarında, XVI. yüzyıl başında veya XV. yüzyıl sonlarında, II. Sultan Bâyezid devrinde yapılmış olması gerekir.

    XVIII. yüzyılın ilk yarısında asrın büyük şâiri Nedîm, velinimeti Sadrâzam Dâmad Nevşehirli İbrahim Paşa’yı medih yolunda yazdığı kasidelerinden birine «Der Târîf-i Bağçe-î Fener der şehri Üsküdar» serlevhasını koymuştur. 22 beyitlik bir kasidedir. Ünlü şâirin «Üsküdar Şehri» demesinden kasdi, denizin karşı tarafında, Üsküdar şehrinin bulunduğu yakada anlamındadır.

    Kasideden, bu güzel kasrın bir ara ihmal edildiği, İbrahim Paşa zamanında. Lâle devrinde tekrar rağbet gördüğü ve bu kasırdaki havuzun İbrahim Paşa tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor. Kasideden son beytini alıyoruz. Bu beyit, bir tarih mısraını ihtivâ ettiğinden çok kıymetlidir:

    Bu mısra’larla Nedimâ dedi tahsîn birle târihin
    «Bu nüzhetgâhı İbrahim Pâşâ eyledi ihya»
    1144-1 = 1143 (M. 1730)

    1 rakamı ile tâmiyeli tarih mısraından anlaşılıyor ki, Fenerbahçesi kasrının ihyâsı ve burada güzel bir havuzun yapılması, 1730 ihtilâlinden az önce, belki birkaç ay, hattâ birkaç hafta evvel tamamlanmıştır.

    1730’da tahta çıkmış olan I. Sultan Mahmud’un sır kâtibi Salâhî Efendi (belki ağa), hizmetinde bulunduğu padişahın emri ile günlük bir hâtıra defteri tutmuştur; çok kıymetli bir vesika olup, üniversite kütüphanesinin Türkçe yazmaları arasındadır. Bu defterdeki iki günlük kayıt, Fenerbahçe üzerindedir:

    «15 Muharrem 1148 (7 haziran 1735) pazartesi. Fenerbahçesi’ne gidilecekti. Biniş-i Hümâyûn ievâzımı ile binişçi kulları Fenerbahçesi’ne gittiler. Fakat padişahın hareketinden evvel deniz kabardı; müthiş bir yağmurla bir fırtına çıktı, padişah, Fenerbahçesi’ne gitmekten vazgeçti, binişçilerin dönmesi ferman olundu. Öğleden sonra hava açıldı, deniz yavaşladı. Padişah yalı köşküne gidip, ikindi namazını orada kıldılar. »

    «25 Muharrem 1148 (17 haziran 1735) perşembe. Sandal ile Fenerbahçesi’ne gidildi. Büyük havuz kenarında kurulan çadırda bir miktar gölgelendiler. Sonra, deryâ tarafındaki tentenin altına gittiler. Denize para atarak, nedimlerin, dilsizlerin ve çavuşların para kapışmak için esvapları ile denize atılmalarını seyrettiler.»

    Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe Tarihi

    Reşad Ekrem Koçu'dan Fenerbahçe