Etiket: Reşat Dermanver

  • Yüksel Gündüz Arşivi

    Yüksel Gündüz Arşivi

    Fenerbahçe’nin 4 Türkiye Şampiyonluğu sahibi, büyük golcüsü Yüksel Gündüz’ün birbirinden güzel fotoğrafları ihtiva eden arşivi, kıymetli oğlu Mehmet Ali Gündüz Beyefendi sayesinde Fenerbahçe tarihi ile buluşuyor… Sonsuz teşekkürlerimizle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Fotoğraflarda Bulunanlar: Agah Erozan, Ahmet Erol, Altan Tetik, Avni Kalkavan, Ayhan Elmastaşoğlu, Özcan Arkoç, Basri Dirimlili, Beşiktaş, Can Bartu, Candan Dumanlı, Cenap Doruk, Dario Moreno, Doğan Andaç, Emin Tokgöz, Ergun Öztuna, Fenerbahçe, Fikret Kırcan, Galatasaray, Gürcan Berk, Ignace Molnar, Lefter Küçükandonyadis, Müslim Bağcılar, Mehmet Ali Gündüz, Muhittin Bulgurlu, Mustafa Güven, Naci Erdem, Necdet Atsüren, Necdet Çoruh, Necmi Mutlu, Nedim Günar, Oral Keçilioğlu, Orhan Yüksel, Reşat Dermanver, Selahattin Torkal, Selim Soydan, Talat Yörük, Turgay Şeren, Vecihi Kayaökten, Vural Yılmaz, Yüksel Gündüz, Yunus Ceyhan, Yıldırım İper, Yılmaz Gökdel, Yılmaz Tuncel, Şükrü Ersoy, Şehmus Eraslan, Şeref Has, Şevki Ürgen


    Yüksel Gündüz Arşivi

  • Şükrü Ersoy Röportajı

    Şükrü Ersoy Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Şükrü Ersoy röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Lastik Şükrü

    Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Şükrü Bey?

    1943 yılıydı, çocukluğumda dayım futbola meraklıydı. Onun sayesinde ben de spora merak sardım. Hangi spor dalını yapayım diye karar vermekte zorlanıyordum.

    Sporun gelişmemiş oluşu ve o yıllarda okullarda spor yapmak yasak olduğundan zaten spor yapma gibi bir olanağımız da yoktu. Bugün olimpiyatlarda yeteri kadar derecemiz yoksa bunun da nedeni Türk sporunun bu yasaklar neticesinde az gelişmiş olmasıdır. Ama bizler yine kaçak olarak ilgilendik.

    İlk mektebi bitirdim. O zamanlar Talimhane’de Beyoğlu’nda oturuyorduk. İlkokula gidiyordum. İlk mektebi bitirdikten sonra annem bana “Seni nereye hangi okula verelim?” diye sordu. Ben de “Hangi okulda spor iyiyse beni o okula verin.” dedim.

    Böylece orta mektep için Haydarpaşa Lisesi’ne yazdırdılar. Zaten Kadıköylüyüm. Fenerbahçe Stadı’na giderken sizlerin de gördüğü o demir köprünün başındaki köşkte doğmuşum.

    Bütün hayatımız okul, yatak sonra da mektep koridorlarında geçti. Oralarda top oynardık.

    İlk önce hangi spor dalına yazılayım diye düşündüm fakat sonra boks dışında hiçbir spor kolunda yer olmadığını görünce boksa başladım. Boksta duruş, gard hareketleri yaptırıyorlardı. Hoşuma gitti. Çocuk aklı işte mahallede çocuklara karşı “Ben böyle boksörüm” esprisi başladı. Hava atmaya başladık. Artık yavaş yavaş eldiven giydim.

    Bir keresinde burnuma bir yumruk yedim. Burnum çok acıyınca “Ben boks yapamam.” dedim. Ve mektebin koridorlarında futbola başladım.

    O zaman top yok, çoraplarımızın içine kâğıt doldurup, onu topa benzeterek kendi aramızda oynardık. Sınıf arkadaşlarımız arasında takım kurar, sınıflar arası top oynardık. Bu bir müddet devam etti. Zamanla göze batmaya başladım. Mahalle futbolu oynardık. Cihangir, Beykoz gibi semtlerde mahalle aralarında boş alanlar vardı. O sıralarda Adalar’da Lefter de futbol oynardı. 

    Fenerbahçe’deki spor hayatınız nasıl başladı?

    Bir gün Adalarla, Cihangir arasında futbol maçı yapmıştık. Bu yazlık maçlarda yine bir gün bizim Cihangir takımımızın Anadoluhisar’la maçı vardı. Kalecilik yapıyordum. Atlıyorum, zıplıyorum, hopluyorum…

    Sabri Kiraz Ağabey beni gördü. Benim hayatımda çok büyük rol oynadı. Beni teşvik edip öncülük eden Sabri Ağabey’dir.

    Bana “Sen kimsin, ne yapıyorsun?” diye sordu.

    Ben de anlattım.

    “Seni Fenerbahçe’ye alalım” dediğinde çok sevinip hemen kabul ettim. Zaten taraftarı olduğum kulüptü.

    Küçüklüğümde yine bir gün stada gitmiştim. Fenerbahçe’de o zamanlar tahta tribünler var, yönetim kurulu orada toplanırdı. Mahallede kendime diğer arkadaşlarımdan ayrıcalıklı hissettirmek için idare heyetinin toplandığı yerde koltukların arkasına saklandım. Biraz sonra yönetim kurulu toplandı. Bunlar ne konuşuyorlar dinleyeyim diye yanaştım.

    O zamanlar Zeki Rıza Sporel başkandı.

    Birden beni gördü. “Ne arıyorsun burada?” diye sordu

    Korkudan nasıl kaçacağımı şaşırmıştım.

    Benim maksadım orada konuşulanları duyayım da mahalleye geldiğimde “Ben bu haberleri duydum” diyerek ayrıcalık hissetmekti. Fenerbahçe sevgisi her şeyi yaptırıyordu, çok utanmıştım.

    Sonra Sabri Ağabey beni genç takıma aldı. Beni yetiştirdi. Orta mektep biterken ben kaleci olarak başladım.

    Sabri Ağabey o kadar değerliydi ki şimdi bakıyorum da 50–60 sene sonrası kalecisinin öğreneceklerini taa o zamandan bana öğretmişti.

    Ben orta mektepte mahsustan 3 dersten kalmıştım. Böylece bir sene boşta kalıyorsun. O bir senede de futbolda büyük gelişme gösterdim. Fenerbahçe’nin tam anlamıyla kalecisi ve kısa bir süre kaptanı oldum.

    O zamanlarda Fenerbahçe takımının futbolcularını Boğaziçi Lisesi’nde okuturlardı. Sabri Ağabey “Seni Boğaziçi Lisesi’ne yatılı olarak verelim” dedi.

    “Memnuniyetle.” dedim.

    “Senin paranı Fenerbahçe Spor Kulübü verecek.” dediler.

    Bir sene aradan sonra Fenerbahçe’ye kendimi kabul ettirdikten sonra Boğaziçi Lisesi’nde okumaya başladım. Hem mektep takımında hem de Fenerbahçe genç takımında oynuyordum.

    Vücudum spora çok yatkındı. Koşu yaptım. 200 m.– 400 m. derecelerim vardı. Voleybol, basketbol oynadım. Turgay Şeren’le o Galatasaray Lisesi’nde, ben Boğaziçi Lisesi’nde iki takım maç yapıp karşılıklı oynuyorduk. Tabii hayatımda en çok kaleciliği yaptım ve sevdim.

    Cihat Arman Ağabey’in de son zamanlarıydı. Beni çok severdi. Örnek olarak da Cihat Ağabey’i aldım. Kaleiçi kalecisiyim. Cihat Ağabey sarı kazağını bana verdi.

    1949 yılında “Ben sporu bırakıyorum” dediğinde, sezonun bitmesine son 3–4 maçı vardı.

    “Benim yerime kaleye sen geçeceksin.” dedi.

    Sevinçten havalara uçtum. Elim ayağım titredi.

    Naci Erdem Ağabey takım kaptanıydı. Benim kaleci olmama itiraz ederek “Biz çoluk çocukla mı oynayacağız?” dedi.

    Sabri Ağabey geldi ve bana “Sen ona uyma, biraz aksidir.” dedi.

    Şeref Stadı’nda 2–0 maçı kazandık. Ligin son maçıydı. Naci Ağabey bana “ Şükrü Şükrü sen ne iyi kaleciymişsin. Aferin…” dedi. O sezon öylece bitti.

    Vefa’ya gidişiniz nasıl gerçekleşti?

    Melih Ilgaz rahmetli çok iyi arkadaşımdır.

    “Ya dedi sen burada enayi gibi… Erdal’ı transfer ettiler, yeni sezonda seni oynatmayacaklar.” dedi. Ve beni aldı, Vefa’ya götürdü.

    1949–1950 sezonu orada oynadım. Fakat Fenerbahçe’de Erdal Kocaçimen sakatlandı ve futbolu bıraktı.

    “Keşke Vefa’ya gitmeseydim.” dedim kendi kendime.

    Bir baktım ilk idmanda Hüsnü Ağabey de Vefa’da… O da Vefa’ya gelmiş. Vefa o sene milli takıma çok futbolcu verdi, çok iyi takımdı. Hatırladığım kadarıyla; Selahattin, Rahmi, Kazma İsmet ve ben gitmiştik.

    Sonra vatani görev mi?

    Evet, 1952 yılında askere gittim. Orada Ordu Takımı’na girdim. Finallere katıldım. 13 defa Ordu Milli Takımı’nda oynadım.

    Sonra Müslüm Bağcılar vardı. 1957’de Fenerbahçe’ye döndüm. 1962’ye kadar oynadım. Sakatlandım. Bir Galatasaray maçında dizim döndü. Top oynayamayacağım doktorlar tarafından söylenince Fenerbahçe doğal olarak mukavelemi yenilemedi, böylece Fenerbahçe’deki futbol hayatımı noktaladım.

    Yurtdışı başarılarınızdan söz edebilir miyiz? 

    Molnar, beni Avrupa’ya çağırdı. 1962 yılında Avrupa’ya Salzburg’a gittim. Sahalarımız çok güzeldi. Orada iki kez Avrupa’nın en başarılı kalecisi seçildim. 1967 yılına kadar Avusturya takımında kalecilik yaptım.

    Sonra Almanya da 8 ay antrenörlük eğitimi aldım. Türkiye’ye döndükten sonra Balıkesir, Manisa, Aydın, Altay, Kayseri, Sivas sonra Trabzonspor’da antrenörlük görevi yaptım.

    1975 yılında ilk defa lig şampiyonu olan Trabzonspor’da teknik direktörlük görevini üstlenmiştim. Sonra Sakaryaspor, Düzce ve Karagümrük takımları…

    Daha sonra Futbol Federasyonu’na çağrıldım. Orada Genç Milli Takım antrenörlüğü yaptıktan sonra İstanbul bölge antrenörü ve bayan milli takım antrenörlüğü…

    Baktım gençler etrafımda dolaşıyorlar ve ne zaman ayrılacağım diye merak ediyorlardı. 2004 senesinde artık yaş nedeniyle ayrıldım. 37 sene bilfiil antrenörlük yapmışım.

    Fenerbahçe’nin üç dönem yönetim kurulu üyeliğinde bulundum. İki keresinde Faruk Ilgaz başkandı. Bir dönem de Güven Sazak başkandı. Kısa bir süre de Fenerbahçe’nin de teknik direktörlüğünü yaptım.

    Sizi dinledikçe Fenerbahçeli olmanın gerçekten de bir ayrıcalık olduğunun iyice farkına varıyoruz.

    Evet, her açıdan bir ayrıcalık. Fenerbahçe sevgisi çok farklı bir sevgi.

    “Futbol nankördür.” derler ama ben hiçbir nankörlüğünü görmedim.

    Ben Fenerbahçe’nin içinde büyüdüm. Babam askeri eczacıydı ama ben futbolu tercih ettim. Çok dayak yedim. Fakat sonra da semeresini gördüm. Önceleri kızan annem daha sonra, tramvaya her bindiğinde “Ben Şükrü Ersoy’un annesiyim.” derdi. Anneme susmasını, ayıp olduğunu söylerdim. Ama o beni hiç dinlemez benimle övünürdü.

    Babam paşaydı. Annem öldüğünde cenaze merasiminin hep törenle olmasını isterdi. Ne kadar temiz kalpliymiş ki benim o dönemlerde Fenerbahçe Yönetim Kurulu’nda olmam sıfatıyla cenazesi tıklım tıklımdı. Ve bandoyla gitti. Allah rahmet eylesin…

    Kaleci olmanın sorumluluklarının, ruhsal yönden de çok ağır olduğunu düşünüyorum… Neler söyleyeceksiniz?

    Takımla bütünleşir, takımın bir parçası olursun. Futbolcuların herhangi biri, bir hata yaptı mı, diğerinin, arkadaşını telafi şansı olabilir. Kaleciye gelince golü yer ve günlerce kalecinin o golü nasıl yediği kritik edilir. Bir tane yesen de dalga geçilir “Bir tane top geldi, onu da yedin.” derler.

    Kalecilik de bir ayrıcalıktır. 11 kişinin içinde kalecinin bir hatasıyla gol olur. Futbolcularda böyle değil. Zor bir yerdir. Antrenörün verdiği taktik üzerine kaleci, arkadaki bütün savunmayı ve hücuma dayalı organizasyonun başlangıcını tayin eder. Bunu da arkadan konuşarak halleder. Sonucunda takım böyle oynarsa rahat eder. Bu nedenle kaleci devreye girer. Ama bunun için kalecinin de lider özelliklerine sahip olması gerekir. Bazen öyle bir kurtarış yapar ki bütün takımı rahat ettirir. 

    Maça çıkmadan önce uğur getiren herhangi bir simgeniz veya hareketiniz var mıydı?

    Uğur olarak maça sağ ayakla çıkardım. Siyah çorap, şort giyerdim. Bazıları solmuş olurdu ama uğurumdu o. Çevremdekilerse merak eder “Başka şortun yok mu?” derlerdi.

    Kaç kez milli maça çıktınız?

    Milli takımda 13 defa oynadım. Turgay Şeren mektep arkadaşımdır. Milli takımda da kaleciliği beraber yaptık.

    Ülkemiz genelindeki yabancı futbolcuları nasıl buluyorsunuz?

    Yabancı futbolcu oynatılmasıyla ilgili söylemem gerekirse; bazı yabancı futbolculara ülkemizde oynamaları için haklarından daha yüksek paralar veriyoruz.

    Ben genç futbolcuların getirilmesinden yanayım ama genelde yorgun futbolcular, adalesi yıpranmış futbolcular getiriyorlar. Genç, dinamik oyuncular bulmalıyız. Adı duyulsun veya duyulmasın önemli değil.

    Galatasaray- Fenerbahçe maçlarının her zaman bir ayrıcalığı vardır… Sizler neler yaşadınız?

    Lig şampiyonu olmayalım ama Galatasaray’ı yenelim. Fenerbahçe taraftarı bir lig şampiyonluğunu bu şampiyonluğa feda ederdi…

    Yine bir Fenerbahçe- Galatasaray şampiyonluk maçı… Beykoz’la berabere kaldık. Galatasaray’ı yenmemiz lazım. Dolmabahçe’de 1–0 galiptik. Metin Oktay’ın vuruşları geliyor fakat her vuruşu engelleyebiliyordum. O maçı 3–0 aldık…

    Maç bitiminde Müslüm Bağcılar geldi ve “Ver o güzel elini öpeyim Şükrü” dedi. Bundan daha büyük bir övünç olabilir miydi?

    Ya kamplarınız nasıl geçerdi?

    Zamanımızda kamplarımız çok uzun olurdu. Birbirimizi çok severdik. Çok neşeli geçerdi.

    Avrupa’ya maça giderdik. Dakikalarca sahanın çimenlerine bakardık. Bizde nerde o zamanlar çimen saha!

    Ali Ersan, o zamanların en ünlü foto muhabiriydi. Çok güzel fotoğraf çekerdi. Teknik bugünkü gibi olmadığından golleri yakalayabilmek için tüm fotoğrafçılar kale arkasında yer alırdı. Ben de uçan kaleci gibi iyi pozlar verirdim.

    Hatırladığınız bir anınızı paylaşır mısınız?

    Yine bir maça çıkacağımız gün “Şimdi Şükrü çıksın, koşsun biz duralım, bekleyelim.” demişler.

    Ben bir çıktım, koştum, orta sahaya geldim, bir baktım ki arkamda hiç kimse yok.

    Yine Can Bartu’nun şakasıydı… Canım arkadaşım. Bizleri her zaman şakalarıyla güldürmeyi, eğlendirmeyi başarıyordu. Tabii efsane bir oyuncu olduğunu da unutmamak gerek.

    Moda’da Mona Palas vardı. Burada uzun kamplarımız olurdu. Aramızda rekabet yoktu.

    “Sen bunu aldın, ben bunu aldım” demezdik. Hepimiz hemen hemen aynı maddi koşullara sahiptik. Her şey çok güzeldi. Şimdi bakıyorum hep transferler ve para mevzuları var. Şimdilerde mütevazılık kalmadı. Verilen rakamın karşılığını da sahalarda göremiyoruz.

    Şimdiki formalara bakın; su gibi terleme yok, forma kupkuru, şu tesislerin muhteşemliğine bak, Fenerium’lara bak. Eskiden bir soyunma odası vardı, duş sırası beklerdik. Şimdi bakıyorum jakuziler, modern banyolar, saunalar.

    Bazen küvete sıcak su doldurulur, sırası gelen içine girer, kas dinlendirirdi. Ama herkes aynı suyun içine girdiğinden çamurun içine girer, çıkardık. 25 kişi aynı küvete sırayla… Şimdilerde düşünebiliyor musunuz? Şimdi sağlık kontrolleri, MR’lar her şey planlı ve muhteşem.

    Biz bazen kampa Bursa’daki Çekirge bölgesine giderdik. Eski hamamlar vardı. Orada havuza girerdik. En büyük lüksümüz oydu.

    Bir de bizim ilginç bir sauna hikayemiz var. Rahmetli doktorumuz Reşat Dermanver, bir elektrik tedavisi yöntemi bulmuştu. Tahtanın üzerinde ampuller… İyi ki bizleri elektrik çarpmadı. Kalbimiz de sağlammış demek. O ampullerin sıcağında oturduktan sonra “Tamam terlediniz çıkın.” derlerdi. 

    Taraftarlar için neler söyleyeceksiniz?

    Taraftarlar artık yan yana oturmalı tıpkı eskisi gibi. O deplasman, bu deplasman diye ayrılmamalı. Eskiden farklı takım taraftarları yan yana oturur, şakalaşırlardı. Ama şimdi böyle bir şey yok. Herkes hakemin her çaldığı düdüğe itiraz ediyor. Taraftarlar tribünü bölüyorlar.

    Dünya Kupaları’nda görüyorum. Brezilyalı sağımda Fransız solumda oturuyor ama hiç kavga etmiyorlar. Otobüste bile şakalaşarak gidiliyor.

    Taraftar profili değişmeli… Özellikle Fenerbahçe taraftarı her zaman birlik ve beraberlik içinde olmalı takımını ve kulübünü her daim desteklemelidir.

    Sayın Aziz Yıldırım’ın yeniden yapılanmayla yarattığı kulübümüz bu noktaya kolay gelmedi. İskambil kağıtlarından yapılan bir kule olarak inşa edilmedi. Hepimizin birlikteliğiyle büyük bir emek harcandı. İyi ve kötü gün ayırımı yapılmadan verilen bir destek bizi her zaman daha güzele götürecektir. Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki Fenerbahçe futbol kulübü değil, çeşitli branşların yer aldığı Türkiye’nin en çok taraftarı olan bir spor kulübüdür.

    Eşiniz Dilek Hanım ve oğlunuz Murat’la yazları uzun bir dönem Kuşadası’nda, kışlarıysa İstanbul’da yaşıyorsunuz. Memnun musunuz?

    Burada keyifli bir ortamımız var. Gördüğünüz gibi Ekim sonlarındayız ve hala güzel bir havaya sahibiz. Denizin en sıcak olduğu dönem…

    Oğlum Murat’ın aktif faaliyetleri var… Hiç sıkılmıyoruz. Murat da sporcu. Özürlü Olimpiyatları’nın koşu ve yürüyüş dallarında bir adet altın ve 8 adet de gümüş, bronz madalyalar kazandı. Eşim Dilek Hanım ve ben onunla gurur duyuyoruz.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Osman Göktan Röportajı

    Osman Göktan Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Osman Göktan röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Trabzon’dan İstanbul’a

    Spor hayatınız nasıl başladı?

    Çocukluktan başlarsak; 1934 yılında Trabzon’da doğdum.

    Ortaokulu bitirdikten sonra, o sıralar annem vefat etmişti. Ağabeyim de eşiyle İstanbul’da yaşıyordu. 1950 yazında iki, üç aylığına İstanbul’a onların yanına geldim. Geliş o geliş…

    Annem de olmadığı için ağabeyim beni bırakmadı, Vefa Lisesi’ne yazdırdı. Vefa Lisesi evimize çok ters bir yerdeydi. Okula yürüyerek gidip gelmek zorundaydım.

    Sonra Beyoğlu Anadolu Lisesi’ne geldim. Tünelspor diye bir takımı vardı. Önceleri mahalle arasında oynanan futbol, bu kulübe girmemle benim için profesyonelliğin ilk adımı oldu.

    Trabzon’dan bir de arkadaşım sonradan Beşiktaş’ın kaptanı olacak Nazmi Bilge vardı. Hepsinin arasından ikimiz sivrildik. Ben defans, o forvet oynardı.

    O sene Liseler arası İstanbul Şampiyonu olduk. Kuleli Askeri Lisesi’ni yendik.

    Kısa dönem Kasımpaşa takımından sonra Emniyetspor’a geçtim. İktisat Fakültesi’ne giderken de Emniyetspor’da oynuyordum. Antrenmanlar çok sıkı olmadığından üniversite eğitimimi çok kolay tamamladım. Tamamen müstakil bir kulüptü.

    Galatasaray Kulübü’nde santrafor oynayan Bülent Eken Beyoğluspor takımını yönetiyordu. Takım karşılaşma için Danimarka’ya gidiyordu.

    “Gelir misin?” diye sordular.

    Ben de “ Bülent Ağabey bıktım küçük takımlarda oynamaktan maçlar 8-7 bitiyor. Biraz da şansımı büyük kulüplerde deneyeceğim.” diye cevap verdim.

    Fazla ısrar etmedi. Ben Emniyetspor’da oynarken Fenerbahçe Spor Kulübü’nün doktoru rahmetli Reşat Dermanver’in muayenesi Beyoğlu’ndaydı. Sakatlandığımızda biz de ona giderdik. O da bana çok ısrar ediyordu. Beni illaki Fenerbahçe’ye almak istiyordu. Benim hayalimse zaten Fenerbahçe’ydi.

    Ve hayaliniz gerçekleşti…

    Kim istemez ki Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oynamayı…

    1958 senesi Naciler, Lefterler, Basriler, Canlar, Şükrüler eski ve oturaklı bir takımdı.

    “Tamam” dedik, gittik kulübe…

    Hiçbir şey konuşmadan “İmzala” dediler, imzaladık ne para ne pul hiçbir şey sormak yok. Yeter ki Fenerbahçe olsun.

    Öğrenciydim, ev de geçindirmiyordum. Paranın da pek önemi yoktu.

    Böylece 1958-59 sezonu Fenerbahçe’ye girdim. O sezon da çok iyi gidiyoruz. Bütün sezon her maçı da kazandık. Bayağı da iyi oynuyoruz. Öyle ki diğer takımlar bizden korkuyor ve “Fenerbahçe’den ilk 20 dakika gol yemezsek maçın berabere kalma ihtimali var.” derlerdi. % 90 da her maçı kazanırdık.

    Unutamadığınız maçlar hangileriydi o dönem?

    O sene, bir gruptan Galatasaray; bir gruptan da biz birinci çıktık. İlk maçta Metin Oktay’ın ağları yırtan o gol oldu ve maç 1-0 yenildik.

    Dolmabahçe’de oynuyoruz. Ağlar şimdi olsa yırtılmaz da işte o zamanlar sökmüyorlar bir sene asılı dururdu. Kar, yağmur, çamur çürümüş tabii…

    Neyse o bize büyük bir darbe oldu. “Biz bu maçı kazanacağız, nasıl kazanacağız” diye de konuşuyoruz.

    Bir maç Çarşamba diğeri ise pazardı. O maça çıktık. Çınar Oteli’inde kamptaydık. Ondan önce ben sağ bek oynuyordum. O maçta benim isteğimle santrhaf oynattı beni Fikret Kırcan ağabey. Molnar da antrenördü.

    Fikret Kırcan’a “Ağabey ben Metin’le oynayayım onun stilini çözdüm, ben varken nefes bile alamaz” dedim. O da kabul etti, o pazar günü ikinci maça çıktık.  Ve çok rahat bir şekilde bu final maçını aldık. 4-0 Galatasaray’ı yendik. Bu iki maçı asla unutamam.

    Bu arada Lefter gibi futbolun ordinaryüsü ile de oynama şansı elde ettiniz.

    Lefter bizim için o kadar önemliydi ki, Lefter’le maça çıktığımız zaman hiç korkmuyorduk. Tüm maçları alacağımızdan emindik.

    “Lefter ne yapar eder maçı aldırır” diye düşünürdük hep.

    “En azından bir gol atar” derdik.

    İşte Lefter bize böyle bir güven verirdi. Lefter başka bir futbolcuydu. Onunla oynama bahtiyarlığa da ulaştık. Nur içinde yatsın. Onun gibi bir futbolcu gelmedi sahalara…

    Bir de bir Lefter’le bir anınız varsa paylaşabilir misiniz bizlerle?

    Var tabii, olmaz mı?

    Bir sene Beşiktaş’la üç maç yapacaktık. Bir İstanbul, bir Ankara, bir de Adana. Özel bir turnuvaydı. İstanbul’da, Ankara’da yendik. Son maçımız da Adana. Çok sıcak bir mevsimdi.

    Lefter çok cinlikler yapar hepimizi güldürürdü. Otelde odada oturuyorum. Öyle yukarıda bavulların konulduğu bir yer vardı. Ben de o sırada yatağın üzerinde oturuyorum. “Tak” diye bir yumurta düştü yanıma, nereden geldi anlamadım, biraz sonra baktım bir tane daha düştü. Bir baktım Lefter valizlerin konduğu yere çıkmış oradan kafamıza pişmemiş yumurta atıyor. “Sen ne yapıyorsun?” dedim kaçtı odadan ben de bir yumurta aldım elime lobide dolaşıp onu arıyorum. Onu görünce attım kafasına yumurtayı, yumurta kafasından akıyor. Aman beni bir kovaladı, Adana’da 100 metre yarış olsa birinci olacağız yani. Öyle bir anımız vardı.

    Fenerbahçe’de kaç sene forma giydiniz?

    Zaman içinde Fenerbahçe’de demirbaş olduk. 10 sene oynadım. Ve 340 maça çıktım. O zamanlar defans oyuncularının santrayı geçmesi yasaktı, o nedenle gol sayım çok azdır.

    Antrenör bağırırdı. “Santrayı geçmeyeceksin” derdi.

    Ara sıra penaltı atardım. Beğenirlerdi. Ama asıl penaltıcı yine Lefter’di.

    Yalnız Ankara’da bir son şampiyonluk maçında Lefter yok muydu tam olarak hatırlamıyorum bir penaltı oldu, attım ve o maçla şampiyon olduk. Zaten şampiyonluğa gidiyorduk fakat o penaltıyla şampiyonlukta hisse sahibi olmuştum.

    Bu 10 sene içinde kaç defa şampiyonluk yaşadınız?

    5 şampiyonluk gördüm. Bunların hepsi de benim için ayrı bir önem taşır.

    Sizin döneminizde WM sistemi ile oynanırdı. Yani kalecilik dışında defansın her yerinde görev aldınız. Sizi zorlar mıydı?

    Ben her iki ayağımı da rahat kullanan bir oyuncu olduğum için bu beni hiç zorlamadı. Santrhaf, sağ bek, sol bek oynadım.

    Futbol oynarken mi evlendiniz?

    1962 yılında evlendim. Evli olunca takip altındaydınız. Hatta bazı maçları aldık mı hep beraber eğlenmeye gazinolara giderdik.

    Bir ağabeyimiz rahmetli Müslüm Bağcılar vardı “Fenerbahçe’de evliyim” diye bana takılırdı. Hepimizin hesabını da verir öyle giderdi.

    Çocuklarınızın sporu erken bırakmanızla ilgisi oldu mu?

    İki tane de evladım oldu.

    1967’de tamamen futbolu bıraktım. Evliydim. Deplasmanlara gidiyordum, artık çocuk olunca da ihmal etmek istemiyordum. Futbol hayatımı noktaladım.

    Fakat futbolu Fenerbahçe’de bırakmak benim için hep bir onur kaynağı oldu. Spor hayatım bittikten sonra bile adım her zaman “Fenerbahçeli Osman” oldu. Bunun da değeri para ile ölçülemez. 

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nde bir de yöneticilik geçmişiniz var, anlatabilir misiniz?

    Futbolu bıraktıktan on sene sonra yönetim kuruluna seçildik. Faruk Ilgaz başkandı. İki sene yöneticilik yaptık. O iki senede de bir şampiyonluk, bir ikincilik gördüm.

    Rahmetli Ahmet Erol vardı. Yönetimdeydi. İkimiz futbol takımına karışırdık. Ben sahaya çıkardım.

    7-8 sene sonra da Fenerbahçe Yüksek Divan Kurulu’na seçildim. Adnan Alptekin as başkandı. İki sene de öyle çalıştım. Orada da yine bir şampiyonluk, bir ikincilik gördüm. Şansımıza çok güzel geçti. 

    Teknik direktörlük yapmak istemediniz mi?

    Maalesef hayır, çünkü çocuklarım çok küçüktü. Çalışacağım yer de İstanbul dışı ve mutlaka bir Anadolu takımı olacaktı. Çocuklarımı da götürmek istemedim.

    Zaten çocuklar da çok iyi okudular. Oğlum, Alman Lisesi’ni bitirdi. İTÜ’de okudu, master yaptı. Futbolla da ilgisi olmadı. Benim için şartlar çok zordu. İstanbul’daki büyük takımlar ise hep yabancı hocalarla çalışıyordu. 

    Milli takımda kaç kez forma giydiniz?

    Milli takımda dokuz kez oynadım. O zamanlar milli maçlar o kadar çok oynanmıyordu.

    Bir de benim askerlik dönemimde Ordulararası şampiyonluğum var. Maçlar 1960 yılında Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel zamanında Ankara’da oynandı. O sırada Ankara’da Hollanda ile de bir milli maç oynadık. Ankara’da kampa girmiştik. Oradan da milli takımla Dünya Şampiyonası için Rusya, Norveç’e gidecektik. Bir taraftan da ordular arası dünya şampiyonası oynanıyor üç maçtı. Türkiye, Fransa, Hollanda, Belçika vardı. Dört takım finale kalanlar. Ankara’da ilk iki maçı ordu adına oynadım bu iki maçı kazanarak aslında Ordulararası şampiyonluğumuz belli olmuştu.

    Sonra ben A milli ye seçilince kamptan beni aldılar. Milli takımın kampına gideceğiz, askerim de…

    Almanya’da kamp yaptık, oradan Norveç’e geçtik, milli maç oynadık oradan Moskova’ya geçtik orada da Lenin Stadı’nda ikinci milli maçı oynadık Dünya Kupası için.

    Her şey bitince, Türkiye’ye döndük. Bir gün evimdeyken bir baktım kapı çaldı, askerlikten firarımı vermişler “Haber vermeden yurt dışına çıkmış.” dediler. Gittiğim takım milli takım “Orduya haber vermedi.” demişler. Ve mahkemeye verdiler. Sonra her şey açıklığa kavuştu. Bu da bir anıydı benim için.

    Deplasmanlarda genelde kimle aynı odayı paylaşırdınız?

    Mikro Mustafa ile aynı odayı paylaşırdık. Ben de o da çok uykucuyduk. Kafamızı vurduk mu uyurduk. O nedenle beraber kalırdık.

    1958-59’ da Mikro Mustafa, Özcan Erkoç, Yüksel Gündüz hep beraber aynı sene geldik. Takımda oynamaya başladık. Hepsini de çok severdim.

    Kulübümüzün bugünkü şartlarında oynamak ister miydiniz?

    Tabii ki, kim istemez ki?

    Şimdi kulübe baktığımda çok büyüdü. Fenerbahçe’de olmadı ama Emniyetspor’dayken formamı getiriyor, evde yıkatıyordum.

    Fenerbahçe’de o zaman böyle değildi tabii.

    Şimdi formalar havada kapışılıyor.

    Bizde bir forma vardı. “Terledim, bu formayı arada değişeyim” diye bir şey yoktu.

    O zaman bu kadar para da yoktu. Sahaya sezon başında çim ekerlerdi, sezon ortalarına doğru sahada çim falan kalmazdı, toprak sahada çamur içinde oynamak zorunda kalırdınız. Mukayese bile edilmez.

    Taraftara mesajınızı alabilir miyiz?

    Fenerbahçe taraftarını dünyaya değişmem. Kulübünü bu kadar seven taraftar görmedim. Taraftarımız hep takımını seviyor ve hep kazanmak istiyor. Ben seyircimizi çok seviyorum. Oynarken de bir problem yaşamadım. Zaten taraftarla problem varsa o takımda barınamazsınız.

    Maçlara gelebiliyor musunuz? 

    Maçlara geliyorum. Ve aynı heyecanla seyrediyorum.

    Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

    4 tane dünya tatlısı torunum var. Hepsi de dedeleri gibi Fenerbahçeli, bundan dolay çok büyük bir mutluluk duyuyorum.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Can Bartu Hazinesi

    Can Bartu Hazinesi

    Çok uzun zamandır bir “Can Bartu Kitabı” için çalışmaya çalışıyoruz fakat, gaile-i hayat, bihakkın bir proje için gereken zamanın ayrılması mümkün olmadı… Bununla beraber, bu müthiş ismin fotoğraf arşivi yani (tabiri caizse) “Can Bartu Hazinesi” için de bir şey düşünmek gerekiyordu.

    Sevgili eşi Güler Bartu Hanımefendinin teveccühü sayesinde tamamını dijital hale getirdiğimiz fotoğrafları Fenerbahçe ve Türk spor tarihi ile buluşturmak yerinde olacaktı. Merhum Can Bartu’nun ruhu şâd olsun. Saygıdeğer Güler Bartu’ya, kelimenin tam anlamıyla, sonsuz teşekkürlerimizle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Can Bartu: 1936’da İstanbul’da doğdu. Futbola Fenerbahçe’de başladı. 1961’de profesyonel kadroda iken, antrenör Szekely’nin aracılığıyla, İtalya’nın Lazio kulübüne gitti ve bu transferden Fenerbahçe Kulübü 17 bin dolar aldı. İtalya’da 6 yıl futbol oynayan Can, 1967’de tekrar Fenerbahçe’ye dönmüş ve 1970 Temmuz’unda futbolu bırakmıştır. Fenerbahçe’de 330 maç yapıp 162 gol atan Can, 28 kez yer aldığı ve 5 gol attığı milli takımın da 6 kez kaptanlığını yapmıştır. Basketbolda da millidir. (Rüştü Dağlaroğlu | 1907-1987 Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihi)


  • Eşref Aydın Röportajı

    Eşref Aydın Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Eşref Aydın röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yorulmaz Türk

    Fenerbahçe’de bir tarih yatıyor derken, büyük isimlerden birisi olarak sizinle röportaj yapabilme olanağı bulmak bizim için büyük şeref. Tam 70 sene Fenerbahçe’ye hizmet verdiniz. Ve hala hizmet vermeye devam ediyorsunuz. Kaç doğumlusunuz Eşref Bey? 

    13 Eylül 1919, Çorum doğumluyum. 

    Geçmişe yapacağımız bu uzun yolculuktan önce, nasıl Fenerbahçeli olduğunuzu öğrenebilir miyiz? 

    1927 yıllarıydı. Samsun’da ilkokulumu okuyorum. O zamanlar Samsun’da iki takım ön plandaydı. Biri Fenerbahçe diğeri ise Samsun İdmanyurdu. Biz Fenerbahçe’ye yakındık. Ben sarı laciverdi seviyordum. O yıllarda Fenerbahçe ve Galatasaray daha fazla revaçta idi, Beşiktaş fazla ön planda değildi.

    Spor hayatınız nasıl ve ne zaman başladı? 

    Benim spor hayatım 1935-1936 yıllarında başladı. İstanbul Erkek Lisesi’nde okuyordum. O yıllarda güreş yapardım, Kadırga’da da top oynardım.

    Atletizm yarışı vardı. Tesadüfen Cem Atabeyoğlu ile yarışları izliyorduk, birbirimize laf attık “Hadi pehlivan sen de gir bunların arasına” diye, girerdin girmezdin derken girdik, 3 turluk bir yarışmaydı, birinci tur ikinci tur derken, ben koştum ve farkla birinci oldum. Herkes ayağa kalktı. Bana gelip övgüler yağdırdılar; “Sen atlet olmuşsun” dediler. Atletizm ne demek daha onu bilmiyordum o zamanlar.

    “Neden bu kadar büyüttünüz?” diye sordum.

    “Yaa sen milli atleti de geçtin” dediler.

    Meğer orada milli bir atlet varmış. Onu da geçmişim.

    Federasyon başkanı İhsan İpekçi varmış o sırada orada. İhsan Bey “Burada bir çocuk var, kapın bunu” demiş.

    Sinemaya çok merakım vardı. Beyoğlu’na gider 8 saat film izlerdim. Galatasaray bana eğer onlar için yarışırsam bedava sinema kartı vereceklerini söylemişti. Çok sevinmiştim. Fakat kulübe girdiğimde; orada monşerler, Fransızca konuşmalar falan bana çok soğuk geldi. Kendimi uzayda gibi hissettim. Üç ay dayanabildim.

    Bu arada beden hocam rahmetli Neriman Tekil’le de gidip geliyoruz, Fenerbahçe’de atletti. O dönemler Fenerbahçe’nin forma ya da papuç bile alacak parası yok.

    1939’da Neriman Tekil beni aldı, Fenerbahçe Spor Kulübü’ne getirdi, “Aman burada bir yarış var, ona da katıl” dedi.

    “Ama ben atlet değilim, şaka olsun diye koştum” dedim.

    O da “Sen burada koşarsan kazak kazanırsın” dedi.

    O zamanlar da 2. Dünya Savaşı yeni başlamış, hiçbir şey bulunmuyor, yokluk var. Pencereler ve ışıklar kapalı oturuyoruz. Hava saldırısı endişesi var.

    Lise 1 talebesiyim. Yine birinci oldum, söz verdikleri kazağı verdiler bana. Çok mutlu olmuştum. Beyazıt’ta oturuyordum.

    Hocam yine beni aldı ve Taksim Stadı’na götürdü, orada da yarış vardı. O yarıştan sonra bir sene kayboldum ortalıktan, girmedim yarışlara. Hatta o gün, Taksim Stadı’nın önünde resim çektik, “Stat yıkılacak” demişti hocam.

    Daha hiçbir kulübe kayıtlı değildim. Şehirlerarası yarışlara İstanbul’u temsilen katılıyordum.

    1940’ta İstanbul kros yarışması oldu; 4-5 tane milli atlet vardı. Orada 3000 metrede birinci oldum. O zamana kadar koştuğum en uzun mesafe 3000 metre idi. Sonra beni antrenman pistine getirdiler. Devamlı antrenmanlardaydım. 5000 ve 10000 metrede de Türkiye şampiyonu oldum.

    1941’den itibaren iyice tanınmaya başladım atletizm camiasında. O sene de yine Büyük Atatürk Koşusu’na götürdüler. İstanbul’dan Ankara’ya gitmek çok zordu o zamanlar. Ankara’ya ikinci gidişim olacaktı, daha önce bir kere izci olarak gitmiştim. Param da yok o zamanlar, ancak yol parası veriyorlar. “Trene bineceksin” dediler. Orada kalma şansı da yoktu. Yani, akşam binip gideceksin, orada yarışacaksın, sonra da akşam treniyle geri döneceksin, tabii yataklı tren değil pulman koltukların üzerinde!

    Orada Türkiye şampiyonları, Balkan şampiyonları var. Onların arasında esamem okunmuyor haliyle henüz. Aralarına girdim.1941 Büyük Atatürk Koşusu’nu kazandım. Herkes şaşırdı! Artık ondan sonra bütün 3000 m., 5000 m. koşularını kazanıyor, Türkiye rekorları kırıyordum. 

    Fenerbahçe Spor Kulübü’ne resmi olarak ne zaman başladınız?

    Yıl 1943…  Liseyi bitirdiğimde o zaman Fenerbahçe’den atlet Melih Kotanca vardı. Fenerbahçe Kulübü Başkanı ise Şükrü Saracoğlu idi. Hacı Muhittin de büyük kâtipti.

    Bahçekapı’da onun bürosuna gittik. Artık lisans da çıkarabilirdim. “Gel bakalım Eşref Fenerbahçeliymişsin, artık okul bitti bu kadar zaman bekledik. Senin başını bağlayacağız, lisansını düzeltelim” dedi.

    “Tabii efendim” dedim. Ve ilk imzayı atışım orada oldu.

    1947’ye kadar da tüm Türkiye ve Balkan rekorlarını kırdım. Hem Fenerbahçe hem de milli takım için. Her hafta yarış vardı.

    O yıllarda atletizmde de Fenerbahçe – Galatasaray rekabeti çok revaçta mıydı?

    Tabii ki o zamanlar da oluyordu Fenerbahçe – Galatasaray arasındaki yarış.

    Galatasaraylı bir Balkan şampiyonu vardı, o hep 1500 m. koşularını kazanıyordu; ben de 5000 m.-10.000 m. metre yarışlarını kazanıyordum.

    Neriman Tekil’in ağabeyi Firuzan Tekil (Genel sekreter) çok hizmeti vardır. “Sen 1500 koş hepsini geçersin” derdi. Ben de “İsterseniz 400 m.’de de koşarım, peki” dedim. 1500 m.’de koştum ve kazandım. Daha sonra 1500 m., 800m. ve 400 m. koştum.

    1945’de Mısır’da 400 m’de birinci oldum milli takım adına… 

    Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü adına düzenlenen İnönü koşularında hep birincilikleriniz vardı. 

    İnönü Stadı’nda Cumhurbaşkanı kros birincilikleri yapılıyordu, 6 sene arka arkaya birinci olmuştum.

    947’de Dolmabahçe Stadı yapılıyordu. Daha stat bitmemiş, biz bir kenarda antrenman yapıyorduk.

    Bana, “İsmet İnönü gelecek bir eşofman al ve stada gel” dediler.

    “Peki” dedim.

    Gerçekten de İnönü hayatında hiçbir spor müsabakasına gitmemiş ve hiçbir sporcuya da ödül vermemişti. Bir tek at yarışlarına gidermiş.

    1936 Olimpiyatları’nda ben güreş yapıyordum, arkadaşım, Hitler’in zamanında olimpiyat şampiyonu olmuştu.

    Mustafa Kemal Atatürk çağırmış ve O’na ev hediye etmişti; fakat İnönü 1948 olimpiyatlarıyla hiç ilgilenmemişti. Dolmabahçe Stadı’na o gün antrenman sırasında ilk defa İnönü de gelecek dediklerinde şaşırmıştım; elim ayağım titriyordu.

    Yanına gidilmiyor tabii.

    “Bekle burada” dediler bana ve sonra alıp beni İnönü’ye götürdüler.

    Aklımda kalan tek şey; “Evladım, talim mi yapıyorsun?” diye sormasıydı.

    “İşte paşam, sizin adınıza yapılan koşuları 6 senedir arka arkaya kazanan sporcumuz bu” dediler.

    Bana mükâfatlar verdi. Hediye edilen Zenith marka kol saatime herkes merakla bakıyordu o zamanlar. İnönü ile tanışmak ve konuşmak da nasip oldu bana ne mutlu ki… 

    Ve yıl 1947. 4 Temmuz Normandiya Çıkartması adına düzenlenen Enternasyonal Amerika Şampiyonasına gidişiniz… 

    1945’de Balkan rekorunu kırmıştım.

    1944’de olan “Normandiya Çıkarması” adına Amerika’da 1947’de, yani 3 sene sonra bir atletizm şampiyonası yapıldı. Ön elemeler için Balkanlardan iki kişi çağırdılar. Bizden de olimpiyat üçüncüsü Ruhi Sarıalp vardı. Son seçmelerde Ruhi 3. oldu, ben 1. oldum ve Amerika’ya beni gönderdiler.

    Amerika yolculuğumuz o kadar kolay olmadı. Uçak bekliyoruz gelmedi. Meğer uçak düşmüş ve herkes ölmüş. Uçuşumuz bir hafta sonraya kaldı. O zamanlar haftada bir uçak kalkıyordu. 30 kişilik pırpır uçaklar. Dura kalka gidiyoruz.

    Londra’ya gittiğimizde hayretler içindeydik savaş sonrası her taraf bombalanmış halde, duvarların yarısı var yarısı yok, inanılmazdı. Banklar vardı, oturduk, bekledik. Benzin ala ala devam ediyorduk.

    1945’de Atina’ya, Mısır’a gittiğimizde de aynı savaş izleri öyleydi. Ve 48 saatlik bir zorlu bir yolculuk sürecinden sonra Amerika’ya geldik.

    Oradan yarışmaların yapılacağı Nebraska’ya geçtik. Bizi çiçeklerle karşıladılar. Çelenkler taktılar. Türkiye’den geldi diye şehirde açık arabayla dolaştırdılar. Türkiye’yi bilen yok. Teksas’ın doğusunda mı güneyinde mi diye soruyorlar. Otele yerleştik. Hava 50 dereceydi; klimayı varlığından bile haberim yok. Hasta oldum, yemeklerini de yiyemiyordum. Lisanım yoktu. Çok zorlandım. Dünyanın her tarafından gelmiş atletler vardı. 10.000 metrede koşacaktım fakat rakibim yoktu. Bununla birlikte diğer derecelerde çok iyi atletler vardı. 5000 metre koştum.3. oldum.  

    Amerika’da kalmanızı teklif ettiler mi?

    Yarış bitti, tam döneceğim sırada Amerika’da okuyan bir Türk talebe yanıma geldi. Beni valiye sonra da yarışmayı düzenleyen Nebraska Üniversitesi’nin rektörüne götürdü. 

    Rektörün yanına çıktığımda Türkiye’de ne yaptığımı sordu. Sporumun dışında hukuk öğrenimi sürdürdüğümü ve Haydarpaşa Lisesi’nde beden eğitimi öğretmenliği yaptığımı söyledim.

    Ne kadar kazandığımı sordu, “100 lira alıyorum” dedim.

    Ertesi gün de döneceğimi belirttim Tam kapıdan çıkıyoruz, oturma iznimi verdiler, talebe kaydımı yaptılar.150 dolar teklif ettiler ve onların ülkesinde Nebraska eyaletini temsil etmemi istediler.

    Peki, Fenerbahçe Spor Kulübümüz kalmanıza izin verdi mi?

    O yıllarda bir sporcunun Türkiye’den Amerika’ya gitmesi kulüplerin maddi imkânsızlıkları nedeniyle çok zordu. Milli takımdan Fenerbahçeli bir atlet olarak Amerika’da yarışı kazanmak büyük bir prestijdi. Yer yerinden oynuyordu.

    Daha önce bir boksör arkadaş Amerika’ya gitti, geldiğinde statta yürütmüşlerdi, Amerika’ya gidip gelen birini görsünler diye. Öyle bir zamanda federasyondaki Galatasaraylı üyeler gazetelere düştü; para vardı, yoktu diye.

    O yıllarda Saracoğlu başkanımızdı. Bizim Fenerbahçe yönetim kurulu bastırdı ve her şey tamamlandı. Galatasaraylılar engel olmaya çalıştı ama en sonunda federasyon Fenerbahçe’ye “Paranın yarısını verin gönderelim” dedi.

    Federasyonda Galatasaraylılar çoğunluktaydı. Olimpiyat komitesi başkanı da Galatasaraylıydı. 300 Lira tutuyordu; gidişimin yarısını kulübüm karşıladı ve öyle gönderdiler. Amerika benden kalmamı istediğinde işin federasyon tarafını hiç düşünmedim. Ama Fenerbahçe’ye minnet borçluydum. Oradan bir mektup yazdım. Mektubumda bana orada sundukları tüm eğitim olanaklarından bahsettim. Ayrıca eğitimimi Amerika’da tamamlayıp Fenerbahçe’ye daha iyi hizmet edebileceğimi düşünüyordum; “Onay verirseniz kalacağım, isterseniz de arkama bakmadan dönüp geleceğim” dedim. O mektup gazetelerde çıkmış hatta mektubumun basıldığı gazeteyi bana gönderdiler. Amerika’da kalmam için kulübüm izin verdi, federasyon da istemeye istemeye kabul etti.

    5 sene Amerika’da kaldım. Orada evlendim.1947-1952 yılları arasında orada eğitimimin yanı sıra tabii ki atletizm de yaptım. Yarışmalara katıldım.

    1948’de bir akşam “Olimpiyat ön seçmelerine gidiyorsun” dediler. Okul kapanmak üzereydi, apar topar gittim.

    Kaydım yapıldı, tam başlamadan evvel “Nasıl bir yarış bu?” diye sordum. “Milli takımın olimpiyat seçmesi kazanan ilk üç kampa girecek ve 1948 olimpiyatlarına Londra’ya gidecek orada Amerika’yı milli oyuncu olarak temsil edecek” dediler.

    Şok oldum ve “Ben Türk vatandaşıyım” dedim.

    “O önemli değil, seni Amerikan vatandaşı yaparlar” dediler.

    Benim elim ayağım titredi, 5000 m. koşu için çağırmışlardı. Öylece hayalet gibi duruyorum, lisan da fazla bilmiyorum. Ben bir tur gittim, sonra yarışı bıraktım. Kafam hala ordaydı. Amerikan vatandaşı olarak Londra’ya gideceğim ve olimpiyatlarda Amerika’yı temsil edeceğim. Bu mümkün değildi.

    Tüm hayalim Türk bayrağı altında yarışmak ve başarılı bir Türk sporcusu olmaktı. Bana öl deseler ölürüm bayrağım için, o kafa yapısındaki insan kalkıp da orada Amerikan bayrağı altında yarışabilir mi, bıraktım her şeyi…

    “Çok hastalandım, kramp girdi.” dedim ve oradan kaçtım. 

    Ve Türkiye’ye dönüşünüz… 

    Nebraska sonrası bir süre New York’ta kaldım. Bir çocuk sahibi oldum. Eşim benimle birlikte Türkiye’ye dönmedi. Annem rahatsızdı dönmek zorundaydım.

    Geri geldiğimde artık yarışları bırakmıştım. Önce federasyona bağlı atletizm ajanlığına getirildim. Her gün sahalara gidiyordum. Atletizm eskiden futboldan bile önemliydi. At başı gidiyordu, en iyi atletleri toplamaya çalışırdım. Okulların levhalarına yazı yazardım. Stada toplardım onları 300-600  kişi vardı Kuleli Askeri Lisesi’nden, Deniz Lisesi’nden tüm okullardan gelirlerdi. Hepsinin hayali kazanayım da Fenerbahçe- Galatasaray maçını izleyeyim. Mükafat koymazsanız gelmezlerdi.

    1952-1956 Amerika Milli Takımını olimpiyatlardan evvel bir kuruş parasız Türkiye’ye getirdim. Bunu federasyondaki görevim icabı değil, ajan olarak düzenledim. Onları Dolmabahçe Stadı’nda yarıştırdım. Yunanistan’a da gidiyorlardı, buraya da gelsinler diye düşünmüştüm. Olimpiyatlardan evvel onları buraya getirmek ve yarıştırmak büyük bir şeydi. Oradan oyuncu da çıkardım.

    Sonra Atletizm Şube Başkanlığına getirildim. Bu arada Fenerbahçe üyesi olduğumdan kulüple bağlantımı koparmamıştım. Artık her gün kulüpteydim. 

    Şu an atletizmi Türkiye’de ne düzeyde görüyorsunuz?

    Üzülüyorum bugünkü şartlarda Türkiye’nin atletizmde gelişmesi mümkün değil.

    Atletizm ajanlığı yaptım, 6 ayda milli atletizm takımı çıkardım, yetiştirdim.

    Amerika’dan geldiğim seneler kimse anlayamadı beni; şaşırdılar, engellemeye çalışanlar bile çıktı. Hala yanlış işler yapılıyor. O yıllarda atletizm bana bırakılsaydı bugün Türkiye atletizmde çok farklı ve iyi bir yerde olabilirdi. Kısmet, bırakmadılar işte, ben de futbola döndüm.

    Hizmet verdiğim 70 sene içerisinde Fenerbahçe’nin 10 tane şampiyonluğu varsa ne mutlu ki 9’unda benim de adım vardır. 

    Bir anda kendinizi futbolun içinde buldunuz…

    Atletizm şube başkanlığı yaparken her gün Fenerbahçe sahalarındaydım. Futbol maçları da oluyordu, yakından ilgileniyordum.

    Fenerbahçe kongreleri oluyordu, kulisler yapılıyordu. Kongre üyesiydim, faaliyetler, seçimler başladı. Sokak kongreleri yapıldı, futbol takımının çalışmalarını da izliyordum,

    Amerika’dayken ilk iki sene spor tahsili yapmıştım. İki senenin sonunda ekonomi ve işletme tahsili almaya başladım. Türkiye’ye döndüğümde de sporun tüm şubelerini takip ediyordum özellikle de futbolu. Çalışmalara, antrenmanlara bakıyordum, yeniliklerden doğal olarak haberleri yoktu. Ben de Amerika’ya gittiğimde hiçbir şey bilmiyordum. Dönüp baktığımda yanlış işler yapıldığını gördüm. Ve başladım futbol kitaplarını alıp tercüme etmeye.

    O yıllarda orada koşuma engel olmasın, şişkinlik yapmasın diye su içmiyordum. “Aman tuz koymayalım” diyordum. Bana orada her gün hap veriyorlardı meğer tuz hapıymış. Bu en basitiydi. Burada bir sürü yanlış bilgiyle yetişmişiz.

    Sonrasında kulis faaliyetleri arasında öyle bir noktaya geldik ki 1960-61 yıllarında takımın başında Macar antrenör Lazslo Szekelly vardı. Takımda Canlar, Lefterler, Fikretler var. Yönetimimizde ise başkanımız H. Kamil Sporel, yönetim kurulunda Zeki Rıza Sporel, İsmet Uluğ, Niyazi Sel, Müzdat Yetkiner var. Herkes konuşuyor, üzülüyor.

    8 maçta galibiyet yok. Ligin ilk yarı sonunda bir de Galatasaray maçımızda 5-1’lik bir yenilgi var, diyorlar ki “Bu Galatasaray mağlubiyetinden sonra bizim bu kulüpte yöneticilik yapmamız haramdır.”

    Toplanıp karar veriyorlar kongre yapılacak. Aldığım eğitim sonucu bir futbolcunun en az 5000 metre koşacak nefese sahip olması gerektiğini, dünyanın değiştiğini, yeni kuralları anlatıyorum. “Çalışalım, geçelim ve şapkayı gösterelim onlara” diyordum. Yönetim kurulu karar verdi ve futbol şubesinin sorumluluğunu bana verdiler. “Al sen çalıştır.” dediler. 

    Yıl 1960-61 ve futbol şubesi sorumluluğuna getirildiniz… 

    Sorumluluğumun ilk günü sabah tüm futbol grubunu çağırdık. Herkes merak ediyor.

    O zamanlar takım kaptanı Şeref Has. Bir konuşma yapıp futbolun tüm dünyada değiştiğini, farklı yeni yöntemler olduğunu ve futbolun artık sadece top oynamak olmadığını bir de topsuz oynamak gerektiğini anlattım. Topladım herkesi koşturuyorum, ağırlık çalışmaları yaptırıyordum.

    Yazılı basın geldi. Onlar da ne yapacağımı merak ediyorlar. Bana sorular sormaya başladılar. Düşündüm, futbolcuların koşusunun zayıf olduğunu söylesem ertesi gün basında alay edecekler. Ben de fizik kondisyonundan bahsettim ve bundan sonra takımın fizik kondisyonu ile uğraşacağımı söyledim. Hatta bunları İngilizce ile karışık söyledim. Takımın kondisyonu ne demek diye soramadılar bile, öylece yazdılar söylediklerimi. (Gülüyor) 

    Daha önceki antrenman sistemi nasıldı? 

    Önceleri haftada iki gün salı-perşembe antrenman yapıyorlardı. Hafta sonu da maça geliyorlardı. Diğer günler boş günleriydi.

    Benimle birlikte haftada iki gün futbol diğer günler ise koşu ve kondisyon çalışmalarına başladılar. Ve böylelikle haftada yedi gün çalışmaya başladılar.

    Peki ya oyuncuların bu disiplinli ve yoğun tempoya alışmaları kolay oldu mu? 

    Tabii pek kolay olmadı. Hiç unutmam ikinci hafta oldu. Can Bartu askerden geldi. Ve antrenmana girdi. O aralar hepsi alışmıştı su ısıtılıyor, kazanlar ısıtılıyor ama yetişmiyor, yıkanamıyoruz bahaneleri. Mangalda su ısıttırıyorum, tenekedeki sularla yıkanıyorlar. 

    Bir gün yine Can Bartu’yu koşturuyorum 30 metre geride kalıyor. Genelde kolalı gömlek giyerdim o günde tesadüf üzerimde kolalı gömlek çekmişim, altımda da eşofman ama ben de onlarla beraber koşuyorum.

    Can’ın yanına gidip “Hasta mısın Can, sen hep geride kalıyorsun” dedim.

    “Niye bu kadar koşuyoruz Eşref Ağabey biz atlet miyiz, futbolcu muyuz? Sahada koşacak mıyız yoksa futbol mu oynayacağız?” dedi.

    Ben de “Bak oğlum, ünlü Amerikalı artist Marlyn Monroe var ve her sabah kondisyonunu muhafaza etmek için 3 km koşuyormuş, ben de sizinle beraber koşuyorum, bakın şu kolalı gömleğime terlemedim bile. Siz 90 dakika futbol oynayacaksınız, 90 dakika koşmadan mı futbol oynayacaksınız, artık koşmadan futbol yok, dünyada önde olacaksınız, daha yeni başlıyoruz” dedim.

    Bu kondisyon çalışmaları Türkiye’de ilk Fenerbahçe’de başladı. Sonrasında bir konuşma daha yaptım ve kızarak, “Can, koşamıyorsan çık arkadaşlarının arasından” dedim. Ve takımdan çıkardım onu, arkasından da “başka koşamayacak var mı ?” dedim. Baktım kimseden ses yok, biz antrenmana devam ettik bir süre sonra Can da bize katıldı.

    Ve ikinci devre ilk maçımız Kasımpaşa ile. Onları 3-0 yendik. Arkasından Altınordu, Göztepe 4-0, 3-0 sonuçlarla hepsini ezdik, geçtik. Avrupa çapında takımlardı onlar. Sonra da Beşiktaş, Galatasaray’ı süpürdük geçtik.

    Takım kazanmaya başlayınca Macar antrenörü de geri getirdiler. Birlikte çalışmaya başladık. O sene liglerdeki ilk şampiyonluğumuzdu (1960-1961). Ertesi sene Miroslav Kokotovic (1962-1964) vardı, ben çalışmayı bırakmıştım ama mağlup olunca o kaçtı ve yine beni getirdiler takımın başına. Ve o sene de beni yönetime aldılar, futbol takımımın sorumlusu olarak göreve başladım. Başkanımız İsmet Uluğ ile birlikte çalıştık.

    Yıl 1964-65 Antrenör İngiliz Oscar Hold. Yine tüm görevi beraber üstleniyorduk, benim Amerika’dan getirdiğim kronometrem vardı, onunla futbolcuları çalıştırıyorduk. Hiç unutmam; çocuklar onları koşturmayalım diye kronometreyi yok ettiler.

    Çok zor geliyordu koşmak. Aralarında bir futbolcuyu yok etmek istiyorlarsa 10 metre uzağa top atıyorlardı ki koşsun yorulsun yorulunca da bir daha oynayamasın. 

    Fenerbahçe Müzemize her geçen gün yeni bir kupa, yeni bir madalya ekleniyor. Siz Eski Sporcular Derneği Başkanımız olarak eski sporcularımıza neler öneriyorsunuz? 

    Fenerbahçe’nin büyük bir mazisi ve tarihi var. Tüm eski sporcularımızın ellerinde bulunan madalya, kupa, resim ve evraklarının müze kurulumuza iletilmesi gelecek nesillerimiz açısından çok önemlidir.

    Ailenize bırakacağınız bu objeleri sadece aileniz ve çevreniz görür; fakat müzemize devredilen bu mirası milyonlarca Fenerbahçeli müzeyi her ziyaret ettiğinde görebilir. Müze Fenerbahçe’nin tarih kitabıdır.

    1940 yıllarında kazandığım madalyaları İstanbul Erkek Lisesi’ne götürdüler. Normandiya çıkartması madalyası çok az insanda vardır. Ama bu madalyada asıl hak sahibi Fenerbahçe Spor Kulübü’dür. O Fenerbahçe’ye aittir.

    Bütün yarışlarda madalya veriyorlar ama bu madalyanın özelliği bir kereye mahsus olarak verilmesiydi.

    Bunun dışında Kral Faruk’tan aldığım madalyalar ve diğerleri hepsi şu an müzede sergilenmektedir. Bilhassa onu ve diğer madalyalarımı kulübüme verdim.

    Gördüğünüz gibi evde hiçbir şey kalmadı. Müzede muhafaza ediliyorlar. Bu da benim için ayrı bir onur ve gurur kaynağıdır.

    En beğendiğiniz futbolcular kimlerdi? 

    Ogün Altıparmak, Lefter ve Can Bartu’yu çok beğenirdim.

    Bir iki kaptan sayarsam bunun birisi Can Bartu’dur. Çünkü Can Bartu’yu futbolculuğunun dışında kaptan olarak da çok beğenirdim. Nedeni ise: O hem takıma hâkimdir hem de yurt dışında da futbol oynadığından deneyimli ve yeteneklidir. Hatta basında da çok sevilen bir insandı. Fenerbahçe’den gitmesini çok istemişlerdi. Ben karşı çıktım. 

    Nasıl karşı çıktınız, neler yaşandı? 

    Can Bartu hala bilmez ne olduğunu, o sene Can takım kaptanı ve Can’ın transfer senesiydi. Transferde komite başkanıyım, tek tek çağırıyoruz, konuşuyorum yönetim de karar veriyor. Yalnız bu toplantıdan evvel yönetimde olan Suphi Ergül, Necmi Kurtuluş, Sadun Erdemir, Kemal And benimle bir yemek yemek istediler.

    Caddebostan Yelken Kulübü’nde bir öğlen yemeği yedik. “Kadıköy grubu olarak bir toplantı yaptık, Can Bartu’nun satılmasını istiyoruz” dediler. Tabii benimle de ters düşmek istemiyorlar. Kadıköy Grup Başkanı Semih Bayülken “Eşref’le konuşun ikna edin Can Galatasaray’a gitsin ve Fenerbahçe’den uzak kalsın, ilerde bu bize sorun olacak, Can ne isterse istesin satın” demişler. Bana böyle anlattılar.

    Onlara Can’a ihtiyacımız olduğunu söyledim. Fakat başka çare olmadığını söylediler. Güldüm, antrenman sonrası Can’a “Sen Sirkeci’ye iş yerime gelebilir misin?” dedim.

    Ertesi günü Can geldi. “Gel dediniz geldim, ben ilk defa bir yöneticinin işyerine geliyorum” dedi.

    “Can senden bir şey isteyeceğim, öbür gün transfer için sizleri çağıracağız, kaç lira düşünüyorsun diye soracağız, sen kaç düşünüyorsun” dedim.

    “Öbür oyunculara 70-80 bin dediniz, herhalde bana daha fazla verirsiniz” dedi.

    “Bak sen geleceksin, ben para falan istemiyorum diyeceksin, ben Fenerbahçe’de bu kadar oynamışım seneye jübilemi yapıp futbolla ilişkimi Fenerbahçe’de bitireceğim diyeceksin” dedim.

    “Tamam, Eşref Ağabey sen öyle istiyorsan öyle derim” dedi.

    “Bana bırak” dedim.

    Ertesi gün yönetim kurulunda Rüştü Dağlaroğlu da var. Selim Soydan geldi. Şükrü Birant geldi. Ve sonra sıra Can’a geldi. Faruk Ilgaz’ın yanında oturuyorum.

    Önce ben konuşuyorum; Can’a “Bizim kafamızda var bir rakam ama herkesin fikri olsun senin kafanda ne var” dedim.

    “Ben para istemiyorum” diyerek aynen benim kendisine dediklerimi tekrarladı.

    “Tamam git” dedim, gönderdim.

    Herkes söyleniyor. “Can kalıyor çünkü hiçbir şey istemeyen adamı ben satamam” dedim.

    Dedim demesine ama yüz bini de sonradan Can’a verdim tabii. Sonra bütün mesele anlaşıldı. Semih Bayülken ile Muhittin Burgulu ilk seçimde beni sildiler. Ama o sene Can’ın sayesinde 8 puan önde şampiyon olduk. 

    Fenerbahçe’de oynayan her futbolcunun duruşu davranışları bir Fenerbahçeli gibi olmalıydı. Bunun bilinciyle, onları çalışma saatleri dışında da gözlemliyordunuz… 

    Geceleri bile futbolcuların evlerini dolaşırdım. Selim’in evine gittim. Eşi Hülya Koçyiğit çıktı, evlenmişlerdi. “Hemen Selim nerede” derdim. Hülya çok hanımefendi bir insandı; çaylar, kahveler, ikramlar.

    Hepsinin evine gidiyordum, Yılmaz Şen, Yaşar Mumcuoğlu…

    Oyuncuların özel sorunlarını da paylaşıyordunuz… 

    Tabii ki, hepsiyle ayrı ayrı ilgilenirdim.

    Kaleci Datcu vardı, bir gün kampa geldi.

    Selim Soydan dedi ki “Datcu ile konuş, morali çok bozuk.”

    “Hayrola” dedim.

    “Yok bir şey, eşimi düşünüyorum, ev sorunu hala çözülmedi” dedi.

    Ertesi gün de maçımız var. “Sen yarınki maçı düşün.” dedim.

    Pazartesi sabahı kulübe saat 10.00’da geldim. Yönetime durumu anlattım.

    “Otelde kalıyorlarmış, perişan durumdalar” dedim.

    “Hayır, evde kalıyorlar” dediler.

    Reşat Dermanver’e “Sen evi biliyorsan, beni götür” dedim.

    Beraberce gittik,  kapıyı başka insanlar açtı. Datcu haklıydı, evi başkasına vermişler. Dönüp sorunu anlattım.

    “Size yarına kadar, tam 24 saat müsaade; yoksa 25. saatte bu kulüpten içeri giremeyeceksiniz” dedim.

    O sorun da öyle çözümlenmişti. 

    5 kupayı aldığımız sene (1968), Ogün Altıparmak geldi

    “Ağabey benim bonservisimi ver, Amerika’ya gideceğim, beni istiyorlar” dedi.

    “Peki, oğlum, yalnız bir şartım var; sana ihtiyacım olursa isteyeceğim ve hemen geleceksin” dedim ve gitti.

    Bize Manchester çıktı. Ogün’ün adresini aldım. Gündeme sundum Ogün’ün çağrılması için. O toplantıda “Manchester’ı mı eleyeceğiz, Ogün’ü çağırmak çok para, boş ver” dediler.

    Ben ısrar etmedim, ama kafama da takıldı, uyuyamadım. Suat Belgin vardı, Büyük Fikret kaza geçirdiği için adresi ondan istedim.

    Ogün’e “Acele çarşamba burada ol, yönetim kurulu parayı çok buldu ama ben bu parayı öderim” dedim. Ve Ogün geldi.

    “Sen nerden çıktın?” demiş herkes.

    “Eşref Ağabey çağırdı” demiş.

    Benim için “Zengin adam, savuruyor” demişler.

    “Doğru kampa git” dedim.

    Ignace Molnar antrenördü. Ona Ogün’ü takıma koy, forvet oynatacağız dedim.

    O maçta bir golü Ogün attı ve maçı 2-1 kazandık. Ogün Amerika’ya bir daha dönmedi, burada kaldı ve hayatı değişti.  

    Amerika’da üniversitede spor, ekonomi ve işletme eğitimi aldınız. Fakat ekonomi eğitiminizde bir ders yüzünden diplomanızı alamadınız. Ve hata olduğu anlaşıldığından diplomanızı 50 sene sonra torununuzla birlikte aldınız… 

    Evet, 50 sene sonra torunum Nate ile beraber gittiğimizde diplomamı verdiler. Torunum Nate de Nebraska Üniversitesi’nde şampiyon bir atlet olarak okuyup, koşmaktaydı.

    Amerika’da iki diploma almam lazımdı. Birini eksik kredim olduğu zannedildiği için vermediler; hâlbuki yokmuş, bir hata olmuş. Durumu tekrar açıkladım kendilerine; bir ders varmış borçlu hukuk dersi, Amerikan hukuku ile ilgili olarak gerekmeyecek diye almamıştım. 50 sene sonra kabul ettiler ve ben de 50 yıllık küçük bir gecikmeyle diplomamı 18 Aralık 1998’de Nebraska Üniversitesi okul yönetiminin düzenlediği özel bir mezuniyet töreniyle aldım. 

    Yaptığım araştırma sonucu 1958 yılında verdiğiniz bir demeçte Fenerbahçe Stadı’nın 100.000 kişilik olması gerektiğini söylemiştiniz. Hâlbuki söylediğiniz yıllarda stat 7.000 kişilik olup 3000-4000 kişilik kapalı tribünü vardı. 100.000 o yıllar için çok iddialı bir sayıydı…

    O zamanlar 3000-4000 kişilik kapalı tribün vardı. Fenerbahçe’nin 100.000 kişilik stada ihtiyacı olduğu o zamanlardan görünüyordu.

    Maçlardan bir gün önce geceleri uyanır bakardım yağmur var mı diye panik yapardım. Prim ödeyeceğiz, kulübe kazanç sağlayacağız ancak böyle ayakta duruyorduk. 50 sene evvel o zaman ki gazete kupürlerinde vardır doğru.

    Taraftarlara mesajınızı alabilir miyiz? 

    70 seneye yakın sporun içindeyim, taraftarlarla da iç içeyim. O günden bugüne kadar taraftarla yakından ilgileniyorum.

    Bir kere şunu söyleyeyim; Fenerbahçe sevgisi o zaman 10 ise şimdi 100! Çok büyük saygı duyuyorum, onur duyuyorum, gururlanıyorum, iftihar ediyorum.

    Biz bu hizmeti yaparken her zaman isterdik ki Fenerbahçe’yi sevsinler, müsabakalara gelsinler, Fenerbahçe’yi alkışlasınlar, amacımız buydu. Şampiyon olalım onları mutlu edelim ve onların mutluluklarından mutluluk duyalım ama bugün çok olumlu ve çok büyük değişiklikler var.

    Ben iki sene evvel bir maç öncesi Kalamış’ta bir restoranda var, oraya gittim. Orada gördüm aynı heyecanı. Amerika’da taa o yıllarda maçlardan evvel aynı bu coşku olurdu. Hatırlıyorum 5 kupayı aldığımızda bir merasim yapmıştık. İlk defa yapılıyordu, basından Erdoğan Arıpınar kutlama organizasyonu teklifiyle Başkanımız Faruk Ilgaz’a gittiğinde Başkan “Böyle bir büyük organizasyon yaparsak camia iyi karşılamaz” demişti. Ve konuyu bana yönlendirdi. Organizasyon gerçekleştiğinde Fenerbahçe camiası Başkan Faruk Ilgaz’ a “Bu kadar sene şampiyon olduk, böyle merasim yapmadık.” demişlerdi. Ben bunu Amerika’da gördüğümden yaptım.

    Bir de kötü söz ve hakaretlere karşıyım o da kaldırılmalı. 1980’e kadar böyle bir şey yoktu taraftar yapmadı bunu. Bu sözlerim tüm Türk futbolu adına.

    Çocukluğumuzda kafamızı havaya diker dört genç havaya bakardık, gelen bakar, giden bakardı. Galata Köprüsü’nde bir yere baktı mı herkes bakıyor birisi bir şey yaptı mı herkes yapıyor. Bu yöneticiler topluluğu bu tarafa bak diyecek bunu toparlamak yine yöneticilere düşer.

    Sibel Kurt – Eşref Aydın Röportajı – Fenerbahçe Resmî Dergisi

  • Cemil Turan Röportajı

    Cemil Turan Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Cemil Turan röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Son Kral

    Biz aramızda her zaman “Fenerbahçeli olunmaz, Fenerbahçeli doğulur,” deriz. Siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Cemil Bey?

    1947 Sarıyer – Kavak doğumlu olmama rağmen, Trabzonlu bir aileden gelmekteyim. Ailemde kimsenin futbola ilgisi yoktu.

    Futbolla ilgili çocukluğumda ilk duyduğum isim Lefter Ağabey oldu. Hoş bugün de iddia ediyorum ki; Türkiye’de gelmiş geçmiş en büyük futbolcu Lefter’dir.

    Lefter Ağabey sayesinde Fenerbahçeli ve ona olan hayranlığımla da futbolcu oldum. Çünkü çocuklar büyürken ne kapıyorlarsa öyle gidiyor. Sözün özü Fenerbahçeli doğdum, Fenerbahçeli olarak da öleceğim.

    Spor hayatınız profesyonel olarak nasıl başladı?

    Futbola Rumeli Kavağı’nda başladım. Sarıyer’in futbolcu seçmelerine katılarak bu takıma geçtim. Aynı zamanda Genç Milli Takım’da da oynuyordum.

    1968 yılında İstanbulspor’a transfer oldum.

    Aslında az daha Galatasaraylı oluyordum. Metin Oktay, 1968 Haziran’ında beni kaçırmış ve Çeşme’ye götürmüştü. Ama benim “Baba” diye sevdiğim ve saydığım Sarıyer Başkanı rahmetli Selahattin Yarar’ın da İstanbulspor’a verdiği sözden çıkması olanaksızdı.

    Çok sevdiğim ve benim için bir efsane olan Metin Oktay Ağabey’in İzmir’e Galatasaray idarecisi Turgan Ece Ağabeyimi karşılamaya gitmesinden yararlanarak şort ve ayağımda tokyolar olduğu halde tüm eşyalarımı Çeşme’de bırakarak taksiyle İstanbul’a kaçtım. Selahattin Ağabeyim de beni İstanbulspor’a vererek sözünü tutmuş oldu.

    4 yıl sonra da 1972 yılında hayalimdeki takıma Fenerbahçe’ye geldim.

    İstanbulspor’da oynarken Fenerbahçe takımı ile karşılamalarınızdaki duygularınız nasıldı?

    Genç yaşımda Fenerbahçeli olsam da İstanbulspor’dayken 1’inci ligde Fenerbahçe’ye karşı top oynarken Fenerbahçe’ye gol attım. O benim sorumluluğumdu. Ama şöyle de bir şey var ki yine İstanbulspor’da oynarken Fenerbahçe ile yaptığımız maçlar dışında tüm Fenerbahçe maçlarına gidip, Fenerbahçe kötü oynadığında ya da kötü duruma düştüğü zaman ağlayarak maçları seyreden bir kişiydim. Ben böyle bir Fenerbahçeliyim.

    Yıl 1977 Türkiye’de yılın sporcusu seçildiniz. Fenerbahçe’de 3 lig, 1 Türkiye Kupası, Cumhurbaşkanlığı Kupası ve söz edeceğimiz kupalar kazandınız. 1973-1974 (14 gol), 1975-1976 (17 gol) ve 1977-1978’de (17 gol) ile 3 kez de gol krallığınız var. Evet, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük futbolcularından biri olan siz, bu transferle koyu bir taraftar olduğunuz Fenerbahçe Kulübü’ne adım attınız. Çok ilginçtir ki 8 sene içinde bir kez sarı kart sahibi oldunuz. Herhangi bir maçta hakemden “Çık dışarı!”sözünü duymadınız. Sinir denilen şey yok gibi… Ya da buna irade veya ileri derecede sorumluluk duygusu diyebilir miyiz, Neden?

    Aslında sinirli bir yapıya sahibim çünkü Trabzonluyum. Futbolu çok sevdiğim için futboldan kopmak istemediğim için hep sabrederdim. Bir hafta bile oynamayacağımı bilmek beni mahvederdi. Öyle bir yapıya sahibim. Hep kendimi frenliyordum. Tek sebebi bir hafta sonra oynayacağım maçı düşünmektir. Çünkü oynamazsam kendimi çok kötü hissedecektim.

    Ve Türkiye Ligi’nde en çok tekmeyi yiyen futbolcuyum. Bana atılan tekmeler şimdi olsa o oyuncu çok kırmızı kart görürdü. Bir maçta Samsunspor’lu futbolcu Yaşar Şendoğan belime çok kötü bir tekme attı. Hayatımda ilk defa belimin acısıyla o pozisyonda boğazına bir sarıldım sonra hakem yanıma geldi. “Ne yapıyorsun?” diye sordu.

    Canım o kadar yanmıştı ki gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Rakibin yaptığı da kırmızı karttı, benim yaptığım da… Futbol hayatımda tek kırmızı kart alacağım oyun buydu fakat hakem canımın yandığını anladığı için hayatım boyunca aldığım tek sarı kartı gösterdi bana.

    Sarıyerspor’da oynarken de Galatasaray gibi Fenerbahçe de sizi istiyordu. İstanbulspor’dan sonra 1972–1980 yılları arasında da Fenerbahçe’de oynadınız. Ne mutlu ki futbolu da Fenerbahçe’de bıraktınız. Galatasaray’ın da aklı sizde kalmıştı. Siz bir o yana bir bu yana çekilmek istenirken ailece zor günler yaşadınız. En sonunda Fenerbahçe transferiniz çok büyük olaylarla gerçekleşti. Ve yıllarca bu transferin nasıl gerçekleştiği sorusu size soruldu. Bu kez okurlarımıza transfer hikâyenizin bir bölümünü kaleme aldığım eski atlet ve yöneticilerimizden Eşref Aydın’ın hayatını anlatan “Yorulmaz Türk” kitabından Sayın Eşref Aydın’ın anlatımıyla aktarmak istiyorum.

    “Bana ısrarla “Şu Cemil’i gör, şu Cemil’i gör” dediklerinde; onu seyrettiğim zaman nedenini anlamıştım.

    Rahmetli Mahmut Taviloğlu, benim İstanbul Erkek Lisesi’nden arkadaşımdı. Eminönü Mısır Çarşısı’nda kumaş mağazası vardı. O taraflarda işim olduğunda uğrar, beraber sohbet eder, vapurla da dönerdik.

    O sıralarda Fenerbahçe Spor Kulübü’nde Genel Sekreter ve Transfer Komitesi başkanıydım.

    Cemil Turan, Sarıyer’de oynuyordu. Sarıyer ikinci kümede ufak bir takımdı. Taviloğlu bana, “Cemil’i gör ve Fenerbahçe’ye al” diyor, her seferinde de ısrar ediyordu.

    Bir gün, tam hatırlamıyorum yanıma ya Ahmet Erol ya da Dr. Reşat’ı almıştım. O gün de Sarıyerspor’un şu an Çırağan Oteli’nin olduğu yerdeki Beşiktaş Şeref Stadı’nda maçı vardı. Cemil’i orada seyrettim. Çok beğendim. Garo’yu da beğendim. Ancak sonra da Fenerbahçe Yönetim Kurulu’nda Cemil’in alınması için Sarıyer’le temasa geçilmesi kararını çıkarttım. Sarıyer’le konuştuk, Başkan Turan Bey’le 30.000 TL’ye anlaştık.

    Sarıyer, Cemil’i bize vermek üzere söz vermişti. Yalnız sezon ortasıydı. “Ben parayı verelim, iş bitsin” dedim. Karar aldık ve çeki de yazıp Faruk Ilgaz’a verdik. Sarıyer’in başkanı Turan Bey de Faruk’un partiden arkadaşı. Faruk’un Adalet Partisi İl Başkanı olduğu o dönemde Sarıyerspor Başkanı da o partinin Sarıyer İlçe Başkan’ıydı.

    Biz çeki Faruk’a verdiğimizden “iş bitti” diye düşünüyoruz. Sezon sonu geldi, 1968 sezonu için bizim listede Cemil alınmış gözüküyor. Sonra “Bonservisini alın, Cemil’i çağırın” dedim. Ses çıkmayınca, soruşturduk ama Sarıyer yetkilileri “Biz para almadık.” demezler mi?

    “Olur mu” dedik, çünkü çek Faruk Ilgaz’daydı. Meğer o yaz üç aylık zaman diliminde bizim anlaştığımız Sarıyer Kulüp Başkanı, arkadaş olduklarından Faruk’a “Çek sende kalsın, sezon sonunda Cemil’i size vereceğim, parayı da o zaman alırım.” demiş, çek de bizde bekliyordu.

    Fakat o arada Başkan Turan Bey geçirdiği trafik kazasında vefat ettiğinden, yeni gelen Başkan Selahattin Yarar da anlaşmayı kabul etmemiş. Fiyatı da 30.000 TL değil 100.000 TL olarak istemiş. O patırtı gürültü arasında ben bu transfer için 100.000 TL’yi de verecektim ama bazı arkadaşlar karşı çıktı. Ve 60.000 TL teklif ettiler.

    Tabii bizim o sezon 100.000 TL’ye alamadığımız Cemil 120.000 TL’ye İstanbulspor’a transfer oldu. Ertesi sene İstanbulspor, bir kupa maçında Cemil’le bize karşı oynadı. Çok iyi bir performans sergiledi. İlk maç 0-0 berabere bitti.

    İkinci maç ertesi Salı günüydü. Antrenör Ionescu bana dedi ki “Takım çok yorgun, tehlikeli buluyorum; bu maçı alamayacağız” dedi. Canım sıkılmıştı, nasıl yenemeyiz diye üzülüyordum. Akşam Faruk Ilgaz’a telefon açtım. Fatin Rüştü Zorlu’nun kız kardeşinin evindeymiş, onu aile toplantısında buldum. Takımda umut olmadığını, üzüldüğümü ve Ionescu’nun endişelerini anlattım. Faruk da çok sinirledi ve “Bu takım İstanbulspor’u yenemeyecek durumdaysa yenilsinler.” dedi. Maç günü geldi ve Cemil bir golü attı ve 3-0 yenerek bizi kupadan eledi. İstanbulspor’a yenilmek çok acı geldi.

    İlginçtir ki, tarihte kim Fenerbahçe’ye gol atmışsa Fenerbahçe onu almıştır; böylece gözler tekrar Cemil’e döndü. O sene sezon sonunda bu sefer de İstanbulspor’un kapısını çaldık ama vermediler.

    Takriben 4,5 yıl sonra ben yine yönetimdeydim Sezon başında benim başkanlığımda transfer komitesi kurduk. Emin Cankurtaran da o sene yönetime gelmişti. Komitede karar verdik, transfer için temasları ben yapıyorum… Yine Cemil’e talip olduk. Zira 4 yıl önce elimizden kaçırdığımız bu yıldız futbolcu sahalarda fırtına gibi esiyor ve transferin gözdesi olarak gündemden düşmüyordu.

    İstanbulspor, Cemil’in transfer ücretini 750.000 TL’ye çıkardı. Erdal İnönü’nün dünürü İstanbulspor Başkanı Ali Sohtorik sayesinde ancak 600.000 TL’ye indi. Faruk ise 500.000 TL’den fazla vermek istemiyordu. Emin Cankurtaran “Ben 500.000 TL’ye alırım.” dedi. Bu defa da ona pazarlık yetkisi verdik.

    Yıl 1972… Bir şekilde Cemil’in transferi gerçekleşti. Çok tatsız olaylar yaşandı. Çocukluğundan beri Fenerbahçeli olan Cemil tüm bu karmaşa sonucunda Fenerbahçe Kulübü’ne geldi ve futbolu çok sevdiği Fenerbahçe Kulübü’nde bıraktı.

    Milli takımda da oynadınız, Türk Futbol Federasyonu’nda altın madalya ödülüne de lâyık görüldünüz…

    43’ü A milli olmak üzere toplam 54 defa milli formayı giydim.

    Fenerbahçe’deki kaptanlığımın yanı sıra 14 defa da milli takım kaptanı oldum.

    O yıllarda milli maç sayısı çok çok azdı. Şimdi düşünüyorum da örneğin 5 yıllık kaptanlığım süresince 14 defa milli maç yapmışız. Şimdi öyle mi? Neredeyse bir sezonda bu kadar maç oynanıyor.

    Fenerbahçe forması altında oynadığınız 31 derbi maçında Galatasaray’a 14, Beşiktaş’a 18 gol attınız… Bu maçlarda yine bugün olduğu gibi heyecan dorukta mıydı?

    Ben maçların hepsinde heyecan duyuyordum. Galatasaray maçlarında ise tabii ki daha büyük bir heyecan. Çünkü derbi maçı öncesi beni hiç uyku tutmazdı. Sabaha kadar yatağın içinde döner, uyuyamazdım.

    Birkaç seferinde doktora bunu söylediğimdeyse bana hiç ilaç vermedi. Uyku ilacı almaktan da men ettiler. “Uyumadan sadece uzansan bile uyumuş kadar dinleneceksin.” dedi. Böylece maçın oynanacağı günün akşamına kadar hiç uyumadan maça çıkmışımdır. Bu da bir nevi hastalıktır.

    Didi zamanında bütün Galatasaray maçlarında önce bizlere “Bugün Fenerbahçe bayramı hepinize kutlu olsun.” diye söyler, bu da bize yeterdi.

    O’nun zamanında Galatasaray takımı bizi hiç yenememiştir. Unutamadığım Fenerbahçe – Galatasaray maçlarından birisi de 1973 yılında 80.000 kişilik olan İzmir Atatürk Stadı’nda gerçekleşti. 2-1 kazandığımız anlamlı bir maçtı. İzmir Gazeteciler Cemiyeti tarafından düzenlenen bu maç; İzmir’in işgali sırasında ilk kurşununu attıktan sonra şehit düşen gazeteci Hasan Tahsin için Anıt Kupa maçıydı. Stat tamamen doluydu. Rekor derecede bir hâsılat elde edilmişti. Türk futbol tarihinde ilk defa Galatasaray’la İzmir’de karşı karşıya geldik. Bu kupayı kazanmak bizim için çok daha anlamlıydı.

    Aynı yıl yine bu sefer Cumhurbaşkanlığı Kupası için Galatasaray’la Ankara’da karşı karşıya geldik. Bu maçta bir golü ben, bir golü de penaltıdan Fuat atmıştı. 2-1 biten bu maç sonucunda da kupa Fenerbahçe’nindi.

    1973-1974 dönemindeki Hasan Tahsin Kupası dışında da birçok özel maçlarda da oynayıp kupaların müzemize götürülmesinde katkıda bulundunuz. Bunlar 1972-1973 Zafer Kupası 1974-1975 Silahlı Kuvvetler Kupası, Kıbrıs Harekâtı nedeniyle düzenlenen 1974 1. Zafer Kupası, 1975 2. Zafer Kupası, 1976-1977 Van Depremi Kupası, 1980-1981 Berlin Kupası ve yine bir özelliği olan 1980 Vatan Kupası…

    Evet, bu kupa da Galatasaray- Fenerbahçe’nin ilk defa Almanya’da bulunan işçilerimizin özel isteğiyle gerçekleşti. Bu rekabet sınırları aştı. 15.000 seyirci önünde oynanmış, 3-1 galibiyetimizle Vatan Kupası’nı kazanmıştık.

    Aynı yıl bu maçtan önce de Başbakanlık Kupası içinde Ankaragücü ile maç yapmış. Orada da 3 gol sizdendi…

    Evet, 5-2 biten maçla kupa bizimdi.

    Tarih 7.8.1978 Süper Kupa finalini oynamaya hazırlanan Avrupa şampiyonu ünlü Anderlecht takımı Fenerbahçe ile maç yapmaya İnönü Stadı’na geliyor. Büyük farkla kazanacağını zanneden Anderlecht takımı büyük bir farkla Fenerbahçe’ye yeniliyor. Takımın ünlü kaptanı Vanderelst basına verdiği demecinde: “Fenerbahçe’yi bu kadar güçlü tahmin etmemiştik. Şahsen bu takıma hayran kaldım” diyor… 3-0 biten maçta ilk golü atan efsane oyuncumuz yine sizdiniz…

    Anderlecht o zamanlar, Avrupa’nın beş büyük takımından birisiydi. Hatta bizim maçtan sonra Süper Kupa finalini oynayacaklardı.

    O gün tüm Fenerbahçeli futbolcular olarak çok güzel bir oyun sergiledik. Herkes süper bir futbol oynadı. Futbol biliyorsunuz ki tek kişilik bir oyun değil. Tam bir takım ruhu oluşturmuştuk. 90 dakika 3-0 bir skorla sona erdi.

    Evet, ilk gol benden geldi. İlk golü atmam Anderlecht takımında şok etkisi yarattı. Bizdeyse motivasyonu sağladı. Sonrasında daha rahat bir oyun başladı. Arkasından peş peşe goller geliyordu. İkinci gol Raşit’ten, 3. golse Engin’den geldi.

    Ertesi gün tüm gazeteler gerek Fenerbahçe’nin gerekse bir Türk takımının kazanmış olduğu bu başarıya övgüler yağdırdı. Dış basına da yansıdı. Tabii Fenerbahçe ve bizler için güzel bir anı oldu. Fenerbahçe yine bir tarih yazdı.

    Maça çıkarken uğurlarınız var mıydı?

    Şortumu, çorabımı, ayakkabımı giyerken önce sağ ayak, maça girerken de sağ ayak… Futbol oynarken uğurum budur.

    Fenerbahçe’de oynadığınız dönemde sizi en çok ve iz bırakan isim desem…

    Arkadaşlarımın hepsi benim için çok önemliydi. Fakat Osman Arpacıoğlu benim için çok özel bir kişiydi. Tekniği çok üstün golcü bir futbolcuydu. Bugün 60 yaşımı geçtim, bunca yıllık futbol hayatımda Osman Arpacıoğlu gibi bir santrafor görmedim.

    Bana 100 futbolcu sayın derseniz Ender Konca ilk ona girer. Tabii sadece bu değil; bir Ziya Ağabey vardır, bir Alpaslan vardır, rahmetli Yılmaz vardır. Şükrü vardır, Fatih vardır, saymakla bitmez. Fenerbahçe’de top oynayan çok kaliteli futbolcular geldi, geçti.

    Yaşadığınız şanssız sakatlık olmasaydı, Avrupa takımında da yerinizi alacaktınız. Ortalığı sarsan bir transfer teklifiydi.

    PSV Takımı’yla oynadığımız Avrupa Kupası maçları sonrası, Hollandalılar bana talip olmuşlardı. O dönem Başkanımız Sayın Faruk Ilgaz’a yaptıkları 5,5 milyon dolarlık transfer teklifi olağanüstü bir rakamdı. Ancak milli maçta geçirdiğim sakatlığın uzun sürmesi bu transfere olanak vermemişti.

    Yıl 1980’e gelindiğinde ise jübilenizi yaptınız…

    Benim jübilemin yapılma iznini 1. Ordu Kumandanı Necdet Üruğ Paşa verdi. Sıkıyönetim vardı.

    Jübilem için ben buradan Beşiktaş Kulübü’ne, o günkü başkan ve yönetim kurulu üyelerine davranışlarından dolayı teşekkür ediyorum. Çünkü oynayacak takım Trabzonspor’du ve maç iptal olmuş. Kendi şehirlerine dönmüşlerdi. Beşiktaş takımıysa Bursaspor’la maçları olduğu halde Bursa’da benim jübile maçımı oynamayı kabul etti. Böylece jübilemi Beşiktaş’la yaptım.

    Çok güzel bir jübile maçı oldu. Bülent Ersoy’dan tut, İbrahim Tatlıses’e kadar artık o gün kim varsa Türkiye’de meşhur, hemen hemen hepsi benim için geldiler. Hem müzik şöleni yaşandı hem de veda maçı Fenerbahçe futbol hayatımı böylece noktaladım.

    Futbolu Fenerbahçe’de bıraktıktan sonra çalışmalarınız nasıl devam etti?

    Fenerbahçe’de antrenörlük yapmadım, hevesim yoktu. Tribün taraftarı oldum. Altyapıda çalıştım, 90’lı yıllarda dönem dönem futbol şube sorumlusu ve idari menajerlik yaptım.

    Fenerbahçe Gazetesi’ni kurdum. 2000 yılından beri de sizlerin de bildiği gibi güzel bir gazete çıkarıyoruz. Tabii bu arada Fenerbahçe’nin taraftarı olarak stat olsun, deplasmanlar olsun tüm maçlara gidiyorum.

    Bizlerin sevgisi büyüdükçe Fenerbahçemiz de büyümeye devam ediyor. Kimse Fenerbahçe’nin büyümesini engelleyemez. 

    Fenerbahçe yönetimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Aziz Yıldırım geldiği günden beri söylediği her şeyi yaptı. Şimdi de Aziz Başkan Fenerbahçe’yi ilk geldiği günden beri istediği, hedeflediği yere taşımaya devam ediyor.

    “Fenerbahçe Dünya kulübü olacak.” dedi, yaptı. Güçlü bir yönetim kadrosu kurdu.

    Dev bütçeler, taraftar kartları, mağazalar, kombine bilet satışları… 32.000 kombine sattı ki bu Türkiye’deki hiçbir kulübün başardığı bir şey değil.

    Localar var. B locaları alan bırakmıyor. Bunlar cesaret isteyen kararlar ve uygulamalar. Bu da tabii ki Sayın Aziz Yıldırım ve çalışma arkadaşları sayesinde gerçekleşiyor. Fenerbahçe çok büyüdü. Daha da güzel günlere gidecektir.

    Bir Türk futbolcusu olarak yabancı oyuncular hakkındaki düşünceleriniz?

    Ben fazla sayıda yabancı oyuncu fikrine katılamayacağım.

    6 yabancı futbolcumuz olsun fakat alınan bu 6 futbolcu da çok kaliteli olsun.

    Türkiye liglerine bakınca her takımın maçlarında 3 yabancı futbolcu tribünde oturuyor. 3 tanesi oynuyor. Bizde yine oynuyor ama gerçek fikrim Türkiye bu kadar zengin bir ülke değil, büyük kayıp. Alınırken seçimlerin çok iyi yapılması gerektiğini düşünüyorum.

    Türkiye’de antrenör yetişiyor mu?

    Türkiye’de yabancı antrenör sayısı çok değil fakat yabancı antrenörlere verilen değer yerli antrenörlere verilmiyor. Ertuğrul Sağlam buna örnek. Ligin daha başında işine son veriliyor. Yerine Mustafa Denizli getiriliyor.

    Duruma şimdi baktığımızda Fenerbahçe ile Beşiktaş arasında 12 puan fark varken Fenerbahçe bir puan öne geçiyor. Bu sefer fark aleyhlerine 13 oluyor.

    Türk antrenörlerine verilen değere, hakka örnek olarak bunu verdim. Aragones’e gelince kendisine biraz daha zaman tanınmalıdır. Dünya’ya mal olmuş bir teknik direktördür.

    Ben yine söylüyorum. Antrenörü fazla baz almıyorum. Antrenörün elindeki malzeme iyi olmalı.

    Didi’nin zamanında çok fazla antrenman yapmazdık fakat elinde çok kaliteli oyuncular vardı. Bizleri çok iyi motive ediyordu. Her sene şampiyon olduk.

    Bana göre 5 aylık antrenörle ilgili konuşmak çok yersiz ve erken.

    Kendi oyun stilinize benzettiğiniz futbolcu var mı?

    Düşünüyorum ama insan sanırım kendi hakkında zor konuşuyor.

    Peki ya, Türk futbolculardan beğendikleriniz?

    Fenerbahçe’de değer verdiğim futbolculardan biri Semih. Bir yıldız futbolcu vardır, bir golcü futbolcu vardır. Semih golcüdür. Hatta Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük golcü futbolculardan biridir. Gol için yaratılmış. Semih için golcü değil, Semih bu takımda oynayamaz diyemezsin.

    Semih altyapıdan geldi. Gol kralı oldu. Semih tam bu sene meydana çıkacağı yerde sakatlık yakasını bırakmadı.

    Müller çok mu iyi bir futbolcuydu? Fakat Dünya’ya gelmiş en iyi golcülerden biriydi.

    Tanju çok iyi golcüydü. Bu çok farklı bir sıfat.

    Fakat Türkiye’de birkaç maç oynamaya başlıyorlar “Bundan bir şey olmaz, bu yaramaz” diye yüklenmeler başlıyor. Özellikle de bunlar Türk futbolculara daha fazla oluyor.

    Tuncay’ın bende özel bir yeri vardır. Onun enerjisi, bıkmadan, usanmadan koşması, işine olan sevgisi beni her zaman etkilemiştir. Avrupa’ya transfer oldu. Aslında başladığı gibi futbolu Fenerbahçe’de bitirebilirdi.

    Galatasaray’dan da Arda’yı beğenirim. Marco’yu çok beğenirdim. Bizde öyle futbolculara ilaç derler. Her maçın ilacı…

    Alex’i beğeniyorum fakat onda bir taraftar olarak tribünden izlediğimde hep bir rahatsızlık var.

    İyi oyuncuların varsa bazı yıldız oyuncular sahaya daha iyi çıkar. Futbol iyi futbolcularla oynanır.

    Çok tatlı bir torununuz var. Biraz aileniz hakkında da bilgi alabilir miyiz?

    Çiğdem adında bir kızım, Cem adında da bir oğlum var. Fakat şimdi en büyük zevkim torunlarım. Torunlar için “Paranın faizi” diye boşuna dememişler. Onlarla ilgilenmek çok farklı bir duygu. Sanırım zamanında çocuklarımıza ayıramadığımız saatlerin eksikliğini şimdiki olgunluk yaşlarımızda torunlarımızla geçiriyoruz. Onların isimleri de Sanem ve Esma…

    Fenerbahçe taraftarı hakkında düşünceleriniz?

    En büyük taraftar Fenerbahçe taraftarıdır. Yıllara göre geri gittiğimizde bazı zamanlar şikâyetçiydim.

    Şimdilerde çok çok iyiler. Gerek statta olsun, gerek deplasmanlarda olsun Fenerbahçe taraftarı örnek bir taraftar. Her zaman takımlarının yanındalar.

    Taraftarımız her zaman centilmenlik örneği vererek tüm dünyaya Fenerbahçe’nin nasıl bir taraftarı olduğunu gösterecekler.

    Her ne kadar bazı maçlarda 3-5 kişiyle sorunlar çıkıyorsa da bu aradan çıkanları, sorun yaratanları ben gerçek Fenerbahçeli olarak kabul etmiyorum. Fenerbahçe taraftarı bu değildir.

    Fenerbahçe’nin iyiliği için yapıcı yönde yapılan eleştiriler olacaktır tabii, top yuvarlak, çeşitli şansızlıklar yaşadığımız da doğru fakat sezon sonunda Fenerbahçe lig şampiyonu olarak karşımıza çıktığında kötü günlerde de verdiğimiz destekten dolayı içimiz rahat edecek.

    Eski bir futbolcu olarak futbolculara yapılan hakaretleri kabullenemiyorum. “Her zaman, her şartta destek” diyorum.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Ayten Salih Röportajı

    Ayten Salih Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Ayten Salih röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kahraman Sporcu! Kahraman Doktor!

    Önce bu Fenerbahçe sevginiz nasıl var oldu?

    Çamlıca Kız Lisesi’nde okudum. 1951 yılında lise birdeydim. İki erkek kardeşim vardı. Onları da ailem Haydarpaşa Erkek Lisesi’ne göndermişti. İki kardeşim de Fenerbahçeliydi. Özellikle bir tanesi tam bir tutkundu. Her gün futbol oynar. Maçlara gider Lefter ne söylemiş, Mehmet Ali ne söylemiş gelir duyduklarını anlatırdı. Zaten Anadolu yakasında olup da Fenerbahçe’yi tutmamak mümkün değil, değil mi?

    Lisede spor yapıyorduk. Spora önem verilen bir dönemdi, “Üniversitede spor yapacak mıyız?” diye çok düşündük, eksiklik hissettik. Fenerbahçe kız takımı diye bir şey yoktu, “Acaba tekrar açılabilir mi, bir ilki başlatabilir miyiz?” diye düşündük.

    Bir gece maçı sonrası Fenerbahçe Spor Kulübü’ne yanaştık. “Kız basket takımında olursak voleybol da arkasından gelir” dedik. Ne yol parası, ne şort, ne eşofman hiçbir şey istemedik. Antrenör zaman problemi yüzünden biraz sorun çıkardı. Fakat Fenerbahçe kongre üyelerinden Altan Dinçer, “Ben yardım edebilirim, sizi çalıştırabilirim, hemen konuşalım.” dedi. Kararlaştırdık. 1 Eylül 1954’de halk eğitimde buluşmak üzere sözleştik.

    İnci Önen ve ben öncülük ettik. Yine Çapa Kardeşler vardı. Onların babaları Selim Çapa da hem Fenerbahçe’de üye hem de Reşat Dermanver’den sonraki doktordu. O da “İki kızım da aranıza katılabilir” dedi.

    Genelde Çamlıca Kız Lisesi’nden topladık. Çünkü son 4 yıl hep şampiyonduk. Erenköy Kız Lisesi’nden de Seta’yı aldık.

    O sene Kıbrıs’a tatile geldiğimde 1 Eylül’de döneceğimi öğrenen babam “Üniversite 1 Ekim’de açılmayacak mı niye erken gidiyorsun?” diye sordu. Ben de Fenerbahçe Spor Kulübü’ne başlayacağımı söyledim.

    1 Eylül’de kızlar babalarıyla geldi. İlk basketbol antrenmanını yaptık. Lisans falan çıkarılacaktı. Yönetime gittik. Ertesi gün bir baktık gazetede bir ilan “Galatasaray Kız Voleybol Takımını Kurdu” ve ardından Voleybol Teşvik Turnuvası ilan edildi. İnci geldi, Ayla geldi ilk basket antrenmanını yapmıştık. Hemen Çamlıca Kız Lisesi’nden voleybolcuları alıp, biz de hazırlandık. Hatta Kulübümüz jest yapıp Çamlıca’nın müdüre hanımına kupa hediye etti.

    Apar topar çalışmaya başladık. Antrenörümüz bize “Niye yalan söyleyeyim, siz daha iyi biliyorsunuz” dedi. İlk maç mağlup olduk, sonra Teşvik Turnuvası’nda bütün maçları kazanarak galip olduk. Bunu gören Kulübümüz Bulgaristan’dan antrenör getirdi. Sonra Darüşşafaka’dan Alaattin Hoca geldi. Sonra bu şekilde 1960 yılına kadar şampiyon olduk.

    Sayın Cem Atabeyoğlu sizin takım için yazılarında “Fırtına Kızlar” derdi…

    Evet, kendisini çok severdim. Ben de basketbol ve voleybolla ilgili o zamanlardaki Fenerbahçe mecmuasına yazıyordum.

    Sonra yine Ankara’da şampiyonluğumuz oldu. 1960’da lig şampiyonluğunu kaybetmiştik. Türkiye şampiyonluğunu kazanmak için hazırlandık. Bu arada Beşiktaş PTT ve Kadıköy Spor, Voleybol Kız Takımlarını kurmuştu. Rakipler çoğalmaya başladı.

    Bu arada 27 Mayıs ihtilali öncesi, 27 Nisan hadiseleri başladı. İhtilal dönemi Türkiye şampiyonluğu için izin çıkmadı, çok üzüldüm. En son yönetim maçın Ankara olması yerine İzmit olmasına karar verdi.

    Bu arada Galatasaray da iyi hazırlanmıştı. İzmit’te Seka Tesisleri’nde kaldılar. Bizim takıma orda yer kalmadı. O devirde kızlar olarak da otelde kalmak istemedik. Kızlarla birlikte hep birlikte valiye gittik. Bizim için kimsesizler yurdunu buldular. Aramızda “Burada da kimsesiz kaldık” dedik.

    Bizi orda 5-10 tane Fenerbahçeli çocuk destekledi. Maça onlar da gelmişti. Turnuvada PTT ile maç yapıyorduk. Çok zayıf bir takım olmalarına rağmen bir set verdik ve çok bozulduk. Galatasaray da maçı kazanmıştı.

    Final maçından bir gün önce Fenerbahçe Spor Kulübü’ne telgraf çekerek bizi burada kimsesiz bırakmamalarını, gelip desteklemelerini rica ettim. Onlara “Yarın Türkiye Şampiyonluğu maçına çıkıyoruz. Başımızda bir yönetici Sedat Bayur ve antrenörümüz var. Kimsesiz çocuk yurdunda kalıyor ve kendimizi kimsesiz hissediyoruz. Eğer maçımıza birkaç yönetici gelmeyi lütfederse çok mutlu olup, kendimiz yalnız hissetmeyeceğiz.” cümlelerini yazdığım bir telgraftı.

    Kimseye de söylemedim. Söylesem ve kimse de gelmezse herkesin morali bozulacaktı. Son dakikaya kadar yurttan çıkmadık, bir arkası açık araba geldi. Giydik formalarımızı bindik, gidiyoruz. Uzaktan yöneticilerimizi getiren 3 tane Mercedes gördüm, şimdi bile anlatırken heyecanlanıyorum. Seta, formasını çıkardı ve başladı “Ya ya ya şa şa şa! Fenerbahçe çok yaşa” diye… Hepimiz ağlıyorduk. Şu an yine ağlıyorum ve o heyecanı yaşıyorum.

    Alaattin Hocam bana “Koş, ısın” diyordu. Ben de “Hocam yorgunum, antrenmansızım. Eğer ısınırsam maçta yorulacağım” diyordum. Kondisyon da yok. Sonra fırtına gibi girdik. Ben yoruldum, ayaklarım titriyor. Ben “Dinleneyim” diyorum. Hoca “Hayır seti verdik” diyor. 2-2 olduk. Ve sonunda biz kazandık.

    Bu arada basketbol nasıl gidiyordu? Bir de kürek ve atletizm var…

    Basketbol çok iyi gitmedi. 1958’de bir futbol maçına gitmiştik. “Aaa şampiyon kızlar geldi.” diye bizi karşıladılar. Sonra o gün orda düşündük “Yazın boş mu oturacağız? Deniz sporu yapalım” dedik ve İstinye’ye gittik. Küreğe başladık. O yıl “Yılın sporcusu” seçildim. 4 dalda spor yapıyordum. Eylül ayında da atletizm yapmıştım. Hatta Muzaffer Selvi şampiyonluğumu kutlamak için şampanya göndermişti.

    Bir de yurt dışı şampiyonluklarınız vardı…

    Almanya’da maçımız vardı. Trenle gittik. Orada evlerde misafir kaldık. Üç maçı da kazandık.

    Demir perde ülkeleriyle maçlar yaptık, “Pas yoksa gol yok. Pas verin Ayten’e” derlerdi.

    Milli takıma çağrıldığım da öğrendim ki; din İslam, milliyet Türk, uyruk İngiliz olunca milli takım yerine İstanbul Karması ve formada ay olmayan Türkiye karmasına çıkılıyormuş. Maçı kazandığımızda da Anıtkabir’e gittik.

    Almanya’da kalmam için teklifte bulunmuşlardı. Çeşitli olanaklar sağladılar. Üniversiteyi de orda bitirmemi istediler. Fakat doktorluk için orada biraz daha fazla okumam gerektiğinden zaman kaybı diye düşündüm.

    Sonra Tahran’a gittik. Orada da maçları kazandık.

    Üç yıl sonra Almanlar, Türkiye’ye geldiler fakat burada da bizi yenemediler.

    Son yıl devrettim. Antrenörlük kursuna gittim. Fenerbahçe de İstanbul’da kalıp Zeynep Kamil’de ihtisas yapmamı istedi. Fakat babam Kıbrıs’a dönmemi istiyordu. Döndükten sonra da babamı kaybettim.

    Mesleğinize Kıbrıs’ta soğuk savaş döneminde başladınız. Bize biraz o yıllardan söz edebilir misiniz?

    1960 yılında Lefkoşe Genel Hastanesi’nde doktorluk görevimi yapıyordum. Daha uzman değildim. 1962’de Limasol’a tayin oldum. 1963 yılı Ocak ayında Lefkoşa’ya geldim. Anestezi asistanıydım. Ve çatışmaların başladığı 21 Aralık’ta Lefkoşa’daki hastanede Türk hemşire hastabakıcı ve hastalarla birlikte esir oldum.

    EOKA’cılar hastaneyi ele geçirmişti. Hatta başhekimin damadı Nikos Sampson da hastanedeydi. Başhemşire Türkan Aziz ile birlikte hastaları hastabakıcı ve hemşireleri korumak için büyük uğraş verdik. İnanılmaz günlerdi. Çok çabaladık. Bazılarını kurtardık ama maalesef tümünü kurtarmayı başaramadık.

    EOKA’cılar Lefkoşa Güney Hastanesi’nde Veli Hüseyin ile Menteş Zorba’yı da kurşuna dizdiler. Hastanede yatan 82 Türk hastadan onunun cesetleri de daha sonra teslim edildi. 20 kişi de kayıptır. Kanlarını çektiler diye yaygın bir söylem var. Ben gözümle görmediğim için bunu söyleyemem ama emin olduğum bir gerçek var ki oradaki hastalardan ölümcül olan yoktu, örneğin kana ihtiyacı olan bir genç ve yanında refakatçi olan 79 yaşındaki babasının cesetleri verildi. O insanlar ölümcül değildi. İhmalden veya zamanında müdahale edilmemesinden öldüler. Tahminim gence kan vermedikleri için yaşlı adamdan da kan aldıkları için öldü. Çünkü 60 yaş üstü insanlardan kan alınmaz.

    Ama Rumlarla iyi anılar da var o günlerden. Şefika hemşireye silah çektiler, elinden tutup ameliyathaneye çektim hemşireyi, EOKA’cılar arkamızdan silahla geldi. Şefika hamileydi, bu arada genç bir Rum doktor girdi içeri elinden tutup “Kal” dedim. Ve o genç Rum doktor benim için “ Doktor hanımı öldürmek için önce beni öldürmeniz gerek” dedi ve kurtulduk.

    Lefkoşa’nın ardından bölge bölge çatışmalar başlamıştı. Ve arkadaşlarımızla birlikte gezici hekim olarak görev yaptık. Bu arada Ayvasil Şehitleri ve Erenköy’de şehit düşen pilot Yüzbaşı Cengiz Topel’in otopsilerinde bulunma şansızlığını da yaşadım.

    1974 savaşı başladığında başhekim olarak görev başındaydınız, savaşta esir düşen Limasol yanında Larnaka’dan, Baf’a kadar esaret yaşayan Kıbrıs Türkü kahramanı oldunuz. Sadece hekim olarak değil sosyal görevleriniz de vardı…

    Kaçamayan erkeklerin hemen hemen tamamı esir kampında tutuluyordu. Onlarla irtibat bölgedeki TC vatandaşlarıyla ilişkiler, Türk bölgesine kaçırılmaları ve güneyde kalan 10 bini aşkın Türk sağlık sorunları, parçalanmış aileler, katliamlar, kaçışları organize etmek gibi bugün film gibi gelen birçok görevimiz vardı.

    Bölgedeki diğer hekimler ve hastane personeli milletvekilleriyle birlikte izin alarak düzenli olarak Limasol esir kampına gittik. Yaklaşık 2000 esiri muayene ve tedavi ediyorduk. Yiyecek servisi kuruluyor. Hastane merkez oluyordu, ihtiyaçlılar buraya toplanmaya başlardı. İngiliz üslerine geçen milletvekili ve TMT’de görevli Ziya Rızkı burada Türklerin kaçışını, üstlere sığınan binlerce Türkün yaşamını organize ediyordu.

    Kıbrıs’ta bir futbol kulübünün başkanlığını yaptınız, bu dünyada bir ilkti…

    Benim kardeşim orda futbol oynuyordu; eniştem de kulüp başkanıydı. Eniştem vefat edince ve kardeşim hastalanınca kulübün başına ben geçtim. Sarı lacivert renkleri seçmiştik.

    Fenerbahçe’den forma istemişti eniştemler, ben de kulüp ilk açıldığında bu isteği iletmiştim. Ve Fenerbahçe de vermişti. Fenerbahçe’yi de davet etmişlerdi. 1955 yılında Türkler ve Rumlar aynı lig maçlarında oynuyor, maç yapıyorlardı. Çetinkaya takımı vardı.

    Bizim kulüp olan Limasol takımı 2.kümedeydi önce renkleri kırmızı beyazdı. 1955 de EOKA’cılar Rumların Türklerle maç yapmasını yasakladılar. Rum ligi kurdular bizde Türk ligini kurduk, federasyon kuruldu. İste o zaman bana İstanbul’a mektup yazarak forma istediler. 1958’de de Fenerbahçe’yi Kıbrıs’a davet ettik. Takımımızın adı da Doğantürk Birliği oldu. Rum Ligi kapandığından 2. Ligde olan bütün takımlarımız Birinci Lige çıktı. 1970-1971 yılları arasında da ben de başkanlık yaptım. En azından ligden düşmedik idare ettim.

    1974 Kıbrıs Çıkarması sonrası neler yaptınız?

    Temmuz 1974’ten Ağustos 1975’e kadar bir yıl güneydeki hastanede başhekim olmuştum. Sosyal Hizmetler, Çocuk Esirgeme Kurumu, Kızılay’ı kurduk. Kızılay Çıkarma olduğunda sabah bayram yaptık sonra diğer bölgelere çıkarma yapılmayacağını öğrenince zor günler yaşandı. Bir süre Güney Türkleri temsilciliği yaptım, kuzeye ilaç, yiyecek, para aldım. Silahlı adamlar vardı. 8 gün sonra sancaktarı unvanını aldım. Çok şey yaşadım. Ama konumuz şimdi spor olunca fazla anlatmak istemiyorum…

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • 28 Şampiyonluk Yolu

    28 Şampiyonluk Yolu

    9 Eylül 2023 tarihinde yapılan Fenerbahçe Olağanüstü Tüzük Tadili Genel Kurulu‘nda Yönetim Kurulu Üyemiz Sayın Simla Türker Bayazıt‘ın fikri, emeği ve uygulamasıyla hayata geçen 28 Şampiyonluk Yolu, büyük ilgi topladı.

    Unutulduğunu düşünen sporcu aileleri de büyüklerini bu yolda görünce çok mutlu oldular…

    Görselleri seçme ve metinleri yazma onurunu bize layık gördüğü için Simla Hanım’a sonsuz teşekkür ediyor, kronolojik sırayı herkesin görebilmesi için sitemizde de paylaşıyoruz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu




    1907’den bugüne Fenerbahçe ve Türk futbol tarihini izlediniz.

    Ülkemizde 1923’den sonra başlayan ve günümüzde halen devam eden “ulusal” futbol organizasyonları hem tarihi hem de hukuki olarak devamlılık gösteriyor.

    Türkiye Futbol Birinciliği ve Milli Küme, 1959 yılı itibariyle “Milli Lig” adını aldıktan sonra, günümüzde ise “Süper Lig” ismiyle devam ediyor.

    Türk futbolu, kurumsal kimliğini kazandığı 1923 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî tüzük ve kanun maddeleri ile yönetiliyor.

    Tüm bu gerçeklerden hareketle;

    Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunu ve 1959 öncesini inkar etmek

    TARİHİ İNKAR ETMEK,

    ÜLKE FUTBOLUNUN GEÇMİŞİNİ YOK SAYMAKTIR!

  • Fikret Arıcan Albümü

    Fikret Arıcan Albümü

    “Büyük” Fikret Arıcan… Halit Çapın’ın “Fenerbahçeliler Başkanınızla Gururlanabilirsiniz” dediği “Büyük” Fikret Arıcan albümü ile karşınızdayız… Kahraman futbolcumuzun ailesine ulaşma ümidimizi gerçekleştiremezsek bu müthiş yayınla Fenerbahçe tarihine muazzam bir armağan daha veren kıymetli büyüğümüzün hatıralarını sizlerle buluşturmanın gururunu yaşayacağız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: “Büyük “Fikret Arıcan, Fenerbahçe’nin en çok Türkiye şampiyonluğu yaşayan isimlerinden biri… Yedi şampiyonlukla başı geçen “Naci Bastoncu” ve “Esat Kaner”den sonra Cihat Arman ve Fikret Kırcan ile birlikte kendisinin 6 şampiyonluğu var. Bu zaferlerde 87 maçta 35 golü var… Hepsi nur içinde yatsın…


    “Büyük” Fikret Arıcan Albümü

  • Lebip Elmas Arşivi

    Lebip Elmas Arşivi

    Lebip ağabeyin sevgili oğlu, kıymetli büyüğümüz Suavi Elmas’ın büyük teveccühüyle toplam 230 fotoğraftan oluşan muazzam bir koleksiyonu yayınlamanın mutluluğunu yaşıyoruz: Lebip Elmas Arşivi

    Dr. Rüştü Dağlaroğlu’nun 1987 tarihli “Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihçesi” kitabında, 1933-1944 yılları arasında 218 maçta forma giyip 10 gol attığı tarihe kaydedilen Lebip ağabey, Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunun 5 tanesinde pay sahibiydi:

    1935, 1937, 1940, 1943 ve 1944

    1933 yılında düzenlenen ve Fenerbahçe’nin ilk Türkiye şampiyonluğunu kazandığı sezonda ise forma giymemesine rağmen final maçı için İzmir’e giden kafiledeydi.

    Portreleri, ailesi ve dostları ile fotoğrafları, takım arkadaşlarıyla saha içi ve saha dışı resimleri derken eşsiz bir koleksiyona daha kavuşmanın heyecanını sizinle paylaşıyoruz.

    Fenerbahçe’nin şampiyonluklara en fazla iki sene uzak kaldığı yıllara ve başta Lebip Elmas olmak üzere bütün Fenerbahçe kahramanlarına saygıyla…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Not: “Fotoğraflarda kimler, neler, nereler var?” diye soracak olursanız… Cevabı şöyle verebiliriz:

    Ahmet Erol, Ali Muhiddin Hacı Bekir, Ali Rıza Tansı, Aydın Bakanoğlu, Basri Taşkavak, Beden Terbiyesi Umum Müdürlüğü, Bedii Yazıcı, Bülent Büyükyüksel, Cevat Sayit, Cihat Arman, Didi, Esat Kaner, Faruk Hızer, Fazıl Arzık, Fenerbahçe, Fenerbahçe Stadyumu, Fikret Arıcan, Fikret Kırcan, Füruzan Şansal, Hadi Tarlan, Halil Köksalan, Halit Deringör, Hayati Öney, Hüsamettin Böke, İbrahim İskeçe, İrfan Denever, Kasımpaşa, Kazım Bayülken, Kemal Onan, Lebip Elmas, Lütfi Boyer, Mehmet Reşat Nayır, Melih Kotanca, Moda Deniz Kulübü, Muammer Oraman, Muhtar Sencer, Murat Alyüz, Muzaffer Ateşçi, Muzaffer Çizer, Müzdat Yetkiner, Naci Bastoncu, Naim Şukal, Namık Erbay, Nazım Kayar, Necdet Dalay, Necdet Erdem, Niyazi Sel, Nuri Pekesen, Orhan Canpolat, Orhan Menemencioğlu, Oscar Hold, Osman Kavrakoğlu, Ömer Boncuk, Rasih Minkari, Razi Trak, Rebii Erkal, Recep Nurcan, Reşat Dermanver, Sadi Çoban, Safa Özyurt, Sedat Bayur, Semih Arıcan, Semih Bayülken, Suat Belgin, Suavi Elmas, Süleyman Tekil, Şaban Topkanlı, Şerafettin Doğan, Şeref Benibol, Şevket Demirtepe, Taci Ece, Taksim Stadyumu, Yaşar Alpaslan, Yaşar Yalçınpınar, Yorgo Angelidis, Zeki Rıza Sporel, Ziya Atamer


    Lebip Elmas Arşivi