Etiket: Sacit Seldüz

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XII

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XII

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XII

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sihirli Değnek

    On yıldan beri hasretle yolunu gözlediğimiz peri kızı nihayet ahşap kulüp binasına gelmiş ve elindeki sihirli değnekle yönetim kurulu masasına dokunmuştu.

    Basketbol çevremizde bir bomba gibi patlayan bu maçtan sonra, her şey değişivermişti kulüpte. Basketbol şubesi birden gözde oluvermişti. O kadar ki Yönetim Kurulu, Bölge Tertip Komitesi üyeliği için Genel Sekreter Dr. Rüştü Dağlaroğlu’nu görevlendirmiş ve basketbol birden öz evlat oluvermişti. Yıllardır basketbol şubesine karşı olan tutumuyla tanınan yönetici bile lise çağlarında nasıl basketbol oynadığını her karşısına gelene heyecan içinde anlatmaya koyulmuştu.

    Bu olup bitenleri Muhtar Sencer ile birlikte hayretle izliyor ve ikimiz de aynı şeyi söylemekten kendimizi alamıyorduk: “Hayırdır inşallah”

    Basketbol şubesine, en kötü günlerinde dahi sıcak nazarlarla bakan tek yönetici olarak tanıdığımız Dr. Rüştü Dağlaroğlu ise Tertip Komitesi’ndeki göreviyle bizim en büyük kazancımız olmuştu hiç kuşkusuz.

    Yenilmez Armada’yı yendiğimiz maç Fenerbahçe basketbolunu hayata getirmişti kısacası. Ancak yine de çok kimseler bu galibiyeti bir rastlantı olarak kabul ediyordu ki, bu hal Fenerbahçe takımının üzerine biraz gölge düşürüyordu. Fakat ne olursa olsun ortada bir gerçek vardı ki balçıkla sıvanamayan güneş gibi apaçıktı. Fenerbahçe basketbol potaları altında Galatasaray gibi güçlü bir rakibi yenmişti. Bu arada Tertip Komitesi aldığı çok yerinde bir kararla önemli basketbol maçlarını Spor ve Sergi Sarayı’nda oynanmasını sağlamıştı. Bunların başında elbette ki Fenerbahçe-Galatasaray maçları geliyordu. Nitekim “Yenilmez Armada”nın yenildiği maç, İTÜ Salonu’nda oynanan son ezeli rekabet maçı olmuştu.

    Rastlantı Diyenler Nasıl Aldandılar?

    6 Mayıs 1954 gününe kadar Fenerbahçe’nin yenilmez armada karşısındaki galibiyetine rastlantı diyenler çoktu basketbol çevrelerimizde. Fenerbahçe basketbol takımı, bunu yalanlamak zorundaydı. Bu nedenle 39 gün sonra oynanacak maç büyük önem taşıyordu. Çeşmemeydanı’ndan davullar, zurnalar ve flamalarla gelen Fenerbahçe taraftarlarının coşkun tezahüratı arasında oynanan bu maçta da Sarı-Lacivertli takım gerçekten fevkalade bir oyun çıkarmıştı. Galatasaray bu maçta 39 gün önceki yenilginin acısını çıkarmak için var gücüyle çalışmıştı. Ama maçın sonunda galip gelen takım yine Fenerbahçe idi. Bu maçta da ezeli rakibini 60-55 yenmeyi başaran Fenerbahçe, ilk maçtaki galibiyetinin rastlantı olmadığını kanıtlamıştı. Bu maçla Galatasaray’ın uzun yıllardan beri Türk basketboluna hükümran olan “Yenilmez Armada”lığı artık kesinlikle son bulmuş oluyordu.

    Sacit Seldüz (Kaptan, 12 sayı), Altan Dinçer (23 sayı), Nejat Diyarbakırlı (6 sayı), Hikmet Vardar (9 sayı), Erdoğan Karabelen (7 sayı), Mete Yalçın (2 sayı), Erol Demiroma (1 sayı) bu maçın kahramanlarıydılar.

    Sırası gelmişken bir anımı daha nakletmek istiyorum:

    Galatasaray kaptanı Dr. Ali Uras o sıralarda ihtisas için Amerika’ya gitmiş bulunuyordu. Ünlü basketbolcu ve değerli hekimimiz “25 Yıldan Arda Kalan Anılar” başlıklı yazısında şunları yazar:

    “… Bir gün Türkiye’den gönderilmiş bir spor dergisinin içinde Fenerbahçe’nin basketbolda Galatasaray’ı yendiğini okudum. Bunu gönderen kişinin kim olduğu bugün dahi meçhulümdür. Bu meçhul dost, Amerika’da bulunduğum iki yıllık zaman içinde Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı yendiği her maçtan sonra aynı dergiyi bana göndermeye devam etti. Bu da 25 yıllık rekabetin üzerindeki unutulmaz bir başka anısıdır”

    Allah biliyor ya, Prof. Uras’ın bu yazısını okuduğumda, bu muzipliği yapanın sevgili dostum Muhtar Sencer olabileceğini düşünmüştüm. Bu yazı 1970 yılında yayınlanmıştı. Muhtar o tarihte Almanya’ya yerleşmiş bulunuyordu. Bu nedenle kendisine “Ali’nin yazısında bahsettiği o meçhul şahıs sen miydin?” diye soramamıştım.

    Ali Uras, gerçekten çok sevdiği Muhtar Sencer’e, onu en hassas tarafından yakalamak suretiyle takılmaktan pek hoşlanırdı. Fenerbahçe’ye gelmek istediğini söyler, bizimkini sevincinden havalara zıplatırdı. Sevgili Muhtar’cık kaç gece yarıları evimin kapısına ziller çalarak gelmişti kim bilir. “Ali’yi alıyoruz. Bu kez kati olarak söz verdi.” diye müjdeler yağdırmıştı hep.

    İspanya’da şatolar kurmaya başlayan sevgili arkadaşıma “Ali seni yine işletmiş” dediğimde bana kızardı hep. Allah rahmet eylesin, her sefer Ali’ye inanırdı da bu konuda bana hiç mi hiç inanmazdı nedense.

    Sevgili Muhtar’ın cenaze töreni sırasında Şişli Camii avlusunda sevgili Ali Uras ile kucaklaşırken “Fenerbahçe’ye geliyor musun Ali?” diye titrek bir sesle sorduğumda gözleri dolu dolu olmuştu Uras’ın ve sadece “Ya… Ya… Ya…” diyebilmişti.

    Bu nedenle kendisine yıllarca muziplik yapan Ali Uras’a böyle bir intikam muzipliğini yapacak en kuvvetli isim olarak aklıma hep Muhtar Sencer gelmişti. Yıllar sonra sevgili dostumla Almanya’da buluştuğumuzda zihnimi kurcalayan bu soruyu kendisine sormuştum. Koca dostum, böyle bir muzipliği kendisinin yapmadığını söylemiş, fakat yapmayı akıl edemediği için de hayli hayıflanmıştı.

    Hey gidi o günler.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XI

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XI

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu XI

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Kader Değişiyor

    Bu arada takımımızın başına bir de usta antrenör getirmiştik. Bu büyük basketbol ustası Samim Göreç’ti.

    Altan’lı Fenerbahçe, Samim Göreç’in nezaretinde çalışmalara başladı. Samim Göreç yıllarca Galatasaray’da oynamış, Galatasaray’da antrenörlük yapmıştı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi antrenörlerinden biriydi. Fenerbahçe basketbol takımının kaderinin onun usta ellerinde değişeceğine yürekten inanıyorduk.

    Samim Göreç, teknik adam olarak Fenerbahçe takımı için gerçekten büyük bir kazançtı. Türk basketboluna fandımantal çalışmayı sokan kişi de oydu. Ve Samim kısa zamanda öylesine bir kaynaşmıştı ki Fenerbahçe kulübüne üye olmuştu kendiliğinden. Artık Fenerbahçe basketbol takımı Fenerbahçeli Samim Göreç’in usta ellerindeydi.

    Takım onun elinde kısa zamanda hüviyet değiştirmişti adeta. Lige hızla giren Sarı-Lacivertli takım bu arada yılbaşı münasebetiyle İTÜ tarafından düzenlenen “Rektörlük Kupası” maçlarında da yenilmeden şampiyon olmuştu. Galatasaraylı Sadi Gülçelik, Fuad Köseoğlu ve Yüksel Alkan ile Modasporlu Güney Ülmen gibi ünlü oyuncuların yer aldığı Teknik Üniversite takımını da su götürmez bir yenilgiye uğratan Fenerbahçe, o sezon ligde de bir şeyler, hatta çok şeyler yapabileceğini göstermişti.

    Bir saatli bomba vardı bu takımda ve bu bomba vakti, saati gelince patlayacaktı. Buna yürekten inanıyorduk. Ve nihayet 28 Mart 1954 günü gelip çattı.

    O gün İTÜ Salonu’nda Fenerbahçe-Galatasaray maçı vardı. Sarı-Lacivertli takımın çıkardığı güzel oyunlar ve elde ettiği başarılı sonuçlar Fenerbahçe taraftarlarına da büyük umut vermişti besbelli. Olağanüstü bir halle karşılaşılmıştı o gün. Nice yıllardır özlemini çektiğimiz büyük bir seyirci kalabalığı doldurmuştu salonu. Hatta dahası, kapılar, camlar kırılmıştı. Ve Fenerbahçe’nin o görkemli seyircisi artık basketbol takımının da arkasındaydı Bunu görmüştük çok şükür.

    O görkemli seyircinin de desteğiyle fevkalade bir oyun sergilemişti takımımız. Yuda Çerasi ile Osman Kermen hakem ikilisinin yönettikleri maçın daha ilk dakikasından itibaren oyuna ağırlığını koymuştu Fenerbahçe. Ve sahada “Bambaşka bir Fenerbahçe’yi izliyorduk o gün. Fakat yine de zaman zaman, içimizde koca bir 10 yılın kronikleşmiş endişesinin bir rüzgârı esiyordu. Ancak dakikalar ilerledikçe bu endişe, kendimizi zorlasak bile içimize gelmiyordu. Çünkü maçın inisiyatifi tamamen Sarı-Lacivertli takımın elindeydi. Maçın sonu yaklaştıkça sahadaki tezahürat daha da artıyordu.

    Fenerbahçe basketbolunun kaderinde “şeytanın ayağının kırıldığı gün” yaşanıyordu o gün İTÜ Salonu’nda. Ve Galatasaray, uzun yılların “Yenilmez Armada”lığına veda ediyordu. Bu, Türk basketbol tarihinde bir çağın kapanışı ve yeni bir çağın açılışıydı hiç kuşkusuz. Ve işte o 28 Mart 1954 günü Fenerbahçe, ezeli rakibi Galatasaray’ı 71-61 yenerek bu devrimi gerçekleştirmişti.

    Salonda bir ana-baba günü yaşanıyordu maçtan sonra. Sahaya doluşan Fenerbahçeli seyirciler oyuncuları omuzlarına kaldırmışlardı. Bu mutlu gün “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” sloganıyla ortalık çınlatılarak kutlanıyordu. Ve bu büyük mücadeledeki ideal arkadaşım sevgili Muhtar Sencer boynuma sarılmış ağlıyor, bir yandan da hıçkırıyordu:

    “Allah Allah. Bugünleri de gördük. Sana çok şükürler olsun Yarabbi”

    Göz pınarlarımdan taşan sevinç yaşlarını nasıl tutabilirdim?

    Altan Dinçer (28 sayı), Hikmet Vardar (4 Sayı), Sacit Seldüz (Kaptan, 15 sayı), Nejat Diyarbakırlı (8 sayı), Erol Demiroma (2 sayı), Erdoğan Karabelen (14 sayı) ve Mete Yalçın (0 sayı) bu büyük zaferin kahramanları idiler. Başlarında Samim Göreç olduğu halde tabii.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Saracoğlu Kupası

    Yine o yılın içinde, hiç de hesapta olmayan bir Ankara seyahati ortaya çıktı. Mülkiyeliler Birliği, “Şükrü Saracoğlu Kupası” adı altında bir basketbol turnuvası düzenlemişti.

    Rahmetli Şükrü Saracoğlu, çok uzun yıllar (aralıksız tam 16 yıl) Fenerbahçe Kulübü Başkanlığını yapmış; Adalet Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve hatta Başbakanlığı yıllarında da kulüpten hizmetlerini esirgememiş büyük bir sporsever ve gerçek bir Fenerbahçeli idi. Bu nedenle Fenerbahçe takımı bu turnuvaya özellikle davet edilmişti. Katılması da kaçınılmazdı. Yönetim Kurulu, kulübün parasal durumunun hiç de iyi olmadığından (ki gerçekten de öyle idi) bahisle pek az bir tahsisat verebilmiş, “Aman bununla idareye bakın” demişti.

    Muhtar Sencer ile karşılıklı geçip uzun uzun hesaplara dalmıştık yine. Gidiş ve dönüş yol parası, otel ve yemek parasını elimizdeki parayla karşılayabilmemize imkân yoktu. Muhtar basit bir memur, ben de bir simit-çay devrinin genç bir gazetecisiydim. Parasal bir katkıda bulunabilecek güce sahip değildik asla. Ne yapacağımızı şaşırmış haldeydik.

    Bir antrenman sonrasında çocukları toplayıp durumu açıkça anlattık. O güzelim amatörlüğün o tertemiz renk aşkıyla doluydu çocuklar: “Üzülmeyin, nasıl olsa idare ederiz” dediler.

    Amerikalı oyuncumuz Chuck ise eşiyle birlikte Ankara’ya bir Amerikan askeri uçağı ile gidebileceğinden bahsetti ve ayrı bir otelde kalması için bizden izin istedi. Chuck, çok iyi bir basketbolcu olduğu kadar mükemmel bir insandı da. Eşi Mary ise tam manasıyla “Fenerbahçe hastası” olmuştu. Çocuklar da bu talebini son derece olumlu karşıladı.

    Chuck’ın bizimle gelmeyişi ve ayrı bir otelde kalacak olması, bir kişinin yol ve iaşe-ibate masraflarını da azaltıyordu. Bu durumda kıt kanaat idare edebilirdik herhalde. Sineğin yağını bile hesaplayacak haldeydik. Ve Fenerbahçe basketbolunu işte bu halin içinde ayakta tutmaya çalışıyorduk.

    Ankara’ya gidiş-dönüş ikinci mevki tren biletlerimizi aldık. Kuşetli vagon bile bizim için hayli lüks olacağından kuşetsizini tercih etmiştik. Çocuklar akşam trene kumanyalarıyla gelmişlerdi. Köftesini, peynirini, haşlanmış yumurtasını, salamını, zeytinini, helvasını açıp ekmeğine katık eden trende nefsini köreltti. Ve şen şakrak saatler içinde Ankara yoluna koyulduk. Gönüller öylesine birdi ki, ikinci mevki tren kompartımanı bile çocuklara yataklı vagondan daha güzel gelmişti.

    Gece, çocuklar biraz daha genişlesinler diye, Eskişehir’den Ankara’ya kadar olan yolu Muhtar Sencer ile birlikte vagonun koridorundaki açılır kapanır oturaklarda geçirmiştik.

    Ankara’da, Sıhhiye ile Kızılay arasındaki “Gül Palas” oteli, Fenerbahçe’nin en eski atletlerinden Selahattin Bey’indi. Bu eski Fenerbahçeli ağabeyimiz; “Spor kafilelerine pek kapımı açmıyorum ama Fenerbahçe olunca işler değişir” diyerek bizi oteline buyur ettiği gibi yaptığı hatırı sayılır bir indirimle de gönüllerimizi ayrıca almıştı.

    Saracoğlu Kupası’nın organizasyonu Mülkiyelilerindi. Yılmaz Gündüz, Gündüz Aktuğ, Seyhan Beşkök sacayağı, Organizasyon Komitesi’ni oluşturan öğrencilerdi. Onların aracılığı ile öğle ve akşam yemeklerini öğrenci kantininde az bir ücretle yemeyi de sağlayınca derin bir soluk almıştık.

    Turnuvaya; Mülkiye, Harp Okulu, Gençlerbirliği ve Fenerbahçe takımları katılıyordu. Yedek Subaylığı yapmakta olan Fenerbahçe kaptanı milli basketbolcumuz Ayduk Koray da Harp Okulu takımında oynamaktaydı. Yalım’lı, Celal’li, Haluk’lu, Vedat’lı Harp Okulu, Ayduk’un da katılmasıyla büsbütün güçlenmişti.

    Fikstüre göre; ilk gün Mülkiye-Fenerbahçe ve Harp Okulu-Gençlerbirliği oynayacaklardı. İkinci gün; Fenerbahçe-Gençlerbirliği ve Harp Okulu-Mülkiye maçları vardı. Turnuvanın son günü ile Mülkiye-Gençlerbirliği ve Fenerbahçe-Harp Okulu takımları karşı karşıya geleceklerdi.

    İlk maçta ev sahibi Mülkiye karşısında fena halde karambole gelmiştik. Mülkiyeliler maçın hakemlerinin gelemediklerinden bahisle iki Mülkiyeli öğrenciyi hakem olarak karşımıza çıkarmışlar ve onlar da göz göre göre kanımıza ekmek doğramışlardı. Ve maçı üç sayı farkla Mülkiye kazanmıştı.

    Maçtan sonra kantinde Yılmaz Gündüz, her zamanki sevimli haliyle yanımıza gelmiş ve olanca samimiyeti içinde; “Kusura bakmayın” demişti. “Böyle olması gerekiyordu, malum ya yarın Harp Okulu ile maçımız var. Yenilseydik bu maçın bir önemi kalmaz ve kimse maça gelmezdi. Malum ya hasılat meselesi”

    Yılmaz’ın bu samimi itirafları dahi bizi rahatlatmıştı.

    O akşam oteldeki odamızda Muhtar Sencer ile derin bir hesaba oturmuştuk tekrar. Kılı kırk yararcasına hesabımızı yaptıktan sonra Ankara’da rehin kalmayacağımız sonucuna varmış ve yataklarımızda rahat bir uyku çekmiştik.

    Ertesi gün takımımız çok rahat bir oyunla Gençlerbirliği’ni farklı bir yenilgiye uğratmıştı. Bizden sonra Harbiye-Mülkiye maçı vardı. Başkentin iki ezeli rakibiydi onlar. Mülkiye salonunu hınca hınç dolduran büyük bir kalabalık önünde oynanan bu maçı nefesler kesen bir mücadele sonunda Harp Okulu kazanmıştı. Harp Okulu’nun o güçlü takımı özellikle ikinci yarıda ezici üstünlüğünü rakibine kabul ettirip farklı bir sonuca gitmeseydi, diğer pek çok maçta olduğu gibi bu maçta da bir “çıngar” çıkabilirdi herhalde.

    Pazar sabahı, turnuvanın son gününde Harp Okulu bizi de yenerek şampiyonluk kupasını almaya hazırlanıyordu. Harp Okulu takımı yıllardan beri başkentte yenilgi yüzü görmemişti. Ve Fenerbahçe’yi rahatça yeneceklerinden emindiler. Nitekim maçtan önce sevgili Yalım olanca şirinliği ile yanımıza gelmiş; kucaklaşmıştık: “Ev sahipliği yapamayacağımız için sizden peşinen özür dilemek istiyorum. Kusura bakmayın, sizi yenmek zorundayız” diye konuşmuştu.

    “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş Yalımcığım” diye cevaplamıştım o tatlı insanı.

    Oysa bizim de sevgili Yalım’a bir sürprizimiz vardı. Yıllardan beri Harp Okulu takımının uğur bellediği bir sırrı öğrenmiştim. Harp Okulu takımı sahada seremoni selamı yaparken takım kaptanı Yalım hafif bir sesle “Alev’in Şerefine” diyor ve oyuncular hep bir ağızdan bağırıyorlardı: “Sağol… Sağol… Sağol!” diye. Bu selam şekli aslında “Türk Sporu Şerefine” diye idi. Takım kaptanımız Sacit’e bunu söylemiştim ve Yalım ile Harp Okulu takımı oyuncularının işitebilecekleri bir sesle “Alev’in Şerefine” diye arkadaşlarına seslenmesini istemiştim.

    Milli Takım kamplarında Yalım’ın sürekli muzipliklerine uğrayan Sacit de bu “uğuru bozma” işine pek sevinmişti. Fenerbahçe takımı kaptanının “Alev’in Şerefine” sözünü işittiği anda sevgili Yalım’ın şaşkınlığı hala gözlerimin önündedir. Alev, sevgili Yalım’ın o zaman küçücük bir çocuk olan kızıydı. Harp Okulu takımı onu kendisine hem maskot hem de uğur saymıştı.

    Salon hınca hınç doluydu. Şükrü Saracoğlu da maça gelmişti. Fenerbahçe takımının onu ayrıca gidip selamlaması ayrıca güzel bir jest olmuştu. Salonun büyük bölümünü ev sahibi Mülkiyeliler doldurmuşlardı. Ve onlar candan Fenerbahçe’yi desteklemekteydiler by maçta.

    Fenerbahçe basketbol atkımı bu maçta öyle bir oyun çıkarmıştı ki… Salonu dolduran Mülkiyelilerin de büyük desteğiyle büsbütün coşan Sarı-Lacivertli takım güçlü rakibini adeta sürklase etmişti. Beş yıldan beri başkentte yenilgi yüzü görmeyen Harp Okulu takımını farklı bir yenilgiye uğratmıştık o gün Ankara’da.

    Bu maçta Chuck, hayatının en güzel oyunlarından birini çıkarmış; Sacit ile Silvio da sahanın en iyi oyuncuları arasında parlamışlardı. Aman yarabbi, o ne maç, o ne büyük heyecandı. Aradan kırk yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen bu satırları yazarken bile aynı heyecanı yeniden yaşar gibiyim.

    Maçtan sonra Fenerbahçe takımı oyuncuları sahaya doluşan Mülkiyelilerin omuzlarında yükselirken Muhtar boynuma sarılmış hüngür hüngür ağlıyordu. Kendimi tutmama rağmen gözlerimden süzülen yaşları tutamıyordum bu heyecan içinde.

    Fenerbahçe’nin Harp Okulu’nu yenmesi Mülkiye’nin işine yaramış; “Turnuva tüzüğünde averaj yoktur, kupa ortada kalmıştır” denilerek işin içinden çıkılmıştı. Başkentte beş yıldan beri Harp Okulu’nu yenerek namağlup sıfatına son verilmiş olmak bile bizim için şampiyonluk kadar önemli bir olaydı. Hele maçtan sonra Sayın Şükrü Saracoğlu’nun Fenerbahçe’yi tebrike gelmesi bizler için mutluluklar ve şereflerin en yücesi olmuştu.

    Bu galibiyetin büyük sevinci içindeki soyunma odamızda bir sürpriz de bizim sevimli Amerikalımız Chuck’tan gelmişti. Bütün takım arkadaşları ve bizlerle hararet içinde kucaklaşan Chuck, o yarım yamalak Türkçesiyle: “Kutlamak lazım. Benim davetlimsiniz” demişti. Ve başkentin en güzel lokantalarından birinde, kafileye mükellef bir ziyafer çekmişti Chuck o gün. Bağırmaktan sesi kısılan eşi Mary ise gerek maçta, gerek restoranda ve gerekse yolda tam üç makara renkli film harcamıştı fotoğraf makinesiyle.

    Öğle yemeğinden yapılan tasarrufla, dönüşte bütün takım salam-helva-ekmekten ibaret kumanya almıştık.

    Sırası gelmişken Chuck’tan biraz bahsetmek isterim. Gerçekten çok mükemmel bir basketbolcuydu ve Türkiye’de kaldığı iki yıl içinde Fenerbahçe basketboluna çok şeyler kazandırmıştı. Sanki doğma büyüme Fenerbahçeliymiş gibi formasına, takım arkadaşlarına ve bizlere ısınmıştı. Hele eşi Mary, tam bir Fenerbahçe hastası olmuştu.

    Chuck, bugünkü yabancılar gibi para almamıştı. Bilakis cebinden para harcamıştı. Karamürsel’deki PX’den top alır, arkadaşlarına ayakkabı alır getirir ve bunların parasını asla ve asla almazdı kimseden. Antrenör oyuncu olarak iki yıl hizmet etmişti Fenerbahçe’ye.

    Türkiye’de görev süresi tamamlanıp yurduna dönerken onu hep birlikte uğurlamıştık. Mary’e bir buket çiçek, Chuck’a ise çevresi sırmı püsküllü üçgen biçiminde bir Fenerbahçe flaması hediye etmiştik. Son derece duygulanmıştı sevgili Chuck: “Dünyanın neresine gidersem gideyim, bu flama yatağımın başucunda duracaktır. Hep Fenerbahçe ile, hep sizlerle yaşayacağım” derken mavi gözleri buğulanmıştı.

    Mary ile eşinin aldığı flamayı önce öpmüş, sonra hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.

    İşte böylesine duygu dolu bir şekilde uğurlamıştık sevgili Frederick Chuck Rosenkronz’u ve Mary Rosenkronz’u. Onun ani gidişiyle Fenerbahçe basketbolu da en güçlü bir elemanını yitirmiş oluyordu. Takımda olduğu gibi gönüllerimizde de koskoca bir boşluk açmıştı Chuck.

    Kim bilir nerelerdedir şimdi? Kendisinin sadece onu tanıyanların gönüllerinde olduğunu biliyoruz.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VIII

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VIII

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VIII.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Genç Takım Kuruldu

    1951 yılı içinde giriştiğimiz önemli bir hareket olmuştu. Bir genç takım kurmuştuk. Muhtar Sencer ile kalkıp Robert College’e gitmiş, orada araştırmış; sorup soruşturmuş, okulun ikinci takımı hüviyetindeki ekibi olduğu gibi Fenerbahçe’ye çekip almıştık.

    Bu aslında “Genç Takım” konusundaki ikinci girişimimizdi. 1949 yılında kurduğumuz ilk genç takım o yıl Teşvik Turnuvası şampiyonluğunu ve hemen arkasından da İstanbul ikinciliğini kazanmıştı. Hemen hemen tamamı Saint Joseph’li öğrencilerden oluşan bu takımdan birinci takıma Tuğrul Demir (sonradan Galatasaray’a gitti ve Kelle Tuğrul adıyla tanındı), Tonguç Gürcun ve Özcan Dinçer gibi genç değerler yükselmişti. Ancak arkası gelmemişti bu genç takımın. Bu bizden çok, Saint Joseph Lisesi’nde basketbolun birden durgunlaşması sonucuydu.

    Ve şimdi yeniden bir genç takım kuruyorduk. Bu belki de bizim için “deliğine sığamayan farenin kuyruğuna balkabağı bağlaması” gibi bir şey olarak yorumlanabilirdi. Ancak Fenerbahçe basketbolunun geleceği için buna mecburduk. Birinci takımımızı temelden gelecek oyuncularla takviye etmemiz şarttı. Fenerbahçe basketbolunun geleceği altyapıdan gelecek gençlere bağlıydı. Bu değirmeni taşıma suyla döndürmemize imkân yoktu. Akacak bir kaynağımız olmalıydı.

    Muhtar Sencer ile kılı kırk yararcasına hesaplar yapmıştık. Bu işi en az masrafla nasıl halledebileceğimizi, günlerce elimizde kâğıt kalem, hesaplamıştık. Ve ancak ondan sonra bu işe girişmiştik.

    Robert College’den aldığımız gençler arasında Mustafa Kasapoğlu, Mehmet Beklan Algan, Beydun Hansoy, Meten Serpen, Ergun Iren, Richard Day ve Tanaş Sion gibi yetenekler vardı. İlk yılında Beyoğluspor’a 1 sayı farkla yenilerek İstanbul ikincisi olan bu genç takım, bunun acısını hem o senenin Türkiye Şampiyonu, hem de ertesi yılın İstanbul ve Türkiye Şampiyonu olarak çıkarmıştı. Ve büyük değerini kanıtlamıştı.

    Takım kaptanı Mustafa Kasapoğlu, bugün Türk tiyatrosunun güçlü bir aktörü ve yönetmeni olan Beklan Algan ve Yüksel Alkan, bu genç takımımızın büyük gelecek vadeden isimleri arasındaydılar. Bunlardan ilk ikisi birinci takım kadromuza kadar yükseldiler. Üçüncüsü ise Galatasaray’a gitti, orada Milli Takıma kadar sivrildi.

    Pek genç yaşlarında Fenerbahçe birinci takımına yükselen bu gençlerimizden Mustafa Kasapoğlu’nun sağlık durumunun birden bozulması, Beklan Algan’ın da yüksek öğrenimi için Amerika’ya gitmesiyle hem Fenerbahçe, hem de Türk basketbolu, pek büyük bir gelecek vadeden bu iki genç yıldızından yoksun kaldı.

    O yıl içinde Sacit Seldüz’ün askerden dönmesi Sarı-Lacivert formalı takımımız için büyük bir kazanç oldu. Ancak bu kez de takım kaptanımız Ayduk Koray askere gitti. Tüm iyi niyetlere ve tüm çabalara rağmen Fenerbahçe basketbol takımının iki yakası bir araya gelmiyordu ne çare.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VII

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VII

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VII.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Korkunç Karar

    4 Şubat 1951 günü oynanacak Fenerbahçe-Galatasaray maçının arifesinde yönetim kurulunun bir üyesinin Fenerbahçe basketbol şubesinin kapatılmasına ve Modaspor kulübüne devri hakkında prensip kararına varıldığını açıklaması basketbol çevrelerimizde bomba gibi patlamıştı.

    Rahmetli Muhtar Sencer ile aklımızı oynatacaktık bu garip karar karşısında. Sebep asla parasal değildi. Takımın formaları dahi ya Raif Dinçkök tarafından yaptırılıyor, ya da Zeki Rıza Sporel tarafından kendi mağazasından hibe ediliyordu. Şubenin tüm masrafı, antrenmanlar için ödenen pek cüzi salon kiralarından ibaretti. Kuruluşunun altıncı yılında Fenerbahçe basketbol takımı henüz bir eşofman sahibi bile olamamıştı. Oyuncularımız yedek sıralarında ıslak pardösüleri veya paltolarına sarınarak oturuyorlardı. Ayakkabılar da herkesin kendi malıydı. Ve yıllardan beri Yönetim Kurulu üyelerinin yıldırımları en acımasız biçimde üzerimize yağıyordu:

    “Bu takım Galatasaray karşısında Fenerbahçe’nin adını lekelemekten başka bir işe yaramıyor” diyenler bile vardı aralarında. Ve ne kadar hazindir ki, bir insaf sahibi çıkıp da elini vicdanına koymuyordu: “Beyler, ne veriyoruz ki, bu takımdan ne bekliyoruz?” diyemiyordu.

    Bu takımın yılların dev ekipleri Beyoğluspor’u, Kurtuluş’u yendiğinden kimseler bahsetmiyordu nedense. Lig sıralamasında ikinciliği alıyorduk. Fakat yine de Galatasaray’ı yenememiş olmamız bir “büyük suç” oluyordu.

    O günleri bir Galatasaraylının kaleminden nakletmek isterim. Zamanın büyük basketbolcusu, Galatasaray ve Milli Basketbol Takımımızın eski kaptanı, daha sonraki yılların Galatasaray Başkanı Prof.Dr. Ali Uras kardeşim, basketbolda “Ezeli Rekabet’in 25. Yılı” münasebetiyle yayınlanan broşürde yer alan “25 Yıldan Arta Kalanlar Anılar” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

    “…Hasta derecede kulüpçü, çalışkan ve sempatik Muhtar Sencer’i ve bir Cem Atabeyoğlu’nu ise bu hava içerisinde tanıdım. Onların İdare Heyetleriyle mücadelelerini, bu spor dalının Fenerbahçe’de kurulması ve devamı için ne büyük fedakarlıklara katlandıklarını bütün tazeliği ile hala hatırlamaktayım.”

    Sevgili Ali Uras’ın bu sözlerine ne ekleyebilirim ki? Evet, biz yalnız potalar altında rakiplerimizle değil, kendi içimizdeki düşmanlarla da mücadele veriyorduk. Hazin de olsa, gerçeğin ta kendisiydi bu.

    4 Şubat 1951 sabahı İTÜ Salonu’nda rahmetli Muhtar Sencer’in hıçkırarak: “Gördün mü en sonunda yaptıklarını…” diyerek boynuma sarılması ve gözyaşları arasında “Mademki şubeyi kapatıp takımı dağıtıyorlar, ben de yokum” deyişi gözlerimin önünden ve sesi kulaklarımdan gitmez. Ve o meşhur siyah pardösüsünün upuzun eteklerini savura savura hızla yanımdan kaçıp gitmişti koca Muhtar. Bomboş soyunma odasında tek başıma kalmıştım. Ne çare ki benim lisansları eline tutuşturup Muhtar’ın peşinden koşacağım bir kişi yoktu.

    Soyunma odasının kapısından içeri giren her oyuncumuzun ilk sözü: “İşittiğimiz haber doğru mu?” oluyordu. Durumu tevile çalışıyordum. “Böyle düşünenler, hatta böyle olmasını arzulayanlar dahi bulunabilir. Ancak bu tüm yönetim kurulunun böyle düşündüğünü göstermez. Bize şu ana kadar böyle karar Yönetim Kurulu tarafından tebliğ edilmemiştir”

    Kimsenin canı oynamak istemiyordu. Çantasını önüne koyan, sıraların üzerine oturup kara kara düşünüyordu. Bir Galatasaray maçına çıkacak şu takımın haline bakın. Amerikalı Chuck ise neler olduğunu anlayabilme şaşkınlığı içinde gözden göze bakıyordu. O neşe dolu insan da bu durgun havaya kendini kaptırmıştı. Hem de neler olduğunu anlamadan.

    Gırtlağıma bir şeyler düğümlenmişti. Zorlukla yutkundum ve sesimi yükseltiverdim birden: “Bakın çocuklar…” diye konuştum. “Yönetim Kurulunun içinde böyle düşünenlerin bulunması sizleri asla üzmemeli, bilakis kamçılamalı. Onları mahcup etmek için oynamalısınız bugün.” diye sözlerime devam ettiğimi hatırlıyorum bugün sadece. Sonra daha neler söyledim, bilemiyorum. Amerikalı Chuck, söylediklerimden çok sesimin tonundan ve yüzümün ifadesinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Olup bitenlerden habersiz bir o vardı aramızda. Bu da içinde bulunduğumuz durumun tek kazançlı yanıydı. Takımdan hiç kimse de durumu ona anlatmamayı yeğlemişti.

    Takım soyunmaya başladı. Maçın hakemleri Yuda Çerasi ile Zeki Öztaş’a lisansları vermek için soyunma odasından çıktım. Feridun Koray, görevi nedeniyle İstanbul’dan ayrıldığından, takım bir süreden beri antrenörden de yoksundu. Chuck antrenörlük görevini de üstlenmişti takımda. Böyle bir maç öncesinde, böylesine bir atmosferde takımın tüm sorumluluğu ise omuzlarıma binmişti.

    Muhtar Sencer, İTÜ Salonu balkonunun tam köşesinde, sırtında uzun siyah pardösüsü, sırtını duvara yaslamış, bembeyaz yüzüyle bir mermer heykel gibi duruyordu. Çok şükür sevgili arkadaşım sırtını dayayacak bir destek bulmuştu kendine. Bende o da yoktu şu anda.

    Sacit Seldüz, Nejat Diyarbakırlı, Silvio Guerson, Affan Başak, Reştan Sipahi, David Filiba ve Chuck Rosenkronz

    İşte bu sekiz aslan çocuğun bu maçta sergiledikleri oyunu, ömrüm boyunca unutabilmeme imkan yoktur “Yenilmez Armada” eminim ki o güne kadar böylesine çetin bir cevizle karşılaşmamıştı. Başa baş, dişe diş bir mücadele vermişlerdi çocuklar o gün “Yenilmez Armada”nın karşısında. Ancak Galatasaray tecrübe ve klas üstünlüğü ile bu maçı son dakikalarda lehine çevirmesini bilmişti. Ve sadece bir basket farkla; 54-56 yenilmiştik o gün. Maçtan sonra Galatasaray kaptanı Ali Uras’ı, soyunma odalarına inen merdivenin başında kutlarken; “İnan bana, kazandığımıza sevinemiyorum” deyişini hala unutamam.

    Ali Uras, bu yenilgiden sonra Fenerbahçe kulübünde basketbol şubesinin kapatılacağına samimi olarak inanıp ve yine samimi olarak üzülen biriydi. Maç sırasında sahada en çok yırtınıp didinen oyunculardan biri oydu, maçın sonunda ise gerçek bir sportmen olarak üzülen yine o olmuştu. İşte sporun ve sportmenliğin bir başka cilvesi.

    Fenerbahçe’nin “Yenilmez Armada” karşısında çıkardığı oyun ve sadece bir farkla yenilmesinin yankıları öylesine büyük olmuştu ki; “Şubenin kapatılması ve takımın olduğu gibi Modaspor’a devredilmesi” konusu Yönetim Kurulu Toplantılarında bir daha gündeme getirilmemişti. Gerçi “Ezeli Rakip” karşısında bir basket farkla yenilmiştik ama “İç Rakipler” karşısında çok anlamlı bir galibiyet, hatta bir zafer kazanmıştık. Kısacası büyük bir varta bu maçla atlatılmıştı.

    Muhtar Sencer de daha maç bittiği anda aramızdaydı. Tekrar işbaşı yapmıştı. Onu kazanmamıştık, çünkü hiçbir zaman kaybettiğimize inanmıyorduk. Daha büyük bir birlik ve beraberlik içinde yolumuza devam ediyorduk. Hem de tüm fertleriyle çok daha büyük bir başarma azmiyle dopdolu olarak.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu V

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu V

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu V.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yeni Yeni İsimler

    1949 yılında Fenerbahçe’de genç bir kadro oluşturduk. Silvio Guerson, David Filiba, Mordohay Habib, Erdoğan Yalkın, Reştan Aras, Orhan Zeren, Arşalon Arditti gibi genç isimlerin arasına başka gençleri de katmayı başardık.

    Bu arada İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrenci olan iki genç basketbolcunun üzerinde ısrarla duruyorduk. Bunlardan Ayduk Koray, İstanbulspor’da oynuyordu. Diğeri ise Enis Günşar’dı. O da İstanbul Erkek Lisesi’nden yetişmişti.

    Önce onların transfer işlerini hallettik. Sonra yine Vefa’ya el attık. Yeşil-Beyaz formalı takımda Affan Başak gibi pırıl pırıl bir genç yetenek vardı. Onu da çekip aldık.

    Bu arada Vitali Benazus gibi bir başka genç yeteneğin transfer işini de hallettik. İşler yoluna giriyordu yavaş yavaş. Fakat içimizde telafisi imkansız bir ukde vardı:

    “Ah bir de Sacit olsaydı…” diyorduk sevgili Muhtar’la.

    Bu Gençlere Bir de Antrenör Gerekiyordu

    Bu genç kadronun iyi bir de antrenöre ihtiyacı vardı. Onlara basketbolun inceliklerini en iyi şekilde öğretebilecek ve onları en iyi biçimde değerlendirebilecek bir antrenöre.

    Rahmetli Muhtar Sencer ile kafamızı bu konuya takmıştık artık. Benim aklıma daha ilk andan itibaren, Türkiye basketbolu en iyi bilen ve bu spora inanılmaz hizmetler vermiş olan Feridun Vasfi Koray’a takılmıştı. Beyni de, yüreği de basketbolla dopdolu bulunan sevgili Feridun Koray, Galatasaray kulübünde basketbolun en büyük mimarlarından biri olmuştu. Ancak Feridun, bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe basketboluna hizmete razı olur muydu?

    Feridun Koray’ın adı Muhtar’a da cazip geliyordu. Ancak bu teklifimizi kabul edebileceğine pek ihtimal vermiyordu. Benim ısrarımla bir kez ağzını aramamızı kabul ettiydi rahmetli arkadaşım. Feridun Koray ile bir sohbetimiz sırasında, aramızda kararlaştırdığımız üzere önce ağzını aradık. Sevgili dostumuz tepeden iner gibi konuştu

    “Fenerbahçe’yi çalıştırmamı mı istiyorsunuz?” diyiverdi birden.

    Bu kez ben en kestirme oldan cevapladım:

    “Evet”

    Muhtar, işin en zor ve sıkıntılı yönüne, lafı ağzında geveleyerek girdi: “Yanız Feridun şunu bilmeni isteriz ki…”

    Rahmetli Feridun Koray, cin gibi zeki bir insandı. Sözü nereye getirmek istediğimizi o anda anlamıştı: “Kes sesini, bayramlık ağzımı açtırma” diye tersledi Muhtar’ı, sonra her zamanki o tatlı ve neşeli haliyle bana döndü “Ne zaman çalışmaya başlıyoruz” diye sordu.

    Türk basketboluna unutulmaz hizmetleri olan ve bu sporun Türkiye’deki en büyük mimarlarından biri bulunan Feridun Koray, eski ve köklü bir Galatasaraylı olduğu halde, sanki doğuştan Fenerbahçeliymiş gibi aramıza katıldı. Dört elle işine ve takıma sarıldı, Fenerbahçe basketboluna şevkle hizmet etti. Hem de tamamen fahri olarak bu işi yaptı.

    Rahmetli Feridun Koray’ın Türk basketboluna ve Galatasaray’a olduğu kadar Fenerbahçe basketboluna da hizmetleri asla unutulamayacak kadar büyüktür. Uzun yılların bu sevgili dostunu da burada sevgiyle ve rahmetle anmak isterim. Nur içinde yatsın.

    Ve artık Fenerbahçe basketbol takımı, o yetenekli gençleri ve değerli hocasıyla iyi bir gelecek vaat etmekteydi.

    Artık Seyircimiz de Var

    Basketbol lig maçları İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu’ndaki salonunda oynanıyordu. Ve ilk seyircilerimiz de bu salonda boy gösterdiler. Onlar sadece iki kişide olsalar, bizim ilk vefakar seyircilerimizdiler. Biri İETT idaresinde tramvay vatmanlığı yapan Vatman Hasan, diğeri de aynı zamanda kulüp üyemiz bulunan Mevlüt. Biri Fenerbahçe uğruna tramvay idaresindeki işini, diğeri ise sağlığını kaybetmiş iki büyük Fenerbahçe aşığı.

    Sonra onlara bir üçüncüsü eklenmişti Mustafa Kevkep… Galatasaraylı bir babanın Fenerbahçe hastası oğlu.

    Vatman Hasan, 1958 yılında idaresindeki tramvaya Beyazıt’tan geçerken, kendisi gibi hasta Fenerbahçeli olan bir taksi şoförü arabasıyla tramvaya yaklaşıyor. Bizimki nispet verircesine sesleniyor: “Bizim takım İngiltere’den dönüyor, onları karşılamaya Yeşilköy’e gidiyorum”

    Fenerbahçe futbol takımı turneye çıktığı İngiltere’den dönüyor. Vatman Hasan hiç durur mu? Ani bir frenle tramvayı durduruyor ve bağlıyor: “Bekle ben de geliyorum” diye sesleniyor. Ve tramvaydan atlayıp arkadaşının taksisine biniyor hemen. Ver elini Yeşilköy.

    Koca tramvay Beyazıt meydanında bağlı kalıyor, yol tıkanıyor, ortalık birbirine giriyor tabii. Ve neticede Vatman Hasan da işinden oluyor tabii.

    Mevlüt, Fenerbahçe basketbol takımının hiçbir maçını kaçırmamıştı. Bunların da arasında elbette Galatasaray ile oynanan maçlar da vardı. Fakat sevimli insan hiçbir Fenerbahçe-Galatasaray maçını seyretmemiş, seyredememişti. Ya koridorlarda sigara üzerine sigara içerek volta atmış, ya da soyunma odasına kendini hapsetmişti. Ancak Fenerbahçe’nin galibiyeti garantilediği maçların son bir iki dakikasında salona girebilmişti Mevlüt. Fenerbahçe aşkıyla dopdolu yüreği, ezeli rekabetin potalar altındaki mücadelesinin heyecanını kaldıramamıştı bir türlü. Sonunda kalbinden hastalanmasında ve önemli bir açık kalp ameliyatı geçirmesinde bu heyecanın etkisinin olduğu da muhakkaktı herhalde. Ameliyattan sonra da basketbol maçlarındaydı Mevlüt. Bir maçta onu rengi kireç gibi bembeyaz halde ve her yanı titrer halde görünce hem üzülmüş hem de telaşlanmıştım. “Gelme artık şu maçlara ve Mevlüt” diyecek olmuştum. Acı acı gülümsemişti.

    “Fenerbahçesiz yaşamaya, yaşama der misin hoca?” diye söylenmişti.

    Fenerbahçe basketbolunun ilk seyircileri, Vatman Hasan, Mevlüt ve Mustafa Kevkep bugün aramızda yoklar. İlk sevinçlerimizi, üzüntülerimizi ve heyecanlarımızı paylaştığımız bu üç insanı da Fenerbahçe basketbolunun 50nci yılında sevgiyle, saygıyla ve rahmetle anıyorum.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IV

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IV

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IV.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Merhaba 1. Lig

    Evet, artık 1. Lig’deydik. Ve işin asıl zor tarafı bundan sonra başlıyordu. 1.Lig’e çıkmaktan çok orada tutunmak ve kalabilmek önemliydi. Tutunamayıp düştüğümüz takdirde, tekrar 1.Lig’e yükselmek bizim için hayal olurdu. Hatta bu belki de Fenerbahçe Kulübü’nde basketbolun sonu dahi olabilirdi. İtiraf etmeliyim ki bu endişelerin rahatsızlığı içindeydim.

    1. Lig’de ne yapabilecektik? Bunu Muhtar Sencer ile oturup günlerce, saatlerce uzun uzun görüştük, tartıştık. 1. Lig’de kalabilmek için öncelikle iyi ve güçlü bir kadroya sahip olmamız gerekiyordu. Ülkede basketbolcu sayısı zaten çok azdı. Hele iyi basketbolcu, çok daha azdı. Ve onlar da birer takımın adeta tapulu malı olmuşlardı. O güzel amatörlüğün doğal tezahürüydü bunlar.

    Üç genç basketbolcumuz Silvio Guerson, David Filiba ve Izak Ventura’ya birinci takımda şans vermekten başka bir şey yapamadık. Zaten yapabilecek güce de sahip değildik maddi açıdan. Rahmetli Muhtar Sencer, Beyoğluspor’da oynamakta olan genç ve yetenekli Avram Barokas’tan Fenerbahçe’ye geleceğine dair yeni bir vaat almıştı. Oysa Barokas daha önce de aynı vaatte bulunmuş, hatta “Trakya Kupası” maçları için Edirne’ye giden kadroda da yer almış ve sonunda Beyoğluspor’dan ayrılmamıştı. Bu kez de aynı çalımı atabilirdi. Rahmetli Muhtar buna, ta ki yeni çalımı yiyene kadar ihtimal dahi vermek istememişti.

    Takımın en tecrübeli oyuncularından biri olan Mişel Gabay, mesleği icabı antrenmanlara doğru dürüst gelemiyor; işlerinin çokluğu, basketbol oynamasını bile engelliyordu. Mişel, zamanın ünlü terzisi İzzet’in makastarı idi. İşleri hakikaten yoğundu. Terzihanenin en zorlu işi onun sırtındaydı. Ve Mişel, artık yaşlandığını ve basketbolu oynarken zorlandığını söylüyordu. “Fenerbahçe’yi de, basketbolu da, sizleri de çok seviyorum. Fakat inanın başka çarem yok. İşim, basketbolumu engelliyor” diyordu. Mişel Gabay samimiydi. Kendisiyle vedalaşmaktan başka çaremiz yoktu.

    Elde kalan eskilerle gençleri bir araya getirip 1. Lig’e öyle girdik. Ve iyi de başladık. Ancak daha ligi ortalamadan bir darbe daha indi takımımıza. En iyi oyuncularımızdan biri olan ve Fenerbahçe’nin milli basketbol takımımıza verdiği ilk eleman bulunan Aron Habib’in askere gitmesiyle takımımız bir anda yarı gücünü yitiriverdi. Jak Habib’in kardeşi olan ve bu nedenle “Küçük Habib” adıyla anılan Aron Habib, uzaktan mükemmel şutları olan ve büyük bir basketbol zekasına sahip oyuncuydu. Sürati de, driplingleri de, asistleri de mükemmeldi. Takım için çok yararlı bir elemandı. Hele bizim takım için. Onun yokluğunu çok hissedecektik.

    Bütün bunlara rağmen Fenerbahçe basketbol takımı o sezon ligi, Galatasaray ve Beyoğluspor gibi en güçlü iki rakibin arkasından üçüncü sırada bitirmeyi başardı. Ve üçüncülüğü kazanmakla da “Federasyon Kupası” maçlarına katılma hakkını elde etti. Bu da önemli bir başarıydı bizim için.

    Terslikler Bitmiyor

    O sene Federasyon Kupası maçları İstanbul’da oynanacaktı. Bu bizim için bir şanstı. Ancak gelgelelim terslikler bir türlü yakamızı bırakmıyordu. Kadıköy Halkevi Spor Salonu’nda oynanan maçlarda Federasyon Kupası’nı kazanmamıza ramak kalmışken bunu elimizden kaçırdık.

    Kupayı elimizden alıp kaçıran da bir Fenerbahçeli oldu ne çare. Askere gönderdiğimiz Milli Basketbolcumuz Küçük Habip vatani görevini hava eri olarak Eskişehir’de yapıyordu. Ve final maçında karşımıza onun da yer aldığı Eskişehir Havagücü takımı çıkmıştı. Ve bizim Küçük Habip, gencecik bir teğmen olan Çelikcan ile birlikte bizi yakmışlardı. Daha sonra Hava Generali olarak tanıyacağımız rahmetli Çelikcan Şişmantürk de unutulmaz bir basketbolcuydu. Ve işin ilginç yanı o da Fenerbahçe’ye büyük sempatisiyle tanınıyordu.

    Maçtan sonra sevgili ve sevimli Küçük Habip, büyük bir mahçubiyet içinde bizden fellik fellik kaçmıştı. Aron Habib ne çare ki bir daha aramıza dönmedi, dönemedi. Askerden terhis olur olmaz İsrail’e gitti ve orada yerleşti. Böylece yalnız Fenerbahçe değil, milli takımımız da en iyi bir oyuncusunu kaybetmiş oldu. Sarı-Lacivert forma altında onun yerini ortanca ağabeyi Mordohay Habib aldı.

    Gedik Üstüne Gedik

    1948 yılında Fenerbahçe basketbol teknesi iki büyük yara daha aldı. Takım kaptanı Şükrü Mete ile antrenör oyuncumuz Jak Habib, kendilerini emekliye ayırdılar. Yerleri kolay dolmayacak iki oyuncumuzu daha kaybetmiştik. İlk kuruluş günlerinden itibaren Fenerbahçe basketboluna çok şeyler kazandıran ve Fenerbahçe basketbolunun temelinde alın terleri bulunan bu iki unutulmaz ismi burada sevgiye ve takdirle yâd etmeyi ödenmesi benim için şart olan bir borç bilirim.

    Şükrü Mete ile Jak Habib’in gidişleri takımımız için gerçekten büyük kayıptı. Rahmetli Muhtar Sencer ile paçaları sıvayıp teknemizde açılan bu imi büyük rahneyi kapatabilmek için yeni isimler aramaya koyulduk.

    Üzerinde durduğumuz filiz gibi bir delikanlı vardı: Vefa’da oynamakta olan Sacit Seldüz. Türk voleybolunda olduğu kadar Türk basketbolunda da büyük bir gelecek vadeden bir isimdi Sacit. Kendisiyle konuştuk. Tüm isteği, çalışacağı bir iş bulmamızdı kendisine. Bir iş bulduğumuz takdirde seve seve Fenerbahçe’ye geleceğini söylüyordu. Bu konuda da Raif Dinçkök imdadımıza Hızır gibi yetişmişti. Bu genç basketbolcuya Sultanhamam’daki mağazasında iş vermişti Dinçkök. Gönlü Fenerbahçe sevgisiyle dolu bu upuzun, dal gibi delikanlıyı Fenerbahçe’ye aldık. Bu büyük transferin gerçekleşmesinde Muhtar’ın gösterdiği büyük çaba asla unutulamaz.

    Bu arada Fenerbahçe Kulübü’nün kurucu üyelerinden olan rahmetli Dr. Ömer Seyfeddin Yalkın’ın oğlu Erdoğan Yalkın ile Reştan Aras ve Orhan Zeren gibi üç genç atletimize de Fenerbahçe basketbol takımında yer verdik. Bu çocuklar, atletizme iyi bir kış idmanı olacağı düşüncesiyle aramıza gelmişlerdi. Fakat sonunda atletizmi bırakıp basketbolda karar kılmışlardı.

    Genç, fakat iyi bir kadro oluşturduğumuza inanıyorduk. Artık potalar altında iddialı olabileceğimizi bile düşünmeye başlamıştık. Ancak daha ligler başlamadan tüm hevesimiz bir anda kursağımızda kalıvermişti. Vefa kulübü yöneticileri, transferine muğber oldukları Sacit Seldüz’ü asker kaçağı olarak ilgili makamlara ihbar etmişlerdi.

    Genç basketbolcu bir gece içinde evinden alınıp askeri makamlara teslim edilmiş ve kendisinin derhal Sivas’a sevkine karar alınmıştı. İş öylesine apar topar olmuştu ki; Sacit’i ancak Sirkeci’de sevkiyat yerinde bulup görüşmemiz mümkün olabilmişti. Son derece üzgün ve düşünceliydi o neşe dolu, espri dolu sevimli delikanlı. Kendisiyle ancak birkaç dakika görüşmemize izin vermişlerdi. Onu dilimiz döndüğünce teselli etmeye çalıştık. Sacit’in tek düşüncesi, evde yalnız ve zor bir durumda kalan yaşlı anasıydı. O konuda da yardımcı olacağımızı anlatmaya çalıştık. Ve büyük umutlar beslediğimiz Sacit Seldüz de böylece ve Fenerbahçe formasını sırtına giymeden adeta aramızdan uçup gidivermişti.

    Bu olaya Raif Dinçkök de en az bizler kadar üzülmüştü. Ve yanında topu topu birkaç gün çalışan bu genç basketbolcuya derhal sahip çıkmıştı. İki yıllık askerliği boyunca Sacit’e maaşını göndermiş, terhisinden sonra derhal yanına almış ve ona iyi bir istikbal temin etmek konusunda da yardımcı olmuştu. Raif Dinçkök, Fenerbahçe basketbolunun en zor günlerinde Hızır gibi imdada yetişen bir kişi olmuştu. Onun o büyük katkıları asla ve asla unutulamaz. Nur içinde yatsın.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Sacit Seldüz

    Sacit Seldüz

    Fenerbahçe basketbol tarihinin en önemli isimlerinden birisi olan Sacit Seldüz hakkında bilgilerimiz ne yazık ki çok kısıtlı… Can Bartu ve Mehmet Baturalp ile çekilmiş müthiş bir fotoğrafı eşliğinde 67 yıllık bu röportajı sizlerle paylaşmak istedik. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sacit Seldüz

    1951’deki Dünya Ordulararası Basketbol Şampiyonası’nda “En iyi oyuncu” seçilen sempatik kaptanımız “Şampiyonluğumuz garantidir” diyor.

    Mecmuamızın neşrinden itibaren her hafta bir futbolcumuzu tanıtarak bu güne kadar geldik. Futbolcularımızla röportajlarımız sona erdiğinden bu haftadan itibaren şampiyon basketbolcularımızı sizlere tanıtmağa başlıyoruz.

    Kıdemliden (!) yani kaptandan başlamak prensibimize sadık kalarak Sacit’i karşımıza alarak suallerimize başlıyoruz. Uzun ve başarılı spor hayatını şöyle hülâsa ediyor:

    “1928 senesinde İstanbul’da doğdum. Spor olarak orta mektebe devam ettiğim sıralarda sadece voleybol oynuyordum. Benim uzun boyuma mukabil pasörüm çok kısa idi. Milli atlet ve rekortmen Cahit Önel! Mektebin kaptanı olup o müddet zarfında da Galatasaray’da voleybol oynuyordum. Vefa’ya geçtiğim sene orada Türkiye şampiyonluğunu kazandık…”

    Basketbole başlayışın nasıl oldu?

    “Tamamen tesadüfi. Dr. Ali Uras basketçileri çalıştırırken benim de antrenmanlara iştirakimi arzu etti. İşte o gün bu gün potanın dibinde dolaşıp duruyoruz…”

    Voleybolcu olarak da millî formayı giymiş bulunan Sacit, basketbola başladıktan altı ay sonra milli takımda oynamağa muvaffak olmuştur. Bu güne kadar 50’yi mütecaviz milli müsabakada ve bir o kadar da muhtelit maçlarında yer almıştır.

    Milli takımla Mısır, Kıbrıs, Yunanistan, Yugoslavya, Avusturya, İtalya, Fransa, İspanya, Almanya, Finlandiya ve İngiltere’ye gitmiş bulunan Sacit, bunların arasında en çok (Paris) Fransa’yı beğeniyor.

    Beğendiğin basketbolcular?

    “Bizden Erdoğan Partöner, yabancılardan 2.17 m. boyundaki Bob Callen (A.B.D.) ve 110 Kg.’lık Konief (Rus) dir.”

    Sırası gelmişken söyleyeceğim; hâlen Almanya’da bulunan Galatasaraylı millî basketçi Erdoğan Partöner, Sacit’in en samimi arkadaşıdır. Burada iken birbirlerinden hiç ayrılmazlar.

    En çok heyecanlandığın hâdise?

    “1951’de Kahire’de yapılan Dünya Ordular Arası Basketbol Şampiyonası’ndan dönerken uçağımızın geçirdiği düşme tehlikesi.”

    Bu şampiyonada takımımız dünya üçüncüsü olmuş ve Sacit de en iyi oyuncu seçilmişti.

    Basketbolcular arasında bir âdet vardır: Her oyuncu bu spora başladığı ilk günlerde bir forma numarası seçer ve bunu uğur telâkki ederek, maçlarda daima bu numarayı kullanır.

    Sacit 5 numaralı formayı giymektedir.

    Forma numaranı nasıl seç tin?

    “ Önceleri 4 idi. Fakat onu milli takımda çok sevdiğim Yalçın Granit’e bıraktım. Hâlen 5 numarayı kullanıyorum.”

    Basketbol ve voleybolden başka gayet iyi kayak kayan kaptana takımın bu seneki durumunu soruyorum:

    “Takımımız yeni iltihak eden genç arkadaşlarımızla çok kuvvetli bir durum arz etmektedir. Galatasaray’ın son 2 mağlubiyeti üzerine şampiyonluğumuz garantidir” diye cevap veriyor.

    En selâhiyetli bir ağızdan aldığımız bu garantiyi taraftarlarımıza müjdelemek de bizim vazifemiz sayılır!

    5 Mart 1956 – Fenerbahçe Spor Gazetesi

  • Erdoğan Karabelen Röportajı

    Erdoğan Karabelen Röportajı

    Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Erdoğan Karabelen röportajı ile karşınızda… Erdoğan ağabeyi yakın bir zamanda kaybettik. Bir saniye durmak nedir, yorulmak nedir bilmeyen bir spor adamıydı. Nur içinde yatsın.

    Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Komple Sporcu

    Sporu seven bir aileden geldi. Kendisi başarılı bir basketbolcumuzdu. Sadece Türkiye’de değil, dünyada bile eşine zor rastlanan bir basketbol adamı… Hem oynadı hem öğretti.

    Hepimizin hayatında yol göstericiler vardır. Fakat Sayın Erdoğan Karabelen’e rastlayanlar çok şanslı… Bizim de şansımız, onunla röportaj yapabilmek oldu. Bir kez daha Fenerbahçe’mle gurur duyuyorum.

    Erdoğan Karabelen Röportajı

    – Spor hayatına nasıl başladınız?

    Sporcu bir aileden gelmekteyim.

    Babam Ankara’da İnönü’nün muhafız alay komutanıydı. Bu arada babam da sporcu sayılır. Birçok şubenin yanı sıra sırık atlamada Türkiye rekorunu kırmıştı.

    Annem de cumhuriyetin ilk kadın tenis şampiyonlarındandır.

    Bana dönersek 1936 doğumluyum. Çocukluk yıllarımdan beri dağ bayır demiyor koşuyordum. 1950’de Çankaya Köşkü’nün arkasında bir koru vardır. Onun da arkasında köyler var işte oralar benim koşma alanımdı.

    Başbakan Şükrü Saracoğlu’nun köşkünde de oğulları Aydın ve Yılmaz köşkün bahçesinde futbol oynarlardı. Ben de gider onları seyrederdim. Bazen de kaleci bulamazlar kız kardeşi kaleye geçerdi. Köşk emniyet müdürünün oğlu da oynardı. Ben böyle dışarıdan seyrederken adam bulamadılar mı bana “Erdoğan sen gel, kalede dur” dediler. Ben ilkokuldayım ama muazzam reflekslerim var.

    Bu konu açılmışken bir anımı da sizlerle paylaşayım arada… Babam Atatürk’ün kendisine hediye ettiği kadehe bir çarptı; ben öyle bir havada uçup yakalamıştım ki… Neyse dönelim bizim hikâyeye…

    Yılmaz’la, Aydın ayrı bir takım kurmuşlar ama beni bir türlü almıyorlar. Fakat sonunda kaleci oldum, öyle kurtarışlar yaptım ki ertesi günü beni paylaşamadılar. Liseler arası yarışmalarda da en az gol yiyen kaleciydim.

    Başbakan Şükrü Saracoğlu çok ilginç bir insandı, burada da bütün maçlarımızı takip ederdi. Her gün Başbakanlıktan gelir o bizim tenis kortundaki maçımızı kahvesini içerek seyrederdi. Bir taraftan da tenkit ederdi. Meğer bana kızıyormuş, ben hangi takımda olursam maçlar on, on beş farkla bitiyordu. Bana penaltı bile atamıyorlardı. Bir gün 9 gol atmışız. Ben de kendime futbolcu Fecri Ebcioğlu’nu örnek almıştım. Her sefer çıkıyor, topu alıyordum. Bir seferinde kaçırdım, maç 9-1 oldu. Saracoğlu dedi ki “Bu dokuz gole bedel oldu. Sonradan da bana “ Oğlum sana kızıyordum ama seni tebrik ederim. Muazzam bir yeteneğin var. Maçların zevki kalmıyordu, sen hangi takımda olursan o takım galip geliyor. O nedenle söylüyordum.” demişti. Bir Başbakanın kahvesini alıp bizim maçları seyretmesi benim için çok onur vericiydi.

    – Hayatınızda 11 sayısının hep bir önemi oldu…

    11 Ağustos’ta doğdum.

    Nüfus kütüğünde no. 11; hane no. 11.

    Atletizme 11 yaşımda başladım, 11 yaşımda ilk rekorumu kırdım; 11 saniye ile 100 m. yaptım.

    İlk disk atmada 11 metre farkla birinci oldum.

    Fenerbahçe ve milli takımda 11 no’lu formayı giydim. İlk resmi maçımda 11 sayı attım.

    Kullandığım tüm telefonlarda 11 sayısı mutlaka var. Nişan tarihimde 11 var, evlendiğim ay ise yine 11. ay…

    – Kardeşleriniz de sporla ilgili mi?

    Babam Daniş Bey “Spor yapmayan avare olur” diyerek beni ve kardeşlerimi hep spora teşvik etmiştir.

    Ağabeyim Kayıhan boks ve kalecilik yaptı. Aynı zamanda Orta Anadolu kayak şampiyonu oldu.

    Kız kardeşim Özcan kızlar arası silah atışı ve 800 m. koşuda birincilikler aldı.

    Amerika’da yöneticilik yapan küçük kardeşim Altan voleybol ve dalış sporlarının yanı sıra maraton da dereceler aldı. Ailede tüm üyeler ve çocukları da hepsi sporla yakından ilgilendiler.

    – Anneniz ve babanız cumhuriyetimiz için de çok önemli insanlar. Bize biraz onları anlatabilir misiniz?

    Babam ve annem Osmanlı döneminde doğmuşlar fakat batı kültürünü benimseyen iki insandı. Türk müziğinin yanı sıra klasik batı müziğini de sever, kanun ve piyano çalarlardı. Evliliklerinin ilk yıllarında onlar daha yeni evliyken Anadolu’ya silah kaçırmışlardı.

    Babam Danış Bey teğmenken Filistin cephesinde savaşırken yaralanmış. Cephede Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa’dan güvenilir, sağlam, emin bir görevli istediğinde şifre subayı olarak babam gönderilir. Sonra Atatürk cumhurbaşkanı olduğunda babamı yanına alır. Bu bizim ailemiz için de her zaman gurur verici oldu.

    Sonra babam Kars’a tayin oldu. Kars’ta da bir 720 basamak vardı. Orayı iner, çıkar antrenman yapardım. Fakat Kars’ta fazla kalamadım. Tahsil nedeniyle İstanbul’a geldim.

    – Fenerbahçe Spor Kulübü’ne gelişiniz nasıl oldu?

    1952 yılında İstanbul’a geldim. Hem okuyup hem de çalışıyordum. Babam gönderdiği harçlıklarla geçinebildiğimi zannediyordu fakat ben sıkı bir şekilde çalışıyordum.

    Atletizm pisti uzak olmasın diye Fenerbahçe’nin yakınında bir ev tuttum. Fenerbahçe Spor Kulübü’nün atletizm takımında yer aldım. Takımda şampiyonluklar kazanırken 110 m. engellide milli formaya kavuştum.

    Kış sezonu geldiğindeyse okul çıkışı akşamları çalışacak kapalı bir yer ararken basketbol takımının salonuna gittim. Tüm ribauntları alınca genç milli takım çalışmalarına çağrıldım.

    Daha doğrusu basketbola kandırılarak başladım. Aklımda basketbol yoktu. Kısa sürede iyi bir aşama kaydedince İstanbul bölgesel liginde altıncı, yedinci sırada olan ekibin üst sıralarına tırmanmasına ve 14 kez şampiyon olan bu yüzden de “Yenilmez Armada” diye anılan Galatasaray’ın ilk kez yenilmesinde ve basketbolda da Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinin doğmasına neden olan takımda oynadım.

    Fenerbahçe basketbolda ilk şampiyonluğunu 1954-55 sezonunda aldı. Bu sezonda 14 maçın tamamını kazanmış, 5nŞubat 1955’deki ilk maçta 55-47 yendiğimiz Galatasaray ile rövanşı 2 Nisan günü oynamıştık. O güne göre rekor sayılacak 14 bin lira hasılat toplanmış ve bu 14. ve son maçı 57-46 kazanmış Fenerbahçe’nin ilk kez şampiyonluğunu yaşıyorduk.

    1951 yılından 1958 yılına kadar sarı lacivert formayı gururla taşıdım. 1954-55-56-57 İstanbul Ligi, 1957 Türkiye şampiyonası, 1954-1958 Federasyon Kupası şampiyonluklarını yaşadım. A milli oldum. 1955-1957-1959 Avrupa Basketbol şampiyonalarında ay yıldızlı formayı giydim.

    Fenerbahçe takımı ile Türkiye şampiyonaları kazandık. Hiç sayı atmasını bilmeyen ben, bir maçta 73 sayı attım.

    Sonra o dönem yöneticilerle anlaşmazlıklar olunca tekrar geri dönme düşüncesiyle 1958’de Darüşşafaka’ya gittim. Ancak o sene federasyon transferleri üç seneliğine dondurdu. Kaldığım üç sezon Darüşşafaka şampiyon oldu.

    Sonra tekrar Fenerbahçe Spor Kulübü’ne döndüm. İkamet ve tahsilimi garanti eden Belçika’nın Standart Sporting Liege takımına gittim. O sezon şampiyon olduk. Almanya’da da hem oynadım hem de antrenörlük yaptım.

    – Basketbol dışında da çok iyi işler yaptınız…

    Evet, bir süre çocuk pedagojisi üzerine çalıştım.

    Sonra ülkemizde küçüklerin spor alanında yalnız kaldığını gördüm ve büyüklerle ilgilenmeyi bıraktım. Hep küçüklerle ilgilendim.

    Hentbolde antrenör ve hakem, basketbolda milli antrenör lisanslarım var. Elektrik, elektronik, yüksek gazetecilik, basın ve halkla ilişkiler olmak üzere dört adet mesleki diplomam var. Radyolarda amatör sporla ilgili programlar yaptım, gazetelerde yazılarım var. Piyesler yazdım, bunlar da radyoda yayınlandı. İngilizce, Fransızca ve Almanca konuşurum. Şiir, beste ve güftelerim de var. Boş zamanlarımda da resim yapıyorum. Tolga adında da bir evladımız var.

    – Sporculuğunun yanı sıra yönetici olarak da sporumuza büyük hizmetler verdiniz. Fenerbahçe Spor Kulübü’ne yaptığınız en önemli hizmet ise basketbol okulunu kurmanızdı…

    İstanbul Üniversitesi’nde kurduğum kız takımı üst üste Türkiye şampiyonlukları aldı.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nde kurduğum basketbol okullarında aralarında İbrahim Kutluay’ın da bulunduğu birçok basketbolcu çıktı. Altan Çetinkaya da vardı.

    Aslında altyapıdan seçim yapabilmem için Caddebostan’da “Sporium”u kurdum. Seçmeleri orda ve Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde yapıyor sonra Fenerbahçe Spor Kulübü basket okuluna alıyordum. Hepsi çocuktu. Zaman içinde çok çok iyi yerlere geldiler.

    Kondisyonerliğini yaptığım genç milliler Amerikalıların da katıldığı Albert Scweizer Kupası’nı, Ümit milliler ise Balkan şampiyonluğunu kazandı.

    Eczacıbaşı’nın deplasmanlı lige çıktığı yıllar kondisyoneriydim. Anadolu’dan bulduğum yetenekli gençleri kendim özel yetiştiriyordum. Bunların içinden milli takıma yükselenler oldu.

    Antrenörlüğüm sırasında İstanbul Üniversitesi Spor Kulübü ve PTT’yi de çalıştırdım.

    Yüksek Denizcilik Okulu’nun spor bölümünde ünlü atlet Ruhi Sarıalp’in asistanlığını ve kulübün başkanlığını yaptım. Taç Spor ’da basketbol okulunu ve iki kez şampiyon olan hentbol takımını kurdum. Enka ve Darüşşafaka kulüplerinde Genel Müdür yardımcılığı görevlerinde bulundum.

    -Zamana geri gel demek mümkün olsaydı neler isterdiniz?

    Sacit Seldüz, Nejat Diyarbakırlı, Hikmet Vardar, Erol Demiroma, Mete Yalçın, Muammer Tezel, Yılmaz Gündüz, Altan Dinçer, Tuncer Kabaner, Turhan Tezol, Erol Pekelman, takım arkadaşlarımı tekrar sahada görmek isterdim…

    Çok güzel günlerimiz geçti.

    Salonda oturduğunuz yerden baktığınızda ne kadar kolay görünür her şey… Top küçük, çember büyük… Sayılar bir bir atılır, başarılar kazanılır… Çok mu geniş görünür basketbol çemberi, hâlbuki ne mücadeledir o… Aynen bir heyecan çemberi…

    Erdoğan Karabelen | Röportaj: Sibel Kurt

  • Bir Divan Toplantısı

    Bir Divan Toplantısı

    Neriman Tekil‘in Fenerbahçe Dergisi, seneler boyunca Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Yüksek Divan Kurulu toplantılarını yayınladı. Eli bihakkın kalem tutan büyüklerimiz sayesinde muhteşem metinler halinde tarihe geçen o günlerden birini , bir divan toplantısı özetini sizlere aktaralım istedik. Kimler, kimler ne konular! Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Osman Kavrakoğlu’nun Konuşması

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nün son dönem divan toplantısı 21 Ekim 1988 Cumartesi günü yapıldı. Saat 10.30’da başlayan toplantı Mart 1988’den itibaren vefat edenlere saygı duruşuyla başladı.

    Toplantının açış konuşmasını yapan Divan Başkanı Osman Kavrakoğlu kulübün mali imkanlarının yetersizliğine değinirken, özellikle son zamanlarda devletin ve özel teşebbüsün Naim Süleymanoğlu’na yaptığı yardımı eleştirdi. Kavrakoğlu sözlerine şöyle devam etti:

    “Maç hasılatı dolayısıyla yapılan kesintiler % 40’ı aşmıştır. Türkiye’de bir tutarsızlığın üzerine parmak basmaya mecburuz. Bunu basından rica ediyoruz. Şüphesiz bir Türk çocuğunun dünya şampiyonluğunu kazanması gurur vericidir. Ama işi çığırından çıkartıp, milyarları döküp, bu arada Fenerbahçe gibi, Galatasaray gibi, Beşiktaş gibi artık asrı dolduran hizmetleri yapanlara üç kuruş vermeye sıra geldi mi, % 42 keseriz demek, sporu teşvik etme iddiasında olan idarecilere, bilhassa devlet erkânına yakışmıyor. Biz Süleymanoğlu’na her şeyi verebiliriz. Ama bakıyoruz hesaplar öyle şaşırılmış ki, Bulgar Radyosu 75 milyon aldık, diyor. Başvekilimiz 1 milyon dolar verdik, diyor. Bu toplam, 1.5 milyarı geçer. Eğer Süleymanoğlu’na yardım etmek istiyorsak ki, hepimizin milli vazifesidir. 120 bin kişi yetiştirir, adını da Süleymanoğlu koyarız.  Bu olaya Fenerbahçe önder olarak ilk itiraz bayrağını açmıştır. Öyle bir kanun çıkmıştır ki, Fenerbahçe kendi üyelerine bir taahhütlü mektup göndermek için 4-5 bin TL harcamaya mecburdur. Böyle spor himayesi olmaz. Biz ricamızı basına intikal ettiriyoruz ve diğer kulüpleri de elbirliğiyle bu kampanyaya çağırıyoruz, bu anormal duruma, hükümete rica ederiz buna bir çare bulsun, ayıptır beyler…” diyerek sözlerine son verdi.

    Bir Divan Toplantısı

    Hasan Özaydın Konuşuyor

    Daha sonra Yönetim Kurulu adına Hasan Özaydın söz alarak çalışmaları hakkında bilgi verdi. (Bu arada 15 Yönetim Kurulu üyesinden 4’ünün bulunması dikkati çekti).

    Özaydın “Tüm dallarımızda kaliteli ve verimli sporcu temini için transferlerle, başarısız olan futbolcuların eski hale dönmesi için çalışmalarımız olmuştur. Maddi, manevi hiçbir sorundan kaçınılmamıştır. Ve bunun sonucu bir Ergin, bir B.Bilal çıkarılmıştır. Bu arada ara transferlerle mevcut oyuncular değerlendirilmiştir. Bunlar: Abdülkerim Durmaz Ankaragücü’ne, Hasan Öztürk, Dusan Pesiç Sakaryaspor’a, Hüseyin Sarıca, Müslüm Gülhan, Birol Altın, Ayvalıkspor’a Necdet Zengin ve Gülhan Kuşadasıspor’a Oğuz Karakaya Çorluspor’a, Zafer Tüzün Adana Demirspor’a, Bülent Yenidoğan Erzurumspor’a, Osman Giresunspor’a kiraya verilmiştir. Bu arada altyapı tesislerine önem verilmiştir. Kasım ayında altyapı Fikirtepe tesislerine taşınacaktır. Transfer giderleri yaklaşık 2 milyardır. Mevcut kadronun Fenerbahçe’ye maliyeti 3.2 milyardır. Bu rakamları belirtmemdeki amaç altyapıya dönmenin buraya önem vermenin ne kadar önemli olduğunu belirtmektir. Sezon hazırlıkları konusunda çalışmalarımız olmuştur. Basketbolda gerekli para tahsis edilmiş, ancak 88-89 sezonunda maliyeti artmıştır. Voleybolda başarılıyız. Boks da amatör spor dallarında en başarılı olan şubedir. Seul Olimpiyatları’na 2 boksör göndermiştir. Kürekte ise genç ve kızlar da başarılı olduk. Atletizmde ise Türkiye ikincisiyiz. Kulübümüze yapılan teberrular: Sait Tandoğan 48 milyon, Kayalar A.Ş. 120 milyon, Metin Aşık 40 milyon, Mehmet Özbek 70 milyon, Hasan Özaydın 40 milyondur”

    Özaydın daha sonra Kayışdağı’nda 250 dönümlük arsanın Fenerbahçe’ye tahsis edileceğini ve bütün ünitelerin Dereağzı’nda bir binada toplanacağını söyleyerek sözlerine son verdi.

    Bir Divan Toplantısı

    Üyelik Ücreti Tartışması

    Fenerbahçe Kulübü’ne üye olma şartları ve yeni teklifler, üyeler arasında karşılıklı eleştirilere neden oldu. Bu en çok tartışılan konu üyenin eş ve çocuklarından alınacak miktar ile amatör sporculardan alınacak miktar oldu. Özellikle amatör sporculardan oylama sonucu üyelik için 100 bin TL alınmasının kararlaştırılması Yönetim Kurulu üyelerini sinirlendirdi.

    Daha sonra söz alan Özaydın “Hiç alınmasın daha iyi” diyerek sitem etti.

    Bu arada üyelik için düşünülen yeni şartlar  ise şöyle sıralandı:

    Dışarıdan gelenler için üyelik şartı 5 milyon TL

    Üyenin eş ve çocuklarının üyelik için şartı 2 milyon TL.

    Amatör sporcular için üyelik şartı 500 bin TL.

    Bu konuda görüşlerini belirtmek üzere ilk sözü alan Turan Akra oldu.

    Akra: ”Türkiye’deki bu ekonomik çıkmazda 3 milyon 5 milyona çıkarmakla ne kazanılır? Bunlar kendi ölçülerine göre yapılmış rakamlardır. Fenerbahçe bu rakamlarla bir yere gelmez. Amatör sporcular hâlâ ebeveynlerinin eline bakıyor. 500 bini nasıl versin?’ diyerek daha evvelki rakamların sabit tutulmasını istedi.

    Akra’dan sonra söz alan Altan Ayanoğlu bu konudaki düşünce ve eleştirilerini şöyle sıraladı:

    “Öncelikle teklif noksan. Amatör sporcu kulüpten ücret almayan kişidir, profesyonel sporcular ise maddiyat için oynar, kulüp sevgisi sonra gelir. Örneğin Oğuz 300 milyonu, 2 yıl için aldı. Üyenin eş ve çocukları zaten kulüpten yararlanıyordu. Ama bunların tek tek kulüp üyesi olması düşüncesindeyim. Kısaca amatör sporcu ile üyenin eş ve çocukları için düşünülen yeni ücret çok fazladır.”

    Daha sonra söz alan Reşat Göz yeni üye şartları ve kulüp hakkındaki düşüncelerini ise kısaca şöyle sıraladı:

    “Sayın Başkan’ın nasıl olsa geliri yerinde ancak kendi ailesini bile zor geçindirebilecek kişi 4-5 milyonu nereden bulacak? Büyük harcamalarla bu cemiyet ayakta durmaz. Ben futbol antrenörümüzü Beşiktaş maçında ayıpladım. Bazı arkadaşları yerinde oynatmadı. Daha önceleri B.Fikret olmadan da takım galip geliyordu. Beşiktaş maçında rıdvan olmayınca başarısızlık oldu. son olarak amatör şube den gelecek arkadaşları az para ile almalıyız”

    Bu konuda Necdet Kuba ve Turgut Sevenler, Semih Gölpınar görüşlerini belirttiler.

    Daha sonra üyelik sonuçta şu karara bağlandı:

    Yeni üye olacaklar 5 milyon TL.

    Üyenin eş ve çocukları 250 bin TL.

    Amatör sporcular 100 bin TL. ödeyerek Fenerbahçe Kulübü’ne üye olabilecekler.

    Bir Divan Toplantısı

    Madalyalar ve Gerilen Ortam

    Bu konu karara bağlandıktan sonra Fenerbahçe Kulübü’de 40 yılını tamamlamış üyelere rozetler dağıtıldı. Bunlar Naip Akbay, Bartan Abakyan, Nihat Başgöze, Adnan Çekmece, Nejat Duysak, Nejat Diyarbakırlı, Kamil Ekin, Kamuran Ekin, Hüsnü Göker, Vecdi Himmetoğlu, Süleyman Koyuncu, Refik Konuk, Şefik Konuk, Esin Kent, Abdurrahman Mısırlı, Leon Russo, Recai Soydaner, Haldun Sürer, Sacit Seldüz, Burhan Şener, Erdoğan Türetgen, Kemalettin Ererdağ

    Toplantının son kısmında Fenerbahçe ve Denetleme Kurulu adına Üstün Akmen 3 aylık denetim raporunu sundu. Akmen Fenerbahçe Kulübü’nün para girişi ile para çıkışı arasında hem zamanlık olmadığını vurgularken heyetlerinin hiçbir zaman Yönetim Kurulu ile görüş ayrılığında olmadığını, amaçlarının yardımcı olmaktan ileri gitmemekle birlikte, teftişlerini yapacaklarını, defter ve kayıtları inceleyeceklerini, kısaca görevleri neyi gerektiriyorsa onu yapacaklarını söyledi.

    Divan üyelerinden Alparslan söz aldı. Sosyal lokalin üyeleri tatminden uzak olduğunu söyledi.

    Fakat Akmen’in söz almasıyla birlikte divan toplantısı gergin bir havaya girdi. Yönetimden hiçbir yakınlık görmediklerini belirten Akmen, “Her türlü denememiz sonuçsuz kaldı. Bir türlü yönetim kurulu bizimle çalışmadı. Son olarak yönetim kuruluna katılmak istedik, sonuçta kovulduk” dedi.

    Bu konuşma üzerine söz alan Hasan Özaydın, “Denetleme kurulu elemanları kendi başlarına hareket ediyorlar. Toplantı başlamak üzereyken gelip oturdular. Sorunları olup olmadığını sorduk bize sadece ‘Toplantıya katılacağız’ dediler. Olay bundan ibarettir” dedi.

    Daha sonra söz alan Hulusi Altınok’un Denetleme Kurulu üyelerinin bu hareketini eşkiyalık olarak nitelendirmesinden sonra karşılıklı bağrışmalar başladı. Denetleme Kurulu Başkanı Umur Türe tartışma sırasında Hulusi Altınok’a “Eşkıya senin sülalen” diye bağırdı.

    Altan Ayanoğlu taraflara uzlaşma teklif etti. Böyle bir havada kendisinin de birçok görüşlerini dile getirmekten kaçındığını söyledi.

    Osman Kavrakoğlu’nun da ortalığı biraz olsun yatıştırmasının ardından kürsüye gelen Denetleme Kurulu Başkanı Umur Türe, “Fenerbahçe’de kimse denetlenmek istemiyor. Her ay rapor yazıyoruz cevap veren yok. Denetleme Kurulu görev yapacaktır, burası köşe başı değil. 600 milyon liralık ansüsman fatura var. Bunun ne olduğunu bilen yok. Bize yöneltilen her türlü suçlamaları ispata davet ediyorum. İspat ederler yoksa yalancılıkla itham ediyorum. Eğer gerekirse genel kurulu toplarız” dedi.

    Toplantıda zaman zaman bazı konuşmacıların konuşmaları eleştirildi ve oldukça elektrikli bir hava estiyse de bazı konularda birlik ve beraberlik içinde karar alındı.

    Toplantıya katılan üyelerin azlığı dikkati çekerken, 40 yılını doldurmuş üyelere rastgele bir şekilde rozetlerinin verilmesi eleştirildi. Toplantı, Divan Başkanı Osman Kavrakoğlu’nun sonuç konuşmasıyla son buldu.

    Fenerbahçe Spor Dergisi Kasım 1988 – Bir Divan Toplantısı