Etiket: Semai Şatıroğlu

  • Ercan Aktuna Röportajı

    Ercan Aktuna Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Ercan Aktuna röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Çekirdekten Fenerbahçeli

    Biz aramızda her zaman “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur,” deriz. Siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Ercan Bey?

    Rahmetli amcam savcı muaviniydi. Sekiz yaşındayken beni alır, maçlara götürürdü. İlk maçımız için Dolmabahçe Stadı’nın açılışına götürdü. Protokol kısmında oturmuştuk. Unutulmaz bir gündü.

    Fenerbahçe maçlarından sonra çok mutlu olurdu. Amcam da zamanında futbol oynamış. Lakabı Pire Mehmet’ti. Bana Fenerbahçe’yi ilk sevdiren amcam oldu.

    Annem çok sert mizaçlıydı. Maçları seyretmeye gitmeme izin vermek istemezdi.

    Fenerbahçe maçları öncesi erkenden Üsküdar’a gider Canavar Burhan, Basri, Özcan, Naci Ağabeyleri beklemeye başlardım. Onlar da bizler gibi arabalı vapura binerler, üst katta çay ocağına yakın yerde otururlardı. Elimden geldiğince onlara yakın olmak için gayret gösterirdim.

    O yıllarda inanamazdım elbet gönül verdiğim Fenerbahçe’de ben de top koşturacaktım.

    Spor hayatınız profesyonel olarak nasıl başladı?

    İstanbul Erkek Lisesi’nde okuyordum. O sıralar Fenerbahçe genç takımda idmanlara çıkıyordum.

    Önceleri mektep maçları vardı. Ahmet Erol da Fenerbahçe’de menajerdi. Beni beğendiler, fakat yaşımdan dolayı daha lisansım yoktu. 17 yaşındayım, bir gün eski Fenerbahçeli kaleci Sabri Kiraz Hoca bana “Gel seni İstanbulspor’a götüreyim. Yatılı olarak yazdırayım,” dedi. 1957 yılıydı. Meseleyi amcama açtım. Ona Sabri Hoca’nın önerisini anlattım. Amcam da “Sabri Hoca’yı dinle, önce oku,” dedi

     Çok az maçlara giriyordum. O zamanlar İstanbulspor çok kuvvetli bir kulüp. Kadrosu da çok iyiydi. Senede 2-3 maç oynuyordum. İstanbulspor’un yanı sıra genç milli takımda da oynuyordum.

    1960 yılında Turkcell lig gibi bir milli lig kuruldu. O zamanlar cumartesi ve pazar olmak üzere haftada iki kere maç yapılıyordu. Deplasmanlara giderdik. 6 takım kura çekiyordu. İzmir ve Ankara’da; Altay, Göztepe, Altınordu gibi güçlü takımlar vardı.

    Hatırlıyorum o zamanlar İzmir’e deplasmanlara gittiğimizde Fenerbahçeliler Alsancak’ta iyi otellerde kalır, uçakla giderlerdi. Biz ise Basmane’deki otellerde kalır, otobüsle yolculuk ederdik. Küçük kulüplerin kaderidir bu.

    İzmir’de felaket sıcak olurdu. Fenerbahçe Karşıyaka ile oynar. Biz Altay’la oynarız. Ertesi gün de Fenerbahçe Altay’la oynar, biz de Karşıyaka ile oynarız. Günümüze baktığınızda haftanın iki günü üst üste maç yoktur. 

    İstanbulspor’da oynarken Fenerbahçe ile karşı karşıya kaldığınızdaki duygularınız?

    Bir keresinde Fenerbahçe bir mağlubiyeti İstanbulspor’dan aldı. Üzüleyim mi? Ağlayayım mı? İki arada bir derede kaldım. Bilemedim! Ama ondan sonra Allah gönlüme göre verdi. Neyse neticede Fenerli olduk, mutlu olduk.

    Fenerbahçe transferiniz nasıl gerçekleşti?

    1965 yıllarıydı. Milli takımda oynadığımdan dolayı gündeme gelmiştim. Galatasaray Beşiktaş ve Fenerbahçe beni istiyordu. Benim gönlüm Fenerbahçe’deydi. Ve Fenerbahçe kulübü beni takımda istediğini bir aracı vasıtasıyla iletti. Hayallerim gerçekleşecekti…

    Ama o zamanlar transferler bugün olduğu gibi bazı prosedürlerle yapılmıyordu. Futbolcu önce kendi onayıyla kaçırılır ve bir yerde kısa bir süre saklanırdı. Basından uzak tutulur, diğer kulüplerin futbolcuya ulaşması engellenirdi. Bana da Koyu Fenerbahçeli Hırsız Semai lakaplı ağabeyimiz eşlik etti.

    O dönem İsmet Uluğ Başkan, Faruk Ilgaz ise Genel Sekreterdi. Semai ağabey “Evladım seninle güzel bir yere gideceğiz,” dedi. Neticede enteresan bir olay, Semai ağabeye “Semai ağabey ben deniz çocuğuyum, deniz kenarı olsun, ben denizden ayrı kalamam,” dedim. Kocaeli yakınlarında Tütünçiftlik’te bir ayakkabı mağazalarının sahibinin villasında 21 gün kaldık. O zamanlar İzmit Körfezi’nden denize girilebiliyordu.

    21 günün sonunda Kadıköy Belvü Restoran’da Kadıköy grubundan Muhittin Bulgurlu ile buluştuk. Bir çantayla gelmişti.

    Muhittin Bulgurlu bana “Evladım işin en zor tarafını bitirdik. Şimdi transfer zamanı imzalar atılacak. Sen ne kadar istiyorsun?” dedi.

    Bizim dönemimizde o formayı giymek şerefti. Ona “Ne verirseniz verin takdir sizin efendim” dedim.

    Bana önce 50.000 TL sonra da 5000 TL daha verdi. Transferim 55.000 TL’ye gerçekleşti.

    Muhittin Bulgurlu sonra orada bulunan kişilere dönerek “Gördünüz mü, ne tok bir insan aldık. Tam bir Fenerbahçeli” demişti.

    Galatasaray’ın bana teklifi 160.000 TL ile 180.000 TL arasında bir rakamdı. Hepsini Fenerbahçeli olmak uğruna elimin tersiyle itmiştim.

    Aramızda Erdal Kocaçimen de vardı. O da eski kalecilerimizden. “Ağabey merak ettim sadece, çantada ne kadar vardı?” dedim.

    Bana “165.000 TL civarı vardı, isteseydin senindi” dedi. Ama ben o an onu düşünmüyordum, manevi yönü daha önemliydi.

    1965 yılında Fenerbahçe ile bağlanan hayatım 1975 yılına kadar devam etti.

    Kaç kez Milli takım formasını giydiniz?

    O formayı 29 kez giymek nasip oldu bana…

    Oynadığınız yıllardan bir anınızı anlatır mısınız?

    1965’de bir Avrupa Kupası eleme maçı vardı. İstanbulspor’da oynadığım dönemdi. Bizim oynadığımız dönem saha zemini şimdiki gibi değildi tabii. Bir milli maç için Portekiz’e gitmiştik. Onların sahası çimdi tabii.

    Sonra onlar rövanş için geldiler. Yeniköy’de otelde kamptayız. Kampa takviye olarak İtalya’dan Can Bartu, Avusturya’dan Özcan Erkoç geldi. Portekiz idman için oynanacak sahayı bir gördü. Tabii toprak saha Portekiz milli takım yetkilileri “Biz bu sahada oynamayız dönüyoruz ve FIFA’ya bildireceğiz” dediler.

    Bizi bir telaş aldı. Maç için Yeniköy’den Ankara’ya taşındık. Şimdi bakıyorum da 2008-2009 UEFA finalinin Türkiye’de ve Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu’nda oynanacak olması ne kadar haklı gurur bizim için…

    Savunmanın bel kemiğiydiniz. Lakabınız var mıydı?

    Benim lakabım Maldini idi. Tribün öyle takdir etmişti. Fizik olarak da Milan’da oynayan Maldini’nin babasına benzetirlerdi.

    En beğendiğiniz ve kendinizi yakın hissettiğiniz takım arkadaşlarınız kimler?

    Adada güzel günlerimiz geçti. Lefter ağabey “Hadi kros yapalım,” derdi. Koşardık. Nerdeyse 40 yaşına kadar oynadı; müthiş bir topçuydu. Böyle bir futbolcu bir daha gelmez. İki ayağı aynı. Çalım atamayacağı adam yok. Burada bir Macaristan maçı oynadılar, paramparça etti. Bir vole bir de penaltı 3-1 yendik. Macarlar o zaman sistemi öyle bir oturtmuş ki İngiltere’ye 6 atıyorlar. İki golü Lefter ağabey, bir golü Metin Oktay attı. Onu da çok severdim.

    Bir derbi maçımızda o kadar kötü oynuyoruz ki Galatasaray baskı kuruyor, biz kontra atak oynuyoruz. 3 kontra atak yaptık. Maç 0-3 oldu. Maçın bitmesine 8 dakikaya yakın bir zaman vardı. Metin Oktay “Biraz yavaş olun, zaten maç 0-3,” dedi. Yılmaz Şen de biraz kötü sözler söyledi. Bunun üzerine Metin Oktay çok kızdı, Yılmaz’ın boğazına sarıldı. Ve hakem Metin Oktay’ı maçtan çıkardı. Metin çok efendi bir insandı, onun ilk defa oyundan çıkarılmasına şahit oluyorduk. Küfrü bile olmayan bir insandı. Ve o gün soyunma odasına gittiğimiz de hepimiz 0-3 galibiyetimize sevineceğimize Metin ağabeyin oyundan çıkarılmasına üzülüyorduk. Futbolcular arasında çok büyük samimiyet vardı; kardeş gibiydik.

    Şeref Has’ı çok severdim çok âlem ve titiz bir insandı. Aynı odada kaldığımız bir dönem, “Ercan yatağın yerini değiştirelim,” der, bir o tarafa bir bu tarafa… Yastık kılıflarını evden getirirdi. Benim saatim vardı başucumda meğer onun tik tak sesinden rahatsız olurmuş. Kendine çok iyi bakardı, müthiş bir oyuncuydu. Arkadaşlarımızın hepsiyle uyum içindeydik. Herkesle iyi geçinirdim.

    Bir stoper oyuncusuydunuz. Oyun kurmadaki ustalığınız ve hava toplarındaki hâkimiyetiniz en büyük özelliğinizdi. Bir de penaltılar… Bu meziyetleri nasıl kazandınız?

    İstanbulspor’dan başlayarak zor anların adamı, Yılmaz Şen’le 14 sene birlikte oynadık.

    Bir de disiplinli, futbol sezgisi kuvvetli, Bükreş dinamosu Ion Nunweiller vardı. Dört dörtlük bir futbolcuydu o da, çok iyi anlaşırdık.

    Yılmaz’la da birbirimizi tamamlardık. Spor devamlılık ister, istikrar ister, kararlılık ister. Onlarla birbirimize baktığımızda “Keser mi keser, alır mı almaz mı” anlardık hemen.

    Molnar zamanında penaltıları ben atardım. Antrenmanda hepimizi toplar, herkese 10 penaltı attırır. Kim daha fazla atarsa onu tercih ederdi. Galatasaray’a karşı penaltılarım vardır.

    Sahaya çıkarken uğurlarınız var mıydı?

    Takımla sahaya çıkarken sağ ayağımla çıkardım, çizgiyi geçerken sağ ayağımı atardım. Çok sakin bir oyuncuydum. Hiç kırmızı kartım olmadı. Profesyonel top oynadım. Bizim zamanımızda kırmızı kart yoktu, hakem “Çık dışarı!” derdi. 

    Fenerbahçe tarihinde beş kupa aldığımız 1967-68 kadrosunda siz de vardınız…

    Türkiye Kupası, Başbakanlık Kupası, TSYD, Lig Şampiyonluğu, Cumhurbaşkanlığı ve Balkan Kupası maçlarını kazanarak beş kupayı aldığımız bir dönemdi. Çok iyi anlaşan bir kadroydu.

    1975 yılında futbolu Fenerbahçe’de bıraktıktan sonra çalışmalarınız nasıl devam etti?

    Futbolu bıraktıktan sonra İngiltere’ye menajerlik eğitimi için gittim. Eğitimimi tamamladıktan sonra kulübüme tekrar geri döndüm. Gitmeden evvel 6 senelik bir mukavele imzalamıştım. 2-3 sene menajerlik görevinde ve yönetimde bulundum. Primleri ben tespit ederdim,

    1974-1976 Emin Cankurtaran başkan olduğu dönemde başladım. 1975’de Rıdvan’ı aldım, kaçırdım. Rıdvan’ı o zamanlar Galatasaraylılar istiyordu. O da ayrı bir maceradır.

    1983-1984 Faruk Ilgaz’ın başkanlığında da görevdeydim. Faruk ağabey borçtan korkardı, “Açılmayalım” derdi. Futbolcular beni tanıdıklarından, başkanımız Faruk Bey Yüksel Bey’le beraber transfer işlerini yürütmemi istemişti. Altay’dan Erol’u aldım.

    En son 1989-1993 Metin Aşık’ın başkanlık döneminde görev yaptım.

    Fenerbahçe’de oynadığınız dönemde sizi en çok etkileyen, sizde en çok iz bırakan isim kimdi?

    Derbi maçları öncesi Moda Burnu’ndaki Mona Palas’ta kalırdık. Maça gitmeden evvelde Moda Deniz Kulübü’ne uğrardık.

    Eski efsane Fenerbahçeli futbolcu Zeki Rıza Sporel aynı zamanda Moda Deniz Kulübü’nün kurucularındandı. O müthiş bir insandı. Nur içinde yatsın.

    Fenerbahçe flamasını eline almış, Taksim Stadı’nda başlamış gümbür gümbür gollerini atmaya.

    Onun gibi biriyle tanışmış olmak bizim için bir şeref olmuştur. Başarı dileklerini kabul etmek üzere bizi kulübün başkanlık odasında ağırlardı. Çok klas bir insandı. Fazla konuşmayı sevmezdi. Bize asla “Şöyle yapın, böyle yapın” diye taktikler vermezdi.

    Zeki Rıza Sporel’in söylediği sözler bugün hala kulağımda “Fenerbahçeli gibi oynarsanız maçı kazanırsınız; oynayacaksınız ve kazanacaksınız,” derdi. Sonra odasından çıkar, maçımız için önce taksilerle Üsküdar’a, Üsküdar’dan da vapura binerek Dolmabahçe’ye giderdik. Antrenörümüz Molnar takımı soyunma odasında açıklardı.

    Derbi maçları nasıl geçerdi?

    Galatasaray- Fenerbahçe maçları çok elektrikli geçerdi. Sakin olan maçı kazanır. Sinirli olmak insanı kontrolden çıkarır. Bugün de böyle… Son maçta Galatasaray’ın hiç üstünlüğü yoktu. Bu sezon yine deplasmanda da yenecek Fener…

    Boyunuz uzun, neden basketbolu tercih etmediniz?

    Boyumun uzunluğu sanırım yüzmeden geliyor. Boğaz çocuğu olduğumdan çocukluğumdan beri yüzerim. O zamanlar boğazı geçmek Rumeli İskelesi ile Kuzguncuk arasında olurdu. Bu da bayağı uzun bir mesafe. Çok iyi yüzerdim. Kaptanların başlarının belasıydık. Gemiden atlardık. Yaramaz çocuk futbolcu olur, sakin çocuktan futbolcu olmaz. (Gülüyor)

    Bir arkadaşınızın evlenmesine vesile oldunuz… Bizimle paylaşır mısınız?

    Takım arkadaşlarımın hepsiyle çok samimiydik. Fakat Selim’le dostluğumuz biraz daha fazlaydı. Kamplarda aynı odada kalırdık. Hülya ile Selim’i ben tanıştırmıştım. Bugün baktığımda buna vesile olduğuma çok seviniyorum.

    Bir Galatasaray maçı öncesi adada kamptaydık. Hülya hanım da oraya istirahate gelmiş.

    Hülya ve ailesiyle Kuzguncuk’ta komşuyduk. Hatta ben genç takımda oynarken okul sıralarında annem derdi ki “Oğlum sen bu mahallenin ağabeyisin, kızlarda aklım kalıyor, 3 kız kardeş kalkıp gidecekler, onları tiyatroya, görevlerine sen götür getir,” derdi.

    Babaları Sedat Bey sağdı. Tiyatro Tepebaşı’ndaydı. Hülya ve kardeşleri Feryal ve Nilüfer hepsi tiyatroda oynuyordu. 00.15 ve 00.30 son vapura biniyor. 3 kuzuyu ailelerine teslim ediyordum. Hülya beni çok sever, hep Ağabey derdi.

    Kampa geldik. Selim görmüş, “Tanıştır bizi” dedi.

    Ben de dedim ki “O senin bildiğin kızlardan değil” ama ısrar etti.

    Ertesi gün oldu idmandan dönmüştük. Sabah kahvaltısını yapıyorduk Selim’e de “Sen de arkamdan gel Hülya ile tanıştırayım,” dedim.

    Tam tanıştıracağım ikisini “Günaydın” dedim Hülya’ya baktım Selim’e döndüm ki Selim yok.

    Hülya’ya “Ya seni çok cici tatlı dilli ayrıca oda arkadaşım olan biriyle tanıştıracaktım, ama utandı yok oldu galiba” dedim.

    Hülya’da Selim’i çağırarak “Gelin utanmayın” dedi.

    Sonra ada’da kaldığımız süre içinde Hülya, kızkardeşi Feryal hep beraber eşli pişpirik oynuyoruz. Tabii Selim tatlı dilli. Kamp bitti fakat Selim Hülya’yı setlerde hiç yalnız bırakmadı, çiçekler yağdırıyor, arada bir bana anlatıyordu.

    Ben 1968’ de evlendim, sanırım Selim’de 1969’ da evlendi. Şimdi torun sahibi bile oldular… Mutluyum tabii… İkisi de mükemmel insanlar.

    Peki ya sizin aileniz… Biraz aileniz hakkında bilgi alabilir miyiz?

    İki evladım var Zeynep ve Ali. Zeynep grafik mezunu. Ada Mobilya’da yönetici konumunda. Oğlum çok iyi bir futbolcu olabilirdi.

    Can Bartu ile evlerimiz çok yakın. Ali’yi çocukken top oynarken gördüğünde “Ya Ercan bu aynı benim gençliğime benziyor,” derdi.

    Fakat ne yazık ki futbolcu olamadı. Biraz fazla yakışıklı bir çocuktu, kızlar peşini bırakmadılar. Şimdi reklam sektöründe çalışıyor.

    Eşim Barkın da yine Ada Mobilya’da dekorasyon üzerine çalışıyor. Boş durmayı hiç sevmeyen bir yapısı var. Çok çalışkan bir insan. 40 yıllık mutlu bir evliliğimiz var. Boş zamanlarımızda sık sık kulübe veya sosyal tesislerimize gideriz.

    Ben maçları mutlaka seyrederim. Oynamak ve seyretmek arasında çok fark var. Ama şimdi eski bir futbolcu olarak seyretmek çok farklı bir duygu oluyor.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi

  • Hırsız Deveye Karşı

    Hırsız Deveye Karşı

    Fenerbahçe tarihinin en ilginç simalarından biri olan Semai Şatıroğlu, Tekin Aral’ın Fırt dergisindeki bir yazısında karşımıza çıkıyor: Operasyonun adı; Hırsız Deveye Karşı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Transfer

    Transfer piyasası Özal Ekonomisi’ne uygun bir şekilde ve de gayetle serbest bir biçimde açıldı. 40 milyonlar, 50 milyonlar, 60 milyonlar, 80 milyonlar havalarda uçuyor… Kör tuttuğunu öpüyor.

    Asgari ücretin üç-beş bin lira artması, işçi ücretlerine memur maaşlarına üç otuz paralık zam yapılması için kıyametlerin koptuğu ülkemizde, ayağında topu üç defa sektirmesini beceren sözüm ona futbolcu paraya para demiyor. Spor kulüplerini kişisel çıkarları için kullanıp, yönetici koltuklarına popolarını yayan bir takım kişiler ise aslında sürekli kandırılan futbol seyircisinin cebinden çıkan bu parayı kendileri ödüyormuş gibi görünüp gazete sayfalarında caka satıyorlar.

    Bu arada futbol seyircisi kandırıldığı gibi devlet de kandırılıyor.

    Milyonlar alan futbolcular üç-beş yüz bin lira almış gibi gösterilerek futbolcunun ve kulübün vergi kaçırması sağlanıyor. Aradaki fark kulüplerin muhasebelerinde düzenlenen naylon faturalarla kapatılıyor.

    Bu ülkede spor işleri, 19 Mayıs’ta spor yapan gencin ayağına paçalı don giydirmesine kadar geldi de, yukarıda sözünü ettiğimiz çarpıklıkları düzeltmeye kimsenin eli varmadı. Ya da gücü yetmedi. Dileriz bir gün o da olur.

    Neyse şimdi bu pek keyifli olmayan sözleri bırakalım da, gelelim işin keyifli yanına.

    Biliyorsunuz bu transfer dalgasının ilginç bir yanı da, futbolcu kaçırma olaylarıdır. Futbolcu kaçırma işinin ülkemizdeki mucidi ise Fenerbahçeli ünlü Hırsız Semai’dir. Adının hırsıza çıkması da futbolcu çalmasındandır. Bu yazıyı yazmadan önce sevgili Hırsız Semai’yi bulup bana bir-iki adam kaçırma olayı anlatmasını istedim. O da anlattı.

    Ünlü milli santrahaf Ercan Aktuna’nın İstanbulspor’dan Fenerbahçe’ye transfer olduğu yıl, Ercan’ı kaçırma işini tabi gene Semai yüklenmiş.

    Hırsız Semai Ercan’ı almış, Hereke’de bir arkadaşının çiftliğine götürmüş. Yalnız bu arada da gazetelere, ”Semai Ercan’ı Kilyos’a götürdü” diye bir haber uçurmuş, kendi deyimiyle ”Ters falso” vermiş. Amaç diğer kulüpleri yanıltmak, Ercan’ı bulup kandırmalarını önlemek.

    Ercan’ı çiftliğine hapsetmiş. Yiyorlar içiyorlar, günler böyle geçiyor. Ama zaman da bir türlü geçmiyor. Ercan’ı orada transferin son gününe kadar saklaması gerekiyor. Yani aşağı yukarı yirmi-yirmi beş gün. Derken bir gün Ercan’ın canına tak etmiş.

    -Baba, demiş Semai’ye. Burada afakanlar basmaya başladı. Gözünü seveyim şöyle bir yerlere gidelim.

    O gece Hereke’den kalkmışlar, İzmit’e bir lokantaya gitmişler.

    Tam yemeğe oturmuşlar birden masanın başında bir adam bitmiş.

    Semai bir bakmış… Deve Ziya.

    -Eyvah, demiş. Şimdi mahvolduk işte. Deve Ziya İzmit’in çok ünlü bir siması. Ve de hasta mı hasta Beşiktaşlı. Ercan’ı tanımamış… Fakat Semai’yi oralarda görünce de huylanmış.

    -Bu yanındaki delikanlı kim?…

    -Bir akrabam… Amerika’da jet pilotudur. Tatile geldi de onu gezdiriyorum.

    -Ha iyi demiş, Deve Ziya.

    Ve gitmiş. Bu arada Semai’lerin masasına bir şişe rakı ile bir de meyve göndermiş. Yemişler içmişler sonra Hereke’ye çiftliğe dönmüşler.

    Bu arada Deve Ziya Semai’nin yanındakinin Ercan olduğunu öğrenmiş. Derhal Beşiktaşlı yöneticilere telefon edip durumu bildirmiş. Ertesi sabah da yıldırım gibi soluğu Hereke’deki çiftlikte almış. Yanında da iki üç adam. Deve Ziya’yı karşısında gören Semai ne yapacağını şaşırmış. Ondan sonra da başlamış bir kovalamaca. Hırsız Ercan’ı arabaya attığı gibi düşmüş yola… Deve Ziya ve ekibi de peşinde. Kovalamaca epey sürmüş. Deve bir yandan arabanın camından başını çıkarıp bağırıyormuş.

    -Lan hırsız bunu senin yanına bırakırsam bana da Deve Ziya demesinler.

    Uzatmayalım bir punduna getirmişler. Deve Ziya’nın elinden kurtulup kapağı İstanbul’a atmışlar.

    Aradan bir hafta kadar geçmiş. Hırsız Semai yanında şöyle boylu, boslu karayağız bir genç gene tutmuş İzmit’in yolunu. Bir otele yerleşmişler. Akşam da kalkmışlar, gene evvelce Semai’nin Ercan’la gittiği o lokantaya gitmişler. Bir süre sonra kapı açılmış, içeri yanında birkaç arkadaşıyla Deve Ziya girmiş. Zaten lokantada Deve Ziya’nın her akşam geldiği İzmit’in en iyi lokantasıymış.

    Semai hiç bozmamış. Onları gören Deve Ziya ise hemen dikilmiş başlarına.

    -Oo hırsız, gene mi düştün buralara?…Yanındaki delikanlı kim bakalım?…

    -Bir akrabam, demiş Semai. Amerika’da jet pilotudur da tatile geldi.

    Deve pis pis sırıtmış.

    -Yaa demek akraban… Demek gene Amerika’da jet pilotu.

    -Evet, demiş Semai

    -Peki öyleyse… Hadi size afiyet olsun, sonra görüşürüz.

    Deve Ziya sırıtarak uzaklaşmış. Yemeklerini bitirmişler. Otele gidip odalarına çekilmişler.

    Sabah Semai kalkıp beraberindeki gencin kaldığı yandaki odaya bakmış. Odada kimse yok.

    -Tamam, demiş. Deve Ziya kaçırdı bizimkini.

    Bir taksiye atlayıp İstanbul’a dönmüş.

    Aradan bir hafta geçmiş. Karayağız delikanlı çıkıp gelmiş.

    Semai heyecan vede keyifli sormuş.

    -N’oldu, nasıl geçti?

    -Şahane geçti Semai abi. Beni otelden kaçırdıktan sonra Abant’a götürdüler. Oradaki o lüks otele yerleştirdiler. Başıma da bir adam diktiler. Bir hafta krallar gibi yedim içtim, yan gelip yattım. Deve Ziya’nın Beşiktaşlı yöneticileri otele getireceği gün de bir punduna getirip kaçtım.

    -Peki, Deve’ye ne dedin bu arada?

    -Senin dediğin gibi, ben ikinci lig gol kralı Yeşildirekli Salih’im dedim. Sağ ol Semai abi, sayende çok iyi bir tatil yaptım ama çok ta korktum bu arada.

    Bu defaki genç, gerçekten Amerika’da özel bir kuruluşta pilotluk yapan ve Türkiye’ye tatile gelen Semai’nin akrabası imiş.

    Fırtçakalın…

    Tekin Aral

  • Haydarpaşa İzcileri Zirvede

    Haydarpaşa İzcileri Zirvede

    Haydarpaşa Lisesi’nin Fenerbahçe ve Türk spor tarihinde çok önemli bir yeri var. Kıymetli büyüğümüz Seyhun Binzet‘in bizimle paylaştığı aşağıdaki belge ise insanı tebessüm ettirecek naiflik ve güzellikte. Bir Uludağ hatırası ancak bu kadar zarif anlatılabilirdi. Fotoğraflar ise başka bir âlem… Haydarpaşa İzcileri zirvede ve huzurunuzda!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Not-1: Yukarıdaki görsel Salt Araştırma arşivinden alınmıştır.

    Not-2: Ali Polat ağabeyimiz, Fenerbahçe’nin hayattaki en kıdemli sporcularından biri, belki de birincisi. Seyhun ağabeyden öğrendiğimiz kadarıyla Recai Şatıroğlu ağabeyimiz de hayatta imiş. Her ikisine de sağlıklı günler temenni ediyoruz. İnşallah yeniden ellerini öpebileceğimiz sağlıklı günlere kavuşuruz hep birlikte…


    T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Beden Eğitimi ve İzcilik Şubesi

    Bursa-Uludağ-Kirazlı Yayla-Dolubaba İzci Kampı

    21 Temmuz – 2 Ağustos 1945

    Kampa Katılan Oymaklar

    1. Haydarpaşa Lisesi
    2. Galatasaray Lisesi
    3. İstanbul Öğretmen Okulu
    4. İstanbul Erkek San’at Enstitüsü
    5. Bursa Lisesi
    6. Bursa Ticaret Lisesi
    7. Bursa Erkak San’at Enstitüsü

    Uludağ Beceren Oteli – Zirve Çıkışını Gerçekleştiren:

    Haydarpaşa Lisesi İzci Oymağı

    “Korsan Obası”

    Oymakbaşı: Tevfik Tiryakioğlu

    Obabaşı: Semai Şatıroğlu

    1. Tevfik Tiryakioğlu
    2. Semai Şatıroğlu
    3. Ali Polat
    4. Yılmaz Saltuklar
    5. Recai Şatıroğlu
    6. Yavuz İlgün
    7. Rıfkı Pekşen
    8. Adnan Tuncay
    9. Murat Yumurtacı
    10. Nihat Sağesen
    11. Kemal Haktanır
    12. Tarık Kadam

    Obanın Zirve Çıkışı

    Tarih: 30 Temmuz 1945

    Rota: Beceren Oteli-Zirve “Kulübe”

    Zaman – En Çabuk Çıkış

    Ferdi olarak: Ali Polat (55 Dakika)

    Grup olarak: Korsan Obası (75 Dakika)

    Daha evvelki en çabuk çıkış zamanı: 95 dakika ile bir Alman dağcıya ait (Sayın Ekrem Bey’in ifadesine göre)

    Not: Dönüşte bütün ömrünü Uludağ Beceren Oteli’nde geçiren ve Uludağ’ın bugünkü hale gelmesinde büyük bir emeği geçen, modern anlamda ilk dağcılarımızdan Ekrem Bey’e isteği üzerine zirveden kar getirilmiştir.

    Haydarpaşa İzcileri Zirvede
    Haydarpaşa İzcileri Zirvede
  • Namık Sevik

    Namık Sevik

    Pazar gününü buram buram hüzün kokan bir yazıyla geçirmek istemeyebilirsiniz ama o yazıyı İslam Çupi yazdıysa başka olur… Namık Sevik 21 Ağustos 1986 tarihinde bu dünyadan ayrıldı. Arkasında muhteşem bir gazetecilik kariyeri ve bir o kadar muazzam bir özlem bıraktı. İşte İslam Çupi, onun ölümünden 8 sene sonra bu özlemi anlatıyor. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sazlar Çalınır Çamlıca’nın Bahçelerinde

    Üsküdar Kısıklı’dan Çamlıca tepesine doğru kıvrıla kıvrıla çıkan eski İstanbul yeşillikleri, yine aynı güzargahta, bu kentin efendilik, çelebilik imbiğinden geçmiş bir yığın renkli hayatlarına, sofa ve oda kapılarını gıcırtılarla açan, bahçeli, ahşap binalar ve köşkler, dükalığa kurulmuş bir cinayet şantiyesinin dev palet bıçaklarına, adı her gün “Doğa” olan çocuğunu, bu dişlilerin iştahına doğru fırlatıyor.

    Kısıklı’da bir nihaventin tanbur sesi olan, eski İstanbul akşamları, İcadiye’de flurya, saka, ispinoz ve de bülbül olan Türk sanat müziği seansları, en tepelerde “sazlar çalınır Çamlıca’nın bahçelerinde” diye anlık enstrümanların sesleri, grayder ve loderlerin mekanik naraları altında, gittikçe etkisini kaybetmekte ve duyulmaz bir çığlık olmaktadır, sonunda…

    Kısıklı, İcadiye ve Çamlıca, yeşile düşman olmuş, para karşısında, tüm güzel eski yapraklarını dökerken, devlet köstebeği karayolları da, TEM’in asfalt damarlarını bu emsalsiz tabiatın en ücra köşelerine sokmamak için, yüzeyi çelik ve betondan bir viyadük ve tünel bombardımanına tutmaktadır.

    Çamlıca tepelerinin az düşmüş metreli eteklerinde eski İstanbul’u, o tabiat harikası İstanbul’un en güzel günlerini yaşamış insanlarına, uzunluğu hiç kesilmeyecek bir uyku için, topraktan yatak olan Çakaldağı mezarlığı, ölüler rahmetine kurulmuş bu yörenin son yeşilliğidir belki de, artık…

    Namık Abi’nin Evi

    Boğazdan kopup gelen her tür isim ve hızdaki rüzgarlara karşı, seksen yıllık yeşil bağrını olanca korumasızlığı içinde açan Çakaldağı mezarlığı, etrafını çepeçevre dolanmaya hazırlanan TEM’in tali yollarının karşısına, iri çamların, iğne yapraklarını teker teker sivrilterek, çoktan kaybedilmiş bir İstanbul savaşının son cephesini oluşturmaktadır, güya…

    Çakaldağı mezarlığının alçak taşlı girişine varıp, adeta betonlaşan toprak yokuşun sağına kaykılıp, 50 metre yürürseniz, yine yönü sağa rastlayan, damı selvili, çevresi yabani otlu, betonarmesi beyaz mermerli, küçük ve şirin, adresi dünyevi değil, uhrevi bir eve rastlarsınız.

    Bu evde 8 yıldan beri, Türk basınının saygın isimlerinden ne kadar insan olunabilecekse o denli insan, ahlakta, beyefendilikte, çelebilikte, güzellikte bir doruk oturmaktadır ; Namık Sevik.

    Bu kentin ve eski Bab-ı Ali’nin son İstanbullularından biri olan Namık Abi, tüm mekan ve insan kavramları, yeni terzi ve mimarlarca ters yüz edilip tanınmaz hale getirildikten sonra, bu dükalığın adam prototipi ile birlikte, bir mezbele konumundaki yerlerini de terk ederek Çakaldağı’ndaki küçük evine sığınmıştır, ebediyyen…

    Yeldeğirmeni’nden Kaçanlar

    Yeldeğirmeni, ne Namık Abi’nin doğumundaki çocuklukta olduğu kadar yeşil ve gürültüsüzdür şimdi, ne de oyun alanları ve çeşitli ağaç tepeleri ile o dönemlerde bulunduğu kadar yaramaz…

    Ağaç doruklarından oksijen oksijen bakılan o alçak evli semt, katları göğe doğru yapılmış yüksek apartmanları, asfaltlanmış caddeleri, otomobil sirenlerince bir İsrafil borusuna çevrilmiş gürültüsü ile, Sevik’in çocukluğundaki asudeliğin çok uzağındadır şimdi…

    Semih Bayülken de kaçmıştır Yeldeğirmeni’nden, Memduh Eren de, hatta hatta, semtin sembollerinden hırsız Semai de terki diyar edip başka bir adrese sığınmıştır, Kadıköy’de…

    Yeldeğirmeni’ndeki bütün Ermeni ve Rum meyhanelerinin kadehleri kırılmıştır.

    Sırtındaki omuzluğu ile Silivri’nin en kaymaklı yoğurdunu bağırarak mahalle arasında satan Mestan Ağa, yaptığı sakız gibi dondurmayı, bakır bakracını, dut ağacından olma tahta korunağına sardığı kar beyazı havlularla örtüp satan esnaf, eski İstanbul kartpostallarında kalmış anı insanlardır, artık…

    O yaz bayramlarında, semtin güneşi çabuk inen yerlerinde kurulan açık hava cambazhanesi, palyaçosu, çığırtkanı, telde ürkek ürkek hava adımı atan cambazı, etrafında çeşitten birbirine vuran kalabalığı ile, eski takvim yapraklarına sarılmış bir yalancı dolmadır, artık Namık Abi…

    Süreyya Sineması ötesi bir yeşiller ülkesi olan Moda ve burnu, o İtalyan ve Rum azınlıkların oturduğu aşı boyalı, geniş bahçeli, tahta köşkler, sahipleri ile birlikte tepeden Marmara’ya “denize inen sokak” çaresizliği içinde yuvarlanıp kaybolmuşlardır, İstanbul ve senin için…

    Moda’dan Fenerbahçe’ye… Gidenler…

    Basının fıkra devi Falih Rıfkı Atay, Türk hikayeciliğini köyden alıp içine İstanbul sokan Haldun Taner, futbolumuzun ilk esatiri kahramanı Zeki Rıza artık ne Moda’nın aristokrasisini selamlayabilmekte ne de mağrur adımları ile yaşadıkları semte bir kundura şerefi verebilmektedir.

    Fenerbahçe burnunun orta kuzeyinde en güzel kumunu yığan aynı isimli plaj, kendisine bir 50 yıl yelpaze zerafetinde vuran dalgaların efendiliğinden pek sıkılmış olacak ki, tahta kabinleri, trampleni, küçük şarpileri, kum şemsiyeleri ve gişesi ile birlikte o kıyıdan koparak, başka bir dünyaya göçmüşlerdir.

    Senin, bana, İstanbul’a ve sevdiklerine yaptığın gibi, Namık Abi…

    Todori meyhanesinin bir masasında Selahattin Pınar’ın mızrabında bir İstanbul nihavendi olup, etrafı helezon helezon esir alan deruni musiki bugünlerde susmuş, rakı hayalhanesinde tiyatro oyunculuğunu bir mizah mitralyözü yapan Vahdi Ersin ve Salih Tozan gibi komedi sanatçıları, repliklerini bitirip bir dönülmez yolculuğa çıkmışlardır, belki de…

    Bab-ı Âli de Bitti

    O eski Kadıköy vapur iskelesi de, o kadar sıcak insan ve terbiye kokmaz artık, Namık Abi…

    Vapurlar ne gelin duvağı beyazlığında ne de Marmara İstanbul’un en mavisi değildir. O lüks mevki, o güzel insanlarla birlikte Kadıköy’ün hayatının içinden çıkmışlardır, şimdi.

    O Karaköy meydanının sağından, insanları Cağaloğlu’na bırakan, ne tarihi Amerikan arabaları kalmıştır yollarda, ne de şöförlerin adam başına istedikleri 25 kuruşluk ücret…

    Bab-ı Ali de bitmiştir şimdilerde. Ne üçüncü hamur kağıtlı bir bobin ne yuvarlanır dar sokaklarında, ne de bodrumda dev bir rotatif bütün Türkiye’yi merdanesine alıp çevirir.

    Çıkacaksan eğer Cağaloğlu’na Namık Abi, bundan sonra zahmet etme…

    Yalnızlığı seyredersin sadece…

    Çakaldağı Mezarlığı’ndaki Ev

    21 Ağustos’ta birlikte geleceğiz Çakaldağı mezarlığındaki sizin eve Namık Abi…

    Bizi nasıl karşılayacaksın, bilmiyoruz…

    Belki öfkeli, belki biraz kırık ya sevecen ya da okyanus suları kadar çok hoşgörüyü üstümüze dökerek, kirlenmiş vücutlarımızı bir güzel yıkayarak…

    Şikayet edeceksin bizi… Belki tanrıya, belki ondan öte bir makama…

    Ne yaptınız İstanbul’a” diyeceksin. Oradan atlayacaksın basına.

    Bu kadar yalan dolan, bu kadar mübalağa ve tevzirat, hocanız kim oldu ki, evladım.” Cevap veremeyeceğiz, yüzümüze mahcubiyet denen kırmızının en belirgin tonu oturacak, sana değil, toprağa bakacağız, birlikte…

    Bu bir kucaklama, algılama, bu dünyayı sıfır meridyenden ufuk ucuna kadar kavrama becerisidir.

    Kimse senin kadar büyük olamadı Namık Abi… Ne İstanbul için, ne Bab-ı Ali için…

    İkisi de üzerimize yıkıldı. Esas toprağın altına giren siz değil, bizleriz…

    Hem de hala canlı imişcesine roller yaparak…

    İslam Çupi – 31 Temmuz 1994 / Milliyet Fiesta


    Not : IslamCupi.org adresini ziyaret etmeyi unutmayın. Üstadın birbirinden leziz yazılarını toplu halde orada bulabilirsiniz.

  • Mehmetçik Basri Öldü

    Mehmetçik Basri Öldü

    14 Eylül 1997’de bir Fenerbahçe efsanesi, Mehmetçik Basri öldü. İslam Çupi, 16 Eylül 1997 tarihli Milliyet gazetesinde kıymetli dostunun arkasından mükemmel bir yazıya daha imza attı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Mehmetçik Erken Değil mi?

    Basri Dirimlili öldü…

    Basri Dirimlili ölürken, Fenerbahçe’de ve milli takımda büyük bir futbol uslubu, bir güzel çağ ve yenisi gelmesi mümkün olmayan bir kişilik ve adamlık dönemi kapandı.

    Türkiye’yi şimdi Basri’yi seyredenler ve seyretmiyenler diye ikiye ayırmak gerek.

    Ben talihliyim çünkü Basri’yi seyredenlerdenim.

    Şimdiki futbolcunun iyisini şöyle yazıyorlar…

    Mevkii olmayan adam, top ve kendisi sahanın neresinde ise, oranın gerektiği icaplarla futbol oynayan insan…

    Basri Dirimlili bundan 40 yıl önce herkesin adından önce mevkii ile anıldığı dönemlerde bu günkü tarzı uygular ve şimdi “modern oyuncu tipini” yarım yüzyıl öncesinden sahalara getirmiş isimdi.

    Neden Mehmetçik?

    Çok ipinci çok süratli ve yağsız vucuduna çok muhteşem bir teknikle birlikte, büyük bir yürek eklemiş ve sahalardaki korkusuzluğu bu yüzden “mehmetçik” sıfatı ile taçlandırılmıştı.

    Futbolcu olarak Fenerbahçe ve milli takımda ne kadar inanılmaz büyüklükte maçları varsa, sosyal yaşamda o kadar sade ve basit yaşamlı bir vatandaştı.

    Futbolu bıraktıktan sonra büyük ismi daha fazla para getirecekken, O Fenerbahçesinin içinde kalmaya her ikbale tercih etmiş ve tesisler müdürü olarak Fenerbahçe ve yaşamdaki ömrüne nokta koymuştur.

    Son yılları kendisinden sonra emekli olmuş iki Fenerbahçe futbolcusu Ercan Ziya ve Sarı – Lacivertli kulübün insan katalogu denince “hırsız” diye gündeme gelen Semai Şatıroğlu ile küçük bir aile ve küçük bir dünya kurarak, kendi cephesine çekilmiştir.

    Buruk Ayrılık

    Basri Dirimlili zamanından kalma Türkiye’de en eski yaşayan masörlerden Beşiktaşlı Zeki Er, futbolcunun bir milli maç bittikten sonra sahadan çıkmayıp çimeni dikkatle incelediğini görünce Dirimlili’ye sormuş. Ne arıyorsun diye…
    Meğer Basri’nin büyük mücadelede oyunun bir dakikasında diş protezi fırlamış ağızından onu arıyormuş.

    Beni çok severdi ama, buruk ayrıldı galiba benden…

    Bir kitap vardı idealinde… Bunu benim yapmamı istiyordu.

    Çok gitti, geldi bana…

    Ziya ve Ercan da vardı devrede…

    Ben “vaktim yok” diye, bazen doğru bazen yalan hava raporu ile atlattım hep onu.

    Tam karar verdik ortaya çıkarmaya kitabı…

    Geçen yıl benim beynim karıştı, arkasından kısmı felç… Uzun süre İnternational’de yattım ve çıktım.

    Her karşılaşmada sağlığımı sorarken, ben onu “nerde kitabım” diye alıyordum.

    Bu erken vefatı acaba bu kitaptan ve benden mi diye düşünüyorum.

    Üçlü beni teselli ediyor; Ziya, Ercan ve Semai…

    “Tanrı öyle istedi, sen değil…”

    İslam Çupi / 16 Eylül 1997 – Milliyet Gazetesi


    Not : İslam Çupi yazılarının derlendiği İslamÇupi.org sitesini sizlere tavsiye etmeden geçmeyelim.

  • Turgay Şeren’in Fenerbahçe Bayrağı

    Turgay Şeren’in Fenerbahçe Bayrağı

    19 Aralık 1964 tarihli Milliyet gazetesindeki “Olaylar ve İnsanlar” köşesinde Hasan Pulur, Turgay Şeren’in Fenerbahçe bayrağı ile bir hatırasını nakletmiş. Arkasından Semai Şatıroğlu ile güldüren bir anı… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Turgay Ağladı, Turgay Güldü

    Koca Turgay…

    Yüz binlerin alkışladığı kaptan kaleci…

    Hiçbir alkış, hiçbir tezahürat onu önceki gün meçhul bir Fenerbahçelinin hediyesi kadar heyecanlandırmamıştı…

    Hastane odasının kapısı açıldı. İçeriye genç bir delikanlı girdi. Ürkek adımlarla yaklaştı, “Geçmiş olsun Turgay abi!” dedi ve Turgay’ın teşekkür etmesine fırsat vermeden devam etti:

    • Beni sen tanımazsın abi! Kapalı tribünün ortasında oturan binlerce Fenerbahçeliden biriyim! İnan abi belki Türkiye’de benim kadar koyu Fenerbahçeli yoktur! Ama sana çok üzüldüm. Geçmiş olsun abi! İnşallah yakında kaleye geçersin! Hastaya eli boş gelinmez abi… Çiçek getirsem, şeker getirsem, kolonya getirsem benim için kıymeti yok… Bunları herkes getirir… Ben sana en kıymetli şeyimi getirdim. Al abi!

    … Ve ismini bile söylemeyen delikanlı bir anda odadan çıkıp giderken Turgay gözyaşlarını Fenerbahçe bayrağı ile siliyordu.

    Hırsız Semai’nin Ziyareti

    Turgay’ı ziyaret eden Fenerbahçelilerden biri de anlı, şanlı “Hırsız Semai”ydi.. “Baba Gündüz” Semai’ye Turgay’ın ameliyatını anlatıyordu :

    • Sorma Semaiciğim! Ameliyata girdim… Bir müddet seyrettim. İnsan çok fena oluyor. Turgay’ın koluna kocaman bir demir koyunca dayanamadım. Çiviymiş bu… Hemen dışarı çıktım…

    “Hırsız Semai” lafı yarıda kesti :

    • Tamam! Bundan sonra bizim maçta tatbik edeceğimiz taktiği kurdum.

    Gündüz’le Turgay “Hırsız”ın ne mal olduğunu bildikleri için “Söyle!” dediler “Neymiş bu taktik?”

    Semai ciddi ciddi taktiği açıkladı:

    • Sen Allah’ın izniyle iyileş, bizim maça çık… Ben o maçta senin kalenin arkasına geçeceğim. Elimde bir mıknatıs… Mıknatısı tuttum mu kolun benim elimde! Sen ondan sonra tek elle giren toplara “Geç” işareti ver!

    Turgay günlerden beri ilk defa gülüyordu.

    Hasan Pulur / 19.12.1964 – Milliyet Gazetesi – Olaylar ve İnsanlar (Turgay Şeren’in Fenerbahçe Bayrağı)

  • Süresiz İzin

    Süresiz İzin

    Kıymetli büyüğümüz Seyhun Binzet’in yazdığı, Semai Şatıroğlu yazısını hatırlarsınız. Fenerbahçe’nin bu renkli ismi, bu defa bir başka müthiş Fenerbahçelinin, Hasan Pulur’un yazısında karşımıza çıktı. Hasan Pulur’un on yıllarca yazdığı “Olaylar ve İnsanlar” köşesinde yayınlanan bu süresiz izin hikayesini keyifle okuyacağınızı umuyoruz.

    Ama önce Sibel Kurt’un Haziran 2010’da Fenerbahçe resmî dergisi için Hasan Pulur ile yaptığı röportajdan bir bölümü aktaralım.

    Sibel Kurt : Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz, Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Hasan Bey?

    Hasan Pulur : Babam Kurtuluş Savaşı’na katılan subaylardandı. Kurtuluş Savaşı’nda ordu askerlerinin Fenerbahçeli olmasında en büyük etken; İstanbul’da İngiliz işgalci takımını Fenerbahçe Spor Kulübü’nün futbol takımı yeniyor ve yendikçe de bu haberler Anadolu’ya gidiyordu. “Fenerbahçe İngilizleri yendi, muhtelif karmayı yendi.” diye ordu içinde yayılıyordu.  Orduysa yabancılara karşı savaşta bir zafer kazanmış gibi heyecan duyuyordu. Böylece subayların da çoğu o yıllardan beri Fenerbahçeli oldu. Halen de Fenerbahçelilikleri devam ediyor zaten. İşte ben de babam gibi Fenerbahçeli oldum. Fenerbahçe ile büyüdük. Öyle ya da böyle 60 yıldır Fenerbahçeliyim.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Süresiz İzin

    Spor Servisimizin Şefi Namık Sevik’in teyzesi Feride Umaç geçenlerde öldü. Cenaze işlerini Namık Sevik’in “yar-ü vefakarı” Kadıköy’ün ve Fenerbahçe’nin önemli kişisi “Hırsız Semai” yürütüyordu.

    Cenaze işleri deyip geçmemeli! Gayet de mühim iştir!

    Defin ruhsatı alacaksın, Belediye’ye koşacaksın, mezar bulacaksın, yıkatacaksın, namazını kıldıracaksın, toprağa vereceksin ve de mezar kapandıktan sonra yolunu kesen ıskatçılara para dağıtacaksın!

    Eeeee, Allah kem gözlerden saklasın “Hırsız Semai” de tam bu işler için biçilmiş kaftandır.

    Sevik’in teyzesi hastahanede ölmüştü. Önce hastahanenin hesabını kapatmak gerekti.

    Ölüm belgesi dolduruldu ve “Hırsız Semai”nin tabiriyle üzerine “nal gibi” VEFAT mührü basıldı.

    “Hırsız Semai” belgeyi alıp vezneye indi. Parayı ödeyecekti. Kağıdı vezneye uzattı. Veznedar galiba çok dalgın olacaktı ki kocaman “VEFAT” damgasını görmedi ve sordu :

    • Hastanız taburcu mu edildi?

    “Hırsız Semai” veznedare göz kırptı :

    • Hayır süresiz izine çıktı!

    Hasan Pulur / Milliyet Gazetesi – Olaylar ve İnsanlar – 12.03.1967

  • Semai Şatıroğlu

    Semai Şatıroğlu

    Değerli ağabeyimiz Seyhun Binzet, Fenerbahçe tarihinin en muhteşem simalarından biri olan Semai Şatıroğlu ile karşınızda… Geride kitaplar dolusu yazılmamış anı bırakan bu büyük Fenerbahçeliyi her fırsatta anacağız. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe’nin Transfer Sihirbazı

    Bugünkü yazımın konusu, kulübe gelenler arasında tanıdığım en renkli adamlardan biri;
    Semai Şatıroğlu… Kadiköy’deki lakabı ile meşhur, Hırsız Semai.

    Semai abi İstanbul Yelken’e akşam üstleri takılır ve devamlı kahkaha atılan içki masalarının baş aktörü olurdu.

    Yelkenci değildi ama iyi sporcuydu. Önce boks yapmaya başlamış, sonra futbol oynamış.

    Fenerbahçe’ye transfer etmek için birçok sporcuyu kaçırdığı için bu hırsız lakabını almıştır. Kimsenin yerini bilmediği, gazetecilerin bile izini bulamadığı, biri Moda’da, diğeri Sakarya’da iki ayrı zula yeri vardır. Kaçırdığı sporcuları oralarda yok eder, transfer günü ortaya çıkarırdı.

    Hır’sız Semai Şatıroğlu

    “Hırsız” lakabını başkasına söyleseniz küfür gibi algılanır ama o bu takma adı çok severdi ve iltifat gibi algılardı. “Hır’sız, hır çıkarmayan, sakin, efendi demektir” diye savunurdu.

    Akrabalığımız da vardı, halamın kayınbiraderi idi. Kulübe gelince hemen beni çağırır, “Seni takip ediyorum” diye yarışta aldığım sonuçlar ve okul durumum hakkında inanılmaz doğru bilgiler vererek, beni şaşırtırdı.

    Sonra gazeteciliğe başladı ve Hürriyet’te Haldun Simavi’nin sağ kolu oldu. Her yere beraber gittiler.

    Bir Paris dönüşü yine kulübe gelmişti. Gururla blazer çeketini gösterdi. “Gel, düğmelere bak bakalım, nereden almışım?” dedi. Pırıl pırıl Pierre Cardin amblemli hem önünde, hemde kolunda düğmeler vardı.

    “Iyi para vermişsin, nasıl oldu?” diye sordum, olayın iç yüzünü anlattı…

    Simavi, Pierre Cardin’den yüklü bir alışveriş yapmış, Semai abi de yanındaymış. Ertesi gün bulduğu tercüman bir Türk coçukla mağazaya bir daha gitmiş ve alınan blazerın cebinden yedek düğme çıkmadığını söyleyerek, bir takım yedek düğme almış. Üstüne bir de özür dilemişler. Yeldeğirmeni’nde coçukluk arkadaşı bir terziye bir ceket diktirip o düğmeleri taktırmış.

    “Acayip hava atıyorum, herkes ‘Hırsız Cardin’den çeket almış’ diyor” dedi. Ve müthiş kahkahasını bastı.

    Herkesin Sevdiği Sima

    Kulüpte tanımadığı yoktu. En sevdiği şey, herkese laf atmaktı.

    Beni Fenerbahçe’den Can Bartu ile tanıştırmıştı, Basri Dirimlili de çok iyi arkadaşı idi. Beraber geldiklerini hatırlarım.

    Vefat ettiği zaman Aziz Yıldırım Bodrum’a özel uçak yollayıp, naaşını kulübe getirtmişti.

    Bir keresinde takımla beraber Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ı ziyaret etmişler.

    Sunay’a “Bana bir hatıra verin de ‘Çaldım’ diye kulübe götüreyim. Bana hırsız derler” demiş. Sunay da eski bir mürekkep kurutucusu vermiş.

    “En büyük hırsız benim. Cumhurbaşkanı masasından bir hatıra çaldım” demişti ama bir türlü göstermedi.

    Bana unutulmaz bir de yardımı olmuştu.

    Ailemi Amerika Dallas’ta bırakarak, 4 ay askerlik için Burdur’a gitmiştim. Bizi 10 gün önce izinli yolladılar ama Türkiye’den çıkmak için terhisimi beklemem gerekirdi. Sene 1980! Her yerde askerler var.

    Semai abi bana “Sen Yeşilköy’e git. Orada Piratçı Kalamışlı Macun Mehmet var. O Hürriyetin polis muhabiri. Senin durumunu komutana anlatmış. Yurt dışına çıkmana ses çıkartmayacaklar. Amerika’da terhis olursun” dedi.

    Korka korka gittim ve hakikaten rahatça çıktım… Kadıköy’ün çok renkli bir simasıydı sevgili Semai abimiz…

    Seyhun Binzet