Etiket: Semih Bayülken

  • Yavuz Şimşek Röportajı

    Yavuz Şimşek Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Yavuz Şimşek röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Manchester Fatihi

    Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Yavuz Bey?

    Bahçıvan bir ailenin en küçük çocuğuydum. İki kız, beş erkek kardeşiz. Babam Samsun’un Havza kazasında bahçıvanlık yapardı.

    Yıl 1956-57 aklımın erdiği zamanlar. O zamanlar çikletlerden resimler çıkardı. Samsun’da Adalet, Karagümrük takımları vardı. O dönem Fenerbahçe’de Özcan Arkoçlar, Naci Erdemler, Akgünler, Avniler vardı. Havza’ya bir iki günlük gazeteler gelebiliyorsa, onların spor sayfasında ne okuyorsak aldığımız haberler oydu.

    Mahalledeki çocuklar arasında Beşiktaşlılar, Galatasaraylılar da vardı. Fakat ben ve ağabeylerim Fenerbahçeliydik.

    Ben forvet oynardım. Aslında topumuz bile yoktu, kâğıttan top yapar, sabahtan akşama kadar mahalle çocukları tepişir dururduk. Bazen de benden iki yaş büyük ağabeyimle yine patates tarlasında kâğıttan topları fırlatır, kim önce kapacak diye oynarken orada bir atlama hevesi geldi ama hala kalecilikte gözüm yoktu. İyi topa vururdum, yaşıma göre santrafor oynamayı düşünmüştüm.

    O 1957 yıllarında hayalimde yaşattığım Fenerbahçe Spor Kulübü’nü yerlere, göklere sığdıramıyordum. Ne gariptir ki tesadüfler insanı öyle bir yerlere getiriyor ki Fenerbahçe Spor Kulübü’nde forma giymek nasip oldu bana…

    Peki, Fenerbahçe’deki spor hayatınız nasıl başladı?

    10 sene sonra geldim Fenerbahçe’ye yani 1967 yılı…

    Önce ağabeyim öğretmen çıktı bizleri yanına Çanakkale’ye aldı, önce Çanakkale sonra bir sene de Kastamonu’da kaldık.

    1960 yılında da Ankara’ya geldik. Toprakspor genç takımda lisanslı oldum. 13-15,5 yaşları arası ikinci buluğ dönemi başlar o dönem kemik boyunun en çok uzadığı dönemdir. Benim de o dönemde bacaklarımın boyu 66’dan 80 cm’ye vurunca bacaklar vücudu taşıyamaz oldu.

    O sırada Ankara karmasının antrenörü Sabri Kiraz vardı. Sabri Kiraz Ankaragücü’nün kum havuzunda atlatarak beni kaleciliğe yönlendirdi. O senede beni Ankara genç karmasının kalesine koydu. Tuttuk Türkiye şampiyonu olduk. Tatlı gelmeye başladı.

    Bir sene lisanssız okumak için Adıyaman’a gittim. Öbür sene ablam öğretmen olmuştu Rize’ye tayini çıktı. Onun peşinden gittim, tesadüf Rize karmasıyla oynadım şampiyon olduk. Rize’de Güneşspor Kulübü vardı. Beni hemen angaje etti. Bir takım elbise, bir gömlek, bir şemsiye, okul kitapları ve lokanta fişi karşılığında. Çok başarılı oldum.

    Trabzon’la oynadığımız maçı milli hakem Ankara PTT’ de çalışan Necdet Hoyrat yönetmişti. Oradaki başarılı oyunumdan dolayı beni PTT’ye önerdi.

    1965-1967’de ise milli ligde top oynadım. 1967’de lise son sınıf öğrencisiyken okul müdürümüze Faruk Ilgaz, Semih Bayülken, Fikret Arıcan, Ahmet Erol geldi. Müdür, “Fenerbahçe Spor Kulübü’ne gitmezseniz bu okul bitmez.” dedi. Ondan önce de Coşkun Özarı Şekerspor’u çalıştırırdı, bizi Galatasaray’a önermişti. Seksen bin lira veriyordu. Ben Fenerbahçe Spor Kulübü’nün verdiği yetmiş bini kabul ettim, geldim. Hayalim gerçekleşmişti.

    Fiilen 24 yıldır Fenerbahçe’ye 12 yıl da futbolculuğa antrenörlük, yöneticilik, genel koordinatörlük olmak üzere hizmet verdim.

    Bugün 40-41 yaşına kadar oynayan kaleciler var. Siz neden erken bir yaşta bıraktınız?

    1977 senesiydi, futbolu 11 yıldan sonra bıraktım.

    Çim saha yok, kışın kum zımpara gibi yerlere yatarsın, koşullar çok zor geldi.

    Başkanımız Faruk Ilgaz 1977-78 sezonu için Radomir Antiç ile birlikte Radmillo İvançeviç’i eski Yugoslavya’nın Partizan takımından Fenerbahçe’ye transfer etmek istiyordu.

    Bana “Eğer bu transfer gerçekleşmezse bizde bir sene daha oynar mısın?” diye sordu. Ben üç defa boş mukavele imzalamıştım, kulüp bizim kulübümüz ben Fenerbahçeliyim. Fenerbahçeli olan Fenerbahçe’ye karşı forma giymez. Bana da her zaman cazip teklifler geldi ama gitmemiştim.

    Sonra bu transfer gerçekleşince Faruk Başkanımız “Hizmetlerinden dolayı teşekkür ederiz.” diye yazan bir mektup gönderdi. Benim bir sene yaşamımı temin edip, jübilemi yaptı ve bana “Senin bunca yaptıklarından sonra Fenerbahçe hiçbir zaman bunun altında kalmaz, istediğin tarih senin jübilendir.” dedi.

    Sezonun ilk hazırlık maçını bana jübile olarak verdiler. Bu da Kulübümün ve Faruk Başkanımın bana yaptığı bir jesttir. Kampa gittik 21 gün kampımız vardı, Antiç’in işi oldu ve ben eşofmanı ve eldiveni çıkardım.

    Futbol kariyerinizden sonra Türk sporuna katkılarınız neler oldu?

    Bir projeyi gerçekleştirmek için kaleci yetiştirmek adına hazırladığım projeyi Fenerbahçe’ye sundum.

    Mert Günok, Volkan Babacan, Recep Güler, Melih Özçelik’i altyapıda yetiştirdim.

    2000 senesinde federasyon istedi, U15, U16, U17, U18 hepsinin kalecisi Fenerbahçe’nin kalecisiydi, bunları da ben yetiştirdim, bundan da gurur duyuyorum. Bugün milli takım kalecisi benim kalecimse artık Türk futbolunda bir misyon sahibi oldum diye düşünüyorum.

    Sporu bıraktıktan sonra sesinizin güzelliği keşfedilmiş ve Zeki Müren’in alt kadrosunda şarkı söylediniz, spordan sonra çok farklı bir iş dalı değil mi?

    Antrenörlük dönemimde bir maç dönüşü Türk sınırına girerken Türkiye hasretiyle bir şarkı mırıldanmaya başladım. TRT’nin spor spikeri ile aynı arabadaydık.

    Bana kulak vermiş “Bir spor programında şarkı okur musun?” diye sordu.

    Ben de “Okurum.” dedim.

    Ben gayri ciddiydim. İstanbul radyo evinde “Unutturamaz Seni Hiçbir Şey” şarkısını söyledim kasete aldılar. O zaman sadece TRT Televizyonu var. Jenerik geçiyor, “Yavuz Şimşek şarkı okuyacak” diye… Sesimi beğendiler.

    O zamanın gazino patronlarından Osman Kavran, Fahrettin Aslan beni aradılar. O zaman Ateş Böceği Ercan komşumuzdu. Beni Osman Kavran’a götürdü. Zeki Müren’in alt kadrosunda çıkmaya başladım. İzmir’e Fuar’a gittik. Fakat çok farklı bir dünyaydı, ayak uydurmam zor oldu, eşimden ve çocuklarımdan uzak kalıyordum. Baktım bu iş bana göre değil, ticarete atıldım.

    1986 senesinde Fenerbahçe Spor Kulübü Tahsin Kaya başkanlığındaki yönetime girdim. O dönemdeki kaleci Adem’i çalıştırdım.

    Başkan Ali Şen zamanında haftada iki kez fahri olarak Nurettin’le, Yaşar’a antrenman yaptırdım.

    Bu ara altyapıdayken Ogün Ağabeyle Marmara Üniversitesi Spor Tesisi’ni beş seneliğine kiraladık. Altyapıdan futbolcu yetiştirecektik. Emin Ağabey’den spor malzemelerini aldık. Hüsnü Ağabey’den Grundig marka video, televizyon aldık. Yılmaz Yücetürk’ü işin başında getirdik. Hasan Özaydınlı da sorumlu oldu.

    Bugün U15 – 16 – 17 varsa tarihi o zamana bağlıdır. Sonra 1994’de Hasan Özaydınlı Fenerbahçe Spor Kulübü başkanı olunca bana “Altyapı genel koordinatörlüğüne geleceksin” dedi.

    O sırada TFF kaleci antrenörlüğü mecburiyeti getirdi. Benim hiçbir müracaatım yokken Başkan Hasan Özaydınlı beni TFF’nin açmış olduğu kursa yazdırmış, ben de devam ettim. Elliye yakın kursa katıldım.

    Sonra “Fenerbahçe’de yine geniş çaplı bir altyapı oluşacak” dendi. Burada da 56 talebe oldu her sabah özel çalışma yapıldı. Bu çocuklar 2 yaş 3 yaş üstü tekniğe sahip oldular. A takım kadrosuna dâhil olunca bu sefer proje için Hollandalılar geldi. Ben bıraktım. 2005- 2006 arası Zico’ya dışarıdan gelen önerileri değerlendireceğimi söyledim ve Federasyona tamam dedim. 

    Televizyonda hiç kaleci yorumculuğu yapmanız için istek geldi mi?

    Lig TV’den gelmişti teklif, sonra kaldı. Faydalı olabilir düşüncesindeyim.

    Türkiye sizi 1967-68 yılındaki Manchester maçıyla tanıdı, bir kez de siz o günü anlatabilir misiniz?

    1967- 68’ de tüm kupaları aldık. Hah bir de Balkan Kupası… Balkan Kupası deyip geçmeyin Avrupa düzeyinde bir kupa.

    Biz Kınalı Ada’da kamp yapıyoruz. Hep baba oyuncular var, kuradan Manchester çıktı. Manchester da 1966 Dünya Kupası’nı almış, o takımdan da 6 oyuncusu var. Manchester City takımını toprak sahalardan çıkıp böyle kaliteli sahalarda nasıl yenersin zaten yeniliriz düşüncesiyle sahaya çıktık. Kaleciye ne kadar top gelirse kalecinin kendini o kadar gösterme şansı var.

    Allah yardım etti, çok dikkatli ve iyi oynadım. Maç bitince kendimi Kıbrıslı bir Türk’ün omuzlarında buldum. Maç bitti 0-0. Bütün İngiliz seyircisi ayakta beni alkışladı.

    Ertesi gün Samim Var spor sorumlusu “Gazeteleri aldın mı? Bundan daha güzel bir haber olur mu? Dünya sporundasın, herkes senden bahsediyor.” dedi.

    Bir iki tanesini buldum. En çok üzüldüğüm de evde soba tutuşturayım derken hanım hepsini yakmış. Bir başlık şöyleydi:

    “Dünya sporu için ne gece!”

    Bir de dünya çapında üç yıldız dağıtmışlar. Biri Muhammet Ali Clay’e giderken… Bir yıldız da bana düşmüştü.

    Tabii o maçın rövanşı buradaydı.

    Mithatpaşa Stadı’nda rahat 50 bin kişi vardı. Taç çizgisine kadar seyirci doluydu.

    Biz burada havaya girdik, ilk yarı bir gol yedik, 50 bin kişi bir sessizlik kibrit sesleri geliyor sadece…

    İkinci yarı 1-1 oldu. Sonra 2-1 nasıl yendik bilemiyoruz. Eledik adamları. Bize prim sözü vermişlerdi ve de sözünü tuttu Kulüp. Hem de kendini sıkıntıya sokarak.

    Kaç kez milli maça çıktınız, Fenerbahçe Spor Kulübü’nde aldığınız şampiyonluklar?

    13 defa milli oldum o zamanlar zaten senede bir tane maç olurdu. İki tane Türkiye Kupası, 5 lig şampiyonluğu özel kupalar, Balkan Kupası, TSYD Kupası.

    Taraftarlar için neler söyleyeceksiniz?

    Taraftarla hiç sorunum olmadı, iyi bir Fenerbahçeliydim. Bu taraftar bizi bizden daha iyi tanıyor. Her zaman minnettarım onlara. Özellikle de bu sene yaşadığımız üzücü olaylarda Kulübümüze tam destek verdikleri için.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Eşref Aydın Röportajı

    Eşref Aydın Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Eşref Aydın röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yorulmaz Türk

    Fenerbahçe’de bir tarih yatıyor derken, büyük isimlerden birisi olarak sizinle röportaj yapabilme olanağı bulmak bizim için büyük şeref. Tam 70 sene Fenerbahçe’ye hizmet verdiniz. Ve hala hizmet vermeye devam ediyorsunuz. Kaç doğumlusunuz Eşref Bey? 

    13 Eylül 1919, Çorum doğumluyum. 

    Geçmişe yapacağımız bu uzun yolculuktan önce, nasıl Fenerbahçeli olduğunuzu öğrenebilir miyiz? 

    1927 yıllarıydı. Samsun’da ilkokulumu okuyorum. O zamanlar Samsun’da iki takım ön plandaydı. Biri Fenerbahçe diğeri ise Samsun İdmanyurdu. Biz Fenerbahçe’ye yakındık. Ben sarı laciverdi seviyordum. O yıllarda Fenerbahçe ve Galatasaray daha fazla revaçta idi, Beşiktaş fazla ön planda değildi.

    Spor hayatınız nasıl ve ne zaman başladı? 

    Benim spor hayatım 1935-1936 yıllarında başladı. İstanbul Erkek Lisesi’nde okuyordum. O yıllarda güreş yapardım, Kadırga’da da top oynardım.

    Atletizm yarışı vardı. Tesadüfen Cem Atabeyoğlu ile yarışları izliyorduk, birbirimize laf attık “Hadi pehlivan sen de gir bunların arasına” diye, girerdin girmezdin derken girdik, 3 turluk bir yarışmaydı, birinci tur ikinci tur derken, ben koştum ve farkla birinci oldum. Herkes ayağa kalktı. Bana gelip övgüler yağdırdılar; “Sen atlet olmuşsun” dediler. Atletizm ne demek daha onu bilmiyordum o zamanlar.

    “Neden bu kadar büyüttünüz?” diye sordum.

    “Yaa sen milli atleti de geçtin” dediler.

    Meğer orada milli bir atlet varmış. Onu da geçmişim.

    Federasyon başkanı İhsan İpekçi varmış o sırada orada. İhsan Bey “Burada bir çocuk var, kapın bunu” demiş.

    Sinemaya çok merakım vardı. Beyoğlu’na gider 8 saat film izlerdim. Galatasaray bana eğer onlar için yarışırsam bedava sinema kartı vereceklerini söylemişti. Çok sevinmiştim. Fakat kulübe girdiğimde; orada monşerler, Fransızca konuşmalar falan bana çok soğuk geldi. Kendimi uzayda gibi hissettim. Üç ay dayanabildim.

    Bu arada beden hocam rahmetli Neriman Tekil’le de gidip geliyoruz, Fenerbahçe’de atletti. O dönemler Fenerbahçe’nin forma ya da papuç bile alacak parası yok.

    1939’da Neriman Tekil beni aldı, Fenerbahçe Spor Kulübü’ne getirdi, “Aman burada bir yarış var, ona da katıl” dedi.

    “Ama ben atlet değilim, şaka olsun diye koştum” dedim.

    O da “Sen burada koşarsan kazak kazanırsın” dedi.

    O zamanlar da 2. Dünya Savaşı yeni başlamış, hiçbir şey bulunmuyor, yokluk var. Pencereler ve ışıklar kapalı oturuyoruz. Hava saldırısı endişesi var.

    Lise 1 talebesiyim. Yine birinci oldum, söz verdikleri kazağı verdiler bana. Çok mutlu olmuştum. Beyazıt’ta oturuyordum.

    Hocam yine beni aldı ve Taksim Stadı’na götürdü, orada da yarış vardı. O yarıştan sonra bir sene kayboldum ortalıktan, girmedim yarışlara. Hatta o gün, Taksim Stadı’nın önünde resim çektik, “Stat yıkılacak” demişti hocam.

    Daha hiçbir kulübe kayıtlı değildim. Şehirlerarası yarışlara İstanbul’u temsilen katılıyordum.

    1940’ta İstanbul kros yarışması oldu; 4-5 tane milli atlet vardı. Orada 3000 metrede birinci oldum. O zamana kadar koştuğum en uzun mesafe 3000 metre idi. Sonra beni antrenman pistine getirdiler. Devamlı antrenmanlardaydım. 5000 ve 10000 metrede de Türkiye şampiyonu oldum.

    1941’den itibaren iyice tanınmaya başladım atletizm camiasında. O sene de yine Büyük Atatürk Koşusu’na götürdüler. İstanbul’dan Ankara’ya gitmek çok zordu o zamanlar. Ankara’ya ikinci gidişim olacaktı, daha önce bir kere izci olarak gitmiştim. Param da yok o zamanlar, ancak yol parası veriyorlar. “Trene bineceksin” dediler. Orada kalma şansı da yoktu. Yani, akşam binip gideceksin, orada yarışacaksın, sonra da akşam treniyle geri döneceksin, tabii yataklı tren değil pulman koltukların üzerinde!

    Orada Türkiye şampiyonları, Balkan şampiyonları var. Onların arasında esamem okunmuyor haliyle henüz. Aralarına girdim.1941 Büyük Atatürk Koşusu’nu kazandım. Herkes şaşırdı! Artık ondan sonra bütün 3000 m., 5000 m. koşularını kazanıyor, Türkiye rekorları kırıyordum. 

    Fenerbahçe Spor Kulübü’ne resmi olarak ne zaman başladınız?

    Yıl 1943…  Liseyi bitirdiğimde o zaman Fenerbahçe’den atlet Melih Kotanca vardı. Fenerbahçe Kulübü Başkanı ise Şükrü Saracoğlu idi. Hacı Muhittin de büyük kâtipti.

    Bahçekapı’da onun bürosuna gittik. Artık lisans da çıkarabilirdim. “Gel bakalım Eşref Fenerbahçeliymişsin, artık okul bitti bu kadar zaman bekledik. Senin başını bağlayacağız, lisansını düzeltelim” dedi.

    “Tabii efendim” dedim. Ve ilk imzayı atışım orada oldu.

    1947’ye kadar da tüm Türkiye ve Balkan rekorlarını kırdım. Hem Fenerbahçe hem de milli takım için. Her hafta yarış vardı.

    O yıllarda atletizmde de Fenerbahçe – Galatasaray rekabeti çok revaçta mıydı?

    Tabii ki o zamanlar da oluyordu Fenerbahçe – Galatasaray arasındaki yarış.

    Galatasaraylı bir Balkan şampiyonu vardı, o hep 1500 m. koşularını kazanıyordu; ben de 5000 m.-10.000 m. metre yarışlarını kazanıyordum.

    Neriman Tekil’in ağabeyi Firuzan Tekil (Genel sekreter) çok hizmeti vardır. “Sen 1500 koş hepsini geçersin” derdi. Ben de “İsterseniz 400 m.’de de koşarım, peki” dedim. 1500 m.’de koştum ve kazandım. Daha sonra 1500 m., 800m. ve 400 m. koştum.

    1945’de Mısır’da 400 m’de birinci oldum milli takım adına… 

    Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü adına düzenlenen İnönü koşularında hep birincilikleriniz vardı. 

    İnönü Stadı’nda Cumhurbaşkanı kros birincilikleri yapılıyordu, 6 sene arka arkaya birinci olmuştum.

    947’de Dolmabahçe Stadı yapılıyordu. Daha stat bitmemiş, biz bir kenarda antrenman yapıyorduk.

    Bana, “İsmet İnönü gelecek bir eşofman al ve stada gel” dediler.

    “Peki” dedim.

    Gerçekten de İnönü hayatında hiçbir spor müsabakasına gitmemiş ve hiçbir sporcuya da ödül vermemişti. Bir tek at yarışlarına gidermiş.

    1936 Olimpiyatları’nda ben güreş yapıyordum, arkadaşım, Hitler’in zamanında olimpiyat şampiyonu olmuştu.

    Mustafa Kemal Atatürk çağırmış ve O’na ev hediye etmişti; fakat İnönü 1948 olimpiyatlarıyla hiç ilgilenmemişti. Dolmabahçe Stadı’na o gün antrenman sırasında ilk defa İnönü de gelecek dediklerinde şaşırmıştım; elim ayağım titriyordu.

    Yanına gidilmiyor tabii.

    “Bekle burada” dediler bana ve sonra alıp beni İnönü’ye götürdüler.

    Aklımda kalan tek şey; “Evladım, talim mi yapıyorsun?” diye sormasıydı.

    “İşte paşam, sizin adınıza yapılan koşuları 6 senedir arka arkaya kazanan sporcumuz bu” dediler.

    Bana mükâfatlar verdi. Hediye edilen Zenith marka kol saatime herkes merakla bakıyordu o zamanlar. İnönü ile tanışmak ve konuşmak da nasip oldu bana ne mutlu ki… 

    Ve yıl 1947. 4 Temmuz Normandiya Çıkartması adına düzenlenen Enternasyonal Amerika Şampiyonasına gidişiniz… 

    1945’de Balkan rekorunu kırmıştım.

    1944’de olan “Normandiya Çıkarması” adına Amerika’da 1947’de, yani 3 sene sonra bir atletizm şampiyonası yapıldı. Ön elemeler için Balkanlardan iki kişi çağırdılar. Bizden de olimpiyat üçüncüsü Ruhi Sarıalp vardı. Son seçmelerde Ruhi 3. oldu, ben 1. oldum ve Amerika’ya beni gönderdiler.

    Amerika yolculuğumuz o kadar kolay olmadı. Uçak bekliyoruz gelmedi. Meğer uçak düşmüş ve herkes ölmüş. Uçuşumuz bir hafta sonraya kaldı. O zamanlar haftada bir uçak kalkıyordu. 30 kişilik pırpır uçaklar. Dura kalka gidiyoruz.

    Londra’ya gittiğimizde hayretler içindeydik savaş sonrası her taraf bombalanmış halde, duvarların yarısı var yarısı yok, inanılmazdı. Banklar vardı, oturduk, bekledik. Benzin ala ala devam ediyorduk.

    1945’de Atina’ya, Mısır’a gittiğimizde de aynı savaş izleri öyleydi. Ve 48 saatlik bir zorlu bir yolculuk sürecinden sonra Amerika’ya geldik.

    Oradan yarışmaların yapılacağı Nebraska’ya geçtik. Bizi çiçeklerle karşıladılar. Çelenkler taktılar. Türkiye’den geldi diye şehirde açık arabayla dolaştırdılar. Türkiye’yi bilen yok. Teksas’ın doğusunda mı güneyinde mi diye soruyorlar. Otele yerleştik. Hava 50 dereceydi; klimayı varlığından bile haberim yok. Hasta oldum, yemeklerini de yiyemiyordum. Lisanım yoktu. Çok zorlandım. Dünyanın her tarafından gelmiş atletler vardı. 10.000 metrede koşacaktım fakat rakibim yoktu. Bununla birlikte diğer derecelerde çok iyi atletler vardı. 5000 metre koştum.3. oldum.  

    Amerika’da kalmanızı teklif ettiler mi?

    Yarış bitti, tam döneceğim sırada Amerika’da okuyan bir Türk talebe yanıma geldi. Beni valiye sonra da yarışmayı düzenleyen Nebraska Üniversitesi’nin rektörüne götürdü. 

    Rektörün yanına çıktığımda Türkiye’de ne yaptığımı sordu. Sporumun dışında hukuk öğrenimi sürdürdüğümü ve Haydarpaşa Lisesi’nde beden eğitimi öğretmenliği yaptığımı söyledim.

    Ne kadar kazandığımı sordu, “100 lira alıyorum” dedim.

    Ertesi gün de döneceğimi belirttim Tam kapıdan çıkıyoruz, oturma iznimi verdiler, talebe kaydımı yaptılar.150 dolar teklif ettiler ve onların ülkesinde Nebraska eyaletini temsil etmemi istediler.

    Peki, Fenerbahçe Spor Kulübümüz kalmanıza izin verdi mi?

    O yıllarda bir sporcunun Türkiye’den Amerika’ya gitmesi kulüplerin maddi imkânsızlıkları nedeniyle çok zordu. Milli takımdan Fenerbahçeli bir atlet olarak Amerika’da yarışı kazanmak büyük bir prestijdi. Yer yerinden oynuyordu.

    Daha önce bir boksör arkadaş Amerika’ya gitti, geldiğinde statta yürütmüşlerdi, Amerika’ya gidip gelen birini görsünler diye. Öyle bir zamanda federasyondaki Galatasaraylı üyeler gazetelere düştü; para vardı, yoktu diye.

    O yıllarda Saracoğlu başkanımızdı. Bizim Fenerbahçe yönetim kurulu bastırdı ve her şey tamamlandı. Galatasaraylılar engel olmaya çalıştı ama en sonunda federasyon Fenerbahçe’ye “Paranın yarısını verin gönderelim” dedi.

    Federasyonda Galatasaraylılar çoğunluktaydı. Olimpiyat komitesi başkanı da Galatasaraylıydı. 300 Lira tutuyordu; gidişimin yarısını kulübüm karşıladı ve öyle gönderdiler. Amerika benden kalmamı istediğinde işin federasyon tarafını hiç düşünmedim. Ama Fenerbahçe’ye minnet borçluydum. Oradan bir mektup yazdım. Mektubumda bana orada sundukları tüm eğitim olanaklarından bahsettim. Ayrıca eğitimimi Amerika’da tamamlayıp Fenerbahçe’ye daha iyi hizmet edebileceğimi düşünüyordum; “Onay verirseniz kalacağım, isterseniz de arkama bakmadan dönüp geleceğim” dedim. O mektup gazetelerde çıkmış hatta mektubumun basıldığı gazeteyi bana gönderdiler. Amerika’da kalmam için kulübüm izin verdi, federasyon da istemeye istemeye kabul etti.

    5 sene Amerika’da kaldım. Orada evlendim.1947-1952 yılları arasında orada eğitimimin yanı sıra tabii ki atletizm de yaptım. Yarışmalara katıldım.

    1948’de bir akşam “Olimpiyat ön seçmelerine gidiyorsun” dediler. Okul kapanmak üzereydi, apar topar gittim.

    Kaydım yapıldı, tam başlamadan evvel “Nasıl bir yarış bu?” diye sordum. “Milli takımın olimpiyat seçmesi kazanan ilk üç kampa girecek ve 1948 olimpiyatlarına Londra’ya gidecek orada Amerika’yı milli oyuncu olarak temsil edecek” dediler.

    Şok oldum ve “Ben Türk vatandaşıyım” dedim.

    “O önemli değil, seni Amerikan vatandaşı yaparlar” dediler.

    Benim elim ayağım titredi, 5000 m. koşu için çağırmışlardı. Öylece hayalet gibi duruyorum, lisan da fazla bilmiyorum. Ben bir tur gittim, sonra yarışı bıraktım. Kafam hala ordaydı. Amerikan vatandaşı olarak Londra’ya gideceğim ve olimpiyatlarda Amerika’yı temsil edeceğim. Bu mümkün değildi.

    Tüm hayalim Türk bayrağı altında yarışmak ve başarılı bir Türk sporcusu olmaktı. Bana öl deseler ölürüm bayrağım için, o kafa yapısındaki insan kalkıp da orada Amerikan bayrağı altında yarışabilir mi, bıraktım her şeyi…

    “Çok hastalandım, kramp girdi.” dedim ve oradan kaçtım. 

    Ve Türkiye’ye dönüşünüz… 

    Nebraska sonrası bir süre New York’ta kaldım. Bir çocuk sahibi oldum. Eşim benimle birlikte Türkiye’ye dönmedi. Annem rahatsızdı dönmek zorundaydım.

    Geri geldiğimde artık yarışları bırakmıştım. Önce federasyona bağlı atletizm ajanlığına getirildim. Her gün sahalara gidiyordum. Atletizm eskiden futboldan bile önemliydi. At başı gidiyordu, en iyi atletleri toplamaya çalışırdım. Okulların levhalarına yazı yazardım. Stada toplardım onları 300-600  kişi vardı Kuleli Askeri Lisesi’nden, Deniz Lisesi’nden tüm okullardan gelirlerdi. Hepsinin hayali kazanayım da Fenerbahçe- Galatasaray maçını izleyeyim. Mükafat koymazsanız gelmezlerdi.

    1952-1956 Amerika Milli Takımını olimpiyatlardan evvel bir kuruş parasız Türkiye’ye getirdim. Bunu federasyondaki görevim icabı değil, ajan olarak düzenledim. Onları Dolmabahçe Stadı’nda yarıştırdım. Yunanistan’a da gidiyorlardı, buraya da gelsinler diye düşünmüştüm. Olimpiyatlardan evvel onları buraya getirmek ve yarıştırmak büyük bir şeydi. Oradan oyuncu da çıkardım.

    Sonra Atletizm Şube Başkanlığına getirildim. Bu arada Fenerbahçe üyesi olduğumdan kulüple bağlantımı koparmamıştım. Artık her gün kulüpteydim. 

    Şu an atletizmi Türkiye’de ne düzeyde görüyorsunuz?

    Üzülüyorum bugünkü şartlarda Türkiye’nin atletizmde gelişmesi mümkün değil.

    Atletizm ajanlığı yaptım, 6 ayda milli atletizm takımı çıkardım, yetiştirdim.

    Amerika’dan geldiğim seneler kimse anlayamadı beni; şaşırdılar, engellemeye çalışanlar bile çıktı. Hala yanlış işler yapılıyor. O yıllarda atletizm bana bırakılsaydı bugün Türkiye atletizmde çok farklı ve iyi bir yerde olabilirdi. Kısmet, bırakmadılar işte, ben de futbola döndüm.

    Hizmet verdiğim 70 sene içerisinde Fenerbahçe’nin 10 tane şampiyonluğu varsa ne mutlu ki 9’unda benim de adım vardır. 

    Bir anda kendinizi futbolun içinde buldunuz…

    Atletizm şube başkanlığı yaparken her gün Fenerbahçe sahalarındaydım. Futbol maçları da oluyordu, yakından ilgileniyordum.

    Fenerbahçe kongreleri oluyordu, kulisler yapılıyordu. Kongre üyesiydim, faaliyetler, seçimler başladı. Sokak kongreleri yapıldı, futbol takımının çalışmalarını da izliyordum,

    Amerika’dayken ilk iki sene spor tahsili yapmıştım. İki senenin sonunda ekonomi ve işletme tahsili almaya başladım. Türkiye’ye döndüğümde de sporun tüm şubelerini takip ediyordum özellikle de futbolu. Çalışmalara, antrenmanlara bakıyordum, yeniliklerden doğal olarak haberleri yoktu. Ben de Amerika’ya gittiğimde hiçbir şey bilmiyordum. Dönüp baktığımda yanlış işler yapıldığını gördüm. Ve başladım futbol kitaplarını alıp tercüme etmeye.

    O yıllarda orada koşuma engel olmasın, şişkinlik yapmasın diye su içmiyordum. “Aman tuz koymayalım” diyordum. Bana orada her gün hap veriyorlardı meğer tuz hapıymış. Bu en basitiydi. Burada bir sürü yanlış bilgiyle yetişmişiz.

    Sonrasında kulis faaliyetleri arasında öyle bir noktaya geldik ki 1960-61 yıllarında takımın başında Macar antrenör Lazslo Szekelly vardı. Takımda Canlar, Lefterler, Fikretler var. Yönetimimizde ise başkanımız H. Kamil Sporel, yönetim kurulunda Zeki Rıza Sporel, İsmet Uluğ, Niyazi Sel, Müzdat Yetkiner var. Herkes konuşuyor, üzülüyor.

    8 maçta galibiyet yok. Ligin ilk yarı sonunda bir de Galatasaray maçımızda 5-1’lik bir yenilgi var, diyorlar ki “Bu Galatasaray mağlubiyetinden sonra bizim bu kulüpte yöneticilik yapmamız haramdır.”

    Toplanıp karar veriyorlar kongre yapılacak. Aldığım eğitim sonucu bir futbolcunun en az 5000 metre koşacak nefese sahip olması gerektiğini, dünyanın değiştiğini, yeni kuralları anlatıyorum. “Çalışalım, geçelim ve şapkayı gösterelim onlara” diyordum. Yönetim kurulu karar verdi ve futbol şubesinin sorumluluğunu bana verdiler. “Al sen çalıştır.” dediler. 

    Yıl 1960-61 ve futbol şubesi sorumluluğuna getirildiniz… 

    Sorumluluğumun ilk günü sabah tüm futbol grubunu çağırdık. Herkes merak ediyor.

    O zamanlar takım kaptanı Şeref Has. Bir konuşma yapıp futbolun tüm dünyada değiştiğini, farklı yeni yöntemler olduğunu ve futbolun artık sadece top oynamak olmadığını bir de topsuz oynamak gerektiğini anlattım. Topladım herkesi koşturuyorum, ağırlık çalışmaları yaptırıyordum.

    Yazılı basın geldi. Onlar da ne yapacağımı merak ediyorlar. Bana sorular sormaya başladılar. Düşündüm, futbolcuların koşusunun zayıf olduğunu söylesem ertesi gün basında alay edecekler. Ben de fizik kondisyonundan bahsettim ve bundan sonra takımın fizik kondisyonu ile uğraşacağımı söyledim. Hatta bunları İngilizce ile karışık söyledim. Takımın kondisyonu ne demek diye soramadılar bile, öylece yazdılar söylediklerimi. (Gülüyor) 

    Daha önceki antrenman sistemi nasıldı? 

    Önceleri haftada iki gün salı-perşembe antrenman yapıyorlardı. Hafta sonu da maça geliyorlardı. Diğer günler boş günleriydi.

    Benimle birlikte haftada iki gün futbol diğer günler ise koşu ve kondisyon çalışmalarına başladılar. Ve böylelikle haftada yedi gün çalışmaya başladılar.

    Peki ya oyuncuların bu disiplinli ve yoğun tempoya alışmaları kolay oldu mu? 

    Tabii pek kolay olmadı. Hiç unutmam ikinci hafta oldu. Can Bartu askerden geldi. Ve antrenmana girdi. O aralar hepsi alışmıştı su ısıtılıyor, kazanlar ısıtılıyor ama yetişmiyor, yıkanamıyoruz bahaneleri. Mangalda su ısıttırıyorum, tenekedeki sularla yıkanıyorlar. 

    Bir gün yine Can Bartu’yu koşturuyorum 30 metre geride kalıyor. Genelde kolalı gömlek giyerdim o günde tesadüf üzerimde kolalı gömlek çekmişim, altımda da eşofman ama ben de onlarla beraber koşuyorum.

    Can’ın yanına gidip “Hasta mısın Can, sen hep geride kalıyorsun” dedim.

    “Niye bu kadar koşuyoruz Eşref Ağabey biz atlet miyiz, futbolcu muyuz? Sahada koşacak mıyız yoksa futbol mu oynayacağız?” dedi.

    Ben de “Bak oğlum, ünlü Amerikalı artist Marlyn Monroe var ve her sabah kondisyonunu muhafaza etmek için 3 km koşuyormuş, ben de sizinle beraber koşuyorum, bakın şu kolalı gömleğime terlemedim bile. Siz 90 dakika futbol oynayacaksınız, 90 dakika koşmadan mı futbol oynayacaksınız, artık koşmadan futbol yok, dünyada önde olacaksınız, daha yeni başlıyoruz” dedim.

    Bu kondisyon çalışmaları Türkiye’de ilk Fenerbahçe’de başladı. Sonrasında bir konuşma daha yaptım ve kızarak, “Can, koşamıyorsan çık arkadaşlarının arasından” dedim. Ve takımdan çıkardım onu, arkasından da “başka koşamayacak var mı ?” dedim. Baktım kimseden ses yok, biz antrenmana devam ettik bir süre sonra Can da bize katıldı.

    Ve ikinci devre ilk maçımız Kasımpaşa ile. Onları 3-0 yendik. Arkasından Altınordu, Göztepe 4-0, 3-0 sonuçlarla hepsini ezdik, geçtik. Avrupa çapında takımlardı onlar. Sonra da Beşiktaş, Galatasaray’ı süpürdük geçtik.

    Takım kazanmaya başlayınca Macar antrenörü de geri getirdiler. Birlikte çalışmaya başladık. O sene liglerdeki ilk şampiyonluğumuzdu (1960-1961). Ertesi sene Miroslav Kokotovic (1962-1964) vardı, ben çalışmayı bırakmıştım ama mağlup olunca o kaçtı ve yine beni getirdiler takımın başına. Ve o sene de beni yönetime aldılar, futbol takımımın sorumlusu olarak göreve başladım. Başkanımız İsmet Uluğ ile birlikte çalıştık.

    Yıl 1964-65 Antrenör İngiliz Oscar Hold. Yine tüm görevi beraber üstleniyorduk, benim Amerika’dan getirdiğim kronometrem vardı, onunla futbolcuları çalıştırıyorduk. Hiç unutmam; çocuklar onları koşturmayalım diye kronometreyi yok ettiler.

    Çok zor geliyordu koşmak. Aralarında bir futbolcuyu yok etmek istiyorlarsa 10 metre uzağa top atıyorlardı ki koşsun yorulsun yorulunca da bir daha oynayamasın. 

    Fenerbahçe Müzemize her geçen gün yeni bir kupa, yeni bir madalya ekleniyor. Siz Eski Sporcular Derneği Başkanımız olarak eski sporcularımıza neler öneriyorsunuz? 

    Fenerbahçe’nin büyük bir mazisi ve tarihi var. Tüm eski sporcularımızın ellerinde bulunan madalya, kupa, resim ve evraklarının müze kurulumuza iletilmesi gelecek nesillerimiz açısından çok önemlidir.

    Ailenize bırakacağınız bu objeleri sadece aileniz ve çevreniz görür; fakat müzemize devredilen bu mirası milyonlarca Fenerbahçeli müzeyi her ziyaret ettiğinde görebilir. Müze Fenerbahçe’nin tarih kitabıdır.

    1940 yıllarında kazandığım madalyaları İstanbul Erkek Lisesi’ne götürdüler. Normandiya çıkartması madalyası çok az insanda vardır. Ama bu madalyada asıl hak sahibi Fenerbahçe Spor Kulübü’dür. O Fenerbahçe’ye aittir.

    Bütün yarışlarda madalya veriyorlar ama bu madalyanın özelliği bir kereye mahsus olarak verilmesiydi.

    Bunun dışında Kral Faruk’tan aldığım madalyalar ve diğerleri hepsi şu an müzede sergilenmektedir. Bilhassa onu ve diğer madalyalarımı kulübüme verdim.

    Gördüğünüz gibi evde hiçbir şey kalmadı. Müzede muhafaza ediliyorlar. Bu da benim için ayrı bir onur ve gurur kaynağıdır.

    En beğendiğiniz futbolcular kimlerdi? 

    Ogün Altıparmak, Lefter ve Can Bartu’yu çok beğenirdim.

    Bir iki kaptan sayarsam bunun birisi Can Bartu’dur. Çünkü Can Bartu’yu futbolculuğunun dışında kaptan olarak da çok beğenirdim. Nedeni ise: O hem takıma hâkimdir hem de yurt dışında da futbol oynadığından deneyimli ve yeteneklidir. Hatta basında da çok sevilen bir insandı. Fenerbahçe’den gitmesini çok istemişlerdi. Ben karşı çıktım. 

    Nasıl karşı çıktınız, neler yaşandı? 

    Can Bartu hala bilmez ne olduğunu, o sene Can takım kaptanı ve Can’ın transfer senesiydi. Transferde komite başkanıyım, tek tek çağırıyoruz, konuşuyorum yönetim de karar veriyor. Yalnız bu toplantıdan evvel yönetimde olan Suphi Ergül, Necmi Kurtuluş, Sadun Erdemir, Kemal And benimle bir yemek yemek istediler.

    Caddebostan Yelken Kulübü’nde bir öğlen yemeği yedik. “Kadıköy grubu olarak bir toplantı yaptık, Can Bartu’nun satılmasını istiyoruz” dediler. Tabii benimle de ters düşmek istemiyorlar. Kadıköy Grup Başkanı Semih Bayülken “Eşref’le konuşun ikna edin Can Galatasaray’a gitsin ve Fenerbahçe’den uzak kalsın, ilerde bu bize sorun olacak, Can ne isterse istesin satın” demişler. Bana böyle anlattılar.

    Onlara Can’a ihtiyacımız olduğunu söyledim. Fakat başka çare olmadığını söylediler. Güldüm, antrenman sonrası Can’a “Sen Sirkeci’ye iş yerime gelebilir misin?” dedim.

    Ertesi günü Can geldi. “Gel dediniz geldim, ben ilk defa bir yöneticinin işyerine geliyorum” dedi.

    “Can senden bir şey isteyeceğim, öbür gün transfer için sizleri çağıracağız, kaç lira düşünüyorsun diye soracağız, sen kaç düşünüyorsun” dedim.

    “Öbür oyunculara 70-80 bin dediniz, herhalde bana daha fazla verirsiniz” dedi.

    “Bak sen geleceksin, ben para falan istemiyorum diyeceksin, ben Fenerbahçe’de bu kadar oynamışım seneye jübilemi yapıp futbolla ilişkimi Fenerbahçe’de bitireceğim diyeceksin” dedim.

    “Tamam, Eşref Ağabey sen öyle istiyorsan öyle derim” dedi.

    “Bana bırak” dedim.

    Ertesi gün yönetim kurulunda Rüştü Dağlaroğlu da var. Selim Soydan geldi. Şükrü Birant geldi. Ve sonra sıra Can’a geldi. Faruk Ilgaz’ın yanında oturuyorum.

    Önce ben konuşuyorum; Can’a “Bizim kafamızda var bir rakam ama herkesin fikri olsun senin kafanda ne var” dedim.

    “Ben para istemiyorum” diyerek aynen benim kendisine dediklerimi tekrarladı.

    “Tamam git” dedim, gönderdim.

    Herkes söyleniyor. “Can kalıyor çünkü hiçbir şey istemeyen adamı ben satamam” dedim.

    Dedim demesine ama yüz bini de sonradan Can’a verdim tabii. Sonra bütün mesele anlaşıldı. Semih Bayülken ile Muhittin Burgulu ilk seçimde beni sildiler. Ama o sene Can’ın sayesinde 8 puan önde şampiyon olduk. 

    Fenerbahçe’de oynayan her futbolcunun duruşu davranışları bir Fenerbahçeli gibi olmalıydı. Bunun bilinciyle, onları çalışma saatleri dışında da gözlemliyordunuz… 

    Geceleri bile futbolcuların evlerini dolaşırdım. Selim’in evine gittim. Eşi Hülya Koçyiğit çıktı, evlenmişlerdi. “Hemen Selim nerede” derdim. Hülya çok hanımefendi bir insandı; çaylar, kahveler, ikramlar.

    Hepsinin evine gidiyordum, Yılmaz Şen, Yaşar Mumcuoğlu…

    Oyuncuların özel sorunlarını da paylaşıyordunuz… 

    Tabii ki, hepsiyle ayrı ayrı ilgilenirdim.

    Kaleci Datcu vardı, bir gün kampa geldi.

    Selim Soydan dedi ki “Datcu ile konuş, morali çok bozuk.”

    “Hayrola” dedim.

    “Yok bir şey, eşimi düşünüyorum, ev sorunu hala çözülmedi” dedi.

    Ertesi gün de maçımız var. “Sen yarınki maçı düşün.” dedim.

    Pazartesi sabahı kulübe saat 10.00’da geldim. Yönetime durumu anlattım.

    “Otelde kalıyorlarmış, perişan durumdalar” dedim.

    “Hayır, evde kalıyorlar” dediler.

    Reşat Dermanver’e “Sen evi biliyorsan, beni götür” dedim.

    Beraberce gittik,  kapıyı başka insanlar açtı. Datcu haklıydı, evi başkasına vermişler. Dönüp sorunu anlattım.

    “Size yarına kadar, tam 24 saat müsaade; yoksa 25. saatte bu kulüpten içeri giremeyeceksiniz” dedim.

    O sorun da öyle çözümlenmişti. 

    5 kupayı aldığımız sene (1968), Ogün Altıparmak geldi

    “Ağabey benim bonservisimi ver, Amerika’ya gideceğim, beni istiyorlar” dedi.

    “Peki, oğlum, yalnız bir şartım var; sana ihtiyacım olursa isteyeceğim ve hemen geleceksin” dedim ve gitti.

    Bize Manchester çıktı. Ogün’ün adresini aldım. Gündeme sundum Ogün’ün çağrılması için. O toplantıda “Manchester’ı mı eleyeceğiz, Ogün’ü çağırmak çok para, boş ver” dediler.

    Ben ısrar etmedim, ama kafama da takıldı, uyuyamadım. Suat Belgin vardı, Büyük Fikret kaza geçirdiği için adresi ondan istedim.

    Ogün’e “Acele çarşamba burada ol, yönetim kurulu parayı çok buldu ama ben bu parayı öderim” dedim. Ve Ogün geldi.

    “Sen nerden çıktın?” demiş herkes.

    “Eşref Ağabey çağırdı” demiş.

    Benim için “Zengin adam, savuruyor” demişler.

    “Doğru kampa git” dedim.

    Ignace Molnar antrenördü. Ona Ogün’ü takıma koy, forvet oynatacağız dedim.

    O maçta bir golü Ogün attı ve maçı 2-1 kazandık. Ogün Amerika’ya bir daha dönmedi, burada kaldı ve hayatı değişti.  

    Amerika’da üniversitede spor, ekonomi ve işletme eğitimi aldınız. Fakat ekonomi eğitiminizde bir ders yüzünden diplomanızı alamadınız. Ve hata olduğu anlaşıldığından diplomanızı 50 sene sonra torununuzla birlikte aldınız… 

    Evet, 50 sene sonra torunum Nate ile beraber gittiğimizde diplomamı verdiler. Torunum Nate de Nebraska Üniversitesi’nde şampiyon bir atlet olarak okuyup, koşmaktaydı.

    Amerika’da iki diploma almam lazımdı. Birini eksik kredim olduğu zannedildiği için vermediler; hâlbuki yokmuş, bir hata olmuş. Durumu tekrar açıkladım kendilerine; bir ders varmış borçlu hukuk dersi, Amerikan hukuku ile ilgili olarak gerekmeyecek diye almamıştım. 50 sene sonra kabul ettiler ve ben de 50 yıllık küçük bir gecikmeyle diplomamı 18 Aralık 1998’de Nebraska Üniversitesi okul yönetiminin düzenlediği özel bir mezuniyet töreniyle aldım. 

    Yaptığım araştırma sonucu 1958 yılında verdiğiniz bir demeçte Fenerbahçe Stadı’nın 100.000 kişilik olması gerektiğini söylemiştiniz. Hâlbuki söylediğiniz yıllarda stat 7.000 kişilik olup 3000-4000 kişilik kapalı tribünü vardı. 100.000 o yıllar için çok iddialı bir sayıydı…

    O zamanlar 3000-4000 kişilik kapalı tribün vardı. Fenerbahçe’nin 100.000 kişilik stada ihtiyacı olduğu o zamanlardan görünüyordu.

    Maçlardan bir gün önce geceleri uyanır bakardım yağmur var mı diye panik yapardım. Prim ödeyeceğiz, kulübe kazanç sağlayacağız ancak böyle ayakta duruyorduk. 50 sene evvel o zaman ki gazete kupürlerinde vardır doğru.

    Taraftarlara mesajınızı alabilir miyiz? 

    70 seneye yakın sporun içindeyim, taraftarlarla da iç içeyim. O günden bugüne kadar taraftarla yakından ilgileniyorum.

    Bir kere şunu söyleyeyim; Fenerbahçe sevgisi o zaman 10 ise şimdi 100! Çok büyük saygı duyuyorum, onur duyuyorum, gururlanıyorum, iftihar ediyorum.

    Biz bu hizmeti yaparken her zaman isterdik ki Fenerbahçe’yi sevsinler, müsabakalara gelsinler, Fenerbahçe’yi alkışlasınlar, amacımız buydu. Şampiyon olalım onları mutlu edelim ve onların mutluluklarından mutluluk duyalım ama bugün çok olumlu ve çok büyük değişiklikler var.

    Ben iki sene evvel bir maç öncesi Kalamış’ta bir restoranda var, oraya gittim. Orada gördüm aynı heyecanı. Amerika’da taa o yıllarda maçlardan evvel aynı bu coşku olurdu. Hatırlıyorum 5 kupayı aldığımızda bir merasim yapmıştık. İlk defa yapılıyordu, basından Erdoğan Arıpınar kutlama organizasyonu teklifiyle Başkanımız Faruk Ilgaz’a gittiğinde Başkan “Böyle bir büyük organizasyon yaparsak camia iyi karşılamaz” demişti. Ve konuyu bana yönlendirdi. Organizasyon gerçekleştiğinde Fenerbahçe camiası Başkan Faruk Ilgaz’ a “Bu kadar sene şampiyon olduk, böyle merasim yapmadık.” demişlerdi. Ben bunu Amerika’da gördüğümden yaptım.

    Bir de kötü söz ve hakaretlere karşıyım o da kaldırılmalı. 1980’e kadar böyle bir şey yoktu taraftar yapmadı bunu. Bu sözlerim tüm Türk futbolu adına.

    Çocukluğumuzda kafamızı havaya diker dört genç havaya bakardık, gelen bakar, giden bakardı. Galata Köprüsü’nde bir yere baktı mı herkes bakıyor birisi bir şey yaptı mı herkes yapıyor. Bu yöneticiler topluluğu bu tarafa bak diyecek bunu toparlamak yine yöneticilere düşer.

    Sibel Kurt – Eşref Aydın Röportajı – Fenerbahçe Resmî Dergisi

  • 1980 Fenerbahçe Kongresi

    1980 Fenerbahçe Kongresi

    Geçende yayınladığımız 1979 yılı faaliyet raporunun okunduğu Fenerbahçe kongresi 10 Şubat 1980 tarihinde yapıldı. İlginç hikayelerle dolu 1980 Fenerbahçe Kongresi haberini Milliyet gazetesinden okuyalım.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Başkanlığı’na Razi Trak Seçildi

    Başkanlık seçiminde Razi Trak 435, Firuzan Tekil 153 oy alırken, Yönetim Kurulu seçimini büyük bir farkla Kadıköy grubunun listesi kazandı…

    Eski Başkan Ilgaz, üyelere yaptığı veda konuşmasında, “Fenerbahçe’ye hizmetim geçtiyse helal olsun” dedi… Yeni Başkan Trak, işi nedeniyle kongreden erken ayrıldı…

    Kongre Başkanı Erdemir, üyelerin 10’ar bin lira teberru vermesini isleyen önerge için, “Bana Humeyni de deseniz, bu önergeyi oylamaya koymam” dedi…

    Fenerbahçe Kulübü’nün olağan genel kurulu dün yapılmış ve başkanlığa Razi Trak seçilmiştir.

    Avukat Sadun Erdemir’in başkanlığını yaptığı kongreye 679 üye katılırken, eski başkanlardan Emin Cankurtaran ile bir ara başkanlığı söz konusu olan Cevher Özden’in gelmeyişi dikkati çekmiştir.

    Kongrenin başlangıcında konuşmaların 10’ar dakika ile sınırlandırılması için iki önerge verilmiştir.

    Bu önergelerin verilmesinden sonra Avukat Orhan Ergüder bir konuşma yapmış ve “İki yıldır sabırla beklediğimiz kongrede meseleleri 10 dakikaya sığdıramayız. Sorunların üstüne gitmek için bizi 72 gün daha bekletmeye kimsenin hakkı yok” demiştir.

    Ergüder, yerine otururken de, “Bu önergeleri ücretle tutulmuş kişilerin verdiğini biliyorum” demiştir. Ergüder’in bu sözleri ortalığı karıştırmış, kongre başkanı Sadun Erdemir, “Disiplini bozanı zabıta kuvveti ile dışarı attırırım” diyerek üyeleri uyarmıştır.

    Daha sonra Yüksel Günay önergenin lehinde bir konuşma yapmıştır. Ergüder ve Günay’ın konuşmalarından sonra önerge oylamaya konulmuş ve konuşmaların 10’ar dakika ile sınırlandırılması kabul edilmiştir.

    Gündem gereğince kürsüye yönetim kurulu adına Altan Ayanoğlu gelmiş ve iki yıllık çalışmalarını kapsayan çalışma raporunu okumuştur.

    Gündemin dilek ve temenniler bölümünde Altan Dinçer söz almış ve yönetim kurulunu suçlayarak şunları söylemiştir:

    “Ben bakkala kapıcımı gönderirken 7 kelimeden fazla konuşuyorum. Ama faaliyet raporunda voleybol ve basketbola 7 kelime bile yer verilmiyor. Rezil oluyoruz…”

    Dinçer’in konuşmasından sonra Yeni Kadıköy Grubu’nun başkan adayı Firuzan Tekil kürsüye gelmiş ve “Fenerbahçe’nin yönetiminde ipler başkasının elindeyse ve kukla yönetim varsa, bundan daha vahim durum olamaz” demiştir.

    Yeni Kadıköy Grubu’nun liderlerinden Orhan Ergüder de bir konuşma yapmış ve “Fenerbahçe’yi mutluluğa götürme gayreti değil, sömürme gayreti vardır” demiştir.

    Ergüder, yıllar sonra ilk kez haysiyet divanına da çatacağını belirtmiş ve şunları söylemiştir:

    “Sosyal Tesislerde insanlar havuza atılıyor, kafalarında bira şişeleri kırılıyor. Bana ‘Niçin tesislere gelmiyorsun?’ diyorlar… Gelmiyorum, güvencem yok… Gelmiyorum, param yok… En önemlisi de, bunların hesabını soracak haysiyet divanı yok… Fenerbahçe Türkmen çadırlarına benzetilmiştir.”

    Ergüder, konuşma süresinin kısıtlı olması nedeniyle kürsüden ayrılacağını da söylemiş “Allah sizi inandırsın, bu ve mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğim” demiştir.

    Bu konuşmalardan sonra eski yönetimin başkanı Faruk Ilgaz kürsüye gelmiş ve “1956 yılından beri sürekli görev aldım. 12 yıl başkanlık yaptım. Eğer bir hizmetim olduysa bunu helal ediyorum” diyerek üyelere veda etmiştir. Ilgaz yerine otururken uzun süre alkışlanmıştır.

    Fenerbahçe kongresi devam ederken Razi Trak, İzmir’e gideceğini söyleyerek salondan ayrılmıştır. Trak salondan ayrılırken, “Nasıl olsa başkan seçileceksiniz, ne diyorsunuz” seklinde soru soran gazetecilere, “Fenerbahçe’de önce bu gruplaşmaları kaldırmak gerekiyor. Amatör şubelere gereken önemi verecek ve futbol şubemiz için kendi öz kaynaklarımıza döneceğiz” yanıtını vermiştir.

    Daha sonra, artan yaşam koşulları göz önüne alınarak, yeni yönetim kurulunun bütçesinin yüzde elli oranında artışla kabul edilmesine karar verilmiştir.

    Ayrıca Ali Şen’in yeniden üyeliğe alınması kabul edilmiştir. Bazı konuşmacılar da yönetim kurulundaki titiz çalışması nedeniyle Başaran Ulusoy’u teşekkür etmişlerdir.

    Bu sırada Recai Aslan ve Hanefi Ulutekin, kongre başkanlığına bir önerge vererek, salonda bulunan üyelerin kulübe 10’nr bin lira teberruda bulunmalarını istemişlerdir. Kongre başkanı Sadun Erdemir, “Önergeyi veren arkadaşlarımı biliyorum. Onlar milyon da verse dokunmaz. Bu önergeyi oylamaya koyamam” diyerek reddetmiştir.

    Aidatların yıllık 1200 liraya çıkarılması da tüzüğe uygun olmadığı için kabul edilmemiştir.

    Konuşmaların tamamlanmasından sonra oylama işlemine geçilmiştir. Sadun Erdemir’in oylamanın harf sırasına göre yapılacağını söylemesinden sonra bir üye ayağa kalkmış ve “Yıllardır hep (A) harfinden başlanıyor ve biz saatlerce bekliyoruz. Bir de (Z) harfinden başlansın” demiştir. Bunun üzerine salon karışmış ve eline zarfı alan sandığın başına gelmiştir.

    Kongre başkanı Erdemir’in üstün gayreti ile düzen yeniden sağlanmış ve oylama yapılmıştır.

    Oylama sonunda yönetim kuruluna şu üyeler girmiştir.

    Talha Altınbaşak (428), Yüksel Günay (426), Muhittin Bulgurlu (429), Semih Bayülken (423), Melih Ilgaz (434), Güven Sazak (429), Kazım Bayülken (410), İlkin Okan (130), Osman Karatop (429), Aziz Yılmaz (428)

    Başkanlık seçiminde ise Razi Trak 435 oy alırken, Firuzan Tekil 153 oy toplamıştır.


    Fenerbahçe kongresine sadece bir çiçek ve bir telgraf geldi… Telgrafı çeken ve kongreye başarılar dileyen, kulübün üyesi, eski Deniz Kuvvetleri komutanı Hilmi Fırat’tı… Tek çiçeği yollayan da Türkiye Spor Yazarları Derneği… Ne gariptir ki, yönetim kurulu raporu okunurken “Basının maksatlı tutumu bizi yıpratmıştır” görüşüne yer verildi… Belli ki, yönetim kurulu bazı şeylere kılıf arıyordu…

    * Kongre başlamış, her şey istenildiği biçimde gidiyordu… Bu sırada Kadıköy grubunun lideri Semih Bayülken’in kongrenin yapıldığı sinemanın balkonundan çalışmaları tek başına kuşbakışı izlediği görüldü… Bayülken, bu sırada kaleyi fethetmeye hazırlanan birliklerin komutanına benziyordu…

    * Fenerbahçe kongresinde gerçekten ilginç konuşmalar oldu. Kulübün eski üyelerinden Dr. Memduh Eren, “Artık bilimsel çalışmaya girmeliyiz” dedi, “Sonra Fenerbahçe ikinci kümeye düşer, biz de sosyal tesislerde bol bol pişti oynarız…”

    * Kongrede eski başkan Cankurtaran ile kongre öncesi başkanlığından söz edilen Cevher Özden yoktu… Ancak kongrenin yapıldığı sinemanın kapısında ilginç bir pankart vardı:

    “Büyük Başkan Cankurtaran, yuvaya…”

    * Fenerbahçe kongresinde en çok eleştirilen konulardan biri de sosyal tesisler oldu… “Pahalı” denildi, “Üyelerin rahat giremediği” söylendi… Bu konuşmalar yapılırken bir üye şöyle bağırdı: “Adını değiştirelim… Hanefi’nin yeri olsun…”

    * Kongrenin başlangıcında konuşmaların 10 dakikayla sınırlandırılması ile ilgili önerge büyük tartışmalara neden oldu… Bu sırada Fenerbahçe’nin ve Milli Takım’ın eski oyuncusu Ogün Altıparmak’ın, kongre başkanı Sadun Erdemir’e “Taraflı yönetiyorsun” diye bağırdığı duyuldu…

    * Kongre Başkanı Sadun Erdemir’i en çok, salonda bulunan üyelerin 10’ar bin lira teberruda bulunmasını isteyen önerge kızdırdı… Erdemir hiddetle ayağa kalktı ve “İsterseniz bana Humeyni deyin arkadaş, bu önergeyi oylamaya koymam” dedi…

    * Razi Trak, hafta içinde yapılan Kadıköy grubunun toplantısından işi olduğunu ileri sürerek çabuk ayrılmıştı… Dün yapılan kongrede de İzmir’e gideceğini ileri sürerek salondan erken çıktı… Bunu gören bir üye “Eyvah” dedi, “Bizim başkan daha başlangıçta su koyverdi…”

    * Başkanlık oylaması yapılırken Razi Trak ve Firuzan Tekil’in dışında Ajda Pekkan’a 2, Aysel Tanju’ya 1 ve Cevher Özden’e de 1 oy çıktı…

    Şansal Büyüka – 11 Şubat 1980 – Milliyet

  • Lebip Elmas Arşivi

    Lebip Elmas Arşivi

    Lebip ağabeyin sevgili oğlu, kıymetli büyüğümüz Suavi Elmas’ın büyük teveccühüyle toplam 230 fotoğraftan oluşan muazzam bir koleksiyonu yayınlamanın mutluluğunu yaşıyoruz: Lebip Elmas Arşivi

    Dr. Rüştü Dağlaroğlu’nun 1987 tarihli “Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihçesi” kitabında, 1933-1944 yılları arasında 218 maçta forma giyip 10 gol attığı tarihe kaydedilen Lebip ağabey, Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunun 5 tanesinde pay sahibiydi:

    1935, 1937, 1940, 1943 ve 1944

    1933 yılında düzenlenen ve Fenerbahçe’nin ilk Türkiye şampiyonluğunu kazandığı sezonda ise forma giymemesine rağmen final maçı için İzmir’e giden kafiledeydi.

    Portreleri, ailesi ve dostları ile fotoğrafları, takım arkadaşlarıyla saha içi ve saha dışı resimleri derken eşsiz bir koleksiyona daha kavuşmanın heyecanını sizinle paylaşıyoruz.

    Fenerbahçe’nin şampiyonluklara en fazla iki sene uzak kaldığı yıllara ve başta Lebip Elmas olmak üzere bütün Fenerbahçe kahramanlarına saygıyla…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Not: “Fotoğraflarda kimler, neler, nereler var?” diye soracak olursanız… Cevabı şöyle verebiliriz:

    Ahmet Erol, Ali Muhiddin Hacı Bekir, Ali Rıza Tansı, Aydın Bakanoğlu, Basri Taşkavak, Beden Terbiyesi Umum Müdürlüğü, Bedii Yazıcı, Bülent Büyükyüksel, Cevat Sayit, Cihat Arman, Didi, Esat Kaner, Faruk Hızer, Fazıl Arzık, Fenerbahçe, Fenerbahçe Stadyumu, Fikret Arıcan, Fikret Kırcan, Füruzan Şansal, Hadi Tarlan, Halil Köksalan, Halit Deringör, Hayati Öney, Hüsamettin Böke, İbrahim İskeçe, İrfan Denever, Kasımpaşa, Kazım Bayülken, Kemal Onan, Lebip Elmas, Lütfi Boyer, Mehmet Reşat Nayır, Melih Kotanca, Moda Deniz Kulübü, Muammer Oraman, Muhtar Sencer, Murat Alyüz, Muzaffer Ateşçi, Muzaffer Çizer, Müzdat Yetkiner, Naci Bastoncu, Naim Şukal, Namık Erbay, Nazım Kayar, Necdet Dalay, Necdet Erdem, Niyazi Sel, Nuri Pekesen, Orhan Canpolat, Orhan Menemencioğlu, Oscar Hold, Osman Kavrakoğlu, Ömer Boncuk, Rasih Minkari, Razi Trak, Rebii Erkal, Recep Nurcan, Reşat Dermanver, Sadi Çoban, Safa Özyurt, Sedat Bayur, Semih Arıcan, Semih Bayülken, Suat Belgin, Suavi Elmas, Süleyman Tekil, Şaban Topkanlı, Şerafettin Doğan, Şeref Benibol, Şevket Demirtepe, Taci Ece, Taksim Stadyumu, Yaşar Alpaslan, Yaşar Yalçınpınar, Yorgo Angelidis, Zeki Rıza Sporel, Ziya Atamer


    Lebip Elmas Arşivi

  • Semih Bayülken

    Semih Bayülken

    Fenerbahçe tarihini Cemal Süreya’dan okumuş muydunuz? Cevabınız “Hayır” ise buyurun. Yok “Evet” diyorsanız, yine buyurun. Zira tadına doyulmaz bir yazı. Konusu… Semih Bayülken! Günahı yazarın boynuna…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe’nin Babası: Semih Bayülken

    Sönmüş gibi görünen yüzünün külleri arasında gözleri iki telaşsız kor. Biri canlı ve apaçık, kıvılcım günlerini unutmamış; öbürü kapanmaya yüz tutan gözkapakları arasında sevinçsiz ve ışıksız.

    Çılgınlığı o sevinçsizlikten mi doğuyor Bayülken’in?

    Şambaba demişler, “şekli şemail”inden ötürü. Şimdilerde, sözcüğün her iki anlamını da kullanarak “baba” diyenler de var, Kart Papaz da diyorlar. Horoz da, melun ihtiyar da.

    Aslında bunların hepsidir Semih Bayülken.

    1952’de Fenerbahçe Kulübü içinde kurulan Kadıköy Grubu’nun üyesi, daha sonra da fiili başkanı oldu. Bir yolunu bulup vaktiye kulübe kaydettirdiği 150 kadar üye onun her dediğini yapar. Düzenli olarak ve eksiksiz biçimde bütün kongrelere katılan bu 150 kişi sayesinde Bayülken’in kazanamayacağı kongre yoktur.

    Kadıköy Grubu’nun başlangıçtaki “nüfuzlu başkan” politikası, 1970’li yıllarda, Semih Bayülken’in çabalarıyla “paralı başkan” politikasına dönüştü. Başkan paralı olmalı, kulübün borçlarını kapatmalı, giderlerini üstlenmelidir. Ayrıca, söylentiye göre, başkan adayının Semih Bayülken ve o 150 üyenin ufak tefek gereksinimlerini de (ziyafetler, kişisel bazı ufak sorunlarının çözülmesi, diş kirası, ödentiler) karşılamaya hazır olduğunu belirtmesi gerekir.

    Paralı başkanlar da öyle yüzde yüz amatör ruhlu kişiler değiller elbet. Onların da kendi koşulları içinde parasal ya da para ötesi küçük, orta ve büyük gereksinimleri olacaktır. Bayülken, Fenerbahçe yönetiminde ayrıca bu iki tür gereksinimi de uyumlu ve kendisi için elverişli bir noktada yan yana tutmayı bilir. Bazı olaylara ses çıkarmaz.

    Dengede en ufak bir oynama halinde paralı başkan, paralı asker durumuna düşer. Saygınlığını yitirir. Zaten Bayülken, onun başkanlığa gelmesinden hemen sonra belirsiz biçimde muhalefet cephesini açmıştır.

    Semih Bayülken’in kolay çözüm merakı Fenerbahçe’yi, kolay, yani hızlı, yani sürekli bunalımlara götürdü. Paralı başkan yöntemi, kulübün yeterince kurumlaşmasını önledi; yönetim, sporcu-seyirci üçgeninin üç öğesinde de tehlikeli bir kararsızlık duygusu yarattı. Son yıllardaki Fenerbahçe kulüp başkanlarının yüzlerine bakalım: Emin Cankurtaran, Ali Şen, Tahsin Kaya… Yeni başkan adaylarını düşünelim: Cevher Özden, Kadıköy Belediye Başkanı Osman Hızlan. Yenilgi halinde sporcu döven, otobüs taşlayan seyirci biraz da bu yüzlerin karşılığı değil mi? Bir de sözgelimi Galatasaray’daki Ali Uras’ı, Beşiktaş’taki Süleyman Seba’yı düşünelim. Çok anlamı bir ayrım var başkanlar arasında.

    Fenerbahçe’deki bunalım kendisinden doğmuyor. Her şey eskisi gibi bu kulüpte. Bunalım öbür kulüplerin yeni durumlarından doğuyor. Çünkü Galatasaray ve Beşiktaş daha da sağlam bir yönetim yapısı içindeler bugün. Fenerliler hep onlara bakıyorlar.

    Bu kaygıyla, daha çok eski milli futbolculardan oluşan bir bölük öz Fenerbahçeli, bir dernek kurdular. Yeni bir baskı grubu yaratmak istediler. Öte yandan Fenerbahçe içinde “kontrgerilla” olarak ilan edilen ANAP milletvekili Orhan Ergüder, Semih Bayülken’e karşı açık ve örgütlü saldırıya geçti. Nedir ki bu yeni odakların 34 yıllık Bayülken egemenliğini o saat alaşağı etmeleri oldukça zor.

    Sevinçsizdir, ama çılgınca sevinçsiz. Evinde kıs kıs güler.

    Şambaba’nın gücü nereden geliyor? Yalnız o 150 kişiden mi?

    Gücü biraz da rakiplerinin ya da Fenerbahçe camiasındaki herkesin güçsüzlüğünden kaynaklanmakta. Eski Fenerliler, öbür üyeler, kulübe pek uğramazlar; kongre öncesi çalışmalar onları ancak zaman zaman ilgilendirir. Oysa Bayülken işine büyük bir hırsla sarılmıştır. Kulübün her an içindedir; gününü Sosyal Tesisler’de ve Kürek Lokali’nde geçirir. Çevresinde küçük iyilikler dağıtır; amatör sporcuları yüreklendirir; her an onların yanı başındadır. Başkanı ve yönetim kurulu üyelerini birçok sorundan koparmayı bilmiştir. Atletti, kürekçiydi, boksördü, masa tenisçiydi, tek tek tanır onları. Onların sorunlarıyla, yiyip içtikleriyle uğraşmayı tekeline almıştır. Böyle konularda başkanı, yönetim kurulu üyelerini ve akla gelebilecek başka ilgilileri uzakta, dayanıksız, kırılgan, tembel durumda tutar.

    Sevinçsiz demiştim demin. O kadar da değil canım. Zafer sevincini, bedelini başkalarına (yeni başkalarına) ödeterek, parıltılı şölenlerle kutlar. Bayülken’in bir de küfretme sevinci vardır ki üstünüze bir gökkuşağı geliyor sanırsınız. Küfür edebiyatını bütün ayrıntılarıyla bilir. Kendisinin de büyük katkıları olmuştur bu edebiyata. Şambaba tatlısı nasıl yassıdır, bol şekerli maddeyle nasıl daha da yassılmak ister; Bayülken’in yüzü ve beden görünümü de öyledir işte; küfrün tadıyla kırılmış ve artık dik duramamanın güzelliğini (Öyle bir güzellik de var; neden olmasın?) yaşamaya başlamış bir adam karşısındayızdır.

    Bayülken’in gücünde iyi niyetin, haklılığın da büyük payı var. Öyle olmasaydı 34 yıl dorukta kalamazdı. Yine de, değişen koşullar içinde, o iyi niyet ve haklılık görünmez olmaya başlamış bugün. Bayülken kimi zaman onları kötüye mi kullandı? Özellikle paralı başkan konusunda kendisi istemese de öyle bir sonuç mu çıktı ortaya? Bunu anlamış olacak ki, “Kulübü ancak ben kurtarırım” diye ortaya çıkan Kastelli’ye şu yanıtı verebiliyor bugün: “Senin paran haram para; istemiyorum seni!”

    Biraz da güçlü olmasına alışıldığı, güçlü sayıldığı için güçlü.

    Herkese ad takan biri olarak düşünüyorum Şambaba’yı. Bana sorarsanız, Tahsin Kaya’ya “Kereste müdürü” diyen odur. Orhan Ergüder için “At hırsızı” lafını da o çıkarmıştır.

    By-pass’ını paşa paşa gerçekleştirdi.

    Zamanla başkanların hepsi unutulacak, belleklerde o kalacak.

    Demek ki gerçek başkan o. Öbürleri, para müdürleri.

    Cemal Süreya | 22 Kasım 1987 – 99 Yüz (Semih Bayülken)

    Semih Bayülken
  • Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Çay kokusu Prost’u çocukluğuna götürürdü. O nefis rayihânın, ünlü yazarı zaman yolculuğu için kışkırtmasına ve çocukluk anılarını alevlendirecek aromada olacağına şaşırmamak lazım. Kos helva çıtırtısı da Oktay Akbal’ı alır, çok gerilere, tıfıl günlerine taşırdı.

    Peki ya, sambanın tınısı..?

    O kıvrak Latin Amerika dans ve müziği, yaşı altmışlara dayanan Fenerbahçelileri ilk gençliklerine götürdüğü gibi, Sarı-Lacivert sevdalılarını nasıl da uzun bir hatıra yürüyüşüne çıkartırdı değil mi?

    Çocukluk dönemimin ‘hatıra yürüyüşlerinin’ ilki, belki de en sevimlisi Türkiye Ligi’nin 1974-75 sezonu olmuştu benim için. Hayat filmine dair anımsadığım ilk sahneler, -ki o kesitler içinde muhakkak Fenerbahçe vardır- bahsettiğim yıllara tarihlenir. 1975 yılı, Fenerbahçe- Didi evliliğinde yüzüklerin atıldığı yıl oldu. Ama Didi Fenerbahçe tarihine kalıcı izler bırakarak ayrıldı Türkiye’den ve hiç unutulmadı…

    (Tribünlerinden inmiş, tartan pisti aşmış, taç çizgisi kenarına kadar dayanmış bir sevgi patlaması vardı o akşam. O güne kadar görülmemiş bir seyirci topluluğunun huzurunda oynanan Fenerbahçe-Santos maçının öncesinde Pele ve arkadaşlarının şaşkınlığına bakın hele! Bu futbol konserine İstanbullu sporseverlerin gösterdiği teveccüh, devrin en büyük ‘yeşil saha figürünü’ ziyadesiyle memnun etti. Doğan Babacan ise Türkiye’nin popüler hakemi olarak bu maçın direksiyonuna oturmayı çoktan hak etmişti.)

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Pele’li Santos’u Türkiye’ye getiren Lübnanlı organizatör Zacour, Fenerbahçe’nin futbol kaderini etkileyeceğinin farkında değildi o unutulmaz Santos akşamında.

    1972 yazının yapış yapış bir İstanbul gecesinde Zacour, yeni bir antrenör arayan Başkan Faruk Ilgaz’ın kulağına:

    “Mr. Ilgaz.. Her başkanın hayalini süsleyecek büyük bir antrenörü size getirebilirim” teklifini fısıldadı. Olmaz denilen olacak ve Brezilya milli takımın ünlü oyuncusu Siyah İnci Didi Dereağzı’na inecekti.

    Didi bir futbol cambazıydı ama sihirbaz değildi. Sistemine inancı hep tam oldu ve Türkiye’de kaldığı üç yıl içinde Fenerbahçe’yi iki defa lig şampiyonu yapacak, Cumhurbaşkanlığı Kupası da dahil olmak üzere, sayısız kupayı Fenerbahçenin müzesine getirecekti.

    Brezilyalı Hoca duygusaldı. Hatta bir ara, ülkesinde bile görmediği teveccüh, sevgi karşısında Türk vatandaşı olmayı bile düşünmüştü. Fenerbahçe camiası antrenörlerini her davette, her nikahta baş tacı etmekte cimri davranmayacaktı; ta ki peri masalının sonlandığı Benfica deplasmanına kadar…

    Didi oyuncularına olması gerektiği gibi yaklaştı. Gençlere güvendi. Egosu göbekli, havalı oyuncularını ‘yere indirmeyi’ bildi. İşine burnunu sokan yöneticilere dersini vermekten çekinmedi. Ne ki Semih Bayülken, Didi’den yediği zılgıtı hiç unutmayacak, ‘Şambaba Semih’ Brezilyalı hoca gidene kadar rahat durmayacaktı. Benfica maçında alınan ağır yenilginin tek sorumlusunun Didi gösterilmesi ‘Şambaba’yı rahatlatacaktı. Ünlü isim apar-topar görevinden uzaklaştırıldı. Didi uçağa bindiğinde yanında iki kızı Hebilia ve Rebecca ile eşi Guiomar vardı. Bir galibiyet sonrası eğlenmek için gittikleri kulüpte, eşinin yanında Didi’yi şapır/şupur öpen Gönül Yazar’ın ruju çoktan silinip gitmişti. İçinden Fenerbahçe geçen anıları ise hep taze kalacaktı büyük futbol adamının.

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Didi uçağın penceresinden iyice küçülmeye başlayan Kadıköy’ü seyrederken, İstanbul’da geçirdiği üç sene gözlerinin önünden akıp gitti. “Sanırım 74-75 şampiyonluğunu unutamayacağım” diye geçirdi içinden ve zihni onu sezonun ilk düdüğüne götürdü:

    Bu görüntü, bir Trabzonspor atağında Zafer Göncüler’in topu uzaklaştırma anı ve o anın paydaşları Yılmaz, Ersoy, Selahattin ve Alparslan’ın savunma içinde büyüdükleri bir fotoğraf değildir sadece. Bu görüntü, Sarı Lacivert formanın, hangi sahaya çıkarsa çıksın, gördüğü ilginin tablosudur. Bu tablo, dallarını seyirci basmış insanağacının üzerindekileri, 1907’den beri izlenen takımın yeni meraklılarını resmetmesi açısından önemlidir. Didi, takımına olan teveccühün çığ gibi büyüdüğünü Trabzon deplasmanında iyice hissedecekti. Sarı Lacivertlilerin 70’li yıllarda artan popülaritesinde Didi’nin emeği yadsınamazdı. Didi’nin dönüş yolu boyunca ağzının kenarında oturan tebessüm, Ender’in golüyle gelen galibiyetten çok, takımının Türkiye’nin her yerinde gördüğü sıcak ilginin yansımasıydı.

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Trabzonspor: 0 Fenerbahçe: 1

    Ligin ikinci yarısında, ateş gibi futboluyla karları eritecek Fenerbahçe için sezonun ilk bölümü tatsız geçmişti. Bazı yıldız oyuncularla~düzenli yaşam, Didi ~ yönetim, oyuncular~ galibiyet ilişkilerinde sorunlar başlamış ve ikinci yarının ilk günlerine kadar bu kaos sürmüştü.

    Cemil’in askerlik problemi ise tüm bu olumsuzlukların üstüne tuz biber oldu. Birliğinden lig maçlarında oynamak için izin kağıdıyla ayrıldığı günlerde ünlü yıldız firari sayılmış ve terhis olduktan sonra bu mesele uzunca süre Cemil’in peşini bırakmamıştı. İstanbul’daki Adana Demir maçı sonrası inzibatlar soyunma odasının kapısına dayanmış, Cemil ise odanın penceresinden kaçarak paçayı kurtarabilmişti.

    Ligin son perdesinde tüm hünerlerini gösteren Fenerbahçenin çimende koşturan aktörlerinin fizik kondüsyonunun yüksekliği, otoritelerce Necdet Niş’e bağlanmıştı. Didi’nin yurt dışında ya da izinli olduğu günlerde Antrenör Necdet Niş oyuncuları ‘tatlı kondüsyon huzuru’ almaya Kalamış sahillerine kumuna götürmesi, futbolcuları çamurlu/karlı, ağır zeminlere hazır hale getirmişti.

    ‘Otoritelerce’ fizik güçteki sınıf atlayışında, Didi’nin hiç payı yoktu! Antrenör öğütme makinesi non-stop çalışıyordu yine. Üç sezondur kadroyu fizik kondüsyon olarak eksiksiz hazırlıyan Didi’nin emekleri görmezden gelinmiş, takımın şaha kalkması Niş’in karnesine pekiyi şeklide not edilmişti.

    Türkiye, şubat ayı başlarında soğuk hava dalgasının etkisine girdi. Batıdan doğuya kadar bütün statlar karla kaplanınca maçlar ertelendi. Diz boyu yağan karın, Fenerbahçe’nin rakiplerinin umutlarının üzerine serilen beyaz bir örtü olacağı birkaç ay sonra herkes tarafından görülecekti.

    (Cemil, Hasan Tahsin kupası eline en çok yakışan oyuncuydu. Altay’ı tek başına yenerken, Beşiktaş’ı arkadaşlarına bıraktı. Cemil mutluluk, İzmir Belediye Başkanı Alyanak da şıklığının sarhoşluğu içerisinde. )

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Güzide Çelebi

    Kar tanelerinin İstanbul caddelerine usul usul indiği o günlerde, zarif bir ruh gökyüzüne doğru yükseldi. Bu ruhun eşi Sait Çelebi, yıllar önce dünya değiştiren önemli bir Fenerbahçeliydi.

    Anadoluhisarı’ndaki yalısında sıcak yatağında uyuyacağına Kuşdili lokalinin minderlerinde gözlerini dinlendirmeyi tercih eden, Fenerbahçe’nin ilk İstanbul Şampiyonluğu’nda Union Club stadında aşık olduğu renklerin amigoluğunu yapan, “Spor Alemi” dergisinin patronu, dönemin en ünlü maç spikeri ve Sarı Lacivert renkler için Tıbbiyeyi bırakacak kadar kalbî Fenerbahçeli olan Sait Çelebi’nin biricik eşiydi Güzide Hanım.

    Çelebizade Saidin göz pınarından, hayatında ilk ve son kez dökülen tek damlanın şahidi Güzide Hanım da dünya değiştirmişti işte, hayat akıyordu. Güzide Hanım, eşinin meftun olduğu renklerin Galatasaray’ı İnönü Stadı’nda dize getirişini göremeyecekti.

    Halı gibi zeminlerde samba yapan Fenerbahçe, ayakta durulması zor sahalarda nasıl oynanacağını öğrenmişti. Buz dansı sporcularını kıskandıran figürlerini binlerce jüri üyesi önünde sergileyen futbolcular, Galatasaray maçı öncesi kendilerini liderlik kürsüsünde bulmuşlardı. Ertelenen maçlarda rakiplerini silip süpüren Fenerbahçe, Galatasaray’ın 4 puan gerisinde girdiği ikinci yarıda ezeli rakibiyle yapacağı maç öncesinde iki puanlık farkı yakalamıştı.

    Maç günü yaklaşıyordu ama ortada büyük bir sorun vardı: Sivri kalemiyle bilinen Deniz Som;

    “Stadın elektrik tertibatında sorun olduğu ve giderilmezse her an bir facia yaşanabileceği” yazmıştı. Haber, gündeme bomba gibi düşüyordu. Cumhuriyet gazetesi, İnönü’de inceleme yapılıp, rapor kamuoyuyla paylaşılana kadar olayı sıcak tuttu. Maçın ilk düdüğüne bir gün kala müfettişlerin raporu açıklandı:

    “Maçın oynanmasında sakınca yoktur”

    Takipçisinden iki puan önde koşan Fenerbahçe, bu avantajın verdiği güvenle oyunu ilk yarıda forse etmeyip, rakibinin üzerine gitmedi. İkinci yarıda roller değişti. Son yılların klasiği haline gelen Fenerbahçe-Yasin maçlarının bir benzeri yaşanıyor, Galatasaray kalecisi iyi toplar çıkarıyor derken, Yasin’in direncini defans arkasına sızan Aydın kırıyordu. 87. dakikada atılan gol, Bolu’dan gelen forvetin, ‘attım mı puan gelir’ mottosunun bir tekrarıydı adeta.

    Didi’yi, Adanaspor’a içerde iki puan kaybetmekten çok, maç sonundaki olay üzecekti. Ligin sonu yaklaşmış, lideri takip eden Galatasaray’la puan farkı erimiş, fileleri bulamayan Sarı Lacivertli futbolcular, başları önde çıkış tünelinin yolunu tutuyorlardı.

    Çilekeş seyircinin sezon başından beri en çok şikayet ettiği konulardan biri de, çubuklu formanın sırtındaki beyaz numaraların tribünden seçilememesiydi. Osman Arpacıoğlu’nun formasındaki 9 numara, golsüz geçen bir günde, bu sıkıntıyı pekiştirircesine tünel girişinde adeta eriyecek, görünmez olacaktı.

    20 yaşındaki Osman ise kendi halinde diyemeyeceğimiz bir taraftar profiliydi. Osman Tekin, santrafor Osman’ın rakip kaleye atamadığı golü hakeme atmak istedi. Mağlubiyeti hazmedemeyen yanını doyurmak için sahaya atladı ve bayrak sopasını hakem Muzaffer Sarvan’ın kafasına indirdi. Maçın son düdüğünü galiz küfürler arasında öttüren Sarvan son darbeyi böyle yemişti. Yan hakem Sarvan’ı iki mütecavizin elinden aldı. Osman Tekin ve ‘dava arkadaşını’ yalnız bırakmayan Yücel Kızılkaya Beşiktaş karakolunda iki saat misafir olduktan sonra serbest bırakıldılar.

    Gerilimli olması öngörülen müsabakalar için “bu maç karakolda biter” deyimi maalesef gerçekleşmişti.

    Spor kamuoyu 16/9 tansiyonlu ligin sonunun nasıl geleceğini, şampiyonun Fenerbahçe mi yoksa Galatasaray mı olacağını merak ederken, Türkiye de bir yandan “Kaçak” dizisine kilitlenmişti. Dizi, karısını öldürmekten idama mahkum olan, iki yıl ‘adaletten’ fellik fellik kaçan Dr. Kimble’ın gerçek katilin peşine amansızca düşmesi hikayesiydi. Kaçak dizisinin doksan dakikalık son bölümü için tv karşısına geçen izleyiciler, “katil kim?..”sorusunun cevabını öğrenmek için hazırdılar. Televizyonu olmayanlar komşularına, kahvehanelere ve pastanelere hücum ettiler. Kaçak dizisi, oyuncu kadrosu, konuyu ele alışı ve içeriğiyle sıradan bir diziydi ama TV’nin ilk gözağrılarından biri olması nedeniyle çok ilgi görmüştü. Dizinin finalinde ise neredeyse Türkiye’de hayat durmuştu:

    Katil kimdi acaba?..

    Richard Kimble

    Spor ve muhabbetseverler ise telvesi az kahveyle ligin falına bakmaya çalışıyordu:

    Şampiyon kim olacaktı acaba?..

    Fenerbahçe, final gibi bir maç arefesindeydi. Dundee United fatihi Bursaspor ligin kuvvetli takımlarındandı. Üstelik maç da Uludağ’ın eteklerindeydi. Fenerbahçeliler yeniden sevinmek için sadece 1 hafta bekleceklerdi. Osman Arpacıoğlu Adana maçında sırtında silikleşen 9 numarayı daha görünür kılmak için Bursa deplasmanınında fırçayı eline aldı. Mahşeri kalabalığın önünde oynanan maçın 17. dakikasında seyirciler nefaset dolu bir gol izlediler. Cemil’in sola bıraktığı topu penaltı noktası civarına ortalayan Aydın’ın ikramının önüne ‘asist’ yazdırmak isteyen Osman’ın volesi, üst direğin içine vurup filelere gitti ve Fenerbahçe ‘deplasman kralı’ titrini Bursa ovasından Türkiye’ye yeniden duyurdu. Bu maçın en ilginç olayı, Fenerbahçe rakip sahaya yerleşmişken kalesinde ısınma hareketleri yapan Yavuz’un maçın henüz başında kendi kendini sakatlayıp, yerini Adil’e bırakmasıydı. Takımın hareketli, yerinde duramayan, rakibe nefes aldırmayan, yaratıcılığı az, dönerek oynayıp kısa pas yapan orta sahası, deplasmanda üzerine gelen takımları bezdirirdi. İkinci bölgede kapılan toplarla kalkılan kontraataklarda da orta saha oyuncuları Cemil, Ender ve Aydın’ı gol pozisyonuna sokuyordu. Bahsi geçen gollerden birinin kurbanı da o sezon Kupa Galipleri kupasında iki tur atlayan Bursaspor olmuştu. Şampiyon artık gün sayıyordu, en önemli viraj dönülmüş, kupanın tek kulpundan yine tutulmuştu. Bundan sonrası daha kolaydı artık. Kupa yeniden Kadıköy’e geliyordu…

    Didi ve ailesini taşıyan uçağın tekerlekleri piste değdiğinde Brezilyalı hoca irkildi. Dereağzı’nda geçirdiği üç yılı tekrar tekrar hatırlamıştı yol boyunca. Türkçede öğrendiği ilk kelime olan Fenerbahçenin yanına unutulmaz bir eserin güftesini de ekliyordu şimdi Didi:

    Elbet bir gün buluşacağız…

    Ali Can Küçükcan | Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • 40 Yıllık Kavga

    40 Yıllık Kavga

    “Kulis, grupçuluk ve bölümleşme 1952’den bu yana Sarı-Lacivertli kulübün kaderini etkiliyor”Halit Deringör, bundan tam 30 sene önce, 26 Ocak 1992’de Cumhuriyet gazetesine yazdığı yazıya böyle başlamış. Efsanevi futbolcumuzun kimseden çekinmeyen ve kan damlatan kalemiyle o zamanlar 40 yıllık dediği kavga, şimdilerde 70 yaşında! Kulüpçüler için hüzünlü ama gerekli bir okuma…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe’de 40 Yıllık Kavga

    Fenerbahçe’de ilk bölünme bundan 40 yıl önce Kadıköy Grubu adlı bir grubun hareketi ile başladı. Merhum Lebib Elmas, merhum Orhan Menemencioğlu, merhum Suphi Ergun, Kemalettin Ererdağ ve Muhittin Bulgurlu tarafından kuruldu. Felsefeleri, “Madem ki Fenerbahçe Kulübü İstanbul’un Kadıköy yakasında kurulmuştur, o halde egemenliği Kadıköylülerde olmalıdır” ilkesine dayanıyordu.

    Bayülken Dönemi

    Bu gruba kısa bir süre sonra Semih Bayülken isminde pratisyen genç bir doktor katıldı. Bayülken, sempatik, hoş sohbet, güleç yüzlü, hiçbir şeye sinirlenmeyen, kapıdan kovulsa bacadan giren, en akıllı insanı bile bir kez değil, on kez ikna edebilecek güçte bir karakter yapısına sahip tam bir zamane adamı idi.

    Ölülere Oy Kullandırttılar

    Önceleri CHP kademelerinde çalışmış, partiye “yanlışlıkla” ölüleri kaydettiği için ihraç edilmişti. Bayülken Fenerbahçe’ye geldikten sonra Muhittin Bulgurlu ile karakterleri birbirine uygun bir ikili oluşturdular. Beraber kader birliği yaptılar. Öyle ki giderek her ikisi de kongreciliği bir meslek haline getirdiler. Bu ikili işe Kadıköy toplumunun alt kademelerinden 250-300 kişiyi Fenerbahçe’ye üye yazdırmakla başladılar. Onları giderek mide yolu ile kendilerine bağladılar. Yönetime girmek isteyenler için Semih ve Muhittin ikilisini memnun etmeden yönetime girebilme olasılığı adeta yoktu. Sonraları bu ikili Fenerbahçe’de daha da etkinlik kazanabilmek için siyasi partilerle de temasa geçtiler.

    Nitekim 1950-60 yıllarında Demokrat Parti iktidarının Meclis Başkanı olan Agâh Erozan, İmar ve İskân Bakanı Medeni Berk, Demokrat Parti Haysiyet Divanı Başkanı Osman Kavrakoğlu gibi isimleri Fenerbahçe yönetimine getirdiler. Fenerbahçe başkanlığını da bu heyet içinden Agâh Erozan’a verdiler. O yıllarda Kadıköy Grubu’nun yandaşlarının isimleri, Vatan Cephesi listelerinde Türkiye radyolarından açıklanıyordu.

    Sonuçta gün geldi, Demokrat Parti göçtü ve bu partililer de Fenerbahçe’den ayrıldılar. Ancak bu insanların Fenerbahçe Kulubü’ndeyken yaptıkları büyük siyasal sömürüye karşın Fenerbahçe’ye bir karış toprak bile kazandıramadan gittiler.

    1960-70 yıllarında bu defa devlet yönetimine askerler egemendi. Böyle bir durumda Kadıköy Grubu’nun bu iki lideri bu defa da askerlere yaranmak politikasını izlediler. Onlar için o atmosfer içinde kulüpteki karşıtlarını yiyebilmek için tam bir fırsat doğmuştu. Nitekim bazı Fenerbahçelileri milli emniyete jurnal ettikleri de o yıllarda ağızdan ağıza dolaşıp durdu.

    1960-70 yılları arasında Fenerbahçe başkanlığını genellikle Fenerbahçe’nin içinden yetişenler yapıyorlardı. Merhum Doktor İsmet Uluğ gibi Faruk Ilgaz gibi… Bunlar aynı zamanda Kadıköy Grubu’nun yandaşları idiler. Hele Faruk Ilgaz bu grubun gözdesiydi. Bu yüzden Fenerbahçe’de en çok başkanlık yapan bir isimdi. Ne var ki her ikisi de paralı başkanlara karşı birer alternatif idiler. Yine bu yıllar arası Kadıköy Grubu Faruk Ilgaz’ın başkanlığında 35 kişinin vermiş olduğu bir kararla tarihsel Fenerbahçe Kulübü’nü Beden Terbiyesi’ne 2,5 milyon liraya satmak suretiyle tarihi bir cinayet işleniyordu. Fenerbahçe’yi topraksız bırakıyorlardı. Aldıkları 2,5 milyon lirayla da Fenerbahçe burnunda belediye arsalarında gecekondu misali sözde bir “sosyal lokal!” yapıyorlardı. Sosyal lokal dedikleri yapıt aslında bir sosyal lokal değil tam bir oyun salonuydu. İşin en ilginç tarafı da günümüzde bununla öğünülmektedir.

    1970-80 arası yıllarda Fenerbahçe’de sanki yeni bir devrim yapılıyor ve Kadıköy Grubu’nun liderleri olan Semih Bayülken ve Muhittin Bulgurlu ikilisi bu defa Fenerbahçe’yi sermaye gruplarının kucağına oturtuyorlar. Arkalarındaki kurşun askerlerin maddi çıkarlarını sağlayabilmeleri için gerekli olan parayı nasıl bulacaklardı ki! Bundan başka seçenekleri yoktu.

    Cankurtaran Dönemi

    Söz konusu bu devir Emin Cankurtaran ile başladı. Toplumun hemen hemen bütün kesimleri ile yakın ilişkisi olan Emin Cankurtaran kısa bir zaman içerisinde bu ikilinin bütün isteklerini yerine getirdi. Hatırlanacağı üzere o yıllar transfer işlerine yeraltı dünyasının adamları bile karışmışlardı. Bu yılların da sonunda devletin başında bu defa MC hükümeti bulunur. Yine Kadıköy Grubu özellikle bu hükümetin vurucu kanadı ile işbirliği içine girer ve de militanlarını kulübün içine sokarak onlara değişik görevler verirler.

    1980-90 arası yıllarda sermayenin Fenerbahçe’nin içinde koltuk kavgalarına başladığı görülür. Bir yandan da Fenerbahçe Kulübü hızla borçlanmaya girer, 1981 ‘de Fenerbahçe Kulübü’ne Ali Şen takımı ile beraber getirilir. “Oysa daha önce Ali Şen, Federasyon Genel Sekreteri iken olaylı bir Fenerbahçe-Altay maçı sonrası Fenerbahçe’ye verilen 2 maç saha kapatma cezasının altında imzası bulunduğu gerekçesi ile kulüpten ihraç edilmişti.”

    Görüldüğü gibi Şen’in başkanlığa getirilmesi ortaya böyle bir çelişkiyi de beraber getiriyordu. Ali Şen ve kabinesi kulübe büyük hava vermişlerdi. Ancak o yıllarda görülen lüzum üzerine Semih Bayülken ile Muhittin Bulgurlu’nun kulübe sokulmamaya kalkışıldığı zaman büyük bir gürültü kopmuştu. Sonunda Semih ve Muhittin ikilisi İkinci Başkan Ali Dinçkök’le flört edip onunla Ali Şen’e sokulmak suretiyle yönetimi dağıtmıştı.

    1987’de Semih Bayülken-Muhittin Bulgurlu ikilisi İstanbul Milletvekili Orhan Ergüder’in “Onu ben buldum, pamuklar içinde sakladım, büyüttüm” dediği Tahsin Kaya’yı başkanlığa getirirler. Kaya, Sahil Gazinosu’nda verilen bir yemekte Fenerbahçe’nin borçlarını ödemeyi kabullenince omuzlar üzerine alınarak otomobiline kadar götürülür. Ne var ki alışılmış olduğu gibi bu ikili giderek dışarıdan Tahsin

    Kaya’ya da birtakım baskılar yapmaya başlarlar. Bu baskılara kulak asmayan Kaya’yı “Diktatör oldu” gerekçesiyle başkanlıktan düşürmek için tezgâhlar kurulmaya başlanır.

    1987-88’de Semih Bayülken artık yaşlanmış ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır. Ancak yine de 35 yıl devam eden monarşisinin yıkılmaması için çaba gösterir. Ne var ki artık etrafında dostlar kalmamış, herkes kendisini yavaş yavaş terk etmeye başlamıştı. Taraftarlar da ondan bıkmıştı. Bu defa gücünü yine devam ettirmek için parti kuvvetine sığınmaya çalışır. Bu amaçla da Özal’ın önerisi üzerine Kadıköy Belediye Başkanı Osman Hızlan’ı başkan olarak lanse eder. Bu günlerde Kadıköy Grubu’nun dışındaki insanlardan Cihat Arman, Halit Deringör, Aziz Yılmaz, Semih Gölpınar aralarında anlaşarak bir demokratik cephe kurdular. İşin en ilginç yönü de 35 yıldan beri Semih Bayülken’in kanatları altında yaşayan Muhittin Bulgurlu da Kadıköy Grubu’nu terk eder ve demokratik cepheye girer. Görüldüğü üzere bu tam bir vefasızlık örneğidir. Sonuçta kongre kaybedilir. Hem ANAP listesi hem de Semih Bayülken tarihe karışırlar.

    Tahsin Kaya Dönemi

    Birleşik Grup da ikinci kez Tahsin Kaya’yı ekibi ile birlikte başkanlığa getirir. “Ancak kulübü ekonomik özgürlüğe kavuşturmak ve gerekli reformlan yapmak koşulu” ile… Nitekim bu ekip işe başlamadan Fenerbahçe’ye 1 milyar 750 milyon Türk Lirası hibe eder. Ne var ki bu vaatle yönetime gelen Tahsin Kaya ekibi giderek reform yerine kulübü yine aşiret biçimiyle yönetmeye koyulurlar. Onlar böyle iken dışarıdan onları yönetime getiren Birleşik Cephe’yi kuranlar arasında demokrasi açısından anlaşmazlık baş gösterir. Muhittin Bulgurlu’nun Fenerbahçe’nin topluma açılmasını istememesi karşısında demokrasi yanlısı Memduh Eren grubu Birleşik Cephe’den ayrılır.

    Birleşik Grup

    Dağılma üzerine Aziz Yılmaz ve Bulgurlu’nun başkanlık yaptıkları “Birleşik Grup” kurulur. Bu grup da dışarıdan Tahsin Kaya’ya devamlı baskılar yapmaya başlar. Bu baskılara dayanamayan Tahsin Kaya görevinin bitmesine 6 ay kala başkanlıktan istifa eder. Gerekçe olarak “Aziz ve Muhittin ikilisinin baskılarına dayanamadım. Beni yönetime getirirken Fenerbahçe’yi topluma açmama yardımcı olacaklarına söz vermelerine karşı sonradan tamamen ters bir davranış içine girdiler” der.

    1990’da Aziz Yılmaz ve Bulgurlu bu defa da Tahsin Kaya’nın ikinci başkanı Metin Aşık’ı yönetime getirir. Bu ikiliden Aziz Yılmaz da yönetime girer, Bulgurlu ise dışarıda kalır. Muhittin Bulgurlu huylu huyunca yine dışarıdan Metin Aşık’a birtakım baskılar yapmaya çalışır. Oysa Metin Aşık kulübe kendi cebinden 10 milyar liraya yakın para hibe ettiği gibi kulüp için mükemmel modern tesisler de yaptırmıştı. Aziz Yılmaz, Metin Aşık’tan çok memnun görünüyor ve onunla kader birliği yapıyordu. Metin Aşık’ı yemeye kararlı olan Muhittin Bulgurlu’nun bu defa Aziz Yılmaz’la arası bozuldu ve Birleşik Grup da 1. Birleşik Grup, 2. Birleşik Grup diye ikiye ayrıldı.

    Bugün de görüleceği gibi yönetimin bir kesimi Muhittin Bulgurlu’yu bir kesimi de Aziz Yılmaz’ı tutuyor. Özetle Fenerbahçe’nin başına gelen birtakım Humeyni tipi grup liderleri, kulübü, sosyal, siyasal ve koltuk kavgalarının odak noktası haline getirmiştir. Bu yüzden tapulu toprağını satıp çağın gerisine düşüp, üstelik de 30 milyar liralık borç sarmalına girmiştir. Buna karşın kulüp sayesinde ise ülkemizde güçlenmiş, isimleri sınırlarımızı aşmış birtakım kahramanlar oluşmuştur.

    Halit Deringör | 26 Ocak 1992 – Cumhuriyet Gazetesi

  • Agah Erozan

    Agah Erozan

    Fenerbahçe’de Başkanlığın Tarifini Literatüre Hediye Eden Adam

    Fenerbahçe’nin 23. Başkanı. Demokrat Parti’nin (DP) 27 Mayıs’ta tutuklanıp Yassıada’ya gönderilen milletvekili, aynı zamanda Meclis Başkanvekili. Fenerbahçe tarihinde ise sadece “Ülkede iktidara kim gelirse Fenerbahçe’de de o gelir” klişesi içerisinde anılan bir aktör. Tarihi dönemeçlerden geçmesine, Fenerbahçe’yi 1959’da düzenlemeye başlayan “Türkiye Profesyonel Futbol Ligi”nin ilk şampiyonu yapmasına rağmen hakkında yazılanlar paragraflarla sınırlıydı bugüne kadar. Okuyacaklarınız bu sınırları kaldırmak için kaleme alındı. Fenerbahçe ile kesişen yolu, siyasi hayatı, 27 Mayıs, Yassıada günleri ve sonrası. Bir döneme damgasını vuran isimlerden olan Agah Erozan ve hayat hikayesi…

    Agah Erozan

    Mudanya’dan Meclise

    Agah Erozan 1910 yılında Mudanya’da dünyaya geldi. Babası Ahmet Hamdi Bey, Kurtuluş savaşı yıllarında direnişe aktif olarak katılan ve Bursa’daki Kuvva-i Milliye’nin ileri gelenlerinden bir tüccardı. Bu sayede savaştan sonra İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmiş ve madalya aile miras olarak bugünlere gelmiştir. Erozan’ın özgeçmişini 1958 yılında yayınladığı bir makalede konu eden, dönemin DP muhalifi Akis dergisine göre Ahmet Hamdi Bey bir İttihatçıdır.

    Agah Bey’e Fenerbahçeliliğin İttihatçı genlerinden miras kalıp kalmadığı şimdilik bir muammadır. Aynı dergiye göre ailenin soyu edebiyatçı Aşık Paşazade’ye dayanmakta, aile bu bağlantı nedeniyle “Aşıkzade” ismini Türkçeleştirerek “Erozan” soyadını almaktaydı.

    İlk ve orta öğrenimini doğduğu yerde tamamladıktan sonra Bursa Lisesi’ni bitiren Agah Erozan, kendi söylemiyle iyi bir eğitim almıştır. Okul hayatındaki başarısını ilkokulda aldığı eğitime borçlu olduğunu söyleyen Erozan , 1930 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırır. 1933 yılında okulu bitirdikten sonra yedek subay olarak askerliğini tamamlar ve 1934 yılında Bursa’ya döner.

    Erozan’ın ilk işi, dönem bürokrasisinde özel kalem müdürlüğü olarak adlandırılabilecek maiyet memurluğudur. Bu memuriyet sırasında mezun olduğu Bursa Lisesi’nde yarı zamanlı öğretmenlik yapacak ; tarih, coğrafya ve Fransızca dersleri verecekti. Bu görevden sonra kaymakam olan Erozan, 1944 yılına kadar çeşitli ilçelerde bu görevi sürdürür. Bu tarihte ise merkeze atanır.

    1946 yılında Kartal kaymakamı olur.

    1949 yılında Tekirdağ Vali Yardımcılığına atanır. Dönemin İçişleri Bakanı Emin Erişirgil ile arası açılınca seçimler öncesinde DP’ye geçer ve Bursa milletvekili adayı olur. Erozan, vali yardımcısıyken İç İşleri Bakanı ile arasının açılmasının nedenini “kendisine verilen kanunsuz bir emri yerine getirmemesi” olarak açıklamıştır. Erozan bu sebeple polis kontrolüne tabi tutulduğunu, milletvekili olduktan sonra kürsüden söyleyecektir. Erozan’ın kendisi gibi milletvekili olan oğlu Ahmet Kamil Erozan’a göre babasının tek parti yönetimi ile çekişmesi 1946 yılı seçimleri ile başlamıştır. Agah Erozan, İstanbul’da Fatih Kaymakamı iken, “seçim sonuçlarının ne olursa olsun ‘Halk Partisi’ adayları lehine açıklanmasına yönelik emri” yerine getirmemiştir.

    “DP Horoz Partisidir”

    Türkiye, 1950 seçimlerine gelene kadar Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı yıllarında 2 kez çok partili hayata geçmeyi denemiş ama başaramamış, kurulan partiler kısa sürede kapatılmıştı. İkinci Dünya Savaşının 1945’te sonra ermesi ile bir diplomasi başarısı olarak ülkeyi savaşa sokmamayı başaran Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, ülkenin yönünü batıya çevirmişti. Avrupa’yı kana bulayan savaş ülkelerin demokrasi ile yönetilmesinin gerekliliğini ortaya koymuş ve tek parti, tek adam gibi diktatöryel yönetimlerin tasfiye edilme gerekliliği doğmuştu.

    Dünyanın; Hitler, Mussolini gibi liderlerle bir kez daha karşılaşmamasının tek çaresi demokrasi ve çok partili yönetimlerdi. Savaştan karlı çıkan ve tarihsel yayılmacı emelleri ile Türkiye için her zaman bir tehdit olan Sovyet Rusya’ya karşı Türkiye’nin tarafı Amerika oldu. İnönü, batı bloğuna girmek için ülkede çok partili bir demokrasi kurulmasının zorunluluğunu biliyordu.

    İşte bu siyasi şartlar, toplumdaki artan memnuniyetsizlik ile birleşti ve 1946 yılında DP’nin kurulmasına etki etti. Celal Bayar ve Adnan Menderes liderliğindeki parti, 1946 seçimlerine katıldı. “Açık oy-gizli sayım” metoduyla yapılan ve bu yönüyle “şaibeli” olarak tarihe geçen seçim sonucunda 61 milletvekili kazanan parti varlığını ispat ediyordu. 1950 Seçimleri ise ülkenin kaderini değiştirdi. DP, kuruluşunun 4.yılında iktidarı devralıyor, Erozan memleketi Bursa’dan TBMM’ye giden 12 milletvekilinden biri oluyordu.

    Erozan’ın Meclis çalışmaları 2 döneme ayrılır. 1950’den 1954’e kadar geçen ilk dönem; Erozan’ın “DP horoz partisidir.” cümlesini kürsüden söylemesiyle başlar. Artık ülkede “horozlanacak” bir parti varsa o da DP’dir.

    Türkiye’nin dünya savaşından sonra başlayan batı blokuna dahil olma çabalarının DP dönemindeki devamı olan Kore’deki savaşa asker göndermesi bu yılların en dikkat çekici gelişmesidir. Bu olay genel olarak siyasi nedenlerle gerçekleşmiş olsa da Erozan’a göre ekonomik sebepler de barındırıyordu. Gazeteci Çetin Altan; Erozan’ın, CHP’nin konu hakkındaki muhalefetine karşı “Asker yerine mercimek, bulgur gönderseydik diyenler; bilmiyorlar mı ki, asker yerine erzak gönderdiğimizde, dolar yerine de, sadece teşekkür gelecekti.” sözlerini yıllar sonra köşesinde aktaracaktı.

    Bu dönemde Erozan, İçişleri komisyonunda çalışıp, bu komisyonun sözcülüğünü yapmıştır. Mülki idareden meclise gelen bir milletvekili olduğu için bu dönemdeki çalışmaları emniyet teşkilatı ve iç işleri bakanlığı üzerinde yoğunlaştırmış, 1953 yılında Meclis İdare Amiri seçilmiştir.

    Devriye Sokak No:8 Moda

    Erozan’ın Meclisteki 2. dönemi 1954 seçimlerinden sonra başlar. Seçimlerde oyunu 3,5 puan arttırarak 58,5’e çıkaran DP, bu oy oranıyla henüz kırılamamış bir rekoru da elinde bulundurmaktadır. Erozan seçimlerin hemen ardından 27 Mayıs’a kadar aralıksız sürdüreceği Meclis Başkanvekilliği görevine seçilir.

    Artık partinin ileri gelenlerinden sayılmakta ve yıldızı günden güne parlamaktadır. Erozan’ın adı 1955 yılında toplanan DP’nin 5.Büyük kongresine katılan şeref üyelerinden biri olarak kayıtlara geçer. Erozan’ın bu kayıttaki adresi fazlasıyla dikkat çekicidir. “Devriye Sokak, No:8, Moda” adresi parti kayıtlarında Erozan’ın ev adresi olarak geçmekte, Fenerbahçe’nin kurulduğu semt, ileride başkanı olacak Agah Erozan’a ev sahipliği yapmaktaydı.

    Agah Erozan Meclis Başkan Vekili olarak oturuma başkanlık ediyor. (Ahmet Kamil Erozan Arşivinden)

    Hafızlar Derneği Başkanı

    DP, 1957 yılından itibaren siyasette gücünü yitirmeye başlamıştır. Bu yıl yapılan seçimlerde DP’nin oy oranı 11 puan düşerek %47,8’e inmiş. Muhalefetteki CHP ise aldığı %41 oyla güçlenmiştir. Partisi ile ters orantılı olarak Agah Erozan ise siyasette yükselmeye devam etmektedir. Akis’e göre bu durum kendisinin sıkı çalışması ile ilgilidir.

    Erozan erken yatıp erken kalkmakta, her sabah saat 6’da meclisteki odasında mesaisine başlamaktaydı. Meclis Başkanvekili olarak meclis iç tüzüğünü ezbere bilmesi başta milletvekillerinin olmak üzere, basının dikkatini çekecek, Aziz Nesin kendisinden “Hafızlar Derneği Başkanı” diye bahsedecekti. Üzerinde konuşulan hemen her konu hakkında gerekli tüzük maddelerini ve zabıtlara geçen konu üzerinde daha önceden yapılmış tartışmaları ezbere bilmesi milletvekillerinin gülmesine neden olacak, bu durum karşısında: “Bazı arkadaşlar da nizamnameyi ezberden okumamdan şikayet ediyorlar. Bu benim vazifem icabıdır. Hatta bendeniz TBMM dahili nizamnamesini (iç tüzüğü) değil Fransa, İtalya, İngiltere Meclislerinin nizamnamelerini de ezbere yakın biliyorum” diyerek karşılık verecektir.

    Agah Erozan’a yöneltilen eleştirilerin odak noktasında yönettiği oturumlarda iktidar-muhalefet arasında gözetmesi gereken tarafsızlık ilkesini dikkate almaması vardı. CHP lideri İnönü, Mecliste bir çok kez dile getirdiği bu tespitini; 1958 yılında Kırıkkale’de yaptığı konuşmasında da tekrar edecek, “Başkanlık divanı tarafsız değildir” diyecektir. Bu suçlama Erozan’ın karşısında Yassıada yargılamalarında çokça çıkacak, idam cezası ile cezalandırılmasının temel sebebi olacaktır.

    Erozan’ın 1955’ten sonra milletvekili kimliği ile üzerinde durduğu dikkat çekici konulardan bazıları; çocuk ölümlerinin araştırılması, kira artış oranlarının belirlenmesi, kolluk kuvvetlerinin ödeneklerinin arttırılması, trenlerde servis edilen yemeklerin fiyat ve kalite kontrolünün sağlanması gibi sosyal konulardır. Erozan’ın sözü geçen bu gibi konular hakkında bilgiye dayalı konuşmalar yaptığı dikkatlerden kaçmamıştır. Erozan’ın özellikle bütçe görüşmelerinde söz aldığı ve görüşmelerde aktif olduğunu görüyoruz. Erozan, Bütçe görüşmelerine neden önem verdiğini şu sözlerle açıklar: “Bütçenin meclisten geçişini sabır, dikkat ve aksatmadan izlediğiniz takdirde bir fakülte bitirmiş olursunuz”

    Erozan, sadece döneminin değil, parlamento tarihinin faal milletvekillerinden biridir. 1920-2018 yılları arasında TBMM’de 8104 milletvekili görev yapmıştır. Bu milletvekillerinin tutanaklarda yer alma sayıları toplamı 1519’dur. Bu verilerle TBMM’de milletvekili tutanak aktivite katsayısını 0,20 olarak belirleriz. Agah Erozan’da ise bu sayı 76’dır.

    “L” Tribünü

    Agah Erozan’ın Fenerbahçe ile yollarının kesişmesi 1957 yılına rastlar.

    Tek parti döneminde Şükrü Saracoğlu’nun başkanlığı altında 16 yıl yönetilen Fenerbahçe’de iktidarın DP’ye geçmesi ile DP’li başkanlar dönemi başlamıştır. Fenerbahçe kongresinde kaynayan kazanlardan önce Osman Kavrakoğlu sonra Zeki Rıza Sporel ve en sonunda da Agah Erozan çıkacak; Erozan’ın yerine gelen Medeni Berk’in başkanlığı ise 27 Mayıs ile yarım kalacaktı.

    Kamuoyunda Fenerbahçe’nin iktidara paralel şekilde yönetilmesi konusunda genel bir yargı vardır. 1957-1960 yılları arasında İstanbul’un 3 büyük kulübünün başkanının siyasi kimliklerini göz önüne aldığımızda bu durumun Fenerbahçe’ye özel olmadığı; Fenerbahçe’nin yazılı basında daha fazla yer alan, toplum dinamiklerine daha fazla etki eden yapısından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. DP’nin iktidardaki son 3 yılını; Beşiktaş DP Çanakkale Milletvekili Nuri Togay’ın, Galatasaray ise İzmir Milletvekili Sadık Giz’in başkanlığında tamamlayacak, her iki milletvekili de 27 Mayıs ile birlikte Yassıada’da yargılanacaktı.

    Agah Erozan, Fenerbahçe’nin 14 Temmuz 1957 yılında yapılan kongresinde kulüp üyeliğine kabul edildi. İstanbul’daki evi Moda’daydı. Kendi deyimiyle “çocuk yaşlardan beri” Fenerbahçeliydi. Kulübe üye olmadan önce maçları o zamanın şeref tribünü sayılabilecek “şeref locası”nın önündeki “L” tribününden, çoğu zaman o tribündeki tek milletvekili olarak takip ediyordu. Başkan olduktan sonra oğulları ile birlikte verdiği röportajda “ikisi de iyi top oynuyor. İleride Fenerbahçe’de oynayacak ve transfer ücreti istemeyecekler” diyen Erozan, kendisi için “Futboldan anlamaz” eleştirilerini de böylece karşılıksız bırakacaktı. Bu röportajda babası ile birlikte fotoğraflanan Erozan’ın oğullarından Mehmet’in, üzerine Fenerbahçe forması ile Zeki Rıza Sporel’den futbol dersi alması yıllar sonra haber olacaktı.

    Kaynayan Kazan : 1957

    Fenerbahçe’yi Erozan’ın kulübe üye olduğu 1957 yılı kongresine götüren gelişmeler, kulüp tarihinde “kongre” olgusunu yansıtması açısından önemlidir. 50.Yılına Zeki Rıza Sporel’in başkanlığında; geçen sezonun İstanbul Profesyonel Ligi’nin ikincisi olarak başlayan Fenerbahçe, 1957 yılı boyunca çekiştiği Galatasaray’ı sezonun son maçında yenerek averajla şampiyonluğu kucaklamıştı. Şampiyonluğun son maça kalması, yıl boyunca kulüp içerisindeki kongre kulislerinin hareketlenmesinin en büyük nedeni olarak gösterilebilir.

    Basında muhalefetin kongre hazırlıklarına başladığı haberleri sezonun ikinci yarısının ikinci maçında Beykoz’a karşı alınan 1-0’lık yenilgi ile başlar. Bu dönemin Fenerbahçe kulislerinin başrolünde iki aktör vardır. Osman Kavrakoğlu ve İsmet Uluğ.

    DP Rize Milletvekili olan Osman Kavrakoğlu iki dönem önce kulübe başkanlık yapmış, mücadeleci kişiliği ile camiada etkisini sürdüren biridir. “Yavuz İsmet” lakabıyla Fenerbahçe’de top koşturmuş İsmet Uluğ ise kulübün yeniden yapılanmasının gerekliliğini ortaya koyan açıklamaları ile öne çıkmaktadır.

    İsmet Uluğ kendilerine “Fenerbahçeli İdealistler” adını veren bir grup üyenin liderliğini üstlenmekte ve “Kulübün esaslı prensip ve disiplin hataları yüzünden yıpranmış bir idare heyeti ve sarsılmış bir bünyesi vardır. Radikal ve esaslı tedbirler alıp bu istikamette kararlar vermenin önemli olduğu kanaatini taşıyoruz” sözleriyle amaçlarını ortaya koyup; Nisan ayında kongreye gidilmesini istemektedir.

    Kavrakoğlu ise DP’li arkadaşı Zeki Rıza Sporel’in yönetim kurulunda 2. Başkanlık görevini sürdürmektedir. Başkan ile uzun süren anlaşmazlıkların su yüzüne çıkmasıyla görevinden istifa eden Kavrakoğlu, kongre kazanını ateşleyen kişidir.

    Kulübün kongre havasına girmesi ile Başkan Sporel, önce Uluğ’a ikinci başkanlığı teklif etmiş ancak olumlu cevap alamayınca, idealistlerle ardı ardına toplantılar yaparak muhalefeti sakinleştirmeye çalışmıştı. Kavrakoğlu bu gelişmeler olurken sessizliğini korurken İdealistler yapısal değişikliklerin önemine dikkat çekmeye devam etmişlerdi. “Zengin bir idarecinin etrafa kendi kesesinden para dağıtarak kongreyi kazanmak yolunda sarfettiği gayret artık netice vermeyecektir. Çünkü işlenen hatalar onlara çoktan bu davayı kaybettirmiştir” diyerek kongrenin Nisan ayında toplanması için toplanan imzaların 200’ü bulduğunu beyan ettiler.

    Sporel yönetimi ise mevcut üye sayısının 800 civarı olduğunu göz önünde bulundurarak toplanan imza sayısının gerçek dışı olduğunu söylüyor, karşılığında Uluğ cephesi tarafından “kulübün 50.yılı kutlamaları bahane edilerek kongreyi ertelemeye çalışmakla” ile itham ediliyordu.

    İdealistlerin bu saldırıları sırasında bazı bağımsız üyeler, bir şahsın uzun seneler üst üste idareci seçilmesini engellemek için kulüp tüzüğünün değiştirilmesini isterken; kulüp Haysiyet Divanı kamuoyunda bile şaşkınlık yaratan bir karar alıyor, “defterler üzerinde tahrifat” yaptığı gerekçesiyle Rüştü Dağlaroğlu’nu kulüpten ihraç ediyordu.

    Sezonun finali olan Galatasaray maçı öncesi İstanbulspor ile 1-1 berabere kalan Fenerbahçe futbol takımı, kongre saflarının iyiden iyiye belirlenmesine neden oldu. Camiadaki tedirginlik sürdüğü sırada Kavrakoğlu sahne aldı ve Kadıköy grubuna dahil olduğunu açıkladı. İdealistler ise İstanbul Grubu ile beraber hareket etmeye karar verdiler. Şampiyonun belli olacağı 30 Nisan’daki Galatasaray maçını Fenerbahçe futbol takımı 3-0 kazandı. Fenerbahçe’yi şampiyon yapan maçın gollerini Lefter, Niyazi ve Ergun atıyordu. Böylece kulüp, 8 Haziran’daki 50.yıl kutlamalarına şampiyon ünvanı ile çıkıyordu.

    Şampiyonluk ve 50.yıl kutlamaları kongre çalışmalarını yavaşlatmadı. Kavrakoğlu, yaklaşan kongre öncesinde camiaya stadın inşası için 1,5 milyon kredi bulduğunun müjdesini verip ısınma turlarına başlıyor, Uluğ ise kongrenin Haziran’dan Temmuz’a ertelemesi üzerine yönetimi şikayet etmek için dernekler masasına başvuruyordu. Bir ara kongreye “hiçbir gruba angaje olmadan” gireceğini söyleyip Kadıköy grubundan ayrılan Kavrakoğlu, kongre öncesinde tekrar Kadıköy grubu saflarına katılıyordu. Kongre 14 Temmuz 1957’de yapıldı. Kadıköy Grubu’nun listesinin başında Zeki Rıza Sporel ve Osman Kavrakoğlu isimleri, İstanbul Grubu’nun listesinde ise İsmet Uluğ ve Tevfik Taşçı vardı. Kongrede; Kadıköy Grubu’nun listesi firesiz seçiliyor, Dağlaroğlu affediliyor, Agah Erozan üyeliğe kabul ediliyordu.

    Baş döndüren kulis faaliyetleri esnasında kongreden iki gün sonra verilen bir beyanat belki de Agah Erozan’a Fenerbahçe başkanlığına giden yolu açmıştır. İstanbul Grubu’nun “kazanırsak Millet Meclisi Başkanı Refik Koraltan’ı fahri başkan yapacağız” vaadi onlara seçimi kazandırmasa da bir sonraki kongre için Erozan’a başkanlık yolunu açan stratejiyi belirlemiştir.

    1958 Kongresi’ne giderken, Muhalefet Kavrakoğlu için “De Gaulle” diyor.

    Karma Liste

    Fenerbahçe kongresi açısından; Zeki Rıza Sporel’in başkanlığında geçen 1958 yılı, 1957 senesi ile neredeyse aynı olayların, aynı tartışmaların, aynı vaatlerin yaşandığı bir yıl oldu. Tek fark; İstanbulspor’a iki maçta da yenilip Galatasaray’dan ise sadece bir beraberlik alabilen futbol takımının İstanbul Liginde şampiyon olamamasıydı.

    Geçen sezon şampiyonluğun son maça kalması dolayısıyla sürekli kaynayan kazanların altı, bahar mevsimi ile birlikte tekrar ateşlendi. Aktörler yine aynıydı. Zeki Rıza Sporel, Osman Kavrakoğlu, İsmet Uluğ. Verilen demeçlerin, gruplardaki bölünmelerin, istifaların, görev kabul etmemelerin bile geçen sene ile aynı olduğu bu süreç; 1957 Kongresinde yönetime giren Kavrakoğlu’nun, Başkan Zeki Rıza Sporel ile tekrar anlaşmazlığa düşüp istifa etmesiyle başladı. Sporel, ondan boşalan koltuğu Uluğ’a önerdi ancak teklif reddedildi. İsmet Uluğ’un sahneden çekilmesi böylece kısa sürmüş oluyordu. Artık Sporel ve Kavrakoğlu resmen rakiptiler. Kavrakoğlu, takımı içine düştüğü bu kötü durumdan ancak kendisinin kurtaracağını söylüyor ve değişmeyen vaadini tekrarlıyordu: “Stadın inşaatını tamamlayacağım”

    Erozan’ın adaylık süreci kongreye 20 gün kala Haziran ayı içinde başladı. Zeki Rıza Sporel’i 2 dönemdir destekleyen Kadıköy Grubu bu sefer Kavrakoğlu karşısında işinin zor olduğunu biliyordu. Eski başkanlardan Kavrakoğlu’nun Sporel ile gergin ilişkileri ve yaptığı muhalefetin, futbol takımının şampiyon olamadığı bir sezondan sonra yapılacak kongrede başkanlığı alması neredeyse kesindi. Kadıköy Grubu, Kavrakoğlu’nun karşısına ondan daha güçlü birini çıkarmalıydı. O isim çok geçmeden bulundu. Geçen sene gerçekleşen kongrede kulübe üye yapılan, DP Bursa Milletvekili ve Meclis Başkanvekili Agah Erozan.

    Erozan’ın başkan adayı olarak ortaya çıkış sürecinde iki farklı görüş ortaya atılmıştır. Bunlardan ilki Erozan’ın, Kadıköy Grubunun liderliğini yürüten ve özünde CHP’li olan Semih Bayülken – Muhittin Bulgurlu ikilisine başkan olma isteğini söylemesi, diğeri ise ikilinin Erozan’ı başkanlık için uygun bulup teklif götürdüğü yönündedir. Her iki görüşü birlikte değerlendirdiğimizde spor-siyaset ilişkisinin “karşılıklı fayda” ekseninde ilerlediğini söylemek yanlış olmaz. Erozan ise başkan seçildikten verdiği röportajda “Kulübe hizmet edebilme düşüncesiyle arkadaşlarımızın davetini kabul ettim.” diyecek ve ikinci görüşün doğruluğunu destekler ifadeler kullanacaktı.

    Fenerbahçe 1958 yılındaki kongreye 3 adayla girdi. Kavrakoğlu muhalefetin, Erozan Kadıköy grubunun adayıyken, Sporel de başkan sıfatıyla yarışa katıldı. 6 Temmuz’da yapılan kongrede kazanan “karma liste” oluyor ; son iki senenin aktörleri Zeki Rıza Sporel, Osman Kavrakoğlu, İsmet Uluğ, Agah Erozan ile birlikte Fenerbahçe’yi yönetmek için seçiliyordu. Yönetim kurulu ilk toplantısını seçimden bir gün sonra yapacak ve Sporel ile Kavrakoğlu başkanlığa aday olmayacak, Erozan Fenerbahçe’nin 23.başkanı olarak seçilecekti.

    Kulübün o zamanki tüzüğüne göre listelerden en çok oyu alanlar yönetim kurulunu oluşturuyor, kurul kendi içerisinde görev dağılımı yaparken başkanını da seçiyordu. 1958 yılında seçilen yönetim kurulu üyeleri arasında; 2 eski başkan (Sporel – Kavrakoğlu), 2 gelecekteki başkan (Uluğ – Ilgaz) ve Erozan’ın yer alması, kurulu bünyesinde 5 başkan barındıran yönetim kurulu olarak tarihe geçiriyordu.

    7 Temmuz 1958 – Fenerbahçe İdare Heyeti

    Çifte Kupalı Rekor

    Erozan başkan seçildikten sonra yapacaklarını sıralarken bilinenlerin dışına çıkmadı. “İkilik bitmeli” diyerek Fenerbahçe’deki gruplaşmaya dikkat çekti. Stad sorununu çözeceğini ve tüm şubelerle birlikte futbol şubesi kadrosunun da transferlerle güçlendirileceğini söyledi. “Fenerbahçe’nin şerefi için futbol oynayan, koşan, atlayan, güreşen, denizlerde mücadele eden, basketbol oynayanların, hem bugünkü hakları korunacak, hem de kadirşinaslık vazifesi olarak istikballerini hazırlayıcı tedbirler alınacaktır” demecini vererek sporculara güven vermek istedi.

    Fenerbahçe futbol takımı 1958-1959 sezonuna Yüksel Gündüz ve Mustafa “Mikro” Güven’in de aralarında bulunduğu 5 transferle kadrosunu güçlendirerek başladı. Özcan, Şükrü, Basri, Nedim, Seracettin, Osman, Avni, Naci, Necdet, Akgün, Ergun, Yüksel, Mustafa, Şeref, Can, Lefter, Niyazi, Hüseyin; Macar Teknik Direktör Ignace Molnar yönetiminde Ağustos ayında İstanbul Futbol Liginde mücadeleye başladılar. Fenerbahçe son İstanbul Ligi’nde; yaptığı 18 maçın 14’ünü kazanıp yalnızca 4 beraberlik alarak sezon sonunda şampiyonluğunu ilan etti.

    Türk futbolunda değişen yeni sistem ile İstanbul Ligi’ni ilk 8 sırada bitiren takımlar Türkiye Ligi’ne katılmayı hak kazandılar. Günümüzde hala devam eden organizasyon, iki gruplu lig sistemi ile başladı. Fenerbahçe, oynadığı 14 maçta sadece 2 beraberlik alarak beyaz grup maçlarını lider bitirdi. Her iki lig organizasyonunu da yenilgisiz bitiren Fenerbahçe, kırmızı grubu lider bitiren Galatasaray ile final maçlarına çıktı. İlk Maç 10 Haziran 1959’da oynandı ve Metin Oktay’ın gölü ile Galatasaray’ın 1-0’lık galibiyeti ile sonuçlandı.

    Bu sonuç ile Fenerbahçe futbol takımının 10 Ağustos 1958’de başlayan yenilmezlik serisi sona ermiş olsa da Fenerbahçe tarihinin halen kırılamayan rekorlarından biri olarak tarihteki yerini korumaktadır. Sözü geçen 10 aylık süre zarfında Fenerbahçe resmi ve özel 54 maça çıkmış, sadece 8 kez berabere kalıp, hiç yenilmemişti.

    Rövanş maçı ilk maçtan 4 gün sonra yine Mithatpaşa Stadı’nda oynandı. Yüksel, Naci, Mustafa ve Şeref, Fenerbahçe’yi 4-0’lık galibiyete taşıyan golleri atıyorlardı. Yeni başkanı ile ligin yeni organizasyonunda uzun bir maratonu iki şampiyonluk ve rekor ile kapatan Fenerbahçe futbol takımı için artık Avrupa’ya açılma zamanı gelmişti.

    1958-1959 Türkiye Futbol Ligi Şampiyonluk Kupası (Alper Katmer Arşivinden)

    Nice Üçlemesi

    Fenerbahçe, 1959-1960 sezonunda Türkiye’nin şampiyonu olarak Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na katılma hakkını kazandı. Şampiyon Kulüpler Kupası organizasyonu ilk kez 1956 yılında başlamış, bu yıl İstanbul Şampiyonu Galatasaray, Dinamo Bükreş’e elenmiş; 1958-1959 sezonunda ise Federasyon Kupası Şampiyonu Beşiktaş, Real Madrid’e elenmekten kurtulamamıştı.

    Fenerbahçe’nin ilk kez çıktığı Avrupa arenasında ilk turdaki rakibi Macar Şampiyonu Csepel takımıydı. 13 Eylül 1959’daki ilk maçta alınan 1-1’lik skordan sonra kamuoyu Fenerbahçe’nin şampiyonaya veda edeceğini düşünmeye başlamıştı. Maçın rövanşı 23 Eylül’de oynandı ve alınan 2-3’lük galibiyet Fenerbahçe’ye, hem kendisi hem de ülkesi adına, Avrupa kupalarında tur atlayan ilk Türk takımı ünvanını verdi.

    Fenerbahçe’nin 2.turdaki rakibi Fransız Şampiyonu Nice takımıydı. Futbol tarihimizde bir Fransız takımı ile karşılaşan ilk takım bu eşleşme ile Fenerbahçe oluyordu.

    19 Kasım 1959’da İstanbul’daki eşleşmenin ilk maçı öncesi Basındaki genel kanı Nice maçlarının Csepel eşleşmesinden daha zorlu geçeceği yönündeydi. Ancak Fenerbahçe güzel bir oyunla maçı 2-1 kazanıyor, rövanş yolculuğu öncesinde umutlanıyordu. Eşleşmenin 3 Aralık’taki 2. Maçı öncesi UEFA Genel Sekreteri Pierre Delauney, Nice takımının 2-1 lik galibiyeti söz konusu olursa 3.bir maç ile turu atlayan takımın belirleneceğini deklare ederken, Fenerbahçe Başkanı Agah Erozan, Fransız basınındaki “kesin galibiyet” havasına karşın “Dikkat etsinler bu gelen Fenerbahçe’dir” diyordu. Geçen sezon aynı organizasyonda Beşiktaş’ı eleyen Real Madrid’in Başkanı Santiago Bernabeu ise Fenerbahçe-Nice eşleşmesinde desteğinin “şöhretli Türk takımına” olduğunu beyan ediyordu.

    Maçtan iki gün önce Nice’e ulaşan Fenerbahçe kafilesine çocuklarının hastalığı sebebiyle eşlik edemeyen Erozan’ın yerine Faruk Ilgaz başkanlık ediyordu. Bu gelişmelerle çıkılan eşleşmenin ikinci maçından önce Nice şehride son yıllarda görülmemiş bir yağış başlıyor, hatta maçın ertelenmesi bile gündeme geliyordu. Maçın ilk yarısı 0-0 sona eriyor, ikinci yarıda üst üste 2 gol bulan Nice tur atlamaya yakınken; Fenerbahçe hücuma geçiyor, Şeref’e ceza sahasında yapılan faul sonucunda verilen penaltıyı Lefter 83.dakikada gole çevirip, son sözü 3.maça bırakıyordu.

    Üçüncü maç için iki kulübün arasında ortaya çıkan anlaşmazlığın konusu maçın oynanacağı yer üzerineydi. Nice takımı Barcelona üzerinde ısrar ediyor, Fenerbahçe ise iki ülke arasındaki uzaklıktan dolayı buna karşı çıkıyordu. UEFA kararını 10 Aralık’ta “Cenevre” olarak açıkladı. Karar öncesinde UEFA’yı etkilemek için Barcelona’yı ziyaret eden Nice kulübü üyelerinin çabaları boşa çıkıyor, UEFA nezdinde Fenerbahçe’nin Barcelona itirazı haklı görülüyordu. Agah Erozan, “Bu yolda giriştiğimiz mücadeleden galip çıkmaktan dolayı sevinçliyiz. Avrupa Futbol Birliği tarafsızlığını göstermiştir.” demeciyle kulübün diplomatik başarısını ilan ediyordu.

    19 Kasım 1959 / Nice maçında Fenerbahçe Kadrosu (Oğuz Topoğlu Arşivinden)

    Cenevre’deki maç öncesi Fenerbahçe camiası çok heyecanlıydı. Döviz bulundurmanın devlet iznine bağlı olduğu o yıllarda, Cenevre’ye seyahat etmek için 60.000 kişi Maliye Bakanlığına döviz talebiyle başvuruyor ; Bolu’dan 50 kişi iki otobüs ile İsviçre’ye yola çıkıyor, turizm acentaları gazetelere maç için ilanlar veriyordu. Bu heyecan Başkan Erozan’ın demeçlerine de yansıyordu. Maçın sonucu göz önüne alındığında başkanın açıklamalarının takımın tedbiri elden bırakmasına etki ettiğini söylemek yanlış olmaz. “Fenerbahçe kurulduğu günden bu yana daima hücumda muvaffak olmuştur. Dikkat edilecek olursa müdafaa maksadiyle çıkmış olduğu maç adedinin pek az olduğu görülecektir. Fenerbahçe’nin bünyesi ve yapısı hücuma müsaittir. Fenerbahçe’nin kendine has oyunu hücumdur.”

    Bolulu Fenerbahçeliler Cenevre yolunda – Aralık 1959 (Fenerbahçe Dergisi’nden)

    Fenerbahçe kafilesi Erozan başkanlığında 19 Aralık’ta Cenevre’ye ulaştı. Erozan, futbol takımı için Türk halkından dua isterken, futbolculara 500 bin liralık prim verdiğini ilan etti.

    Fenerbahçe 23 Aralık 1959’da, 45 gün içerisinde Nice takımıyla oynadığı 3.maçtan, 1-5 yenik ayrıldı. Kaleci Özcan’ın yaptığı hataların gazetelerde konu edildiği maçın, bu sonuçla bitmesinin en büyük nedeni ise yağan aşırı yağmur ile ağırlaşan saha zeminiydi. Son aylarda gerek yönetim gerekse teknik heyet içerisinde baş gösteren huzursuzluklar Nice maçları dolayısıyla buzdolabına kaldırılmıştı. Bu maçtan sonra buzdolabının kapısı açıldı. Bütün sorumluluğu üstüne almanın yürüttüğü görevin bir gerekliliği olduğunu dile getiren Erozan, Nice yönetiminin maçın ertelenmesi yönündeki önerisini prensipte kabul etmiş; ancak bu öneriyi teknik direktör Molnar’a ilettiğinde, kendisinden maçı oynamanın daha avantajlı olacağı karşılığı almıştır. Molnar’ın maçı oynama ısrarı Fenerbahçe’nin elenmesine neden oluyor, kapağı açılan buzdolabından ise “kongre pastası” çıkıyordu.

    Şampiyon Kadınlar

    Fenerbahçe Agah Erozan döneminde amatör branşlarda tıpkı futbolda olduğu gibi başarılı bir dönem geçirdi. Özellikle kadın branşlarına verilen önem dikkatlerden kaçmamaktadır. Erozan döneminde kadın voleybol takımı İstanbul ve Türkiye şampiyonu olarak çifte kupa ile sezonu tamamlamıştır. Bu takımın efsane oyuncusu Ayten Salih, Erozan’ın kendileri ile yakından ilgilenen bir başkan olduğunu söyler. Kadın basketbol takımı ise İstanbul Şampiyonu olmuş olsa da, Türkiye Şampiyonasını ikinci sırada tamamlamıştır. Erozan döneminde İstanbul Ligi’ndeki 3.sezonunu yaşayan erkek voleybol takımı, İstanbul Şampiyonasını 5.sırada bitirmiştir.

    Fenerbahçe Kadın Voleybol Takımı (Nazmiye Kor arşivinden)

    1959 yılında Boks şubesi İstanbul şampiyonluğunu İETT’ye kaptırarak 2.olmuş, Türkiye şampiyonasında ise 54 kg’da mücadele eden Muammer Sevinti ile altın madalya kazanmıştır. Yelken branşı Erozan döneminde sporcu Zekai Tüker ile Fenerbahçe’ye gümüş madalya getirmiştir.
    Fenerbahçe Atletizm şubesi ise 1959 yılını İstanbul Kulüplerarası Şampiyonası’nda Beşiktaş’ın önünde birinci tamamlayarak üst üste beşinci şampiyonluğunu kazanıyor; aynı yıl genç erkekler, yıldız erkekler, ve Türkiye Kros Şampiyonu da olarak Erozan döneminin başarılı branşlarından biri oluyordu.

    Erkekler Basketbol şubesi İstanbul şampiyonasını 3.olarak tamamlamasına rağmen, Gençlerde ve büyüklerde Türkiye Şampiyonu oluyor, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na katılıyordu.

    Fenerbahçe erkek basketbol takımı için Avrupa şampiyonası maceralı başladı. İlk tur kurasında İsrail’in Maccabi Tel Aviv takımı çıkmıştı. 5 Kasım 1959 tarihinde Uluslararası Basketbol Federasyonu (FIBA); İsrail şampiyonunun Maccabi olmadığını belirterek, Fenerbahçe’ye devam etmekte olan İsrail Ligi’nin şampiyonuyla 1960 başında oynamayı isteyip istemediğini sordu. 8 Kasım’da Fenerbahçe, Maccabi’yi 1958-1959 İsrail Basketbol Şampiyonu olarak gördüğünü, başka bir rakibi kabul etmeyeceğini açıkladı. Sonuçta FIBA, Fenerbahçe’nin Maccabi Tel Aviv ile oynaması gerektiğini onayladı. Türk Dışişleri, Fenerbahçe’ye Kudüs’te olmamak koşuluyla İsrail’de bir maç yapma izni verdi. Ancak bu defa Maccabi’nin maç tarihinde sahaya çıkamama sorunu ortaya çıktı. FIBA, 23 Kasım 1959 tarihinde Maccabi’ye 48 saat süre verdi. Bu süre içerisinde Maccabi’nin şampiyonadan çekildiğini açıklamasıyla 1 Aralık 1959 tarihinde FIBA, Fenerbahçe’nin ikinci tura yükseldiğini ilan etti. Fenerbahçe’nin ikinci turdaki rakibi son iki senenin güçlü ekibi Bulgaristan’ın Akademik takımıydı. İlk Maçı 61-69 kaybeden Fenerbahçe, 10 Şubat 1960 yılındaki rövanş maçından da 55-70 yenik ayrılarak kupadan elendi.

    30 Ocak 1960 Fenerbahçe:61-69:Akademik

    Lefter & Can

    Günümüzde “Fenerbahçe tarihinin efsane futbolcuları hangileridir?” sorusunun cevaplarının içinde en çok yer alan isimlerden ikisinin Lefter Küçükandonyadis ve Can Bartu olacağı kesindir. Fenerbahçe tarihinin ilerleyen yıllarda “efsane” olarak anılacak, cenaze törenleri Fenerbahçe Stadı’nda yapılacak bu iki futbolcusu, Erozan döneminde takımı sırtlayan oyunculardı. İki futbolcunun başkan için de özel olduğu, sadece bu iki futbolcu ile ilgili anılarının günümüze kadar gelmesinden kolaylıkla anlaşılabilir.

    Erozan’ın her iki oyuncu ile ilgili anıları Halit Deringör ve İslam Çupi’nin satırları aracılığıyla günümüze ulaşmıştır. Halit Deringör, Erozan’ın “ilk defa Fenerbahçe gibi bir takıma yönetici olmayı yadırgadığını”, bunun sonucundan da futbolcularla “senli benli olup” mesafeyi kapattığını yazar. Deringör’e göre bu durum, Erozan’ın “hoşsohbet ve nüktedan” biri olmasıyla yakından ilgilidir.

    İslam Çupi de Lefter’in Nice eşleşmesinin 2.maçında attığı mucizevi penaltıdan sonra Erozan’ın elindeki viski bardağını döndürerek“o penaltıyı ben bile atamazdım” ironisine köşesinde yer verir. Deringör’ün aktardığı Erozan-Lefter anısı Nice eşleşmesinin 3.maçı için ikilinin Cenevre’de olduğu sırada yaşanmıştır. Erozan; futbolcularla şakalaşan, onlarla arkadaş gibi zaman geçirmektedir. Maç öncesi iskambil kartlarıyla oyunlar yaptığı sırada Lefter’e dönerek: “Yarın gol atarsan seni bara götüreceğim, hem senin Rumcan var bize yardımcı olursun” diyecektir. Bu şaka Lefter’i hem şaşırtıp aynı zamanda da utandıracaktır.

    Erozan’ın Can Bartu ile olan anısı, Bartu’nun “araba sevdası”nın eseridir. 18 Mart 1959 yılında İnönü Stadı’ında oynanacak bir Beşiktaş için Fenerbahçe takımı arabalı vapur ile Kabataş’a geçmiştir. Takım Kabataş’ta sevgi gösterileri ile karşılanır. Can Bartu, Başkan Erozan’ın samimiyetine güvenip arabasını kullanma izni ister. Bartu, arabalara olan merakından başkanının arabasını kullanmak istemiş; isteğinin kabul edildikten sonra geçtiği şoför koltuğundan, önünde giden arabaya çarptıktan sonra inmek zorunda kalmıştır. Takım maça giderken gerçekleşen bu kaza, Erozan’ın müdahalesi ve konumunun etkisi ile tatlıya bağlanır. Devlet arşivlerinde karşımıza çıkan bir belge, Agah Erozan’ın Devlet Malzeme Ofisi’nce ithal edilen arabalardan birini, bu kurumdan satın almasına verilen iznin yer aldığı kararnamedir . Kararname 7 Şubat 1959 tarihlidir ve konu edinilen maç tarihi ile arasında bir ayı biraz aşan bir süre vardır. Her ne kadar marka ve modeli bilinmiyorsa da, Can Bartu’nun dikkatini çeken bu arabanın büyük olasılıkla Erozan’ın kararname ile satın aldığı araç olduğunu söyleyebiliriz.

    1959 yılı sonrası, futbolcuların popüler kültürün bir parçası olmaya başladığı dönemdir. 1960 yılında ligin popüler futbolcuları ile röportajlar yayınlayan Hayat Dergisine göre, röportajı yayınlanan 7 ünlü futbolcudan sadece Can ve Lefter’in otomobilinin olduğu bilinmektedir. Kim bilir belki de Can Bartu araba almaya, Erozan’ın arabasını kullandıktan sonra karar vermiştir.

    Can Bartu ve Lefter Küçükandonyadis

    Olağan Kongre – Fevkalade Kongre

    Agah Erozan, seçildiği kongre dışında, başkanlığı döneminde 2 kongre yaşadı. İlki, geçmişteki kongrelere oranla daha sakin geçen ve daha az tartışmanın yaşandığı 1959 kongresidir. Kongre öncesinde, gruplar birleşip özeleştiri yapacak kadar rahattılar. Birleştiklerini “her yıl gazetelere mevzu olmaktan başka bir işe yaramayan ve kulübümüz için yıpratıcı bir mahiyet taşıyan kongre faaliyetlerini bu sene kendi aramızda halletmek istiyoruz” sözleriyle açıklayıp bu satırların yazarının hislerine tercüman olan gruplar, her sene alışılagelen kongre faaliyetlerini nadasa bırakıyorlardı.

    Erozan ise, bütün branşlarda kulübe şampiyonluk yaşatmış bir başkan olarak Fikirtepe’de 100.000 kişilik bir stad projesi vaadi ve “Fenerbahçe bir bütündür ve bütün kuvvetini bu bütünden almaktadır” sloganıyla kongreye hazır olduğunu gösteriyordu.

    12 Temmuz’da yapılacak kongre öncesinde, kongrelerin önemli aktörlerinden Kavrakoğlu’nun “Fenerbahçe’de muhalefet yok, kongreye tek liste girilecek” beyanatını vermesi ile Fenerbahçe’nin yaklaşan kongresi üzerindeki ilgi neredeyse kaybolmuştu. Erozan’ın yeniden başkanlığına kesin gözüyle bakılıyordu. Tam bu esnada Molnar krizi patladı ve kongre havası tekrar camiaya hakim oldu.

    Faruk Ilgaz-Agah Erozan-Müslim Bağcılar (Vecdi Teker -Paşalı Birol- Arşivinden)

    Sezonun bitimiyle önceden bu kararı aldığı yönetim tarafından bilinen Teknik Direktör Molnar’ın görevine son verildi. Bu kararın alındığı toplantıda daha önce “tek liste” vurgusu yapan Kavrakoğlu, Erozan ile sert tartışmalara girdi. Tartışmaların temelinde Kavrakoğlu’nun yönetimin “aşırı masraf” yaptığı düşüncesi vardı. Ne de olsa Fenerbahçeli Fenerbahçeli’nin kurduydu ve şampiyonlukların geldiği bir sezondan sonra bile kavga edecek bir neden bulunabilir, bulunamadığında da yaratılabilirdi. Kavrakoğlu tartışma sonrasında, kongrede Erozan’ın listesinde yer almayacağını kesin bir dille beyan etmişti. Tartışma basında “kongre sath-ı mailine giriş” olarak tanımlandı ve birkaç gün sonra Erozan ve Kavrakoğlu’nun kongrede şanslarının eşit olduğu tahmini spor sayfalarında yerini buldu .

    Erozan nabız yoklamak için kongreden 10 gün önce başkanlıktan istifa ettiğine ilişkin mektubu yönetim kuruluna verdi. Böylece yönetim kurulundaki arkadaşlarının tepkisini ölçmek istiyor, kongreye gireceği şartları planlamayı amaçlıyordu. Erozan, basına ise “kongreyi rahatlatmak için” istifa ettiğini ve kongreye kadar sade bir yönetim kurulu üyesi olarak görev yapacağını dile getiriyordu. Başkanın bu hamlesi kendisi için olumlu sonuç veriyor; kurul istifayı kabul etmeyerek, Erozan’ın kongreye yönetici arkadaşlarının desteği ile girmesini sağlıyordu.

    Kongre bu şartlar altında başladı. Erozan’a yönetilen tek eleştiri kongre öncesindeki tartışmalardan da tahmin edileceği gibi, “israf” üzerineydi. Kimsenin sportif başarısızlık üzerine söyleyeceği söz yoktu. Erozan, kongre konuşmasında üyelere “başarı-para” denklemi kurarak, “İsraf da laf mı? Fenerbahçe altın bir devir yaşıyor. Tam 9 şampiyonluk. Fenerbahçe kulübü bir spor kulübüdür, yağ ticarethanesi değil” diye sesleniyor, böylece muhaliflerin gardını düşürüyordu.

    Erozan’ın ikinci hamlesi ise zaten elinde olan avantajı kesin zafere dönüştürdü. “İkiliğin kalkmasını temenni ediyorum” diyerek, yıllardan beridir kavgalı olan, aynı yönetim kurullarında yer alsalar bile aralarındaki küslüğün kulüpteki herkesin bildiği Sporel ve Kavrakoğlu’nu kürsüye çıkartıp, onları öpüştürüp barıştırdı. İktidar partisinin 2 üyesi, DP gücünü günden güne kaybederken küs kalmamalıydı. Onları barıştırma görevi de Meclis Başkanvekili Erozan’a düşmüştü. Kongre, sahnedeki üçlüyü çılgınca alkışladı. Erozan bu şartlarla kongreyi kazanıp başkanlığının ikinci dönemine başlayan isim oldu. Seçilen yönetim kurulunda; Kavrakoğlu, Uluğ, Ilgaz görev alan isimlerdendi. Yıllar sonra Kadıköy grubunun ve Fenerbahçe kongresinin önemli isimlerinden Semih Bayülken bu kongre ile ilgili şu demeci verecektir: “Bugüne kadar 27 kongre kazandım. Bir tek mağlubiyetim var, o da Agah Erozan’a”

    Fenerbahçe İdare Heyeti – Dönemin tüm aktörleri bir arada: Müslim Bağcılar, Kavrakoğlu, Erozan, Uluğ, Ilgaz

    Fenerbahçe’de Sona Doğru

    Fenerbahçe 1959-1960 sezonunun ilk 4 haftasında 2 galibiyet 2 beraberlik alarak başladı. Erozan kongreyi kazandıktan sonra Eylül ayına kadar böbrek ameliyatı olduğu Münih’te kalmış; döndükten sonra ligde alınan beraberliklere Csepel karşısında iç sahada alınan beraberlik de eklenince, camiadaki huzursuzluk artmıştı. Futbol takımının bu şartlara rağmen Csepel’i deplasmanda yenip tur atlanması da huzursuzluğun bitmesine yetmemişti. Nitekim kongrenin fitili, yapılan yönetim kurulu toplantısında “tasarruf tedbirleri” konu başlığı altında ateşlendi.

    Bu kez sahnede tekrar İsmet Uluğ vardı. Yönetim kurulunun tasarruf tedbirleri gereği Nice maçı öncesi kamp yapılmasına izin vermemesi ve futbol profesyonel kadrosunda kesintiye gitmesi üzerine Uluğ, Erozan ile tartışıp genel kaptanlık görevinden istifa ediyordu. Tartışmanın boyutları demeç savaşlarına yansıdığı kadarıyla büyüktü. Erozan, Uluğ’un istifasını “Fenerbahçe camiasından 40 umumi kaptan, 100 reis çıkar” diye sıradanlaştırırken, Uluğ ise “İstifama sebep kampa girilip girilmemesi değil, profesyonel kadronun 13’e indirilmesidir. Reis ‘40 umumi kaptan, 100 reis çıkar diyor’ Bu sözün eksik tarafı Agah Bey gibi umumi kaptanın 40 değil, 800 Fenerbahçe azası içerisinde 799 tane olduğudur.” demeciyle köprüleri atıyordu. Uluğ’dan sonra genel kaptanlık görevini Kavrakoğlu devralıyor ve Yönetim Kurulu, Karagümrük karşısında alınan 2-0’lık yenilgi sonrasında Nice maçlarının bitimiyle olağanüstü kongreye gitme kararı alıyordu.

    Nice eşleşmesinin 3.maça kalması üzerine ara verilen kongre tartışmaları; bu maçta alınan 1-5’lik yenilginin, ligde Beşiktaş ve Göztepe’ye karşı alınan yenilgilerle birleşmesiyle tekrar alevlendi. Fenerbahçe muhalefetinin, kongreyi kazanmak için, kulübü yönetenlerin siyasi ya da toplumsal kimliğini dikkate almaksızın, DP’ye mensup milletvekillerinden birinin başkan adayı olarak aramaya başlaması bu dönemin en belirgin özelliklerinden biridir. Nitekim son kongreden sonra uyum içerisinde çalışmaya başlayan Erozan-Kavrakoğlu ikilisine karşı bu defa DP Antalya Milletvekili Atilla Konuk başkanlık için muhalif grupların radarına girmiştir.

    1960 Ocak ayı kongre tartışmalarının yeniden başlayıp sonuçlandığı aydır. Uluğ’un sert muhalefeti, Kavrakoğlu’nun idareyi ele alması, Erozan’ın kongreye gitmeyi kabul edip aday olmayacağını açıklaması bu ay içerisinde gelişen olaylardır. Bu ay içerisinde muhalif gruplar Atilla Konuk’tan vazgeçerek yeni bir adayın adını ortaya atmışlardır: DP Ordu Milletvekili Atıf Topaloğlu. Bu ismin Menderes tarafından da kabul gördüğü gazete sayfalarına yansıyordu. Kısa süre içerisinde bu iki ismin de üzeri çizilecek, iktidar partisinden başkan adayı aramakta olan Fenerbahçe muhalif grupları, Menderes’in önerisini kabul edecek, böylece Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Medeni Berk’in adaylığı kesinlik kazanacaktı. Adaylığın açıklandığı 23 Ocak 1960 tarihinde kulübe üye bile olmayan Medeni Berk; 18 Şubat’ta üye olmak için kulübe başvuracak , 6 Mart’ta yapılan seçimi kazanıp başkanlık görevi Agah Erozan’dan devralacaktı. İki başkanın görev yaptığı bu sezonun sonunda şampiyonluk ipini ise Beşiktaş göğüsleyecekti.

    “Türkiye’de Tanınmak Neymiş…”

    Agah Erozan başkanlıktan ayrıldıktan sonra, Meclis’teki başkanvekilliği görevine geri döndü. 27 Mayıs askeri darbesine kadar da bu görevini sürdürdü. Erozan, 6 Temmuz 1958’den 6 Mart 1960’a kadar 609 gün Fenerbahçe başkanlığı yapmış; bu dönemde Fenerbahçe futbol takımı yaptığı 104 maçta 299 gol atıp, 76 golü kalesinde görmüştür. Erozan’ın Fenerbahçe’si, günümüzün lig organizasyonunun ilk şampiyonu olmuş, Avrupa kupalarında tur atlayan ilk Türk takımı ünvanını almıştır. 1959 Yılında, Türk spor tarihinde ilk kez bir spor kulübü üç ana branşta birden şampiyon olmuştur.

    OrganizasyonOGMBAY
    Özel Maç32261512226
    Özel Kupa7610224
    İstanbul Ligi181404477
    Türkiye Ligi42343510028
    Avrupa Ş.K.Kupası5221811

    Meclis Başkanvekili iken Fenerbahçe’ye başkan olan ve bu durumun dönemin muhalif mizah yazarı Aziz Nesin tarafından “Meclis başkanvekili desen kimse tanımaz. Fenerbahçe Başkanı desen memedeki çocuklar bilir.” şeklinde tarif ettiği durum için Agah Erozan’ın yaptığı tespit; hem spor kulüplerinin toplumsal hayata ve siyasete etkisini, hem de Fenerbahçe başkanlığı ünvanının ne kadar büyük bir sorumluluğu da bünyesinde barındırdığını göstermesi açısından önemlidir. Bir diğer deyişle geleceğe ışık tutacak niteliktedir.

    “Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. Fatih Kaymakamı oldum. Milletvekili oldum. Parlamentoya girdim iç tüzüğü hafızladım. Bana ‘hafız’ dediler. Sonra parlamento başkanı oldum. Ama beni çok az kişi tanıdı. FB başkanı olunca adeta şaşırdım. Yüz numaraya girerken çıkarken bile manşetlere çıktım” , “Türkiye’de tanınmak neymiş ben Fenerbahçe’ye başkan olunca öğrendim.”

    Yassıada

    Agah Erozan’ın hayatı 27 Mayıs sabahı tüm DP’lilerinki gibi değişti. On yıl önce yine bir mayıs sabahı başlayan siyaset macerasının sıradaki durağı İstanbul’daki Davutpaşa kışlası, son durağı ise uzun yargılamaların gerçekleşeceği Marmara Denizi’nin ortasındaki Yassıada olacaktı.

    Durum Agah Erozan özelinde böyleyken, 27 Mayıs darbesi Fenerbahçe’yi de etkiledi. Kulüp on yıldır DP’lilerce yönetiliyordu ve mevcut başkanı Medeni Berk tıpkı Beşiktaş ve Galatasaray’ın başkanları gibi DP milletvekiliydi. Fenerbahçe’nin Ankara’daki bürokratik işlerini yürüten ve kulübü başkentte temsil eden Naci Barlas, yayınlanmamış anılarında ihtilal havasının kulübe etkisinden şöyle bahseder: “Ankara’ya döndüğüm zaman bir de baktım ki 27 Mayıs ihtilali Demokrat Parti ile beraber Fenerbahçe kulübüne karşı yapılmış. Normal olarak bütün idareye el koymuş olan askeri idare spor teşkilatını baştan sonra değiştirdi. Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’nün ve Türkiye Futbol Federasyonu’nun başına birer albay getirilmiş. Bunlar normal gibi gözükse de Yassıada’ya giden milletvekillerinin yarısı Fenerbahçeli. Meclis Başkan Vekili Agah Erozan eski Fenerbahçe başkanı. Medeni Berk hali hazırda Fenerbahçe başkanı. Menderes Fenerbahçe sempatizanı. Osman Kavrakoğlu eski Fenerbahçe Başkanı. Şimdi burada söylediklerim benim intibaım veya tahminim değil. İhtilalin Jandarma Genel Komutanı yaptığı General Abdürrahim Doruk benim amcamdı. Ben Ankara temsilcisi olarak federasyon ile beden terbiyesi ile boğuşuyorum. Kendisine maruz kaldığımız haksızlıkları anlatınca bana: ‘Fenerbahçe, DP ağırlıklı ve sanki bu ihtilali tasvip etmiyormuş ve ihtilale karşıymış intibaı var askerlerde’ diye söylemişti.”

    Darbenin gerçekleştiği 1959-1960 sezonunda Beşiktaş’ın ardından ikinci olan Fenerbahçe’nin; 12 takımın katıldığı ve askerlerin, darbenin lideri adına kamuoyundan sempati kazanmak amacıyla düzenlediği “Cemal Gürsel Kupası” kupasına katılmasına ve finalinde Galatasaray’ı yenip şampiyon olmasına rağmen darbe yönetimi ile yıldızı barışmadı.

    Kulüp, 1960-1961 sezonunda Galatasaray ile çekişirken askerlerle ilişkileri geren bir dizi olay gerçekleşti. Önce, 1.Ordu Komutanı Cemal Tural’ın kulübü ziyaretinde duvarda asılı olan Menderes fotoğrafına verdiği tepki olay oldu. Sonra boşalan Fenerbahçe yönetimini seçmek için yapılan kongrede 2. başkanlığa Yassıada sanıklarından Dr.Fahri Atabey’in seçilmesi ile ilişkiler iyice gerildi. 5 Mart 1961’de İstanbul’da oynanan Gençlerbirliği maçından sonra ise kopma noktasına geldi. Hakem kararlarının “hatalı”dan “kasıtlı”ya evrilmesi sonucu çıkan olaylardan sonra askerler, “Fenerbahçe’yi sportif faaliyetlerden men etmeyi” gündeme getireceklerdi.

    Erozan Yassıada’daki hücresinde

    Fenerbahçe Başkanı Yatağını Yapmaz

    Fenerbahçe cephesinde 27 Mayıs gelişmeleri olarak bunlar yaşanırken Agah Erozan darbe sabahı diğer DP milletvekilleriyle beraber tutuklandı. Erozan ilk olarak Davutpaşa Kışlasına götürüldü. Buradaki günleri ile ilgili dönem basınında yer alan haberde, “Davutpaşa kışlasının en neşeli ismi Agah Erozan, koğuş arkadaşlarına bilhassa Fenerbahçe’nin istikbalinden bahsetmektedir” denilmekteydi. Agah Erozan Davutpaşa kışlasından sonra, askeri idarenin DP iktidarını yargılamak için seçtiği Yassıada’ya gönderildi. Onun için zor günler bundan sonra başladı. Tutukluların Yassıada’ya gönderildiği Yeşilyurt’ta askerler tarafından şiddet görenlerden biri de Erozan’dı. “Alçak Herif, İsmet Paşa’yı meclisten kovarsın, Fenerbahçe’yi bu hale sokarsın ha” sözleri eşliğinde saldırıya uğrayan Erozan’a, Yassıada vardıklarında uygulanan şiddet daha da artmıştır.

    Milletvekili arkadaşı Mithat Perin yaşadıklarını aktarırken Agah Erozan’ın başına gelenleri şöyle aktarır: “Agah bir dayak sağanağına tutulmuştu. ‘Yaşasın Türk Ordusu’ diye tekraren bağırarak kurtulmaya çalışıyordu. Geçirdiği kriz sonrasında bayılmış, baygınken ‘Yaşasın Türk Ordusu’ diye sayıklamaya devam ediyordu. Verilen ilaçlarla ancak sakinleşebilmişti.” Perin, yaşadıklarından sonra Agah Erozan’ın “Bunlar bizi asacaklar” dediğini ve “asılma” lafını ilk kez ondan duyduğunu not düşer.

    Erozan’ın Adnan Menderes ile ilgili öngörüsü de aynı yöndeydi . Bu iki öngörüden Erozan’ın ruh haline hakim olan karamsarlık açıkça farkedilebilmektedir. Erozan’ın Yassıada’ya gelişinde gördüğü kötü muamele adanın komutanı olan Yarbay Tarık Güryay’ın müdahale etmesini gerektirecek kadar şiddetlidir. Bu şiddet, Güryay’ın Erozan’a tekme atan yüzbaşıyı “tevkif ettirmek” zorunda bırakacak boyutlardadır. Erozan’ın Yassıada’da duygulandıran anlardan biri Fenerbahçe başkanlığı yaptığı için kendisine beklenmedik bir anda gösterilen saygı olmuştur: “Yassıada’da iken tutuklu milletvekilleri yataklarını kendileri yaparlardı. Bir gece bir gedikli yanıma geldi. ‘Merhaba Agah Bey’ dedi. Bu görevlinin beni Meclis’ten tanıdığını düşünerek ben de ‘Merhaba’ dedim. Ama hiç tanımıyordum. Gedikli, hemen arkasına döndü, onbaşıya seslendi. ‘Onbaşı bana bir er gönder, Fenerbahçe başkanı yatağını yapmaz’ İşte bu olay beni hayli mütehassıs etti dostlarım. Bunun için Fenerbahçe büyük bir kulüptür.”

    Erozan Yassıada’da duruşma salonuna yürürken.

    Mahkeme ve İdam Kararı

    Tutukluların bu şartlar altında tutuklu olduğu olduğu Yassıada’da “Yüksek Adalet Divanı” adıyla kurulan mahkemede 19 ayrı davaya bakıldı. Agah Erozan bu davaların en önemlisi olan 401 sanıklı “Anayasayı İhlal Davası”nda Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Meclis Başkanı’ndan sonra 19 numaralı sanık olarak yargılandı. Savcılar kendisine yönelttikleri suçlamaların temelini “Meclis başkanvekili sıfatıyla başkanlık divanında ve yönettiği oturumlarda tarafsız olmaması” üzerine kurmuşlardı.

    Duruşmalarda, muhalefet tarafından verilen önergelerin gündeme alınmaması ile suçlanan “Riyaset (Başkanlık) Divanı”nın üyesi olarak sorgulamaya tabi tutuldu. Aldığı kararların ve yönetiminin “Partizanca” olduğu ve demokratik yönetime değil partisine hizmet ettiği, “yeterli çoğunluk olmadan oylamaları yaptırıp taraflı yönetim sergilediği iddia edildi. Mahkemenin Erozan’ın tarafsızlığını özellikle sorguladığı olay muhalefet partisi CHP için bir tahkikat komisyonu kurulmasına yönelik önergenin görüşüldüğü oturumdaki yönetimidir. DP tarafından verilen önergede CHP; iktidarı, Türk kadınlarını, dost ve müttefikleri kötülemekle, halkı hükümete karşı isyana teşvikle ve orduyu siyasete karıştırmakla suçlanarak, parti hakkında 15 milletvekilinden oluşan bir tahkikat (araştırma) komisyonu kurulması teklif ediliyordu. Mahkeme bu komisyonu muhalefeti fiilen ortadan kaldırmak olarak değerlendiriyordu.

    Erozan savunmasına bu komisyonun kurulmasına “muhalefet şerhi” koyduğunu dile getirerek başladı: “Bunun bir şiddet tedbiri olacağı, huzursuzluk yaratacağı hususu üzerinde mutabık kaldık. Riyasette olduğum için oy da vermedim. Grupta kabul edildiğinde de grupta değildim. Bunları Bir gün Yassıada’ya geleceğimi hesap ederek yapmadım. Nizamnameye hürmetimden ve vicdanımın sesine uyarak yaptım”


    Erozan’a göre Meclis içtüzüğünde yapısal sorunlar vardı ve bu yapısal sorunlar DP öncesi dönemlerin mirasıydı. Erozan bu durumun düzeltilmesi için hukuk fakültesinden hocası olan Anayasa Profesörü Sıddık Sami Onar’ı ziyarete gidişini, meclisin daha demokratik bir yapıya kavuşması için gösterdiği çabanın bir göstergesi olarak, savunmasında şu ifadelerle aktarır: “1959 yılında üniversiteden hocam Sıddık Sami Bey’e gittim. Bizzat makamında ziyaret ettim. Kendisine meclis içtüzüğünü verdim. ‘Bunda çok eksikler var, bilhassa genel görüşme konusunda. Genel görüşmelerde milletvekillerinin daha serbestçe konuşmasını sağlayacak bir zemin hazırlamak lazım’ dedim” Üniversiteler ile DP’nin kavgalı olduğu bu dönemde Erozan’ın bu girişimi sonuçsuz kalacak; Profesör Onar, darbeden sonra askeri yönetimin yeni anayasayı yapması için göreve çağırdığı üniversite hocalarının başında yer alacaktır.

    Agah Erozan ve diğer sanıkların 11 Mayıs 1961’de başlayan yargılamaları, 5 Eylül 1961 tarihinde sonuçlandı. Mahkeme Erozan’ın savunmasını yeterli bulmadı. Duruşmalar sürerken Hakim Salim Başol’un kendisi hakkında yaptığı “İmrendiğiniz demokrasilerde bu makama (Meclis başkanvekilliği) geçecek kimseler partileri ile alakalarını kesiyorlar. Haydi bizden evvelkiler kesmedi, biz de kesmedik diyelim. Ama hiç değilse fiilen mümkün olduğu kadar tarafsızlığınızı muhafaza etmeniz gerekirdi.” yorumu karara da yansıdı ve Sanık Erozan; “1950’den beri anayasayı ihlal eden bütün kanunlara müspet oy vermiştir. Sanık meclis müzakerelerini reis vekili sıfatıyla idare ederken tarafsız hareket ettiği yolundaki müdafaası varid görülmemiştir. Sanığın fiil ve hareketi anayasayı ihlal suçuna asli iştirak mahiyetindedir.” denilerek idama mahkum edildi. Böylece Yassıada’nın ilk günlerinde “bunlar bizi asacak” kehaneti doğru çıkıyor; Erozan, 15 arkadaşı ile birlikte idama mahkum oluyordu.

    Erozan’ın Yassıada duruşmaları başlamadan soruşturma komisyonuna yaptığı savunmanın kapak sayfası (Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivinden)

    Fenerbahçe Vapuru

    Kararlar açıklandıktan sonra Erozan, idamlık koğuşlara doğru giderken; beraat eden az sayıda sanık ve yakınları acı bir rastlantı sonucu “Fenerbahçe” vapuru ile İstanbul’a yola çıkıyor, Erozan ise idam edilmeyi beklemeye başlıyordu.

    27 Mayıs’ı gerçekleştiren ve daha sonra kendisine “Milli Birlik Komitesi” adını veren askerler, sadece 3 kişinin idam cezasını onayladılar. Eski Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Eski Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Eski Bakanı Hasan Polatkan infaz edildi. Erozan ve 11 idam mahkumu arkadaşının ise korktukları başlarına gelmedi ve cezaları ömür boyu hapse çevrildi. DP politikalarının zaman zaman demokrasiye ve yurttaşlar arasındaki eşitlik ilkesine ters düştüğü, ayrıştırıcı ve ötekileştirici olduğu söylenebilir. Ancak Yassıada yargılamalarının “adalet” kavramı içerisinde değerlendirilemeyeceği bugün kamuoyunun üzerinde hemfikir olduğu nadir konulardandır. Özellikle idamların ülkenin geleceğine negatif etkisi yadsınamaz bir gerçektir.

    Erozan’ın hayatının sonuna kadar tutuklu kalacağı yer olarak Kayseri Bölge Cezaevi seçilmişti. Erozan, 1961’den 1964’e kadar bu cezaevinin 4 numaralı hücresinde kaldı. Ancak birçok arkadaşı gibi zamanla onun da sağlık sorunları baş göstermiş, bu sebeple “sürekli hastalık raporu” almıştı. Yerel hastaneden aldığı bu raporun Adli Tıp Kurumu tarafından da onaylanmasıyla tahliye edilme ihtimali belirmişti. Bu ihtimal, hakkında verilen sağlık raporlarını inceleyen Cumhurbaşkanı Gürsel’in onayıyla gerçeğe dönüştü ve Erozan tahliye edildi.

    Erozan tahliye edildikten sonra Kadıköy’e yerleşti. Bir süreliğine çalışma hayatının ilk yıllarında yaptığı öğretmenlik mesleğine geri döndü. Çamlıca ve Kadıköy Kız liselerinde tarih öğretmenliği yaptı. Serbest avukatlık faaliyetlerinde bulundu.

    Fenerbahçe’den Kopmadı

    Erozan cezaevinden çıktıktan sonra da Fenerbahçe ile ilgisini hiç kesmedi. Maçları tribünden izlemeye devam etti. Hakemi kastederek “neden bu siyahlıya Fenerbahçe forması giydirmediniz?” gibi sorular sorduğu rivayet edilen Erozan’a, Fenerbahçe’nin aldığı kötü sonuçlardan sonra taraftar tarafından “yeniden başkan ol” çağrısı bile yapıldı. İnönü Stadında 19 Eylül 1965’te oynanan ve Fenerbahçe’nin 2-0 kaybettiği Vefa maçı sonrası yapılan bu çağrıya “bizden geçti, görevi devrettik” diye karşılık veren Erozan, Fenerbahçe mali ve genel kongrelerini hiç kaçırmadı. Kulübün akil insanlarından biri olarak kimi zaman anılarını anlattı, kimi zaman da tavsiyelerde bulundu.

    1973 yılı mali kongresinde ortaya koyduğu öneri kırk yıl sonra hayata geçecek ve her yıl yapılan kongrelerde enerji kaybeden Fenerbahçe; başkanını, Erozan’ın önerdiği gibi 3 yılda bir seçmeye başlayacaktı. Erozan, Fenerbahçe yönetimlerinin eski başkanları bir araya getirip fikirlerine başvurduğu toplantılara katılmayı da ihmal etmeyecekti.

    Erozan tahliye olduktan sonra aktif olarak politika ile ilgilenmedi. 1974’e kadar siyasi yasaklı olarak kaldı. Bu tarihte kendisiyle birlikte 295 eski DP’linin siyasi yasaklarının affedilmesine rağmen politikaya girmedi. Kendi deyimiyle, “başına gelenlerden sonra politikaya girmek hatta bu kararı almak bile kolay değildi”. Bir “merkez sağ parti” geleneği olarak, DP’nin devamı olan Adalet Partisi’ne (AP) eski arkadaşlarıyla beraber üye olmasına rağmen aktif siyasete hiç girmedi. Siyasette gençlerin önünü açan hareketleri destekledi.

    Agah Erozan, Fenerbahçe’nin 23.Başkanı, 2 Eylül 1993 tarihinde İstanbul’da hayatını kaybetti. Zincirlikuyu mezarlığında toprağa verildi. Mezarı, ölümünden 34 yıl önce, bugünkü Türkiye Süper Ligi’nin ilk şampiyonluk maçında Galatasaray ağlarına giden Fenerbahçe’nin 4.golünden sonra bacaklarına sarılan ve o günden sonra Fenerbahçeli olan “Vecdi” adlı bir çocuk tarafından her yıl ziyaret edilmektedir.

    Fenerbahçe Başkanları – 1966

    Son Söz

    Agah Erozan’ın “Fenerbahçe’nin başına, kulübün toplumdaki etkisi ve popülaritesinden faydalanmak için iktidar partisi DP tarafından atanmış bir politikacı” olduğu; dönem ile ilgili bilgi veren kaynaklarda sıkça yer alan bir değerlendirmedir. Bu değerlendirmeye karşı çıkmanın tarihi gerçekleri reddetmek olacağı açıktır.

    Sadece bu dönemde değil, Fenerbahçe Spor Kulübü’nü yöneten iradeler çoğunlukla ülkeyi yöneten irade ile paralellik göstermiştir. Ancak okuduğunuz satırlarda da yer bulduğu gibi bu durum sadece Fenerbahçe’ye özgü değildir. 27 Mayıs gerçekleştiğinde İstanbul’un 3 büyük kulübünün de başkanı milletvekilidir.

    Kulüp başkanlarının ülkeyi yöneten siyasi parti bünyesinden olması aslında sadece partilerin değil kulüplerin de yarar sağlamayı amaçladığı bir “karşılıklı fayda” yöntemidir. Son tahlilde Agah Erozan DP’li bir politikacı olduğu için Fenerbahçe Başkanı olmuştur. Bugün ise tarih Agah Erozan’ı, Fenerbahçe’nin bünyesi ve yapısı hücuma müsaittir. Fenerbahçe’nin kendine has oyunu hücumdur” ve “Türkiye’de tanınmak neymiş, Fenerbahçe’ye başkan olunca anladım” diyen Fenerbahçe Başkanı olarak yazmaktadır.

    “Agah Erozan, hakemleri futbolcu zannedecek kadar futboldan anlamamaktadır”, “Yurtdışı deplasmanlarında ‘ekmek arası pastırma’ yiyecek kadar boğazına düşkündür”, “Agah Erozan, Fenerbahçe’ye başkan olmadan önce Galatasaray Lisesi’nde vekil öğretmenlik yaptığı için Galatasaraylıdır ” Agah Erozan ile ilgili dönem kaynaklarında yer alan ve bu satırların yazarınca hafif tabirle “haksız” olarak nitelendirilen değerlendirmelere rastlanmıştır. Öncelikle belirtmek gerekir ki Agah Erozan futboldan ve spordan anlamaktadır. Fenerbahçe başkanı olmadan çok önce maçlara gitmektedir. Hatta maçları izlediği tribün bile bilinmektedir. 1950’lerde, Fenerbahçe ile tarihi ve organik bağları olan semt, Moda’da oturmaktadır. Erozan, sadece futbolda değil amatör branşlarda da şampiyon bir başkandır.

    Günümüzde spor kulüplerine olan aidiyetin, bir siyasi partiye olanından çok öte bir üst kimlik tanımı olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla Agah Erozan için yapılan bu “haksız” değerlendirmeler dönemin siyasi atmosferinden etkilenerek yapılmışlardır. O atmosfer içerisinde “Fenerbahçe’ye bir karış toprak kazandırmadılar” denilen başkanların kazandırdıkları kupalar ve şampiyonluklar; bugün spor endüstrisi içerisinde Fenerbahçe’yi büyük yapan, kulüp ekonomisine katkı sağlayan ve sağlamaya devam edecek olan unsurlardır.

    Barış KENAROĞLU / Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Fenerbahçe Eşya Piyangoları

    Fenerbahçe Eşya Piyangoları

    Uzun yıllar sonra ve ilk kez dijital bir platformda düzenlenen Fenerbahçe Eşya Piyangosu’nun geçmişi 1933 yılına kadar uzanıyor. O tarihten bugüne bazı eşya piyangolarını  konu edindiğim bu yazıda; 1987 yılında kulüpte yaşanan gelişmeler dolayısıyla çekilişi sürekli ertelenen piyangonun ilginç hikayesini de okuyacaksınız


    1933 – Hediye Yekûnu 3.000

    1932 Yılında gerçekleşen Kuşdili yangınının yaralarını sarmak için düzenlenen ilk eşya piyangosundan günümüze gururla anılacak hikayeler kalmıştır. Geçtiğimiz günlerde bu hikayelerden birini sitemizde yayınlamıştık.

    1933 Piyangosu o dönemin şartları göz önüne alındığında kamuoyunda hayli ses getirmiş ve büyük ilgi görmüştü. Bu piyango için 100.000 bilet basılmıştı. Zeki Rıza’nın (Sporel) Milli Spor mağazasında satılan biletlerin fiyatı 50 kuruştu. Seyahatler, otomobil, motosiklet, bisiklet, oda takımları, dikiş, fotoğraf ve daktilo makineleri, elbiseler, yüzükler ile hediyelerin toplamı 3000’e ulaşmaktaydı. Piyango için kayda değer bir reklam kampanyası düzenlenmiş ve gazetelere ardı sıra ilanlar verilmişti. Piyangonun hediyeleri dönemin ünlü piyango gişesi olan Parmakkapı’daki Milyon Gişesi’nin önünde 3 Haziran’dan itibaren sergilenmeye başladı.

    Piyango 14 Temmuz Cuma günü Fenerbahçe Stadında yapılan atletizm yarışlarından önce çekilmeye başlandı. Basılan biletlerin yüzde 70’inin satıldığı açıklanan piyangonun ilk günü 1000 adet numara çekildi. Büyük ödül olan Chevrolet marka otomobili kazanan numara belirlendi. Geriye kalan 2000 adet talihlinin ertesi gün belirlenmesi ile Türk spor tarihini o güne kadar ki en büyük piyango organizasyonu tamamlanmış oldu.

    • Fenerbahçe Eşya Piyangoları
    • Fenerbahçe Eşya Piyangoları
    • Fenerbahçe Eşya Piyangoları

    1948 – 6 Odalı Villa

    1948 yılının eşya piyangosu biletleri Başkan Şükrü Saracoğlu ve Umumi Katip Muvaffak Menemencioğlu imzasıyla 1 liradan satışa çıktı. Biletler Zeki Rıza’nın (Sporel) Milli Spor mağazasından satıldığı gibi, Nimet Abla gişesinde de temin edilebiliyordu. 1933 Piyangosundan farklı olarak bu çekilişte 6 odalı bir villa büyük ikramiye olarak ilan edilmişti. Bunun dışında Dodge marka 2 adet otomobil, Ford marka kamyonet, 1948 Londra Olimpiyatlarına seyahat, motosiklet de verilecek ödüller arasındaydı.

    • Fenerbahçe Eşya Piyangoları
    • Fenerbahçe Eşya Piyangoları

    1970’lerde Dört Piyango

    1970’lerde Fenerbahçe 4 piyango düzenledi.

    1975 yılında 25 liradan satılan biletlerin üzerinde, Başkan Emin Cankurtaran ve Genel Sekreter Semih Bayülken’in isimleri vardı. 14 Haziran’da çekilecek piyangonun hediyeleri arasında 1 apartman dairesi, 20 Otomobil, bisiklet, motosiklet, televizyon, buzdolabı, yurt içi – yurtdışı seyahatler bulunuyordu.

    1976 yılı piyangosu, Fenerbahçe eşya piyangoları tarihinin fiyasko ile sonuçlanan tek piyangosu oldu. Yeteri kadar bilet satılmaması üzerine kulüp içerisinde bir “Eşya Piyangosu Tasfiye Komitesi” bile kuruldu. Bu komite, satılan biletlerin ücretlerini geri ödeme planını yapmakla görevliydi. Komite geri ödeme tarihlerini sürekli güncellemek zorunda kaldı. Tespit edebildiğimiz ilan edilen son geri ödeme tarihi 31 Ocak 1977’dir.

    1976’da yaşanan fiyaskodan sonra 1977 yılında piyango düzenlenmedi. 1978 yılında düzenlenen piyangonun duyurusu ise 3 Kasım 1978’de yapıldı. Bu piyangonun özelliği Fenerbahçeli futbolcuların kampanyada aktif olarak yer alması ve bu kapsamda Pamukbank Şişli Şubesi’nde bilet satmalarıydı. 1979 yılı piyangosu ise 10 Ekim’de çekildi. 0964 numaralı biletin otomobil kazandığı piyangonun en unutulmaz olayı Amigo Birol’un 300 liralık bilet satarak yöneticilerden ödül almasıydı.

    Fenerbahçe Eşya Piyangoları
    1975 Fenerbahçe Piyango Bileti Ön ve Arka Yüzü

    Bilet ile Ödenen Transfer Taksidi

    80’li yılların ilk piyangosu 22 Kasım 1981’de çekildi.  Tofaş marka Murat 131 otomobil, 5’er adet çamaşır makinesi ve buzdolabı piyangonun öne çıkan ödüllerindendi. Dikkati çeken nokta bu piyangonun ödüllerinin geçmiş çekilişlerde verilenlere oranla daha az olmasıydı. Çekiliş sonucunda otomobili kazanan talihli Nahit Kartal, ödülünü Adbullah Acar’dan almıştı. 5 Aralık 1982’de çekilen piyangonun ödülleri bir önceki yılın ödülleri ile aynıydı.

    1985 Piyangosu, Türk spor tarihinin en ilginç olaylarından birinin sebebi olarak tarihe geçmiştir. Başkan Fikret Arıcan imzasıyla satışa çıkan biletler 1000 Tl ile fiyatlandırılmıştı. Kampanya süresinde geçmişte olduğu gibi futbolcular aktif rol alarak, Şekerbank ve Garanti Bankası şubelerinde bilet satmışlardı. Piyangonun en ilginç olayı ise gazetelere “Böylesi Görülmedi” başlığı ile haber olan olaydı. Denizlispor’dan Mehmet ve Mahmut adlı 2 futbolcu transfer eden Fenerbahçe yönetimi, transferin son taksidi olan 1 milyon lirayı 1250 adet eşya piyangosu bileti göndererek ödemek istemişti.


    1987 : Kaos

    Fenerbahçe 1986-1987 sezonunda deyim yerindeyse kaosu yaşadı. Bir yıl ara verilen piyango bu sene yeniden düzenleniyordu. Dolayısıyla kaos, piyango organizasyonunu da etkiledi.

    Piyangonun planlaması yılın ilk günlerinde yapılmıştı. Piyasaya 1.000.000 adet bilet sürülmesi ve karşılığında 2 milyar lira gelir elde edilmesi hesaplanıyordu. Bu planlama çerçevesince şubat ayında piyasaya sürülen biletlerin üzerinde Başkan Tahsin Kaya ve Genel Sekreter Semih Bayülken’in imzaları vardı. 9 Nisan’da çekilecek olan piyango için gazetelere Mart ayında ilanlar verilmeye başlandı. Bu ilanlarda 30 adet Renault 9 otomobil, 5 adet Otoyol minibüs piyangonun ödülleri olarak sıralanıyordu.

    Arbede

    Fenerbahçe için 1987 yılının kaosa dönüşmesine 1 Nisan’da Samsunspor ile oynanan Türkiye Kupası maçı neden olmuştur. 0-0 Berabere biten maç sonunda Fenerbahçe kupadan elenmiş ve futbolcular arasında kavgaya varan arbedeler yaşanmıştı. Bu kavganın sonucunda TFF, 15 Nisan’da kararlarını açıklamış ve Fenerbahçe ilk 11’nin 6 oyuncusu; Abdülkerim, Hasan, Müjdat, İsmail, Sedat ve Zafer’i 3 ile 4 ay futboldan men etmişti. Fenerbahçe yönetiminin “katliam” olarak nitelediği bu cezalar sezonun geri kalanını kulüp için kabusa çevirecekti.

    Samsunspor maçından sonra çekilmesi planlanan piyango ise, o güne kadar satılan bilet sayısının azlığı nedeniyle ileri bir tarihe ertelendi. 6 As futbolcusunun cezalandırılmasının ardından genç futbolcuları ile mücadele vermeye başlayan Fenerbahçe futbol takımı, Mayıs ayının ilk günlerine kadar yaptığı üç maçta da sahadan başarısız sonuçlarla ayrıldı. 19 Nisan’da Boluspor deplasmanından 2-1’lik yenilgi ile dönüldü. 25 Nisan’da Kadıköy’de Zonguldakspor ile 0-0 berabere kalındı. 2 Mayıs’ta Sarıyer karşısında alınan 3-1’lik yenilgi ise adeta kazanın altını ateşledi.

    Stankoviç Gitti, Ercan Aktuna Geldi

    Kulüp içinde karışıklıkların başladığı günlerde Başkan Tahsin Kaya işleri dolayısıyla Ankara’daydı. Yüksel Günay’ın asbaşkan, Aziz Yılmaz’ın da yönetici olarak yer aldığı yönetim kurulu, Tahsin Kaya’yı futbol takımının sorunlarını görüşmek için İstanbul’a çağırdı. 6 Mayıs’ta gerçekleşen yönetim kurulu toplantısından sonra ilk somut karar teknik direktör Stankoviç’in görevine son verilmesi oldu.

    Futbol takımını sezon sonuna kadar Yılmaz Yücetürk ve Ercan Aktuna’nın çalıştırılmasına karar verildi. Toplantının yankıları birkaç gün sürdü. Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği demeçte Aziz Yılmaz: “Takımı bu hale taraftar getirdi. Seyircimiz cezalı futbolcuların yerine sahaya çıkardığımız gençleri beğenmiyor. Aleyhte tezahürat yapıp, takımın moralmen çökmesine neden oluyor.” diyerek, taraftarı suçladı.

    Muhalefetin önde gelen isimlerinden Ali Şen ve Cevher Özden ise yönetime suçlamalarda bulunuyorlar ve Tahsin Kaya’yı “Kulübün en büyük talihsizliği” olarak niteleyerek, istifa çağrısı yapıyorlardı. Tahsin Kaya da bu çağrıya görevi devraldığı zamanki kulübün kötü durumunu hatırlatarak “Fenerbahçe Haliç gibiydi” karşılığını veriyordu.

    Yönetim Dağılıyor

    9 Mayıs’ta Kadıköy’de oynanan Ankaragücü maçında alınan 1-1’lik skor, yeni hocası ile yeni bir sayfa açmak isteyen Fenerbahçe’nin planlarını alt üst etti. Maçtan hemen sonra açıklama yapan Başkan Tahsin Kaya: “Taraftarlarımıza metanet (sabır) diliyorum, seneye şampiyonlukları yakalayacağız” diyerek ortamı sakinleştirmeye çalıştı. Bu açıklamaya rağmen kriz hafiflemiyor, yönetim kurulu üyesi Ali Ergenç “Bu yönetim Fenerbahçe’ye hizmet edemez” açıklamasını yaparak görevinden istifa ediyordu.

    Başlayan yönetim krizi yeni kararların alınmasına yol açtı. Genel Sekreter Semih Bayülgen istifa etti ve görevini Aziz Yılmaz’a bıraktı. Krizin devam ettiği günlerden 12 Mayıs’ta açıklama yapan Asbaşkan ve Basın Sözcüsü Yüksel Günay:  “Fenerbahçe kulübü 80 yıllık yaşamının en kritik ve ağır şartlarını yaşamaktadır. Yönetim kurulumuz bu nedenle bütün imkanlarını en iyi şekilde değerlendirip yeni sezonda Fenerbahçe’ye yakışır şekilde tüm branşlarda şampiyonluk iddiası ile yarışacaktır. Yönetim kurulumuz Başkan Tahsin Kaya’ya güvenerek ve inanarak çalışmalarını sürdürecektir” açıklaması ile adeta sorumluluğu Tahsin Kaya’ya bırakıyordu.

    Aynı gün eşya piyangosunun 19 Mayıs’a ertelendiğine ilişkin ilan gazetelerde yayınlandı. Kulübün ve takımın içinde bulunduğu durum, piyango biletlerinin satışını doğrudan etkiliyordu. Satışların artması için büyük ikramiye olarak lanse edilen Renault 9 marka otomobil Eminönü Meydanı’nda sergilenmeye başlıyordu.

    Gruplar Devrede

    Fenerbahçe futbol takımı, 16 Mayıs’ta İnönü Stadı’nda oynanan Beşiktaş maçında sahadan 4-0’lik yenilgiyle ayrıldı. Bu skorla Beşiktaş şampiyonluğa bir adım daha yaklaşmış oldu. Maçın ardından muhalif gruplardan olan Memduh Eren liderliğindeki “Fenerbahçeliler Grubu” mali kongrede usülsüzlük yapıldığını öne sürerek mahkemeye başvuruyordu. Piyango organizasyonu da bu kaos ortamından nasibini alıyor ve çekiliş 30 Ağustos tarihine erteleniyordu.

    Beşiktaş yenilgisinden sonra yeni teknik direktör Yılmaz Yücetürk’e olan inancını yitiren yönetimin, Galatasaray’dan ayrılması gündeme olan Derwall ile ilgilenmeye başladığı gazetelere yansıyordu.

    Fenerbahçe ligin son haftalarında artık kanıksanmaya başlanan kötü skolarla sahadan ayrılmaya devam etti. 24 Mayıs’ta Kadıköy’de oynanan Altay maçı 2-2’lik beraberlikle sonuçlandı. Maçın ardından yükselen tansiyon yönetim tarafından peşi sıra açıklanan transferler düşürülmeye çalışılıyordu. Fenerbahçe yeni sezona Altay’dan Erdi, Ankaragücü’nden Durmuş, Rizespor’dan Hakan ile güçlendirdiği kadrosu ile başlayacaktı. Bu isimlerden Hakan’ın (Tecimer) transferi planlandığı gibi gelecek yıl gerçekleşmeyecek, Hakan 1988-1989 sezonunda takıma katılacaktır.

    Aynı günlerde Rıdvan’ın (Dilmen) Galatasaray’a transfer olduğu haberleri çıkıyordu. Rıdvan, Galatasaray’a transferi bu kadar yakınken Fenerbahçe’ye katılacak ve sonraki yıllarda Fenerbahçe efsaneleri arasında yer alacaktı. 6 Haziran’da oynanan ligin son maçında Fenerbahçe Kocaelispor’u 2-1 yenerek, rakibini 2.Lig’e gönderiyor, maçın Kocaelispor’a bırakılacağına ilişkin çıkan söylentilere karşılık 2 ay sonra ilk kez galip geliniyordu.

    Minibüs

    Fenerbahçe için kaos olarak nitelenen bu sezon Galatasaray’ın 14 sene sonra şampiyon olduğu sezon olarak tarihe geçti.  Sezonun sonuna yaklaşılırken şampiyonluk ipini göğüslemesine kesin gözüyle bakılan Beşiktaş, ligin bitimine üç hafta kala, Malatyaspor deplasmanında beklenmeyen bir yenilgi aldı ve Galatasaray ile puanlar eşitlendi. Sonraki hafta 31 Mayıs’ta Beşiktaş, kendi sahasında Denizlispor ile yaptığı maç 1-1 sona erdi ve Galatasaray’ın galibiyetiyle son haftaya Galatasaray bir puan önde girdi. Son hafta iki takım da maçlarını kazanınca Beşiktaş’ın, şampiyonluğu kaybediş öyküsü de yazılmış oldu.

    1987 Piyangosu futbol takımının aldığı sonuçlarla kaosa dönüşen sezonun sonunda bir kez daha ertelendi. Son kez ertelenen tarih 1 Ekim’di. Bu tarih aynı zamanda çekilişin yapıldığı tarih oldu. Piyangoya ödül olarak konulan 5 minibüsten sadece biri satılan biletlere isabet etti. Minibüsü kazanan talihlinin ödülünü kulübe bağışlamasıyla birlikte piyangonun ödülü 5 minibüs kulüp tarafından satışa çıkarıldı.


    1989 : Piyango Fenerbahçe’ye Vurdu

    Hikayesini yukarıda anlattığımız 1986-1987 sezonu gibi 1987-1988 sezonu da Fenerbahçe için kötü sonuçlanmıştı. Takım sezonu 8. sırada bitirmiş ve camianın sabır eşiği kırılmıştı.

    Yeni sezon öncesi Fenerbahçe yönetimi önemli transferler gerçekleştirdi. Başkan Tahsin Kaya ve futbol şube sorumlusu, geleceğin başkanı, Metin Aşık, Alman Milli Takımı kalecisi Toni Schumacher’in transferini bitiriyor, bu transferin yankıları ülke sınırlarını aşıyordu.

    Aynı dönemde Sakaryaspor’dan Oğuz ve Aykut da transfer ediliyor, takımın başına da Todor Veselinoviç getiriliyordu. Fenerbahçe’nin fırtına gibi estiği bu sezonda eşya piyangosu biletleri 5.000 liradan satışa çıktı. Çekiliş tarihi olarak 19 Mayıs belirlense de, çekiliş 19 Ağustos’a erteleniyor, ödül olarak konulan 5 adet ev ve 10 adet otomobilin tamamının satılmayan biletlere çıkması, basında “Piyango Fenerbahçe’ye vurdu” başlığı ile haber oluyordu.


    1996

    Ali Şen’in başkan olmasıyla futbol takımının 6 yıl aradan sonra şampiyon olduğu 1995-1996 sezonunda piyango organizasyonunu yönetim kurulunun muhasip üyesi Mehmet Ali Aydınlar üstlenmişti.  Daha önce yaşanan ertelemeler göz önüne alınarak çekiliş tarihinin 30 Ağustos olarak belirlendiği piyangonun biletleri 500.000 liradan satışa sunulmuştu. 150 Milyar lira gelir beklenen piyango için basılan 400.000 biletin 326.000 adedi piyasaya sürüldü ve çekilişin yapıldığı 30 Ağustos tarihinde yetkililer 142.000 biletin satıldığını açıkladılar. Elde edilen 71 Milyarlık gelir, kulübün hedeflediğinin yarısıydı.


    Yüzüncü Yıl Eşya Piyangosu

    2007 yılında 100. yaşını kutlayan Fenerbahçe’nin yaptığı bir çok değerli organizasyondan biri de eşya piyangosu düzenlemek oldu. 28 Nisan’da çekileceği açıklanan piyango biletleri 10 yeni lira fiyatla ve üzerinde  Başkan Aziz Yıldırım ve Muhasip Üye Murat Özaydınlı imzasıyla satışa çıktı. Toplamda 3 daire ve 11 otomobilin ödül olarak yer aldığı piyango, 11 yıl aradan sonra kulübün düzenlediği ilk piyangoydu. Bu piyangoyu diğerlerinden ayıran en büyük özellik, yenilenen stadyumdan 326 adet kombine biletin de ödüller arasında yer almasıydı.


    2021 : İlk Dijital Piyango

    2007’den sonra yapılan ilk piyango organizasyonunu diğerlerinden ayıran özelliği, dijital biletlerin satışının www.nesine.com üzerinden yapılıyor olması. Linke tıklayarak satın alınabilecek piyango biletlerinin bedeli ise 5 tl olarak belirlenmiş durumda. Bugün itibariyle satışa sunulan biletlerin yarısının satıldığını, satışın yapıldığı web sitesinde yer alan sayaçtan anlıyoruz.

    Barış KENAROĞLU


  • Namık Sevik

    Namık Sevik

    Pazar gününü buram buram hüzün kokan bir yazıyla geçirmek istemeyebilirsiniz ama o yazıyı İslam Çupi yazdıysa başka olur… Namık Sevik 21 Ağustos 1986 tarihinde bu dünyadan ayrıldı. Arkasında muhteşem bir gazetecilik kariyeri ve bir o kadar muazzam bir özlem bıraktı. İşte İslam Çupi, onun ölümünden 8 sene sonra bu özlemi anlatıyor. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sazlar Çalınır Çamlıca’nın Bahçelerinde

    Üsküdar Kısıklı’dan Çamlıca tepesine doğru kıvrıla kıvrıla çıkan eski İstanbul yeşillikleri, yine aynı güzargahta, bu kentin efendilik, çelebilik imbiğinden geçmiş bir yığın renkli hayatlarına, sofa ve oda kapılarını gıcırtılarla açan, bahçeli, ahşap binalar ve köşkler, dükalığa kurulmuş bir cinayet şantiyesinin dev palet bıçaklarına, adı her gün “Doğa” olan çocuğunu, bu dişlilerin iştahına doğru fırlatıyor.

    Kısıklı’da bir nihaventin tanbur sesi olan, eski İstanbul akşamları, İcadiye’de flurya, saka, ispinoz ve de bülbül olan Türk sanat müziği seansları, en tepelerde “sazlar çalınır Çamlıca’nın bahçelerinde” diye anlık enstrümanların sesleri, grayder ve loderlerin mekanik naraları altında, gittikçe etkisini kaybetmekte ve duyulmaz bir çığlık olmaktadır, sonunda…

    Kısıklı, İcadiye ve Çamlıca, yeşile düşman olmuş, para karşısında, tüm güzel eski yapraklarını dökerken, devlet köstebeği karayolları da, TEM’in asfalt damarlarını bu emsalsiz tabiatın en ücra köşelerine sokmamak için, yüzeyi çelik ve betondan bir viyadük ve tünel bombardımanına tutmaktadır.

    Çamlıca tepelerinin az düşmüş metreli eteklerinde eski İstanbul’u, o tabiat harikası İstanbul’un en güzel günlerini yaşamış insanlarına, uzunluğu hiç kesilmeyecek bir uyku için, topraktan yatak olan Çakaldağı mezarlığı, ölüler rahmetine kurulmuş bu yörenin son yeşilliğidir belki de, artık…

    Namık Abi’nin Evi

    Boğazdan kopup gelen her tür isim ve hızdaki rüzgarlara karşı, seksen yıllık yeşil bağrını olanca korumasızlığı içinde açan Çakaldağı mezarlığı, etrafını çepeçevre dolanmaya hazırlanan TEM’in tali yollarının karşısına, iri çamların, iğne yapraklarını teker teker sivrilterek, çoktan kaybedilmiş bir İstanbul savaşının son cephesini oluşturmaktadır, güya…

    Çakaldağı mezarlığının alçak taşlı girişine varıp, adeta betonlaşan toprak yokuşun sağına kaykılıp, 50 metre yürürseniz, yine yönü sağa rastlayan, damı selvili, çevresi yabani otlu, betonarmesi beyaz mermerli, küçük ve şirin, adresi dünyevi değil, uhrevi bir eve rastlarsınız.

    Bu evde 8 yıldan beri, Türk basınının saygın isimlerinden ne kadar insan olunabilecekse o denli insan, ahlakta, beyefendilikte, çelebilikte, güzellikte bir doruk oturmaktadır ; Namık Sevik.

    Bu kentin ve eski Bab-ı Ali’nin son İstanbullularından biri olan Namık Abi, tüm mekan ve insan kavramları, yeni terzi ve mimarlarca ters yüz edilip tanınmaz hale getirildikten sonra, bu dükalığın adam prototipi ile birlikte, bir mezbele konumundaki yerlerini de terk ederek Çakaldağı’ndaki küçük evine sığınmıştır, ebediyyen…

    Yeldeğirmeni’nden Kaçanlar

    Yeldeğirmeni, ne Namık Abi’nin doğumundaki çocuklukta olduğu kadar yeşil ve gürültüsüzdür şimdi, ne de oyun alanları ve çeşitli ağaç tepeleri ile o dönemlerde bulunduğu kadar yaramaz…

    Ağaç doruklarından oksijen oksijen bakılan o alçak evli semt, katları göğe doğru yapılmış yüksek apartmanları, asfaltlanmış caddeleri, otomobil sirenlerince bir İsrafil borusuna çevrilmiş gürültüsü ile, Sevik’in çocukluğundaki asudeliğin çok uzağındadır şimdi…

    Semih Bayülken de kaçmıştır Yeldeğirmeni’nden, Memduh Eren de, hatta hatta, semtin sembollerinden hırsız Semai de terki diyar edip başka bir adrese sığınmıştır, Kadıköy’de…

    Yeldeğirmeni’ndeki bütün Ermeni ve Rum meyhanelerinin kadehleri kırılmıştır.

    Sırtındaki omuzluğu ile Silivri’nin en kaymaklı yoğurdunu bağırarak mahalle arasında satan Mestan Ağa, yaptığı sakız gibi dondurmayı, bakır bakracını, dut ağacından olma tahta korunağına sardığı kar beyazı havlularla örtüp satan esnaf, eski İstanbul kartpostallarında kalmış anı insanlardır, artık…

    O yaz bayramlarında, semtin güneşi çabuk inen yerlerinde kurulan açık hava cambazhanesi, palyaçosu, çığırtkanı, telde ürkek ürkek hava adımı atan cambazı, etrafında çeşitten birbirine vuran kalabalığı ile, eski takvim yapraklarına sarılmış bir yalancı dolmadır, artık Namık Abi…

    Süreyya Sineması ötesi bir yeşiller ülkesi olan Moda ve burnu, o İtalyan ve Rum azınlıkların oturduğu aşı boyalı, geniş bahçeli, tahta köşkler, sahipleri ile birlikte tepeden Marmara’ya “denize inen sokak” çaresizliği içinde yuvarlanıp kaybolmuşlardır, İstanbul ve senin için…

    Moda’dan Fenerbahçe’ye… Gidenler…

    Basının fıkra devi Falih Rıfkı Atay, Türk hikayeciliğini köyden alıp içine İstanbul sokan Haldun Taner, futbolumuzun ilk esatiri kahramanı Zeki Rıza artık ne Moda’nın aristokrasisini selamlayabilmekte ne de mağrur adımları ile yaşadıkları semte bir kundura şerefi verebilmektedir.

    Fenerbahçe burnunun orta kuzeyinde en güzel kumunu yığan aynı isimli plaj, kendisine bir 50 yıl yelpaze zerafetinde vuran dalgaların efendiliğinden pek sıkılmış olacak ki, tahta kabinleri, trampleni, küçük şarpileri, kum şemsiyeleri ve gişesi ile birlikte o kıyıdan koparak, başka bir dünyaya göçmüşlerdir.

    Senin, bana, İstanbul’a ve sevdiklerine yaptığın gibi, Namık Abi…

    Todori meyhanesinin bir masasında Selahattin Pınar’ın mızrabında bir İstanbul nihavendi olup, etrafı helezon helezon esir alan deruni musiki bugünlerde susmuş, rakı hayalhanesinde tiyatro oyunculuğunu bir mizah mitralyözü yapan Vahdi Ersin ve Salih Tozan gibi komedi sanatçıları, repliklerini bitirip bir dönülmez yolculuğa çıkmışlardır, belki de…

    Bab-ı Âli de Bitti

    O eski Kadıköy vapur iskelesi de, o kadar sıcak insan ve terbiye kokmaz artık, Namık Abi…

    Vapurlar ne gelin duvağı beyazlığında ne de Marmara İstanbul’un en mavisi değildir. O lüks mevki, o güzel insanlarla birlikte Kadıköy’ün hayatının içinden çıkmışlardır, şimdi.

    O Karaköy meydanının sağından, insanları Cağaloğlu’na bırakan, ne tarihi Amerikan arabaları kalmıştır yollarda, ne de şöförlerin adam başına istedikleri 25 kuruşluk ücret…

    Bab-ı Ali de bitmiştir şimdilerde. Ne üçüncü hamur kağıtlı bir bobin ne yuvarlanır dar sokaklarında, ne de bodrumda dev bir rotatif bütün Türkiye’yi merdanesine alıp çevirir.

    Çıkacaksan eğer Cağaloğlu’na Namık Abi, bundan sonra zahmet etme…

    Yalnızlığı seyredersin sadece…

    Çakaldağı Mezarlığı’ndaki Ev

    21 Ağustos’ta birlikte geleceğiz Çakaldağı mezarlığındaki sizin eve Namık Abi…

    Bizi nasıl karşılayacaksın, bilmiyoruz…

    Belki öfkeli, belki biraz kırık ya sevecen ya da okyanus suları kadar çok hoşgörüyü üstümüze dökerek, kirlenmiş vücutlarımızı bir güzel yıkayarak…

    Şikayet edeceksin bizi… Belki tanrıya, belki ondan öte bir makama…

    Ne yaptınız İstanbul’a” diyeceksin. Oradan atlayacaksın basına.

    Bu kadar yalan dolan, bu kadar mübalağa ve tevzirat, hocanız kim oldu ki, evladım.” Cevap veremeyeceğiz, yüzümüze mahcubiyet denen kırmızının en belirgin tonu oturacak, sana değil, toprağa bakacağız, birlikte…

    Bu bir kucaklama, algılama, bu dünyayı sıfır meridyenden ufuk ucuna kadar kavrama becerisidir.

    Kimse senin kadar büyük olamadı Namık Abi… Ne İstanbul için, ne Bab-ı Ali için…

    İkisi de üzerimize yıkıldı. Esas toprağın altına giren siz değil, bizleriz…

    Hem de hala canlı imişcesine roller yaparak…

    İslam Çupi – 31 Temmuz 1994 / Milliyet Fiesta


    Not : IslamCupi.org adresini ziyaret etmeyi unutmayın. Üstadın birbirinden leziz yazılarını toplu halde orada bulabilirsiniz.