Etiket: Sermet Muhtar Alus

  • Anadolu Yakası Köşkleri

    Anadolu Yakası Köşkleri

    Taha Toros arşivinde, Sermet Muhtar Alus‘un muhteşem bir yazı dizisine rastladık. Özellikle o dönemlere ilgi duyanların severek okuyacağı “Anadolu Yakası Köşkleri” dizisine kapak fotoğrafı olarak da rahmetli Başkanımız (ve bugün vefatının 48. sene-i devriyesini idrak ettiğimiz) Hacı Bekir zade Ali Muhiddin Bey’in fotoğrafını seçtik. Nazlı İmre Hanımefendi’ye bu müthiş fotoğrafı ve birçok başka belgeyi bizimle paylaştığı için tekrar sonsuz teşekkür ediyoruz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Anadolu Yakası Köşkleri

    Kadıköyü’nden Moda’ya doğru, deniz kıyısından Mühürdar caddesi takip edilip eski Mühürdar gazinosunun önünden sapılınca, yüksek duvarlar arkasında Şeddadî bir bina göze çarpar. Bahçesinin o sokakta, sahil tarafında birer kapısı, Moda caddesinde de cümle kapısı vardır.

    Mısır fevkalâde komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın oğlu (Babı seraskerî piyade dairesi reisi sanisi ve yaveranı hazreti şehtiyarîden ferik), esbak Hidiv İsmail Paşa’nın kızı prenses Nimet’in kocası Mahmut Muhtar Paşa’nın kasrı idi.

    Şahsa mahsus ikametgâhların arasında ilk olarak damında paratoner, içinde birçok hizmetçi ve uşak, Avrupakâri ahırında halis kan, yarım kan İngiliz atları, kıymetli Arap kısrakları bulunurdu.

    Paşa o zamanın parlak erkânı harblerinden, Almanya’da tahsilli, Galatasaray Lisesi’nin de eski güllecilerinden ve bazululanndan idi. Kışın banyoda üstü buz tutmuş suya girer, soğuk alıp öksürük möksürük, hattâ nevazil olup aksırık maksırık yanına hiç yaklaşmazmış.

    Meşrutiyetten sonra Bahriye Nazırı, Balkan harbinde kolordu kumandanı, umumî harbden önce Berlin büyükelçisi olmuştu.

    Moda caddesinin ilerisinde, granit taşından kale gibi çıkılmış, topla yıkılmaz, heybetliliğinden yana eşi bulunmaz bina, mabeyinci Ragıp Paşa’nın biraderi Arif Paşa’nındır. Evlâdiyelik denilemez. Zira orada yol geniş; istimlâk mistimlâk bahis mevzuu olmayacağı için ahfadiyeliktir.

    Boy posça hemen hemen ikize andıran oğulları, tüysüz tüzsüzlüklerinde, brik faytonda yan yana, doru kadanalarına tırıs tutturarak havalide çarh çevirirler, bey bey gezip tozarlardı.

    Bahariye caddesinde, (Maiyeti seniye erkânı harbiye müşürü), Müzei hümayun müdürü Hamdı Bey’in damadı, Trabzonlu Abdullah Paşa’nın köşkü beş altı sene evvel yıktırıldı, arsasına Kadıköy Halkevi yapıldı.

    Von der Goltz Paşa Türkiye hizmetine girip Harbiye mektebine müfettiş olunca o zaman kaymakam bulunan Abdullah Bey’i tercümanları arasına katmış. Ya adını beceremediğinden ya da kendine daha kolay geldiğinden Abdila dermiş. Bundan ötürü olsa gerek, Balkan harbi sıralarında bazı Alman gazeteleri, Şark ordusu kumandanından bahsederken Feld Mareşal Abdila deyip durmuşlardır.

    Altıyol ağzından Söğütlü çeşmesi tarikile Kuşdili’ne gelelim. Derenin üstündeki köprüden geçince sola Ziverbey yokuşu gelir.

    Bu zat Abdülâziz’in mabeyincilerindenmiş. Oraya adının takılması, köşkünün yokuşun başında, köşede bulunmasından. Koskoca bahçesi şimdi duvarları harap, ağaçlarının ekserisi kurumuş, her tarafını otlar bürümüş, âdeta bir yangın yeri halindedir.

    Buraya sonraları Acem’in köşkü denirdi. Satın alan cevahir taciri ve Karun kadar zenginlerden. Büyüğü 45’lik, zifiri siyah sakallı; küçüğü 35’lik, ağzına fare almış gibi kara bıyıklı. İkisi de Karagöz’de meşhur (Bahçe oyunu)ndaki mirzalarvari zevku safa düşkünü idiler. Yağız beygiri muhteşem faytona kurulurlar, Fenerbahçe piyasalarında dört dönerlerdi.

    Ziverbey yokuşunun başından Kuyubaşı’na doğru yürüyünüz. Biraz gidince sağda, bahçe içinde, gepgeniş cepheli, yıllardan beri pancurları sımsıkı kapalı, içinden ses sada duyulmayan köşk kimin dikkatini çekmez? Acaba tekin değil mi? İyi saatte olsunların mekânı da o sebeple mi oturanı, kira ile tutanı yok diye kim şüpheye düşmez?

    Abdülhamid’in ikinci esvapçısı İlyas Bey’in köşküydü. İlyas Bey saz benizli, kaytan bıyıklı; sırtından kışın Salisbori biçiminde palto; güzün pelerinli makferlan, yazın da kolundan ipek astarlı pardesü düşmez. Biniciliğe meraklı olduğundan arada bir kısacıcık ceket, dapdaracık külot, pırıl pırıl getrlerle, Arapkârî saçaklı, püsküllü başlık, palan, haşa vurulmuş şeceerli Arap kısrağına binip, hayvanı oynata oynata, kişnete kişnete mesireleri boylardı.

    İlyas Bey’in köşkü geçilince etrafı çitle çevrilmiş, bir kat üstüne, kâgir, damı basık bir binaya rastlanır. Tiyatrosu komik Kel Haşanın aile ocağı.

    Hasan pek gençliğinde, daha sahneye çıkmadan önce, ağabeyi Hacı Fitil ve kız kardeşlerile beraber orada oturur, semtinde süt, yoğurt satar; akşamları kapı önlerine seccade yayıp toplanan konu komşunun yanlarına gelerek tuhaflıklar eder; yaz ramazanı geceleri de bahçesine perde kurup çoluk cocuğa Karagöz oynatırmış.

    Kızıltoprağa sapan yolun köşesindeki köşk Bahriye livalarından Hüseyin paşanındı. Yana, gerilere uzanan bahçesi âdeta çiftlik: Koyunlar, keçiler, inekler, öküzler; tavuk, ördek, kaz sürüleri. Hepsi yayılmış: kimi otluyor, kimi gübreleri eşeliyor, kimi su doldurulmuş çukurlara dalıp duruyor.

    Hoş tarafı, bu mahlûkatın çobanlığını iki haremağasının edişi. Arapcıklar sanki çekirdekten yetişme çoban; yalnız kavalları eksik. Ellerinde sırık, sürülerin arkalarından koşarak (büüüvt) diye bağrışırlar, iki parmağı birleştirerek ıslık çalışlar; gehgehler, bili bililer…

    Zatı şerif bunlardan Cevher adlısını Maarif Nazırı Zühtü Paşa’ya satmış, ağacağız yeni efendisine kapılandıktan sonra başka konaklardaki emsallerinin hepsinden rabıtalı olmuştu.

    İleride — şimdi rengi, ruyu kaldı mı bilmem —, kavunî boyalı, kunik yapı kilercibaşı Osman Bey’indi.

    Serkilârî, Sultan Hamid’in göz bebeklerinden. Hünkâr nezdinde bir dediği iki olmaz kanaatile mazul valiler, mutasarrıflar, defterdarlar Osman Bey’in saraydaki dairesine mekik dokur, (evet efendim, sepet efendim)lerle hulûs çakar, şefaat dilerlerdi.

    Şehremini Rıdvan Paşa öldükten ve Göztepe’deki köşküne Lûtfi Ağa’nın oğlu, mabeyinci Faik bey yerleştikten sonra merhumun haremi bu köşkü satın almıştı.


    Geçen yazıda Moda’dan ve Kuşdili’nden Kızıltoprağın kuyubaşma gelip karşıtça bakarken, Acıbadem’e kadar göz kaydırmıştık. Şimdi de Yoğurtçu’dan yukarıya doğru yolu tutalım.

    Derenin başında, parkın köşesindeyiz. 40 yıl evvel akşamları, mehtaplı geceler, karşısındaki çayırda yayaların, önündeki derede sandalların vızır vızır piyasa ettikleri, keyifliliğine doyulmaz; durgun havalarda da yakınındaki denizin iyot kokusundan durulmaz köşk, Şehremini Rıdvan Paşa’nın biraderi, birinci ferik Reşit Paşa’nındı; daha doğrusu, Hasırcıbaşılar ailesinden olan büyük haremine aitti.

    Bu zat (Babıseraskerîde Divanı harbi mahsus müddeiumumisi) idi. Gezip tozmaktan, mesirelere devamdan hoşlanırdı.

    Kalender mizaç; köşkünde şatafatlı araba, fıstık gibi beygirler bulundurmaz; Kadıköyü’nün bir kira, faytonuna atlar, şipşak Fenerbahçe’yi boylar. Hoppa bir hanımla işmara mişmara girişmesi yüzünden müşir Fuat Paşa ile arasının şeker renk oluşu, hattâ Fenerbahçe’de işi marazaya kadar vardırışları meşhurdur.

    Yoğurtçu köprüsünü geçtik, Kızıltoprağa doğru yürüyoruz. O vakit bu köprü tahta olduğundan caddenin adı Tahta Köprü Caddesi idi. Hâlâ da öyle ya.

    Kızıltoprak’ta, bugünkü (Kadıköy kız Ortaokulu) nu, daha Maarif Nazırı olmadan Nafia Nazırı iken Esseyid Ahmet Zühtü Paşa yaptırmış. Evvelce aynı noktada, yine o büyüklükte, havai mavi boyalı köşkü varmış. Kazaen içinden ateş çıkarak (galiba bir düğüne gidilmiş de halayıklar odada ateş dolu ütüyü bıraktıkları için) kapı kapamaca yanıp kül olmuş.

    Şimdiki köşkte kerimelerinden birine ve mahdumlarından Zahit Bey’e yapılan velime cemiyetlerinin şaşası tarifle bitirilememiş, yine kerimelerinden birinin ve mahdumu Asım Bey’in civan yaşta ölümlerine yanmıyan kalmamıştı.

    Büyük kızı hanımefendinin en son modayı takibederek fevkalâde mükemmel giyinişine, su gibi Fransızca konuşuşuna akran ve emsali gıptada idiler. Şu rivayet herkese yayılmıştı:

    Cuma ve pazarın gayri, yani tenha bir günde misafirlerle Fenerbahçe’ye gitmiş. Ağaç altında oturmuşlar; kâğıt helvası, mağıt helvası yerlerken misafir hanımın biri şemsiyesini istiyecek olmuş. Kira faytonunda aramağa giden matmazele, köşk sahibi hanımefendi hemen seslenmiş:

    — Dans la voiture de madame Kiazim!

    Bir Parisli konteste de aksan olursa bu kadar olur.

    Mektebi Sultanî ve Mektebi Mülkiye’nin parlak mezunlarından, o zamanlar Bükreş sefiri, Meşrutiyetten sonra Cihangir’de kaza kurbanı olan merhum Kâzım Bey’in refikasıydı.

    Ihlamur’dan hat boyuna çıkan, bugün Hasan Amir sokağı denilen yola, orada maruf pirinç tüccarı, Hasan Amir merhumun köşkü bulunduğundan ötürü bu ad takılmıştır.

    Sabık devirde Altıncı daire müdür muavini, Terkos su şirketi komiseri, rütbei ülâ ricalinden olan bay Tevfik Amir Kocamaz dayımız (Rabbim daha yıllarca kocatmasın), Haşan Amir efendinin oğlu; zarafet ve meclis ârâlığına uyar olmıyan bayan Lebibe Amir teyzemiz de büyük kızıdır.

    Pek çok zevat bay Tevfik Amir’in zekâsını, mirkelâmlığmı dillerinden düşürmez, içlerinde Mektebi Sultanî’nin 1306 senesindeki tevzii mükâfatında bulunanlar:

    — Fiyangolu kurdelâya bağlı diploması elinde, cilt cilt mükâfatlar koltuğuna sığamaz olmuştu, derlerdi.

    Buranın tam bitişiğinde, Taşçızade Hakkı Bey’in köşkü vardır. Gerek hazretin, gerekse ileride bahsedeceğimiz kardeşi Hilmi Bey’in melek haslet ve ashabı nezaketten oldukları cümlece müselelmdi.

    Oğlu bay Memduh, çift yağız beygirli faytonuna binerek, delikanlı çağında mahçup mahçup, edep ve erkân kollaya kollaya mesirelere gelir; kim olduğunu bilenler: (Elveledü sinyı ebi) yi bilmiyenler de “Aman ne kibar, ne terbiyeli delikanlı; gün görmüş, yaş yaşamışlar kadar ağırbaşlı”yı yapıştırırlardı.

    Aynı yolun biraz ötesinden kıvrılınca tren hattına karşı, mevcutların arasında ilk olarak (Arnuvo) tarzında yapılmış, kuş kafesi gibi cicili bicili, ne battal boyda, ne sefertasıvari, tam kararındaki köşk, hâlâ kendisi de, mihrabı da yerinde, olduğu gibi duruyor.

    Posta ve Telgraf Nezareti fen müşaviri, fabrikatör Raif beyindi.

    O devirde, malûm a, çorap, trikotaj, ıtriyat, nikelâj, cıvata, rakı, şarap ilh… fabrikaları yok; Raif Bey’den başkasında o ünvanı arama.

    Çok kimse (pavrikator) deyip durur, kereste fabrikası işlettiğini bilmezdi.

    Kızıltoprak’tan Feneryolu’na gelirken solda, yüksek duvarlar ve ağaçla; arasında koca bir dam hâlâ gözükür Sırbiya ve Rusya muharebeleri ordu kumandanlarından, son demlerinde (Selâmlık resmi âlisi) ne memur, Sultan Mahmut türbesi bahçesinde medfun Ahmet Eyük Paşa’nın köşkü.

    Paşa, erkanı harblikten yetişme muktedir, temkinli bir kumandan dürüst, namuslu bir adam olarak tanınmıştır. Kelâmı kıtmış. Bazılarınca serdarı ekrem Abdülkerim Paşa’ya atfedilen şu fıkra meşhurdur:

    Sırp harbinde bir akşam çadırında oturuyormuş. Maiyetindeki birçok paşalar, beyler de karşısında. Saatler geçmiş, gecenin yarısı olmuş. Dilini kıpırdatan, tek kelime söyliyen yok ortalık suspus, kör girse kaç kişi çiyniyecek.

    Nihayet karşısındakilerden biri, süklüm püklüm:

    — Emir buyururlarsa fazla tasd etmeyip gidelim! deyince Paşa demiş ki:

    — Ne oldunuz yahu, tatlı tatlı konuşuyorduk!

    1898’de, Yıldız’da, şehzadelere yapılan sünnet cemiyeti sıralarında re simli mecmualar bir fotoğraf neşret mişlerdi:

    Sırmalı üniformalar içinde, elmaslara pıtrak (Hanedanı Âli Osman) nişanı göğüslerinde bacak kadar (civanbaht)lar. Gurupun sağında, solunda da onlardan kabaca, yüzbaşı elbiseli, yaver kordonlu, gene göğüsleri nişan ve madalyalarla donanmış iki mürahik, (yani henüz bülûğa ermemiş çocuk).

    Bunların biri Serasker Rıza Paşa’nın küçük oğlu Ziya bey, öbürü de Ahmet Eyüp Paşanın Fuat idi ki sonra hünkâr damadı olmuş, sultan da o köşke taşınmıştı.


    Bir evvelki yazımda Kızıltoprak’tan Hatboyu’na gelip biraz ilerideki Ahmet Eyüp Paşa’nın köşküne kadar uzanmış, onu aradan çıkarmıştım. Şimdi gene o yoldan Ihlamur’a dönelim.

    Caddeye çıkılınca, hemen oracıktaki köşkün bahçesinden üç genç simanın girip çıktıklarına rastlanırdı. Biri buğdaysı, topluca, gayet temiz giyimli; öbürü sarışın, nahifçe, Mekteb-i Sultani elbiseli; daha öbürü de yaşça ötekilerden küçük, henüz çocuk, marnel ceketli ve kısa pantolonluydu.

    Maruf dâva vekili Sadık Bey’in oğullarıydı. Bu kardeşlerin büyüğü Hukuk Mektebi’nde sınıf arkadaşım, şimdi Belediye avukatlarından Salâhaddin Sadak; ortancası “Akşam” gazetesi sahip ve başmuharriri Necmeddin Sadak; küçüğü de viyolonsel üstadı Muhiddin Sadak baylardır.

    (Depo) denilen tramvay durağına yürüyoruz. Sağda ahşap, filizi boyası ağarıp beyazlaşmış, daha doğrusu rengi hiç kalmamış konak yavrusu köşk, münasebetsiz bir kulp takılmış olan bir mollanındı.

    Sırada, üç yol ağzından Kalamış’a sapan tarafa geçer geçmez sağımıza, şimdi kat kat ayrılıp apartman kılığına sokulmuş ahşap bir bina gelir.

    Darülaceze sertabibi Zühtü Paşa’nındı. Bu zat mabeyinci Faik Bey’in süt kardeşi; zekâ ve hafıza küpü baht yoksulu, eski arkadaşım Sait Hikmet rahmetlinin eniştesiydi.

    Bir defa daha yazmıştım ama gene tekrarlıyayım. Bu evin çocuğuna öyle cafcaflı bir sünnet düğünü yapılmıştı ki hiç unutamam. Emsalinde olduğu gibi saz, hokkabaz, Karagöz, bahçenin çadır bezile bölünüp erkeklere ayrılan tarafında boydan boya çilingir sofraları. Veryansın edip ha babam çekenleri sorarsan hepsi doktor. Hele birkaçı (isimleri lâzım değil) İstanbul’un en nazik hekimleri. Önüne gelen hastaya, sıtmadan, kansızlıktan, zafiyetten avurtları çökmüş, bir deri bir kemik kalmışlara bile “İçinde alkol var; alkolün katresi semmi katildir” diye Kin’um Labarraque’i, Kina Larochei’u Vin de Viol’u ağza koydurmayan kişiler. “Halka verir talkını, kendi yutar salkımı” olup çıkmışlar, hepsi zilzurna olmuşlardı.

    Derken efendim, çadır bezinin arkasında çalgı girişti:

    Ateşi hicrinle yaktın ben gibi biçareyi

    Bir tebessümle begâm eyle dili âvâreyi

    Minyon Virjini’nin başlıca kantosu çalınırken yapmacıklı edalı bir kadın kantoyu söylemeğe başladı.

    Aaaa!… Başkası maşkası değil, ta kendisi…

    Mabeyinci Faik Bey Minyon’un kanto söyleyişinden, raksından pek hoşlanırmış. Haspa bilhassa onun için getirilmiş. Keman ara nağmelerinde, omuz titrete titrete gerdan kırdığı anlar olacak, bir şırfıntı; ardından bir daha, tekrar bir daha. Hovarda bey aşka gelmiş, avuç avuç lira, mecidiye serpmiyor mu?

    Sırada, tarlanın gerisinde, gümüşü boyalı, tıpkı iskarpin kutusu şeklindeki köşk Cennetlemiş valilerden Hacı Naşit Paşa’nın büyük oğlu Fuat beyin mülkü.

    Fuat Bey sivil, ufacık tefecik, halim, selim bir adam; kardeşleri de onun taban tabana zıddı. Hünkâr yaverlerinden miralay ve Nafia Nezareti heyeti fenniyesine memur, erkânı harb miralayı Fahri Bey gayet yakışıklı erkeklerdendi. Hele ikincisinin endamına, teninin pembeliğine ve Vilhelmkâri bıyıklarının menendi yok. Faytonlarına binip her mesireye gelirler, gayet vekarlı vekarlı piyasaya karışırlardı.

    Yalnız, dördüncü Mehmed’in Sadrâzamı, Bağdad’daki muharebelerde 40 yerinden yaralandığı için boynu eğri kalan Mehmet Paşa mı lâkabının patentasını almış? O Fahri Bey’de de vardı. Kendine pozu yakıştırıp daima boynunu bir yana eğer, süksesini kıskanan beyler, iltifatına mazhar olamıyan hanımlar( Boynu eğri bey) diyip dururlardı.

    Bu zat sonraları ferik olmuş, valiliklerde, kumandanlıklarda bulunmuştur. Büyük ağabeysinin gümüşü köşkünde Müşir Fuat Paşa’nın harem takımı yıllarca kira ile oturmuştur.

    İleri doğru yürümekteyiz. Öteden beri Kalamış koyuna, Fenerbahçe’ye bayıldığım “Malûmat” mecmuasındaki bazı yazılarında belirten hatta oraları için:

    Ne şen, ne ruşena bakın şu mevkii münevvere
    Tabiaten fenerdir o, bu nuru dilfırib ile
    Ne tatlı tatlı bus ider deniz lebi lâtifini
    Venüs müdür gelen aceb o kocalarla sahile
    Tülûunun, gurubunun füyuzu aşkı başkadır
    Nevayı nayi üfleten odur zavallı bülbüle

    Diye manzum bir medhiye yazan, Şûrayı Devlet âzasından Nazif Süruri Bey’in nereyi seçip kendine ev bark kurduracağını keşfe, keramet sahipliği lâzım değil.

    Burada, Kalamış koyuna ve Fenerbahçe burnuna karşı bir köşk yaptırtmıştı. Şimdi bu köşk kimindir bilmem. Kara bıyıklı, tıknaz, pek babacan halli bayın biraderi, dokuz on yaşlarında çelimsiz, kuzu gibi mazlum iki oğlan çocukla o havalide gezer, deniz hamamına gelir; soyununca geniş göğsü, şişkin bazuları hürmetlice karnıyla başaltına güreşen pehlivanları andırır, oturaklama denize atlayıverdi mi etraftakileri tepeden tırnağa sırsıklam ederdi.

    O zamanın, o iki mazlum çocuğu bugünün sayılı operetçilerinden Lütfullah Süruri ve Celâl Süruri kardeşlerdir.

    Hemen bitişiğindeki kuleli, kameriyen, arabeskvari köşk Züheyri zade Ahmet Paşa’nındı.

    Paşa Basra eşrafından, mirmiran rütbesi esbabından ve Şûrayı devlet âzasından.

    Bilmem sahi, bilmem yalan; bu köşkün cihannümasındaki dürbünün fevkalâdeliğini anlata anlata bitiremezlerdi. Gözüne ayarladın mı Hayırsız adaların kıyısına kayık çekmiş balıkçılar bile görülür, kaç kişi oldukları bile sayılırmış.

    Paşa mevlâsına kavuştuktan sonra iki kızı Kadıköy yakasına ilk otomobili getirttiler. (Delabay) markalı landaulet’ye yan yana kurulup ortalıkta dolaşırlar, motörün müthiş gürültüsünden araba beygirleri ürküp ürküp dingilleri, makasları kırar; şahlana şahlana koşumları parçalar, içeridekiler kendilerini palaspandıras dışarı atardı.

    Bu köşkü sonra Babı serasker muhasebat dairesi başkâtibi, eski ahbaplarımızdan Şükrü Bey almıştı. Merhumun zekâvet ve fetanetini, inşa ve kitabetteki behresini, hele gayet işlek ve kıvrak rıkasının emsalsizliğini Dairei askeriye ricalinden tasdik etmiyen yoktu.

    Kalamış’ta, koca koca ağaçlar altındaki kûhi gazinoyu, yani düz rakısının ve mastikasının nefisliğile bir vaktin meşhuru, (Vasil’in meygedesi) ni geçiyoruz. Solda, parmaklıklı bahçenin gerisinde şarapçı Auziere’in villâsı vardı.

    Galatasaray karşısında Tiyatro sokağında (Du petit Rouhioıı) lokanta ve birahanesini işleten; frenklerin, tatlı su frenklerinin, Avrupalı kadın ve erkek artistlerin, (Cave)indeki Fransız şaraplarına rağbetlerinden zenginleştikçe zenginleşmiş bir Fransızdı.

    İstanbul’a geldiği vakit beş parasız, ip ip Allah, sivri külahmış. Bir iş tutamazsam nasıl döneceğim, Marsilya’ya kadar vapur navlununu nereden bulacağım diye ispinoz gibi düşünürmüş. Kendisi durmadan para kırar, torunu bir içim su karısı da boyuna fındık kırar dururdu. Abayı yakanlardan bir vezirzadeyi senelerce dertli etmiştir.


    Kalamış caddesi iskelenin hizasını geçtikten sonra hafif bir kıvrıntı yaparak Fenerbahçe’ye doğru dümdüz gider. Buradan Çiftehavuzlar’a sapan yola kadar sol köşe, yani çok sağlam duvarlı ve parmaklıklı arsa, malûm.

    Şimdi tapusunun sermayedar bir kaç kişide olduğu, sahiplerinin yollar açıp arsaları parça parça satacakları söyleniyor.

    Eskiler ve onlardan duyan çok kimseler bilir a, burası vaktile Müşir Fuat Paşa’nındı. Kendimi bildim bileli orada inşaat bitip tükenmez. Bakarsın, içeri kum, kireç, tuğla taşınıyor. Köşk yapılacak, temelleri atılıyor, derler. Ardından yan cephenin nihayetlerinde taktuk, taktuk! Biri Japonkâri, öbürü Çinkâri, kameriye azmanı iki köşk kurulmada.

    Bahçıvanlar duvar kenarlarındaki toprağı haldır huldur beller, çamlar, mazılar, lâvantinler dikerlerken bir taraftan da ameleler toprağa geniş geniş çukurlar kazmada; yamaçlarına çuval çuval çimento yığılmada. Ne o? Sandalla gezilecek havuz; üstüne kaskatlar kurulup şanl şarıl sular akacak.

    Günün birinde, Japonkâri kameriye azmanının payanda direklerine tahta kaplanmadan, köşeleri boynuzlarla sipsivri çatısı örtülür. Çin tarzındakinin de yine aşağısı dımdızlakken mahrutî damının oluklu saçakları konur ve birden bire paydos.

    Ötede müştemilât, uşak odaları, mutfaklar, ahırlar bitmiş, hazır; gelgelelim asıl köşk meydana çıkmaz da çıkmaz.

    Rivayete göre paşacağız önce karar verdiği plânı beğenmeyip başka bir şekle koydurmak için yapılanı yıktırtır, tekrar başlanılanı yine bozdurtur, bu gidişattan ötürü yapı bir türlü ilerlemezmiş.

    Hazretin celâlliği de meşhurdu. Yine rivayete göre bir gün ustalara, ırgatlara fena halde öfkelenmiş. Hafta başı akşamı yevmiyelerini kendi eliyle verecek gibi hepsini karşısına çağırdıktan sonra doğru kuyunun yanını boylamış. Haydi torba torba mecidiyeyi cümbürlop suya.

    — Dibine inin de çıkarın kâratalar, demiş.

    Fuat Paşa’nın cülûs donanmalarında yaptığı (şehrâyin)ler şaşaalı idi. Hele Hünkârın tahta çıkışının 25inci yıldönümünde bir sünnet düğünlüsü olduydu ki İstanbul’da eşine rastlanılmış mıydı acaba?

    İlerisi Fenerbahçe’ye, solu Çiftehavuzlar’a giden yolun köşesinde duralım.

    Çoruklukla Göztepe komşumuz, ve yaşça akranım, şimdi kasaplık hayvan toptancısı Bay Burhan’ın oturduğu köşk yanlama karşımıza düşer.

    40 yıl evvel ihtiyar bir İtalyanındı. Sinyor ak sakallı, pirifani. Larousse lügatini aç, İngiliz tabiiyet âlimi Darwin’in resmine bak, onu görmedim deme. Vücutça daha da düşkün, tirid. Amma şık mı şık. Keben gibi saçı, sakalı gayet itina ile taralı; sırtında gıcır gıcır kostüm. Zemin katındaki taraçasında, hasır koltuğa ayak ayak üstüne atmış, oturur.

    Yanındaki şezlongta da 30 yaşlarında kadar, boylu poslu, dalyan gibi, esmerce, ağzında iki sıra inci, pek edalı tavırlı, gayet sıcak kanlı ve güler yüzlü bir sinyorina.

    O da şıklıktan yana kıl pranga. Üstünde her akşam başka bir tuvalet. Şöyle böyle değil, en ağır kumaşlardan, en yüksek terzilerin dikişi. Sanki ya suvarede, yahut baloda. Sabahları da alacalı bulacalı ipekliden, harçlarla boncuklarla süslü robdöşambr.

    Günahına girmeyin, kimse ile dalaveresi malaveresi yok. Kadın yalnız süse düşkün; iffetlilik hususunda bir adet model.

    Fenerbahçe deniz hamamlarına, piyasalarına gelip gidenlerden çok kimse bunları merak eder, tasaya düşerdi;

    — Bu yonca gibi ağızlı, levent endamlı, şipşirin, cana yakın taze tırahoma mırahoma veremezlerden değil, niçin kocaya varmıyor acaba?

    — Yoksa İtalyada bir nişanlısı mı var da onu bekliyor; gelince evlenecekler…

    — Büyük babacığı gözünün içine bakıyor; o da onu pek seviyor. Kocaya varsa ihtiyar yapayalnız kalacak diye düşünüyordur belki…

    Meğerse pinponun karısı değil mi imiş

    Fenerbahçe yolunun solunda, sokak içlerinde, ilerde Marabet eytamhanesinin arkalarında, bostana varmadan deniz kıyısındaki kimi küçürek küçürek, kimi pek cicili bicili köşkler hep ecnebi villaları idi; Dalyan sokağındakiler de bazı Rum ve Ermeni tüccarlarının daracık mahalle baştan aşağı Frenk, Tatlı su Frengi yatağı. Bir tane Türkün oturduğu vaki değil.

    Gerisingeri dönüp gene Ihlamur’daki Depo’da duralım.

    Solda, set üstündeki beyaz boyalı köşk Kerestecibaşı’nındı. Geçen yazılarımın birinde adı geçen, Zühtü Paşa damadı, Bükreş sefiri Kâzım Bey’in babası. Kendisi çoktan ölmüş, Köşk, veresesinin üzerindeydi.

    Seddin altındaki nalbanda dua eden edene. Sebebi: Fenerbahçe gezintilerine yolu tutan köhne kira arabalarının beygirleri Ihlamur kaldırımından geçerken, şıkırtı başlar.

    Her günkü küllü çörek. Nal düşmüş; çakılması elzem yahut aşınmış veya gevşemiş; kayar edilmesi, çivilenmesi lâzım.

    Arabacı da tutturur, içeridekiler de. Beriki (Hayvanı topal mı edeceğim?), ötekiler (Topal eşekle kervana mı karışacağız, âleme maskara mı olacağız? ) diye.

    Orası nalbant dükkânlığına biçilmiş kaftandı.

    Bu köşkü, Kerestecilerden Hakkı Paşa satın almıştı. 1897 Yunan harbinde fırka kumandanlığı, sonra Şam’da beşinci ordu müşirliği eden zat. Erkânıharblikten yetişme, temiz ahlâklı, kimseye fenalığı dokunmamış bir adam olarak tanınmıştır. Oğlu Haydar beyin sülün gibi yakışıklılığı, ağırbaşlılığını herkes söylerdi.

    Depo’dan Bağdat caddesini tutuyoruz. Köşedekinden sonra ikinci gelen gümüşî boyalı büyük köşkün ilk sahibi Abacıbaşı, sonraki sahibi de Taşçızade Hilmi Bey’di.

    Kibar, nazik, (ahlâkı hamide) sahibi diye anılır bir zatı şerifti.

    İstiklâl harbi savaşımızdan sonra İstanbul polis müdürlüğü ve valiliği eden süvari generali Esat Paşa merhumun kaynatasıdır. Paşa, binbaşılığında bu köşkle güvey girmiş, pek muhteşem düğününü gidip görenler methedip durmuşlardı.

    Buranın hemen hemen karşısındaki köşkü yaptıran istihkâm livalığından mütekait, müteveffa Reşit Paşa’dır. Mektebi Sultani’den mezun ve Mabeyinci Ragıp Paşa ile eski Nazırlardan Osman Nizamî Paşa’nın sınıf arkadaşı olan merhum, Harbiye’den erkânıharb zabitliğile çıkmış; binbaşı, kaymakam, miralaylığında orada uzun zaman (Mimarîi âlî) okutmuş. Meşhur Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın damadıydı. Kaynatasının mimliliğinden ucuz kurtulmuş, yalnız geç rütbe alarak arkadaşları liva ve ferikken yıllarca kaymakamlıkta bocalamıştı.

    Talebeliğinde lâkabı varmış: Barometre Reşit.

    Bunun neden dolayı olduğuna gelince: Yatakta uyanır uyanmaz kendini bir yoklar, sonra parmağını yalayıp pencereden dışarı uzatır, göğe de bir göz gezdirir:

    — Bugün lodos, hava yağmurlayacak!… Bugün poyraz, poyraz amma karayele çevirip kar yağacak!… diye kesip atar, sahiden de her dediği tıpatıp çıkarmış.


    Kızıltoprak’ta, şimdi Depo denilen tramvay durağından ileri doğru yürümüştük.

    Parmaklıklı ön duvarı acayipçe ve tersine kümbet kümbet, kapısının iki kanadı dalına ardına kadar açık, yanı uşaklar ve hizmetkarlara mahsus daireli, bahçesi gayet temiz ve bakımlı, eski sultan saraylarından farkı yalnız kapının bitişiğinde bir kulübe; içinde camadanlı, poturlu, beli tabancalı kapıcı, bahçesinde de harem ağaları görülmeyen köşk eskiden Sabri Bey’indi.

    Ona esbak Maliye Nazırı derlerdi. Galiba o mevkide teşehhüt miktarı bulunmuş ama, hangi tarihte, hangi sadrazamın kabinesinde, o ciheti bilene hiç rastlanmazdı. Nazırlığından sonra emsali misillü valiliğe maliliğe Şurayı Devlet azalığına mazalığına atlatıldığından da kimseler haberdar değildi; hatta civarlılarından ne yüzünü görenler vardı, ne de şekil ve şemalini bilenler. Adeta muammamsı bir zat. Menkûb falan mıydı acaba? Ama zannetmiyorum.

    Şimdi bu köşkte Bay Naci Moralı oturuyor. Bay Naci’nin eşi Mısırlı prenses fakat kendisinin de kişizade olduğunu unutmayalım. Pederi Mora eşrafından İbrahim Paşa zade Ali Bey, validesi de ora hanedanından Celal Bey’in kızıdır. Bahçe kapısından eski Orozdibak’ın, yani şimdi Yerli Mallar Merkezi olacak binanın karşısında meşhur Celal Bey Hanı vardır ya; işte onun ve daha birçok emlak ve akarın sahibi olan zat.

    1877’deki Rus harbinde seril sefil İstanbul’a sığınan Rumelili muhacirlerden yüzlercesini bu handa barındırıp kendi kesesinden yedirmiş, içirmiş, dualarını almış.

    Biraz ötede, Kalamış İskelesi’ne giden bir ara yol gelir. Oraya şimdi Tevfik Paşa Sokağı deniliyor. Köşeden bir evvelki köşkün sahibi Vidinli Tevfik Paşa’dan ötürü bu ad takılmış. Paşa’nın kışlık sokağı Şehzadebaşı sebilinin karşısına düşen Fevziye Caddesi’ndeydi. Bugün talebe yurdu olan büyük, ahşap binadır.

    Hazret, eski riyaziyecilerimizden 1860’da Harbiye’den erkânıharb yüzbaşısı çıkmış. Miralay iken, orduya kabul edilen Martini Henry tüfeklerinin yapılmasına nezaret için Amerika’ya gönderilmiş; ferik rütbesiyle dönmüş. Bir müddet Washington’da elçiliği, Maliye ve Ticaret Nafia Nazırlıklıklar, riyaziyeye dair bazı kitapları vardır. “Hesabı Müsenna” başlığıyla İngilizce bastırdığı eseri çok şöhret bulmuş.

    İstanbul’un parmakla gösterilen “Riyazii Şehir”i babalarımızın talebeliğinde o merhum, bizim talebeliğimizde de Salih Zeki Bey’di.

    Rakama dair bir bahis açılınca mutlaka ikisinin adı öne sürülür, yaşlılar “Vidinli sağ olsaydı onu rahle-i tedrisine alıp senelerce okuturdu”yu basarlar; gençler de “Hayır, mümkün değil; ilmin, fennin her ciheti terakki etti. Salih Zeki Bey Paşa’yı önüne oturtup daha nice bilmediklerini öğretirdi”yi yapıştırırlardı.

    Abdülhamid’in bu zatı iki kere Maliye Nazırı yapışındaki aklına bakın. Hesabın en incesini, Tamamîleri, Tefazulileri, İhtimalileri, su gibi yutmuş a; güya hazinenin iradını masrafını denkleştirecek; tam takır vela bakırlığını giderecek. Yine ayvaz kasap, hep bir hesap olduğunu görünce, ikisinde de adamcağızı birkaç ay sonra nazırlıktan çekivermiş.

    Kalamış’a sapan yolun, öbür köşesindeki evi geçtik. Daha ötekinin önünde duralım:

    1908 yılı sıralarında bütün dünyada bir Modern Style veya Art Nouveau modası türemişti. Bina yapısından tut, mobilye, dekoratif resimler, biblolar, mücevherler, hatta lavanta şişelerine kadar. Bu salgın İstanbul’a da yayılmış, yeni köşklerin ekserisi bu stile benzetilmişti.

    İşte karşınızda, çatısının yanları kesik, saçakları, pencere pervazları balkon parmaklıkları bu tarzda bir köşk. Babıseraskeri muhasebat dairesi İkinci Şube Müdür Muavini Rıfat Bey’indi.

    Yapılırken, o vakte kadar hiçbir hususi yapıda görülmedik bir başkalıkla karşılaşıldı. Küt küt küt küt! Boyuna sesler. Bahçeye konan motorla doğrama işleri başarılıyor. Tahtalar kesiliyor, biçiliyor, rendeleniyor; bir çırpıda çıkarılıyor.

    Bağdat Caddesi’nden geçen araba beygirleri, hatta tentelilerin en lagarları oraya gelince gürültüden gemi azıya alarak küheylanlaşırdı. Komşuların ukalaları “Semtimizin tadı, tuzu kaçtı. Sabahtan akşama kadar ne baş kalıyor, ne beyin!” diye mırıldanıp durdular.

    Rıfat Bey merhum pek zeki, uyanık, ehli keyif, şeker gibi bir adamdı. Gayet de güçlü kuvvetlilerden. Sinir hekimlerinde senelerden sonra bulunan pençenin kuvvetini gösterici “Evraka” adlı demir mengeneyi altmışına merdiven dayamış yaşta, avucuna alıp bir sıktı mı ibreyi sonuna kadar, yani pehlivan harcı 80 numaraya kadar yürütüverirdi. Galatasaray’dan aziz arkadaşım, o vaktin sayılı idmancısı ve jimnastikçilerinden 333 Şevki’nin ve Pera Palas karşısında “Ege” spor eşyası mağazasnı işleten Süreyya biraderimizin babasıdır.

    Fenerbahçe’ye kol salan demiryoluna geldik. Hattın sağındaki tahini boyalı köşk Divrikli Hafız Paşa’nındır.

    Abdülaziz devrinde, büyük şehzade Yusuf İzzettin on beş on altısında hayal oyunundaki göstermelik kabilinden Birinci Hassa Ordusu Müşiri iken, Paşa ordunun meclis reisi imiş. Amiri Müşir Efendi onu pek sever, hatırını sayarmış. Rivayete göre bu binanın planını o beğenip seçmiş.

    Hafız Paşa zae Nail Bey Limni Adası’nda mutasarrıftı. Şimdi Ankara’da müteahhitlik yapan oğlu Bay Hüsnü Nail 40 yıl evvelin pek yakışıklı delikanlılarındandı. Seyir yerlerindeki bütün hoppa hanımlar suyuna tirit. Sonra bisiklet şampiyonuydu. Bu işin erbabıydı. “Kısa mesafelerde herkesi geride bırakıp derhal geçer; gel gelelim yol uzadı mı yorulup şişer” derlerdi. Daha sonra yaman kemençecilerden. Kemençeyi dizine dayasın, yayı eline alsın; sırasında yanık yanık sırasında kıvrak kıvrak nağmelerini dinle. Anastaş, Vasili falan geç, haza Tamburi ve Kemençevi Cemil Bey.

    İleriye, Bağdat Caddesi’ne devam etmeden sola kıvrılıp bir boy Feneryolu istasyonunu tutalım.

    Biraz git, hatta var. Sol köşedeki köşk Hacı Bekir zade Ali Muhiddin Bey biraderimiz çocukluğunu, ilk gençlik çağlarını orada geçirmiş, İstanbul’un gezme tozma alemlerine orada kanat alıştırmıştır.

    Devre devre yağız, doru, bakla kırı kadanaları; viktorya, bato, brik faytonları yeniler; her yenileyişte evvelkinden üstünü peyler. Arabanın içine oturdu mu veya beygirlerin dizginlerini eline alıp tırısı tutturdu mu da bazıları gibi İngiliz tabancası gibi kurum kurum kurulmaz, ermeni gelini kırım kırım kırıtmaz; dostuna düşman gibi bakış, görmemezliğe geliş, kuru selamı esirgeyiş gibi cihetlere hiç yanaşmaz; tanıdıklarından en mütevazi hallilere bile güler yüzle temennah eder, hülasa kibarlığına parmak ısırtırdı vesselam.

    O zamanlar, her şimendifer istasyonunda, adın Türkçesiyle beraber Frenkçesi de yazılı, Feneryolu’nunkinde şu ecel acayip kelime: Bifurcation, yani ikiye ayrılan yol.

    Buradan demiryolunun karşı tarafına geç, sağa dön; saray kılıklı yüksek duvarlar ve ağaçlar arasında, dışarıdan görülmeyen fakat berhaneliği besbelli bir bina göze çarpar.

    Mısır fevkalade komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın köşküdür. Mal sahibi ayda bin lira maaşla Mısır’da adeta sürgün, başka diyara adım attırılmazdı. Küçük Sait Paşa hatıratında yazar:

    Gecenin birinde Yıldız’dan konağına koşturulan bir mabeyinci gayet mühim ve müstacel bir tahrirat getiriyor. Muhtar Paşa tebdilihava diye Avrupa’yı boylamış. Etekleri fena tutuşan hünkar akıl danışmada: “Ne yapsak acaba? Adamı Kahire’ye nasıl çevirsek?”

    İhtiyar yolda hastalanmış. Stokholm’ün bir hastanesinde yatak, döşek serilmiş; inanan yok. Abdülhamit’teki kanaat şu: “Temaruz ederek yoksa dolap mı çeviriyor?”

    Ricalden ve tanıdıklarımızdan mutaassıp bir zat 1877’deki Rus Harbi’nde müşir Muhtar Paşa ile beraber bulunduğunu, onun sofuluğunu, namazını, niyazını, orucunu, ömründe ağzına içkinin damlasını koymadığını söyler durur, üstüne toz kondurmazdı. Bizzat bu zat anlatırken işittim. Meşrutiyetten sonra İstanbul’a gelen; nice yıllardır görmediği, görüşmediği Paşa’yı yoklamaya bu köşke gidiyor. Hoşbeşten sonra akşam yemeğine alıkonuyor. Hava karardığı sular salona bir uşak girmiş. Elinde tepsi, üstünde kadehler dizili. Ev sahibi “Sen de aperatif alsana a birader! Tıbbın tavsiye ettiği münebbihler içinde en makulü budur, rakıdır!” diyerek kadehin birini susuz muşuz dikip ikincisini de önündeki sigara sehpasına koymaz mı?

    Tanıdık zatı şerifin o anda sanki tepesinden aşağı kaynar sular boşanmış.

    Sermet Muhtar Alus

  • Fotoğrafçı Ferit İbrahim

    Fotoğrafçı Ferit İbrahim

    Türk sporunun efsane dergileri İdman ve Spor Alemi’nde bol bol fotoğrafına denk geldiğimiz Fotoğrafçı Ferit İbrahim Bey ile ilgili teferruatlı bir Taha Toros yazısı. Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fotoğrafçı Ferit İbrahim

    Batıdan bize gelen fotoğrafın öyküsü, hayli değişik.

    “Gâvur icadı” dışlaması ile bu mesleğe Müslümanların pek yaklaşamaması yüzünden, ilk dönemlerde, üç ayaklı sehpa, gayrimüslimlerin elinde kaldı. Hatta objektifin karşısına çıkmakta bile Müslüman kökenliler, gayrimüslimlere göre azınlıktaydılar.

    Ne zamandan beri, fotoğrafın Türkiye’ye gelişiyle ilgili bir tarihçe hazırlamayı kurardım. Hatta geçtiğimiz yıllarda, bunun başlığını bile şöyle tasarlıyordum: Fotoğrafçılık Tarihimize Giriş

    Fotoğrafın Türkiye’ye nasıl girdiğini, daha sonra Abdullah Frerler ailesine nasıl geçtiğini yansıtarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun eski vilayet merkezlerindeki ilk fotoğrafçıları -tespit edebildiğim kadarıyla- eserlerinden de örnekler vererek, kitaplaştıracağım.

    Ne var ki, diğer kültür, sanat ve tarih konularındaki araştırmalarımız, son yıllarda, çok ağır bastı. Bu sebeple konu ikinci, hatta üçüncü plana itildi.

    Bu alanda araştırma yapan ve yayınlarını sergileyenleri gördükçe, önemli bir boşluğun doldurulma gayretlerine, seviniyorum. Örnek olarak, titiz bir çalışma ürünü olan, Engin Çizgen’in Photography in The Ottoman Empire adlı kitabı bunlar arasında bulunuyor. Her ne kadar kitapta ilk taşra fotoğrafhanelerinin tamamı yer almış olmasa bile, bu kadarıyla da konunun yansıtılması yeterlidir. Bu bakımdan Çizgen’in eseri dört başı mamur denilebilecek niteliktedir.

    Fotoğrafçılık sanatı bugün, televizyon gibi, renkliliği, değişikliği ile dünyayı sarmış durumdadır. Ülkemiz, bu ilerlemede milletlerarası şöhretlere de sahiptir. Türkiye’yi batıda, batı ve doğuyu Türkiye’de bütün yönleriyle yansıtan üstün nitelikli fotoğraf sanatçılarımız var. Objektifte çağın gerisinde değiliz.

    Sözü uzatmadan, “Türk Fotoğrafçılık Tarihine Giriş” adlı notlarım arasından seçtiğim Ferit İbrahim’i tanıtarak, hatırasını canlandırmaya çalışacağım.

    Ferit İbrahim’i şu açıdan seçmiş bulunuyorum. O, ülkemizde ilk Türk fotoğrafhanesini açanlar arasında yer alması, Meşrutiyet yıllarının ilk Türk fotomuhabiri olması ve ilk sinema operatörlüğünü üstlenmesiyle, fotoğrafçılık tarihimizin unutulmaz bir simgesi ve simasıdır.

    Bundan önceki fotoğrafhanelerin hepsi gayrimüslimlerin elindeydi. Fotoğrafçılık mesleği âdeta, onlara tahsis edilmişti. Bu inanışı ilk kıran Kandiyeli Bahaeddin, ardından Ferit İbrahim oldu. Ferit İbrahim, Beyoğlu’nda ilk fotoğrafhane açan Türk’tür.

    Ferit İbrahim’den Önceki Fotoğraf Dostları

    19. asrın sonlarına doğru, fotoğraf makinelerini kullanan, evlerinde karanlık odalar kuran hayli kişiler olduğu gibi, fotoğrafçılık yapmayıp da kalemleriyle bu mesleğin tanıtılmasına ve geliştirilmesine hizmet etmiş bazı aydın kişiler vardır. Mehmet Arif, Kadri, Aziz Hüdai bunlar arasındadır. Bu türden yayınlara Ali Sami Bey de katılmıştır. Ancak Ali Sami Bey, uzunca bir dönemin ünlü fotoğrafçısı olarak tanınmıştır.

    Ali Sami Bey, sarayın fotoğrafçısıydı. Sultan Abdülhamid’in hem yaveri, hem fotoğrafçısıydı. Binbaşılık rütbesinden albaylığa kadar sarayda çalıştı. Dönemin tüm meşhurlarının fotoğraflarını çekti. Bahriye Nezaretinin, Darülacezenin fotoğrafçılığını, Harbiye mektebinin fotoğraf hocalığını yaptı. Meşrutiyet sonrası rütbesi Binbaşılığa indirildi. Ali Sami Beyin gazeteciliği de vardır. Balıkesir’de “Adalet” adında bir gazete yayınlamıştır. Millî Mücadelenin sonunda İzmir’de Divan-ı Harb’e verilmiştir.

    Yukarıda kendisinden bahsettiğimiz Ali Sami’den başka Yıldız Sarayında fotoğrafçı olarak bir Türk daha vardır. Aynı zamanda ressam olan Ahmet Rıfat Bey, mühendisti. Albay rütbesiyle bu görevde bulunduğunu eski kaynaklardan öğreniyoruz. Ahmet Rıfat Bey, 1890 yıllarında bu görevdeydi.

    Yıldız Sarayı’nın müdavimlerinden ve gayrimüslimlerden ressam bir fotoğrafçıya da eski kayıtlarda rastlıyoruz. Bordi adında, muhtemelen, bir levantendir. 1894 yılının Mayıs ve Haziran aylarında, Yıldız Sarayı ziyaretçileri arasında bulunuyor. Ama bugün elimizde ne bir fotoğrafı, ne de biyografisi vardır.

    Eski Devlet Adamlarında Fotoğraf Tutkusu

    Sultan Hamit döneminin kültür ve sanata eğilimli sadrazamlarından olan Cevat Paşa (1850-1900) -öyle sanıyorum ki- devlet adamları içerisinde, fotoğrafçılık tutkusu önde gelen bir kişidir. Cevat Paşa’nın güzel sanatlara ve tarihimize büyük ölçüde hizmeti dokunmuştur. Vilayet binasının arkasındaki eski arşiv, onun eseri olduğu gibi, bugünkü arkeoloji müzesinin geçmişteki gelişmesinde de büyük himmeti olmuştur. Hatta bu müzenin kütüphanesindeki değerli kitaplık ve bunların içerisinde bulunan kitaplar ile dergilerin çoğu Cevat Paşa’nın armağanıdır. O, Yıldız’daki Çini fabrikasının da kurucusu sayılır. Geniş sanat ve tarih kültürü ile yaşamış olan Cevat Paşa’nın bu alanda yayınlanmış eserleri de bulunmaktadır.

    Cevat Paşa’nın Nişantaşı’ndaki konağında fotoğraf atölyesini gören ve İstanbul’u bütün yönleri ile geçmişte, yansıtmış bulunan merhum yazarımız Sermet Muhtar Bey, onun büyük laboratuvarında ve atölyesinde bulunan 15 çeşit fotoğraf makinesinden söz eder. Bütün raflarda bulunan aletleri ve fotoğrafların banyosunda kullanılan şişeler dolusu ilaçları agrandisman fotoğrafların duvardaki asılı görüntülerini, tatlı üslubu ile anlatır.

    Bu devlet adamından başka, Nâfia Nâzırlığı’na kadar yükselmiş İstanbul Şehreminliği’ni (Belediye Başkanlığını) yapmış ve bugünkü duruma göre, Teknik Üniversite Rektörlüğüne denk sayılabilecek olan Mühendis Mektebi müdürlüğünde bulunmuş olan Yusuf Râzi Bey’de, çeşitli fotoğraf makinaları kullanan, evinde karanlık odası bulunan, Avrupa’nın büyük dergilerinin foto muhabirliğini yapan ilkler arasındadır. Yusuf Râzi Bey’in eskimiş bazı negatif camları ile Sabah Juvalye’nin pörsümüş camları, vaktiyle, iki sandık içerisinde, benim arşivime intikal etmişse de zaman aşımı yüzünden, hiçbirinin kullanılmasında, müspet sonuç alınamamıştır. Ancak Yusuf Râzi Bey’in rahmetli kızı Leylâ Hanım bana, babasının çekmiş olduğu İstanbul’a ait bazı manzaraları hediye etmiştir.

    Bu arada ünlü edebiyatçımız Recaizade Mahmut Ekrem Bey’in de ressamlığı ve fotoğrafçılığı bilinmektedir. Mahmut Ekrem Bey’de evinde küçük bir fotoğraf laboratuvarı kurmuştur.

    Hariciye nezareti müdürlerinden Neyir Bey ile Nuri Bey’de fotoğraf makinesi kullanan ilk diplomatlarımızdandır. Çocukluğundan beri fırçası ile birlikte fotoğraf makinesini kullanan ve 95 yaşına kadar kültür ve sanat çalışmaları içerisinde ömrünü sürdürmüş bulunan Celal Esat Bey de bu mesleğin aşıkları arasında yer alır. Ne var ki, bu konuda, küçük bir broşür hazırlamakla yetinmiştir.

    Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında içişleri Bakanlığı yapan Mehmet Cemil (Uybadın) de, yakın tarihimizde, fotoğrafçılığını ölümüne kadar sürdürmüş olan bir devlet adamıdır. Ama fotoğrafçılığı meslek olarak üstlenip 1908 Meşrutiyetinin hür havası ve heyecanı ile yaşamış bulunan ve kamuya yönelik fotoğrafhaneler açan Türkler arasında Bahattin Rami Bey ile Ferit İbrahim Özgürar ilkler arasında bulunmaktadır. Ferit İbrahim Bey 71 yıllık ömrünün 53 yılını fotoğrafçılığa harcayan tek Türk sanatkârı olarak fotoğrafçılık tarihimizde bir rekor kırmıştır.

    Ferit İbrahim’den Önce Bir Fotoğrafçı Aile

    Osmanlı imparatorluğu döneminde Türk fotoğrafhaneleri Selanik, İzmir gibi büyük şehirlerde açıldı.

    İstanbul’da Ferit İbrahim’den önce, Girit’ten gelen ve oradaki “Kandiye” fotoğrafhanesini kuran bir fotoğrafçı aile bulunuyor. Girit’te fotoğrafçılık yaptığı sırada da “Bahattin Baritaki” olan Bahattin Bey, önce İzmir’de fotoğrafçılığa başladı. Daha sonra “Resne Fotoğrafhanesi” aynı aileden Hamza Rüstem Bey’e devrederek İstanbul’a geldi, ilk fotoğrafhanesini “Bahattin Rahmizade” adı altında, Cağaloğlu yokuşunda 59 numarada açtı. Birkaç yıl sonra atölyesini, Bâb-ı Âli caddesinde 15 numaraya nakletti. Burada “Rahmizade Bahattin” olarak mesleğini sürdürdü. Soyadı kanunundan sonra “Bahattin Nezir”e dönüşen bu ad, fotoğrafçılık tarihimizin önemli temel taşlarından biridir.

    Bu aileden yetişenler, yıllarca Türkiye’nin değişik yerlerinde mesleklerini sürdürdüler. Son yıllarda mesleğinden emekli olan ve ailenin en kıdemlilerinden bulunan Necati Bey, babasından kalan ve yıllarca yönettiği Kandiye Fotoğrafhanesi’ni, oğlu Şükrü Bey’e devretmiştir.

    İlk Kadın Fotoğrafçılarımız

    İlk kadın şairlerimiz (1934), ilk kadın ressamlarımız (1988) gibi, edebiyat ve sanat ağırlıklı kitaplarımı ve yıllar öncesi televizyondaki “Mesleklerinde ilk Kadınlarla” ilgili metni benim hazırladığımı bilenler -rastladıkça- “İlk kadın fotoğrafçılarımız var mıdır?” diye sormaktadır.

    Tespitlerimize göre -Saltanat döneminin son yıllarına doğru- “Türk hanımlar fotoğrafhanesi” sahibi Naciye Hanımı, ilk kadın fotoğrafçımız olarak kabul edebiliriz.

    Kadınların, erkekler tarafından fotoğraflarının çekilmesini hoş görmeyenlerin çoğunlukta olduğu bir dönemde buna bir alternatif sağlayan Naciye Hanım’ın zekâsını takdir etmeliyiz.

    Diğer bir kadın fotoğrafçımız Adviye Hanım’dır. Kandiye şehrinden İzmir’e, oradan İstanbul’a, bir kolu da Bodrum, Fethiye, hatta İzmit ve Adapazarı’na kadar yayılan ünlü bir fotoğrafçı aileye mensup olan Adviye Hanım da ilk kadın fotoğrafçılarımız arasında yer almaktadır. Ancak, bunlardan önceliğin hangisinde olduğunu, henüz belirlemiş değiliz.

    Ferit İbrahim’in Kısa Biyografisi

    Ferit İbrahim Bey, asker kökenli tarihî bir ailenin soyundan geliyor. Babası Ayaşlı Miralay (Albay) İbrahim Bey’dir. Bu İbrahim Bey, Arnavutluktaki “Bar” kalesinin fâtihi ve kumandanı olarak, askerlik tarihimizde yer almış bir gazi.

    Ferit İbrahim’in annesi Asiye Hanım, İstanbul’un tanınmış bir ailesine mensup. Ferit İbrahim, 1882 yılında, Üsküdar’da doğdu. Babası İbrahim Bey’in Şam askerî ve mülkî kaymakamı iken erken ölümü üzerine, küçük yaşta yetim kaldı.

    Üsküdar idadisini bitirdikten sonra bir müddet Mülkiye’ye devam etti. Sonra hukuk eğitimi gördü. Hatta hukuktan doktora tezi hazırladı.

    Ferit İbrahim’in ilk resmî görevi Şuraı Devlet (Danıştay) âzâ mülazimliği (Üye yardımcılığıdır. Ne var ki fırçaya olan tutkusu, fotoğrafa olan sevgisi, musikiye olan aşkı onu devlet kapısından kopardı. Gönlünde taht kuran, güzel sanatların çekiciliği çocuk yaşta annesinin armağanı ile hayatının yönünü değiştirdi.

    Fotoğrafçılığa İlk Adım

    Ferit İbrahim’in fotoğraf sanatına yönelişine annesi Asiye Hanım etken oldu. Babasız olarak onu büyüten bu aydın kadın, oğlunun okuldaki başarısını satın aldığı bir fotoğraf makinası ile ödüllendirdi. Ferit İbrahim bu aletle 16 yaşında iken, 1898 yılında, düşlediği bir ortama karıştı.

    Bu sihirli mesleğin modern akışını yakından izlemek, bilgilerini güçlendirmek amacı ile yabancı ülkelerden dergiler ve kitaplar getirtti. Fotoğrafçılıkta çağa ayak uydurmaya çalıştı. Batı anlamında fotoğraflar çekti. Çektiği fotoğraflar Meşrutiyet döneminin ünlü kültür dergilerinde Şehbal, Resimli Kitap, Yeni Gazete de yayınlandı. Hatta bazı fotoğrafları Avrupa dergilerinde yer aldı. Bu açıdan, ülkemizde, ilk Türk foto muhabiri olarak tanındı.

    Meşrutiyet yıllarının ilk Türk fotoğrafçısı, sinema operatörü ve foto muhabirliği ile siyaset ve kültür çevrelerinde ün yapan Ferit İbrahim, önemli bir boşluğu doldurmak ve yanlış bir inanışı kökünden kazımak için bir Türk olarak, mesleğini atölye açmak suretiyle sürdürmek istedi. Bu amaçla evindeki atölyesini, şehrin göbeğindeki bir semte taşıyıp, herkese açık, bir fotoğrafhane kurdu.

    Trablusgarp ve Balkan savaşları sona ererken Ferit İbrahim Bey, Sirkeci’de Büyük Postane karşısında, ilk fotoğrafhanesini açtı. Yalnız Ferit İbrahim’den evvel Cağaloğlu yokuşunda 59 Numarada Bahattin Rahmizade’nin fotoğrafhanesi mevcuttu. Onun atölyesinde çalışanların çoğu azınlıklardan oluşuyordu. Ama bu fotoğrafhane, İstanbul semtinin -Girit’in Kandiye şehrinden gelen- bir Türk ailesinin kuruluşu idi.

    Ferit İbrahim Bey’den sonradır ki, İstanbul semtinde birer ikişer Türk fotoğrafhaneleri açıldı. Bunların en fazla tanınanı 1. Dünya savaşının son yıllarında “Ahmet Necati Fotoğrafhanesi” idi.

    Ferit İbrahim Bey yukarıda sözünü ettiğimiz, Büyük Postane karşısındaki fotoğrafhanesini -Galiçya savaşına katılmak üzere ve orada ordu fotoğrafçılığı yapmak için bulunduğu dönemde- kapattı. 1919 senesinde, tüm fotoğrafhanelerin gayrimüslimler elinde bulunduğu, Beyoğlu’na nakletti. Aslında Ferit İbrahim, Beyoğlu’nda ilk Türk fotoğrafhanesini açmakla kendisine iyi bir isim yapmış oldu. Beyoğlu’ndaki ilk fotoğrafhanesi, bugünkü “Olgunlaşma”nın bulunduğu bina idi. Sonradan atölyesini, caddenin karşı tarafındaki, Lâle sinemasının üstüne nakletti.

    Bu arada Ferit İbrahim Bey, Beyoğlu’ndaki atölyesini -bir müddet için- kapalı tuttu; çünkü 1925 yılında Ankara’ya çağrılmış ve Çankaya’nın fotoğrafçısı olmuştur. Ankara’da geçirdiği bir yılı aşan hizmeti sonunda, tekrar Beyoğlu’na döndü ve fotoğrafhanesini yönetmeye başladı.

    Lale sineması sitesinde yıllarca sürdürdüğü fotoğrafçılığını, yaşlılığının verdiği yorgunlukla, Kadıköy semtinde sürdürdü. Ferit İbrahim, Kadıköy’deki atölyesini sürdürdüğü sırada vefat etti. Yarım asırlık arşivi, özellikle Atatürk’ün yanında bulunduğu günlerde ürettiği yüzlerce negatif ve tarihî camlar, büyük bir öksüzlük içerisinde, geçmişle ilişkilerini kestiler.

    4. ve son eşi, Rum asıllı Fifi bunları tasfiye ederek Türkiye’den ayrıldı ve Yunanistan’a gitti.

    Ferit İbrahim Bey’in Kurduğu Fotoğraf Kulübü

    Ferit İbrahim Bey, toplumcu bir adamdır. Fotoğrafçılığın Türkiye’de gelişmesini sağlamak için, bazı arkadaşları ile ve 1908 Meşrutiyetinin ülkeye getirdiği taptaze bir hava içinde, bir dernek kurulmasına ön ayak oldu.

    Şark gazetesinin 4 Eylül 1908 tarihli sayısında yayınlanan bir davetle, 9 Eylül 1908 günü Sirkeci’deki istasyon birahanesinde bir toplantı yapıldı. Türkiye’de ilk defa bir Fotoğraf kulübü kuruldu.

    Bu kulüp, Osmanlı ülkesinde kurulan, ikinci fotoğrafçılar derneğidir. Bunun ilki, 1895 yılında Selanik’te kurulmuş olan, fotoğrafçılık ve ressamlığın ülkede gelişmesini sağlamak amacı ile kurulan ilk dernektir.

    Ferit İbrahim’in Ressamlığı

    Fotoğrafçılıkla, ressamlık geçmişte âdeta akraba sayılırdı. Fotoğrafçılıkla uğraşanlardan bazıları resim de yaparlardı. Ferit İbrahim’in bu türden kişiler arasında, belirli bir yeri, başarılı bir fırçası vardı.

    Ferit İbrahim, ünlü ressam Hoca Ali Rıza Bey’den resim dersi almış, yağlıboya ve suluboya tablolar yapmıştır. Ne yazık ki, bunlar muhafaza edilememiş ve bugün izleri tamamen yitirilmiştir.

    Ferit İbrahim’in Müzisyenliği

    Ferit İbrahim’in musiki ile güçlü bir dostluğu vardı. 1908-1910 yıllarında nağmelerle canlı günler yaşayan Üsküdar’da Zöhre-i Musiki Cemiyetini o kurmuştur. Ayrıca Kadıköy’de açılan Şark Musiki Cemiyetinin kurucuları arasında yer almıştır.

    Ferit İbrahim’in Sinema Operatörlüğü

    Ferit İbrahim Sinema Operatörlüğüne, mütareke yıllarında başladı. Cumhuriyet’in ilanı ile bu mesleği de fotoğrafçılığına ek bir meslek haline getirdi. Atatürk’ün ilk yurt gezilerinde bazı filmler gerçekleştirdi.

    Ferit İbrahim’in Savaş Fotoğrafçılığı

    1914 yılında, Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Türkiye, zorunlu olarak Almanya’nın yanında yer almıştı. Bu büyük savaş ülkemizin çevresini sarmıştı. Bu yıllarda Ferit İbrahim, Sirkeci’deki fotoğrafhanesini bırakarak, Galiçya cephesine gitti. Ordunun fotoğrafçılığını üstlendi. Ne yazık ki, elimizde, Ferit İbrahim’in o yıllardaki objektifinin ürünleri bulunmuyor.

    Ferit İbrahim, Çankaya’da

    Atatürk’ün Selanik’ten ve Harbi- ye’den yakın arkadaşı olan Cemil Bey (Uybadın), Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Parlamentoya girdi, içişleri Bakanlığı ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliği gibi önemli hizmetlerde bulunmuş ve Atatürk ile daima beraber olmuştur.

    Bu Cemil Bey’in, Güzel Sanatlara, resme, hata ve fotoğrafa karşı büyük tutkusu vardı. Hele onun fotoğrafçılığı, normal bir hobinin çok ilerisinde, çekici bir aşka dayanıyordu. Doğanın, hayvanların, çocukların fotoğraflarını çeker, kendi evinde yaptırdığı karanlık odada banyolarını ve baskılarını yapardı.

    Cemil Uybadın, ünlü fotoğrafçımız Ferit İbrahim Bey ile çağdaştılar. Fotoğraf, resim ve musiki konularında da, kalpleri beraber atardı. Cemil Bey, İçişleri Bakanlığı sırasında sinema dokümantasyonu yaptırmak amacı ile Fransa’dan Ankara’ya bir uzman bile getirtmişti. Öte yandan Çankaya için, bir uzman fotoğrafçıya ihtiyaç bulunduğunu savunuyordu. Bu görüşle Atatürk’e, Meşrutiyet ilanından önce bu mesleğe başlamış bulunan, Ferit İbrahim Bey’i önerdi, işte Ferit İbrahim, bu amaçla Ankara’ya davet edildi. Çankaya, Ferit İbrahim gibi, deneyimli bir Türk Fotoğrafçısına kavuşuyordu.

    Ferit İbrahim, bir yıldan fazla Çankaya’nın fotoğrafçısı oldu. Objektifi ile Atatürk’ün seyahatlerine katıldı ve onun muhtelif pozlarını tespit etti. Hatta Atatürk, Çankaya’da Ferit İbrahim’in çektiği, kendi fotoğraflarından yedisini takdir cümleleri ile Ferit İbrahim için imzaladı.

    Ferit İbrahim Bey, Çankaya’dan ayrılıp Beyoğlu’nda ikinci kere açtığı fotoğrafhanesinin duvarlarını Atatürk’ün imzalı fotoğraflarıyla süsledi.

    Baba Mesleğini Sürdüren Oğlu Naim Gören

    Naim Gören (1904-1977) Ferit İbrahim Bey’in ilk çocuğudur. Ferit İbrahim, Ankara’daki çalışmaları sırasında, oğlu Naim’i yanına getirtti. Naim Bey, Ulus semtindeki ünlü Karpiç lokantasının sırasında fotoğraf malzemeleri satan ve amatör fotoğrafçıların filmlerini banyo eden ve baskılarını yapan bir mağaza açtı. Kendisini çok sevdirdi. Yakışıklılığı kadar, kibarlığı ve sosyete özelliği ile Naim Gören, kısa zamanda bütün Ankaralıların yakından tanıdığı, sevdiği bir fotoğrafçı oldu. Fotoğrafı kadar doğayı da seven Naim Bey Küçükesat semtinde bahçe içerisinde bir ev yaptı. Burada, doğa ile kucak kucağa, yaşamını sürdürdü.

    O yıllarda Küçükesat, bağlar ve bahçeler içerisinde, seyrek evlerden oluşan tenha bir yerdi. Naim Bey’in evi, Belediye otobüslerinin her gün iki veya üç defa uğradığı bu semtin son durağındaydı. Onun için Ankara Belediyesi, bu ünlü fotoğrafçının adını Naim Bey durağı olarak) bu istasyona verdi. Naim Gören, hayatının son yıllarında, Ankara’daki işini İstanbul’a nakletmişti. Burada 17 Ağustos 1977 günü öldü. Zincirlikuyu mezarlığına gömüldü.

    Naim Bey, baba mesleğini -aynı zamanda gazeteci olarak- tıpkı babası gibi 53 yıl sürdürdü.

    Ferit İbrahim’in Soyadı

    Ferit İbrahim Bey, soyadı kanunu üzerine, alacağı adın fotoğrafçılığı ile ilişkili olmasını arzuladı. Oğlu fotoğrafçı Naim Bey ile aynı espride bir soyadı seçmede birleşemediler. Ama her ikisinin aldıkları soyadlarında, mesleklerinin -az da olsa- esintileri bulunuyor. Baba Ferit İbrahim Bey “Özgürar”ı, Oğul Naim Bey “Gören”i kendileri için soyadı olarak seçtiler.

    Ferit İbrahim Bey’in 4 Evliliği

    Ferit İbrahim, 4 kez evlendi, ilk eşi Naciye Hanım, Askerî Tıbbiye hocalarından Binbaşı Doktor, Münir Bey’in kızı idi. Naciye Hanım’dan, fotoğraf sanatçımız Naim Gören ile kızı Müzehher Adoran doğdular.

    Ferit İbrahim Bey’in 2. eşi Rabia Hanım’dan çocuğu olmadı.

    3. eşinden Semha Özden doğdu. Onda da baba mesleğinin bir esintisi olarak fotoğraf tutkusu vardı.

    Ferit İbrahim Bey’in, çocuklarından, torunları da oldu. Bunlardan, Naim Bey’in tek çocuğu olan Yıldız Kanada’ya yerleşmiş bulunuyor.

    Ferit İbrahim Bey’in 4. eşi Fifi adında bir Rum kızıdır. Fifi, Ferit İbrahim’in atölyesinde sekreterlik ve banyo üzerinde yardımcılık yapıyordu. Aralarında büyük yaş farkı bulunmasına rağmen evlendiler. Ferit İbrahim Bey’in Fifi’den çocuğu olmadı.

    Ferit İbrahim Bey, 1953 yılının Ocak ayında vefat etti. Karacaahmet mezarlığına gömüldü. Son eşi Fifi, onun kıymetli arşivini elden çıkartarak, Yunanistan’a gitti ve oraya yerleşti.

    Bu suretle, meşrutiyet döneminin ilk Türk fotomuhabirinin ve Beyoğlu’nda açılan, ilk Türk fotoğrafhanesinin değerli arşivi darmadağın oldu.

    Taha Toros

  • Eski Caddebostanı ve Suadiye

    Eski Caddebostanı ve Suadiye

    Sermet Muhtar Alus‘un muhteşem üslubuyla kaleme aldığı eski Caddebostanı ve Suadiye yazısı, size “Nereden nereye?” dedirtecek… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Masal Olanlar: Eski Caddebostanı ve Suadiye

    Arkalarda tiril tiril markizetten renk renk elbiseler, kollar açık…

    Suadiye civarına o zamanlar Domuzdamı derlerdi. Ne in vardı, ne de cin…

    Kendimi bildim bileli bu Anadolu sahilindeki iskelelere vapur işler.

    Köprüden, alaturka galiba on buçukta kalkan 17 numaralı Şahin vapuru, tıpkı şimdikiler gibi, Moda’dan başlayarak, Kalamış’a, Caddebostanı’na, Bostancı’ya, uğrayıp adalara giderdi.

    Köşkleri sahile civar olanlar, hattâ olmayıp ta deniz keyfi sürmek isteyen beyler, paşalar, bu vapura rağbet ederler, Kalamış’la Fenrbahçe arasına, yazlığa çıkan ecnebilerle tatlı su frenkleri de, gemiyi hıncahınç doldururlardı.

    Amanın efendim, o ne madamlar, ne matmazellerdi!

    Arkalarda, tiril tiril markizetten ince krepdüşinden renk renk ketenden elbiseler. Kollar açık, göğüsler dekolte, bacaklar meydanda. Saçlar alaça alaca dağılmış, yüzleri pençe pençe kızarmış, tenleri dalga dalga pembeleşmiş. O günlerde, bunları rüyada görene ne mutlu.

    Küfür küfür esen güvertede, ayağı ayağın üzerine attılar mı etraftakilerde ne bet kalırdı ne beniz; ne derman kalırdı ne iman.

    Atalar sözünü unutmayalım. En koyu mutaassıplar bile güzele bakmak sevaptır reyi rezininde bulunmuşlar.

    Eminim ki dünya yüzünde, çeşmiçerezin haram olduğunu iddia edecek ne bir kimse gelmiştir, ne de gelecektir.

    Bu işe o zaman da cevaz verilir ve boyuna sevaba girilirdi.

    Benim kanaatime nazaran, Şahin vapuruna rağbetin rüknü aslîsini, her halde bu teyammüm keyfiyeti teşkil ediyordu.

    Meselâ, saçlı sakallı, enseli gövdeli, rütbeli nişanlı bir paşa efendi; yahut ricali mülkiyeden, münşi, kâtip, püredep ve nezaket bir beyefendi.

    Taksim bahçesine gidemez; Tepebaşı’na uğrayamaz. Konkordiya, Kristal haddine düşmemiş. Mesirelerden birine adımını atamaz.

    Mübarekin canı yok mu?

    Mütenasip bir kadın vücudu, güzel bir çehre, uygun kaş göz görmek murat etmez mi?

    Zavallıcık ne yapsın? Atlardı Şahin’e, yayılırdı bir köşeye, uzaktan, yutkuna yutkuna, seyrederdi madamları, matmazelleri.

    Vapurdaki yolcuların dörtte biri Moda’ya, dörtte ikisi Kalamış’a indikten sonra, meydanda benatı havva namına kimse kalmaz, çeneleri de bıçak açmazdı.

    Göztepe, Erenköy, Kozyatağı’nda oturdukları halde Kalamış’a inip orada arabaya binmekteki hikmet de galiba bu idi.

    Operatör Cemil Paşa’nın ihyakerdesi olan Çiftehavuzlar önündeki meşhur (Salistıra) dalyanı geçildikten sonra Caddebostanı’na vâsıl olunurdu.

    O zamanki Caddebostanı da ibretin kudreti. Aşağı yukarı kuru toprak.

    Ragıp Paşa’nın şatosu daha kurulmamış. Sahilde, ilkpeşin zift fabrikası, ardından Avni Paşa’nın köşkü, Sadrazam Kâmil paşa zade Şevket Bey’in, Horoz Ali Paşa’nın köşkleri.

    Bu Horoz Ali Paşa’nın bahçesi, şimdiki plaj yeri ile cazbantlı gazinonun bulunduğu mahaldir.

    Ali Paşa’ya horozluk lâkabının nereden geldiğini, maalesef bilmiyorum. Hayal meyal hatırımda kalan bir nokta varsa o da şudur:

    Süvari kıtaatı kumandanı olan paşa, askerde selâmlık yerine giderken, gûya muzika, Namık Kemal’in (Amalimiz efkarımız ikbali vatandır) şarkısını güldür güldür gürletmiş ve merhum derhal sigaya çekilerek sürgüne sürülmüş.

    Caddebostanı iskelesi aynı yerde idi. Yenikapı’da, Kumkapı’da odun kayıklarının yanaştığı salaşlar vari bir şeydi.

    Sıcaklar basınca, iskelenin sol tarafına, biri erkeklere, üç dört yüz adım ilerisindeki kadınlara mahsus olmak üzere iki deniz hamamı yapılırdı.

    Bu hamamların erkekler kısmına, İsmail Efendi isminde, eski hovardalardan biri bakar, kadınlarınkine de, Merdivenköyü’nde oturan ve çok çocuklu Emine Hanım denilen hatun göz kulak olurdu.

    Deniz hamamının başlıca müdavimi, Münif paşa zade idi. İdman Cemiyetleri İttifakı sabık reisi Ali Sami bey biraderimiz; o zamanlar yeniden yeniye sebahate başlamış ve icatkerdesi olan seri yüzmeye hadim, yanları kanatlı tahta kaloşları, ilk defa burada tatbik etmişti.

    Kadınlar hamamı, erkeklerinkine o kadar uzaktı ki dürbün bile erkeği kadını fark edemezdi.

    Civarda, Sadrazam yaveri Cemal Paşa’nın, Ş.Sami bey merhumun ve Doktor Celâl İsmail Paşa’nın köşklerinden gayri belli başlı bir ev hatırıma gelmiyor.

    Cami ise daha ne kadar sonra yapıldı.

    Bağdat Caddesi denilen şimdiki asfalt yolun hali de silahlıktı. Caddenin fecaatine öküz arabaları bile tahammül edemez, sapacak kestirme yol arardı.

    Güzergâh yukarı doğru biraz daha takip edilince, şimdi Şaşkınbakkal denilen, halbuki o zamanki ismi Bolbedros olan ağaçlıklı mahalle ayak basılırdı.

    Burası, yerli Hristiyanların göz l bebeği bir yerdi. Ağaçların altındaki kuytu kahvede laterna sesi eksik olmaz, beş kişi bir araya toplanınca kasap oyunu da nihayet bulmazdı.

    Suadiye civarına Domuzdamı denildiği iyice hatırımdadır. Vaktile burada cinsi hınzır, kesretle üretilir ve erbabına dağıtılırmış. Bu hayvanat, sair yerdekilerden daha beşli ve yağlı olduklarından, Galata’da, Domuz sokağındaki kasaplar, en evvel buraya başvururlarmış.

    Havali o zaman, aksayi ümrandan bait ve eski tabirle, arazii mevat kabilinden bir arzulahü vasia.

    Ne in vardı ne cin? Ne hayvan geçerdi, ne kervan?

    Hâlâ yerinde duran ebenin köşkü dedikleri bina göze çarpar. Gazeteci Mihran çatanasile gelip gider. Şimendifer direktörü Hügne’nin malikânesi ise daha meydanlarda yok.

    Sadi beyin meşhur âlim ve dillere destan donanma geceleri müstesna, bu caniplere gerek yayan gerek araba ile ayak basılmaz, baharlarda avcılar dolaşır, Tanrının günü tütün kaçakçılarıyla mekik dokurdu.

    Zürriyete ermek maksadile civardaki devletliden toprak alacaklar yahut İçerenköyü’ndeki şarapçı Tomson’dan eski şarap tedarik edecekler, bazen buralardan mürur ve ubûr ederdi.

    Esnayi rahte gözler kapanır, çeneler kilitlenir, taşlar, çukurlar arasında, “yasabur!” çeke çeke dokuz doğurulurken yaşlılardan biri kerameti savururdu:

    — Eski zamanın tahtaravanı olsaydı da bineydik!

    Seraskerzadenin Başıbüyük’te çiftlik kurmağa kalktığını duyanlar küçük dillerini yutarlarken pişkin kimseler imdada şitaban olmuşlar ve:

    — Zengin arabasını dağdan aşırır; züğürt düzlükte yolunu şaşırır! nam darbımeseli söyler söylemez bu yufka akıllıları haptetmişlerdir.

    Sermet Muhtar Alus | Taha Toros Arşivi (Eski Caddebostanı ve Suadiye)

  • Kuşdili Kontu

    Kuşdili Kontu

    “Fenerbahçe’nin tarihi Kadıköy’ün de tarihidir” diyerek, hazır Kuşdili de bu kadar gündemde iken, biz Sermet Muhtar Alus’un doyumsuz kaleminden Kuşdili Kontu hikayesini sitemize alalım, siz de keyifle okuyun istedik…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kuşdili Kontu

    Ona bu adın takılışı gayet azametli, kendini beğenmiş, burnu Kaf dağında oluşundan; son derecede şık, Paris modasına göre giyimli, herkesi yabancı görüp müstehzi müstehzi baştan aşağı süzüşündendi.

    Kont denilen kişi mutlaka bu tabiatte, böyle kılpıranga mı olur, o da başka bahis.

    Doğma büyüme Kadıköylü, yirmi beşle otuzunun arasında, ergen, bekâr, çehre ve endamca hayli yakışıklı, erkekten ziyade kadın güzeliydi.

    Kıvırcık kumral zülüfleri, duru beyaz teni, pembe pembe yanakları, zümbül bıyıkları vardı.

    Kuşdili ve Yoğurtçu piyasalarına Cuma ve Pazar akşamları hava karardığı vakitler, mehtaplarda da ayak takımı dağıldığı sıralar gelirdi. Ekseriya yapayalnız, nadiren de yanında kendisi gibi iki dirhem bir çekirdek bir arkadaşı.

    Başında mantarlı, üç delikli (Şlik) fes; alafranga (négligé)lik olsun diye ipek gömleğinin yakası fora; üstünde gıcır gıcır, beyaz keten elbise yahut tiril tiril sadakor ceket, gri fanilâ pantalon.

    Dimdik, katiyen yana, arkaya dönüp bakmıyarak, kaşları çatık, tebessümü mucizeye bağlı, kibir ve gurur timsali gibi, sık ve kısa adımlarla yürür, çayırın hoppaları birbirlerine girerlerdi:

    — Müjde, Kuşdili Kontu geliyor!..

    — Gene kravatsız, yakası açık. Göreceksiniz kravat takmamayı, yaka açmayı moda yapacak!..

    — Gerdanı krepdöşen gömleğinin beyazlığından ayırt edilemiyor vallahi..

    Ellisini geçmiş, yüzleri mahallebiye dönmüşken hâlâ düzgünlü, rastıklı, sürmeli katunlarda da onu karşıdan görür görmez, ne canlanma, ne gençleşme, şakrak şakrak kahkahalarla ne sözler atma:

    Erişir menzili maksuduna aheste giden
    Tiz reftar olanın payine damen dolaşır

    Delikanlının göz ucu çevirmeyişi dolayısile (nevirleri) dönenler, fena halde öfkelenip söylenenler de çok…

    — Aman ne kurumyoz, ne sahte vakar mahlûk!.. Burnuna sinek, konsa kış demiyecek!..

    — Kabahat hep kadınlarda. Bu maça beyine yüz verdiler de başlara çıkardılar!.

    — Saçma kont ve lâkin Manakyan’ın zibidi kontlarından. Binemeciyan gibi böyle pudralara, allıklara bulandıktan sonra bari şanoya da çıksa; (Ladam o Kamelya) daki Arman rolünü oynasa…

    Çayır müdavimi beylerin fısıltılarına da kulak verelim. Onlarda da;

    — Bu züppe herif o kadar sinirime dokunuyor ki şeytan gırtlağına atıl, boğ diyor…,

    — Kadın olsam, bin gönlüm olsa birini bu soğuk nevaya vermem!,.

    — Didon kılıklılığına bakma, (a b c) yi sökmemiş; (mersi, bravo, maparol) dan başka bir kelime Fransızca bilmezmiş!.

    Mehtaplarda, hele ayın on dördüncü, on beşinci geceleri çayır piyasalarından sonra Yoğurtçu’dan sandallara binilip bir parti de deniz piyasası yapmak âdet..,,

    O zamanlar şimdiki gibi, baş açık, vücut güneşten yanık, sırtta atlet fanilâsı, küreklere geçmiş denizci gençler ne gezer… Bazı sporcular varsa da tek tük; onara da rağbet yok.

    Rağbet, kalıplı fesi başında, lâvanta kokuları sinekkaydı tıraşına, (ale rötür) yakalı frenk gömleği, komple kostümü, hattâ deniz havası rütubetlidir diye ipek astarlı pardesüsü sırtında, kadife mindere oturup edalı edalı dümen kullananlara…

    Kuşdili Kontu da kayık iskelesinden arkadaşının mahun futasına kurulur kurulmaz ayaklanan hanımlar sayısızdı.

    Hemen kiralık sandal bulmağa seğirtenler mi istersin? Sandalcı ile pazarlık bile etmeden içine atlıyanlar mı?

    Dere boyunda oturan ahbaplarına koşup, yalvara yakara, bir saatcik olsun onların sandalını koparanlar mı?

    Futanın önünü, arkasını, iki yanını alan, bazan rampa edecek kadar yaklaşan kafile ağır ağır yolu tutar, Küçük Moda’daki (Bomonti bahçesi)nin incesazı uzaktan, (Otel Belvü)nün orkestrası yakından aksede ede, Kalamış koyu, Fenerbahçe açıkları boylanırdı.

    Hazırlıkları da sorar mısın?.. Kaç gün evvelden hanende meşhur Nasib hanım, Topal Sıdıka hanım, gazelhan Bohçacı Hatiçe hanım peylenmiş, Bunların yanına udi, tamburi, kemani, sazendeler de katılmış.

    Denize açılınır açılınmaz taksimler, medetler yarışa çıkar, ara vermelerde gene şen şakrak fısıltılar yürür giderdi:

    — Duydunuz mu? Kuşdili Kontu refikama: (Ma parol, pek hazin taksim, pek muhrik ses!) diyor.

    — Haberiniz yok, bizim tarafa bakarak hafifçe reverans yapar gibi oldu. Ya mersi, ya da bravo dedi galiba!..

    — Aman kardeş (Bayati) makamını hiç araya katma. Alıngan mizaçlı; beni bayat yerine koyuyorlar diye belki alınır. Kaş yapalım derken göz çıkarmış oluruz!..

    Mehtap safasından geç vakit dönülür, (Padişahın kır beygiri bana baktı) kabilinden, yukarıda dediğim gibi Kuşdili Kontunun reveranslarına, mersi ve bravolarına nail olanlar, daha doğrusu öyle sananlar sevinç içinde evlerine dönünce kocalarında, büyüklerinde öfke topukta; gelsin takaza:

    — Bak, bilmiş ol kadın, yarından tezi yok Fatih’te, Aksaray’da ev arıyacağım. Bu yere batası Kadıköyü’nden sağ selâmet kurtulayım!,.

    — Ayol nerede kaldınız, handiyse horozlar ötecek. Seyyibe kısmı bu saatlere kadar sokakta gezer mi?

    Çoğu yalanı kıvırmada:

    — Lâhavle, biz keyfimizde mi geziyorduk? Komşu filânca hanımlardaydık. Mehtap güzel, balkonda oturduk; tatlı tatlı konuştuk.

    Şüphelenip gizlice takibe kalkışanlar, karılarını kayığa biner veya inerken yakalıyanlar, hattâ boşıyanlar da duyulmuştur.

    Kadıköyü’nde oturan, kapılarına boyuna görücüler gelen, her birine bir kulp bulup:

    — İstemem, üstüme fazla varmayın, vallahi Kurbağalıdere köprüsüne gider, kendimi şimendiferin altına atarım!., diyen tazelere şüphe hazırdı:

    — Acaba Kuşdili Kontuna mı gönül verdi? Onu mu umuyor dersin?

    Aradan otuz bu kadar yıl geçti. Sekiz on gün evvel Kadıköyü’nden Köprüye döneceğim. İskelede vapuru beklerken, karşıda gözüm ısıran bir sima.

    (Yarabbi bu biriydi, kimdi?) diyor, bir türlü bulup çıkaramıyorum.

    Başımda soluk fötr şapka; sırtında ağarmış, lâcivert empermeabl. Şakak saçları, kesik bıyıkları boyalı; dipleri apak. Fakfon tabakadan cigara çıkarıp çıkarıp —galiba da 14 lük Halk cigarası— birbirinden yakıyor… Gözleri de mütemadiyen karşı kanapedeki gayet süslü, iki genç bayanda.

    Bayanlar farkına vardılar. Yüz buruşturarak yerlerinden fırlayıp tâ nihayete oturdular.

    Birden adamcağızı tanıyıverdim. Kuşdili Kontu değil mi?..

    Eeey, dünya bu!.. (Düşmez, kalkmaz bir Allah!)

    Sermed Muhtar Alus | Kuşdili Kontu (Taha Toros Arşivi)

  • Kadıköy Cenneti

    Kadıköy Cenneti

    Sermet Muhtar Alus, 29 Temmuz 1945 tarihli Akşam gazetesinde muhteşem bir Kadıköy yazısına daha imza atmış. Kadıköy cenneti andıran bir köşe iken, kimler kimler, ne zamanlar geçirmiş… Büyük bir keyifle okuyacaksınız!

    Not : Yukarıdaki müthiş görsel için kıymetli büyüğümüz Seyhun Binzet‘e sonsuz teşekkürler…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dünden Bugüne Kurbağalıdere

    Belediyenin Kurbağalıdere’yi temizletmeğe kalkışması civarlıları, hele orayı bir iki ay önce kalemine dolayan kıymetli dostum Vâ-Nû’yu ne kadar memnun etmiştir, diyorum. Bu hayırlı haberi Akşam’da okuyunca ben de âdeta sevinmiştim. Ara sıra Göztepe’ye gidip gelirken derenin ilerisini, gerisini yokluyorum. Faaliyet başladı mı, başlamak üzere mi? Hattâ geçen çarşamba, yine oradan geçerken Kalamış koyunda tarak dubası gözüme ilişince enikonu ferahladım. Aradan üç dört gün geçer geçmez gazetelerde bir havadis:

    Mevsim geçikmiş, artık havalar müsait değilmiş; gelecek seneye bırakılmış. (Geç olsun da güç olmasın, çıkmaz ayın son çarşambasına kılmasın da)yı hatıra getirerek yerinmeğe pek sebep yok amma şu da apaşikâr: Yine pişmiş aşa su katılmış.

    40 yıl evvel Kurbağalıdere sahiden kurbağalı bir dereydi. Yaradana kurban olayım, o koca kafa, patlak göz hayvancıklar, kıyılarında durup dinlenmeden bağırışırlar; hikmeti hüda, ne bed şekillerinden tiksinilir ne de kötü seslerinden yaka silkilirdi.

    O vakit dere, şimdiki kadar dolmamış. Suyu oldukça bol, çamur renginde, aşağı tarafları yosunlar, miyasmalar içinde ve küme küme haşarat bulutlan: su sineği, sivrisinek, tatarcık.

    Üzerinde o zaman da kâgir bir köprü vardı. Yavuz Selim’in Çaldıran seferine, Dördüncü Murad’ın Revan, Bağdat seferlerine gidişinden kalma mı neydi? Köhne, dapdaracık çukurlu tümsekli; iki yanında tahtadan harap korkuluklar.

    Maazallah, koşulu atlar az buçuk haşarılanıp arabayı iki karış sağa veya sola götürdü mü paldır küldür aşağıyı boylamak haritada yazılı. Emektar, dizgin kullanmakta usta arabacıları hep o köprü üstünden geçerler; içeridekiler bu berzahlanışa alışkın olmakla beraber besmeleleri, salâvatları dudaklarından eksik etmezlerdi. Gelgelelim bütün kira faytoncuları, muhacir arabacıları dere budur diyip yallah dalarlardı.

    Sebebi var: Sıcaktan dili bir karış dışarıya çıkmış hayvanları serinlendirmek; çamurlukların, tekerleklerin tozunu toprağını gidermek…

    Müşteri hanımlar, beyler feryadda:

    — Aman ne yapıyorsan hemşehri, bari derin taraflara gitme, üstümüz başımız, tepeden tırnağa zifoslardan berbat olacak, maskaraya döneceğiz.

    Kulak asan kim? Hattâ bazıları, fırsat bu fırsat diyerek daha ötelere gider, paçaları sıvayıp aşağı atar, diz kapaklarına kadar suya girmiş atları, tekerlek taslarına kadar batmış arabayı bir âlâ yıkardı.

    Mahut kâgir köprünün altından itibaren gerilerine (Dereboyu) denilirdi. Kadıköylülerin en belli başlı mesiresi. Kıyılarına, yaygılar, kilimler serip serip bayıla bayıla Gazhane, Paris, Çarıkçı mahallelerinin kadınları, tazeleri; memede, kucakta elde, sıbyanları. Kimi kol gibi hıyarları göğdeye atmada, kimi tırabzan babası kalınlığındaki mısır koçanlarını kemirmede.

    Daha üst tabakalar da mevcut; Halep maşlahlı, son moda yeldirmeli, alafranga kaspusiyerli hanımlar da dolu. Seccadeler, açılıp kapanır portatif iskemleler üzerine oturmuşlar. Onların da ağzı boş durmuyor. Gezici satıcılardan kâğıt helvası, dondurma, Ağustos’un on beşi geçti mi muhallebi, kestane, ünnap yiyorlar. Tazeler arada bir ayaklanıp bir iki boy piyasada; peşlerinde şık beyler ve gelsin (söz atış)ların çeşidi:

    (Mahmur bakışı âşıka bin lûtfa bedeldir), (Atfetme sakın hançeri müjgânını nagâh), (Etmeyor hiç merhamet cânân benim efganıma) gibi şarkı mısraları…

    Cuma ve Pazar akşamları buradakiler Kuşdili çayırına, Kuşdili’ndekiler de buraya kadar, aynı minval üzere piyasayı uzatırlardı.

    Dere boyundaki keçi yollarından daha ileriye yürüyünce bir kır kahvesine gelinirdi. İşleteni de söyliyeyim: Kadıköyü’nün en namlı yorgancısı, aksatmasının kıtlığından değil, keyif olsun diye tiyatrocu Kel Hasan’ın büfesini tutan, meşhur (Onikiler)den arta kalan Kâmil efendinin küçük oğlu Zekâi.

    Yüz yıllık çınarların altında bir salıncak, bir de o vaktin başlıca jimnastik âleti olan barfiks vardı. Omuzdaş takım kolan vururken minare boyu yükselerek ayaklarını çınarın dallarına değdirir; perşembe akşamları da havalinin jimnastiğe meraklı bazı delikanlıları ve Harbiye, Bahriye, Kuleli mektebi talebelerinden bazı gençler sabit demirde marifetler gösteri, birbirleriyle yarışa çıkarlardı.

    Kurbağalıdere’nin daha ötesine gitmek netameli sayılırdı. Zire Beşinci Murad’ın sözüm yabana çiftliği orada. Vakıa bir iki uyuntu bekçiden başka kimsecikler arama, fakat korkulu rüya görmektense uyanık yatmak hayırlı. (Fikir tepesi)ni boylıyacaklar sağdan, uzaklardan dolanırlardı. Tepenin civcivliği de mayıs ayına münhasır.

    Dere boyunun gediklilerini sayalım; hanımlar tarafından takılmış lâkablarını da ilâve edelim:

    Kıvırcık saçları tıpkı fesliyen demetini andıran, (zabıtanı askeriye)den ve (müntesibini musikiye)den Bülbül Asaf…

    (Çayır lüksü), (Pembe gül), (Mehtap) ünvanlarını taşıyan, Babıâli’nin bilmem ne kalemi hülefasından Dilber bey…

    (Küçük lüks) denilen ufak tefek genç…

    Piyade mülâzımı, Uşşakizade Halit Ziyanın hayranı, istikbalin edebiyatçısı ve muharriri Raif Necdet ile candan arkadaş, eski Galatasaraylı, Romanyalı Süleyman Sudi…

    Pembe köşklü, Kişizade, (bundan altı yedi yıl evvel Suadiye’de kaza kurbanı olan) Kenan merhum…

    (Lokman hapı) diye şöhretli, kara yağızın yakışıklısı Yusuf…

    Fazal sarışınlığından ötürü Almana benzetilen, ney üflemekte de mahareti bulunan Cemil…

    Her an hafiften hafife gazel terennüm eylemediği dakikalar kahkahasından durulmayan, sakal başını henüz aldırtmış hafız…

    Damatlara, gelinlere, torunlara karıştığı halde her dem taze bembeyaz saçlı ve kirpikli, Mızıkai hümayunlu Suat bey (elyevm Kadıköyü’nde gazete satar) ve saire…

    Hanımları araya katmadık. Bu gezip tozan beyler, yukarıda dediğim gibi Kuşdili çayırı piyasalarından da hiç eksik olmazlardı.

    Derenin sağ kıyısına rastlayan çayıra niçin Kuşdili adı verildiği düşünülecek şeydir. Etrafında ağaçlar, yeşillikler çok; berisindeki bostanda tınazlar gibi gübre yığını; yani her tarafın kuş yatağı oluşunda şüphe yok. Ve lâkin ne diye (Kuşlu çayırı) denilmemiş de (Kuşdili çayırı) denilmiş. Öteden beri seyir, seyran yeri olduğuna göre acaba eskiden burada (teııezzühe) çıkan erkekler, kadınlara kuşdilice mi lâf atarlarmış?

    Fenerbahçe’den dönen Kadıköylülerin, Acıbademlilerin, Üsküdarlıların arabaları Mahmutbaba türbesinin önündeki yolda zincirleme, arka arkaya dizilir, son mola burada verilirdi.

    Süsüne fazla düşkün beyler arabadan inip bir kenarda lostracıya iskarpinlerinin, pantalon paçalarına tozlarını süpürtür, arkadaşının koluna girip çayırı üç beş kere dolaşır. (Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla) kabilinden yanındakıne şairane şairane sözler, Fransızca kelimeler karışık cümleler sarfederlerdi.

    Kuşdili’nin dere kenarında, Komik Hasanın ahşap tiyatrosu cuma ve pazarları dolup taşardı. İştanbul’da ilk futbol, Moda’daki İngilizler tarafından, bu salaşın karşısında oynanmıştır. Meşrutiyetin ilânından sonra Galatalı Hamdi reis, meşhur çalgılı gazinosunu gene bu salaş tiyatro binasının ilerisinde açmıştı. Yıllarca her yaz hıncahınç kesilmiş, günün birinde de reiscağız ayağı kayıp yuvarlanınca ağaçlara gerili tele boynu takılıp ahrete gitmişti.

    Kurbağalıdere’nin nihayetindeki Yoğurtçu çayırına neden dolayı bu ismin verildiği de malûm değildir. Bir köşeciğinde yoğurt yapan bir mandıra mı vardı, yoksa yoğurtçu dükkânı mı, bilen yok.

    Ben dünyaya gelmeden beş altı yıl evvel bizimkiler bir yaz orada ev kiralamışlar. Konu komşular arasında maruf kimseler de varmış. Meselâ Mekteb-i Mülkiye müdürü Abdürrahman Şeref efendi; doktor Ahmet paşa; Babıâli ricalinden Nureddin bey (eşsiz sanatkârımız Münir Nureddin’in babası); Tulumbacıbaşı (musiki üstadlarımızdan Sinekemani Nuri beyin babası).

    O zamanlar ramazan yaza rastladığından çayırda cemaatle teravih kılınır, civarlılar gecelik entarileri, keten hırkalar, feyyum kürklerle namaza gelirlermiş. Çayırın deniz tarafında, etrafı pedavralarla, çalı çırpılarla bölünmüş yerde Kavuklu Hamdi ortaoyunu oynar, küçücük sahnede Aranik adında, kara kaşlı, kara gözlü, tombalak bir Ermeni kadını:

    “Muhaciriz, bîçareyiz, amma ne bahtı kareyiz” diye kanto söylermiş.

    Teravihten sonra istiyen ortaoyununa gider, istiyen çayırda piyasa eder; çok kimse de, bilhassa mehtaplarda sandallara binip, beyden efendiden de sazende ve hanendeleri beraberine alıp derede, Kalamış koyunda geç vakitlere Kadar taksimleri, gazelleri, şarkıları tuttururlarmış.|

    Bizim çocukluğumuzda Yoğurtçu’da in cin top oynardı. Meşrutiyetten sonra gene canlanır gibi oldu. Derede, koyda gene deniz safaları yapılmağa başladı. Yıkılan oyun yeri bir kahve haline sokulmuştu. Sahibi çepkenli ve poturlu Mustafa ağa, ocakçısı da (Dede) denilen kalendermeşrep bir Ermeniydi. Bu kahve sonbahar girince balık meraklılarının âramgâhı idi. Baş devamlısı da Barometre Ali bey.

    Mumaileyh göğe, bulutlara bir göz atsın, ertesi gün havanın lodosa mı döneceğini, fırtına mı kopacağını şıppadak söylesin.

    Sermet Muhtar Alus / Taha Toros Arşivi

  • Fenerbahçe’yi Dolaşırken

    Fenerbahçe’yi Dolaşırken

    Geçenlerde Reşad Ekrem Koçu’nun Fenerbahçe semtini anlattığı bir yazı yayınlamıştık. Şimdi de sıra Fenerbahçe’yi dolaşırken eskiye göre nelerin değiştiğini yazan Sermet Muhtar Alus’un… Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Mesire-i Dilara

    Geçen pazar akşamını Göztepe’de geçirişimden, yazı andıran havanın güzelliğinden istifade ederek, ertesi sabah Fenerbahçe’ye kadar yayan bir gezinti yaptım. Yıllardır fırsat bulup eski mesirei dilâraya uğramamıştım. Rastladığım değişiklikler beni hayli yadırgattı:

    Vaktiyle Fener kulesinin ışığı sabitti, geceleri biteviye yanardı; şimdi yanıp yanıp sönüyormuş. Kulenin berisine ufak garaja benzer bir bina yapılmış. Karşıki kayalığın üstüne bir fenercik konmuş. Nüzhetgâhı çepeçevre kuşatan düzgünce bir yol, kenarında boydan boya hendek vardı; hepsi bozulmuş, her tarafı otlar bürümüş. Rıdvan Paşa’nın Şehreminliğinde, 1901 veya 2 de, kıyıdaki asırdide sakız ağaçlarının köklerini korumak maksadiyle yapılan beton setler hâlâ duruyor. Selviler tek tük kalmış.

    Çiftehavuzlar’ın bir kurşun menzili açığına kurulan, yaz kış oradan eksik olmıyan Salistra dalyanı —yoksa bir başkası mı bilmem— o kadar yakma nakledilmiş ki seslenseler duyulacak. Şapka burnuna, ilk Cihan Harbi senelerinde inşa edilen birkaç debboya yeni yeni tesisat, vinçler ilâve olunmuş. Demir yolunun nihayetindeki küçücük istasyondan eser yok. Kalamış koyu cihetine düşen kayık iskelesi harap; ağaç dallarına asılı ığrıplara, ağlara bakarsan orasının balıkçılara mekân olduğu anlaşılmada.

    Yarımadanın orta kısmında bazı hazırlıklar göze çarpıyor. Burası bayram yerlerine, sözüm yabana Lunaparklara döndürülecek galiba? Yüksekçe bir dönme dolap getirilmiş; salıncak direkleri dikilmiş; çocukları bindirmeğe ufacık lokomotif, vagonu, rayları taşınmış; oyuncak katarı yürütecek adam, Bilâl isminde bir habeşî hazır bile. Nişan atma barakası bitmek üzere…

    Etrafı ağır ağır dolaşırken 40- 50 yıl evvelki Fenerbahçenin meşhur simaları zihnimde belirmeğe başladı. Müdavim zevatın muayyen, hiç değişmiyen durak mahalleri vardı. Meselâ Müşir Deli Fuat Paşa, Şam’a nefyedilmeden önce, deniz hamamlarına karşı köşenin, yolun darlaştığı noktanın gediğini satın almış gibiydi. Şeyh Cevat Efendinin küçük damadı, Dersaadet Adliye müfettişi Yusuf Şetvan Bey, antika hamam harabesinin yamacından ayrılmazdı. Şeyhülislâm zade, Şûrayı Devlet Mülkiye dairesi âzasından zayıf nahif Muhtar Bey, piyasaların tozundan tiksinir, faytonunu Fener kulesinin civarına çektirirdi. Kireç kapısı gümrüğü nazırı Ramiz Beyin oğlu, Dahiliye Mektubi kalemi muavini Neyir Bey, kupasını salaş kahvenin hizasında durdurur; arabadan inip kolunu kapıya dayar, saatlerce aynı vaziyette etrafı süzerdi.

    Sair hazaratı sayıp dökmeğe, hele hanımlardan açmağa hiç girişmiyelim; mahdut sütunlarıma sığmaz, sahifeler dar gelir.

    Fenerbahçe’ye üç vasıta ile gidilirdi: Arabayla, trenle, sandalla… Hıdrellez’de, 1 Mayıs’ta, Cuma, Pazar günleri ortalık gayet kalabalık olur; konak faytonları, kira arabaları, muhacir tentelileri, paraşollar ıskarça kesilir; toz dumandan göz gözü görmezdi. Bunları bir iki kere anlattık, tekrarlamak abes.

    Tren, yalnız Cuma ve Pazarları üç sefer işler; İstanbul, Üsküdar, Kadıköy halkından seyrangâha âzım kişiler Haydarpaşa’da vagonlara dolar; Feneryolu’ndan hat sağa kıvrılırdı. Hattâ Feneryolu mevkiinin o vakitki ismi (Bifurcatlon), yani ikiye aynlan yoldu. Bu kol 1,800 metredir. Nihayeti, deniz hamamlarının, set üstünde bulunan namazgahın 20 – 30 adım berisindeydi. Katardan boşalan müşteriler, o zaman berzahtaki bostanın solundan, deniz kıyısından yürüyerek yarımadaya varır, gölgeliklere dizili sandalyaları kapışırlardı.

    Alamana, pazar kayığı, sandalla gelenler kayık iskelesine yanaşır, karaya iner, yayanlar kafilesine katılırdı.

    Sırası düşmüşken, şu içler acısı vakayı araya sokayım:

    Tanıdıklardan Etyemezli Ebe Fatma hanımın kızı bir Necibe hanım vardı. Oğlu Kuleli idadisinde talebeydi. Yaza tesadüf eden bir Kurban bayramı, havanın mülâyimliğinden, denizin süt limanlığından gayrete gelip, yedi arkadaş söz birliği ediyorlar. Samatyadan bir kayık peyliyerek arifane ile yiyecekleri hazırlıyorlar. Kimi kebaplık eti, kimi yalancı dolmayı, kimi irmik helvasını sepetlere yerleştiriyor; ötekiler de yeşil salatayı, taze soğanı, karpuz kavunu, içilecek suyu tedarik eyliyor. Tığ gibi delikanlılar, kayıkçıya ne lüzum? Kürekleri kendileri çekecek; Fenerbahçeyi boylayıp akşamleyin dönecekler.

    Narlıkapıdan atlamışlar kayığa. Biraz açılır açılmaz lodos esmeğe, dalgalar kabarmağa başlamış. Yısa boca çalkanmadalar. Ne gerisin geri dönebiliyor, ne de Kadıköyü’ne ilerliyebiliyorlar. {Yelken açalım, lodos artmadan Üsküdan tutalım!) deyip açmışlar yelkeni.

    Lâhzada kayıp kapaklanıvermez mi? 7 delikanlıdan, güzel yüzme bilen yalnız biri kurtulmuş, altısı boğulup gitmişti. Necibanım, ihtiyar yaşında bile evlâtçığına yanar, için için göz yaşı dökerdi.

    Fenerbahçenin tam ortasında çatısı ahşap, önü sondurmalı, külüstür kahveyi yaşlı, pos bıyık bir Ermeni işletir, ocak başında tezgâhtarlık eder, iki çırak kullanırdı. Biri Komik Abdürrezzağın, sonra küçük İsmail’in tulûat kumpanyasında (tiran), yani hain rolüne çıkan Şerbetçi Manuel’in kardeşi Avadis; öbürü İcadiye sandığı tulumbacılarından Dikran. İkisi de kırkını aşkın ama sırım gibi.

    Saha geniş; Cuma ve Pazar günleri arabasız müşteriler de hıncahınç. Mesire paydos oluncaya kadar, kahvede yamaklık eden iki ahbar, yalınayak, başı kabak etrafta çarh çeviririrler; kahvenin, çayın fincanına, Kayışdağı suyunun şişesine 2 kuruş, hasır istenirse çeyrek alırlar; 20 para, 40 para bahşişe de konarlardı. Zavallılar durup dinlenmeden taban teper, mintanlarının sırtı terden yamyaş, dilleri dışarıda, nefes nefese oradan oraya koşar; herkes derdi ki:

    — Herifçağızlar yorgunluktan helâk oluyorlar. At sürücülerinden, tramvay vardacılardan beter haldedirler. Ayaklarını tuzlu suya sarkarlar mutlaka!…

    Fenerbahçenin temelli kâğıt helvacısı Debreli Selim, dondurmacısı Arnavut Andon’du. Hâlâ sağ galiba ,2 yıl evvel Yeldeğirmeni’nde simit satarken rastladım. Kamburu çıkmış, gözleri bıçılgan olmuş.

    Antika hamam harabesinin fi tarihinde İstanbulu muhasara eden Emevî’lerden kaldığı söylenirdi. Tenha günlerde, sıkışanlara kademhanelik eder, fakat ekseri kimse oraya dalmağa çekinir:

    — Selvileri görmüyor musunuz, şehitlikteyiz ayol. Alimallah insan vebale girer, çarpılır. Deniz kenarına inip haceti def eylemek evlâdır! derlerdi.

    Fener kulesinin bahriye neferatından, kır bıyıklı iki adet bekçisi, fener sönmesin diye geceleri nöbet bekler; gündüzleri kuleye çıkmağa hevesilerden 5 kuruş avait koparırlar; bir ikiliğe çoluk çocuğu, gençleri, tazeleri salıncağa bindirirlerdi. Hanımların kolan vuruşu ömürdü.

  • Kalamış

    Kalamış

    Sermet Muhtar Alus‘un Kadıköy semtlerini anlattığı yazılarda sırada Kalamış var… Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Kalamış

    İstanbul’u fethimizin 500üncü yıldönümüne kadar, yani 7 sene içinde, Fenerbahçe önünden Haydarpaşa açıklarına bir dalgakıran uzatılacağı; gerisine vinçler, antrepolar, gümrük daireleri yapılacağı, hülasa modern İstanbul limanının burada kurulacağı rivayetlerinin ortalığa yayılması üzerine Akşam’ın “Akşamdan Akşama” sütununda “Kalamış’a ve Moda’ya elveda” diye nefis bir fıkra çıktı. Dört gün de “Aslı yok, fakat” başlığıyla enfes bir “Hafta konuşması” onu takip etti.

    Bu mevzu hakkında daha âlâ, daha tesirli yazı yazılamaz. Münasebet düştüğü için, şimdi ben burada Kalamış koyundan, eski günlerinden bahsedeceğim:

    Lügat kitabı Kalamış kelimesini “Deniz kenarında bulunan sazlık, kamışlık” diye tarif ediyor. Fransızcadaki “la jonchaie” veya “la jonchere”, Almancadaki “das Binsengebüseh”, tam karşılığıdır. Her şeyde bilgiçlik taslayan bazı ukala dümbelekleri kelimenin kokulu yağı çıkarılan kalemis’ten türediğini iddia ederler, sebep olarak da etraftaki çayır çimenlerin, çiçeklerin latif rayihalarını ileri sürerlerdi.

    Yazın Fenerbahçe civarında oturan ecnebi kırmaları, Stanboul, Levant Herald gazetelerindeki vapur tarifelerinden belledikleri Kalamış adını güya beceremez, daha doğrusu dilimizi hor gördükleri için, bile bile bozarlardı. Beyoğlu’nda doğma büyüme tatlı su frenkleri içinde bile Bavyera şehri Münich’te olduğu gibi -nihayetindeki (ch)i (k) telaffuz ederek Kalamick diyenlere; Alman ve Avusturya Yahudileri arasında da -Zürich misali- (ch)i (h) okuyarak Kalamih şekline sokanlara az rastlamadık.


    Vaktiyle Kurbağalıdere vadisinin verimli toprakları boydan boya incir ağaçları, bağ kütükleri, geniş bostanlarla dolu imiş. Emsalsiz incirler, çavuş üzümleri, turfanda sebzeler yetiştirirmiş. Vadinin deniz kıyısı da sazlık ve kamışlıkmış.

    İstanbulun fethinden önce Kalamış koy’una Eutropios denildiğini; Moda’nın olduğu yerde Finikelilerin büyük bir ticaret merkezi ve mal depoları bulunduğunu tarihler kaydetmektedir. Fenerbahçe yarımadasına, Hera’nın mabedi bulunuşu dolayısiyle Herion denirmiş. Grek mitolojisine göre Heria, kadın tanrılardan biridir. Kardeşi, bütün tanrıların babası ve hakimi Zeus’un karısıdır.

    Şark İmparatoru I. Justinianus (527-565) Fenerbahçe’de, fener kulesinin bulunduğu noktaya yazlık saray, yakınına hamamlar, küçük kiliseler yaptırmış. Aktrislikten imparatoriçeliğe yükselen mahut Theodora yazı ekseriya o sarayda geçirirmiş.

    Kanuni Sultan Süleyman da etrafın fevkalade manzarasından hoşlanarak burada Mimar Sinan’a bir kasır kurdurmuş. Kasır, I. Mahmut zamanına kadar (1730 – 1754) mamur halde iken, artık kimsenin semtine uğramaması üzerine, müştemilâtından iki havuzla iki çemen sofa kalarak nihayet onlar da ortadan yok olmuş.


    Yaz akşamları, hele cuma ve pazarları Kalamış koy’u sandallar, yelkenlilerle dolardı. Fenerbahçe’ye taşınan taşınana, açıklarında dolaşan dolaşana. Hıdrellez, 1 Mayıs, Gül Bayramı gibi mesirenin halkla mahşer kesildiği günlerde kafile kafile büyük kayıklar, alamanalar, salapuryalar. İçlerinde Kadıköyü’nün, Üsküdar’ın, İstanbul’un esnaf, omuzdaş, bıçkın takımları. Tıpkı Kâğıthane’ye gidişvari zurnalar, kıraneteler, sazlar, utlar, heyheyler; kalkıp şıkır şıkır oynıyanlar. Yarımadanın şimal tarafındaki uzun taş iskeleye rampa ederek inerler; ağaçların altına küme küme toplanırlar. Gelsin çakıntı, tura, oruspu bohçası, uzun eşek, birdir bir oyunları.

    Şimdi tatsız kaçacaksa da acıklı bir vakayı anlatmadan geçemiyeceğim:

    Tanıdıklardan Etyemezli bir ebe hanım vardı. Vasıf ismindeki oğlu da Harbiye mektebinde talebe. Bir Hıdrellez günü, üç arkadaşiyle beraber, Fenerbahçe âlemi yapmağa niyetleniyorlar. Narlıkapıdan bir sandala binip kayıkçıyı almıyorlar. Dördü de çakı gibi delikanlı; kürek çekmekte, yüzmekte hepsi usta. Hafif lodos esiyorsa da aldıran kim? İsabet, püfür püfür giderler.

    Açılıyorlar denize. Lodos arttıkça artmada. Yelkeni indirerek küreklere yapışıp boca, saatlerce çalkanıyorlar. Moda burnunu aşar aşmaz sandal alabura oluveriyor. Dalgalar öyle azgın ki yüzme müzme para eder gibi değil. Zavallıların üçü denizin dibini boylayıp, biri de su yüzünde, yarı baygın halde çırpınırken tren istasyonunun aşağısındaki kulübemsi kahveden balıkçılar farkına varıyor; kayığa atlayıp kurtarıyorlar.

    Evlâtcığının acısı yüreğine işliyen biçare ebe hanım o günden sonra ölünceye kadar deniz, sandal görmeğe tahammül edemez, mahalle aralarından öteye ayak atamaz olmuştu.

    Küçük Modaya, Şifaya, Bakla tarlasına, Kızıltoprağın deniz tarafına rağbetin baş sebebi, güzelim Kalamış koy’unun oralardan tabak gibi görülmesiydi. Fenerbahçe kulesinden de kuş bakışı seyrine varanlar çoktu. Joanne’in Fransızca, Meyer’in Almanca İstanbul rehberlerinde methü senasını okuyan yabancı seyyahlardan haylisi oraya seğirtirlerdi. Karadeniz uşağı, kır traşları uzamış, hâlâ Tersanede nefer iki bekçiye çeyrek toka edilerek kuleye çıkılır. Harikulâde panoramaya doyabilirsen doy!..

    Fenerbahçe piyasalarını hiç kaçırmıyan beyler, hanımlar fazla toza bulandılar mı, bunları süpürmek; yahut acıkıp mideleri kazınmağa başladı mı, Sebastiano otelinin yanındaki bakkaldan aldıkları Graviyera peyniriyle francala yemek için tenha taraflara, şimdiki mendireğin karşı cihetine arabalarını çekiyorlar, koy’a bir kerecik olsun göz kaydırmak hatırlarına gelmeden; üstü başı süpürür, safra bastırırlardı.

    Ressam Civanyan’m çinko üzerine yapılmışlarını iki çeyreğe, muşambalı büyüklerini iki mecidiyeye sattığı yağlı boya resimlerinin yarısı Fenerbahçeye, Kalamış koy’una, Moda burnuna aitti. O devrin (Güzel sanatlar akademisi) demek olan Sanayi-i nefise mektebinde muallim Varnia’ya, Beyoğlunun sayılı ressamlarından İtalyalı Denango’ya kaç kere rastlamışımdır. Fener kulesinin, bir sakız ağacının veya selvinin altına şövalelerini diker, çala fırça çalışırlardı.

    İstanbulun kayık yarışları üç yerde olurdu. Modada, Büyükderede, Beykozda. En hoşu, tadı çıkarılanı Moda vapur iskelesi hizasından Kalamış koy’una doğru yapılanı idi.

    Ötekilerde olduğu gibi kayıklarda, yandan çarklı vapurlarda, kıyılarda balık istifliği, havasızlıktan bunalmak, güneşten pişmek yok. (Moda Palas) otelinin önündeki ağaçların serin gölgelerine yerleş, kahveyi, Kayışdağı suyunu, dondurmayı yahut buz gibi birayı masaya getirt; devrini alıp yarışı, can kurtaran sandalcılarının marifetlerini, yağlı direkten cumburlop olanları temaşa et.

    Haziran ayı girdi mi Kalamış’ta, vapur iskelesinin sağına; biri erkekler biri kadınlar için. 100 – 150 adım aralı, salaş İki deniz hamamı çatılırdı. Sahibi Samatyalı, kibar kuyumcular kılıklı bir Ermeni, Haydarpaşa ve Fenerbahçedekileri de işleten o. Modada deniz hamamı arama.

    Kalamıştaki Vasil’in gazinosu meşhurdu. Erbaplar,

    — Düz rakısına, mastikasına uyar yok; halis kayıp düzü, Sakız mahsulü. Mezelerinin lezzeti, temizliği de caba. Öyle hıyar turşusu, çiroz salatası, batlıcan kızartması, tarator nerede görülmüş? derlerdi.

    Oranın bas müşterisi, Ahmet Rasim merhumdu. Akşamlığı, daire dönüşü. vapurdan çıkan beylerin ehlikeyifleri mutlaka gazinoya uğrarlardı.

    Anadolu iskelelerine işleyen 17 numaralı Şahin, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy’de sayfiyeleri olan ekâbir ve rical ile tıklım tıklım. Trene binmemenin, arabayı iskelede bekletmenin, bu vapura rağbetin sebebi şu: Deniz havası almak, Kalamış koyunun letafetinden tatmak; ipincecik fistanlarla, göğüs ve kollar çıplak, sere serpe kıyafetteki madamlara, matmazellere ceşmiçerez…

    Sermet Muhtar Alus / Kalamış

  • Çiftehavuzlar

    Çiftehavuzlar

    Kadıköy semtlerinin tarihçesi yazılırken Fenerbahçe tarihinde iz bırakan mekanlar ile birlikte Fenerbahçeliler de anılıyor. Sermet Muhtar Alus’un 19 Nisan 1950 tarihli yazısında anlattığı Çiftehavuzlar da “Papazın Bağı” ve “Ali Muhiddin Hacı Bekir” sayesinde Fenerbahçe Spor Kulübü ile yolu kesişen yerlerden biri… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bugünden, Dünden Çiftehavuzlar

    Semte niçin böyle denildiğini, şimdi orada oturanların, hele gençlerin çoğu bilmiyor.

    Kaç yıl önce Çiftehavuzlar’da bir köşk yaptırmış, yaz kış oraya yerleşmiş aziz bir ahbabın Çamlıca lisesine devam eden kızına tramvayda rastladım; yanında bir mektep arkadaşı da vardı. (Yeniköşk) durağından hareket etmiş, ilerliyoruz. Eski dostumun kızı sordu:

    — Bizim Çiftehavuzlar’a neden dolayı bu isim takılmış, siz bilirsiniz belki bey amca. Vaktiyle civarda iki havuz mu vardı?

    Arkadaşı da lafa karıştı:

    — Ben dokuz, on yaşındayken Çengelköyü’nde, Havuzbaşında otururduk. Mevkiin o adla anılmasına sebep, el’an yeri belli bir havuzdan ötürüydü. Burada harap olmuş havuz mavuz göremiyoruz!…

    Lazım gelen cevabı verip meraklarını hallettim. Kızlar teşekkür ederek durakta- indiler. Muhitin yabancısı, eski halini bilmeyen bazı okuyucularıma da bir yazı mevzuu çıkarmış oldum.

    Bağdat Caddesi’nden Kadıköyü’ne inilirken Çiftehavuzlar durağının önü 40 – 50 yıl evvel boydan boya duvarla çevrili, Papazın bağı denilen, çavuş üzümünün enfesini yetiştiren bir bağdı. Deniz cihetine sapan sokaktan gidilince sağde kagir, bir katlı, mandramsı bir bina, bitişiğinde ağaçlar vardı. Epeyce zamandır o taraflara yolum düşmediği için hala duruyorlar mı bilmem? Buraya Sallapat’ın Gazinosu denirdi; Çiftehavuzlar işte oradaydı.

    Set üstündeki büyük havuz dört köşe, yanları 8-10 metre, oldukça derin, içi kırmızı balıklarla dolu; seddin aşağısındaki küçük havuz yuvarlak, yosunlarla pıtraktı.

    Sallapat, zengin bir Rummuş. Gazinoyu pinpon bir barba işletir, iri yarı delikanlı oğlu sırtında avcı elbisesi, omuzunda çifte, arkasında zağar, sabahtan akşama kadar Kayışdağı, Alemdağı kırlarında av peşinde gezer, tek garson İspiro orta oyununda hallaç gibi mütemadiyen çene çalardı.

    Pazar günleri Kadıköy yakasının erkekli kadınlı Rumları gazinoya dolarlar, kafaları dumanlayıp laterna ile hora teperler; Ermeniler bir tarafa çekilip carmakcur çeke çeke şarkılara girişirler; vakti kerahetin hululünde efendiden kişiler dahi damlayarak geç vakte kadar bade çakarlardı.

    Gazinonun Erenköy tarafınındaki tarla zeytinlikti. İlerisinde, kendimi bildim bileli duvarları duran, içinden çıkan bir yangınla yanıp kül olan ispirto fabrikasının enkazı vardı; sıkışanlara memşalık ederdi. Çiftehavuzlar’ın az ötesi, Fenerbahçe mesiresine arabalarla giden beylerin, hanımların kısa bir mola yeri, oradan dönenlerin uzunca âramgâhı idi. Yana düşen kırık dökük tahta havaleli geniş arsa gene Sallapat’ındı. Bir tarihte bağmış; kütüklerini filoksera yeyip kemirmiş; bakımsızlıktan mezbele, alyandoz ormanı halini almıştı.

    Günün birinde bir de baktık ki bu viran bağda faaliyet deme gitsin. Yabani ağaçlar, otlar sökülüp atılıyor; araba doluları tuğla, kum, kireç, kalas, kereste taşınıyor; kulaktan kulağa türlü rivayetler fısıldanıyor:

    — Arsayı Musahip Lütfi ağa zade Mabeyinci Faik Bey ele geçirmiş; artık Bebek’ten bıktığı için Marmaraya nazır bir yalı inşa ettirecekmiş!…

    — Saliha Sultanla kocası Ahmet Zülkifil Paşa, Çiftehavuzlar’ı pek sever, Fenerbahçe’ye bile tercih ederlermiş; bir köşk yaptıracaklarmış!…

    — Fehim Paşa, gayet ucuzuna kapatmış; cihannümalı, şeddadî bir sayfiye kurduracakmış!…

    Ağız tamburalarının hepsi boşuna çıktı. Operatör Cemil Paşa, o güzelim köşkü bina ettirdi; harabezan mamureye, mükemmel bir parka çevirdi; gene çeneler işlediydi:

    — Köşkün planları, şekli 1900 Paris sergisindeki Osmanlı pavyonunun örneği imiş!…

    — Köşk, doğrusu pek kullanışlı. Ne baştan başa upuzun, ne de yangın kulesi gibi göklere yükseliyor!..

    — Bahçenin mermer heykellerini Avrupadan getirtmiş. Malûm a, heykel put sayılır, günahtır. Hiç çekinmemiş mi acaba?

    Cemil Paşa Meşrutiyetten önce bu bahçede birkaç cülûs şehrâyini yaptırdı, görenlerin parmağı ağzında kaldı. Bir yaz da İstanbul’un yerli, ecnebi doktorlarına bir gardenparti verdi; herkes parmaklıklara üşüşüp davetlilere sunulan gatoları, şekerlemeleri, kalıp dondurmalarını, likörleri dudaklarını yalıya yalıya omuz omuza seyrettiler; orkestranın çaldığı opera parçalarını, senfonileri, valsleri dinledilerdi.

    Bu malikane şimdi, halk arasında Şeker kıralı lakabıyla maruf Bay Hayri İpar’ın malıdır.

    Dediğim yerin soluna, sahilin yakınma, Mabeyin başkatibi Kara Tahsin Paşa, ailesi namına, Feneryolu’nda bulunandan gayrı ayrıca bir villa yaptırmıştı. Hareminin, kızının hususi deniz hamamında banyo etmeleri, sandalla da tenezzühleri için. Fakat köşk damadı Fuad’a yaradı. Delikanlı oradan ayrılmaz, etrafında kafadarları, dalkavukları, çal oynasın, vur patlasınla keyif sürer, binlikleri devirirlerdi. Sultan Hamid’in son cülus şenliğinde damat bey çalgılı çağanalı bir donanma tertip etmişti. O gece içip içip kör kütük oluşunu, karga tulumba ile arabaya konup Feneryolu’ndaki kaşaneye götürülüşünü gözümüzle gördük.

    Meşrutiyetten sonra burasını Ali Muhiddin Hacıbekir Bey biraderimiz aldı. Bir müddet geçince eski mebuslardan avukat Kocabaş Arif Beye sattı. Daha sonra Refi Bayar satın alarak garaj ve bazı müştemilat ilavesiyle binayı büyüttü. Merhumun vefatı üzerine refikası sezonluğunu beş-altı bin liraya kiraya vermeye başlamış; bazı zenginlerimiz, nitekim Nemlizade Bay Mithat orada oturmuşlardır.

    Sahanın solunda, Amiral Hasan Rami Paşa’nın bahçesine, Şirin’in kasrını andıran yalısına kadar ev mev yoktu.

    Cemil Paşa köşkünün sağından denize doğru inilince, kıyıya her yaz Şehremini Rıdvan Paşa bir deniz hamamı kurdurur, haremdekiler banyoya gelirler, sıkı fıkı ahbapları hatunlar da boyuna taşınırlar, neşeli neşeli bağırtılar, çığlıklar ortalığa yayılırdı.

    Hamamın iskelesine manifaturacı Şişman Yanko’nun balık kayığı Tanrı’nın günü bağlı durur. Yanko, Selamiçeşmesi’nde yazı geçirir, kendine mahsus iki balıkçısına sabah sabah nadide balıklar tutturur, taze taze gövdeye atardı. Ayıp değil a, boğazına düşkün, o göbek kolay kolay şişmez.

    Yolun berisinde, solda Balıkhane Nazırı beyin kızı Seniye Hanımın köşkü vardı ki akıbet yandı. Meşrutiyet senelerinde (13üncü asrı hicride İstanbul hayatı) başlığıyla makaleler yazmış olan Ali Rıza Bey piri fanilerden. Ara sıra kızını yoklar, başında takke, arkasında beyyum kürk, pencere önüne geçip hakiki piyanistleri cebinden çıkaran kerimesinin piyanosunu dinlerdi.

    Aynı sırada mühürdar bilmem ne beyin evindeki gayet dilber, son derece sıcacık kanlı, afacan taze -mumaileyhin torunu- bahçeden hiç ayrılmaz, gelen geçen gençleri çileden çıkarırdı.

    Sermet Muhtar Alus / Çiftehavuzlar

  • Sinekemani

    Sinekemani

    20 Mart 1932 tarihli Akşam gazetesinde Sermet Muhtar Alus imzalı bir röportaj (daha önce Ali Sami Yen’den dinlediğimiz) Siyah Çoraplılar’ın hikayesini bu defa birinci ağızdan anlatırken, iyi bir Fenerbahçeli olan “Sinekemani” Nuri Duyguer’i bizlere tanıtıyor. Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Gene Bir Gülnihal

    Musiki üstatlarımızdan sinekemani Nuri Bey’le görüşmeye gidiyordum. Yoğurtçu çayırının önünden değil, Cevizlik tarafındaki arka yoldan bahçenin kapısına geldim. Meğerse burası kışın Mazurya bataklıkları gibi bir hal alıyormuş. Yapışkan, vıcık vıcık, insanı kızak gibi kaydıran çamur deryasından kurtulup da bahçeye kapağı atıncaya kadar heyheyler geçirdim.

    Nuri Bey’in odasında bermutat ahenk berdevam…

    Tiz, pürüzsüz, falsosuz hanım sesleri; bunları idare eden üstadın pişkin kemanı…

    Rasttan fasıl geçiyorlar;

    Gene bir gülnihal aldı bu gönlümü,
    Simü ten, gonca fem, bibedel, pek güzel…

    Çarü naçar, saz ve ses mayna oldu. Nuri Bey’i bir tarafa çektim ve çıtır çıtır söylettim:

    Sinekemani

    1 – Hariciye Nezareti’nde memurdum. Sabahleyin yüzümü yıkadım mı, akşamcıların limonlu içmek itiyatları kabilinden biraz jimnastik. Şöyle gülle ile vücudu yerine getirdim mi saz başına.

    İlk sazım kanundur; sonra, ut, keman. Bir musiki faslı, neticede daire. Nezarete öğleden sonra giderdik. Erken giderseniz kimse bulunmaz. Cuma tatil; pazarı hak getire; çarşambaları da meclisi hâs günüdür; gidilmez.

    Alaturka 10 vapurile döner dönmez doğru Kuşdili Çayırı. Ya sandalda kürek çekmek yahut Kurbağalıdere’de ve Fikir tepesinde hava almak, dolaşmak.

    Serde gençlik var; arkadaşlar çok. Spor, gezme, falan amma musiki iptilası da aşkın. Hocam, Tellalzade’nin güzide çıraklarından Kadıköylü Ali Bey’di.

    Meşk için uğramazsam, (sen de mi yan çiziyorsun?) diye başlar. Kaçamak yapmadığım zamanlar karşısına geçerim. O zatı şerif, bir defa okumaya başladı mı gözlerim dolar, dünyayı unuturdum. Çayıra gelirdim ki incin top oynuyor.

    Kurbağalıdere, çınarın altındaki kahvede, barfiks, paralel, trapez halkaları vardı. Arkadaşlar gelirlerdi. Ekseri Cuma günleri Rona’nın, cimnastik muallimi Faik Bey, Yıldız kumandanının oğlu Mazhar Bey (Çamlıca’da kazaen vurulan Mazhar Paşa) gelirler, cimnastik yaparlardı.

    Bazı akşamları da, şimdiki Fenerbahçe kulübünün karşısındaki köşkün bahçesinde toplanırdık. Oraya Rıza Tevfik, Selim Sırrı Bey, Sıhhat Müzesi Müdürü merhum Doktor Hikmet Bey gelirlerdi.

    Bazen de Kuşdili’nde, havuzlu kahvede, sabık İstanbul Maarif Müdürü Saffet ve biraderi Kemal Bey, mütercim Feyzullah Bey toplanırlar, cimnastik yaparlardı.

    İçimizde en iyi gülle kaldıran Kemal Bey, en güzel trapez yapan da acizdi.

    Bir de, derede, Yoğurtçu’dan, Moda’dan, Fenerbahçe’ye sandal gezintileri ve yarışları yapardık.

    Cimnastik, keman çalmama mani oluyordu. Nihayet en ehveni ve muvafıkı olarak işi futbola döktük. Bazı günlerde, akşamlara kadar beygir cimnastiği yapardık.

    Futbola başladıktan sonra, ilk zamanlar, Rum, Ermeni, İngilizlerle eksersiz kabilinden, Moda çayırında oynardık.

    Sonra bir Türk kulübü yapmaya kalktık. Elbiselerimiz şıktı.

    Göğsünün önü, yakası, kol kapakları beyaz, gövdesi kırmızı yünlü kumaştan gömlekli, beyaz pantolonlu bir kostüm intihap ettik; başladık oynamaya, o zaman bu gibi şeyler tabii memnu. Bile bile işe giriştik. Hafızamda yanılmıyorsam ilk oyuncular şunlardı:

    Mehmet Ali Bey, biraderi Neşet Bey, Reşat Danyal Bey, Hafız Mustafa Efendi, Arapzade Emcet Bey, Topçu Zabiti merhum Cevdet Bey, Bahriyeli Fuat Bey, Konstantin Efendi, Daniş Bey, Şevki Bey, bir de aciz, Baba Tahir’in Fransızca (Servet) gazetesi takdiramiz bir makale yazmış, fırsattan bilistifade Köçeoğlu Andun isminde birisi bizi curnal ediyor. Reşat Bey içimizde olduğu için, Kadıköyü’nde Veliaht Reşat efendi himayesinde bir kulüp teşkil etmiştir. Diye yukarıya çıktık.

    Kuşdili karakolu komiseri Azmi Efendi bir sabah bize geldi. Top oynayanların isimlerini zabtedecekmiş. Daha bir çok aza da var.

    Oyunculardan 11 kişinin ismini yazdı. Arkasından, Reşat Danyal, Mehmet Ali, Emcet Bey’leri Zaptiye Nazırı Şefik Paşa çağırdı.

    Nefi hakkında irade bile çıkmış. O zaman Şefik Paşa’nın iyiliğini inkar edemeyiz. Mesele oyundan ibarettir, şayanı ehemmiyet bir şey yoktur diye işi halletti.

    Musiki hocam, hanende Ali Bey vefat edince Tophaneli Sabri Bey’den meşke başladık. Bundan da başımıza bir badire çıktı.

    Sabri Bey şehzade Kemalettin efendinin müezzin başısı imiş. Kemaleddin Efendi’nin müezzini içtimalar yapıyor, başına adamlar topluyor diye jurnal edilmişiz. Birleştiğimiz yeri bu hafta şurada, öteki hafta burada, değiştirerek tehlikeyi savdık. Bilenlerin hatırındadır ya, o zaman üçten fazla olundu mu kapıyı çalar dağıtırlardı.

    Kışın ekseriya ava giderdim. Sair zamanlarda da Kadıköyü’nde, Kadifeli birahanenin üstünde, yahut Mühürdar gazinosunda bilardo oynardım.

    Şimdi başlıca zevkim ve meşgalem Şark Musiki Cemiyeti’mize gitmek, evime gelen arkadaşlarla ve talebelerimle vakit geçirmek, diğer zamanlarda da bahçemin ağaçlarile ve çiçeklerile uğraşmaktır.

    Öteden beri, (Say bağı) ile müçtemian keman çalmanın alafrangaya mahsus olduğunu, alaturkada mümkün olamayacağını iddia edip dururlar. Ben bu kanaatin yanlış olduğunu ispat etmek için çok çalıştım. Talebelerimle verdiğimiz konserlerde görüldüğü üzere buna da muvaffak oldum.

    2 – En sevdiğim semt Kadıköy ve hala sevdiğim Yoğurtçu’dur. Bu evde hatta şimdi oturduğumuz bu odada doğmuşum. Ben evimden şaşmam. Apartman ziyade olsun.

    3 – Neye merakım olduğunu maaziyadeten anlattım galiba. Spor cimnastik, sonra musiki.

    4 – Biz eski sporculardan olduğumuz için kadında da sıhhat ve tenasübü endam taraftarıyım. Allah her güzeli başka yaratmıştır. Beyazın da kumralın da esmerin de güzeli olur. Niçin seçmeli. Güzel güzeldir. Ukalalığı hiç sevmem. Kadının en birinci şartı göründüğü gibi bulunmak ve cali olmamaktır.

    Vekarını muhafaza eden sporcu hanımlarımızı çok takdir ediyorum. Züppelerden fersah fersah kaçıyorum. Bana da hak veriniz; hata mı ediyorum?

    5 – Eskilerde aradığım bir şey varsa gençlik. Akşam oluyor. Günden güne gidiyoruz. Geçen günler hayal oldu.

    Bir de en başlıca istediğim, musikimizin taalisi, kıymettar musiki eserlerini, herkesin seve seve takdir ettiklerini ne zaman göreceğim? Benim başlıca arzum, eski klasik musikimizi umuma telkin etmektir. Bu sebeple bedava konserler veriyoruz.

    Bugün, ekseriyetin baş tacı olan hanende Münir Nureddin Bey, klasik musikiyi kimse anlamıyor diye harcı alem şeyler okuyor. Okuyuşunun sanatkarane olduğunda şüphe yok. Fakat okuyuşlarında içten terennüm ettiği eski tesir yok.

    Bunun sebebi de, ihtimal, herkes zevkine varmıyor diye klasik eserleri okumadığından ve harcı alem eserlere rağbet olduğundan… Mamafih, bu hususta halk da mazurdur. Zira klasik parçaları anlamak için çok dinlemek, istinas etmek, sonra lezzet almak lazımdır. Münir Bey de pek haksız değildir.

    6 – Bugün 25 yaşında olsam eski yaptıklarımı yapardım; fakat biraz daha düşünerek.

    Sermet Muhtar Alus