Etiket: Seyhun Binzet

  • Amerika’da Bir Fenerbahçeli

    Amerika’da Bir Fenerbahçeli

    Fenerbahçe Tarihi Meseleleri | Kuruluş” ile “Atatürk ve Fenerbahçe | Bir Büyük Tartışma ve Gerçekler” kitaplarımızdan sonra, üçüncü eserimiz “Amerika’da Bir Fenerbahçeli | Hasan Kamil Sporel’in Hatıraları” kitabı da Barış Kenaroğlu ve Barış Eymen imzasıyla yayında… Önsözü sitemizde paylaşıyoruz…

    Kitabı ise “bu bağlantıdan” temin edebilirsiniz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Önsöz

    “Spor, bilhassa futbol, bir insanı yabancı bir memlekette hayatın zorluklarından koruyabilir mi?”

    Cumhuriyetin ilk yıllarının önemli yayın organlarından olan Resimli Gazete’de yayımlanan bir yazı dizisi bu cümleyle başlıyordu.

    Gazetenin 24 Mart 1928 ile 7 Temmuz 1928 tarihleri arasındaki sayılarında 16 bölüm olarak yayınlanan bu yazı dizisi; Fenerbahçe ve Türk Milli futbol takımının ünlü oyuncusu, spor insanı, Hasan Kâmil Sporel’in imzasını taşıyordu.

    O dönemin tabiriyle bu tefrika, “Amerika’yı tanımak isteyen gençlere bir hizmet edebilmek için” okuyucu ile buluşmuştu. Spor tarihinin “kadim devri” olarak tanımladığımız harf inkılabı öncesine ait basın taramalarında karşımıza çıkan bu yazı dizisi üzerinde yaptığımız ilk inceleme sonrasında bir hayli heyecanlandık. Hasan Kâmil Bey genç yaşında atıldığı bu macerayı aktarırken; sadece sporcu kimliğiyle değil, aynı zamanda genç bir Osmanlı Türkü olarak 20.yüzyılın ilk çeyreği için önemli bilgiler veriyor, içinde yaşadığı dönemin ruhunu mükemmel bir şekilde yansıtıyordu. Bu özelliği dolayısıyla yazı dizisini yayınlamaya, yakın çağ tarihi meraklılarının hizmetine sunmaya karar verdik.

    Yazı dizisinin transkripsiyonu esnasında Hasan Kâmil Bey’in tesadüf ettiği kişi ve kurumları alt alta sıralayıp, yazım planına yerleştirdiğimizde bu tesadüflerin büyük sürprizleri de beraberinde getirdiğini gördük.

    Titanik faciasından, bir makarna çeşidi olan spaghetti’ye; Mekteb-i Sultani’den, ilk otomobil markalarından biri olan Olds Mobile’e; ünlü diplomat Celal Münif Bey’den, Türk tarihinin en şöhretli vapuru Gülcemal’e kadar uzanan bu sürprizler, hikâyeyi okuyucu ile buluşturmamızın en önemli nedeni oldu.

    Kitabın iki bölüme ayırdık.

    İlk bölümde Hasan Kâmil Bey’in bu macerada karşısına çıkan kişi ve kurumların hikâyesini, elde ettiğimiz arşiv belgeleri, dönem basınında yer alan haberler ve akademik yayınlarla destekleyerek sunduk. Bu bölümü Hasan Kâmil Bey’in macerasının âdeta bir rehberi olarak tasarladık.

    İkinci bölüm, Hasan Kâmil Bey’in satırlarının Latin alfabesine çevrilmesi ile oluşuyor. Yazarın, tefrikasının 16 bölümü için belirlediği başlıklar da dâhil olmak üzere, metnin orijinalliğini koruyarak sizlerle buluşturduk. Bununla beraber, günümüzde neredeyse hiç kullanılmayan kelime ve tabirlerin anlamlarını metin içerisine parantez içerisinde yerleştirdik.

    Bu kitabın yayımlanması için bizlerden desteklerini esirgemeyen Sporel Ailesi’nin değerli üyeleri Naz Sporel, Rıza Murat Sporel, Feyhan Sporel, Dilara Sporel, Emine Sporel Özakat Hanımefendilere ve Ahmet Münir Servet Beyefendiye teşekkür ederiz.

    Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Kıymetli Hocamız Prof. Dr. Vahdettin Engin’in tavsiyeleri, bu kitabı yazarken rehberimiz oldu.

    Değerli büyüğümüz Seyhun Binzet’in desteği de bu çalışmayı hazırlarken her zaman bizimleydi.

    Fenerbahçe camiasının kıymetli değeri Belgin Beşe Aral Hanımefendi’ye maddi manevi desteklerini bizlerden esirgemediği için minnettarız.

    Kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu’na da sonsuz teşekkürlerimizi buraya kaydetmekten mutluluk duyuyoruz.

    Michigan State Üniversitesi Arşiv ve Tarihi Koleksiyonlar idaresinden Ed Busch’a verdiği destekler için sonsuz teşekkür ederiz.

    Barış Kenaroğlu – Barış Eymen

  • Karadeniz Yolunda

    Karadeniz Yolunda

    Türkiye’de sporun ilk yılları denince akla gelen tek isim olan Selim Sırrı Tarcan’ın “Karadeniz Yolunda” tefrikasının ilk bölümünü sitemize aldık.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Fotoğraf: Seyhun Binzet koleksiyonundan Darülmuallimin-i Aliye öğrencileri ve Selim Sırrı Tarcan.


    Karadeniz Yolunda

    Galata rıhtımına yaslanmış olan “Ankara” vapurundayım. Saat on sekizde kalkacağız! Beni geçirmeye gelen akraba, dost, talebelerimle vedalaştım.

    Saat tam on sekiz! Vapurun yanında yüklü dört beş mavna var. Vinçler durmadan işliyor, baş ve arka ambarlar mütemadiyen doluyor. Gemiye münasebeti olduğunu kıyafetinden tahmin ettiğim kıranta bir bahriyeliden sordum:

    • Kaçta kalkıyoruz?
    • Belli değil, fazla yük var, bunun arkası alınmadan kalkamayız!
    • Ne tahmin edersiniz?
    • Gece yarısını bulur. Ne kasavet çekiyorsun, sabah Zonguldak’tayız!

    Güvertede dolaşıyorum, burası bir vapur güvertesinden ziyade Taksim bahçesini hatırlatıyor. Hepsi de bir Avrupalı gibi giyinmiş münevver bir zümre mezelerle süslü rakı masalarının etrafında bir şarklı ruhuyla dem çekiyor.

    Görüyorum ki şairin: “İşi nuş eyle bugün amma gamı ferdayı / Sana ısmarladılar mı bu yalan dünyayı” Beyti kıymetini hiç kaybetmemiş. İçtiler, içtiler neşelendiler, gevrek gevrek güldüler. Hallerine gıpta ettim. Kendimi onların yanında pek “ham ervah” buldum.

    Saat 20.30! Yemek kanpanası sohbete dalmış olan yaranı ba sefanın keyfini kaçırdı. Benim ise yüzümü güldürdü. Deniz havası karnımı acıktırmıştı. Yemek salonu bir ecnebi vapurundan daha süslü, hele lompionlar çok şık ve zarif. Lacivert pantolon beyaz ve yemiz keten bluzlu, yüzleri düzgün ve traşlı, saçları taranmış garsonlar büyük bir maharetle yemek dağıtıyor. Avrupa’ya deniz tarikiyle pek çok gidip geldiğim için bir mukayese yapabilirim. Hani bazı güzel Fransızca veya İngilizce söyleyen Türkler vardır ki ecnebiler onlara “Siz hakiki Türk müsünüz?” diye sorarlar ve inanmak istemezler. Bana da öyle oldu. Kahvemi getiren gence “Siz Türk müsünüz?” demeye mecbur oldum ve “Evet!” cevabı göğsümü kabarttı. Garsonluğu hakir görüp bunu herkesin yapabileceği bir iş zannedenler aldanırlar. Çünkü onlar temiz bir fincanla, temiz bir adamın elinden içmenin zevkini takdir etmezler. Garsonlardan biriyle konuştum.

    • Siz nerelisiniz?
    • Şehir çocuğuyum.
    • Tahsiliniz?
    • Lisenin sekizinci sınıfına kadar okudum!
    • Bu meslekten memnun musunuz?

    Biraz gülümsedi.

    • Memnunun! Fakat…
    • Fakatı ne?
    • Parası çok az! Kazanç vergisi ve saire çıktıktan sonra elime 19 Lira geçiyor. Dün akşam ikide yattım. Bu sabah da beşte kalktım. İki üç saat uyudum. Ben işten yılmıyorum fakat beyim kazanç sa’ya tekabül etmediği için başka bir iş bulunca çekileceğim.

    Yemekte yolcuları eğlendirmek için “Sahibinin Sesi” çalıyor. Ne yazık ki plakların hepsi de elem, dert, kahır veren ahü vahla dolu. Ekseriyet ondan zevk aldığı için susup katlandım.

    Saat 22! Güvertede şezlonga uzandım. Hava sakin, parlak bir mehtap var. İstanbul yavaş yavaş uykuya dalıyor. Ayasofya, Sultan Ahmet, Yeni Cami minareleri esmer birer sütun gibi semaya doğru sivriliyor. Gecenin bu tatlı sükunetinde tatlı hülyalara daldım, hatta biraz kestirdim. Bir bağrışma ile kendime geldim. Mavnadan tiz ve pürüzlü bir ses:

    • Beybaba bindireceksin!

    Bizi rıhtımdan ayıracak olan (Gayret) römorkörü rampa etti. Gaflet bastırdı, kamarama çekildim, soyunup yattım.

    27 Haziran 1929 – Cumhuriyet Gazetesi (Selim Sırrı Tarcan)

  • Sahil Banyoları

    Sahil Banyoları

    Kalamış ve Fenerbahçe Sahil Banyoları… Zaman zaman yer verdiğimiz Kadıköy semt yazılarında 1929 yılına gidiyoruz. Yazarımız M.S.’nin konusu bu meşhur mesire yerleri… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: Fotoğraf Seyhun Binzet ağabeyimizin koleksiyonundan…


    İstanbul Cuma Günleri Nasıl Eğleniyor?

    Kalamış, Fenerbahçe Sahillerinde Banyolar

    Bir haftadan beri, buram buram ter döküp burcu burcu kokuyoruz. Dün birisi ile konuşurken yanımızdan şişmanca bir adam geçti. Herif, sanki seyyar ıtriyat mağazası idi. Allah süründürmesin, öyle sürünmüş ki adeta burnumuzu tıkamaya mecbur olduk. Arkadaşım dayanamadı:

    • Yahu, bu ne koku?
    • Ne yapsın, dedim, görmüyor musun, kan ter içinde zavallı… Kendi hoş kokusunu (!) gizlemek için kiralık koku almış.

    Ya bu sıcak günlerde ne kadar dondurma yendiğine dikkat ediyor musunuz? Vakit, öğle. Bir dondurmacı dükkanındayım. Yanımda kırmızı suratlı, beş on sene sonra mutlaka tıkanıp ölmeye namzet, iyi yarı (iri de söz mü) adeta aygır misali bir zat var. Arka arkaya üç vişneli, iki karışık dondurma yedikten sonra, altıncı bardağı ısmarlarken arkadaşı kolundan çekti:

    • Hiş… Ne yapıyorsun be? Çatlarsın!

    Güldü:

    • Zati sıcaktan çatlıyorum. Bari bırak da dondurmadan çatlayayım!

    Seyyar şerbetçilerin bini bir paraya:

    • Haydi buuuu…z!… Otuz iki dişe trampet çaldırıyor.

    İhtiyar bir adam yaklaştı, bir bardak şerbeti, bir hamlede yuvarladıktan sonra dişsiz ağzını açarak:

    • Evladım, dedi, ya böyle benim gibi ağzında diş kalmayan biri olursa? Trampeti kime çaldıracaksın?
    • Az bekle, dedi, neredeyse karnında çalmaya başlar.

    İtişe kakışa iskelenin demir parmaklığı önüne yığıldık. Vapur, çoktan gelmiş, yolcularını çıkarmış, fakat biz hala bekliyoruz. Yoldular arasında mırıltılar başladı:

    • Nedir bu rezalet canım. Şu kapıyı açsalar kıyamet mi kopar?
    • Keenne, insan değiliz de mezbaha kapısında bekleşen öküzleriz.

    Bir ses:

    • Çüşş… Öküz sensin. Söylediği lafa bak be.

    Memur çok geçmeden yetişti:

    • Birbirimizin üstüne binmeyelim! Azıcık sabırlı olalım, daha bir buçuk dakika var.

    Etraftan sesler:

    • Bir buçuk dakika varmış. Sanki şu kapıyı açsalar kıyamet kopar.
    • Dakikaların ne kadar da kıymetini biliriz.

    Hele neyse parmaklık aralandı. Ve yüz kadar yolcu bu daracık geçitten birbirlerini omuzlayıp dürterek deli gibi seyirttiler. Kendimi arka güverte kısmında bir sıra minderinde bulunca:

    • Oh, dedim, dünya varmış.

    Şimdi rahatça etrafımdakileri seyredebilirim. Onlar da bari seyre değer bir şey olsalar neyse… Durmadan fıstık yiyip kabuklarını avucunda biriktiren altmışlık bir Beni İsrail acuzesi, suratı çilli, boynu sargılı yine aynı fasileden bir kadın ve lüfer avcılığından bahseden iki eski İstanbul tipi, durmadan anlatıyor:

    • Efendim lüfer balıkların en kurnazıdır. Bu muhakkak. Bir tarihte Sarıyer’deyim, gece sabaha karşı sandalla dolaşıyorum. Malum a serde gençlik var o zamanlar. Yeni mahalle önünde dalyanlar vardı bilmem hatırlar mısınız?

    Ve muhavere böyle devam ediyor:

    • Haydi, Kadıköy, Kadıköy!

    Vapurdan daima geç çıkmayı adet etmişimdir. Bu defa da öyle yaptım. İskeleye en sonra ayak atan yolcu olmak şerefini muhafaza ettim. Fakat bir de bakayım ki meydanda bir tane otobüs kalmamış. Niyetim (söz aramızda) ucuz olsun diye Kalamış’a kadar otobüsle gitmekti. Kendi kendime:

    • Bu işte de yaya kaldın mı tatar ağası, diye söylenmeye başladım.

    Söylenmek para eder mi? Behemehâl bir vasıta bulmak lazım. O sırada üzeri tenteli tek beygirli bir muhacir arabası çıkagelmez mi?

    Hemen yaklaştım ve iki laf bir pazarlık, atladım. Kalamış sahilleri, Moda’dan itibaren binlerce insanla dolmuştu. Öyle ki adeta bana yer kalmayacak diye korktum. Aman Kalamış’tan Fenerbahçe’nin görünüşü. Acaba dünyanın hangi yerinde bu kadar müstesna güzellikler bir araya toplanmıştır? İskelenin önünde çepçevre sahili kapatmış her renkte tenteli ince, oynak, sevimli birçok sandal… Ara sıra bir müşteri yaklaşarak eliyle bir işaret yapıyor ve nereye gideceğini söylemeden sandala kuruluyor. Fener yarım adası da günün bu saatinde adeta uykuda. Uyanık olan yalnız Kalamış tarafı. Burada iskeleden başlayıp deniz hamamları kısmında nihayet bulan bir sahil parçası var ki fıkırdak bir kadın kadar caziptir.

    Karpuz kabuğu düşmeden denize girilmezmiş. Şimdi bu masala kimse kulak asmıyor. Denizin üstü (sade üstü değil) batıp çıkanları da hesaba dâhil edersek altı ve üstü kumralından esmerine, balıketinden şişmanına kadar her renkte, her biçimde Âdem’in oğulları ve Havva’nın kızlarıyla dolu. Kumsal üzerinde serpilip yorgunluk atanlar da başka!

    Dalgalarla boğuşmaktan bitap düşenler sahile döner dönmez yaslanacak bir kadın başı buluyorlar. Hayattaki çetin mücadeleleri bize unutturan da bu sevdalı başlar değil midir? İskelenin önünde bir sandala da ben atladım:

    • Çek, dedim, Fenerbahçe’ye…

    Yosun yeşilliğinde suyun üstünden kayarak ilerliyoruz. Uzaktan deniz üstünde çırpınanların sesleri geliyor.

    Fener’in arkasında bir sığlığa yanaştık. Vay… Burada da banyo meraklıları varmış. Fakat bunlar sade banyoya meraklı değil.

    Denizin içinde sevişmeyi tercih edenler, hep buraya toplanmışlar.

    Anadan doğma bir erkek beni görünce iri bir göl kurbağası gibi cumburlop… Kendini suya attı. Hemen oracıktan dönmek nazikâne bir hareket olacaktı, ben de öyle yaptım. Üstat Ekrem merhuma koca bir roman yazdıran Fenerbahçe mesiresi, şimdi ihtiyar birkaç ağaç arasında güneşe karşı “Araba Sevdası” kahramanı Bihruz Bey’in neslini ve o neslin kadın şemsiyeleri içine mektup atmayı en büyük muvaffakiyet sayan zavallı erkeklerini düşünüyor gibi idi.

    22 Haziran 1929 – Milliyet Gazetesi (M.S.)

  • 28 Şampiyonluk Yolu

    28 Şampiyonluk Yolu

    9 Eylül 2023 tarihinde yapılan Fenerbahçe Olağanüstü Tüzük Tadili Genel Kurulu‘nda Yönetim Kurulu Üyemiz Sayın Simla Türker Bayazıt‘ın fikri, emeği ve uygulamasıyla hayata geçen 28 Şampiyonluk Yolu, büyük ilgi topladı.

    Unutulduğunu düşünen sporcu aileleri de büyüklerini bu yolda görünce çok mutlu oldular…

    Görselleri seçme ve metinleri yazma onurunu bize layık gördüğü için Simla Hanım’a sonsuz teşekkür ediyor, kronolojik sırayı herkesin görebilmesi için sitemizde de paylaşıyoruz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu




    1907’den bugüne Fenerbahçe ve Türk futbol tarihini izlediniz.

    Ülkemizde 1923’den sonra başlayan ve günümüzde halen devam eden “ulusal” futbol organizasyonları hem tarihi hem de hukuki olarak devamlılık gösteriyor.

    Türkiye Futbol Birinciliği ve Milli Küme, 1959 yılı itibariyle “Milli Lig” adını aldıktan sonra, günümüzde ise “Süper Lig” ismiyle devam ediyor.

    Türk futbolu, kurumsal kimliğini kazandığı 1923 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî tüzük ve kanun maddeleri ile yönetiliyor.

    Tüm bu gerçeklerden hareketle;

    Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunu ve 1959 öncesini inkar etmek

    TARİHİ İNKAR ETMEK,

    ÜLKE FUTBOLUNUN GEÇMİŞİNİ YOK SAYMAKTIR!

  • Almanlar ile Son Maç

    Almanlar ile Son Maç

    Kıymetli büyüğümüz Seyhun Binzet’in koleksiyonundan yine müthiş fotoğraflar çıktı. Birinci Dünya Savaşı’nda müttefikimiz olan Almanlar ile yapılan son maç haberine Aralık 1918 tarihli gazetelerde rastlamıştık. Fotoğraflar ile bu haberleri bir araya getirdiğimizde, bugüne kadar kayda geçirilmemiş bir Fenerbahçe maçının hikayesi ortaya çıkıyor.

    İşte Kadıköy’deki esir Alman askerleri ile Fenerbahçe’nin yaptığı maçın haberi ve esirlerin hayatından fotoğraflar…

    Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    12 Kanunievvel 1918 Perşembe – Yeni Gün Gazetesi

    Fenerbahçelilerle Almanlar Arasında

    Bugün öğleden sonra saat ikide Kadıköyü’nde İttihat Spor Kulübü meydanında Almanlarla Fenerbahçe kulübü takımları arasında bir futbol müsabakası icra edileceği haber alınmıştır. Verilen malumata nazaran bu müsabaka için fevkalade istihzaratta bulunulmakta, meraklı ve heyecanlı bir şekilde icra olunacağı temin edilmektedir. Tahminimize nazaran bu müsabaka sulhün akdine kadar Almanlarla icra edilecek müsabakaların sonuncusu olacaktır.


    18 Kanunievvel 1918 Çarşamba – Yeni Gün Gazetesi

    Almanlarla Fenerbahçeliler Arasında

    Yarınki Perşembe günü İttihat Spor Kulübü meydanlığında Almanlarla Fenerbahçeliler arasında fevkalade mühim bir futbol müsabakası icra edilecektir. Şehrimizdeki Almanların memleketlerine azîmetleri vesilesiyle vuku bulacak olan bu müsabaka şüphesiz son derece heyecanlı ve meraklı olacaktır. Spor mahfilinde Fenerbahçe’nin bu nokta-i nazardan müsabakanın tamamiyle milli bir şekil ve mahiyette olmasını arzu ettiği ve bunun için de bazı tedarikatta bulunduğu söyleniyor. Ezcümle kayd-ı ihtiyatla telakki ettiğimiz bir habere göre bu müsabakada Fenerbahçe takımı arasında Altınordu kaptanı Bekir Arslan Bey’le Galatasaray kaptanı Necip Bey de bulunacaktır.

    Birkaç gün evvelki nüshamızda Altınordu-Fenerbahçe müsabakasından bahsederken Altınordu takımı kaptanı Bekir Arslan Bey’in ismini eser-i sehv olarak Bekir Sami Bey diye yazılmış olmakla tashih-i keyfiyet olunur.


    20 Kanunievvel 1918 Cuma – Yeni Gün Gazetesi

    Fenerbahçeliler ile Almanlar Arasında

    Fenerbahçelilerle arasında mukarrer müsabaka dün öğleden sonra Kadıköyü’nde İttihat Spor Kulübü meydanlığında icra edilmiştir.

    Müsabakada tarafeynin takımları fevkalade iyi tertip edilmişti. Almanlar şehrimizde bulunan efraddan en iyilerini seçerek pek kuvvetli bir takım teşkil etmişlerdi. Fenerbahçe kulübü ise evvelce yazdığımız veçhile Altınordu kulübü kaptanı Bekir Arslan Bey’i muhacim hattına dahil etmiş ve bu suretle timini takviye eylemiştir.

    Dünkü müsabakada hakemlik vazifesi bir Alman tarafından ifa edilmiştir. Bu zat maalesef tarafgirlik yapıyordu.

    Müsabakanın birinci haftaymında Fenerbahçeliler pek güzel oynamışlar ve Almanlara iki gol atmaya atmaya muvaffak olmuşlardır. Gollerin her ikisini de Altınordu kaptanı Bekir Arslan Bey mahirane bir tarzda atmıştır.

    Buna mukabil Alman muhacimleri o anda asabi, fakat muntazam oynamışlar ve Fenerbahçe’ye bir gol atmışlardır.

    Müsabakanın ikinci haftaymında Fenerbahçe kulübü kaptanı Zeki Bey gol yapacağı esnada Almanlar tarafından şiddetli bir tekme yemiş ve bu suretle oyundan harice çıkmaya mecbur olmuştur. Bu hal Fenerbahçe takımının zayıflamasına ve on bir kişilik takımdan on kişi kalmasına sebebiyet vermiştir. İkinci haftaymda her iki tarafın müdafaa hatları yorgun bulunuyordu. Almanlar bu sırada Türk timinin zaafiyetinden istifade ederek bir gol atmaya muvaffak oldular. Müteakiben Fenerbahçe üçüncü golü yuvarladı. Bu golü de Bekir Arslan Bey atmaya muvaffak olmuştu.

    Miktarı beş altı bin tahmin olunan temaşakaran Bekir Arslan Bey’i şiddetle alkışladılar.

    Nihayet Almanlar da üçüncü bir gol atmaya muvaffak oldular. Nihayete kadar tarafeynden başka gol atılmadı. Bu suretle üçe karşı üç gol ile Almanlarla Türkler berabere kaldılar. Halbuki hakikatte Türkler dört gol atmışlardı. Hakem vazifesini ifa eden Almanın tarafgirliği bu golü saymadı.

  • Atatürk ve Fenerbahçe Kitabı

    Atatürk ve Fenerbahçe Kitabı

    Fenerbahçe Tarihi Meseleleri | Kuruluş” kitabından sonra, ikinci eserimiz “Atatürk ve Fenerbahçe” kitabı Barış Kenaroğlu imzasıyla yayında… Önsözü sitemizde paylaşıyoruz…

    Kitabı ise “bu bağlantıdan” temin edebilirsiniz.

    Kitapyurdu linkini de “bu bağlantıda” belirtmiş olalım.

    Ve kitabımız Fenerium’da… Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu mağazalarında ve “Fenerium internet sitesinde”

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Önsöz

    Türkiye’de spor tarihi yazımı, spor ekonomisinde gerçekleşen büyümeye doğru orantılı olarak popülerlik kazanan spor tarihi araştırmalarının ülkemizde geldiği seviye sevindirici olmakla birlikte; spor tarihi yazımında geride bıraktığımız yüzyılın mirası olarak kabul edebileceğimiz yanlış yöntemlerin uygulandığı halen gözlemlenmektedir. Bu durumun tarih biliminin doğasından kaynaklanan sebepleri olmakla birlikte, sporun kendine has özelliklerinden de kaynaklandığı açıktır. Tarih, tıpkı diğer sosyal bilimler gibi, insan eliyle şekillenen, tarihçi olarak sıfatlandırılan kişilerce toplumu besleyen bir bilim dalıdır. Tarihin gözlemlediği de, tarihin kendisini yazan da insandır. Yukarıda “doğası gereği” olarak nitelendirdiğimiz bu özelliği ile tarihin, özellikle spor tarihinin, süregelen en büyük sorunu tarafsız olmaması/olamamasıdır. Tarihçinin elde ettiği bulguları değerlendirirken, kendisini ait hissettiği topluluk ile arasındaki duygusal bağ, yorumlarına etki etmekte, yaptığı çıkarımları sempatizanı olduğu camianın çıkarlarına uygun yapmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda, yüzyıllardır süregelen tarih biliminin en büyük sorunu ile ilgili büyük düşünür İbn Haldun’un XIV. asrın sonunda kaleme aldığı Mukaddime adlı eserinde yer verdiği sözler günümüzde halen geçerliliğini korumaktadır:

    “Bir görüşe ve bir inanca bağlılık ve taraftarlık insanın ruhuna işledi mi, kendine uygun düşen haberleri işitir, işitmez hemen kabul eder. Bu temayül ve taraftarlık insanın basiret gözünü örter ve tetkikte bulunmasını engeller, yalan haberi kabul ve nakletme durumunda kalmasına sebep olur.”

    Spor tarihi araştırmalarında benimsenen yanlış yöntemlerin başında belgeye dayanmayan tarih yazımı gelmektedir. Günümüzde geçerliliğini sürdüren bu yöntem, sözü edildiği gibi geçmişin kötü bir mirasıdır. “Kalıtsal” olarak niteleyebileceğimiz bu yanlış yöntemin günümüzde kullanılmasının altında yatan sebepler vardır. Bu sebepleri spor tarihi yazımının sorunları olarak değerlendirmek mümkündür.

    Prof. Dr. Kurthan Fişek’e göre, “Türkiye spor tarihi konusunda yazılanların büyük kısmı, belgelere değil belleklere, yani anlatılara dayalıdır.” Fişek’e göre bu durum, spor tarihi alanındaki belge eksikliğinden kaynaklanmakta, spor tarihçileri anlatılanları kaynak olarak kabul etmek zorunda kalmaktadır. Fişek bu durumun zamanla bir kısır döngü halini aldığını, belgenin tükendiği yerde belleğin devreye girdiğini söylemiş ve “kalıtsal” olarak nitelendirdiğimiz yanlış yöntemi, “belleklerin şaşmazlığına aşırı ölçüde güvenen, belleğe dayanılarak yazılanları belge niteliğinde değerlendiren bir alışkanlık haline geldiği” şeklinde dile getirmiştir.

    Spor tarihçilerinin belge eksikliğini anlatılarla gidermek için gösterdikleri çabanın, tarih yazımı adına alışkanlığına dönüşmesi günümüz spor tarihçiliğinin en büyük sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Anlatılanlara dayanarak yazılan eserlerin “kaynak” olarak kabul edilip, birbirini tekrar eden amatör çalışmalar yapılması bu anlamda kolaycılık olarak da değerlendirilebilir. Spor kulüplerinin, spor kurumlarının tarihini ilk kez yazan tarihçilerin bulgularını, çoğu zaman ispata ihtiyaç duyulmadan, olduğu gibi kabul ederek yapılan bu amatör çalışmalar, kıymetli bir çabanın ürünü olan eserlerin akademik olarak değer bulmasının önüne geçmiştir.

    Bahsettiğimiz kalıtsal yöntem yanlışlığının evrildiği bu kolaycılık, zamanla sportif anlamda mücadele veren kulüplerin sempatizanı olan amatör tarihçilerin birbirleri ile mücadelesine dönüşmüş, sahadaki rekabet sayfalara taşınmış, bu durum faydacılık evresine geçilmesine neden olmuştur. Şüphesiz bu durumun oluşmasında sporun hitap ettiği kitlenin düşünsel yapısına ilişkin algı da etkilidir. Türk aydınının gerek dini gerek siyasi gerekse ekonomik sebeplerle Osmanlı’nın son yıllarında tanıştıkları “spor” ve “sporcu” kavramlarına küçümseyerek baktığı bir gerçektir. Kanımızca bu bakış açısı aynı zamanda Kurthan Fişek’ten aktardığımız “kısır döngü” tanımlamasının yapılmasına da sebep olmuştur. Spor tarihine ilişkin belgeler, resmi kurumlar nezdinde gereken ilgiyi görmemiş, kimi zaman tasnife değer bulunmamış, asırlık kulüplerin müze ve arşivleri kişisel çabalarla ayakta kalmıştır. Bu bakış açısı yakın zamana kadar hâkimiyetini sürdürmüş, dolayısıyla spor tarihi de akademik ilginin uzağında bir alan olarak kalmıştır. Yiğit Akın, erken Cumhuriyet dönemi spor tarihi üzerine yazdığı “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar” isimle eserinde spor tarihinin akademik ilgiden uzak olmasının nedenini, akademisyenlerin spor konusunda problematize edilecek bir şeyler olmadığına inanmaları şeklinde açıklamıştır. Bu ilgisizliğin temel nedeninin belge eksikliği olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

    Sporun ekonomik değerinin fark edilmesi ve bu değerin zamanla hızla artması, Türk aydınının bu alana bakışının değişmesindeki en önemli sebeptir. Her ne kadar son yıllarda spor tarihi üzerine yapılan çalışmalar hatırı sayılır derecede artmış olsa da, bu çalışmaların çoğu amatör spor tarihçilerine aittir. Spor tarihi günümüzde halen amatör spor tarihçilerinin hâkimiyetindedir.

    Ne yazık ki bu hâkim grubun çalışmaları akademik değerin uzağında kalmıştır. Amatör spor tarihçilerinin “kolaycılık – faydacılık” ekseninde sürdürmeye çalıştıkları kısır tartışmalar, sportif tabir ile “savunma – hücum” şeklinde sürmektedir. Amatör spor tarihçileri, çoğu zaman belgeye dayanmayan bulgularını paylaştıkları takipçilerini yüzyıl öncesi aydınının spor ile meşgul olan kitleyi değerlendirdikleri seviye ile aynı seviyede değerlendirmektedirler. Bile isteye yaptıkları bu değerlendirme, sözünü ettiğimiz kolaycı – faydacı bakış açısının bir parçasıdır.

    Okuyacağınız çalışma yukarıda sıralanan spor tarihi yazımı sorunlarına çözüm üretme ve doğru yöntemlerin kullanılmasını teşvik amacı ile yazılmıştır. Çalışmanın yazarı Fenerbahçe camiasının mensubu olsa da, okuyucuya “tarafsız” değerlendirmeler sunma çabası göstermiştir. Çalışma, spor tarihi alanında son dönemde artan araştırmaların bir ürünü olarak, belgelere dayanmaktadır. Bu doğrultuda, anlatılara dayalı tarih yazımının belgelenmesine katkıda bulunduğu noktalar olduğu gibi, bu yöntemin benimsendiği eserlere eleştiriler de içermektedir.

    Çalışma iki bölümden oluşmaktadır.

    İlk bölümde Atatürk’ün Türk spor tarihi yazımında ne şekilde yer aldığına ilişkindir. Bu başlık altında konu bütünlüğü korunarak kaynaklar, ya da kaynak olarak kabul edilen anlatılar, değerlendirilmiş olup, 28 Temmuz 1922’de Akşehir’de oynanan maça geniş bir yer ayrılmıştır.

    İlk bölümün ikinci konu başlığı altında, Atatürk’ün spor kulüpleri nezdinde “paylaşılamaz” konumu açıklanmaya çalışılmış ve bu durumun ortaya çıkardığı tartışmalara yer verilmiştir.

    Çalışmanın ikinci bölümde, Atatürk’ün Fenerbahçe Spor Kulübü ile temasları anlatılmaktadır. Bu temasların yer bulduğu konu başlıkları; kitabın yazarı tarafından yapılan arşiv taramalarında elde edilen belgelere dayanarak yazıldığı gibi, önceden ortaya konulmuş belgelerin ve kaynakların yeniden yorumlandığı analizleri de içermektedir.

    Şüphesiz bu çalışma, Türk tarihinin en büyük şahsiyetlerinden olan, Cumhuriyetin kurucusu, Millî Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün “hangi takımı tuttuğu” sorusuna bir cevap bulmayı amaçlamamaktadır. Aksine çalışmanın esas yazılış amaçlarından biri de bu soruyu popüler kültürün bir parçası olmaktan çıkarmaktır.

    Çalışmada Gazi Mustafa Kemal Atatürk isminin kullanımı dönemsel olarak farklıdır. Genel analiz ve sonuçlarda Atatürk ismi kullanılmakla beraber;

    1911-1916 yılları arasında Mustafa Kemal Bey;

    1916-1923 yılları arasında Mustafa Kemal Paşa,

    1923-1934 yılları arasında Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal,

    1934-1938 yılları arasında ise Atatürk ismi tercih edilmiştir.

    Çalışmanın yazılma sürecinde desteğini esirgemeyen, rahle-i tedrisinde olmaktan her daim onur duyduğum Hocam Prof. Dr. Vahdetttin Engin’e; elde ettiğimiz belgeler hakkında beni aydınlatan, yol gösteren Doç.Dr. Mehmet Emin Elmacı hocama ve kıymetli büyüklerim Gazeteci-Yazar Murat Bardakçı ile Müzdat Dağlaroğlu’na teşekkürü borç biliyorum.

    Kıymetli büyüğüm Dr. Seyhun Binzet’e verdiği destek için şükranlarımı sunuyorum.

    Karşıyaka Spor Kulübü’nün mensubu, spor tarihçisi kıymetli dostum Bedri Cumhur Doğu’ya yaptığı katkılar için minnettarım.

    Kader birliği yaptığım meslektaşım, kardeşim Barış Eymen olmasaydı bu satırların yazılamayacağını bilmenizi isterim.

    Bu çalışmayı yıllardır tükenmeyen bir sabırla benden merhametini esirgemeyen eşim Nihal Kenaroğlu’na ve yazdıkları, aktardıkları, arşivleri, anıları ile Türk tarih yazımında “Türk Spor Tarihi” faslını açan; Dr. Rüştü Dağlaroğlu, Cem Atabeyoğlu, Vâlâ Somalı ve Haluk San’ın aziz hatıralarına adıyorum. Keyifli okumalar dilerim.

    Barış Kenaroğlu

    İstanbul (2019-2022)

  • Kadıköy Parkı

    Kadıköy Parkı

    “Fenerbahçe ve Kadıköy tarihi birbiriyle bir bütündür” düsturundan hareketle, bir süredir ara verdiğimiz semt yazılarını aktarmaya devam ediyoruz. Kadıköy Parkı yazısı, 87 yıl önceden, Hikmet Feridun Es imzasıyla geliyor… Müthiş fotoğraf, her zamanki gibi Seyhun Binzet ağabeyimizin koleksiyonundan… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Akşamüstleri Kadıköy Parkı

    Hani ipek feraceliler? Nerede ipek yaşmaklılar arasındaki süzgün bakışlar?

    “Kuşdili, Fenerbahçe âlemleri tarihe karıştı ama burası onların yerini tutacağa benziyor… »

    İstanbul’da yeni bir mesire yeri gün geçtikçe parlıyor, kalabalıklaşıyor:

    Kadıköy iskelesinin önünde yapılan park…

    Bilhassa Cuma akşamları iskele parkı iğne atsanız yere düşmeyecek bir şekilde kalabalık oluyor. Yeşil tahta sıralarda zaman oluyor ki altı kişi omuz omuza oturuyor. Yer bulamayanlar ise bir aşağı, bir yukarı piyasa etmekle vakit geçiriyorlar.

    Yer bulmak için daha öğle zamanından gelenler mi istersiniz? Tramvaydan atlar atlamaz park tarafına koşanlar mı?

    Dört kişi oturup dolmuş sıralara da yaklaşarak: “Canım… Biraz sıkışın da ben de şunun kenarına ilişeyim!” diye kafa tutanlar mı?

    Parkın deniz kenarındaki iskemlelere rağbet son derece. Burası âdeta bahçenin hususî mevkii gibi bir şey. Öyle ya… Bir taraftan deniz görünüyor, bir taraftan vapurdan çıkanlar, bir taraftan otobüslere binenler, otobüslerden inenler, bir taraftan da tramvayla gelip gidenler… Öyle bir yer ki dört başı mamur. Bir yeşil sıranın köşeciğine iliştiniz mi? Ooh… Kekâ…

    Arkadaşımla beraber tamamile komple surların arkasından ilerledik. Önümüzde yer avcılığına çıkmış yaşlı başlı iki bey konuşuyor:

    – Kuşdili, Fener bahçe piyasaları tarihe karıştı, çayır âlemleri artık mazi oldu amma burası onun yerini tutacak galiba azizim.

    Öteki sanki arkasında bıraktığı gençlik senelerinin tatlı günlerini hatırlamış gibi memnun memnun gülümsedi:

    – Evet amma… Nerede burada o cakalı fayton arabaları? Hani ipek yaşmaklar arasındaki süzgün bakışlar? Nerede arabasının bir köşesine yaslanmış şemsiyesi elinde güzel feraceliler?

    Lâkin adamcağız daha sözünü bitirmedi. Parkın tam önünde enfes bir spor otomobili durdu. Direksiyonunda genç bir kız oturuyordu. Sert bir hareketle otomobilin kapısını açtı, Yere atladı.

    Önümdeki yaşlı beyler biribirlerine bakıştılar. Bu sefer gülümsemek sırası ötekine gelmişti:

    – Azizim… Faytonun, feracenin yerlerini başka şeyler almış!

    – Öyle…

    Uzaklaştılar…

    Burada yer bulmak tramvayda yer bulmaktan çok daha müşkül. Güç hal ile bir sıraya ilişecek kadar birer yercik bulabildik. Yanımızdaki sırada bir alay delikanlı. Aman efendim. Ne neşe, ne neşe… Kendilerine baktım da ruhiyat profesörü Şekip beyin “Gençlik kahkaha ile ölçülür. Neşeniz devam ettiği müddetçe gençsiniz” sözlerine yerden göğe kadar hak verdim. Gayet doğru…

    Genç olup olmadığınızı anlamak mı istiyorsunuz? Ne yüzünüzdeki buruşukluklara, gözlerinizin etrafındaki çizgilere, ne de saçlarınızda mı? İşte mesele burada… Eğer neşeniz yerinde ise sizden daha genci yoktur.

    Bunun için ilerimizdeki gençlerin yeşil tahta sırası âdeta bir kahkaha ve neşe membaı gibi… Kahkahanın bini bir para… Her şeye, amma her şeye gülüyorlar.

    Vapur geliyor gülüyorlar, vapur gidiyor gene gülüyorlar.

    Tramvay geliyor gülüyorlar, tramvay gidiyor gene gülüyorlar.

    Otobüs geliyor gülüyorlar, otobüs gidiyor gene gülüyorlar.

    Bahçıvan çiçekleri suluyor, gülüyorlar.

    İhtiyar bir kadın kâğıt helvacıdan torununa kâğıthelvası alıyor, ona da gülüyorlar.

    Karşıdan dört genç kız göründü. Dördü de bir örnek giyinmişler… Lâcivert ceketler, sarı kemerler… Delikanlıların gözleri genç kızlara dikildi. Biribirlerini dürtüklediler:

    – Fenerliler geliyor! Fenerliler geliyor!

    Fakat genç kızlara bakanlar yalnız bizim sıra komşumuz delikanlılar değildi. Arkadaki sırada oturanlarda da şafak atmıştı. Sarı lacivertli kızlar önlerinden geçerken birisi uzun uzun ofladı. Sonra arkasından bir vecize yumurtladı:

    – 17 senedir Galatasaraylı idim kardeşim… Bu dakikadan itibaren Fenerli oldum gitti…

    Bu söz üzerine delikanlılar durur mu? Onlar aşağı kalır mı hiç… Öteki sırayı bastırmak için delikanlılardan biri manzum olarak ilânı aşk etti:

    “İnce belde sarı kemer / Yaşasın şanlı Fener”

    Bir de “Bizde şair yetişmiyor” derler efendim. Delikanlılar böyle manzum sözlere başlayınca arkadaki masada sıska bir adam da aşka geldi. O da başladı:

    “Fener geliyor ah Fener / Galatasarayı değil”

    Bir türlü dördüncü mısraı bulup çıkaramadı…

    – Burada elektriğe lüzum yok kardeşim… Fener gelince ortalık biner mumluk ampuller konulmuş gibi aydınlanıyor.

    Sarı kemerli hanımlardan biri dönüp bunu söyleyene iltifat etti:

    – Terbiyesiz!

    Yanındaki arkadaşı da Fransızca konuştuğunu belli etti:

    – Embessil!

    İskele yanına şirketin artık iskelet halinde kalmış “Fenerbahçe” vapurunu bağlamışlar…

    Parka girdiğim zaman karşıma ilk çıkan yaşlı zatlar tekrar önümden geçerken:

    – “Birader” diyorlardı, “Şu Fenerbahçe vapuruna baktıkça yüreğim sızlıyor.  Onda öyle hatıralarım, öyle tatlı hatıralarım vardır ki… Hiç unutmam, şu yan kamarada bir gün köye dönüyorum. Kapı açıldı. İçeriye…”

    Önümden geçtikleri için konuşmalarının alt tarafını işitemedim.

    Parktan çıkıyordum, İzmarit toplayan saçı sakalına karışmış iki adam. Biri sordu:

    – Bu gece neredesin?

    Öteki parmağile iskeleye bağlı eski Fener bahçe vapurunu işaret etti:

    – Fenerbahçe apartımanında.

    – Hangi katta?

    – Havalar soğudu… Alt kamaradayım!

    Akşama görüşürüz öyleyse, diyerek biribirlerinden ayrıldılar.

    2 Ekim 1934 – Akşam Gazetesi – Hikmet Feridun (Akşamüstleri Kadıköy Parkı)

  • Belvü Gazinosu

    Belvü Gazinosu

    Fenerbahçe semtinin ünlü Belvü Gazinosu, Fenerbahçe tarihinin de birçok kutlamasına ev sahipliği yapmış bir yerdi. Bütün güzel hatıralarla beraber tarihe karışan bu gözde mekanı Seyhun Binzet ağabeyimizin yazısı ve eşsiz koleksiyonundan fotoğraflar ile anımsayalım istedik.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Zamanlar “Belvü” Vardı!

    Bu hafta sizlere Kalamış koyunda bir Fenerbahçe yakası efsanesini, Kadıköylülerin kısaca “Alaturka” adıyla da andığı “Belvü Otel ve Gazinosu”nu tanıtmaya çalışacağım.

    Atatürk, kurtuluştan sonra, İstanbul’u 1927 yılındaki ilk ziyaretinde Ertuğrul Yatı ile Kalamış’a gelmiştir. Bir motorla “Belvü” nün tahta iskelesine çıkan Ulu Önder, yemekte Deniz Kızı Eftalya’nın Türkçe ve Rumca şarkılarını dinlemiş, zeybek oynamıştı. “Belvü”de geçirdiği müzikli saatler, Gazi’yi Balkanlara, Selaniğe, Vardar Ovası’na, Anadolu’ya, İzmir’e götürerek, savaş yorgunluğunu bir az olsun hafifletmiş olmalıdır.

    İstanbul’u ziyaret eden bütün yatlar Fenerbahçe korunağına gelirler ve teknedekiler, akşamları büyük bir şıklık içinde botlarla “Belvü Gazinosu”na çıkarlardı. Denizin çok sığ olduğu “Belvü”nün önündeki iskeleye yalnızca altta salması olmayan özel motorlar ve kotra sandalları yanaşabilirlerdi. Otel’de ailece, haftalar boyu kalan müdavimler de olurdu. Görkemli partiler, günlerce konuşulan düğünler, doğum günleri ve sünnet düğünleri hiç eksik olmazdı. “Belvü” alışılmış müzik türü nedeniyle “Alaturka” olarak anılsa da, Kadıköy’deki burjuva sınıfının en sevilen buluşma yerlerinden biriydi.

    Resimlerde iskeleye inen merdivenleri ve iskelede oturan çocukları görüyoruz. İskelenin ucuna yerleştirilmiş elektrikli fener direği göze çarpıyor.

    Bahçeye sandalye yerine hasır koltuklar yerleştirilmişti. Arka bahçe, Fenerbahçe’nin klasik çitlembik ağaçları ile kaplı idi. Biz bu ağacın meyvesi olan çitlembikleri toplar, cephane yapardık. Kurbağlıdere’den kestiğimiz kamışları boğumlarından eşit uzunluktaki parçalara ayırdıktan sonra, bir çitlembiği kamış parçasının ucuna yakın yerine, diğerini ise arkasına koyar, hızlıca üfleyip birbirimize püskürtürdük. Hedefleri şaşırıp da yanlışlıkla büyüklerimizi vurduğumuzda azar işitip silahlarımızdan olurduk.

    Bu ulu ağaçlar sonra birer birer yok oldular. 1960’larda çekilen ve paylaştığım bir gençlik toplantısı resminde, bahçenin önünde görülen ağaç, sonradan yeni yapılan Fenerbahçe yolunun tam ortasında kaldı. Arabalar uzun süre ağacın iki yanından geçtiler. Ve bir gece ansızın onu da yaşamamızdan sildiler. Hepimiz nasıl üzülmüştük. Yaşlanmış olsa da o ağaç sanki bizim bir parçamızdı.

    Kalamış’ın bu nadide otel ve gece kulübü benim çocukluğuma kadar dayanarak varlığını sürdürdü. Sonra yavaş yavaş yok olup tarihe karıştı. Artık Kalamış Koyu’nun varlığından bile kuşku duyuyorum. Koyumuzu çok katlı beton yığınlarıyla boğmakla kalmadık, marina ve çekek yeri ile denizini de yok ettik. Bu duyarsızlık bizim kuşağın utancı olarak hep kalacak.

    Seyhun Binzet

    Not: Yazı Bellek Kadıköy‘den alınmıştır.


  • Eribe Hürkuş

    Eribe Hürkuş

    Ağustos ayında Seyhun Binzet ağabey, yazdığı Vecihi Hürkuş yazısında şehit Eribe Hanım’dan da bahsediyordu. Eribe Hürkuş, Vecihi Bey’in kızıydı. Şehadetinden sonra yapılan anmada Fuat Bulca’nın yaptığı konuşmayla sizleri baş başa bırakıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: Kaan Sidar beyefendinin bir notu olmuş. Aynen aktarıyoruz:

    “Eribe Hanım, Vecihi Hürkuş’un kızı değil yeğenidir. Anne ve babası arka arkaya vefat ettikleri için Eribe’yi dayısı Vecihi Hürkuş büyütmüştür.”


    Şehit Eribe

    Cumhuriyet bayramından bir gün evvel, Türk Kuşu paraşütçüleri, talim atlayışı yaparken paraşütçü talebeden Bayan Eribe, heyecana kapılıp paraşütünü geç açması yüzünden yere sert inmiş ve dahilî bir sarsıntı neticesinde kaldırıldığı hastanede ölmüştür.

    Ölümü büyük bir tessür uyandıran Bayan Eribe için İstanbul ve Ankarada hazin ihtifaller yapılmış Ankara ve İstanbul kız liseleri talebeleri ilk Türk kadın tayyare şehidinin adını hürmetle anarak Türk kadınlığının kanatlanma yolundaki büyük ve sarsılmaz azmine işaret etmişlerdir.

    İstanbul kız lisesi talebeleri Vechi hangarına bir çelenk koymuşlardır. Türk Hava Kurumu Başkanı B. Fuad Bulca’nın Eribenin mezarı başındaki şu söylevi, bu değerli genç kızın ölümünün Türk Kuşu için ne büyük bir kayıb olduğunu anlatmaktadır.

    “Türkkuşu’nun genç, azimkâr, kahraman talebeleri, Türk gençleri, Türk askerleri, bugün, buraya, vatanın hayat ve istiklâli uğrunda can veren şehitlerin ruhlarını taziz için toplanmışken, ne hazin bir tesadüf ki, ilk hava şehidi Türk kadınını da toprağa bırakıyoruz. Türkkuşunun yılmaz çocukları, sizin nasıl yürekten, bir baba muhabbetiyle sevdiğimi bildiğiniz için Eribe’nin ölümü karşısında ne kadar ıstırap duyduğumu tahmin edebilirsiniz. Bizi teselli eden bir nokta varsa, o da hayatın her sahasında Türk erkeğiyle yanyana çarpışan, icab ettiği zaman kan dökmekten de çekinmiyen Türk kadınının kahramanlığını bir kere daha görmüş olmaktır. Atatürkün, uzun bir kötü idareden kurtarıp meziyetlerini bir pır anta gibi meydana çıkardığı Türk kadını, görüyorsunuz ki, karada ve denizde olduğu gibi, havada da, Sakarya kıyılarında vuruşan analarından geri kalmamak için, yılmadan, korkmadan, ölümü istihkar ederek çalışıyor. Türkkuşu çocukları, Eribe gibi Bayan arkadaşlara malik olduğunuz için sizi tebrik ederim.

    Ulu ve mukaddes bir günümüzde Türkkuşunun böyle bir acı ile karşılaşmasını hiç istemezdim. Fakat tabiat kanunları değiştirilemiyor. Doğmak gibi ölmek de hepimiz için mukadderdir. Ne mutlu arkadaşınıza ki, bu kadar genç yaşta iken büyük hava davamız uğrunda hayatını vermiştir. Her gün otomobil, otobüs, şimendifer kazalarında yüzlerce insan ölüyor. Bu ölümlerle Eribe’nin şanlı ölümü arasındaki farkı Türk gençleri çok iyi takdir ederler. Türkkuşu üyeleri, sizin bu elemli gününüzde ordunun yüksek hava kahramanları da aranızda bulunuyor, mateminize iştirâk ediyorlar. Onlar da her gün vazife başında ölüm tehlikesiyle çarpışmaktadırlar. Fakat bu tehlike, yiğit havacılarımızı bir an bile yıldırmıyor. Siz de onları örnek tutarak havacılık için kıymetli birer unsur olmaya çalışmalısınız. Türk evlâdları, Eribe Türkkuşunun ikinci şehididir. Geçenlerde hocanız Kâmil’i, bu fedakâr arkadaşı gömmüştük. Bu gün de uçman Vecihi’nin evlâdını toprağa veriyoruz. Vecihi’yi bu şerefli babayı, hem taziye eder, hem de böyle bir genç yetiştirdiği için tebrik ederim. Hepinize acılarımı bir kerre daha tekrarlar, ve bütün Türk şehidlerinin ruhlarını saygı ile anarken mateminize iştirâk etmek için buraya kadar gelmek lütfunda bu lunan Ossoviyahim başkanı General Eidemanla değerli arkadaşlarına, teşekkür etmeyi vecibe bilirim.”

    Cenaze törenine iştirâk eden M. M. Vekâleti Hava Müsteşarı Yarbay Celâl bu günkü kahramanlık telâkkisinin hava kahramanlığında toplanmış olduğunu tebarüz ettirerek çok yakında ordunun bütün vazifelerinde de türk kadını ile türk erkeğ’ni omuz omuza göreceğimizden bahsetmiş ve Türkkuşu üyeleri kaybettikleri arkadaşlarının bıraktığı boşluğu hazin bir nutuklarla anlatmışlardır. Ossoaviyahim başkanı General Eideman ve maiyetleri de bu merasimde hazır bulunmuştur.

  • Harun Ülman

    Harun Ülman

    1936 Olimpiyatları için Berlin’e yarışmaya giden dört Türk yelkenciden üçü Fenerbahçeliydi: Behzat Baydar, Harun Ülman ve Şeref Birgen. Dördüncü sporcu ise (kız kardeşi Leyla Asım Turgut ile beraber, Türkiye su sporlarının kurucusu diyebileceğimiz) Dr. Demir Turgut idi.

    Seyhun Binzet ağabeyimizin Naviga dergisine yazdığı “Harun Ülman” yazısı, şahane bir sürece vesile oldu.

    Çok erken yaşta kaybettiğimiz kıymetli kalecilerimizden Hüsnü Teoman’ın torunu Can Teoman beyefendi, aşağıdaki birbirinden değerli fotoğraflar ve anılarla, bu yazının yazılmasına vesile oldu.

    Sözü hiç uzatmadan kendisine bırakalım ve İstanbul Yelken Kulübü’nün de kurucularından olan sembol ismin hayatından detayları okuyalım…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Harun Ülman

    Harun Ülman

    Doğum tarihi 11 Temmuz 1900. Vefat tarihi 26 Temmuz 1977.

    İstanbul Boğazı tüp geçit projesinin fikir babası ve Tersane-i Amire Sermühendisi, 1850 Girit Kandiya doğumlu Ferik (Koramiral) Ahmet Besim Paşa ile II. Mahmut döneminde Osmanlı’nın satın aldığı ilk buharlı gemiyi (Swift/Sur’at) İngiltere’den payitahta getiren kaptan John Wilward’in torunlarından Josephine Wilward (sonradan Müslüman olup Firdevs ismini alıyor ancak ailede bilinen adıyla Granny) evliliğinden olan 5 çocuktan en küçüğü Harun Ülman.

    En büyükleri 1881 Hasköy doğumlu, Birinci Umumi Harp Çanakkale cephesinin pek bilinmeyen kahramanlarından diplomalı ilk Türk hemşiresi, Reşatpaşa gemisinin başhemşiresi Safiye Hüseyin Elbi’dir.

    Tüm kardeşler Batı kültürüyle eğitim almıştır. Hepsinin ana dili İngilizce olup Safiye, Nesime, İskender, Şükrü ve Harun Osmanlı’nın yıkılışına, Cumhuriyet’in ilanına şahitlik etmiş aile büyükleridir.

    Bostancı’daki lebiderya yalı köşkünün çatı katı Harun Ülman’ın çalışma ofisiydi. Talihsiz bir yangın ile kül olan köşk ile birlikte tüm tekne planları, tuttuğu notlar, hatıra defterleri zayi oldu. Çok üzgünüm…

    Harun Amca’mızdan ortaya karisi, küçüklüğümüzde dinlediğimiz anekdotlardan…

    Yıl 1936. Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen yelken sınıfı yole dalında partneri Behzat Baydar ile birlikte Berlin Olimpiyatları’na katılıyorlar. Final yarışları gününün gecesinde Berlin akşamlarının dayanılmaz cazibesine kapılmalarının neticesinde starttan geç çıkıp yarışı ancak 9 uncu sırada tamamlayabiliyorlar.

    Yıl 1958. Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü yaptığı zamanlar. Dönemin Reisicumhuru Celal Bayar kendisine mektup yazarak birinin işe alınmasını istiyor. Mektubu yırtıp atıyor ve emekliliğine 6 ay kala basıyor istifayı.

    1900’lerin başında inşa ettiği Seddülbahir kotrası şu an Bozburun’da yelkenciliğin duayenlerinden Süleyman Dirvana’nın oğlu değerli arkadaşım Edhem Dirvana’nın emin ellerinde, Ege sularında yelken basıyor ,

    Vaktiyle Pendik’te kendisine ait atölyede inşa ettiği basma tiriz & bakir perçin marifetiyle inşa edilmiş 12 kadem Dinghi’leri yolunuz düşerse Rifat Edin’in sahibi olduğu Tuzla Yat Kulübü’nde görebilirsiniz.

    Ailede en çok konuşulan icraatına gelince…

    TRT İstanbul Radyosu ses sanatçılarından Belma Hanım ile bir izdivaç yapıyor. Fakat Belma Hanim ile evli iken Celile Hanim isimli bir bayana âşık oluyor. Skandal patlayınca boşanıyorlar. Boşanma tazminatı olarak Belma Hanım’a Küçükyalı semtine ismini veren deniz kenarındaki (sonradan Hidayet Tetik tarafından Güneş Motel olarak işletilen) yalı villasını veriyor. Belma Hanım’ın güfte ve bestesi kendisine ait “Harun Elinden” (*) adlı şarkısı vardır.

    Can Teoman


    (*) Hakikaten “Sor güle bülbül ne çeker Harun elinden” diyor gibi :)

    Nur içinde yatsınlar…


    Fotoğraf-1) Ahmet Besim Paşa ve Harun Ülman

    Fotoğraf-2) Solda oturan Ahmet Besim Paşa. En sağda oturan Granny (Josephine Wilward). Ayaktakiler Safiye Elbi ve eşi Deniz Harp Okulu İngilizce öğretmeni yarbay Hüseyin Elbi.