Etiket: Sinekemani Nuri Duyguer

  • Kadıköy Cenneti

    Kadıköy Cenneti

    Sermet Muhtar Alus, 29 Temmuz 1945 tarihli Akşam gazetesinde muhteşem bir Kadıköy yazısına daha imza atmış. Kadıköy cenneti andıran bir köşe iken, kimler kimler, ne zamanlar geçirmiş… Büyük bir keyifle okuyacaksınız!

    Not : Yukarıdaki müthiş görsel için kıymetli büyüğümüz Seyhun Binzet‘e sonsuz teşekkürler…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dünden Bugüne Kurbağalıdere

    Belediyenin Kurbağalıdere’yi temizletmeğe kalkışması civarlıları, hele orayı bir iki ay önce kalemine dolayan kıymetli dostum Vâ-Nû’yu ne kadar memnun etmiştir, diyorum. Bu hayırlı haberi Akşam’da okuyunca ben de âdeta sevinmiştim. Ara sıra Göztepe’ye gidip gelirken derenin ilerisini, gerisini yokluyorum. Faaliyet başladı mı, başlamak üzere mi? Hattâ geçen çarşamba, yine oradan geçerken Kalamış koyunda tarak dubası gözüme ilişince enikonu ferahladım. Aradan üç dört gün geçer geçmez gazetelerde bir havadis:

    Mevsim geçikmiş, artık havalar müsait değilmiş; gelecek seneye bırakılmış. (Geç olsun da güç olmasın, çıkmaz ayın son çarşambasına kılmasın da)yı hatıra getirerek yerinmeğe pek sebep yok amma şu da apaşikâr: Yine pişmiş aşa su katılmış.

    40 yıl evvel Kurbağalıdere sahiden kurbağalı bir dereydi. Yaradana kurban olayım, o koca kafa, patlak göz hayvancıklar, kıyılarında durup dinlenmeden bağırışırlar; hikmeti hüda, ne bed şekillerinden tiksinilir ne de kötü seslerinden yaka silkilirdi.

    O vakit dere, şimdiki kadar dolmamış. Suyu oldukça bol, çamur renginde, aşağı tarafları yosunlar, miyasmalar içinde ve küme küme haşarat bulutlan: su sineği, sivrisinek, tatarcık.

    Üzerinde o zaman da kâgir bir köprü vardı. Yavuz Selim’in Çaldıran seferine, Dördüncü Murad’ın Revan, Bağdat seferlerine gidişinden kalma mı neydi? Köhne, dapdaracık çukurlu tümsekli; iki yanında tahtadan harap korkuluklar.

    Maazallah, koşulu atlar az buçuk haşarılanıp arabayı iki karış sağa veya sola götürdü mü paldır küldür aşağıyı boylamak haritada yazılı. Emektar, dizgin kullanmakta usta arabacıları hep o köprü üstünden geçerler; içeridekiler bu berzahlanışa alışkın olmakla beraber besmeleleri, salâvatları dudaklarından eksik etmezlerdi. Gelgelelim bütün kira faytoncuları, muhacir arabacıları dere budur diyip yallah dalarlardı.

    Sebebi var: Sıcaktan dili bir karış dışarıya çıkmış hayvanları serinlendirmek; çamurlukların, tekerleklerin tozunu toprağını gidermek…

    Müşteri hanımlar, beyler feryadda:

    — Aman ne yapıyorsan hemşehri, bari derin taraflara gitme, üstümüz başımız, tepeden tırnağa zifoslardan berbat olacak, maskaraya döneceğiz.

    Kulak asan kim? Hattâ bazıları, fırsat bu fırsat diyerek daha ötelere gider, paçaları sıvayıp aşağı atar, diz kapaklarına kadar suya girmiş atları, tekerlek taslarına kadar batmış arabayı bir âlâ yıkardı.

    Mahut kâgir köprünün altından itibaren gerilerine (Dereboyu) denilirdi. Kadıköylülerin en belli başlı mesiresi. Kıyılarına, yaygılar, kilimler serip serip bayıla bayıla Gazhane, Paris, Çarıkçı mahallelerinin kadınları, tazeleri; memede, kucakta elde, sıbyanları. Kimi kol gibi hıyarları göğdeye atmada, kimi tırabzan babası kalınlığındaki mısır koçanlarını kemirmede.

    Daha üst tabakalar da mevcut; Halep maşlahlı, son moda yeldirmeli, alafranga kaspusiyerli hanımlar da dolu. Seccadeler, açılıp kapanır portatif iskemleler üzerine oturmuşlar. Onların da ağzı boş durmuyor. Gezici satıcılardan kâğıt helvası, dondurma, Ağustos’un on beşi geçti mi muhallebi, kestane, ünnap yiyorlar. Tazeler arada bir ayaklanıp bir iki boy piyasada; peşlerinde şık beyler ve gelsin (söz atış)ların çeşidi:

    (Mahmur bakışı âşıka bin lûtfa bedeldir), (Atfetme sakın hançeri müjgânını nagâh), (Etmeyor hiç merhamet cânân benim efganıma) gibi şarkı mısraları…

    Cuma ve Pazar akşamları buradakiler Kuşdili çayırına, Kuşdili’ndekiler de buraya kadar, aynı minval üzere piyasayı uzatırlardı.

    Dere boyundaki keçi yollarından daha ileriye yürüyünce bir kır kahvesine gelinirdi. İşleteni de söyliyeyim: Kadıköyü’nün en namlı yorgancısı, aksatmasının kıtlığından değil, keyif olsun diye tiyatrocu Kel Hasan’ın büfesini tutan, meşhur (Onikiler)den arta kalan Kâmil efendinin küçük oğlu Zekâi.

    Yüz yıllık çınarların altında bir salıncak, bir de o vaktin başlıca jimnastik âleti olan barfiks vardı. Omuzdaş takım kolan vururken minare boyu yükselerek ayaklarını çınarın dallarına değdirir; perşembe akşamları da havalinin jimnastiğe meraklı bazı delikanlıları ve Harbiye, Bahriye, Kuleli mektebi talebelerinden bazı gençler sabit demirde marifetler gösteri, birbirleriyle yarışa çıkarlardı.

    Kurbağalıdere’nin daha ötesine gitmek netameli sayılırdı. Zire Beşinci Murad’ın sözüm yabana çiftliği orada. Vakıa bir iki uyuntu bekçiden başka kimsecikler arama, fakat korkulu rüya görmektense uyanık yatmak hayırlı. (Fikir tepesi)ni boylıyacaklar sağdan, uzaklardan dolanırlardı. Tepenin civcivliği de mayıs ayına münhasır.

    Dere boyunun gediklilerini sayalım; hanımlar tarafından takılmış lâkablarını da ilâve edelim:

    Kıvırcık saçları tıpkı fesliyen demetini andıran, (zabıtanı askeriye)den ve (müntesibini musikiye)den Bülbül Asaf…

    (Çayır lüksü), (Pembe gül), (Mehtap) ünvanlarını taşıyan, Babıâli’nin bilmem ne kalemi hülefasından Dilber bey…

    (Küçük lüks) denilen ufak tefek genç…

    Piyade mülâzımı, Uşşakizade Halit Ziyanın hayranı, istikbalin edebiyatçısı ve muharriri Raif Necdet ile candan arkadaş, eski Galatasaraylı, Romanyalı Süleyman Sudi…

    Pembe köşklü, Kişizade, (bundan altı yedi yıl evvel Suadiye’de kaza kurbanı olan) Kenan merhum…

    (Lokman hapı) diye şöhretli, kara yağızın yakışıklısı Yusuf…

    Fazal sarışınlığından ötürü Almana benzetilen, ney üflemekte de mahareti bulunan Cemil…

    Her an hafiften hafife gazel terennüm eylemediği dakikalar kahkahasından durulmayan, sakal başını henüz aldırtmış hafız…

    Damatlara, gelinlere, torunlara karıştığı halde her dem taze bembeyaz saçlı ve kirpikli, Mızıkai hümayunlu Suat bey (elyevm Kadıköyü’nde gazete satar) ve saire…

    Hanımları araya katmadık. Bu gezip tozan beyler, yukarıda dediğim gibi Kuşdili çayırı piyasalarından da hiç eksik olmazlardı.

    Derenin sağ kıyısına rastlayan çayıra niçin Kuşdili adı verildiği düşünülecek şeydir. Etrafında ağaçlar, yeşillikler çok; berisindeki bostanda tınazlar gibi gübre yığını; yani her tarafın kuş yatağı oluşunda şüphe yok. Ve lâkin ne diye (Kuşlu çayırı) denilmemiş de (Kuşdili çayırı) denilmiş. Öteden beri seyir, seyran yeri olduğuna göre acaba eskiden burada (teııezzühe) çıkan erkekler, kadınlara kuşdilice mi lâf atarlarmış?

    Fenerbahçe’den dönen Kadıköylülerin, Acıbademlilerin, Üsküdarlıların arabaları Mahmutbaba türbesinin önündeki yolda zincirleme, arka arkaya dizilir, son mola burada verilirdi.

    Süsüne fazla düşkün beyler arabadan inip bir kenarda lostracıya iskarpinlerinin, pantalon paçalarına tozlarını süpürtür, arkadaşının koluna girip çayırı üç beş kere dolaşır. (Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla) kabilinden yanındakıne şairane şairane sözler, Fransızca kelimeler karışık cümleler sarfederlerdi.

    Kuşdili’nin dere kenarında, Komik Hasanın ahşap tiyatrosu cuma ve pazarları dolup taşardı. İştanbul’da ilk futbol, Moda’daki İngilizler tarafından, bu salaşın karşısında oynanmıştır. Meşrutiyetin ilânından sonra Galatalı Hamdi reis, meşhur çalgılı gazinosunu gene bu salaş tiyatro binasının ilerisinde açmıştı. Yıllarca her yaz hıncahınç kesilmiş, günün birinde de reiscağız ayağı kayıp yuvarlanınca ağaçlara gerili tele boynu takılıp ahrete gitmişti.

    Kurbağalıdere’nin nihayetindeki Yoğurtçu çayırına neden dolayı bu ismin verildiği de malûm değildir. Bir köşeciğinde yoğurt yapan bir mandıra mı vardı, yoksa yoğurtçu dükkânı mı, bilen yok.

    Ben dünyaya gelmeden beş altı yıl evvel bizimkiler bir yaz orada ev kiralamışlar. Konu komşular arasında maruf kimseler de varmış. Meselâ Mekteb-i Mülkiye müdürü Abdürrahman Şeref efendi; doktor Ahmet paşa; Babıâli ricalinden Nureddin bey (eşsiz sanatkârımız Münir Nureddin’in babası); Tulumbacıbaşı (musiki üstadlarımızdan Sinekemani Nuri beyin babası).

    O zamanlar ramazan yaza rastladığından çayırda cemaatle teravih kılınır, civarlılar gecelik entarileri, keten hırkalar, feyyum kürklerle namaza gelirlermiş. Çayırın deniz tarafında, etrafı pedavralarla, çalı çırpılarla bölünmüş yerde Kavuklu Hamdi ortaoyunu oynar, küçücük sahnede Aranik adında, kara kaşlı, kara gözlü, tombalak bir Ermeni kadını:

    “Muhaciriz, bîçareyiz, amma ne bahtı kareyiz” diye kanto söylermiş.

    Teravihten sonra istiyen ortaoyununa gider, istiyen çayırda piyasa eder; çok kimse de, bilhassa mehtaplarda sandallara binip, beyden efendiden de sazende ve hanendeleri beraberine alıp derede, Kalamış koyunda geç vakitlere Kadar taksimleri, gazelleri, şarkıları tuttururlarmış.|

    Bizim çocukluğumuzda Yoğurtçu’da in cin top oynardı. Meşrutiyetten sonra gene canlanır gibi oldu. Derede, koyda gene deniz safaları yapılmağa başladı. Yıkılan oyun yeri bir kahve haline sokulmuştu. Sahibi çepkenli ve poturlu Mustafa ağa, ocakçısı da (Dede) denilen kalendermeşrep bir Ermeniydi. Bu kahve sonbahar girince balık meraklılarının âramgâhı idi. Baş devamlısı da Barometre Ali bey.

    Mumaileyh göğe, bulutlara bir göz atsın, ertesi gün havanın lodosa mı döneceğini, fırtına mı kopacağını şıppadak söylesin.

    Sermet Muhtar Alus / Taha Toros Arşivi

  • Sinekemani

    Sinekemani

    20 Mart 1932 tarihli Akşam gazetesinde Sermet Muhtar Alus imzalı bir röportaj (daha önce Ali Sami Yen’den dinlediğimiz) Siyah Çoraplılar’ın hikayesini bu defa birinci ağızdan anlatırken, iyi bir Fenerbahçeli olan “Sinekemani” Nuri Duyguer’i bizlere tanıtıyor. Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Gene Bir Gülnihal

    Musiki üstatlarımızdan sinekemani Nuri Bey’le görüşmeye gidiyordum. Yoğurtçu çayırının önünden değil, Cevizlik tarafındaki arka yoldan bahçenin kapısına geldim. Meğerse burası kışın Mazurya bataklıkları gibi bir hal alıyormuş. Yapışkan, vıcık vıcık, insanı kızak gibi kaydıran çamur deryasından kurtulup da bahçeye kapağı atıncaya kadar heyheyler geçirdim.

    Nuri Bey’in odasında bermutat ahenk berdevam…

    Tiz, pürüzsüz, falsosuz hanım sesleri; bunları idare eden üstadın pişkin kemanı…

    Rasttan fasıl geçiyorlar;

    Gene bir gülnihal aldı bu gönlümü,
    Simü ten, gonca fem, bibedel, pek güzel…

    Çarü naçar, saz ve ses mayna oldu. Nuri Bey’i bir tarafa çektim ve çıtır çıtır söylettim:

    Sinekemani

    1 – Hariciye Nezareti’nde memurdum. Sabahleyin yüzümü yıkadım mı, akşamcıların limonlu içmek itiyatları kabilinden biraz jimnastik. Şöyle gülle ile vücudu yerine getirdim mi saz başına.

    İlk sazım kanundur; sonra, ut, keman. Bir musiki faslı, neticede daire. Nezarete öğleden sonra giderdik. Erken giderseniz kimse bulunmaz. Cuma tatil; pazarı hak getire; çarşambaları da meclisi hâs günüdür; gidilmez.

    Alaturka 10 vapurile döner dönmez doğru Kuşdili Çayırı. Ya sandalda kürek çekmek yahut Kurbağalıdere’de ve Fikir tepesinde hava almak, dolaşmak.

    Serde gençlik var; arkadaşlar çok. Spor, gezme, falan amma musiki iptilası da aşkın. Hocam, Tellalzade’nin güzide çıraklarından Kadıköylü Ali Bey’di.

    Meşk için uğramazsam, (sen de mi yan çiziyorsun?) diye başlar. Kaçamak yapmadığım zamanlar karşısına geçerim. O zatı şerif, bir defa okumaya başladı mı gözlerim dolar, dünyayı unuturdum. Çayıra gelirdim ki incin top oynuyor.

    Kurbağalıdere, çınarın altındaki kahvede, barfiks, paralel, trapez halkaları vardı. Arkadaşlar gelirlerdi. Ekseri Cuma günleri Rona’nın, cimnastik muallimi Faik Bey, Yıldız kumandanının oğlu Mazhar Bey (Çamlıca’da kazaen vurulan Mazhar Paşa) gelirler, cimnastik yaparlardı.

    Bazı akşamları da, şimdiki Fenerbahçe kulübünün karşısındaki köşkün bahçesinde toplanırdık. Oraya Rıza Tevfik, Selim Sırrı Bey, Sıhhat Müzesi Müdürü merhum Doktor Hikmet Bey gelirlerdi.

    Bazen de Kuşdili’nde, havuzlu kahvede, sabık İstanbul Maarif Müdürü Saffet ve biraderi Kemal Bey, mütercim Feyzullah Bey toplanırlar, cimnastik yaparlardı.

    İçimizde en iyi gülle kaldıran Kemal Bey, en güzel trapez yapan da acizdi.

    Bir de, derede, Yoğurtçu’dan, Moda’dan, Fenerbahçe’ye sandal gezintileri ve yarışları yapardık.

    Cimnastik, keman çalmama mani oluyordu. Nihayet en ehveni ve muvafıkı olarak işi futbola döktük. Bazı günlerde, akşamlara kadar beygir cimnastiği yapardık.

    Futbola başladıktan sonra, ilk zamanlar, Rum, Ermeni, İngilizlerle eksersiz kabilinden, Moda çayırında oynardık.

    Sonra bir Türk kulübü yapmaya kalktık. Elbiselerimiz şıktı.

    Göğsünün önü, yakası, kol kapakları beyaz, gövdesi kırmızı yünlü kumaştan gömlekli, beyaz pantolonlu bir kostüm intihap ettik; başladık oynamaya, o zaman bu gibi şeyler tabii memnu. Bile bile işe giriştik. Hafızamda yanılmıyorsam ilk oyuncular şunlardı:

    Mehmet Ali Bey, biraderi Neşet Bey, Reşat Danyal Bey, Hafız Mustafa Efendi, Arapzade Emcet Bey, Topçu Zabiti merhum Cevdet Bey, Bahriyeli Fuat Bey, Konstantin Efendi, Daniş Bey, Şevki Bey, bir de aciz, Baba Tahir’in Fransızca (Servet) gazetesi takdiramiz bir makale yazmış, fırsattan bilistifade Köçeoğlu Andun isminde birisi bizi curnal ediyor. Reşat Bey içimizde olduğu için, Kadıköyü’nde Veliaht Reşat efendi himayesinde bir kulüp teşkil etmiştir. Diye yukarıya çıktık.

    Kuşdili karakolu komiseri Azmi Efendi bir sabah bize geldi. Top oynayanların isimlerini zabtedecekmiş. Daha bir çok aza da var.

    Oyunculardan 11 kişinin ismini yazdı. Arkasından, Reşat Danyal, Mehmet Ali, Emcet Bey’leri Zaptiye Nazırı Şefik Paşa çağırdı.

    Nefi hakkında irade bile çıkmış. O zaman Şefik Paşa’nın iyiliğini inkar edemeyiz. Mesele oyundan ibarettir, şayanı ehemmiyet bir şey yoktur diye işi halletti.

    Musiki hocam, hanende Ali Bey vefat edince Tophaneli Sabri Bey’den meşke başladık. Bundan da başımıza bir badire çıktı.

    Sabri Bey şehzade Kemalettin efendinin müezzin başısı imiş. Kemaleddin Efendi’nin müezzini içtimalar yapıyor, başına adamlar topluyor diye jurnal edilmişiz. Birleştiğimiz yeri bu hafta şurada, öteki hafta burada, değiştirerek tehlikeyi savdık. Bilenlerin hatırındadır ya, o zaman üçten fazla olundu mu kapıyı çalar dağıtırlardı.

    Kışın ekseriya ava giderdim. Sair zamanlarda da Kadıköyü’nde, Kadifeli birahanenin üstünde, yahut Mühürdar gazinosunda bilardo oynardım.

    Şimdi başlıca zevkim ve meşgalem Şark Musiki Cemiyeti’mize gitmek, evime gelen arkadaşlarla ve talebelerimle vakit geçirmek, diğer zamanlarda da bahçemin ağaçlarile ve çiçeklerile uğraşmaktır.

    Öteden beri, (Say bağı) ile müçtemian keman çalmanın alafrangaya mahsus olduğunu, alaturkada mümkün olamayacağını iddia edip dururlar. Ben bu kanaatin yanlış olduğunu ispat etmek için çok çalıştım. Talebelerimle verdiğimiz konserlerde görüldüğü üzere buna da muvaffak oldum.

    2 – En sevdiğim semt Kadıköy ve hala sevdiğim Yoğurtçu’dur. Bu evde hatta şimdi oturduğumuz bu odada doğmuşum. Ben evimden şaşmam. Apartman ziyade olsun.

    3 – Neye merakım olduğunu maaziyadeten anlattım galiba. Spor cimnastik, sonra musiki.

    4 – Biz eski sporculardan olduğumuz için kadında da sıhhat ve tenasübü endam taraftarıyım. Allah her güzeli başka yaratmıştır. Beyazın da kumralın da esmerin de güzeli olur. Niçin seçmeli. Güzel güzeldir. Ukalalığı hiç sevmem. Kadının en birinci şartı göründüğü gibi bulunmak ve cali olmamaktır.

    Vekarını muhafaza eden sporcu hanımlarımızı çok takdir ediyorum. Züppelerden fersah fersah kaçıyorum. Bana da hak veriniz; hata mı ediyorum?

    5 – Eskilerde aradığım bir şey varsa gençlik. Akşam oluyor. Günden güne gidiyoruz. Geçen günler hayal oldu.

    Bir de en başlıca istediğim, musikimizin taalisi, kıymettar musiki eserlerini, herkesin seve seve takdir ettiklerini ne zaman göreceğim? Benim başlıca arzum, eski klasik musikimizi umuma telkin etmektir. Bu sebeple bedava konserler veriyoruz.

    Bugün, ekseriyetin baş tacı olan hanende Münir Nureddin Bey, klasik musikiyi kimse anlamıyor diye harcı alem şeyler okuyor. Okuyuşunun sanatkarane olduğunda şüphe yok. Fakat okuyuşlarında içten terennüm ettiği eski tesir yok.

    Bunun sebebi de, ihtimal, herkes zevkine varmıyor diye klasik eserleri okumadığından ve harcı alem eserlere rağbet olduğundan… Mamafih, bu hususta halk da mazurdur. Zira klasik parçaları anlamak için çok dinlemek, istinas etmek, sonra lezzet almak lazımdır. Münir Bey de pek haksız değildir.

    6 – Bugün 25 yaşında olsam eski yaptıklarımı yapardım; fakat biraz daha düşünerek.

    Sermet Muhtar Alus

  • Vizörün içindeki Kuşdili

    Vizörün içindeki Kuşdili

    İstanbul Araştırmaları Enstitüsü (Suna ve İnan Kıraç Vakfı) arşivinden muhteşem bir Kadıköy fotoğrafı çıktı. İlk gördüğümüz andan beri “Vizörün içindeki Kuşdili bize ne anlatıyor?” sorusunu sorduk ve tabii ki en güzel yanıtı Alican Küçükcan ağabeyimizden aldık. Muhteşem bir fotoğraf ve bir o kadar muazzam bir yazı… “Keyifli okumalar” demeden önce belirtmeden geçmeyelim; fotoğrafın bulunduğu İstanbul Araştırmaları Enstitüsü çalışanlarına ve özellikle Furkan Sevim beyefendiye saygılarımızla…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Ressam ve Bir Düş

    Bahariye’de, bir köşkün cihannümasından Kuşdili, Hasanpaşa ve Acıbadem’e baktığımızı düşlüyorum, hani derler ya! uyandığında gerçekmiş hissi veren bir düş. Önümüzde uzanan görüntü hünerli bir ressamın elinden damlamış adeta. Her fırça darbesi bin bir özenle vurulmuş tuvale: 

    Buradan Karacaahmet’e kadar uçsuz bucaksız servi ormanının hışırdadığını biliyoruz. İlerisi göz görebildiği yere kadar hep mezarlık. Kuşdili çayırında eğlenenler hayatla ölümün sınırında olduklarını hiç düşünmüyorlar. Gülüyor, söylüyor, top oynuyorlar. Daha geçen hafta pazar günü Moda Futbol Kulübüyle, İngiliz Bahriyelileri İmogene kıran kırana bir maç yaptılar burada. Bu hızlı gösterinin galibi 1-0’lık sonuçla Moda oldu.. 3000 meraklı, kalesinde nefis plonjonlarla birçok şutu kurtaran Alex Sophiano’yu çılgınca alkışladı. Sophiano,hakemin  düdüğünden sonra omuzlarda taşındı. 

    Solumuzda uzanan ahşap denizinin altındaki Kuşdili çayırında sadece top oynanmadı. O geniş alan,  Kadıköylülerin hava almaya çıktıkları, ağır faytonların, ıhlamur ağacından yapılma geniş landoların cirit attıklarını, çayırda kurulan panayırda, şimdi tarih olmuş şerbetçilerin, kağıt helvacıların, muhallebicilerin, baloncuların ceplerinin şiştiği, yeldirmeli, maşlahlı güzellerin boy gösterdikleri, kısaca Kadıköy havalisinin eğlendiği geniş bir seyran yeri olmuştur. 

    Fenerbahçe Lokali

    Bu resim geçen yüzyılın başlarına ait. Tam da, Üsküdar kumandanı Bedirhani Ali Şamil Paşa, erkekleri Kuşdili’ne, kadınları Yoğurtçu’ya  pay etmeye uğraşıp, feryadını kimseye dinletemediği günler. Çayırın Kurbağlıdere kıyısına Galatalı Hamdi Reis’in çalgılı gazinosu kurulacak. Hamdi, evvelinde Galata’da kumar kahvesi işletmiş, Abdülhamit’in meşhur yaveri Fehim Paşa’nın adamlarından. Bu gazinonun yanında birkaç yıl sonra Fenerbahçenin lokalini göreceğiz. 

    Lokal bahçe içerisinde ve iki katlı olacak. Fotoğrafta yerleri boş ama, dış kapıdan girince sağ tarafındaki açıklığa tenis kortları yapılacak sonrasında. Bina inşa edildiğinde dereye bakan kapısı, köşede piyanosu olan, maroken koltuklu genişçe bir salona açılacaktır. Solda iç içe olan iki soyunma odasında, Zeki Rızalar, Alâlar, Kadriler çubuklu formalarını giyecekler. Suat, karbeyaz pantolununu, tişörtünü giyip, kortta raket sallayacaktır. Üst kattaki müzede kupalar, resimler ve hatıraların çerçevelenmiş halleri duracak. Fenerbahçe Kulübünün minnetsiz idmancısı, sarı lacivert forma altında bütün sporları yapmaya ve yaymaya çalışmış; kayıkhanede sandalları kalafatlayacak, korttaki fileleri eliyle örecek kadar fedakar Fenerbahçeli Galip, 6 Haziran 1932 günü lokal yandığında en çok gözyaşı dökecek olan sporcu olacaktır. 

    Fenerbahçe Lokali, alevlere teslim olmadan önce ulvi bir görev için koluna pazubant takmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya silah ve cephane sevkinin yapıldığı bir istasyon, Cumhuriyet yolunda ise önemli bir ‘yapı’taşı olmuştur. Ulu Önderin lokali ziyareti bu binada yaşanmış önemli dakikalardandır. 1920 yılında Hamit Hüsnü’nün lokalin yanına yaptıracağı kayıkhanede çok sayıda kürekçi filizlenecektir. 

    Fenerbahçe futbol takımı bu fotoğrafın içindeki sahalarda oyununu geliştirdi. Üzerine seneler sonra Dereağzı tesislerinin kondurulacağı Kördere Çayırı, Kurbağlıdere’nin hemen yanındaki Gemici çayırında Fenerbahçe idmancılarının izleri vardır. 

    Papazın Bahçesi

    Resmin sağ gerisinde, fotoğrafçı vizörünü biraz daha çevirseydi Kadıköy’ün ‘ehli diller yatağı’ denilen Papazın Bahçesini görecektik. Orası, doğanın yeşil sessizliğine meftun Ahmet Rasim’in müdavim olacağı, ağaçlar altında bir cennetti. Bahçeye bahar akşamları bülbül dinlemeye gelen çok olurdu. Ahmet Rasim orda etrafına şair Andelip, Eyüplü Neş’e, Muhsin, Borazan Tevfik, Ayı Raşidi toplar, alem yapardı. Papazın Bahçesinde bülbül sesi dinleyenler,  birkaç sene sonra, bahçenin hemen yan parseline yapılacak sahada, Fenerbahçeli sporcuların futbol sahasında icra edecekleri ahenkli sesleri duyacaklardı. Kurbağalıdere’nin doğusunda kalan bu alan vaktiyle Kardinal Andon Hassunyanın uhdesinde olduğu için bu ismi almıştı. 

    Fotoğrafın tarihinin 1905 civarı olduğunu tahmin ediyorum. Aşağıda, Kurbağlıdere yolunda,  bir sene kadar sonra 1906’da Göztepe istasyonunda vurulan Şehremini Rıdvan Paşa’nın katilleri yakalanacak ve apar topar Selimiye kışlasına götürülecekler. 

    Kurbağlıdere çayırında top peşinde koşanlar bu derdestten habersiz birçok maç yaptılar. Eski başkentin ilk futbolcularını şehire tanıtan La Fontaine’in Kadıköy Futbol Kulübü, “Harrier” denizcileriyle bu sahada yaptıkları sıkı gösteri maçı üzerinden yıllar da geçse de hep anılmıştır.

    Kadıköylüler 

    Ünlü besteci, Fenerbahçeli futbolcu Cafer Çağatay’ın babası Ali Rıfat Çağatay Yoğurtçu Köprüsü’nü geçince sol kolda kalan bir eve taşınalı bir sene bile olmamış daha. Köprü, fotoğrafın ortalarında beliren ahşap haliyle karşımızda.. Derenin iki yakasını kavuşturan ilk gerdanlık 30’lu yıllarda betona dönecek. Köprü, üzerindeki parke zemini, tramvay rayları, kendine hiç de yük olmayan, sırtından atladıktan sonra Bostancı’ya dek gidecek motrislerle eşsiz görüntüler verecekti. Kadıköy kumluktan kalkan tramvay arabalarına binip, bu civarda araçtan ineceklerden biri de (Ceylan) Bedri olacaktır. Bedri, sırasıyla Papazın çayırı, Silahtarağa, Union Kulüp, İttihadspor, Fenerbahçe Stadı isimleriyle bilinecek stadın tam karşısında oturacaktır. Futboldan sonra mesleği dişçiliğe dönecek, ilk milli maçımızın sol açığı Bedri’nin muayenehanesi Altıyolağzı’nda eskiden postahane olarak kullanılan sarı bir binadaydı. Binanın mimarı ilk futbolcularımızdan meşhur Hasan’ın babası Mehmet Ağaydı. 

    Fondaki yükselti Çamlıca tepesi.. İrtifa kaybederek yaklaşınca, Acıbadem’deki ortodoks kilisesinin apak halini farkediyoruz..Hemen sağında, pek seçemesek de :)  Kadıköy sularının çıktığı kaynak Üçpınar var. Abdülhamidin Başhafiyesi Ahmet Paşa’nın Peynirci Çiftliği denilen arazisinden geçen üç derecikle kucaklaşıp, Gazhane üzerinden Kadıköy çeşmelerine ulaşıyor bu ‘ab-ı hayat’.

    Bu hayat suyundan içenlerden biri de “Black Stocking” takımının ilk ve tek maçında  on birde kendine yer bulabilmiş  Sinekemani Nuri’dir.. Üstat, Namık Kemal’in küçük kardeşi Naşid Bey’in kızıyla evlidir. Fotoğrafçı, panoramik görüntü için makinesini ayarlarken Nuri belki de, Yoğurtçuçayırı caddesi 40 numaralı evinde, göğüse yaslanması sebebiyle ‘sinekeman’ adını almış kemandan battalca aletini çalıyordur. Ömrünü jimnastiğe ve musikiye  adamış olan Nuri Bey kalben Fenerbahçeliydi. Türk Sanat Musikisi’nde dev bir isim olarak kabul edilen, sarı lacivertlilerin ele avuca sığmaz sağ açığı Münir Nureddin ise Yoğurtçu çayırının karşısındaki evde oturmaktadır. 

    Fotoğrafın kadrajında kanat çırpan, buradayım diye uçuşan epeyi ayrıntı olduğu malum, onları da başka bir Kadıköy klişesi altında yakalar, konuştururuz efendim; sağlıcakla…

    Alican Küçükcan

    Vizörün içindeki Kuşdili