Etiket: Strugglers

  • Canlı Yapraklar – XLVII

    Canlı Yapraklar – XLVII

    Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olan yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – XLVII” : 1923 yılından geliyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spor Tarihimizden Canlı Yapraklar – XLVII

    1923’de bir istihaleden sonra, adını (Beyoğluspor)a çeviren Pera Club İstanbul’un eski sporcularınca büyük şöhreti malûm eski bir Rum kulübüdür.

    Tatavla, Strugglers ve Elpis’ten sonra 1914’de kurulan İstanbul’un bu dördüncü Rum kulübü, kendisinden önce ve sonra kurulan emsali arasında cidden temayüz etmiş ve pek parlak bir tarihe sahip olmuştur.

    (Pera Club) Beyoğlu’nun Kalyoncukulluğu semtinde Simitçi sokağında kâin bir dükkânda Şarkı Karib Bankası Müdür Muavini Costas Vasilyondis tarafından 1914’de kuruldu. Sarı-Siyah formalı bu kulüp kuruluş yıllarında futbol ve jimnastikle meşgul olmuş fakat hüküm süren Birinci Dünya Savaşı bu faaliyeti tahdit etmiştir. Pera’nın bazı kıymetli elemanları ve bu arada santrfor meşhur Negroponti bu sıralarda Fenerbahçe takımında oynamışlardır.

    Savaşın hitamı üzerine Peralılar, 1919’dan itibaren, tekrar renkleri altında toplanmışlar ve faaliyetlerini de arttırmışlardır.

    İstanbul’un işgal altında bulunması ve yaşanmakta olan siyasi durum ve hâdiselerin de tesirleriyle kısa zamanda büyük inkişaflar kaydeden (Pera) kesif, kuvvetli ve zengin bir kitle tarafından himaye gören ve üzerine titrenen bir müessese haline geldi. Spor şubeleri daima artıyor ve lokali de o zamanlar geniş bir meydan olan Taksimdeki Talimhaneye naklolunuyordu.

    Peralılar Talimhane meydanına kale direkleri dikip ve çizgiler çizip burasını futbol sahası haline getirdiler ve tam karşısına isabet eden Topçu Kışlası avlusunda bilahare vücuda getirilen Taksim Stadyumu henüz tesis olunmadan bu Talimhane meydanında mütemadi bir futbol faaliyeti yarattılar. İşte; bu faaliyetler arasında Pera futbolu büyük ilerlemeler kaydetti ve çok kıymetli elemanlara sahip oldu.

    Pera Club 1920/21 senesi Pazar liginde İttihat Spor, Beşiktaş, Dork, Stella, Aris ve Enosis kulüpleri arasında yer aldı. İttihat Sporun Bekirli, Refik Osmanlı, Balıkçı Tevfikli, Fitil Nurili, Baron Feyzili ve Arap Hüseyinli meşhur kadrosu ile şampiyon çıktığı bu Pazar liginde kuvvetli bir takım meydana getiren Peralılar müteakip 1921/22 senesi Pazar liginde çok daha kuvvetli görünmeğe başladılar.

    Filhakika, Nikas, Misivis, Yanaki, Jilber, Sava, Terezis, Omiros, Vitalis, Negropondi, Manoelidis ve Miçaki’den müteşekkil Pera takımı rakiplerine nefes aldırmaz bir kuvvet olarak büyük şöhretler sağlamakta idi. Her hafta daha da yükselen bu şöhret arasında Pera taraftarları, futbolcularını birer mâbut gibi görmeğe başlamışlar, birçok maçlarda da hâdiseler zuhur etmiştir. Pera’nın fazla mutaassıp bir kısım taraftarlarının taşkınlıkları sebebiyle yaşanan bu hâdiselere zaman zaman futbolcuların da karıştıkları görülmüştür.

    Bu hâdiselerden biri Kadıköy’de vuku bulmuştu. Bir Fenerbahçe – Pera maçının sonuna doğru ve Fenerbahçe 3-1 galipken, Pera santrforu eski Fenerbahçeli Koço Negropondi ile santrhaf Tibbiyeli İsmet (Uluğ) çarpışmışlar ve Negropondi baygınlık geçirmişti. Bilâhare, uzun seneler Yunan Milli Takımı antrenörlüğünü yapan Negropondi’nin bu haline üzülen Pera santrhafı boksör Sava, İsmet’e sokulup bir yumruk sallamış, yine meşhur bir boksör olan İsmet de sol bir kroşe ile mukabele edip rakibini yere sermişti.

    Zamanın iki meşhur boksör ve aynı derecede şöhretli santrhafları arasında futbol sahasında cereyan eden bu boks hâdisesinin o işgal seneleri için bambaşka manalar taşıyacağı aşikârdır. Nitekim seyirciler arasında ekseriyeti teşkil eden Pera taraftarlarından bir kısmı hemen Fenerbahçeli futbolculara saldırdılarsa da merhum Recep Pehlivan ile meçlerini çeken Askeri Tıbbiye talebeleri belki de futbol tarihimiz için pek acı hâtıra kalabilecek bir hâdiseyi önlemişlerdi. Bu ve daha sonraları Talimhane meydanında yine bir kısım taraftarlarca diğer kulüplere karşı tekerrür eden taşkınlıklar Anadolu’daki milli zaferin kazanılması üzerine Pera takımını ürküttü ve o meşhur kadro (Fransa’ya Turne) ismi altında 1922 Aralığında İstanbul’u terk etti.

    Yol üzerinde Atina muhtelitini 3-0 ve 8-0, Marsilya muhtelitini 3-0 yenen Pera, Fransa’da zaferden zafere koşarken dostane mektuplarla Fenerbahçe’yi de Fransa’ya davet ediyor ve Fransa’nın en kuvvetli takımlarına karşı yapacağı maçlarda daima muzaffer olacağına dair Sarı – Lâcivertli kulübe teminat veriyordu.

    Pera’nın Fransa’daki maçlarda (İstanbul şampiyonu) titrini kullanmağa başlaması yeni kurulmakta olan (Türkiye idman Cemiyetleri İttifakı)nı F.I.F.A. nezdinde protestoya sevk etti ve Fransız Futbol Federasyonu’nun aldığı boykot kararı üzerine Pera takımı 1923’te Fransa’da dağıldı.

    İşte, yukarıdaki resim Pera’nın Fransa turnesi esnasında alınmıştır. İstanbul’un Peralı meşhur Rum gençlerini 1922 senesi Aralık ayında 3-0 galibiyetleriyle neticelenen Marsilya muhteliti maçına çıkmak üzere iken gösteren bu tarihi fotoğraf eski Peralıları coşturmağa değer bir hâtıradır.

    Geri kalan elemanlarının kifayetsizliği sebebiyle İstanbul’daki faaliyeti duraklayan Pera 1923 senesinde David Yafa, Muzakis ve Kanakis gibi müteşebbislerin gayretleriyle yeniden teşkilâtlanmış ve bu sefer Sakızağacı semtinde (Beyoğluspor Kulübü) adı altında tekrar faaliyete atılmıştır.

    Futbol ve jimnastiğe ilâveten boks, güreş, tenis, atletizm ve sportif oyunlarda da gayret gösteren Beyoğluspor bu branşlarda o zamandan bu yana büyük muvaffakiyetler gösterdi ve muhtelif sahalarda birçok İstanbul ve Türkiye şampiyonlukları kazandı.

    Futbolda 1940 senesinde birinci kümeye yükselen Beyoğluspor 1952’den itibaren profesyonel kümede de yer almış bulunmaktadır. Hâlen Parmakkapıda muntazam bir lokal ve salona sahip olan Beyoğluspor kulübü bir çok kulüplerimize örnek olacak bir teşkilât ve intizam içinde çalışan cidden olgun bir müessesedir.

    (Gelecek resim ve yazı: Futbol tarihimizin ilk şampiyonu genç takımıdır: 42 yıl önceki meşhur Fenerbahçe üçüncü takımı…)

    12 Şubat 1955 – Rüştü Dağlaroğlu – Akşam Gazetesi

  • Canlı Yapraklar – XXXVIII

    Canlı Yapraklar – XXXVIII

    Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olan yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – XXXVIII” : 1914 yılından geliyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spor Tarihimizden Canlı Yapraklar – XXXVIII

    Fenerbahçe Rusya’da

    1913/14 senesi liglerinde yaptığı 10 maçın 8’inde galip gelen ve yalnız ikinci devrenin Galatasaray ve Ramblez maçlarında 0-0 ve 3-3 berabere kalan Fenerbahçe on sekiz puvan almış ve kalesine yapılan 6 gole 36 golle mukabele edip, yine yenilmeden, ikinci defa İstanbul şampiyonluğunu kazanmıştı. Progres ve İngiliz Ramblez kulüpleri (12)şer, Galatasaray 10, Stroglez 6 ve İngiliz Telefoncuları da 0 puvan almıştılar.      

    İstanbul şampiyonu Fenerbahçe parlak muvaffakiyetini Nisan ve Mayıs aylarında muhtelif cemiyetler ve bilhassa (Osmanlı İttihad ve Terakki Fırkası) tarafından tertiplenen cidden heyecanlı kupa maçları galibiyetleriyle taçlandırırken Çarlık Rusyasından bir davet aldı.       Ruslar, Cablo Stren kumpanyası direktörü delâletiyle vaki müracaatlarında Fenerbahçe takımını, bütün masrafları üzerlerine alarak, üç maç için memleketlerine çağırıyor; Türk takımının fevkalâde bir hüsnü kabule mazhar olacağından şüphe edilmemesini de rica ediyorlardı.      

    Fenerbahçe kulübü bu daveti kabul etti ve 26 Mayıs 1914 pazartesi günü yola çıktı. Galata rıhtımından (Koca Petro) adlı Rus vapuruyla ilk defa olarak yurtdışına çıkmakta olan Fenerbahçe’ye yapılan teşyi merasimi İstanbul şampiyonunun şanına yaraşır bir tantana ve fevkaladelik arz etmiştir.      

    Kulüp reisi Doktor Hamit Hüsnü’nün başkanlığındaki 19 kişilik kafilede 4 idareci ve 14 futbolcu vardı. İdareciler Zeki Mazlum, Yahya Berki, Şâkir Beşe ve Selâhaddin Manço. Futbolcular da Arslanyan, Galip, Arif, Hasan, Dalaklı Hüseyin, Boris kardeşler, Süreyya Sabri, Miço, Otomobil Nuri, Nüzhet, Sait Selâhaddin ve Topuz Hikmet’ti.      

    Şampiyon takımın kaptanı ve santrforu Hasan Kâmil (Sporel) ile sağ muavin Kemal (Aşki) pek az önce Mişigan üniversitesinde tahsil için Amerika’ya hareket ettiklerinden bu seyahate katılamamışlardır.      

    Odesa’ya varan Fenerbahçeliler, haklarında yapılan neşriyat, reklâmlar ve sokaklarda gözlere çarpan büyük afişler dolayısile, muazzam bir kalabalık ve Çarlık spor teşkilâtı erkânı tarafından hararetle karşılanmışlar ve pek muhteşem bir bina olan Balşayı Moskovskaya yâni «Moskova Sarayı»na misafir edilmişlerdir. Odesa Cemaat-i İslamiye reisi Gani Efendi ile bir İtalyan ve bir Rus kendilerine mihmandar olarak vazifelendirilmiş bulunuyorlardı.      

    Fenerbahçe Odesa’da 3 maç yaptı. Evvelâ şehrin ikincisi Şaka kulübü ile 1-1 berabere kaldı. Sonra, şampiyon Sporting’i 1-0 yendi ve nihayet, son maçta, Odesa muhtelitine 3-0 yenildi. Son maçın mağlubiyetle neticelenmesinde müdafaanın en kıymetli unsurları Arif ile Sabri’nin mühendis mektebindeki imtihanları dolayısile bir gün önce İstanbul’a hareket etmeleri başlıca amildir.       Bu sıralarda Fenerbahçe kafilesine mektup ve telgraflar yağıyor, Rusya’nın her tarafından davet ediliyorlardı. Bunlardan Nicolayef şehri adına gelen bir heyetin ısrarları reddolunamadı, takım angajmanını bitirmiş ve Arif ile Sabri’nin İstanbul’a dönmeleriyle 12 kişi kalmış olmasına rağmen iki maç için Nicolayef’e gidildi.      

    Birinci maçta (Nicolayef Club)a karşı, sakatlık dolayısile, 10 kişi ile oynamakta bulunan Fenerbahçe, Sait Selâhaddin’in bir şutunun son dakikada direkten dönmesi akabinde yediği talihsiz bir golle yenilmiş, ikinci maçta ise fevkalâde bir oyundan sonra Nicolayef muhtelitini 3-0 mağlup etmeğe muvaffak olmuştur.      

    Nicolayef’te iken Kiyef’ten vaki ısrarlı davet de kabul edilmek üzere idi ki Odesa konsolosu Şâkir Paşazade Tahir Bey’in ikazı üzerine bundan vazgeçildi. Zira siyasi ahval çok kötüleşmiş, Birinci Cihan Harbinin kokuları duyulmağa başlanmıştı. Nitekim takım Karadeniz boğazının kapanmasından 3 gün önce İstanbul’a döndü.      

    Fenerbahçeliler Rusya’da fevkalâde hüsnü kabul gördüler. Şereflerine hemen her akşam muhteşem ziyafetler verildi. İçlerinde bir kaç İngiliz’in de bulunduğu Odesa şampiyonuna karşı kazandıkları galibiyetten sonra arabalarına kadar Rus halkının elleri üstünde tasındılar. Kendilerine birçok kıymetli hediyeler verdiler. Bu arada avcı olduğunu öğrendikleri Sait Selâhaddin’e de cins bir av köpeği hediye ettiler. Hulâsa, bu seyahat Fenerbahçe için her bakımdan muvaffakiyetli ve yapılan propaganda dolayısile memleket için de hayırlı oldu.      

    İşte yukarıdaki resim Fenerbahçe’nin 41 yıl önceki 5 maçlık Rusya seyahatinin çok kıymettar bir hâtırasıdır. 19 kişilik kafileden, merhum Dalaklı Hüseyin hariç, 18’ini maçlardan önce Odesa stadını ziyaretleri esnasında ve bir arada gösteriyor.       Bu tarihi ve kıymettar hâtıranın gözlerimizin önünde canlandırdığı simalardan ekserisi bugün artık aramızdan ebediyete göçmüş bulunmaktadırlar! 41 sene önce Rus topraklarında muzaffer olup Türkün ve Fenerbahçe’nin şanını yükselten bu kıymettar grup içinde ilk futbol neslimizin en büyük aslarını bulacaksınız. Bunlar içinde kimler yok ki!      

    Resimde olmayan merhum Dalaklı Hüseyin’den başka rahmetli Hasan ve Galipler, merhum Sabri, Nuri ve Süreyyalar. Şehit Arifler. Rahmetli Hamit Hüsnü’ler ve Selâhaddin Mançolar… İşte… Hepsi o heybetli tavırlarıyla karsınızdadırlar. Sanki ölmemişlerdir. Ve sanki “Türk futbolu ve Fenerbahçe yaşadıkça biz de yaşıyoruz!” demekteler…      

    Fenerbahçeyi bugünkü Fenerbahçe yapan ve kılanlardan Türk sporunun bu büyük kıymetlerini tanımayanlara huşu ile sunalım: Sağdan itibaren ayaktakiler: Yahya Berki, Santrfor Nüzhet (Baba) ki halen Nevyork basın ataşesidir. Yedek müdafilerden Jan Boris, santrhaf merhum Sabri, ilk futbol oynayan Türklerden meşhur Hasan merhum. Şakir Beşe, sağ acık müteveffa Miço, merhum Selahaddin (Manço) ve nihayet Türk futbolunda plonjon mucidi namdar kaleci Karnik Arslanyan.      

    Oturanlar, yine sağdan: Müdafi Galip merhum, sol açık Hikmet (Topuz). Soliç Sait Selâhaddin (Cihanoğlu), sağiç rahmetli Otomobil Nuri, kafile ve kulüp başkanı Dr. Hamit Hüsnü (Kayacan) merhum, müdafi şehit Arif, Zeki Mazlum, muavin K. Boris ve nihayet muavin Süreyya merhum.      

    (Gelecek resim ve yazı: Fenerbahçe’nin yine Rusya seyahatine ait hâtıralardır. Takım Nicolayef’te maça çıkarken ve Ruslar ile gazetelerinin Fenerbahçe futbolu ve Türkler hakkında)  

    Rüştü Dağlaroğlu – 9 Aralık 1954 – Akşam Gazetesi

  • Canlı Yapraklar – XXXI

    Canlı Yapraklar – XXXI

    Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olan yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – XXXI” : 1912 yılından geliyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spor Tarihimizden Canlı Yapraklar – XXXI

    Türkiye’de İzmir’de İngilizler tarafından ilk defa 1894 te oynanmağa başlanan futbol, İstanbul’da da ilk defa 1897’de yine İngilizler tarafından oynandı. İstibdat rejimi TürkJeri cemiyet kurmaktan menettiğinden ilk spor kulüplerini memleketimizde İngiliz ve Rumlar kurdular ve ilk defa olarak bu kulüpler tarafından 1904/5 senesinde 4 takım arasında bir lig teşkil olundu. Bu takımlar İngiliz elçilik gemisi İmojen, İngiliz Moda, Rum Elpis ve İngilizlerle Rumların müşterek kurdukları Kadıköy’dür.

    İşte; tam 50 senedir devam eden İstanbul lig maçlarının temeli böyle atıldı. Bu ligin kurucuları avukat Henri Pears ve James La Fontaine, maçları iddialandırmak ve alâka toplamak için İngiltere’den muhteşem bir gümüş şild getirttiler. Bu şild, her sene lig birincisine bir sene için verilecek ve 10 sene sonunda en çok İstanbul şampiyonluğunu kazanan kulüp ebedi sahibi olacaktı.

    Seneler ilerledikçe lige Galatasaray, Rum Stroglez, Fenerbahçe, İngiliz Ramblez, tatlı su frenklerinin kurdukları Progres ve İngiliz telefoncuları da dâhil oldular. Ligin harareti gittikçe artıyor, iddia büyüyordu.

    Bir kaç fedakâr Türk gencinin büyük müşkülâtla kurabildikleri Fenerbahçe 1909/10 ve 1910/11 senelerinde üst üste iki defa beşinci oldu. 1911/12 senesinde ise Ramblez, Stroglez, Progres ve Kadıköy kulüpleri karşısında yegâne Türk kulübü olarak müsabakalara katıldı. İstanbul liglerinde ilk iki sene ancak beşinci olan Fenerbahçe’yi bu üçüncü katılışında da aynı akıbetin beklediği umumi kanaat halinde iken netice tamamiyle aksi çıktı ve Fenerbahçeliler 5 galibiyet, beraberlik ve 7’ye karşı 16 gol ve 21 puvanla senenin İstanbul şampiyonu olmağa muvaffak oldular. İkinciliği de 20 puvanla İngiliz Ramblez takımı kazandı.

    Genç Fenerbahçe takımının daha tecrübeli ve kurt rakipler önünde hiç yenilmeden İstanbul şampiyonu olması umumi efkârda takdirle karşılanmış ve bugünkü, hiç bir kulübümüze nasip olmamış, o cidden büyük sevginin ilk tohumları o senenin bu tarihi ve muzafferane maçlarında atılmıştır.

    Fenerbahçe takımı, o sıralarda, bugün için akla sığmaz büyük mahrumiyetler içinde kıvranıyordu. Barındığı ver, futbolcularından mühendis Mektebi talebesi Kemal Aşkın’ın Kuşdilindeki evinin bahçesinde bir odadan mürekkep ufacık bir kulübe idi. Bu lokalin mobilyası da yine âzaların, evlerinden taşıdıkları bir masa 6 sandalyeden ibaretti. 44 sene önce bu halde olan bugünün muazzam Fenerbahçesi, mensuplarının isabetli görüşleriyle, bu tarihi ve kıymettar şampiyonluklarının bir fotoğrafhanede tespitini düşündüler ve o devrin meşhur (Foto Resne)sine gittiler.

    İşte aşağıdaki tarihi fotoğraf Fenerbahçe’nin ilk İstanbul şampiyonluğunun, evvelce Babıali’de kâin olan Resne fotoğrafhanesinde çekilmiş pek kıymetli hâtırasıdır ve hiç bir yerde neşrolunmamıştır. 44 sene evvelki İstanbul şampiyonlarından acaba kaçını tanıyacaksınız? Hepsini tanıyabilecekler bugün parmakla gösterilecek kadar az ise de, biz sizlere, toprağa mevdu olan büyük ekseriyetini rahmetle anmanız şartıyla ve tazimle takdim edelim:

    Fesli gençlerden sağdaki Hulki, soldaki de Yahya Berki’dir. Her ikisi de Fenerbahçe’nin adları daima hürmetle yâda lâyık fedakâr mensuplarıdır.

    Hulki Bey, Trakyalı bir çiftçinin çocuğu ve Fenerbahçe’nin âşığı bir gençti.

    Yahya Berki ise, 1910 senesi yazında kulübün bütün mensupları istifa etmişken son olarak Galip merhumun uzattığı istifanameyi alırken: “Ya ben istifamı artık kime vereyim?” diyen ve Galip merhumdan “Sen de Allaha ver!” cevabını alan zattır. Yâni bir ara, henüz Kemal Aşkın’ın kulübesine de yerleşmeden önce, yersiz Fenerbahçe’nin tek mensubu olarak kalmış; sebat etmiş ve Fenerbahçe’yi yeniden kurmuştur.

    Ayaktaki 3 gençten sağ baştaki Emir zade Arif’tir. O sene kulübün reisi, takım ve devrinin de o meşhur müdafii idi. Birinci Cihan Harbi sonunda şehit olmuştur.

    Ortadaki beyaz fanilalı kulübün o zaman ikinci reisi ve kalecisi Zeki Mazlum, soldaki de müdafi Elkâtip zade Abbas merhumdur.

    Sandalyede oturan üç genç, şampiyon kadronun muavin hattıdır. Sarı-Lâcivert renkleri bin bir yokluk içinde fedakârane koruyan ve şampiyon da çıkaran bu leventler sağdan itibaren İzzi, Sabri ve Hüseyin’dir. Bugün, maalesef, her üçü de rahmeti rahmana müntakildirler!

    Oturanlar hücum hattıdır. Sağ başta umumi kaptan Hasan Kâmil Sporel (hâlen Sokoni Vakum Türkive Umum Müdürü), onun sağında Sait Selâhaddin Cihanoğlu (Beden Terbiyesi İstanbul Bölge Müdürü), ortada merhum Galip, onun sağında rahmetli otomobil Nuri ve nihayet mühendis Kemal Aşki’dir.

    Galip merhumun önünde İngiliz kulüplerince İngiltere’den getirtilen 10 senelik meşhur gümüş şild görülüyor. Fenerbahçe bu şildi 1915 senesine kadar hiçbir kulübe kaptırmadı ve böylece, onun ebedi sahibi olmak şerefini de kazandı. Bu şild, gerçi, 1932 yangınında kulüp binası ile beraber yanmıştır. Fakat büyük hâtıraları ve ebedi şerefi bakidir.

    (Gelecek resim ve yazı: Türk Milli Takımının 31 sene önceki ilk Polonya seyahati)

    Rüştü Dağlaroğlu – 23 Ekim 1954 – Akşam Gazetesi  

  • Yanan Müze

    Yanan Müze

    1931 hırsızlığı ve 1932 yangını yüzünden Fenerbahçe Müzesi’nden “kaybedilen” eserler, müzayede sitelerinde ortaya çıkıyor. Kulüp yöneticileri ve yetkililer bu hazinelerin Fenerbahçe Müzesi’ne dönmesi için büyük gayret gösterirken biz de yangın felaketini bir de bu açıdan hatırlamak için Rüştü Dağlaroğlu’nun 1957 tarihli kitabından “Yanan Müze” bölümünü sitemize taşımak istedik…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yanan Müze

    Türk sporunun şan ve şeref timsali Fenerbahçe’nin bu mümtaz durumu ile mütenasip zengin mükâfatlara sahip olacağı tabiidir. 5 Haziran 1910 da Strugglers’ı 3-1 yenerek kazanılan gümüş işlemeli ilk kupa ile başlayan mükâfat serisi kısa zamanda artmağa başlamıştır. 1913 de Altıyol ağzındaki lokalde sayısı 10’a yaklaşan kupa ve heykeller için küçük bir vitrin alındı ve Fenerbahçe’nin zafer müzesinin temeli böylece atıldı.

    1914’de Kuşdili’ndeki lokalin 2 inci katında bir odayı müze ayırmak ihtiyacı duyulmuş ve burası Birinci Cihan Harbinden sonra zengin bir hüviyet iktisabına başlamıştır. Kazanılan mükâfatları koymak için yeni vitrinler yaptırılmak zaruretiyle karşılaşılıyor ve 1926’dan itibaren artık burası da ihtiyaca yetmez olduğundan, büyük vazolarla şiltler diğer odalara ve alt salona serpilmeğe başlanıyordu.

    Sait Selâhattin Cihanoğlu’nun, 1926’da Afrika’da avlayıp Londra’da tahnit ettirdikten sonra, kulübe hediye ettiği 22 adet vahşi hayvan başı, her tarafa asılmış ve kulübe ayrıca bir hususiyet ve eşsizlik vermiştir.

    1932 ilkbaharında Fenerbahçe’nin kupa, şilt ve heykel mevcudu, tahminen, 120’yi aşmıştı. İçtimai, siyasi, askeri, sportif birçok cemiyetlerden, Osmanlı İmparatorluğu Sultan, Şehzade ve hatta Padişahlarına; müteaddit yabancı ve düşman teşekküllerden, İşgal Orduları Başkumandanlığına kadar; türlü yüksek makam, teşekkül ve şahsiyetlerce sunulmuş ve zorlu mücadeleler sonunda kazanılmış, manen olduğu kadar maddeten de değerleri yüksek ve kâmilen Avrupa mamulü bu çok zarif sanat eserlerinin göz kamaştırıcı mana ve manzaraları, her gören ve ziyaret eden üzerinde, derin ve sihirkâr bir tesir bırakırdı. Hele İşgal ve Mütareke Devrinin o paha biçilmez zafer nişaneleri her Türk için göğüs kabartıcı, her Fenerbahçeli için sonsuz iftihar vesileleri idiler.

    Yanan bu mükâfatların, maalesef bir kaydı mevcut değildir. Yangın sabahı kurucu aza Hüseyin (Serter), yeni antrenör Sveng ve diğer birkaç Fenerbahçeli tarafından dereden kovalarla su taşımak suretiyle, kızgın ateş içinden çıkarılan ve top ağaçların altına yığılan kısmen ezik ve erimiş, kısmen kırık ve kısmen de az hasar görmesi sevinçlerle karşılanmış bu hatıraların muhafaza edilmemeleri; hiç olmazsa tamamen yanıp eriyenlerle beraber, bunların hemen tespit ve kayıt olunmamaları büyük bir hatadır. Zira, bu telâfisi imkânsız hatıraların kâmilen unutulacağı, zamanın bunların üzerine bir silgi çekeceği aşikâr olduğuna göre; Fenerbahçe’nin 25 yılık bir devrinin canlı ve kıymettar vesikalarını toplu olarak tespit etmemek pek büyük bir günah olmuştur.

    Aşağıda arz olunan ve okurken bir taraftan heyecan, diğer taraftan da ıstıraptan gözler yaşartacak muazzam liste, yanan o zafer hazinesinin tamamına yakın miktarını gösterir. Bunu tespit edebilmenin ne kadar yorucu ve zor olduğunu takdir etmek güç olmasa gerektir. Yangından sonra senelerce süren gayret neticesi, tarafımızdan tespit olunan liste, eğer, taşıdığı muazzam hüviyetle bugün külü dahi kalmamış aslı hakkında bir fikir ve ölçü verebilirse, bu, uzun mesai yıllarının tahripkâr yorgunluğunu gideren namütenahi bir haz olacaktır.

    Dr. Rüştü Dağlaroğlu

  • Canlı Yapraklar – VI

    Canlı Yapraklar – VI

    Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olarak yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – VI” : 1914 yılından geliyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spor Tarihimizden Canlı Yapraklar – VI

    İstibdat devrinde biri bir irfan ocağının çatısı, diğeri de bir avuç cesur ve fedakâr gencin göğüsleri siper alınarak kurulmuş memleketin en eski iki spor yuvasının şu heybetli mensuplarına bakin!

    Türk sporunun muhtelif branşlarında yarım asırdan beri önderlik etmiş ve etmekte devam eden Fenerbahçe ve Galatasaray’ın ilk nesilleriyle karşı karşıyasınız… Yuvalarının bu önderlik vasıflarını, onun ölçüsüz fahrü şerefini ifade eden asil, vakur tavırlarına bakınız… Bakınız, yalnız sevgi ile değil, fakat hürmet ve tazimle de bakınız.

    Çünkü yalnız futbolumuzun kıymetli alemdarlarıyla karşı karşıya değilsiniz… Aynı zamanda, bugün çoğu ebe diyete göçmüş, bir vatanseverler, bir kahramanlar grubu ile de karşı karşıyasınız…

    Bu grup; vatan için, milletin namusu ve istiklâli uğrunda kanlarını çok genç yaşta akıtmış, hatta mübarek naaşları bugün hudutlarımız dışında kalmış bir şehitler zümresini de sinesinde taşıyor! Irak çöllerinin, Çanakkale’nin, Niğde dağlarının bu aziz şehitlerini şu resimde huşu ile seyrederken şüphesiz ki, sonsuz şükran duygularına gömülmüş bulunmak mecburiyetindeyizdir!

    Onların ruhu azizlerine Fatihalar yollayalım…

    Böyle emsalsiz hususiyetler taşıyan yukarıda gördüğünüz resim 41 sene evvel bir Fenerbahçe-Galatasaray lig maçına başlanmadan birkaç dakika önce çekilmiş bulunuyor. Hatta 11inci Galatasaraylı o anda hazırlanmamış ve resme de yetişememiştir.

    Gün 1913 ün 22 Aralığı. Bu tarih her Fenerbahçeli için olduğu kadar, her Galatasaraylı için de unutulmaz hâtıralar saklar… Neden mi?

    Şunlardan: Fenerbahçe, Galatasaray ağlarına ilk golünü o gün yollamış, ezeli rakibine ilk galibiyeti de o gün kazanmıştı. Ve dolayısile, Galatasaray kulübü de 2 yıllık kıdemin verdiği tabii üstünlüğe o günden itibaren artık vedaa mecbur kalmış, Fenerbahçe’den ilk mağlûbiyet acısını o gün tatmıştır…

    1913/14 senesi İstanbul şampiyonluğu büyük bir hararet içinde devam ediyordu.

    O yıla takaddüm eden ve Balkan muharebesi dolayısile atıl geçen 1912/13 sezonundan evvelki son şampiyonaya, yâni 1911/12 müsabakalarına Galatasaray takımı, tertip heyetinin boykot kararı yüzünden girememişti. Ligdeki 2 Türk kulübünden birinin bu suretle ekarte edilmesi 4 ecnebi ve gayrimüslim kulübe karşı genç Fenerbahçe’yi tek başına bırakmıştı… İşte, Fenerbahçe, Galatasaray’ın, milli duygularla, oyuncu vermek teklifini bile kabul etmeden Ramblers, Stroglez, Kadıköy ve Progrès kulüpleriyle yaptığı iki devreli ligde, bütün tahminler hilâfına, hiç yenilmeden ilk İstanbul şampiyonluğunu kazandıktan sonra

    1913/14 şampiyonasına 2 yıldır elinde tuttuğu namağlup unvanıyla ve daha kuvvetli bir kadro ile katılıyor ve rakipleri Progrès, Stroglez ve Telefoncuları 3-1, G-0 ve 8-0 yendikten sonra 22 Aralık 1913te ezeli rakibi ile karşı karşıya geliyordu.

    Galatasaray’ın: Ahmet Robenson, Hasnun Galip, Ahmet Cevat, Usturumcalı Hüseyin, Celâl, Sabit … Hafız Hayri, Emil Oberle, Jozef Oberle, Nâsır ve Muzaffer’den mürekkep takımına karşı:

    Mateosyan, Galip, Arif, Sabri, Vilhelm, Süreyya, Miço, Nuri, Hasan Kâmil, Sait Salâhaddin ve Hikmet tertibinde çıkan Fenerliler 17nci dakikada Hasan Kâmil’in verdiği bir şutla ilk gollerini yapmışlardır… Bir Galatasaray akınını durduran sağ haf Sabri topu uzun bir vuruşla solaçık Topuz Hikmet’e göndermiş ve onun da Hasan Kâmil’e verdiği isabetli bir pasla bu tarihi ve şahane gol yapılmıştı. Bu gol tarihte Galatasaray kalesine giren ilk Fenerbahçe golüdür.

    32nci dakikada Jozef Oberle’nin beraberlik sayısından sonra ilk devre 1-1 berabere bitmiştir. 57nci dakikada yine Hasan Kâmil kuvvetli bir vuruşla ikinci, 5 dakika sonra Sait Salâhaddin 3üncü golü yaptıktan sonra yine Jozef Oberle Galatasaray’ın ikinci golünü kaydetmişse de Miço’nun 76ncı dakikadaki dördüncü golü ile dâva hallolunmuş ve Fenerbahçe ezeli rakibini 4-2 netice ile ilk defa mağlup etmişti.

    Şimdi sizlere o günün galip ve mağlûplarını sağdan itibaren tanıtalım:

    Mateosyan (Fenerbahçe), Merhum Hüseyin (Galatasaray), Hikmet (Fenerbahçe), Sait Salâhaddin (Fenerbahçe), şehit Celâl (Galatasaray), merhum Süreyya (Fenerbahçe), merhum Nâsır (Galatasaray), merhum Sabri (Fenerbahçe), şehit Hasnun Galip (Galatasaray), merhum Galip (Fenerbahçe), Hasan Kâmil (Fenerbahçe), merhum Hafız Hayri (Galatasaray), Ahmet Cevat (Galatasaray), müteveffa Miço (Fenerbahçe), merhum Nuri (Fenerbahçe), merhum Ahmet Robenson (Galatasaray), Muzaffer (Galatasaray). Oturanlar: Emil Oberle (Galatasaray), müteveffa Vilhelm (Fenerbahçe), Jozef Oberle (Galatasaray) ve şehit Arif (Fenerbahçe).

    (Gelecek resim ve yazı Fenerbahçe tarihinin en mutlu bir devrine ait bir günün hâtırasıdır: İşgal ve Mütareke senelerinin zafer silsilesinden bir Fenerbahçe – İngiliz maçına başlanmadan önce galip ve mağlûplar.)

    Rüştü Dağlaroğlu – 1 Mayıs 1954 – Akşam Gazetesi

  • Burhan Felek’in Futbol Hatıraları

    Burhan Felek’in Futbol Hatıraları

    Merhum Burhan Felek, Milliyet gazetesinde “Yaşadığımız Günler” başlığı altında anılarını yazmıştı. Bunlardan biri olan “Burhan Felek’in Futbol Hatıraları” sadece kendi kulübü Anadolu için değil, Fenerbahçe için de önemli detayları haiz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spora Nasıl Başladım?

    Üsküdar’da İhsaniye mahallesi doğduğum, büyüdüğüm bir mahalledir. Havalar İhsaniye yamacının derece derece yükselişine göre yumuşaktan serte kadar giden bir gam gösterir. Biz Sultaniye sokağında hem poyraza hem lodosa bakan sırttayız.

    İhsaniye mahallesi bir bakıma Üsküdar’ın bir sınır mahallesi idi. Gerçi daha doğusunda Selimiye vardı ama burası da Üçüncü Selim’in planını Fransız mühendislere yaptırdığı ve daha ziyade Selimiye kışlasındaki zabitlerin ailelerini barındırmak için tasarladığı bir lojman mahallesi idi.

    Kuzey tarafı ise Karacaahmet mezarlığı denilen büyük servi ormanıyla çevrilmiş olduğu için, İhsaniye mahallesi, Üsküdar’ın diğer mahallelerinden farklı ve oldukça tecrit edilmiş durumda idi. Ondan dolayı bu mahalle halkının diğerlerine göre gece veya tatil günü hayatı daha mahdut imkanlarla zor doldurulabilirdi.

    Aslına bakarsanız mahallenin bir tek kahvesi vardı: Çiçekçi kahvesi. Bir tek bakkalı vardı: Çiçekçi bakkalı…

    Birbirine ve denize paralel üç uzun ve genişçe sokağı vardı. Yukarıdan denize doğru da üç yokuş inerdi. Bunların üst sokağının adı Sultaniye, ikinci sokağının adı Aziziye, alt sokağındakini hatırlamıyorum, galiba alt sokak idi.

    Birim evin hemen karşısından alt sokağa inen yokuştan Selimiye caddesine çıkan daracık ve ancak 100 metre kadar uzun bir sokak vardı. Burada Mısır çarşılı Sadık Bey, Müftü Şamlı Ahmet Efendi (kendisinden hukuk imtihanına hazırlanmak için Arapça ve vakit geçirmek için satranç öğrenmiştim), daha ileride pek güzel bir kızı ve torunları olan Mabeynci Mahir Bey otururdu. Bu küçük sokağın adı “Çiçekçi Sokağı” idi. Yani mahalle bakkalı ve mahalle kahvesi adlarını bu sokaktan almışlardı.

    Bunun sebebini bir türlü anlayamamışımdır. Evvela bu “Çiçekçi” lafı nereden geliyordu. Çünkü, gerek bakkal, gerekse kahve zamanının isim yapmış dükkanlarından idi. O devirde bazı dükkanlar bilinmeyen sebeplerle ün salmış ve halkça yeri dahi bilinmeden ismi şöhret bulmuş yerlerdi. “Çiçekli Bakkal” da (Sinekli Bakkal gibi) bunlardan biriydi. Çiçekçi Kahvesi de öyle! Bunların ne büyüğünün ne küçüğünün sattığı mal bakımından hiçbir fevkaladeliği yoktu.

    Bütün bu tafsilatı verişimin sebebi İhsaniye mahallesinde 14-15 yaşında bir çocuğun vakit geçirmek için gidebileceği bir yer olmadığını anlatmaktır. Onun için babam beni Çiçekçi kahvesine götürürdü.

    Çiçekçi kahvesi bizim eve pek yakın da değildi. En azından 100-150 metre yürümek lazımdı. Ama kahvenin hemen civarındaki evlerde oturan mahalleli erkekler boş zamanlarını hemen hemen kahvede geçirirlerdi. Bunlardan biri de sesi kısık Şadiye Hanım’ın oğlu Serasker kapusu ketebesinden Ziya Bey’di. Bu Ziya Bey kısa boylu, çabuk konuşur bir adamdı. Ziya Bey kahveye başında kalıplı bir fes, sırtında entari ve üstünde hafif bir cübbe veya ince abamsı bir şey ve ayağında potin kundura ile gelirdi. Merhum şair Talat Bey ve arkadaşları Ziya Bey’e (arkasından) “Apitintoni” adını takmışlardı.

    Bütün bunları size zamanın mahalle hayatını gözünüzün önünde mümkün olduğu kadar iyi canlandırabilmek için yazıyorum.

    Evet, Ziya Bey bir gün kahve halkına daha doğrusu bize bir haber verdi:

    “Aman efendim, Kuşdili çayırında İngilizler bir top oyunu oynuyorlar, görülecek şey! Bir Pazar gidip görelim…”

    Bu Ziya Bey’in babası kimdi, bilmem. Yalnız annesi mahallece sesi kısık Şadiye Hanım ismiyle anılan, oldukça tanınmış bir hanımdı. Karşılarında Abdi Bey’ler otururdu. Bu Abdi Bey’ler de Serasker Kapusu “Harbiye Nezareti” memurlarından idi. Kahvenin hemen ensesine düşen bir de çiçek bahçesi olan ve çiçekçilikle para kazanan Esvapçıbaşı zade Behçet Bey vardı. Mahallenin Selimiye kıyısında ise Kağıtçıbaşıların Hacı Raşit Bey ile damadı Selahattin Bey otururdu.

    Bir de “Birdirbir” dediğimiz beli bükük birinin üstünden atlamak oyunu vardı. Bunların az çok sportif kıymeti olduğu inkar edilemez. Bu arada birkaç kişinin üstünden atlamadan ibaret “uzun eşek” ismindeki oyun zorluğu bakımından her zaman oynanmazdı. Ne kalıyordu? Kaydırak. Muayyen bir hedefe yassı bir taşla vurmak…

    E… Bunlar 15 yaşından sonraki gençliği pek tatmin edecek şeyler değildi. Onun için o devirlerdeki gençlik oyunsuzluk yüzünden karakter ve meyline, ailesinin kendine karşı olan kaydlanma derecesine göre kahve peykelerine, tulumbacı koğuşlarına veya meyhane köşelerine düşer, yahut eve kapanıp abdallaşırdı. Çiçekçi kahvesinde konuşan sesi kısık Şadiye Hanım’ın oğlu Apitintoni Ziya Bey beni bu akıbetten kurtardı.

    Haberi aldığımızın ertesi Pazarı babamla beraber Kuşdili’ne gittik ki bir kıyamet! Yani o zamana göre birkaç bin kişi var…

    Kuşdili çayırı (adı üstünde) açık bir çayırdı. Ne duhuliye var, ne bilet. Yalnız halkın oyun sahasına girmemesi için futbol sahası ölçülerinden ikişer metre kadar geniş köşelere yuvaları evvelden hazırlanmış demir kazıklara gerilen çelik halat tel gerilmiştir.

    İlk oyun Moda kulübü ile Kadıköy kulübü arasında imiş. Modalılar içinde sonradan Fenerbahçe kulübünde şöhret bulan Bahriyeli Fuat Bey vardı. Fuat Bey galiba sol açık oynardı. Sahanın dört bir tarafını halk sarmıştı. Daha iyi seyretmek için açık fayton arabası tutup üstünde oyun seyredenler de vardı. Bu futbolu ilk görüşümdür. Tarihi 1906’ya düşer. O günden bugüne futbol ve onun bahanesiyle spora ömrümün 66 yılını verdim.

    1907’de Üsküdar’da bir kısım gençler, Nafia Nezareti ketebesinden Şucauddin Bey adından oldukça müstebit birinin başkanlığı altında hala üçüncü kümede oynayan Anadolu kulübünü kurduk. Kurucular arasında Kaptan Paşa camii imamı huzur hocalarından ve sonradan Sinop sürgünlerinden meşhur Hafız Nazif Efendi’nin oğulları Hafız Nasuhi, Hafiz Macit, onların akrabalarından Telgrafçı Atıf, Rıza Suneri Sadullah, Selahattin, daha hatırlayamadığım kimseler vardı

    Ne var ki biz yani Türkler uzun müddet Pazar günleri oynayan Kadıköy, Moda, Barham, Strugglers (İngiliz sefareti gemisi mürettebatı) takımlarının kurdukları Pazar Ligi’ne giremedik. Ama Galatasaray ve Fenerbahçe ile Progre (daha sonraki Altınordu) takımı girdi. Zaten biz Pazarları oyun oynayamazdık. Memleketin resmi tatili Cuma günü idi.

    Oyunlarımızı ekseri tek kale halinde İbrahim Ağa çayırında yapardık. Bir gece bizim evdeki toplantıyı polis bastı. Durumumuzu anlattık. Hemen cemiyetler kanununa göre kendimizi “nizami”leştirmemizi emrettiler. 1907’de kurulmuş olan “Anadolu” kulübü resmi tescil tarihi olan 1908’de kurulmuş göründü.

    Bir müddet sonra bizim gibi semtlerdeki bazı Türk takımlarını bir araya getirip Cuma Ligi’ni kurduk. Bu ligde ilk önce sekiz takım vardı. Bazılarını hatırlarım: Anadolu, Süleymaniye, İdman Yurdu, Şehremini, Türkgücü, Vefa gibi.

    1914 Harbi’nden sonra Cuma Ligi ve Pazar Ligi birleşti ve birinci, ikinci futbol ligleri kuruldu. Bunların hepsi amatördü. Bu ligde de Fenerbahçe ve Galatasaray hep başta gitti.

    Kabul etmek lazımdır ki Pazar Ligi bizden kuvvetli idi. Anadolu kulübü bir ara Fenerbahçe ile birleşti. Sait Selahattin falan o sıralarda takıma yeni giriyorlardı. Sonra tekrar ayrıldım.

    Ben takımda yer almak suretiyle futbola 17 yaşında başladım. Sol haf oynadım. 29 yaşımda 12 sene oyundan sonra kestim. İyi bir oyuncu olamadım ama Anadolu kulübünün kuruluşundan itibaren idarecilikte vazife aldım.

    1918 yıllarında kulübün reisi idim. Sonradan işlerimizle kulübün işlerini telif etmek mümkün olamadı. 1923’de Ali Sami, Yusuf Ziya merhumlarla Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nı kurduk. Bu Türkiye’nin ilk amatör ve esaslı spor kuruluşudur.

    1906 tarihlerinde Çiçekçi kahvesinde sesi kısık Şadiye Hanım’ın oğlu Ziya Bey’in teşvikiyle bende başlayan spor merakı bugün Türkiye Olimpiyat Komitesi Başkanlığını yüklenmeye ve ona gelinceye kadar ne tehlikeli ve pürüzlü işlere, mihnetlere katlanmaya yetti de arttı bile…

    Çünkü 66 yıllık spor hayatımızın süt limanlık geçmediğini söylemem lazım. Az kalsın unutuyordum. Gene bu merak saikasiyle 1908 tarihinde Üsküdar’da “Futbol” adında bir spor mecmuası çıkardıktı. Dört nüsha yayınlanabildi. Paramız bitti, kapadık. Bu Türkiye’de çıkan ilk spor mecmuasıdır.

    Burhan Felek

  • Üsküdar’a Gazel

    Üsküdar’a Gazel

    Twitter’da Fenerbahçe’nin 1900’lerin sonunda yaşadığı (ve Ayetullah Bey tarafından yok olmaktan kurtarıldığı) meşhur birleşme toplantısı hakkında sayın Mehmet Doğan ve sayın Ata Gülercan ile biraz hasbıhal edince Burhan Felek’in “Üsküdar’a Gazel” isimli yazı dizisi aklımıza geldi.

    Merhum Burhan Felek, her ne kadar Fenerbahçe’yi pek sevmese bile, kendisinin “gücü inkar edilemez” kaleminden faydalanmamak doğru olmaz. Bazı tarihsel yanlışları olduğunu gözden kaçırmadan… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Üsküdar’a Gazel

    Anadolu Kulübü, Üsküdar’da kurulmuş bir kulüptü. Ne yeri vardı, ne yurdu. Oyuncuları ve kurucuları Üsküdar’ın iskele civarı olan Rumî Mehmet Paşa Mahallesi’nden Kaptan Paşa ve îhsaniye Mahallesine kadar dağılmış olduğundan maça giderken — tabii yaya olarak— birbirimizi toplayarak giderdik. Takımın formda ve kunduralarım güçlükle tedarik ettik. Kulüp, dediğim gibi 1907’de kuruldu. Kulübe ait işleri görüşmek için bizim îhsaniye’deki evimizin selâmlık kısmında toplanırdık. Kulübün Üsküdar’da idman yapacak sahası yoktu. Onun için Haydarpaşa Çayırının alt kısmında o devirde “Ayrılık Çeşmesi” denilen ve sefere giden orduların İstanbul’dan ayrıldığı yer olarak tanınan yerdeki çayırda idman yapardık. Burada bir Rum kahveci vardı. Bize soğuk havalarda çay hazırlardı.

    Anadolu Kulübü’nün Üsküdar’da o devirde büyük bir taraftar zümresi yoktu. Daha doğrusu, Üsküdar halkı o devirde futbol ve sporla ilgilenecek seviyede olmadığı gibi, saltanat devri de böyle kulüp ve toplantı hareketlerine karşı olduğundan bizim bazılarımızın aileleri değilse de, babalan bu işe karşı idiler. Meselâ takımın en faal oyuncularından olan merhum Hafız Nasuhi ve Hafız Macit adındaki oyuncular, isimleri de gösteriyor, hafız-ı Kur’an idiler. Babaları meşhur Huzur Hocalarından pek muhterem bir zat olan merhum Kaptan Paşa Camii imamı Hafız Nazif Efendi idi. Hafız Nazif Efendi bizim Üsküdar idadisinden hocamızdı. Tabiî böyle futbol falan gibi şeylere karşı idi.

    Bütün bunlara rağmen Üsküdarlı bu 10-15 genç kırdık, sardık, takıma Hereke fabrikasında ince yünden 12 adet yeşil fanila ördürdük ve göğüslerine evlerimizde annelerimize alâmet-i farikaları diktirdik. O devirde yerli futbol ayakkabısı yapılmazdı. İngiltere’den gelen 12 futbol ayakkabısını Beyker adındaki İngiliz mağazasından satın aldık ve bunları koymak için de bir bavul tedarik ettik. Bütün bu takımları o bavula koyardık ve arkadaşlardan daha ziyade kuvvetli olanlar nöbetleşe bu takımları bizim evden alıp sırtlarında maçların yapıldığı Papazın Çayırı veya Kuşdili Çayırına kadar götürürdük. Bu yolculuk ortalama bir buçuk saat sürerdi.

    “Hürriyet” adını verdiğimiz II. Meşrutiyetten [1908] bir yıl önce kurulmuş olan Anadolu Kulübü 1908’de kendini göstermeye ve maçlar yaparak adını duyurmaya muvaffak olmuştu. Ama hâlâ bir yeri yurdu yoktu. Meşrutiyetten hemen sonra, bir gece bizim evde toplanmıştık. Gece yarısından sonra dağılan arkadaşları civarda tertibat almış polisler birer birer yakalayıp karakola götürmüşler. Ben ertesi gün öğrendim. Toplantının mahiyetini sormuşlar. Onlar da Anadolu futbol kulübünün azası olduklarını ve kulüp işlerini görüştüklerini söylemişler. Onun üzerine bana polisten haber gönderdiler ve o âna kadar haberdar olmadığımız Cemiyetler Kanunu’na göre kulübün tescil edilmesini tavsiye ettiler. Biz de 1908 senesinde Anadolu Kulübü nizamnamesini hükümete verdik ve kulübü Cemiyetler Kanunu’na göre tescil ettirdik. Bu sebeple kulübün hakikî kuruluş tarihi 1907 iken, bu tescil tarihinin resmî bir vesika olması sebebiyle 1908 senesi kurulmuş olması kabul edilmiştir.

    Anadolu Kulübü 1907’den 1914 tarihine kadar Türkiye’de bilhassa Kadıköy’de kurulmuş olan yabancı veya Galatasaray ve Fenerbahçe,sonradan adını“Altın- ordu” yapan Progre kulüpleri gibi Türk kulüplerinin oynadıkları ve futbolun asıl hareket sahası olan “Pazar Ligi”ne giremedik. Bütün bu kulüplerin büyük bir kısmı Moda ve Kadıköy, Ingilizlerin sefaret gemisi mürettebatının Bahran, Kadıköylü Rum ve Yunanlıların Helpus Stroglers gibi isimlerle kurdukları takımlar pazar günü oynarlardı. O devirde bütün bankalar ve İktisadî, ticarî teşekküller gayrimüslimlerin elinde olduğundan pazar günleri âdeta resmî tatil gibiydi. Biz ise maçlarımızı cuma günleri yapardık.

    1908 civarlarında Anadolu Kulübü bir ara Fenerbahçe ile birleşme kararı aldı idi. Bu işi ne suretle tanıdığımı hatırlamadığım Fenerbahçe ve Moda kulüpleri başkanlıklarında bulunmuş ve geçen sene bir göz ameliyatı için gittiği Ankara’da oranın basıncına dayanamayarak hayata gözlerini yummuş olan pek aziz dostum ve yaşıtım Tevfik Taşçı Bey’in delaleti ile yaptık. Ama yürümedi. Neden yürümedi? O devirde Üsküdarlı bir genç ile Kadıköylü gencin cemiyet ve toplumdaki vazife ve telakkileri birbirinden ayrı idi. Üsküdarlı genç, Türk mekteplerinde okurdu. Kadıköylü gençlerin büyük bir kısmı oralarda bulunan Fransız mekteplerinde okumuşlardı. Uzatmayalım, olmadı ve ayrıldık.

    Anadolu Kulübü bir mahalle takımından, hâlâ kullanılan deyimle federe bir kulüp oldu. Lâkin hâlâ resmî idare merkezi bizim ev olarak görünüyordu. Gerçekten de paramız olmadığı gibi, ailelerimiz arasında veya kulübü himaye edenler meyanında zengin kişiler de yoktu. Fakir bir kulüpçülüğün ne demek olduğunu siz bana sorun! Anadolu Kulübü II. Meşrutiyetten sonra tescilli bir kulüp olarak gelişirken, İstanbul’un başka semtlerinde de başka Türk kulüpleri teşekkül etti. Aklımda kaldığına göre bunların sayısı sekizdi. Adlarım yazmaya çalışacağım. Anadolu, Nişantaşı, Hilâl [İstanbul Göztepe’sinde], Şehremini, Karagümrük, Beşiktaş (?), Beykoz, Anadolu Hisarı… Bir tane fazla geldi. Hangisi hatırlamıyorum. Bu kulüpler o devirde “Cuma Ligi”ni kurdular ve muntazam bir fikstürle maç yapmaya başladılar. Maçlarımız cuma günleri yapıldığı için yabancıların pazar maçlarım yaptığı sahalardan muayyen şartlar altında biz de istifade etmeye başladık.

    Burhan Felek

  • 1912 Yılında İstanbul Futbolu

    1912 Yılında İstanbul Futbolu

    Türk futbolunun ilk yıllarına dair kitaplar raflarda gözükmeye devam ederken, dönem gazetelerini kaynak olarak kullanan “özenli” yayınların hâlâ çok az olduğunu görüyoruz. Yazdığı kitabı anlatırken “… bütün külliyatı taradım. Futbolla ilgili Osmanlı’da ne çıktıysa okudum” diyerek, yüksekten uçan yazarlar var. Ama aynı yazarların kitaplara koyduğu gazete kupürlerinde -“İstanbul Şampiyonu Fenerbahçe” tabirini metinden atmak gibi- keyfi temizlikler (!) yaptığı veya önceki kitaplarda yapılan hataları (başka araştırmacılardan intihal yaparak) sonradan ortadan kaldırdıkları göze çarpıyor. Yakın gelecekte bunlarla ilgili detaylı raporlar hazırlanacaktır ümidini sürdürürken, biz Fenerbahçe’nin ilk şampiyonluk kupasını kazandığı 1912 yılında İstanbul futbolu gazetelerde nasıl yer almış, ona bakalım istedik.

    Gerçi fazla bir detay yok… Dönemin Tanin gazetesinde, sadece Cuma ve Pazar liglerinin sıralaması verilmiş ama yazının diğer bölümleri de oldukça ilginç. Türkiye’de futbolun yaygınlaşmasına nasıl bakıldığını okurken sık sık tebessüm edeceksiniz.

    Unutmadan… İki önemli husus var…

    Birincisi, 1912’de İstanbul’da bir Cuma Ligi düzenleniyor olması. Malumunuz, bütün külliyatı tarayanlar (!) her nasılsa bunu gözden kaçırmışlar ve tarihi bambaşka bir şekilde yazmışlardı.

    İkincisi de Korintiya isimli bir kulübün varlığı… Aşağıdaki ilk kupürde bahsi geçen Korintiya ismine, o tarihten bir buçuk sene sonra, yine aynı gazetede, bu defa başka bir kupürde rastlanıyor ve Rumblers’ı oluşturan takımlardan biri olduğu yazılıyordu. Umuyoruz ki ileride karşımıza daha fazla detay çıkar.

    Gazetelerin tarihlerini bilerek yazmadık. Yine malum, bu tip bilgilerin “yürüme” ihtimali var. Ne de olsa arşivler halka açık; “yürüten yazarlar” arayıp bularak yeni kitaplarında düzeltme olarak yayınlayabilirler. Bulamazlarsa bizim kitabı beklesinler…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tanin Gazetesinden

    Bütün şarka çökmüş olan bir hastalık vardır : Bataet

    Garp, bütün alem-i medeniyet baş döndürücü bir sürat, şayan-ı hayret bir intizam mihengi ile koşar ve çalışırken bizim vücutlarımız, sanki kımıldadıkça incinecekmiş gibi, hareketten korkar, kaçar. Bunun sebebi nedir? Şüphesiz ki “spor” denilen eğlencelere ehemmiyet vermemektir. At koşuları, velospit müsabakaları, otomobil yarışları bir milli hareket ve faaliyete, gayrete, saiye sevk eden avamilin en mühimlerinden birini teşkil eder. Avrupa’da spora ve bu meyanda “futbol” ve patinaj gibi meraklı ve nafi eğlencelere gayet büyük ehemmiyetler verilir. Bunlar için kulüpler, cemiyetler teşkil edilir, gayet mühim müsabakalar tertip olunur, gazeteler bunları pek büyük bir dikkatle takip ederler. Milletler arasında müsabakalar yapılır. Sporda ve bilhassa futbolda en ileri gidenler İngilizler, en geride kalanlar da Fransızlardır. Salim bir vücutta, salim bir fikir kaidesinin bilhassa asrımızda kesb-i ehemmiyet ettiği için hiçbir millet spora lakayd kalamaz; Fransa da son seneler zarfında bütün gayretini bu tarafa tevcih etmişti. Son spor mevsimi Fransa’da birçok mühim müsabakalarla geçti. Fransızlar İngilizler arasında futbol müsabakaları tertip edildi. Fransa’da spora karşı günden güne bir merak uyandı.

    Halbuki bizler entarimizi giyerek evlerde oturmayı pek seven şarklılar, yakın zamana kadar bu gibi pek nafi eğlencelere lakayd kalıyorduk. Şayan-ı memnuniyettir ki son birkaç sene zarfında bilhassa Türk gençleri spora ehemmiyet vermeye başlamışlardır. Yarın için zinde, kavi, faal bir gençlik yetiştirmekte ne kadar büyük ihtiyaç olduğunu bilenler bundan pek ziyade memnun olacaklardır.

    Haber aldığımıza göre alelade Eylül ile Nisan arasını işgal eden futbol mevsiminde bu sene icra edilen müsabakalara iştirak etmiş olan muhtelif futbol kulüplerinden Cuma ve Pazar günleri oynamak üzere ayrılan iki heyetin müsabakalarının neticesi bervech-i atidir :

    Cuma Günleri Oynayanlar

    1. Anadolu Kulübü – 12 puan kazanmıştır.
    2. Üsküdar İdadisi – 10 puan kazanmıştır.
    3. Mercan İdadisi – 9 puan pazanmıştır.
    4. Şark Kulübü – 8 puan kazanmıştır.
    5. Şehremini Kulübü – 5 puan kazanmıştır.
    6. Vefa İdadisi Kulübü – 2 puan kazanmıştır.
    7. Kabataş Kulübü – 1 puan kazanmıştır.

    Bu Cuma günü oynayanlar meyanına dahil olan Ticaret-i Bahriye Kulübü muhalif nizam-ı hareket ettiğinden bu listeye dahil değildir. Görülüyor ki bu liste Cuma günü oynayanlardan mürekkep olduğu için hemen hemen münhasıran Türklerden mürekkeptir. En başta birinciliği ihraz eden Anadolu Kulübü ise kamilen Türklerden ibarettir. Binaenaleyh futbol müsabakalarının Türkler arasında da müzahir-i rağbet olduğunu görerek memnun olmak icap eder. Pazar günleri oynayanların ihraz ettikleri sıra ise bervech-i atidir :

    Pazar Günleri Oynayanlar

    (İstanbul Şampiyonu) Birinci : Fenerbahçe Kulübü

    İkinci : Strugglers Kulübü

    Üçüncü : Kadıköy Kulübü

    Dördüncü : Korintiya Kulübü

    Cuma günü oynayanlar arasında birinciliği ihraz eden Anadolu Kulübü “Union Kulübü” tarafından mev’ud “şampiyona”yı ahz eylemiştir.

    Geçen futbol mevsimine ait olan şu netayiç gösteriyor ki artık bizde de futbol gibi spor müsabakalarının kıymeti anlaşılmış, yavaş yavaş bu hususta çalışılmaya başlamıştır. Fakat koca İstanbul’da ve Memalik-i Osmaniye içinde müsabakaya girişmiş olduklarını gösterdiğimiz heveskaran miktarı o kadar azdır ki buna bakarak müsterih olamayız. Her tarafta sporun taammüm, müsabakaların tezyid ettiğini görmek en büyük emelimizdir. Bu memleketi kurtaracak şey bünyesi ve ruhu kavi bir gençlik kuvvetidir. Ruh okumakla, ta’biye de spor yapmakla kuvvetlenir. Bunları yapmadıkça istikbali taşımak hiçbir omuzun karı olmayacaktır.

    Tanin Gazetesi / 1912 / 1912 Yılında İstanbul Futbolu


    Tanin Gazetesinden

    Not : Dünkü Pazar günü Kadıköy’de (Union Club)da lig maçına ait (Rumblers) ve (Telefon) kulüpleri arasında bir müsabaka yapıldı. Oyun pek güzel oldu ve neticede herkesin ümidi hilafında, Rumblers bire mukabil iki gol ile Telefonculara galip geldi.

    Karilerimize başka bir nüshamızda (lig maçı) ait uzun malumat vereceğimizi vaat ile bu iki kulüp hakkında şimdi bazı şeyler söyleyelim.

    (Rumblers) : – Bu sene teşekkül etmiş bir kulüptür. Heyet esbak (Moda), sabık (Korintiya) ve (Kadıköy) azalarından mürekkeptir.

    (Telefon)un isminden dahi anlaşılacağı veçhile telefon hududunu tesis eylemek üzere şehrimizde bulunan zanaatkarlardan mürekkep bir İngiliz kulübüdür.

    Tanin Gazetesi / 1913 / 1912 Yılında İstanbul Futbolu

  • Asırlık Bir Üst Kimlik Fenerbahçelilik

    Asırlık Bir Üst Kimlik Fenerbahçelilik


    Bu yazıda 1915 yılının Şubat ayına gidiyoruz. Dünya Savaşı devam ederken, İngilizler Çanakkale’ye dayanmışken yapılan bir maçta yaşanan olayı sizlerle paylaşıyoruz. 19 Şubat 1915 tarihli İdman Dergisi’nden öğrendiğimiz; Fenerbahçe’nin, İttihat ve Terakki’nin tam desteğini alan Altınordu takımı ile yaptığı bu maçın detaylarını aktarıyoruz. Galatasaraylı Abidin Daver, maç yazısında farkında olmadan, asırlık bir üst kimlik olarak Fenerbahçelilik kavramını tarihe geçiriyor.

    Fenerrbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ayak Topu Müsabakaları

    Fenerbahçe : 2 Sayı – Altınordu : Sıfır

    14 Şubat Pazar günü Union Club çayırında Fenerbahçe ile Altınordu ikinci müsabakalarını yaptılar. İlk oyunda o zaman Progres adını taşıyan Altınordu’nun bir sayısına karşılık Fenerbahçe üç sayı yapmıştı.

    Fakat o zamandan beri iki tarafın oyuncuları arasında epey değişiklik olduğundan bu defaki müsabakada iki takımda da bazı farklılıklar olmuştu. (Progres) adını (Altınordu)ya çeviren takım, millî bir çizgi takip edeceği için, kendi üyelerinden iki önemli oyuncuyu, bir Rum kulübünün formasını giyerek müsabakaya katıldıklarından, kulüpten ihraç etmiş idi. Takımın oldukça önemli diğer bir parçası da Avrupa’ya eğitim görmeye gitmişti. Sağ açık hücumcusu ve kaleci mevkilerinde maharetle oynayan iki oyuncu Rum olduklarından onlar da çoğunluğun milli tavrına karşılık olarak kendileri takımdan ayrılmışlardı.

    Sonuçta, Altınordu Mister Crawford adındaki İngiliz kaleci haricinde tamamen Türk ve müslümanlardan oluşan bir takımla meydana çıkmıştı. Fakat bu yeni takım öncekilere oranla oldukça zayıf bir kuvvette idi. Özellikle rakibin hücum hattının akınlarına bir düzgün bir şekil verebilecek surette değildi.

    Fener takımına gelince; en önemli eksiği sol iç hücumcusu Said Bey idi. Rahatsız bulunan bu yetenekli akıncının yerinde Nüzhet Bey oynuyordu. Diğer bir değişiklik olarak da merkez hücumcu Kamil Bey ile sağ savunmacı Galip Bey yer değiştirmişti.

    Oyunun başında, iki takımın bu halini görenler Altınordu’nun kesin bir hezimete uğrayacaklarını düşünüyorlardı. Altınordu, her ne kadar yenilmiş olsa da, bu yenilgi düşünüldüğü gibi olmadı. Savunma hattı özellikle oyunun ikinci yarısında, şiddetli bir rüzgara karşı oynamakla beraber, Fener’in en sert hücumlarını bile durdurmayı, sonuçsuz bırakmayı başardılar. Özellikle savunmacılar ve sol bek gayet iyi oynayarak son kısmında Fener’e hiçbir sayı yaptırtmadılar.

    Fener’in hücum hattında, rakibin zayıf durumundan, yeteneğini kullanarak yararlanıp sayılar yapan Said Bey’in eksikliği pek fazla hissediliyordu. Sol tarafta Said Bey ile ortaklaşa çok iyi görev yapan Hikmet Bey de eskisi kadar başarılı değildi. Çoktan beri merkez hücumcu pozisyonunda oynamayan Galip Bey de, karşısındaki Altınordu merkez orta saha oyuncularının acemiliğine rağmen hızlı ve düzgün paslar gönderememişti. Sağ açık Mösyö Miço ise biraz aşağıda hikaye edeceğimiz bir nedenden dolayı her zamanki iyi oyununu cesaretle ortaya koyamıyordu. Buna rağmen maçın birinci yarısında mükemmel bir sayı yapabilmişti.

    Fenerlilerin bu oyunda herkesin beklediği gibi başarılı ve güzel oynamayışlarının, parlak bir zaferi elde edemeyişlerinin bir sebebi vardı ki bu da hemen hemen bütün takımın büyük bir asabiyet içinde olmaları idi. Gerçekte ilk yarının ortasında Fener’in sağ açığı Mösyö Miço ile Altınordu’nun sol beki Sedat Bey her nedense birdenbire tokatlaşmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Fener’in oyuncuları arkadaşlarına yardıma, Altınordu’nunkiler de kendi takım arkadaşlarının yardımına koştular. Ve bir süre için futbol müsabakası ne yazık ki bir boks maçına dönüştü. Seyircilerden bazı taraftarlar da işe karıştılarsa da bereket versin ki kavga genişlemedi. Fakat mesele bir millî renk haline geldi. Fener’in tarafını tutmayanlar, Fenerlilerin Mösyö Miço ile Sedat Bey arasındaki kavganın bitirilmesini hakeme bırakmayarak Rum arkadaşlarını korumak için Türk olan Sedat Bey’e saldırmalarını milli hissiyata uygun görmedikleri için, yüksek sesle Fenerbahçelileri kınamaya ve rakip Altınordu’nun her hareketini takdir ederek onları cesaretlendirmeye başlamışlardı. Fener’in taraftarları ise, Mösyö Miço’nun, Rum olmakla beraber Fenerbahçe’nin formasını giydiği için kavganın böyle bir milli cereyan almasını uygun görmüyorlardı.

    Böylece herkesi bir asabiyet kaplamıştı. Oyuncuların en küçük bir hareketi iki kulüp taraftarlarının karşılıklı yücelten ve aşağılayan tezahüratları ile karşılanıyordu. Bilhassa Strugglers Kulübü’nün bir hafta önceli mavi-beyaz forması meselesinden kaynaklanan galeyan ile seyircilerin bir kısmı sürekli olarak Mösyö Miço’nun aleyhine bağırıyor, bu oyuncuyu şaşırtıyorlardı. Artık müsabaka sporculuğa has ciddiyet ve kibarlığını kaybetmişti. Halkın bu birbiri ardına bağırmaları arasında oyuncular da sakinliklerini kaybetmişlerdi. Şiddetli çarpışmalar, itişmelerle birbirlerini yuvarlıyorlardı. Ara sıra da bazen dil, bazen el ile ufak tefek kavgalar çıkıyordu. Nihayet bu keşmekeş içinde oyun sona erdi.

    Bir spor sahasında böyle fena bir olayın olmasından ne kadar esef edilse azdır. Sporculuğun en büyük özellikleri; nezih, nazik, sakin ve kendine hakim olmasıdır. Spor müsabakaları en çok bu amaçlara ulaşmak, yol yordam bilen ve kurallara mükemmel uyan adamlar yetiştirmek için yapılır. Futbolda değil hatta güreş ve boks gibi rakiplerin adeta boğuştuğu sporlarda bile iki tarafın müsabaka dışında biri biriyle dost ve kardeş gibi geçinmesi, hiç olmazsa karşılıklı terbiye ve nezaket dairesinde hareket etmesi sporculuğun en büyük şerefi, özellikle hevesli genç sporcuların en büyük meziyetidir. Bizde maalesef böyle olamıyor. Ve olmadığının kanıtı da Pazar günü aralarında en samimi kardeşlik hissi olması gereken iki Türk takımının kavgaya girişmesidir.

    Biz, şimdiye kadar futbol seyrine gelen halk arasındaki kişilerin ortaya fırlattığı münasebetsiz ve çirkin sözlerden, kaba adi şakalardan müteessir olmakla beraber sporcularımızı bu gibi hareketlerden ayrı tutuyor ve aralarında nadiren ortaya çıkan tartışmaları kişisel olarak algılayıp ciddiye almıyorduk. Halbuki Pazar günkü olay bizi bu hususta hayal kırıklığına uğrattı. Bu meselede hangi tarafın haklı veya haksız olduğuna gelince : Bunu karar vermek esasen bu kavgaya katılmak ve taraf tutmak olacağı için biz olayı yalnızca olduğu gibi ve tamamen tarafsız bir surette değerlendirdik. Hatta sporculuk şerefini koruma düşüncesiyle bir takım gereksiz ayrıntıyı vermekten de sakındık. Amacımız ne Fenerbahçe ne de Altınordu takımlarını haksız çıkarmak, ne de kimsenin aleyhinde bulunmaktır. Saf niyetimiz, henüz pek taze olan Türk sporculuk alemi için kötü bir örnek oluşturan bu gibi olayların zaten gün gibi ortada olan çirkinliğini hatıra getirerek tekrar etmemesini temenni etmekten ibarettir. Ümit ederiz ki Türk spor kulüpleri bu gibi kusurlardan uzak olduklarını kanıtlamak için çalışacaklar, olgunluk ve sakin bir şekilde oyun sahalarına şeref vermeye çalışacaklardır.

    A.D. (Abidin Daver)

    Miras

    Okuduğunuz üzere, ülkenin içinde bulunduğu savaş iklimi, uzun yıllardır bir arada yaşayan Türklerle, başka dine mensup vatandaşların ilişkisini bozmuştu. Bu maçtan bir hafta önce Altınordu takımının 2 oyuncusu, Hasan ve Hüseyin, “milli duygulara uygun olmayan” hareketler yaptıkları için kulüple ilişkileri kesilmiş, Altınordu kulübü; iktidar partisi İttihat ve Terakki’nin politikalarına paralel bir tavır sergilemişti.

    14 Şubat’taki maça kalecisi hariç 10 tane Türk oyuncu ile çıkan Altınordu takımından Sedat’ın, karşısında mücadele eden Fenerbahçe takımının Rum sol beki Miço ile yaşadığı tartışma kavgaya dönüşmüş; zamanın ruhuna uygun olarak bir milliyetler mücadelesi halini almıştı.

    Büyümesine rağmen yatıştırılan kavgadan günümüze kalan ise yazıda geçen şu ifade olmuştur: “Fener’in taraftarları ise, Mösyö Miço’nun, Rum olmakla beraber Fenerbahçe’nin formasını giydiği için kavganın böyle bir milli cereyan almasını uygun görmüyorlardı.”

    Geçtiğimiz yüzyıldan gelecek yüzyıla miras kalacak bu cümlenin anlamı şudur: “Üst Kimlik Fenerbahçelilik”…

    Fenerbahçe taraftarının 1915 yılında, hem de ülke savaşın ortasındayken, gösterdiği “Fenerbahçe forması giyenin, Fenerbahçeli olanın, başka bir kimliğine bakılmaz” tavrı, vurguladığımız gibi eşsiz bir mirastır.

    Barış Kenaroğlu

  • Osmanlı Futbolunun Kurumsallaşması

    Osmanlı Futbolunun Kurumsallaşması

    Bugün, Türkiye’de futbol teşkilatlanması üzerine yaptığım yayınların sonuncusu olarak; Türkiye’ye futbolun gelişi ve gelişmesini, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın (TİCİ) Osmanlı dönemindeki kuruluşu sırasında yaşanan hukuki tartışmaları ve bu teşkilatın yeni Türkiye ile ilk temasını konu edineceğim. Huzurlarınızda “Osmanlı Futbolunun Kurumsallaşması”

    Barış Kenaroğlu


    1890 : “Kuşdili Çayırında Futbol Oynandığı…”

    Türkiye’de futbol İzmir ve İstanbul’da 1870’lerden sonra oynanmaya başladı. Önemli bir liman kenti olan İzmir ve devletin başkenti İstanbul’da futbola yabancılar öncülük ettiler. Abdülhamit döneminde Türkler için sakıncalı olan bu spor, yabancılar içinse serbestti. Osmanlı arşivinde futbol ile ilgili en eski belge 1890 ile tarihlenmekte; içeriğinde ise “Kadıköy’ünde Moda’da oturan Mösyö Whittal ve oğullarının himayesinde Kuşdili Çayırı’nda futbol oynandığı” Zaptiye Nazırı tarafından Yıldız Sarayı’na bildirilmekteydi.

    T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı‘ndan

    İlk Spor Tarihçimiz Ethem Nejat

    Dönem üzerinde yaptığımız araştırmalarda, 4 Mart 1908 Tarihli Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’nde yer alan bir yazının altında imzasına rastladığımız Ethem Nejat’ı “İlk Türk Spor Tarihçisi” olarak kaydediyor ve futbolun kısa sürede gösterdiği gelişmeyi anlattığı detaylı yazısının bir kısmını sizlerle buluşturuyoruz. 

     “Memalik’i Şahanede (Osmanlı Ülkesinde) futbol oyununa ilk evvela Dersaadet (İstanbul) ve bahusus (özellikle) Moda’da sakin İngilizler başlamışlar ve Kadıköy, Beykoz çayırları futbol mevkileri olarak ortaya çıkmıştır. Birkaç sene sonra merak diğerlerine de sirayet etmiş, birinci teşkil eden kulüp Moda kulübü olup bilahare sırasıyla Kadıköy, Elpis, Pera, Robert Kolej, Strugglers, asoşiyeysın futbol kulüpleri vücud buldu (kuruldu) ve bir lig tarafından cümlesi idare edildi. Dersaadet Futbol Ligi her sene muntazam program dahilinde oyunlar tertib eder, bütün kulüpler eyyam-ı muayyenesinde (belirli günlerde) maçlar yaparlar, bundan başka Dersaadet kulüplerinin İzmir oyuncuları ile her sene müsabakaları olup bunlar ya Dersaadet’te veya İzmir’de yapılır ki bu münavebeye (dönüşümlü olarak) tabidir.”

    Ethem Nejat’ın sözünü ettiği kulüplerden Pera’nın Galatasaray olduğunu, Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesinden önce basında bu kulübün başka isimlerle yer aldığını belirtelim. Fenerbahçe ise yeni kurulmuş bir takım olarak o yıl lige katılacak güçte değildi. 1907’in yaz başından, 1908’in ilkbaharına kadar geçen süre bir anlamda Fenerbahçe’nin futbola hazırlık günlerini temsil etmektedir. Daha önce yayınladığımız Fenerbahçe’nin Belgelenen İlk Maçları yazısında bu süre zarfında yapılan maçların detayına ulaşabilirsiniz.

    4 Mart 1908 tarihli Tercüman-ı Hakikat gazetesi

    Sürgündeki Kurucu James La Fontaine

    Ethem Nejat’ın bahsettiği İstanbul Futbol Ligi, Türkiye’de futbolun ilk organize yapısı olma özelliğini taşır. Union Club’ın başındaki James La Fontaine’in idaresinde oynanan bu ligi; İstanbul Futbol Kulüpleri Ligi, Cuma Ligi, Pazar Ligi gibi ligler izlemiştir. Bu noktada James La Fontaine’e bir parantez açmak istiyoruz. Türkiye’de Futbolun kurucusu olan J.L.Fontaine, İngiliz bir tüccar aileye mensuptu. Aile dedesi zamanında İzmir’e yerleşmiş ve kendisi de İzmir’de doğmuştu. İzmir’de spor kulüplerinin kuruluşuna ön ayak olduktan sonra 1899’da İstanbul’a gelmiş ve yerleştiği Moda’da Türk futbolunun temelini atmıştı. Ancak J.L.Fontaine’in kaderi de Osmanlı’nın peşi sıra savaşlara girmesi ve  İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesi ile değişti. Futbolu yönetenlerin başında gelen J.L.Fontaine, 1900-1913 yılları arasında İttihat ve Terakki’nin futbolu, genel olarak sporu, paramiliter bir yapılanma aracı olarak görmeye başlaması ile sahneden çekildi. Şurası kesindir ki, La Fontaine, 1910 yılına kadar İstanbul futbolunu idare eden kişiydi.

    J.L.Fontaine, bazı kaynaklara göre (Asr-ı Fener) Dünya Savaşı başlayınca vatandaşı olduğu İngiltere tarafında savaşa katılmış ve tıpkı ailesinin başka üyeleri gibi casuslukla suçlanmıştı. J.L.Fontaine, yukarıdaki kaynağın verdiği bilgiyi doğrularcasına ilk kez 1915’te tutuklandı. Malta’da sürgünde olan İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden Eyüp Sabri Bey’in serbest bırakılması karşılığında serbest bırakıldı. İkinci tutuklanması ise 1917 yılında gerçekleşti.  Bugün Kırşehir sınırlarında olan Mucur’a sürgün edilerek yaklaşık bir yıl burada kaldı. O tarihten sonra ise aşağıda yer alan Osmanlı Arşivi belgesinden anladığımız üzere İzmir’e nakledildi. 1932 Yılındaki ölümüne kadar da orada yaşadı.

    T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı‘ndan

    “Mucur’a gönderilen İngiltere Vatandaşı Mösyö La Fontaine daha sonra İzmir’e nakil edilmiştir.”


    Futbol Kurumsallaşıyor

    Futbol 1800’lü yılların sonunda İngiltere’nin Türkiye’ye en büyük ihraç ürünü olarak değerlendirilebilir. İngiltere bir anlamda, İzmir ve İstanbul’da yaşayan yabancıların futbola başlattığı ilgiyi, İstanbul’a gönderdiği kraliyet gemilerinin mürettebatının kurduğu takımların İstanbul Ligi’nde boy göstermesinin ardından sürekli hale getirmek istemiştir. Bu süreklilik; Tanzimat-Meşrutiyet yıllarında Osmanlı toplumunda başlayan Batıcı fikirlerin de etkisiyle, Türk takımlarının yeşil sahalarda boy göstermesine neden olmuştur. Türkler, o dönem “Association/Asosişeysın” diye isimlendirilen modern futbol oyununu (Yazının başında yer verdiğimiz İlk Spor Tarihçimiz Ethem Nejat’ın modern futbol kurallarını anlattığı yazısını önümüzdeki günlerde yayınlayacağız) gemilerin İngiliz mürettebatından öğrendikleri gibi; Türk futbol adamları, “Futbol Yönetimi” üzerine ilk deneyimlerini de İngilizlerin idaresindeki lig yönetimlerine katılarak kazanmışlardır.

    Türk futbolunun kurumsallaşmasının ilk adımı Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesinin ardından çıkan 1909 yılında çıkan Cemiyetler Kanunu’dur. Cemiyetler kanunu uyarınca spor kulüpleri 1910-1913 yılları arasında kendilerini devlete tescil ettirmişler, dolayısıyla tüzük sahibi birer dernek olarak belirli kurallar çerçevesince yönetilmeye başlamışlardı. Kulüplerin bu yapıya kavuşması spor müsabakalarının da belirli kurallar altında yapılması gerekliliğini doğurmuştur. Her ne kadar 1904’ten itibaren İstanbul’daki futbol ligleri nizamnamelere sahip olsalar da; bu nizamnamelerde kulüplerin katılımı ve yönetimde söz sahibi olmaları gibi konularda yetersizlikler mevcuttu ve dolayısıyla zaman zaman eşitsiz uygulamalar ortaya çıkmaktaydı. Aslında bu durum futbolun kurumsallaşmasına giden süreci hızlandırdı. Keza yukarıda sözünü ettiğimiz İstanbul, İstanbul Futbol Kulüpleri, Cuma, Pazar Ligleri, kulüplerin aralarındaki anlaşmazlıklardan dolayı oluşturulmuş liglerdi. İstanbul’un futbol kulüpleri, kendi aralarında ve lig yönetimleriyle dönem dönem yaşadıkları anlaşmazlıklar sonucunda, yeni organizasyonlar kurmuşlar; bu da futbolda yönetsel bölünmeye ve göreceli bir karışıklığa neden olmuştu.

    Osmanlı’nın politik olarak İngiltere ile karşı saflarda yer alması, dolayısıyla futbol yönetiminde söz sahibi olan başta James La Fontaine gibi kişilerin çeşitli yollarla İstanbul’dan uzaklaşması da Türk futbolunun kurumsallaşmasını hızlandırmıştır. Bu dönemde ülkeyi yöneten İttihat ve Terakki’nin savaş yıllarında başta Altınordu ve Fenerbahçe olmak üzere spor kulüplerine yakın ilgisi de futbolda kurumsallaşmayı hızlandıran bir diğer etkendir.

    Türk kulüplerinin yöneticileri, sözü edilen şartlar altında, futbolun giderek artan öneminin, kurumsallaşmayı gerektirdiğinin farkına varmışlardır. İstanbul’un işgal altındayken işgal kuvvetlerinin takımları ile yapılan maçlar da halkın uzun zamandır bu spora artan ilgisini iyiden iyiye ortaya koymuştu. Artık bir olgu haline gelen futbol, diğer spor dalları ile beraber, teşkilatlanmalıydı.

    Fenerbahçe’nin İlk Galatasaray Galibiyeti… Maçın Hakemi James La Fontaine!

    Geçici Heyet

    Türk kulüplerinin yöneticileri işgal yıllarında futbolu kurumsallaştırmak için en büyük adımı “İdman İttihadı Heyet-i Muvakkatesi”ni kurarak attılar. Bu oluşum, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın (TİCİ) öncülü durumundaydı. Ali Sami Bey, Nasuhi Baydar, Burhaneddin Bey gibi isimlerin yer aldığı heyet, adı üzerinde geçici bir yapıya sahipti. Heyet, Yusuf Ziya Bey’in (Öniş) İsviçre’den getirdiği spor yönetmeliğini temel alarak bir tüzük hazırlamıştı. Futbolun Batılı düşünce tarzı ile olan kuvvetli bağı bir kez daha kendini göstermişti.  1920 ve 1921 Yıllarında görev yapan geçici heyet, 1922’nin ilk günlerinde Dahiliye Nezareti’ne başvurarak resmen bir cemiyet olmak isteğini bildirdi. Kaynaklarda Mayıs 1922’de TİCİ’nin resmen kurulduğu yazıyor olsa da, arada geçen 5 aylık süreçte neler olduğuna dair bugüne kadar bilgimiz yoktu. Devlet Arşivlerinde karşımıza çıkan belgeden, TİCİ için bu sürecin zorlu geçtiği, cemiyetin kuruluş tartışmalarının devletin üst yargı kurumu olan, dönemin Danıştay’ı, Şura-yı Devlet’te tartışıldığı ortaya çıktı.


    T.İ.C.İ. Osmanlı Danıştay’ının Gündeminde

    Belgede, “Altınordu İdman Yurdu, Anadolu İdman Kulübü, İdman Yurdu, Beylerbeyi Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Türk Gücü, Darülşafaka Mezunin Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Süleymaniye Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Galatasaray Terbiye-i Bedeniyye Kulübü, Fenerbahçe Spor Kulübü, Kumkapı Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Nişantaşı Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Vefa İdman Yurdu, Hilal Spor Kulübü, namlarındaki cemiyetlerin ittihat ve iştirakiyle (birleşerek katılımı ile) “Türkiye İdman Cemiyetleri ittifakı” ünvanıyla bir cemiyet teşkil olduğuna bahisle, müsaade-i resmiyenin itası (resmi iznin verilmesi) cemiyet-i mezkure tarafından istida olunmuş (sözü edilen cemiyet tarafından talep edilmiş)” deniliyor ve bunun Mülkiye ve Maarif Komisyonları’nda tartışıldığı söyleniyordu. Komisyonlar, 1909 tarihli yürürlükte olan Cemiyetler Kanunu’na göre; cemiyetlerin yalnızca özel kişiler tarafından kurulabileceğini öngördüğünden, tüzel kişilik olan derneklerin birleşip bir dernek kurmasına izin verilemeyeceği yönünde görüş bildirmişlerdi. Konu, Şura-yı Devlet Genel Kurulu’na geldi. Genel kurul, Cemiyetler Kanunu’nun özel kişilere atıf yaptığını ısrarla tekrarladı. “Cemiyetler azasının yirmi yaşından gün alması ve bir cinayetle mahkum veya hukuk-ı medeniyeden mahrum bulunmaması şarttır” hükmünü dernek kurmak isteyen bir derneğe uyarlamanın imkansızlığını söylerken, yabancı ülkelerin ve özellikle Fransa’nın Cemiyetler Kanunu’nda derneklerin birleşip dernek kurabildiğine dair bir hükmün olduğunu da şerh koydu. Bu kararlar ile Dahiliye Nezareti’ne geri gönderilen TİCİ’nin kuruluş talebi, tam 5 ay sonra kabul edildi. Cumhuriyet’in ilanından önce kurulan bu teşkilat, yeni rejimin gereklerini yerine getirerek sporun birçok dalında örgütlenmesini sağlamakla birlikte, ilerleyen yıllarda Türkiye’nin uluslararası spor teşkilatlarına kabul edilmesine de önemli ölçüde etki etti.

    T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı‘ndan

    İlk Temas

    TİCİ’nin sancılı geçen kuruluş süreci, Anadolu’da devam eden Kurtuluş Savaşı’nın son günlerine rastlamaktadır. Savaşın 30 Ağustos’ta zaferle sonuçlanması ile imzalanan Mudanya Mütarekesi’nden sonra 19 Ekim 1922’de İstanbul’a gelen Refet Paşa (Bele); TİCİ Heyeti’nin, yakın gelecekte kurulacak yeni devleti temsilen, ilk temas ettiği kişi oldu. Refet Paşa, 1 Kasım’da Saltanatın kaldırılacağının öngörülmesi üzerine İstanbul’a gönderilmiş ve bir anlamda İstanbul’u teslim alma görevini yerine getirmişti. Detaylarını Refet Paşa’nın Fenerbahçe Kulübü’nü Ziyareti adlı yazımızda okuyabileceğiniz bu ziyaret, TİCİ heyeti için bir fırsata dönüştü. Spor kulübü yöneticileri hem işgalin yakında sona erecek olmasından dolayı sevinçli, hem de yeni oluşturdukları kurumsal yapının yeni düzende olması gerektiği gibi yer almasını sağlama konusunda umutluydular.  TİCİ Heyeti bu motivasyonla Refet Paşa’yı karşılayanlar arasında yer aldı. Bu karşılamadan iki gün sonra da 21 Ekim 1922’de kendisine “hoş geldiniz” ziyaretinde bulundular. Başkanı Galatasaray’dan Ali Sami Bey olan, üyeleri arasında Fenerbahçe’den Hasan Kamil Bey (Sporel)’in de bulunduğu TİCİ heyetinin, Refet Paşa ile bu  ilk görüşmesinin detaylarını Spor Alemi Dergisi’nden öğreniyoruz. Refet Paşa’nın heyete hitaben “İstanbul idmancılarının yabancı devlet kuvvetlerine karşı kazandıkları başarılardan dolayı çok memnun olduğunu” belirtmesi, işgal yıllarında işgal kuvvetlerine karşı birçok spor dalında verilen mücadelenin önemini ortaya koymuştur. Refet Paşa’nın“İşgal yıllarında yabancılarla yapılan spor müsabakaları, milli mücadelenin esaslarını ortaya koymuş ve büyük zorluklarla yapılan bu mücadeleler sonrasında alınan galibiyetler, işgal altındaki İstanbul’da milli coşkunun özlemini çeken insanlara bir sevinç kaynağı olmuştur” ifadesi ile pekiştirdiği bu önem, TİCİ’nin yeni devlet düzeninde kabul göreceğine dair ilk ipucu olarak değerlendirilebilir. Bunun üzerine Heyet Başkanı Ali Sami Bey’in verdiği karşılık ise, sporun gelişmesi için destek istemek olmuştur:

    “Fakat bu teşkilatı takdir etmek kafi değildir (yeterli değildir) tatbikinde de (uygulamada da) istical (acele) etmeliyiz. Onun için mücadele-i milliyenin idmancılar saflarında açtığı şerefli boşluklara rağmen en büyük harbimiz esnasında bu işin esasatını vaz ettik (esaslarını ortaya koyduk) ve bütün mahrumiyetlere (eksikliklere) rağmen teşkil ettiğimiz (oluşturduğumuz) takımlarla İstanbul’da ecanibin (yabancıların) en kuvvetli idmancılarını mağlup ederek milli coşkunluğun mütehassiri olan (özlemini çeken) ahalimize (halkımıza) bazı sürur (sevinç) dakikaları geçirebildik”

    Refet Paşa'nın Fenerbahçe Kulübü'nü Ziyareti
    İstanbul Araştırmaları Enstitüsü arşivinden.

    Süreklilik

    Osmanlı’da Futbol konusu, tarihin sürekliliği için verilebilecek en iyi örneklerden biridir. Futbol, bu topraklarda siyasal ve sosyal gelişimlere dayalı bir olgu olarak, yukarıda yaptığımız değerlendirmelerden de anlaşılacağı üzere, Cumhuriyet öncesinde ortaya çıkmıştır. İngiltere’nin emperyal hedefleri için bir araç olarak kullandığı futbol oyunu, Osmanlı Türkleri tarafından hemen benimsenmiştir. Batı kültürünün bir ürünü olan bu oyunu geliştirmek, geliştirdikten sonra kurumsallaştırmak için yine Batı’nın uygulamaları örnek alınmıştır. Bu anlamda futbol oyunu, Osmanlı Modernleşmesi’nin bir ürünüdür. 1908 Jön Türk Devrimi’nin bu ürünü sahiplenmesi, bu yargıya dayanak olarak gösterilebilir. Anadolu’da verilen Kurtuluş Savaşı esnasında İstanbul’da işgal kuvvetleri askerlerinin oluşturduğu takımlarla maçlar yapan kulüpler, yeni devlet tarafından da kabul edilmiştir. Savaşın muzaffer komutanlarına göre işgal altında verilen sportif mücadeleler, Milli Mücadele’nin bir parçası olarak görülmüştür. Spor kulüplerinin kurumsallaşarak, üst bir teşkilat olan TİCİ’yi kurmaları ise, Cumhuriyet Devrimi’nin amaçları ile bire bir örtüşmektedir. Tanzimat’tan sonra modernleşmeye başlayan meşruti monarşik kurumların sonuncusu TİCİ’dir. Bu özelliği, TİCİ’nin, Cumhuriyet yönetimi tarafından sahiplenilmesini/himaye edilmesini sağlamıştır. 

    Barış Kenaroğlu