Etiket: Şükrü Gülesin

  • Şeref Has’ın Jübilesi

    Şeref Has’ın Jübilesi

    Tuncay Yavuz, Fenerbahçe tarihinin (hem sporculuğu, hem insanlığı, hem de mütevazılığıyla) en büyük futbolcularından Şeref Has’ın jübilesi için yazılanları derledi… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Futbolu Sırtında Taşıyan Adam: Şeref

    Futbol beni bıraktı…

    Kadri, elini Şeref’in omzuna koydu: “Ne denir Şerefciğim” dedi. “Futbolu aynı zamanda bırakmamız kaderde yazılıymış…” Oturduğu yerden başını kaldırıp arkadaşını süzdü Şeref. Mahzun mahzun başını salladı, dudağının sol köşesinde tomurcuklanan şey gülümseme değil bir hıçkırık gibiydi. “Yanlışın var” dedi Kadri’ye, “Futbolu sen bırakıyorsun, Metin bırakıyor, oysa benim hikayem başka… Futbol beni bıraktı. Sen ve Metin isteyerek, bilerek bir karar verdiniz. Ben hiç istemediğim halde futbol tarafından terk edildim.”

    Birdenbire susakaldık hepimiz. Kara sevdalı bir genç adam, terk edilmişliğin hüznünü yaşıyordu. Bundan 26-27 yıl önce Beykoz çayırında başlayan büyük sevgi, bu genç adamın bütün hayatı olmuştu. Ve vermişti her şeyi sevdiğine. İstemeden, karşılığında çok şey beklemeden vermişti. Didinmiş, çırpınmış, çabalamış ve vermiş, vermiş, vermişti… Birçok arkadaşları gibi karşılığında çok şey de almamıştı. Sevgilisinin bütün yükünü ve ağırlığını yıllar yılı taşımız ve bir gün bu yükü taşıyamaz hale gelmişti. Hem de kendi kusuru olmaksızın gene büyük sevdasının uğruna.

    Bütün futbol hayatı boyunca saha içinde veya saha dışında en ufak bir fantezi yapmadan, züppeliğe kaçmadan futbola verebileceği her şeyi veren Şeref Has, futbolun kendisine verdiği sakatlıkların zoruyla, en büyük aşkı futbol denilen büyük sevgilisi tarafından terk edilmişti.

    Hüzün yalnız onun değil, onu ve futbolu seven herkesin yüreğini dolduracaktı tabi…

    Sevimli, uysal, büyük sözü dinleyen, ağırbaşlı, kısa sürmüş yedekliğinde de uzun sürmüş kaptanlığında da hiçbir entrikaya ve dedikoduya karışmamış, futbol sahasındaki fedakarlığını, saha dışında “En Efendi adam” sıfatıyla birleştirmiş bir sporcu tipinin en güzel örneği idi Şeref…

    15 yılı Fenerbahçe’de geçmiş 18 yıllık futbol hayatında hiç ceza aldın mı diye sordum Şeref’e. Evet, diye cevap verdi, iki defa aldım. İster misiniz Şeref’in iki defa aldığı cezanın olduğunu derhal size de anlatalım:

    Birincisi çok ağır bir suç ve çok ağır bir ceza! Futbolu terk ettiği zaman kendisiyle röportaj yapan gazeteciye gizlemeye teşebbüs bile edemeden itiraf edilecek cinsten: Bir maçta ayakkabısının bağı çözüldü Şeref’in. Yakınında olan yan hakemine sordu: “Bağlayabilir miyim?” Yan hakemi evet dedi, bağlarsın. Şeref de yürüdü çıktı taç çizgisinin dışına eğilip bağladı. Hakem geldi, sordu neden kendisinden izin almadan dışarı çıktı diye. Ve Şeref’i oyundan attı. Yan hakemi ise, “Ben ayakkabını bağla dedim, sahadan çık demedim” diyordu.

    İkinci ceza ise Gençlerbirliği ile Fenerbahçe’nin olaylarla dolu 3-3’lük maçında oldu. Yedi Fenerbahçeli ceza almıştı o maçta ve Şeref’in suçu sahaya giren bir sivil adama kargaşalıkta, “Kim oluyorsun?” demekti. Bilemezdi onun, maçlarda olay çıkarsa hakemler lehine şahitlik etmek için dolaşan bir casus hakem olduğunu. Böylece Ceza Kurulu 15 gün ceza verdi Şeref’e.

    Ve bütün futbol hayatında “ceza” adındaki leke bu iki pire pisliğinden ibaret kaldı.

    Başkasının adıyla şöhrete gidiş…

    Kadıköy’ün Kuşdili çayırı, Taksim’in Talimhane meydanı, Beşiktaş’ın Fulya Tarlası, Karagümrük’ün Çukurbostan’ı ve Beykoz çayırı. Bugünkü kuşaklar bu meydan adlarının Türk futbolu için ne demek olduğunu bilmezler. Altmış yıllık futbol tarihimiz işte bu çayırlarda top kovalamış bızdıkların eseridir. Onlar hep öyle “Bızdık” kalmadılar. Büyüdüler delikanlı oldular, yıldız oldular, spor tarihine geçtiler.

    İşte Beykoz çayırında bundan tam 27 yıl önce kale arkasında çıplak ayakla dolaşan, kaçan topları toplayan 6-7 yaşlarında bızdıkları arasındaki o kara oğlan da her zaman öyle bacaksız kalmadı.

    Büyüdü, önce Bahadır, Şahap, Mehmet Ali, Ekerbiçer gibi tanınmış ağabeylerin top koşturduğu çayıra çıktı kale arkasındaki yerinden. Paşabahçe’de mahalle arkadaşlarının kurduğu takımla Beykozlulara karşı oynadı. Sonra Beykoz Ortaokulu takımının kaptanlığını yaptı aynı çayırda. Bir gün Taksim’deki Beden Terbiyesi Bölge binasına girip doktor muayenesinden geçti, lisans alıyordu artık. O zamanlar üçüncü kümede oynayan Paşabahçe takımında oynayacaktı. Bir yıl o formayı giydi 1951-52 sezonunda.

    Ertesi yıl bir yaş daha büyümüştü ve ikinci kümeye terfi etmişti. Paşabahçe takımından Beylerbeyi’ne transfer olarak. Özel hayatında son derece sakin ve uysal olan bu karayağız delikanlı, futbol sahasında bir panter oluyordu. Onu Kırmızı-Yeşil Beylerbeyi forması altında görmüş olan tecrübeli bir futbol adamı o sırada antrenörü olduğu Beyoğluspor’un yöneticilerine bu afacanı almalarını söylemişti. Böylece bizim kara yumurcak resmi futbol hayatına üçüncü kümede başlıyor, ertesi yıl ikinci kümede oynadıktan sonra birinci kümeye geçiyordu. Şimdi artık İstanbul’da futbol çevreleri Beyoğluspor’da oynayan Şeref Has’ı yakından tanımaya başlamışlardı.

    Ama henüz kimse onu adıyla tanımıyordu, daha doğru bir deyişle Şeref şöhret basamaklarını kendi adıyla çıkmadı. Büyüyor, başarı kazanıyor, ilerliyor fakat herkes tarafından “Şeref” diye değil “Mehmet Ali’nin kardeşi” diye tanınıyordu. Hatta onu Beylerbeyi’nden alıp Junior Milli Takım’a seçen sonra da Beyoğlusporlu yönetici Niko Zervudakis’e tavsiye eden antrenör Cihat Arman bile ondan bahsederken “Beylerbeyi’nden Mehmet Ali’nin kardeşini alın” demişti.

    Mehmet Ali’nin kardeşi olmak küçük Şeref’in şöhret basamaklarında yükselmesini önlemiyor, aksine faydalı oluyordu. Çünkü ağabey Has (Tarzan), Türk futbolunun yetiştirdiği az bulunur değerlerden biriydi ve Mehmet Ali’nin kardeşi olmak, Milli takım kaptanı olduktan sonra bile Şeref için gurur verici bir sıfat oldu.

    Yıllarca ağabeyinin ayakkabısını taşımıştı Şeref, bu ayakkabıları yağlardı, bakardı onlara, maç günleri M. Ali’nin çantası Şeref’in elinde gelirdi stada. Merhum Kelle İbrahim bu küçük malzemeciye bakıp kim bilir kaç kere sormuştu M. Ali’ye “Ne zaman alıyoruz bunu bizim takıma?” diye.

    Şeref hızla ilerliyordu. Cihat Arman’ın seçip Almanya’ya götürdüğü Junior Milli Takım’da Metin, Varol, Tayyar, K. Ali, K. Erol, Altaylı Coşkun ile birlikte oynayan Şeref o yıl Beyoğluspor’da bir sezon geçirdi. Gerilerde bir derece tuttu Beyoğluspor fakat onun genç ve acar forveti Şeref gol krallığında dördüncülüğü almıştı.

    Sezon sonunda ağabeyinin yakın arkadaşları eski Fenerbahçeli Erol ve Selahattin’in de oynadığı Adalet takımı Şeref’i kadrosuna almaya karar vermişti. Ankara’ya götürdüler Şeref’i. Hacettepe ve Ankaragücü ile iki hazırlık maçı yapacaklardı. Şeref iki maçta 8 gol attı. Futbolu iyi bilen, usta hazırlayıcılar arasında bu yırtıcı adam tutulmaz olmuştu.

    Bu iki maçı Ankara’da seyreden yetkili bir Fenerbahçeli teşhisi koymuştu artık: M. Ali’nin kardeşi iyi bir kadro içinde oynarsa bir dev olmaya adaydı.

    Hemen harekete geçti Fenerbahçeli yetkili…

    Fenerbahçe’de ilk maç

    “1955 yılı Temmuz ayının bugünkü yirmibirinci Perşembe günü dairemde huzura gelen…”

    Şeref’in Fenerbahçeli oluşu işte yukarıdaki cümleyle başlayan bir anlaşmadan doğmuştur. O Perşembe günü saat 15’te notere gelen Şeref ve Mehmet Ali Has kardeşler aynı anda iki mukavele yapmışlardı. Gene de Şeref’in attığı imza ikinci derecede kalmıştı o gün. Çünkü Mehmet Ali kulübünden istifa ederek Vefa’ya gidecekti. Günlerce ortalık bu haberle kaynayıp durmuştu. Sonunda Has’ların büyüğü kulübünde kalmaya razı olmuş, bu arada kardeşinin de Fenerbahçe ile anlaşması için onun aracılığı sağlanmıştı. Oysa bu sırada Şeref, Adaletli idarecilerle anlaşmış bulunuyordu. Tartışmalar oldu o gün noterde. Ama artık olan olmuş ve Şeref 14 yıl sırtında taşıyacağı Sarı Lacivert formanın adamı olmuştu.

    1955/56 sezonunu Fenerbahçe 14 Ağustos’ta yaptığı çift maçla açtı. Sarı Lacivertliler bir takımlarıyla Hilal’i o gün 9-1 yenerken, Fikret, Lefter, Şeref, Burhan, Hüsamettin’den kurulu forvetiyle de Karagümrük’e 3 gol atıyordu. Üçüncü gol Şeref’in ayağından kazanıldı ve bu Şeref’in yıllarca zaferden zafere koşarken en büyük yükü sırtında taşımış olduğu Fenerbahçe hesabına attığı ilk gol oldu.

    O yıl Fenerbahçe ilk lig maçında Beykoz’la karşılaştı. O maçta Şeref sağaçıktı. K. Fikret yoktu takımda. Şeref, Lefter, M. Ali, Çetin, Niyazi şeklindeki forvet Beykoz’a ancak M. Ali’nin ayağından bir gol atıyor ve 1-1 berabere kalıyordu. En yeni Fenerbahçeli Şeref bu maçta çok kötü oynamıştı. Bundan sonraki maçta kadroda yoktu.

    Oysa ilk çalışmalarda antrenör Markoş, Lefterlerin, Küçük Fikretlerin, Mehmet Alilerin bulunduğu kalabalık bir grupta parmağı ile Şeref’i göstererek “Bu çocuk hepinizden büyük bir kabiliyet taşıyor” demişti. Ama Şeref’in böyle bir iddiası yoktu. Onun bir tek iddiası vardı: “Daha iyi olmak” Ve bütün futbol hayatında bu iddia ile çalıştı, didindi, çırpındı: Daha iyi olacağım. Daya iyi olacağım. Daha iyi olacağım.

    Ve daha iyi olmak için birçok şeylere sahipti. Önce hem hırsı hem tevazusu vardı, sonra da hem uysal ve saygılı hem de çok sevilen Tarzan’ın kardeşi idi. Bundan şu sonuç çıkardı ki, Şeref takım içinde bütün ağabeylerin ve bütün arkadaşların en çok sevdikleri adam olmuştu. Seviliyor ve şımarmıyordu. Şımarmıyor ve daha fazla seviliyordu. Bütün hataları en yumuşak ikazlarla düzeltiliyordu. Onun gelişmesini ve pişmesini görmek bütün takım arkadaşlarını sevindiriyordu.

    Büyük takıma girmenin ve orada kendini sevdirmenin ne demek olduğunu böyle bir macerayı yaşamış olanlar bilirler: Vahşi bir ormanda tek başına kalmak kadar korkunçtur bu. Yalnız kalmış bir sporcunun ise başarı şansı o kadar azalır ki. Şeref asla yalnız kalmayacak adamdı ve kalmadı.

    Fenerbahçe takımında bir yıl bazı maçlarda oynayıp birçok maçlarda kadro dışında olmak onu üzmedi. Çalıştı ve sabretti.

    Sonra ertesi yıl 1956/57 sezonunda takıma yerleşiverdi. Öylesine yerleşti ki, 32 lig maçının hepsinde vardı. O günden sonra her yıl lig maçlarında en çok yer alan Fenerbahçeli o oldu. Sahada hiçbir mücadeleden kaçmıyor, hiçbir maçtan sonra da sakatlanıp takımdan dışarda kalmıyordu. Ağırlık yavaş yavaş bu kudretli bünyenin üstüne yıkılmaya başladı.

    Eğilmedi vücudu, ezilmedi, yılmadı. Takımında en büyük yükü taşıyan adam olmak onu isyan ettirmedi. Bir taraftan futbola olan aşkı gittikçe bir alev haline geliyor, bir taraftan kendisini Fenerbahçe’nin bir organı bir hücresi gibi görmeye başlıyordu. Futbol bir sevgiliydi ki, ondan ayrılamaz, Fenerbahçe bir büyük vücuttu ki, ondan kopamaz.

    Onu iyi tanımak ve unutmamak gerekir

    Futbolcu vardı, ince ve zarif stiliyle tarihe geçer, Lefter gibi, M. Ali gibi, Kadri gibi, Büyük ve Küçük Fikretler gibi, Boduri gibi, Can gibi… Futbolcu vardır, kısa yoldan sonuca gidişiyle başarı ve şöhret kazanır, adını zaferle birlikte yazdırır, Zeki Rıza gibi, Hakkı Yeten gibi, Beşiktaş’ın eski kartalları Şükrü, Kemal, Şakir gibi, nihayet Metin gibi…

    Ve futbolcu vardır: Şeref gibi…

    Ne göz dolduran – ya da göz aldatan – kişisel bir futbol üslubu vardır, ne de sonuca giden kesin bir vuruculuk vasfı. Sahada onun için tek rol ve amaç kalmıştır. Nasıl, nereden, kimin üzerinden olursa olsun takımın başarısı.

    Ne bir hareket cambazlığının şiirini seyredersiniz onda, ne de 11 kişinin çabasından elde edilen egoist bir kahramanlığı… Oysa her başarıda onun yapıcılığı, her ileri gidişte onun iticiliği vardır. Bu bir futbolcu tipidir ki artist değildir, fakat askerdir bir bakıma.

    İşte Şeref o futbolculardandı. İşte bunun içindir ki Şeref’e futbolun ve takımının “hamalı” dedi Türk esprisi. Ve biz bunun içindir ki bu yazı serisinin başlığını böyle koyduk: “Futbolu Sırtında Taşıyan Adam”.

    Şeref Fenerbahçe’ye girdiğinden bu yana hangi maçları oynadı, bu maçlarda neler yaptı, Junior Milli Takım formasından sonra giydiği Ay Yıldızlı forma altında döktüğü ter o formaya neler kazandırdı. Bunları tek tek ele alıp değerlendirmenin önemi yok şimdi. Önemli olan Şeref’i iyi tanımak ve unutmamaktır.

    Bir adam ki, ikisi Junior, üçü B, geri kalan 42’si A takımında olmak üzere 47 defa milli formayı taşımıştır. Bir adam ki son 20 yılda Fenerbahçe gibi bir takımın formasını en fazla taşımış olan sporcuların ikincisidir Lefter’den sonra… Bir adam ki, 18 yıllık futbol hayatının hiç değilse 7-8 yılında takımının yaptığı bütün resmi maçların hepsinde yer almıştır… Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Bir adam ki, katıldığı bütün maçlarda aynı fonksiyonu, yılmak bilmez bir irade, tükenmek bilmez bir enerji ile aksamadan yapmış, yani takımının yükünü severek omuzlarına almıştır.

    Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Bir adam ki, Küçük Fikret’in, Lefter’in, Ergun’un, Can’ın, Naci’nin, Basri’nin, Yılmaz’ın ve daha pek çok “Büyük” futbol yıldızının yanında oynamış fakat onların her birinden daha çok FENERBAHE’Yİ OMUZLARINDA TAŞIMIŞ OLAN ADAM olmuştur.

    Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Bir adam ki, Büyük Fenerbahçe’nin yaşı yüzyılları geçtikten sonra bile, kulübün tarihinin şeref sahifeleri içinde, onun adı “en fazla hizmet etmiş kişiler” arasında pırıl pırıl parlayacaktır.

    Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Ve Şeref Has, Türk futbolunun ve Fenerbahçe’nin hiçbir zaman unutulmayacak temel taşlarından biridir.

    Şeref Has karakterinde Şeref Has’ın ruh ve fizik yapısında bir futbolcu ile aynı devirde yaşamamış olanlar, biliniz ki futbol zevki bakımından bir şeyler kaybetmişlerdir.

    Büyük sevgilisi futbolu ve – bir hücre bir organizmaya nasıl bağlıysa öylesine bağlı olduğu – Fenerbahçe’yi sağlam ve gurursuz omuzlarında isteyerek taşımış olan adam!

    Selam sana!

    Kahraman Bapçum 18-21 Haziran 1969 – Milliyet…


    Has Şeref

    Seneler farkına varmadan geçiveriyor. Biraz geçmiş günleri düşünmeye niyetlenseniz her şey daha başka, her şey daha taze ve her şey daha renkli görünüyor insanın gözüne. Spor servisinde gördüğüm bir sporcu beni 15 sene evveline götürmüştü bile. Vefa Stadı’nın diz boyu suyla kaplı sahasında 100’e yakın genç arasından İstanbul genç karma seçmesini yaparken gözüme tertemiz yüzlü, efendi yapılı, istidatlı ve canlı bir genç ilişmişti. Bu genç canlılığı, hareketliliği, cesaretli hareketleriyle karmaya girmiş, İzmir’de yapılan şehirlerarası karma maçlarında da göz doldurarak kadroya alınmış ve 1954 Nisan’ında Almanya’daki Avrupa Genç takım şampiyonasına iştirak edip iki maçta da yer almıştı.

    Seyahat dönüşü Beyoğluspor kulübüne antrenör olmuş, kadroya genç ve istidatlı gençler almak kararını vermiştim. Bu genci Beyoğluspor’a aldığımda bazı idareciler “Bu da alınır mı” gibi sözler etmişler, ben de “Onu 1-2 sene içinde milli takımda görürsünüz” diye karşılık vermiştim.

    Nitekim kısa zamanda gelişen bu kabiliyetli genç Fenerbahçe tarafından transfer ediliverdi.

    İşte üzerinde hassasiyetle durduğum bu futbolcu, Fenerbahçe’nin unutulmaz yıldızlarından Mehmet Ali Has’ın kardeşi Şeref Has’tı.

    Kulüp ve renk sevgisini ön planda tutan Şeref ciddi çalışması ile sahalarımızın sevilen bir yıldızı oldu ve senelerce onsuz ne Fenerbahçe ne de milli takım akla gelmedi. Doksan dakika boyunca takımın bütün yükünü sırtına alarak çalışan, bütün gücünü ve terini çim sahalarda bırakan Şeref, uzun yıllar gerek Sarı Lacivertli renklerin gerekse milli takımın şerefi oldu.

    Şimdi bu şerefli çocuk futbolu bırakıyor ve biliyorum ki ona doyamadan ayrılıyor. Daha doğrusu meşin top onu terk ediyor. Ama bu ayrılış sadece Fenerbahçe ve milli takımdaki oyunculuğu olacak. Onu, bu vazifelerin bitimini müteakip yeni vazifeler bekliyor. Onun bugüne kadar yetişmesinde nasıl hizmet edenler olmuşsa o da bundan sonra birçok gençlerin yetişmesinde vazifeli olacak ve memleket sporuna yararlı olmaya devam edecektir.

    Seni memleket futboluna Şeref Has olarak verdim, Has Şeref olarak ayrılıyorsun.

    İleriki günlerin mutlu ve başarılı olsun.

    Cihat Arman 21 Haziran 1969 – Milliyet

  • Fikret Kırcan Röportajı

    Fikret Kırcan Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Cemil Turan röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Benim Mektebim

    Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur” deriz her zaman siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Fikret Baba?

    25 Aralık 1919 doğumluyum. Doğuştan Fenerbahçeliyim diyebilirim. Evimiz Feneryolu semtindeydi. 10 yaşımdan beri futbol oynardım. Çocukluğumdan beri de Fenerbahçe’nin içindeyim.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’ne girişiniz nasıl oldu?

    Yıl 1934. 14 yaşındaydım. Küçük antrenman sahası vardı, orda futbol oynardık bir gün çağırdılar. Fikret Arıcan, “Gel, başla Fenerbahçe’de sen de Küçük Fikret olursun” dedi.

    Küçük Fikret olarak Fenerbahçe’ye girdim. 1934 yılında Taksim stadında Galatasaray – Fenerbahçe maçı vardı. O zaman Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciydim. Büyük Fikret Fenerbahçe takımının kaptanıydı. O gün bana “Bugün seni oynatacağım” dedi. Ben heyecanla bekliyordum, bir baktım benim yerime kardeşi Semih’i oynattı. Ben ağlayarak oradan kaçmıştım. O maçta Fenerbahçe 3-0 mağlup olmuştu.

    Rahmetli Gündüz Kılıç ve Haşim ağabey beni Galatasaray’ın idmanına götürdüler. O an için üzülüp kızmıştım. Artık Galatasaray’da oynayacaktım. O sıralarda Zeki Rıza Sporel geldi. “Senin yerin Fenerbahçe” dedi. Beni tekrardan Fenerbahçe’ye götürdü. Galatasaraylı Gündüz Kılıç Bey hiçbir şey diyemedi.

    Genç takımdan başlayıp yöneticiliğe kadar yükselen bir dönem geçirdiniz.

    Genç takımla başladım. 1934-1956 arası 22 sene futbol oynadım. Rüya gibiydi. 6 kez şampiyonluk ve 10 kupa şampiyonluğu yaşadım. Ayrıca Milli Takım Komite Başkanlığı, Futbol Federasyonu ve Fenerbahçe’de yöneticilik, Milliyet Gazetesinde de spor yazarlığı yaptım.

    Bu rüya gibi geçen futbol yaşamınızda arkadaşlarınızla iletişiminiz nasıldı? Uzun süre takım kaptanlığı yaptınız.

    Hepsini çok seviyordum, onlar da beni seviyorlardı, hepsiyle sonuna kadar geldik.

    Maçtan evvel bana hep sorarlardı: “Ne yapalım?” diye…

    “Yenilmek yok” derdim.

    “11 kişiyiz, çıkacağız, oynayacağız. Hiç konuşmayacağız. Başka kaidesi yok” derdim.

    Çok golünüz var mıydı?

    Hem de çok. Diğer yandan gol pasım da çok. 412 maçta 139 tane golüm var. Bir sürü kupa maçı yaşadım. İlk zamanlar yalnızca İstanbul Ligi vardı. Galatasaray, Beşiktaş, Vefa, Beykoz, Süleymaniye gibi takımlar vardı. Öyle başladık. Sonra sistem değişti. Yalnız İstanbul değil, tüm Türkiye’de oldu maçlar.

    Bir Beşiktaş maçımız var: İyi de başladık fakat 20. dakikada Dolmabahçe’de Beşiktaş 3 tane gol attı. Ben de kaptanım. Halk, taraftarlar sinirli tabi, bağırıyorlar.

    Devre arasında odaya geldik. Baktım, menajer yok, teknik direktör yok. Beşiktaş gene atacak 6-7 olacağız diye kimseler kalmamış.

    Lefter dedi ki “Ne yapacağız Fikret ağabey?”

    “Yüzünü yıka gel” dedim.

    Sonra Burhan geldi . “Ne yapacağız?” dedi.

    “Git yüzünü yıka gel, kafanı dağıt ruh, aşk Fenerbahçe düşüncesi ile oynayacağız, maça yeni başlamışız gözüyle bakacağız. Lefter, sen sol açık, ben sağ açık, Burhan sen santrafor oynayacağız” diye direktifler vermeye başladım.

    Sonra maç başladı. 10 dakikada 3 gol attırdım. Lefter “Allah Allah Fikret, Fikret maç bitecek.” diyor.

    Coşkun sol açık, topu aldım, defans durdu. 15 dakika var. Hakem gördü, “Oyna” dedi. 4-3 attılar golü. Lefter gene geldi “Biz bittik Fikret ne yapacağız?” dedi.

    “Dur, daha 15 dakika var. Maç bitmedi.” dedim. 10 dakika daha geçti. Ortadan köşeye vurdum; 4-4 oldu. 3 dakika var topu Lefter’e bıraktım, geldi, direkten döndü olmadı. Bana geldi top, vurdum, yine direkten olmadı. Sonuçta 4-4 bitti. Bu da inancın, takım ruhunun gücüdür. 3-0 olan maçı 4-4 sonuçlandırabiliyorsunuz. 

    1958-1959 sezon başı, 2 ayrı grupta oynanıyordu. O zamanki prosedür gereği; grup maçlarını lider tamamlayan Fenerbahçe ve Galatasaray finalde karşılaşacaktı.

    Fenerbahçe, Metin Oktay’ın golüyle ilk maçta 1-0 yenildi ama biz Galatasaray’ı rövanşta 4-0 yenerek şampiyon olduk.

    Rövanşın hikayesi ise şöyle: Galatasaray’a 1-0 mağlubuz, üzüntülüyüz. Kamp Yeşilköy’de, antrenman yaptık.

    Cuma akşamı çocuklarla oturdum, “Kimseyle konuşmayacağız” dedim.

    Yöneticiyim, kimseyi almadım toplantıya. “Bu ruh ve bu aşkla başlayacağız” dedim. Lefter sağ açık, Naci santrafor, Osman orta saha sonra Seracettin vardı. Oyun kurulumuyla ilgili kimseye bilgi vermedik.

    Başkanımız Agah Erozan ile yemek yedik. “Fikret durum nasıl, plan nasıl?” dedi. “Takım 30 değil, 11 kişi söyleyecek bir şey yok” dedim. Kızdı bana ama hiç aldırmadım bir gün sonra geldi, maç 4 -0 bitti, şampiyon olduk.

    Savaş çıkacak haberlerinde Amerika’ya gitmek istediğiniz doğru mu?

    Harp olacak, o hava var. Yıl 1939, 19 yaşındayım. Evliyim. Konuşuyoruz “Ne yapalım, ne edelim, kime söyleyeyim.” diye… En güzel şey; Saracoğlu ile görüşmek üzere Ankara’ya gittim, kimseyi almıyorlar. Başbakanlığa çağırdı, hemen elini öptüm. “Ne istiyorsun?” dedi. “Amerika’ya gitmek istiyorum” dedim. Bak dedi: “İsviçre’ye gidersen olur.” O zamanlarda Hukuk Fakültesi 2. sınıftayım. “Ben sevmem İsviçre’yi…” dedim. Ondan sonra olmadı, kaldı. Ayrılırken yanından “Bak, Galatasaray maçımız var, unutma gol at” dedi. O maçta da gol attık. 2-1 bitti.

    Ya Hukuk Fakültesi?

    Hukuk Fakültesi’ni de 2. sınıftan devamsızlıklardan bırakmak zorunda kaldım. Futbol daha ağır bastı.

    Teknik direktörlerinizle aranız nasıldı?

    Hepsi başkaydı. Hakikatten iyi hocalar vardı. İlk geldiğim sene Macar antrenör Josef Svenk geldi, bir İngiliz hoca James Eliot geldi. Ignace Molnar, Fikret Arıcan, Cihat Arman harika insanlar kimler geldi kimler. Hepsiyle çalıştım.

    Çok uzun süre takım kaptanı oldum, teknik direktörlük de yaptım. 1993’e kadar Fenerbahçe’ye hizmet verdim. En son Güven Sazak başkanlığındaki yönetimdeydim.

    Peki, şimdiki teknik direktörümüz ve futbolcularımızı nasıl buluyorsunuz?

    Zico’yu pek tanıyamadım çünkü çok seyredemedim. Futbolcularımız ise iyi, zamanla daha iyi olacaklar.

    Tuncay’ı beğeniyorum ama bazen çocuk oluyor. Menajerinin ve antrenörün onunla konuşması lazım. Havaya getirmek başka bir şeydir.

    Ben, Galatasaray’dan bir oyuncuyu getirmiştim Fenerbahçe’ye. Sahaya çıkmaya korkuyordu. 30.000 kişi küfür edecek bana dedi. Hiç unutmam onun kulağına pamuk koyardım maça çıkarken “Şimdi artık duymazsın hiçbir şeyi” derdim. Ayrıca hepsiyle tek tek konuşurdum. Şimdi fazla konuşan yok. Konuşmak ve onların psikolojisiyle yakından ilgilenmek gerek.

    1965 senesinde önce Can Bartu’yu İtalya’ya götüreceğim üç gün sonra da oradan Almanya’ya geçeceğim. Avrupa kupa maçımız var, geldim, bir gün antrenman yaptı. Yemek yiyor. Halit Kıvanç da var.

    Can’ı Fiorentina’ya vereceğiz.

    Can bize söyleniyor: “Ben kalamam, yapamam.” diyor.

    “Yapacaksın” dedim.

    Fiorentina’da dünya çapında antrenör Hamren vardı. Can’ı çok sevdiğini ve beğendiğini söylemişti. Bir de ikazı olmuştu Hamren’in: “Bir Mercedes getirmiş, kocaman. Siz babasısınız. Bu araba olmaz. 10 sene sonra alır bu arabayı, bu çocuğa lütfen söyleyin” dedi. Onun bile Volkswagen’i vardı. Can’a söyledim. “Hemen babacığım” dedi ve sattı.

    Üzüldüm geçen sene Tuncay’a da söylemek istedim. Sonra vazgeçtim çünkü hepsi öyle lüks arabalara biniyorlar. Bende de vardı arabalar, iki şirketim vardı, spor bakanı oluyordum. Çok da zengindim ama babam “Mütevazı olmak lazım. Hepsi spor hayatı bitince…” derdi. Şimdi belki devir değişti ama göz önünde olan insanların her hareketlerine dikkat etmesi lazım.

    Ayrıca en son Melih’in cenazesine Galatasaray eski başkanı gelmiş, Beşiktaş eski başkanı gelmiş. “Fikret ağabey” diye öpüyorlar demek ki bir saygı, sevgi var. Eskiden Galatasaray-Fenerbahçe maçlarından sonra yemeğe giderdik. O zaman bir başkaydı. Kim yenilirse yenilsin herkes dost, ağabey ve kardeşti.

    Arjantin Devlet Başkanı Peron’un eşi Eva Peron, hastalığı sırasında iyileşmesi için adına Mevlit bile okutan Türk halkının sevgisinden duygulandığı için Türkiye’yi ziyaret eden Arjantin Kulübü Athletico Lanus aracılığıyla bir de gümüş kupa göndermişti. Beşiktaş ve Galatasaray ile oynayan Lanus, son maçını yaptığı Fenerbahçe’ye 3 – 2 yenilince, kupa da Fenerbahçe’nin Müzesi’ne gitti. Bu takımda da kaptandınız…

    1951-1952 Arjantin maçı vardı, Galatasaray’a 5 tane, Beşiktaş’ a 6 tane attılar. Son maçı biz oynayacağız. Arjantin Dünyanın en büyük takımlarından birisi tabii.

    Maç Dolmabahçe’de oynandı. Çocuklara “Hiç sıkılmayın, çıkacağız ve her zaman oynadığımız gibi futbol oynayacağız” dedim. Harika oynadık. 3-2 kazandık. Manşetlerde gazetelerdeydik.

    Sonra geldiler bana teklif ettiler “Arjantin’e gideceksin orada her şey var.” dediler. “Yok, benim mektebim burası; Fenerbahçe” dedim.

    Milli Takımda da oynadınız…

    Milli takımda 12 kere oynadım. 3 kez kaptanlık yaptım.

    1936’dan 1948’e kadar Milli maç zaten yoktu. Tam 12 sene.

    Milli Takımımız 2. dünya savaşından sonra 23 Nisan 1948’de ilk maçını Yunanistan’la yaptı. Takımın çoğu Fenerbahçe’dendi. Oraya gideceğiz, başladık oynamaya. Beşiktaş’tan Şükrü, Fenerbahçe’den Lefter, Ahmet Erol hatırladıklarım…

    7. dakikada ilk golü attım. Sonra Lefter attı. 2-1 oldu sonra Şükrü attı, kazandık. Maç Atina’daydı. Saha da nasıl kötüydü bir görseydiniz, nasıl biliyor musun? Çorak. Sonra yengiliye doyamamış olacaklar ki bir 3. maç daha istediler. Bu kez de Yunanlıları İstanbul’da yendik. Burada da golü Lefter atmıştı.

    Bir de Leningrad zaferimiz var…

    Can Bartu ile Rusya’ya gittik. Büyük Fikret direktördü. 1956’da oynayacak halim yoktu. “Oynarsam bir hafta sonra oynayabilirim” dedim.

    2 maç oynayacağız Leningrad’da. Büyük Fikret dedi ki: “Oynarsın”. Antrenman yaptım, sahayı açmışlar 90 bin kişi. Rusya’ya kimse gelmemişti. Gece maçı oynuyoruz üstüne üstlük.

    Halit Kıvanç aradı, sordu: “Ne olur maç?” dedi.

    “Futbol bu, oynayacağız maçı 2-1 alacağız” dedim.

    Pat gol geldi. Sonra Mehmet Ali’ye pas attım, durum 1-1 oldu. Sonra bir harika gol attım, 2-1 kazandık.

    Ruslar bırakmadı bir maç daha dediler. Oynamadık. Daha ne oynayacağız! Rusya’da bir tek şeye üzülmüştüm. Nazım Hikmet’i görmek istediğimi söyledim yetkililere. “Akşam bekle” dediler. Bekledim ama gelen olmadı, gelemedi. Çok üzülmüştüm.

    Örneğin maç oynanıyor, yeniliyorsunuz… O esnadaki duygularınız ne olurdu?

    Bırakın yenilgiyi hiçbir şey düşünmemek gerekiyor. Oynayacaksınız maç bitti mi bitmedi sonuna kadar havaya getirirdim, pozisyona girerdim, kötü düşünmek yoktu benim için. Ben koşup oyuncuları da öperdim, “Boş ver, atacağız.” derdim.

    Bir gün Lefter’le başladık. 3 puan öndeyiz, şampiyonluğa oynuyoruz. Beşiktaş’tayız. Denize karşı oynuyoruz, kar var, soğuk var. Lefter sağ iç, ben sağ açık oynuyorum, defansı geçtim, sağımda Burhan, solumda Lefter, tam 7 metre kala kaleye önden geldim.

    Lefter seyircilere “Fikret ağabey bana pas vermez, çocuklara pas verir” dedi.

    “Mahvedeceğim” dedim içimden… Haber öyle manşete geçti. Maç 0-0 bitti.

    Salı günü antrenmana geldim, odaya girdim. “Çıkın dışarı” dedim. Lefter odada kaldı.

    “Ne yapayım, seni öldüreyim mi seni” dedim.

    Ağlamaya başladım, “Yanlış düşünüyorsun” dedim.

    “Babacığım, babacığım” diye o da ağlamaya başladı.

    Başarılıydınız belki bir iki sene daha oynayabilirdiniz. Niçin bıraktınız?

    “Kal” dediler tabii ama 36 yaşında şampiyon oldum ve bıraktım. Neden biliyor musun?

    1946’da bir Beşiktaş maçı vardı. Kaptan Hakkı Yeten ağabey 36-37 yaşındaydı. Götüremiyordu maçı, oynayacak hali yoktu. Bir baktım taraftarlar, kötü sözler söylediler. Tabii ki nankörlük bu insanların yaptıkları. Ağladım o gün.

    Demek ki her şey zamanında olmalı. “Unutma Fikret zamanında bırak” dedim kendi kendime. 1956’da futbolu bıraktım.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oyuculuk dışında hangi görevlerde bulundunuz?

    Futbol Vakfını kurdum. Buranın ilk başkanlığını yaptım, sonra Ziya Şengül’e devrettim. Sezon antrenörlüğü, asbaşkanlık yaptım. İnsanlar spor yaşamım sonrasında da beni hiç yalnız bırakmadılar.

    Tanju Hanım siz neler söyleyeceksiniz Fikret Baba ile ilgili?

    Yakışıklı, iyi kalpli ama herkesin uzaktan çekinerek yaklaştığı bir insan. Kalbi yumuşacık ama kendine dışardan öyle bir duvar örmüş ki tanımayan çekinir, tanıyan da çok sever. Prensipleri olan, tutucu, tam bir oğlak erkeği. Fikret, karakteri çok sağlam bir insan.

    4 kardeşler. Babasını 3 yaşında kaybetmiş. Dedesi Kırca Ali Paşa çok zenginmiş.

    Paraya hiçbir zaman ihtiyacı olmadı. Futbolda kazandığı parayı bile takım arkadaşlarının arasında pay ederdi. Futbolu kendi Fenerbahçe sevgisi ve zevki için oynadı. Ama bunun zevki için olduğunu da hiç bir zaman belli etmedi. Sorumluluklarını her zaman bildi. Çünkü bu onun yaşam biçimiydi.

    Babamız halen çok yakışıklı. Bu konuda neler söyleyeceksiniz Tanju Hanım?

    İstanbul’da en iyi giyinen erkekler arasındaydı. Çok da çapkındır. Bir arkadaşım anlatmıştı. Fikret Karaköy vapurunda lüks mevkide gidermiş. Kaptan anons yaparmış, “Fikret’ in tarafına fazla gitmeyin vapur o tarafa yatıyor” Bütün hanımlar, genç kızlar gemide Fikret’in yanına giderlermiş. Çok hayranı vardı. Herkes “İdolüm” diyordu.

    Maçları izlerken siz nasılsınız, Fikret Baba nasıl?

    Ben ondan çok heyecanlanıyorum. Giderim Fikret’in ellerine bakarım buz gibi. İçinde yaşıyor her şeyi. Çok fazla kızarsa o zaman tepkisini veriyor. Ben çığlık atıyorum, bağırıyorum. O sakin. Sanki ben futbol oynamışım, o oynamamış.

    Geçen sene şampiyonluğu son anda kaçırdığımızda tepkileriniz ne oldu? Fikret Baba ne yaptı?

    O Denizli maçı… O maçı hediye ettik, ellerimizle şampiyonluğu verdik. Yani hatırlamak bile istemiyorum. Çok üzüldük hasta gibiydik. Fikret “Top yuvarlaktır her şey olur her türlü ihtimali kabul edeceksin” der. Bu da bir olgunluk herhalde… Heyecanları içinde yaşıyor. Ben o şampiyonluğu kaybedilmiş saymıyorum. Fenerbahçeli olmak ayrıcalık öyle doğduk, öyle gidiyoruz.

    Fikret Baba saçları bozulacak diye hiç kafa topu vurmazmış. Siz biliyor muydunuz?

    Benim annemle babam maça gidermiş. Babam anneme dermiş ki “Bak Fikret hiç topa kafayla vurmaz onun saçları çok kıymetlidir.” Hakikatten Fikret’in saçları kıymetlidir.

    Fikret Baba’ya dönüyoruz. Gerçekten saçlarınız kıymetli miydi?

    Öyle derler. Ama Altay maçında bir tane kafayla golüm var. Bir anda attım. (Gülüyor)

    Hatırlanmak, hala tanınmak nasıl bir duygu?

    Geçen senelerde Amerika’ya gideceğiz. Delta Hava Yolları’na geldik. 550 kişi sıradan geçerek uçağa biniyoruz. Bir görevli selam durarak “Sayın Fikret Kırcan hoş geldiniz” dedi şaşırdım, Türk olsa gerek. Güzel bir duygu hatırlanmak ve en önemlisi iyi izler bırakmak. Çok güzel günler yaşadım, çok önemli insanlarla tanıştım ama beni bugüne kadar en çok etkileyen an Atatürk’le karşılaşmamdı. Moda’ya geldik. 14 yaşındaydım. Atatürk, İngiltere kralıyla motorla yanaştı. Saçımı okşadı. Gözlerine bakamamıştım. En çok gurur duyduğum andı.

    Taraftarlara mesajınız var mı?

    Bu muhteşem taraftara tek mesajım var: Hepsini çok seviyorum.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Futbol Goldür

    Futbol Goldür

    3 Mart 1968 tarihinde, Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı 3-0 yendiği ve Metin Oktay’ın kırmızı kart gördüğü maçın gazete yazılarından seçmeler ve fotoğraflar karşınızda… Olayı en iyi özetleyen rahmetli Halit Kıvanç olmuş: Futbol goldür!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Seyirci: 41.835 kişi

    Hasılat: 497.525 TL

    Hakemler: Franz Wöhrer (Avusturya), Puchinger (Avusturya), Tarık Yamaç

    Fenerbahçe: Yavuz Şimşek, Şükrü Birand, Levent Engineri, Selim Soydan, Ercan Aktuna, Yılmaz Şen, Ogün Altıparmak, Fuat Saner (Ziya Şengül), Abdullah Çevrim, Nedim Doğan, Yaşar Mumcuoğlu (Erdinç Sandalcı)

    Galatasaray: Yasin (Radunoviç), Bekir, Doğan, Mustafa, Talat, Turan, Yılmaz, Mehmet, Ayhan, Metin, Uğur

    Goller: Ogün (9′), Yaşar (35′), Abdullah (57′)


    Fenerbahçe Teknik Direktörü Ignace Molnar:

    Çocuklardan çok memnunum. Verdiğim taktiği harfiyen yaptılar. Ben “Gol yememek, gol atmak” esasına göre taktik vermiştim. Galatasaray ringin kenarına sıkıştı ve iki defa knock-down oldu. Sonra, Abdullah’ın knock-outı ile bu iş bitti. Biz büyük konuşmakla değil, büyük maçlar kazanmakla yetiniyoruz. Şimdi fazla konuşmak istemiyorum. Kâfi derecede çocuklar konuştu sahada.

    Fenerbahçe Başkanı Faruk Ilgaz:

    Bizi küçük görenlerin cezası ağır oldu. Bu takım böyle oynadığı takdirde, her zaman önüne geleni silindir gibi ezer. Çocukların şampiyonluk yolundaki azimlerini alkışlarım.


    Namık Sevik: Galatasaray Coştukça Yedi

    Gelelim top yokken Yılmaz’a tekme atan Metin’e… Bu çok sevilen Türkiye çapındaki sempatik futbolcunun tahrik ve bilmediğimiz sebepler ne olursa olsun, futbol hayatının sonuna yaklaştığı şu yıllarda rakibi tekmelemesine en az kendisi kadar bizler de üzüldük. Evet, Fenerbahçe rakibinden daha iyi oynamadı, fakat kazandı. Hem de farkla…

    Necmi Tanyolaç: Galatasaray Kontraya Geldi

    Fenerbahçe dünkü büyük maçta gerçekten akıllı bir boksörü andırıyordu. Güçlü gövdesiyle mücadeleyi kendi köşesinde kabul ederken, çabuk işleyen kollarıyla saldırdı Galatasaray’a. Bu kollar Ogün, Abdulllah, Ogün çapında üç ters adamdı. Sonunda hep beraber gördük, Galatasaray’ın ringin dışına düştüğünü…

    Halit Kıvanç: Futbol Goldür

    Tek farklı galibiyetle bile bayram etmeye hazır ezeli rakiplerden birinin ötekini, hem de sıfıra karşı üç golle yenmesi “Tek Adım” atlamada “Üç Adım” rekorunu kırmak kadar önemliydi. Ve Fenerbahçe, Lig maratonunda, bu çapta zorlu bir dönemeci aşmış olduğu için sevinmekte yerden göğe haklıydı.

    Şükrü Gülesin: Üç Pas-Üç Gol

    Pıt pıt, tık tık futbolun ismine “modern futbol” dediler. Şayet bu böyle ise Galatasaray da dün bu “modern futbol”dan güzel örnekler verdi. Fenerbahçe ise ilerideki üç hızlı adamı ile üç pasta gol atma maharetini gösterip ezeli rakibini net bir skorla alaşağı etti.

    Turgay Şeren: En İyi Takım Galip Takımdır

    Dünkü maça Fenerbahçe beraberliğe rıza gösterir şekilde başladı. Hiç ummadığı bir anda galip duruma geçince defansta daha iyi kapandı. Kaleci Yavuz’un da başarılı gününde olması müdafaalarının daha şuurlu oynamasında mühim rol oynadı. Fenerbahçe “Makbul” olan neticeyi ve “Lazım” olan iki puanı aldı gitti… Kendilerini tebrik etmemek elden gelmiyor. Hem unutmamamız lazım olan bir şey daha var ki “En iyi takım galip takım”, “En iyi futbolcular ise galip takımınkilerdir”…


    Futbol Goldür
    Futbol Goldür
    Futbol Goldür
    Futbol Goldür
    Futbol Goldür
  • Türkiye’nin Gerçek Sevgisi

    Türkiye’nin Gerçek Sevgisi

    Fenerbahçe tarihinin en güzel yazılarını ve tamlamalarını yazan kalemlerden birisi Halit Çapın. “Biz Fenerbahçeliyiz, bizden çok adam çıkar” sözünün sahibi olan büyük Fenerbahçeli, “Türkiye’nin Gerçek Sevgisi” diyerek halkın Fenerbahçe’ye olan muhabbetini üç kelimede eksiksiz bir şekilde tanımlamış. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Sevgisi

    Memleketimiz “O deniz ülkesiydi”… Ve de “sevdalı değil, karasevdalıyız” Fenerbahçe’ye…

    Ben çok küçümen olduğumdan mı büyüktü Fenerbahçe o geçmiş zamanlar? Yoksa kocadık mı ne, ondan mı küçülmede giderek Fenerbahçe?

    Padişah sülalesince… İmparatorlar ve dahi krallarca bir büyük armada… Sevgisi babadan çocuğa geçen… Miras diye evlad-ü riyale bırakılan… Öyle bir şey ki başka bir yerlerde görülesi yok…

    Babam Fenerbahçeliydi… Ben ve kardeşlerim de öyle olduk… Kızım, anasının dayanılası olmayan Galatasaraylılığına karşın, Sarı-Lacivert renkleri taşımakta… Şükrü Gülesin’in bir zamanlar dediğince, “Türkiye’de her çocuk Fenerbahçeli doğar. Sonra bazıları başka takımları seçer…” Geçmiş tarihlerde bir yazıma ben, “Ayıptır söylemesi, ben Fenerbahçeliyim” diye girmiştim… Yetmez mi anlatmaya?

    Karamelalardan çıkardı Fenerbahçe, kendisinden uzakta olanlara…

    Cihat’lar, Murat’lar, Ahmet’ler, Halil’ler, Samim’ler, Müjdat’lar, Mehmet Ali’ler… Suphi’ler, Donanma Kamil’ler… Ve diğerleri ve diğerleri… Ütüleyip biriktirirdik, kıymetli pullar biriktirircesine…

    Ben ilk canlı Fenerbahçe’yle İzmir’de tanıştım. Bıyıklarım ne zaman çıkacak diye düşler kurduğum günlerde… Milli küme şampiyonluğu için Fenerbahçe ve Altay karşı karşıya… Fener’in şampiyon olması için dört sıfırlık bir yengi gerek… Yoksa şampiyon Galatasaray. Altay’da şimdi anımsadığım Clark kardeşler… İki İngiliz… Topa öyle vuruyorlar ki meşin yuvarlağın haykırdığını duyuyorsunuz acıdan… Ama kalede Cihat… Anlatılmaz ki… Tarzan denilen Mehmet Ali anlatılmaz ki… Suphi, Halit, Erol ve karamele kağıtlarındaki o eski ve sevgili tanışlarım…

    Ve maç dört sıfır Fenerbahçe’nin…

    O zamanlar Fenerbahçe’ye çekilen “Ole!” bütün yaşamı boyunca İspanya’da çekilmedi El Cordobes’e…

    Ve ne zaman anladım ben Fenerbahçe’nin büyüklüğünün, Galatasaray ve Beşiktaş’ın büyüklüğünden soyutlanamayacağını? Çokça bir zaman sonra. Ne zaman ki Galatasaray ve Beşiktaş büyüktü, Fenerbahçe de büyüktü… Galatasaray’ı da tutarım o yüzden, Beşiktaş’ı da… Onlar olmasa Fenerbahçe hangi büyük yengilerle taht kuracaktı gönüllerde…

    Yaşar Kemal Akçasaz’ın Ağaları’nda Derviş Bey’e “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler, çekip gittiler” dedirtir…

    Ve işte o güzel futbolcular çekip gittikten sonra statlardan, yürüyen zamanla birlikte arkadaş oldular benle… Çoğu dost oldular… O yüzden severim ben eski Fenerbahçeliler kadar eski Galatasaraylıları ve de eski Beşiktaşlıları.

    Günlerden bir gün Kulis Kulüp’te oturuyorum… Şükrü geldi (Gülesin). İki dirhem bir çekirdek… “Nikaha mı?” dedim… “Yok” dedi. “Hakkı kaptan benle, Kemal’i (Beşiktaş’ın o unutulmaz santrforu) yemeğe davet etti. Ona gidiyoruz”… Sonra Mücap düştü (Ofluoğlu), “Hadi siz de gelin” dedi. Şükrü ile Kemal yan yana olduklarında çok vahimleşmekteler… Yanlarında ciddiyet, ölü… Ve kalkıp gittik… Hakkı kaptan içerde… Şükrü de Kemal de 45 yaşlarını geride bırakmışlar… Kaptan’ın önünde ceketlerini iliklediler… O oturmadan oturmadılar, o çatalı almadan eline, dokunmadılar hiçbir şeye… O konuşmadan konuşmadılar da. Ben böyle bir sahneyi az gördüm… Vakit geçince Mücap aldı laf sazını eline. “Kaptan Hakkı” gülmekten fenalıklar geçirmekte… Kaptan güldüğü için diğer ikisi de gülmekte… Ve sonra dedi ki Hakkı, “Mücap Bey” dedi. “Mücap Bey, ben bunlarla uğraşmaktan sizler gibilerle tanışma olanağını bulamadım hiç. Bunlarla uğraşmaktan hep…”

    Şükrü de Kemal de başlarıyla onayladılar.

    Çok zaman geçti aradan… Bir şey ettim… Fenerbahçe sevgisi miydi o, yoksa gazetecilik mi? Hala bilmem, bilemem… Polis muhabirliği yapıyordum. Gizli polis bülteni geçti elime bir gün… Bültende Metin Oktay’ın askerlik görevi yüzünden polis tarafından arandığı yazılıyordu. Görüldüğü yerde tutuklanması isteniyordu. Ve Metin ertesi gün Galatasaray forması altında maça çıkacaktı. Oturup haberi yazdım. “Polis tarafından aranan Metin Oktay bugün Mithatpaşa Stadı’nda” diye… Abdi İpekçi, coşkusunu bir yerde, sadece bir yerde orta yere koyardı: Galatasaray takımı sahaya çıktığı zaman… İnanmazsınız ama Abdi Bey küfür bile ederdi Galatasaray için… Ve yine o Abdi Bey, o haberi Milliyet’in birinci sayfasına koydu. Metin Oktay tutuklandı hemen… Bir hafta boyunca telefon kanalıyla Galatasaraylılardan işittiğim küfürü, bütün yaşamımda duymadım.

    Ve sonra biz Metin Oktay ile dost olduk… Arkadaş değil, dost… Hem büyük bir futbolcu, hem iyi bir insandı o… Hani “O güzel atlara binip çekip gidenlerden…”

    Bunları neden mi anlatıyorum? Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş özdeşleştirmesi yapmak için…

    Şimdinin futbol aşığı gençler için ne büyük kayıp o zamanların üç büyüklerini seyretmemiş olmak… Lefter profesörlük unvanını YÖK’ten almamıştır… Çim yoldurarak, bel kırdırarak almıştır. Bir gün spor servisinde Baba Gündüz’le laflıyorum… “Baba” dedim, “Neden bıraktın Galatasaray’ı?” Kendine özgü gülümsedi, şaka mı, ciddi mi bilmem, dedi ki: “Üç sıfırlık maçta bizim Kamil’e Lefter’i tut dedim. Sonuç malûm. Sonuç, ikimizin de Kamil’in de benim de sonucum…”

    O maçta Lefter bizim sevgili Kamil’i çok tribünlere yolladı. Kamil’i bir rakkase etti çıktı ki vah vah… (Yarın Kamil’den telefon. Validenin ve pederin hatırını sormak için.)

    Can, şimdikilerin kafaya sıçrayamadıkları kadar kaldırırdı sol bacağını havaya… Raket gibi… Lefter profesörse, o en azından doçentti, biline… Öyle bir “senyor”u Fenerbahçe’nin artık göresi olası değil…

    Ben futbolu ve Fenerbahçe’yi Cemil’ler, Ziya’lar, Şenol’lar, Birol’lar, Ercan’larla birlikte bıraktım. Yani benim kuşakla birlikte… Sahalarda artık bir deli Basri, bir Mehmetçik Basri olmadığı için…

    Maçlarına falan gitmiyorum artık… Üzülmekle yetiniyorum…

    Sirano Berjerak’ın dediğince, “İstemem eksik olsun…”

    Ben geçmişin büyük armadasını görmüşüm… Şimdiki Fenerbahçe’yi ne edeyim: “İstemem eksik olsun…”

    Kiralıklarla, alınıp satılanlarla, Viç’lerle, hiçlerle dolu bir takım. Her şeyi parada arayan bir yönetim istemem, eksik olsun…

    Ve Attila İlhan’ın bir dizesiyle noktalayayım lafı:

    “Vurdun kanıma girdin, itirazım var…” FENERBAHÇE…

    Halit Çapın | 13 Mayıs 1984 – Milliyet Gazetesi

  • Büyük Futbolcu Fikret Kırcan

    Büyük Futbolcu Fikret Kırcan

    Fenerbahçe forması altında tam 22 sene. Büyük Fikret – Fikret Arıcan’dan devraldığı bayrağı pek fazla onunla birlikte oynamamasına rağmen Küçük Fikret olarak taşıyan bir Fenerbahçe efsanesi. Fikret Kırcan 1955/56 sezonunun sonunda 35 yaşında artık futbolu bırakmaya karar vermiştir. Dönemin acar muhabiri Halit Kıvanç kendisiyle uzun bir röportaj yapar, kendi anıları ve notlarıyla birleştirip 1956 yılının Ağustos ayında Milliyet Gazetesi için 18 günlük bir yazı dizisi hazırlar. 7 Ekim 1956’da oynanan Dinamo Moskova maçıyla futbolu bırakan Fenerbahçe’nin Küçük Fikret’inin futbol hayatını bize tüm detaylarıyla anlatan bu müthiş mirası gazete kupürlerinden çıkarıp Fenerbahçe Tarihi’ne sunuyoruz. Büyük futbolcu Fikret Kırcan ve başarılarla dolu bir futbol hayatının hikayesi…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Küçük Fikret Futbolu Bırakıyor

    Onu meşin topa kudretle hükmeder, o yuvarlak deri parçasını çizgi üzerinden adeta santimle ölçüp biçer gibi sürerken seyredenler, bu haber karşısında hemen eski günleri hatırladılar. Demek başlı başına bir stil yaratmış bu “Sağaçıklar Kralı” artık sahalarda görünmeyecekti.

    Fikret Kırcan geçen yıl da futbolu tamamen bırakmaya niyetlenmişti. Fakat hadiseler onu zorladı ve o futbolu bırakmak istediği halde futbol onu bırakmadı. Bir Rusya zaferinin zafer golünü atmak şerefi de, bu işte futbolun haklı olduğunu ispat ediyordu.

    “Faal sporculuktan tatlı hatıralar silinmeden ayrılmak…”

    Fikret bu düstura uydu ve her şeye rağmen artık meşin topa veda zamanının geldiğine hükmetti.

    O aynı zamanda güç erişilir iki rekor da kırmıştı: Birincisi 22 yıl fasılasız futbol oynamak. İkincisi de yine 22 yıl fasılasız aynı renkleri taşımak.

    Küçük Fikret futbola Fenerbahçe’de başladı. Ve işte bir veda maçı ile yine aynı formayı giyecek. Bu arada büyük futbolcunun sırtı milli takım, muhtelit takım veya mektep forması dışında başka hiçbir kulübün renklerini taşımadı. Bu, bilhassa profesyonelliğin ilerlediği devrimizde artık zor, ama pek zor yenilenebilecek bir rekordur.

    Mamafih 22 sene devamlı meşin top kovalama rekoru da aynı derecede mühimsenmeye değer ya.

    Yüksek teknik kudreti yanında efendilik ve sportmenlikle de bir kıymet kazanan Küçük Fikret, bugünün ve yarının nesilleri için “örnek bir sporcu” hüviyetinde görülecek simaların ilk sırasında gelir. Onun için yanında oynayanla karşısında oynayan birbirine yakın sözler sarf eder, takım arkadaşı da rakibi de Küçük Fikret’i “her bakımdan unutulmayacak şöhret” olarak gösterir.

    Fikret’e futbol sahası dışındaki hayatında da mesut günler dileyelim ve Türk futbolunun onun yerini aynı çapta Fikretlerle doldurması temennisinde bulunalım.

    İsmini Niçin Fikret Koymuşlardı?

    Hatıralarını kaleme almaya başlarken: “Fikret”, dedim, “Futbolu bıraktığın şu anda ne hissediyorsun? Futbola veda eden bir oyuncu ne der?”

    Güldü: “Ne diyecek” cevabını verdi, “On yaş daha genç olsaydım der.”

    On yaş daha genç olsaydı, 25 yaşında bulunacaktı. Evet yıllardır büyüyemeyen Küçük Fikret taşıdığı bu “Küçük” sıfatına rağmen şimdi 35 yaşındadır. Nüfusuna bakınca önce 36 yaşında sanırsınız. Fakat bu dünyaya beş gün acele gelmenin talihsizliğidir. Zira Fikret’in doğum tarihi 25 Aralık 1920’dir.

    Futbola Kadıköy’de başlayan, çocukluğu, gençliği Kadıköy’de geçen, şöhretini Kadıköy’de kazanmaya başlayan Fikret, bu tarihte Kadıköy’de doğmuştu. Ve bugün de gene Kadıköy’de oturur.

    Babası Mardin Mutasarrıfı Yusuf Ziya Bey’di. Yusuf Ziya Bey, Şükrü, Sacide ve Meziyet’ten sonra dördüncü çocuğunu eline aldığı zaman ona isim koymakta tereddüt etmedi: “Ali Fikret” dedi. Zira Yusuf Ziya Bey İttihatçılardandı ve iyi arkadaşı Tevfik Fikret’i de çok severdi. İşte oğluna büyük şairin adını veriyordu. Büyük annesi torununa bu ismin verilmesinden ziyadesiyle memnundu ve “İnşallah” diyordu, “o da Tevfik Fikret gibi memlekete faydalı büyük bir adam olsun.”

    Fikret henüz 4 yaşındaydı ki babasını kaybetti. Esasen bu devre sevimli çocuğun kendini ilk hatırladığı zamana isabet eder. Fikret bunu anlatırken: “Hafızamda kalan ilk vaka, üç yaşında kadarken kalabalık içinde babamdan para istediğim için kendisinden bir hayli dayak yediğimdir. Bundan sonra da Midyat’ta bir akşam üstü babamı sedye içerisinde eve getirdiklerini hatırlıyorum. Meğer sekte-i kalpten vefat etmiş.”

    Babasını kaybeden aile İstanbul’a gelmeye mecbur kalmıştı. Neyse ki Mehmet Paşa’nın torunu olan annesi Suphiye Hanım’ın da Ordu’da fındık bahçeleri ve malı mülkü vardı. Bunların iradı, kendilerini geçindirmeye yetecekti.

    Fikret için İstanbul, mektep hayatının başlaması demekti. Bu aynı zamanda arkadaşlar edinmesi ve en mühimi koşmaca oyununda yıldız olması manasına da geliyordu.

    Fikret’in ilk mektebi Madamın Fransız Mektebi oldu. Acar yavru 1927 yılında yazıldığı bu mektebe kapanıncaya kadar yani dört yıl devam etti. Burada koşmaca ve çocukların “anya-manya” dedikleri oyunca Fikret daima bir “as”tı. Onu yakalamak için bütün çocuklar elele tutuşmak ve beraber koşmak zorunda kalırlardı. Çünkü daima vücut çalımları yapan Fikret’i yakalamak imkansız denecek kadar zordu.

    Yıllarca sonra yeşil sahada, meşin top peşinde görülen ustaca vücut çalımlarının menşei, böylece ilk mektepteki “anya-manya” oyununa kadar dayanacaktı. Fikret daha ilk mektep sıralarında iken ilk sportif başarısını kazandı. 23 Nisan’da ilk mektepler arası 100 metre koşusunda ve çember yarışında birinci olmuştu.

    Fransız mektebi kapanınca bu defa altıncı ilk mektebe devama başladı. Burada da evvelki oyunlar devam etmekle beraber, artık Küçük Fikret de her çocuk gibi bir yenilik arıyor, koşmaca nevinden oyunlardan daha çok büyükleri meşgul eden oyunlara geçmek için sabırsızlanıyordu.

    Fikret Futbola Başlıyor

    Orta mektep, Fikret’in hayatında büyük bir değişiklik demekti. Bu çağ, yeni ve karışık derslerle beraber sevimli talebeyi bütün hayatında kendine esir edecek bir sevgiliyi de getiriyordu. Zira Fikret, Kadıköy Erkek Lisesi’nin orta kısmına girmekle futbolla tanışmış oluyordu.

    İlk topları tenis topu idi. Çok geçmeden evlerinin arkasındaki bahçe, daha sonra da bitişiklerindeki büyük arsa, yarının yıldızının ilk futbol sahaları oldu. Fikret’in Fenerli ilk takımı da bu arsada kuruluyordu. Kendi yaşındaki gençlerle bir araya gelen Fikret, artık “Feneryolu takımı”nın elemanı idi. Daima “amatör sporcu” ruh ve hüviyetini taşımış bu delikanlı, futbola başlarken en ileri derecesinde amatördü. O kadar ki, kurdukları mahalle takımının formalarını dahi kendi harçlıkları ile almışlardı.

    Forma da birer kısa kollu beyaz faniladan ibaretti ya… “Feneryolu” takımının kaptanı halen asabiye mütehassısı olan Kenan Tükel’di. Fenerbahçe’nin bugünkü İdare Heyeti azasından Sedat Bayur, bu takımda oynarken, Adalet’in şimdiki klas futbolcusu Erol Keskin de upuzun sarı saçları ile kale arkasında kaçan topları toplayan sevimli bir minimini idi. Fikret o günleri anlatırken “Feneryolu takımı diğer mahalle takımlarını yene yene kısa zamanda şöhret yaparken, ben de futbola gittikçe bağlandığımı hissediyordum” diyor.

    Küçük Fikret Büyük Fikret’le İlk Defa Nasıl Konuştu?

    Bir gün gene meşhur sahaları arsada bir mahalle maçı yaparken topları bitişik bahçeye kaçmıştı. Çocukların bağırması üzerine o bahçeye bakan evin penceresi açıldı ve pencereden… Evet çocukların hepsini heyecana boğan bir baş uzandı. Bu, Fenerbahçe’nin yıldızı, sol açık Fikret’ti.

    “- Ne istiyorsunuz?”

    Fikret’in sualine çocuklar bir ağızdan cevap veriyorlardı:

    “- Bahçeye topumuz kaçtı.”

    Bu defa Fikret ikinci bir sual soruyordu:

    “- Siz hangi takımdansınız bakayım?”

    Bu defa penceredeki büyük futbolcu Fikret’e arsadaki küçük futbolcu Fikret cevap vermişti:

    “- Fenerbahçeliyiz ağabey.”

    “- Hah şöyle… Hadi bakayım, girin de alın topunuzu!”

    Bir gün gelecek, penceredeki yıldızla yerdeki çocuk aynı kulübün elemanı olacaklar ve ikisini kolay ayırmak için penceredekine “Büyük Fikret”, yerdekine de “Küçük Fikret” denecekti.

    Küçük Fikret heyecanla naklettiği bu hatıra sırasında: “O zaman” diyor, “hepimiz o kadar Fenerbahçeliydik ki, top oynarken her birimiz meşhur Fenerbahçelilerden birine benzemeye çalışır, daima onları taklit ederdik. Ama Fenerbahçe’de oynamayı tahayyül dahi edemezdim.”

    Fikret bir yandan mahalle takımında, öte yandan da mektepte futbol oynuyordu. Hatta son ders sınıfın futbol aşıkları için çok zor geçiyor, ders esnasında elden ele giden kağıtlarda dersten sonra Altınordu sahasında çarpışacak iki takımın kadroları okunuyordu. Takımları daha derste kuruyor, zil çalar çalmaz da soluğu sahada alıyorlardı.

    Bir gün Fikret’e bir teklif geldi. Civardaki bir takım, yenildikleri diğer bir takıma karşı, kendilerini takviye etmesini Fikret’ten rica ediyordu. Küçük futbolcu için bu, büyük bir teklifti. Nitekim maçtan önceki geceyi adeta uyumadan, heyecan içinde geçirdi. Nihayet oyun saati gelip çatmıştı. Fikret’i takviye alan takım evvelki mağlubiyetin acısını çıkarmaya ahdetmişti, çok canlı oynuyordu. Fakat rakip de kuvvetliydi. Çekişmeli geçen maç dördünü Fikret’in attığı gollerle 7-3 onu takviye alan takımın galebesiyle son bulduğu zaman, genç futbolcunun sevinci hudutsuzdu.

    Fenerbahçe’ye Gelir misin?

    Fikret futbol hayatının en büyük heyecanının 1933 yılında duydu. Zira kendisine o ana kadar hayalinden bile geçiremediği bir sual soruluyordu:

    “- Fenerbahçe’ye gelir misin?”

    Fikret’le aynı mahallede oturan ve Fenerbahçe’nin namağlup genç takımında oynayan kaleci Necdet Erdem’le, soliç Şeref, Fikretlerin takımı ile bir maç istemişlerdi. Bu, bütün mahalle için bir bayram sevinci yaratan hadise idi. İlk defa büyük sahada oynayacaklar, ilk defa büyük bir takımla karşılaşacaklardı. Daha önce tribünlerinden gıpta ile seyrettikleri sahada koşmak, demek onlara da nasip olacaktı.

    Bütün takım derin bir telaş ve heyecan içindeydi. Var kuvvetleriyle oynadılar, çırpındılar. Amma galip gelmek imkansızdı. Fenerbahçe genç takımı hakikaten kuvvetliydi. Nitekim maç 2-0 Fenerbahçe lehine neticelenmişti. Fakat işte bu maç bittiği anda Fikret için yeni bir ufuk açılıyordu:

    “- Fenerbahçe’ye gelir misin?”

    O gün çıkardığı oyundan sonra Fikret’e bir teklif demek olan bu sual soruluyordu. Küçük futbol aşığı bir an başının döndüğünü hissetti. Rüya görüp görmediği hususunda tereddüte düştü. Demek antrenör Herr Schweng’in çalıştırdığı takıma, hayallerinin takımı Fenerbahçe’ye girip girmeyeceği soruluyordu.

    Sonradan tarif edemediği hisler içindeki küçük futbolcu, kendisine bunu soranlara sarıldı: Cevabını hareketiyle vermiş, o andan itibaren artık resmen de Fenerbahçeli olmuştu. Amma…

    Annesi Kulübe Girmesine Müsaade Etmiyor

    Amma akşam eve dönünce sevimli küçüğün sevinci birden sonra erdi. Zira onun heyecanla anlattıklarını dinleyen annesi, bu işe razı olmadığını bildirmişti. Fikret belki bu oyunda muvaffak oluyordu, fakat çok zayıf, incecik, naif bir çocuk için ağır bir spordu bu. Kulübe girdiği takdirde büyüklerin arasında ezilme tehlikesi de vardı. Ana kalbi bütün bunların tesirinde muvafakat cevabı veremiyordu.

    Fikret bu defa çok üzüntülü bir gece geçiriyordu. Bir yanda hayallerinin hakikat olması imkanı vardı, öte yanda da annesi. Ne birinciden vazgeçebilirdi, ne de ötekine karşı durabilirdi. Annesinin sözünü dinledi. Mahalle takımında ve mektepte top oynayarak arzusunu dindirmeye çalıştı. Lakin içindeki isteği söküp atamıyordu. Bir ay böyle geçti. İkinci ay birinciyi takip etti. Nihayet üç ay dolmuştu. Artık dayanamayacaktı. Ve dayanamadı da.

    Şimdi Fikret fazlasıyla hürmet ettiği annesine bir şey söylemiyor, lakin bazı akşamlar kaçamak yapıp Fenerbahçe Kulübü’ne gidiyor, antrenmana çıkıyordu. Onu Galip’in genç takımına almışlardı. Sedat, Enis, Muhlis, Nihat, Semih, Muammer, Bülent, Minas, Halit, Melih ve Saim bu takımda bulunuyorlar, yeni arkadaşları Fikret’e çok yakınlık gösteriyorlardı. Fikret bu vaziyetle kulübe daha fazla ısınıyordu. Hem artık yavaş yavaş annesine kulübe gittiğini hissettiriyor, annesi de aynı şekilde yavaş yavaş bu işe rıza göstermeye başlıyordu.

    Galip Bey Kulübün Her Şeyi İdi

    Fikret’in hayatında rahmetli Galip büyük bir yer tutmuştu. Nitekim şimdi eski günleri anlatırken, Galip beyden sık sık bahsediyor ve “Galip bey kulübün her şeyi idi” diyor, “Her çeşit sporla meşgul olmuş, her şeyi öğrenmişti. Sadece Fenerbahçe için çalışır, Sarı-lacivert renkler için canını verirdi. Otoriter olduğu kadar baba bir adamdı da. O zamanlar Fenerbahçe de birçok genç takım kurmuş, her birini eski şöhretlerden birine vererek hazırlatmıştı. Bunlar arasında iddialı maçlar yapılır, Fenerbahçeliler bu genç takımlardan yetişirdi. Kulübün yıldönümlerinde, spor bayramlarında, resmi geçitlere 12 takımın katıldığı çok görülen hallerdendi. Futboldan çok iyi anlayan Galip bey benim yetişmemde olduğu kadar benimle beraber birinci takıma yükselen pek çok gençle de meşgul olmuş, hepimize parlak bir istikbal temin etmiştir.”

    O günleri hasretle yad eden Fikret, rahmetli Galip’i hiçbir zaman unutmadığını ve hiç unutmayacağını da ilave ediyor.

    Tekrar o günlere, 1935 yılına dönelim. Artık Küçük Fikret genç takımın mümtaz elemanlarından biridir. Takımı da İstanbul Genç Takımlar şampiyonu olmuştur. Hatta bütün genç takımların teşkil ettiği muhtelit dahi bu şampiyon ekip önünde 2-0 mağlup olmaktan kurtulamamıştır.

    Fikret Birinci Takımda

    Fikret’in yıldızı birden çok parladı. O kadar ki, henüz 1936 yılında yani henüz 15-16 yaşında iken Fenerbahçe birinci takımında büyük şöhretlerin arasında yer alıverdi. Perşembe günkü antrenmandan çıkılırken Zeki Rıza küçük bir futbolcuyu, genç takımın acar sağacığı Fikret’i yanına çağırmıştı:

    “ – Fikret” dedi, “Pazar günü Ankara’nın Çankaya takımına karşı sağaçık sen oynayacaksın!”

    Şimdi Fikret yeni bir heyecan kasırgasına yakalanmıştı. Birinci takımda oynamak, Fenerbahçe birinci takıımının sağaçık mevkisini işgal etmek. Bu, kolay iş değildi. Şerefi kadar ağır ve mesuliyetli bir vazifeydi. Tecrübesiz futbolcu kalbi hızla ata ata soyunma odasına girdi. Pazar gününü hatırladıkça heyecanı tazeleniyordu. Fakat bir yandan da muvaffakiyet ihtimalini düşünüyor ve tatlı hayallere dalmaktan kendini alıkoyamıyordu.

    Nihayet Pazar geldi çattı. Ankara’nın Çankaya takımı da inadına sert oynuyordu. Fikret bütün heyecanını yenip kendine hakim olmuş ve genç takımdakinden çok daha iyi bir oyun tutturmuştu. Bir ara Çankaya beki Fikret’i biçmeye niyetlendi, fakat teşebbüsü boşa gitti. Ardından bir tekme daha. Fikret gene bir vücut çalımıyla sıyrılmıştı. Rakip bek yeni bir sertliğe hazırlandığı sırada küçük sağaçık, geriden sağhaf Cevad’ın sesini duydu.

    Cevat onu yanına çağırıyordu. Gitti. Cevat: “Sana şimdi bir top atacağım, sen onu geriye doğru, gene bana pas ver” dedi. Fikret bunu anlamamıştı, fakat usta futbolcunun dediğini yaptı. Topu geriye verdiği anda rakip bek çok sert bir çıkışla üstüne gelmiş, lakin bu defa karşısında 15-16 yaşında tecrübesiz bir çocuğu değil de, kurt futbolcu Cevat’ı bulmuştu. Neticede sakatlanıp sahayı terk eden, oyunun başından beri Fikret’i tekmelemeye çalışan Çankaya beki oldu.

    Birin Takımdan Tekrar Genç Takıma

    Fikret çıkardığı oyundan memnundu. Artık birinci takımda oynayabileceği ümit ve sevinci içindeydi. Maçı da güzel bir oyunla 5-0 kazanmışlardı. Herkes genç sağaçığı beğenmişti. Lakin o bir müddet daha tekrar birinci takımın formasını giyemeyecekti.

    Niçin? Kim beğenmemişti? Hoşa gitmeyen bir harekette mi bulunmuştu? Birinci takımdan tekrar genç takıma inmesine sebep olacak ne gibi bir hata yapmıştı. Bunların hiçbiri varid değildi. Bilakis kendisini en çok beğenenlerden biri olmasına rağmen Zeki Rıza: “İyi oynuyor ama onu ezdirmeyelim. Biraz daha gelişsin, takıma o zaman girsin” demişti. Haklıydı da.

    Fikret o an için çok müteessir olmuştu, fakat zaman geçince Zeki Rıza’ya hak verdi.

    Genç futbolcu tekrar geldiği takıma, şampiyon genç takım kadrosuna dönüyordu. Şimdi yılmadan çalışmalı, bir defa daha ve artık hiç çıkmamak üzere birinci takım kadrosuna girmeliydi.

    Şampiyonluk Golünün Kahramanı

    Fikret genç takımda uzun müddet kalmadı. Takım halinde, olduğu gibi “B” takımına terfi etmişlerdi. O yıl “B” takımları arasında da iki devreli lig maçı yapıldığı için, gençler kendini göstermek fırsatını buldular. Tabii birinci takımda bir kere yer almış Fikret, diğerlerinden daha fazla dikkati çekiyor, idareciler onun ileride “A” takıma yerleşeceğine muhakkak nazariyle bakıyorlardı. Lakin genç sağaçık tekrar birinci takımda oynayıp oynayamayacağını bilmiyor ve bunun için de heyecan çekiyor, her geçen gün daha azimle çalışıyordu.

    Bu arada “B” takımları şampiyonası final maçı geldi çattı. Bir hafta önce Fenerbahçe ile Galatasaray birinci takımları arasındaki maçı Fenerbahçeliler 1-0 kazanmış ve şampiyon olmuşlardı. Şimdi gene iki ezeli rakibin “B” takımları şampiyonluk için karşı karşıya geleceklerdi. Ve tahminlere göre de, içinde Gündüz, Eşfak, Haşim, Bülent, bek Osman gibi elemanlar bulunan Galatasaray’ın kazanma şansı daha yüksekti.

    O zamanlar için çok kalabalık sayılacak bir seyirci kitlesi önünde oynanan maç, bütün çekişmeye rağmen golsüz berabere bitmişti. Şimdi herkes meraktaydı. Temdit devreleri başladı. Daha ilk dakikalarda geriden açılan bir top Fikret’i buldu, karşısındaki beki çalımla geçti. Bu anda kaleci biraz ileri çıkmış, rakibine fırsat vermişti. Fikret pozisyonu kaçırmadı ve topun atına hafifçe dokundu. Top süzülerek ileri çıkmış kalecinin üstünden ağlara takılmıştı: “Gol!”. Böylece genç sağaçık takımına 1-0 galibiyet ve binnetice şampiyonluk teşkil eden pek kıymetli bir gol kaydetmiş, kulüpteki itibarını daha fazla arttırmıştı.

    Hararetli Mektep Maçları

    Fikret ortaokulu bitirince Kadıköy Lisesi’ne devam ediyordu. Fakat az zaman sonra bu lise kapandı ve talebeler Haydarpaşa Lisesi’ne geçtiler. Haydarpaşa bir irfan yuvası olduğu kadar esaslı bir spor ocağı idi. Mektebin futbol takımı şimdiki tek seçici Eşfak Aykaç, antrenör Sabri Kiraz, Fenerbahçe idarecilerinden Sedat Bayur, Orhan Menemencioğlu, Semih Arıcan, haf Hayati gibi elemanlarla cidden kuvvetli bir manzara arzediyordu. Fikret de tabii bu ekibin en tehlikeli futbolcusu idi.

    O tarihlerde lise maçları da kulüp karşılaşmaları kadar iddialı olur, hem oyunlar çetin geçer, hem de – o zamana göre – çok seyirci toplardı. Büyük takımlarda oynayan şöhretlerin çoğu aynı zamanda lise takımlarının elemanı idi.

    Fikret mektep maçlarında oynadığı sırada Fenerbahçe Kulübü’nde de ileri bir adım atmış ve bir daha çıkmamak üzere birinci takım kadrosuna geçmişti. Gösterdiği kabiliyet ve üstün futbol karşısında bu terakki normal sayılırdı.

    Lise maçlarının tek eliminasyon usulü ile hazırlanan programında Haydarpaşa’nın karşısına önce Hayriye Lisesi çıkmıştı. Haydarpaşa çok canlı oynadı amma golsüz beraberliği önleyemedi. O halde maç tekrarlanacaktı. Bu defa Haydarpaşalılar Taksim Stadı’ndaki maçta rakiplerini 2-0 mağlup ediyorlardı. Golün birini de Haydarpaşa sağaçığı Fikret atmıştı.

    İkinci maç İstanbul Lisesi’ne karşıydı. İstanbulspor’un iki gözde futbolcusu Mükerrem ve Cihat Ergün, lise takımında yer alıyorlar ve Haydarpaşa müdafaası için hakiki birer tehlike arzediyorlardı. Fikret gene bir gol attı ve Haydarpaşa takımı da çetin rakibini 3-1 yendi.

    Cihat’a Attığı Gol

    Üçüncü rakip Boğaziçi Lisesi’ydi. Boğaziçi turnuvanın en kuvvetli addolunan takımıydı. Kadrosunda kaleci Cihat Arman, Necdet, K. Orhan, Galatasaraylı Mustafa, Fenerbahçeli Bülent ve soliç Niyazi gibi şöhretler vardı. Maçın favorisi olarak da Boğaziçi gösteriliyordu.

    Oyun fevkalade heyecanlı ve çekişmeli geçti. Bütün gayretlere rağmen iki taraf da neticeyi lehine çevirecek tek sayıyı kaydedememiş, maç 0-0 berabere bitmişti. Şimdi iki fikir, iki teklif çarpışıyordu: Haydarpaşalılar maçın ertesi hafta tekrarını istiyorlardı. Boğaziçi takımı ise 15’er dakikalık iki devre temdide taraftardı. Neticede Boğaziçi’nin tezi kabul edildi ve maçın temdidine karar verildi.

    Şimdi heyecan tufanı son haddindeydi. Gene gol yoktu ve artık temditler de dahil maçın bitmesine çok az zaman kalmıştı. Haydarpaşa solbeki uzun bir vuruş yaptı, top Fikret’e kadar geldi. Fikret topu stop etti, bir an bekledikten sonra aniden atıldı ve karşısındaki beki geçip kaleye aktı. Boğaziçi kalesini müdafaa eden ünlü kaleci Cihat, tehlikeyi görünce hemen çıkış yapmış, ileri gelmişti. Fikret topla ilerlediği sırada, Cihat onun ayağına doğru plonjon yaptı. İşte bu anda Fikret topa hafifçe dokunuverdi. İki as futbolcu beraber düştükleri sırada, Fikret tozlar arasından topun yuvarlanarak ağlara değdiğini görüyordu. Bu gol Haydarpaşa’yı 1-0 galip getirerek finali oynamak hakkını veriyordu.

    Utanılacak Bir Maç

    Lise maçlarını anlatırken Fikret hiç finale gelmek istemiyor gibi… Acı bir mağlubiyete mi uğradılar yoksa? Hayır bu maç Türk futbolu, Türk hakemliği için pek hatırlanmaya değer bir maç değil gibi.

    Boğaziçi’ni de yenen Haydarpaşa’nın önünde artık bir tek rakip kalmıştır: Işık Lisesi. Tahminler, kuvvetli Haydarpaşa’nın Işık’ı rahatça yeneceği merkezindedir. Fakat ah bu gurur! Ah bu kendini dev aynasında görmek! Haydarpaşaılar da Boğaziçi’ni yendikten sonra Işık’ı “kolay lokma” saymış ve oyuna gayet gevşek başlamışlardır. Nitekim bunun acısı Işıklıların hemen attıkları golle çıkar. Vaziyet tehlikeli olmaya yüz tutmuştur.

    Az sonra Fikret müsait bir pas yakalayınca kendine has stille kaleye iner ve karşısındaki oyuncuyu çalımlamasıyla beraber şutunu çeker. Top ok gibi kaleyi bulmuştur. Gol! Fakat hakem Feridun Kılıç golü verdikten sonra, yan hakem Fikret Kayral (Cici Necdet’in kardeşi, bir oyuncunun yumruğu ile vefat eden talihsiz genç) bayrak sallar ve hakemle konuşur. Neticede hakem Feridun Kılıç kararını değiştirir, golü saymaz ve Haydarpaşa lehine frikik gibi garip bir karar verir.

    Oyun sinirli bir hava içinde devam ederken, top bekleyen Haydarpaşa sağaçığı Fikret birden yere yıkılır. Işıklı bir oyuncu arkasından gelip kendisini tekmeyle devirmiştir. Bu hadise az evvelki sayılmayan golle sinirlenen seyirciler için “bardağı taşıran damla” olur ve bütün talebe sahaya dolar. İşte bundan sonra cereyan eden ve hakemlerin hayli hırpalanması ile son bulan hadise, futbol tarihimizin pek acı sahifelerinden biridir.

    Hem Birinci Hem de Mahalle Takımında

    Fikret artık tanınmış bir futbolcudur. Fenerbahçe birinci takımının takdir edilen bir elemanıdır. Fakat bütün bunlara rağmen ilk sevgilisinden, mahalle takımından ayağını büsbütün çekmiş değildir. Kendi tabiriyle “hayatının en zevkli oyunları”nı mahalle maçlarında oynar.

    Feneryolu’ndan geçen tramvay hattının iki tarafında oturanlar “Aşağı mahalle” ve “Yukarı mahalle” adı altında her hafta Pazar sabahları karşı karşıya gelir, bazen meyvasına, bazen pastasına, bazen dondurmasına maç yaparlar. Mahalle kızları da bu maçları seyre geldiği için, oyunların kalitesi yüksek, heyecanı fazla olur. Fikret sabahları burada 7 kişilik mahalle takımında oynar, öğleden sonra da Fenerbahçe birinci takımında sağaçık mevkiini doldurur. Genç futbolcu bir yıldız olmak yolundadır.

    Fikret birinci takıma geçtiği ve devamlı oynamaya başladığı zaman, Fenerbahçe’nin esas kadrosunda şu elemanlar bulunuyordu: Kaleci: Cihat, Hüsamettin – Bek: Yaşar, Fazıl – Haf: M. Reşat, Ali Rıza, Cevat, Esat, Angelidis – Forvet: Naci, Melih, Namık, Niyazi, Rebii, Basri, Büyük Fikret.

    Genç sağaçık takımda tutunabilmek için haftada iki gün kulüpte antrenman yapmakta, iki gün mektepte çalışmakta, Pazar sabahları da mahallede oynamaktadır. Bu devre Fikret’in en fazla antrenman yaptığı zamandır.

    İlk Yabancı Maçı : Bir Zafer

    Fikret ilk yabancı maçını oynadıktan sonra sahadan omuzlarda çıktı. Zira Fenerbahçe, içinde meşhur Sebes’in de bulunduğu MTK Hungaria takımını 3-2 mağlup etmişti. Macarları yenmek hakikaten zordu ve nitekim diğer takımlarla yapılan maçlar hep misafirlerin galebesiyle bitmişti.

    İşte bu vaziyette Taksim Stadı’na çıkan Fenerbahçe takımının ve hele genç sağaçığı Fikret’in heyecanı çok büyüktü. Sarı-Lacivertliler şöyle bir tertip kurmuşlardı: Cihat – Faruk, Lebib – Ömer, Esat, Hayati – Küçük Fikret, Tarık, Melih, Rebii, Büyük Fikret.

    Macarlar oyun başladıktan az sonra bir gol atmış ve galip duruma geçmişlerdi. Bu golü diğerlerinin takip edeceği şüphesizdi. Fenerbahçeliler hemen bir değişiklik yaptılar ve Naci’yi forvete alıp Büyük Fikret’i geriye, hafa çektiler. Bu değişiklik, bekleneni vermiş, takıma bir hız gelmişti. Nitekim devre sonlarında sağaçık Fikret’in sürüp ortaladığı topu Naci bomba gibi bir şutla kaleye soktu ve devrenin 1-1 bitmesini sağladı.

    İkinci devrede Sarı-Lacivretliler açılmıştı. Büyük Fikret frikikten, Naci de volelerinden biriyle iki gol yapınca zafer kuşu Fenerbahçelilerin omzuna konmuştu. İşte Küçük Fikret (artık ona bu sıfatla hitap ediliyor, kendisinden bu sıfatla bahsediliyordu) ilk ecnebi maçında takımının zaferine şahit ve ortak olmuştu.

    Futbolun Cilveleri Böyledir

    Fikret’in Hungaria’ya karşı oynadığı ilk yabancı maçından bir müddet önce meşhur Güneş Kulübü kapanmış, elemanlarından çoğu – Cihat, Melih, Rebii, Ömer, Rasih – Fenerbahçe’ye girmişlerdi. Bu suretle Fenerbahçe takımı pek kuvvetli bir manzara arzediyordu.

    Liglerden önce Fenerbahçe ile Galatasaray’ın, iki ezeli rakibin karşı karşıya gelmesi bütün sporseverleri heyecana boğmuştu. Fikret bu maçı şöyle anlatıyor:

    “- Takımların kadrolarına bakıp maçı Fenerbahçe’nin rahatça kazanılacağı öne sürülüyor, bize büyük bir şans veriliyordu. Sahaya bu mağrur haleti ruhiye içinde çıktı. Ben de bu gururun esiri olmuş gibiydim. Lakin takımımız “nasıl olursa olsun kazanırız” düşüncesiyle başladığı maçı 4-0 gibi açık bir farkla kaybettiği zaman, hepimizin aklı başına gelmişti. Galatasaray’a yenilmiştik amma ben şahsen bu mağlubiyetten büyük ve kıymetli bir ders almıştım: Futbolda mağrur olmanın sonu hezimetti!

    Futbol Gururu Hiç Affetmez

    Fikret bu “kendine fazla güven” bahsinde bir de Topkapı ile yaptıkları şilt maçını zikrediyor. 1939-40 sezonunda Fenerbahçe ligin tehlikeli takımı, Topkapı ise bütün gayretine rağmen bu kuvvetli rakibe farkla yenilecek bir ekiptir. Fenerbahçe taraftarları takımlarının yeni bir gol rekoru kıracağını seyre gelmişlerdi. Lakin dakikaların ilerlemesine rağmen vaziyet hep 0-0’dır. Topkapı kalesine henüz bir tek gol dahi girmiş değildir. Artık herkesi merak almıştır. Topkapı futbolcuları ise bu büyük başarı karşısında daha da gayrete gelmiş, kudretli rakiplerine fırsat vermemektedirler. İşte maçın bitimine pek az kala, sağaçık Küçük Fikret düzgünce bir top yakalar, karşısındaki müdafii geçer ve topu çizgi üzerinden biraz sürdükten sonra ortalar. Topu çizgiden sürmek, Fikret’in en büyük meziyetidir zaten. Ortaya gelen top Şaban’ın sıkı vuruşu ile Topkapı kalesine girer, stat yerinden oynar. Fenerbahçe maçı 1-0 kazanmıştır.

    Amma aynı anda saha karışır. Topkapılılar Fikret’in topu dışarıdan çevirdiğini iddia ederler.

    “- Hakikaten dışarıdan mı çevirmiştin?”

    Fikret yıllarca evvelki bir topa vuruşu için yıllarca sonra sorduğum bu suale gülerek cevap verdi:

    “- Vallahi topun büyük kısmı dışardaydı. Eğer hakem gelip bana sorsaydı da böyle söylerdim. Ama tamamı asla çıkmış değildi.”

    Fenerbahçe Topkapı’yı o gün öyle münakaşalı bir golle 1-0 yendikten sonra bu defa ligdeki karşılaşmaya rakibine çok ehemmiyet vererek çıkar. Topkapılılar ise evvelki maçla mağrurdurlar. Netice pek farklı olur: Fenerbahçe: 14 – Topkapı: 0.

    Fikret Birinci Takımın Yıldızı

    1939 – 1940 mevisminden itibaren artık Fikret birinci takımın değişmez elemanlarından biri olmuştur. Daima sağaçık mevkiini işgal etmekte ve her maçta verdiği paslar, yaptığı ortalar, çektiği frikik ve kornerlerle takımın bir çok golünü hazırlamakta veya bizzat yapmaktadır. Birçok seyirci statta otururken “Aman şu tarafa gidelim, Fikret önümüzde oynayacak” demektedir. Fikret’in top sürüşünü seyretmek, hakikaten bir zevktir. Aynı zamanda genç yıldızın “topa en güzel vuran futbolcu”lardan biri olduğu da herkesçe teslim edilmektedir.

    Fenerbahçe 1940’ta Milli Küme şampiyonu olurken kadronun en gözde elemanlarının başında sağaçık Küçük Fikret gelmektedir.

    Fenerbahçe-Galatasaray Muhteliti Mısır’da

    Fikret Kırcan’ın hatıralarının içinde 1940’daki Mısır seyahati geniş yer tutar. Fenerbahçe – Galatasaray muhteliti şeklinde yapılan bu seyahat tam bir ahenk içinde geçmiş, iştirak edenlerin hafızalarında tatlı günler olarak yerleşmiştir.

    1940 Mayıs’ının ilk haftasında İstanbul’dan İskenderiye’ye müteveccihen hareket eden Romen vapurunda kafile başkanı olarak “eski Fenerbahçe sağaçığı, şimdiki İdare Heyeti azası” Niyazi Sel ve futbolcu olarak da Sarı – Lacivert ve Sarı – Kırmızı renklerin on üç yıldızı bulunuyordu: Fenerbahçe’den Cihat, Esat, Ömer, Naci, Küçük Fikret, Melih, Basri, Galatasaray’dan Osman, Faruk, Adnan, Musa, Gündüz, Boduri.

    Vapur İstanbul’dan ayrılırken hava nefisti. Futbolcular, hele vapurda artist Tahivye Karyoka ve bir diğer Mısırlı dansözün bulunduğunu öğrenince, iyi vakit geçirecekleri ümidine kapılmışlardı. Tabii kafilenin en neşeli siması kaleci Osman’dı. Fakat daha Marmara’ya çıkmasıyla beraber deniz kabarmaya, vapur koca dalgalar arasında oynamaya başlamıştı. Sporcuların çoğunu deniz tutmuş, Hayfa’ya uğranılan saatler müstesna, doğru dürüst yemek bile yiyememişlerdi. Bu arada, denizden müteessir olmayan ve ayakta kalanlardan biri de hatıralarımızın kahramanı Küçük Fikret’ti.

    Kral Faruk’la Karşı Karşıya

    Kral Faruk’un da hazır bulunduğu ilk maç Kahire’de Kahire Muhtelitine karşı oynandı. Kızgın güneş altında ve çölden farksız kum sahada futbol oynamak kolay değildi.

    Hararet gölgede 40 dereceye varıyordu. Bu durumda Fenerbahçe – Galatasaray Muhteliti elemanları top oynamak şöyle dursun, nefes bile almakta güçlük çekiyorlardı. Nitekim ikinci devre ortalarında solbek Adnan topa koşarken birden yere yıkıldı, sıcaktan bayılmıştı. Bu hadise, Mısırlılara galibiyet golü fırsatını da vermişti. İlk devreyi bütün aleyhte şartlara rağmen 1-1 berabere bitirmeye muvaffak olan futbolcularımız, böylece yedikleri ikinci golle sahadan 2-1 mağlup ayrılıyorlardı. İlk devredeki tek golümüz de Küçük Fikret’in verdiği uzun bir pasla Melih vasıtasıyla yapılmıştı.

    Maçtan sonra Kral Faruk sahaya geldi ve Türk futbolcularının teker teker elini sıkarak her birine bir paket hediye etti. Çocuklar üç defa “Sağol” diye bağırdıktan sonra soyunma odasına giderken aldıkları hediyenin ne olacağını münakaşa ediyorlardı. Esat “Herhalde birer saattir” diyordu. Ardından da ilave ediyordu: “Bir kral verdiğine göre de altın olması lazım.”

    Bu düşünce ile paketleri yırtarcasına açtılar: Birer bronz madalya çıkmıştı.

    Fenerbahçe – Galatasaray muhteliti ikinci maçını İskenderiye’de İskenderiye Muhtelitiyle yaptı ve sahadan 4-2 galip ayrıldı. Bu defa da şiddetli bir rüzgar, zevkli bir futbola müsade etmiyordu. Amma çocuklar yenmeye azmetmişler, bu şevkle canla başla oynuyorlardı. Nitekim ilk devresini 2-0 ileride bitirdikleri maçı 4-2’lik bir galibiyete götürdüler.

    Dönüş, gidiş gibi olmamıştı. Vapur aynı Romen vapuruydu, fakat hava ve deniz gayet mükemmeldi. Hele son gece kaptanın verdiği balo çok neşeli geçti. Ancak bir ara İngiliz harb generallerinin vapuru durdurmaları bir heyecan yarattı.

    Ligler, seyahat ve milli küme müsabakaları üstüste gelince dersler ikinci plana düşer gibi olmuştu. Bu arada garip bir hadise, Fikret’in ilk defa ikmale kalmasına sebebiyet verdi.

    Fikretlerin sınıfına tarih dersine gelen bir hoca vardı. Halim selim bir adamdı. Uslu oturmak ve yazılı imtihanlarda doğru cevap vermek, tarihten geçmek için kafiydi. Hoca talebelerini fazla sıkmazdı amma talebelik bu! Onlara yumuşak muamele etmek, hatta bol not vermek dahi kafi gelmemişti. Bir gün tarih hocasının not defterini ele geçiriverdiler ve defterdeki bütün numaraları 9’a, 10’a yükselttiler. Bu arada Fikret’in notu da arttırılmıştı tabii. Hoca kısa zaman sonra bunun farkına vardı ve bütün sınıfı ikmale bıraktı. Fikret hala: “Yazılıda aldığım notla tarihten geçeceğim muhakkaktı amma ah arkadaşların muzipliği!” diyor.

    O yaz genç futbolcuya zehir oldu. Herkes denize gider, futbol oynarken, o yazın tadını çıkaramıyor, evde oturup ders çalışıyordu. Fakat bu gayretinin semeresini imtihanlarını verip liseden mezun olmakla gördü.

    3-0 Galip Durumda Gevşemenin Cezası

    “- Ne zaman kendimize fazla güvenmişsek, ne zaman rakibi küçümsemişsek, ne zaman oyunun başlarındaki bir iki golle gevşemiş ve işi fanteziye dökmüşsek, daima aleyhimize olmuştur. Bunu futbolu bıraktığım şu sırada, genç futbolcu kardeşlerime en mühim öğüt olarak tekrarlamak isterim.”

    Fikret bu sözleri hakikaten içten söylemektedir. Hemen ardından misalleri de sıralamaktadır. 1940-41 lig maçlarında Fenerbahçe ile Vefa karşı karşıya gelmişlerdir. Fenerbahçe takımı oyuna iyi başlamış ve nitekim devreyi 3-0 gibi rahat bir neticeyle bitirmiştir. Lakin ikinci devrede bu 3-0’ın verdiği gevşeklik, Fenerbahçelilerin fanteziye kaçmalarına sebep olmuştur. İşte bu fırsattan faydalanan ve canla başla oynayan Vefalılar, 3-0’lık maçı 3-3 duruma getirmişlerdir. Kü.ük Fikret maçın son dakikasında ani bir dalış yapmış ve falsolu bir şutla takımına dördüncü golü yani galibiyet golünü kazandırmıştır. Fakat santra yapılırken bir Vefalı, Fikret’i okkalı bir tekmeyle sedyelik etmiştir.

    Fikret bu maçı, attığı golün kıymeti veya sahadan sedyeyle çıkması bakımından değil de doğrudan doğruya lüzumsuz gevşeme yüzünden rahat bir maçın nasıl zorla kazanıldığını göstermesi bakımından daima hatırlamaktadır.

    Kalecisiz Takımı Küçümsemenin Cezası

    Diğer misal daha canlıdır. Aynı sene ligde Beykoz şanssız durumdadır. Fenerbahçe gibi kuvvetli bir rakibe karşı onbir kişilik takım dahi çıkaramayacak haldedir. Filhakika Fenerbahçeliler sahaya çıktıkları zaman karşılarında 9 kişilik bir Beykoz takımı görürler. Üstelik kalecisi de yoktur. İleri oyuncularından biri kaleci kazağını giyip kaleye geçmiştir. Sarı-Lacivertliler pek mütebessimdirler. Hepsinin yüzünde “Bugün bir gol rekoru kıracağız” edası okunmaktadır. Oyuna da bu haleti ruhiye içinde başlarlar. O kadar ki, bekler dahi gol atmak sevdasına düşüp ileri çıkmışlardır.

    Lakin futbol bu. Yuvarlak topa hiç inan olmaz. Nitekim Fenerbahçeliler rakip takımı ve hele kalecisini küçümsedikçe, büsbütün bocalamaya başlarlar. Buna mukabil eksik ve kalecisiz takımla oynayan 9 kişilik Beykoz futbolcuları canlarını dişlerine takmışlardır. İşte bu gayret gururu mağlup eder ve maçın ilk golünü Beykoz yapar. Fenerbahçe devre sonunda Basri’nin şutu ile beraberliği sağlasa da artık ok yaydan çıkmıştır. Beykoz ikinci devrede bir gol daha atmaya muvaffak olur. Böylece gol rekoru umarak rakibi hiç ciddiye almayan Fenerbahçe sahadan 2-1 mağlup ayrılır.

    Fikret şimdi diyor ki: “Meşin topu kovaladığım 22 senede takımımın çok parlak maçları oldu. Fakat bu Beykoz mağlubiyetini hepsinden çok hatırlarım. Çünkü bana gayet iyi bir ders olmuştur. Genç futbolculara da bunu ibret alınacak bir hadise olarak zikrediyorum.”

    Küçük Fikret Santrforda

    1940-41 ligi bitmiş, hususi maçlar yapılıyordu. Bu arada Fenerbahçe ile Beşiktaş karşı karşıya geldiler. Zeki Rıza Sporel, Küçük Fikret’in santrforda da denenmesi arzusunu izhar ediyordu. Hususi bir maç olduğuna göre bu fikrin bu Beşiktaş karşılaşmasında tatbiki düşünüldü ve Fikret santrafora konuldu. Fakat oyun gayet anormal cereyan etmiş, bilhassa bek hattı son derece aksayarak sık sık gedik vermişti. Kaleci Cihat en formda zamanında olmasına rağmen, beklerin bozukluğundan mütemadiyen ileri çıkmak, hatta bazen bek gibi ayakla müdahale etmek zorunda kalıyordu. Maç Beşiktaş’ın 7-1 galibiyeti ile sona erdiği zzaman Küçük Fikret’in santraforluğu da tarihe karışıyordu. Maçın cereyanı ve neticesi, muvaffak sağaçığın ortada nasıl oynadığını tahlil ve tetkike fırsat vermemişti.

    Fenerbahçe bu maçtan sonra Milli Küme için İzmir’e gitti. İlk maçta Altay’a karşı durum 1-1 berabere iken bir penaltı kazanılmıştı. Fikret gelip topu dikti. Fakat tam atacağı sırada Rebii önüne geçmiş: “Sen atamazsın, Esat atacak.” Diyordu. Fikret hiç ses çıkarmadı. Esat’ın vuruşa avuta çıkmıştı. Artık maçın berabere biteceği muhakkak gibiydi. Birden Altay kalesine bir frikik oldu. Fikret meşhur frikiklerinden birini çekmiş ve takımını 2-1 galip getiren golü yapmıştı.

    İzmir’de ikinci maç Fenerbahçeliler hesabına pek talihsiz geçmiş, Sarı-Lacivertliler Altınordu’ya 2-1 yenilmişlerdi. Seyahate Fenerbahçe ile Galatasaray beraber gittiklerinden Galatasaraylılar Fenerbahçelilerle mütemadiyen alay ediyor, Altınordu mağlubiyetini latife mevzusu yapıyorlardı. Bu alay faslı otelde de, vapurda da devam etti. Tesadüf, hemen o hafta Fenerbahçe ile Galatasaray’ı karşı karşıya getirdi. Sarı-Kırmızılıların latifeleri, Fenerbahçeliler’e çok dokunmuştu. Maça çıkarken galip gelmek için yemin ettiler. Bu arada Taka Naci “içime doğuyor, bir gol atacağım” deyip duruyordu. Nitekim maçı 1-0 Fenerbahçe kazandı ve golü de Küçük Fikret’in kornerden ortaladığı topla Naci yaptı. Fikret “bu maç her şeyden evvel azmin bir zaferiydi.”diyor.

    İngiliz Muhtelitine Karşı Başarı

    1941-42 mevsimi Fenerbahçe için pek talihli geçmiş değildir. Milli Küme’de de, ligde de üçüncülükten yukarı çıkamayan sarı lacivertli takım, ancak bu mevsim yaptığı ecnebi maçları ile taraftarlarının – aynı zamanda bütün Türk sporseverlerinin – yüzünü güldürmüştür. 1941 Aralık’ında, içinde McGuire, Fenton, Prayr gibi şöhretlerin bulunduğu İngiliz Orta Şark Muhteliti ile iki defa 2-2 berabere kalmak cidden bir başarı idi. Hele ikinci maçta Fenerbahçelilerin devreyi 2-0 mağlup bitirdikten sonra 2-2’lik neticeye ulaşmaları, İngiliz futbolcularının ustaca oyunu karşısında mühimsenecek bir muvaffakiyetti.

    Küçük Fikret’in hafızaasında yer eden bu iki maçtan sonra aynı sene Admira’ya karşı kazanılan zafer de değerli sporcunun tatlı hatıralarındandır. Hitler tarafından işgale uğrayan Avusturya’nın Admira’sı, 1942 Mayıs’ında bir Alman-Avusturya muteliti kuvvetindeydi. Galatasaray ve Beşiktaş’ı yenen Admira’yı Türkiye’de mağlup etmek şerefi Fenerbahçeliler’e ait olacak, sarı-lacivertliler hem de genç oyunculara yer verdikleri bir tertiple bu büyük kudreti 2-1 yeneceklerdi.

    Fikret’in İki Ortası İki Gol

    Kalede Sabri’yi, santraforda Müzdat’ı, solaçıkta da Halit’i gören seyirciler maçtan ümitlerini kesmişlerdi. Zira bu üç futbolcu birinci takımda ilk defa yer alıyorlardı. Fenerbahçe’nin tertibi şöyle idi: “Sabri – Muammer, Murat – Ali Rıza, Esat, Aydın – Küçük Fikret, Naci, Müzdat, Ömer, Halit.”

    Fenerbahçe tahminler hilafına pek mükemmel bir oyun tutturmuştu. Bilhassa Cihat gibi bir şöhreti seyretmeye alışık halk, aynı kalede oynayan Sabri adlı gencin başarılı kurtarışları karşısında önce hayrete düşmüş, fakat sonradan gayrete gelerek takımı teşçi etmeye başlamıştı. Sarı-lacivertliler fırtına gibi oynuyor, çetin rakiplerine göz açtırmıyorlardı. İşte bu arada Fikret topla kaleye daldı ve müsait anda topu hemen içeri verdi. Admira kalecisi, Müzdat, Ömer üçü beraber topa çıktılar. Lakin hiçbiri vuramadı.

    Üstlerinden aşan topu iyi takip eden Naci, yetişip nefis bir kafa darbesiyle ağlara taktı. Fenerbahçe devreyi 1-0 galip bitirecekti.

    İkinci devreye rüzgar altında başlayan Fenerbahçeliler, aynı azimle oynuyorlardı. Nitekim yine Fikret’in bir ortası, Sarı-Lacivertlilere ikinci gol imkanını yarattı. Kaleciyi aşan topu Halit’le Naci kaleye sokmuşlardı. Şöhretli ve kuvvetli Admira, şeref golünü ancak son dakikalarda yapabildi. Oyunun bitmesiyle halk sahaya hücum etmiş, Fenerbahçeliler’i omuzlara kaldırmıştı. Futbolcular sahadan soyunma odasına ancak yarım saatte gidebildiler.

    Fikret Kaleci mi Oynayacaktı?

    Fikret 1941’de İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuştu. Fakat ticari hayatta çalışacağını düşündü ve ertesi yıl fakülte değiştirdi, Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okuluna girdi. Bu bahiste de yine bir futbol hatırası Fikret’in aklından çıkmıyor.

    Yüksek okullar arasında yapılan maçlarda Ticaret şampiyon çıkmış, şimdi de Türkiye birinciliği için Gazi Terbiye ile karşılaşması gerekmişti. Arkadaşları, en büyük kuvvet olan Fikret’in oynamasını çok istiyorlardı ama, genç futbolcu 39 derece ateşle hastaydı. Arkadaşları ısrar ettikçe ettiler, nihayet Fikret dayanamadı ve maça geldi. Hasta olduğu için sahaya çıkarken formasının üstüne bir kaleci kazağı giyen Fikret, Gazi Terbiyelilerin dikkatini çekti. Dayanamayarak sordular: “Kaleci mi oynayacaksın?”

    Fikret hiç bozmadan “Evet” cevabını verince, rakip oyuncular, kaptan ve antrenörleri Galatasaraylı Mehmet Ali’ye koşmuş, “Fikret kaleci oynuyor” diye müjde vermek istemişlerdi. Tabii Fikret sağaçık oynadı ve 39 ateşe rağmen 2 de gol atarak takımının şampiyonluğunda hissedar oldu.

    1942-43 sezonunda Fenerbahçe ligde ikincilik elde etmiş, bunun arkasından yapılan ilk Maarif Mükafatı Kupası’nda da şampiyonluğu kazanmıştı. Gerek bu şampiyonada, gerekse 1943-44 İstanbul Lig şampiyonluğunun elde edilmesinde Küçük Fikret büyük rol oynuyordu. Bu sıralar değerli sağaçığın yüksek form gösterdiği devrelerdi. Nitekim Fenerbahçe 1943-44 liginde 18 maçtan 16’sını kazanmış ve forvet hattı da 18 maçta 75 gol atarak güç erişilir bir rekor tesis etmişti. Buna karşılık Fenerbahçe kalesine sadece 5 gol girmişti. Fikret 9-1’lik bir Süleymaniye maçı hariç, 18 müsabakanın 17’sinde takımda yer almıştı.

    1944-45 sezonunda ise Fikret takımda muntazam oynamadı. Bunun en mühim sebebi, futbol dışındaki işleriydi. 1944 aynı zamanda Fikret’in sinema alemimizin tanınmış iş adamı Kadri Cemali’nin kızı Füruzan Cemali ile nişanlandığı yıl oldu.

    Fikret Sol Açık Oynuyor

    Fikret 1945-46 sezonunda lig maçlarına pek katılamadı. Bu arada bazı dedikodular çıkmış, Fikret’in futbol oynamasına karısının mani olduğu söyleniyordu. Sonradan, bizzat Fikret’in de ifade ettiği üzere bu dedikoduların tamamen asılsız olduğu anlaşılacaktı. Nitekim Küçük Fikret’in kanaatince “Bir faal futbolcu evlenirse, hayatını daha iyi tanzim edeceği için daha çok muvaffak olur. Ancak başlangıçta dikkatli davranmalıdır. İlk seneden sonra normal spor hayatına geçmek kabil olur ve futbolcu bekar devresinden daha müstakar oyun çıkarmaya, daha verimli futbol oynamaya başlar. Lakin evlenen genç futbolcuya biraz müsamaha göstermek ve bazı tavsiyelerde bulunmak da idarecilere düşen bir vazifedir.”

    Fikret 1946’da Başbakanlık Kupası’nın kazanıldığı, Gençlerbirliği’nin 4-0 mağlup edildiği maçta oynadı. Fenerbahçe’nin 40. Yıldönümü vesilesiyle davet edilen Mısır’ın Ennadilülehli takımına karşı 1-1’lik maçta bir devre takımda yer aldı. Hususi işlerinden başka, bacağındaki bir arıza da sahada görünmesine imkan vermiyordu.

    1947 yılı, Fenerbahçe’ye antrenör Molnar’ın gelişi demekti. Bu aynı zamanda parlak bir devrenin de başlangıcı sayılırdı. Fakat daha Molnar takımı iyice tanıyamamışken bir Beşiktaş maçı geldi çattı. Bu, Fikret’in hayatındaki enteresan maçlardan biriydi. Zira bir Beşiktaş karşılaşmasında santrafor oynayan Fikret, bu defa da solaçıkta yer alıyordu. Ve ne gariptir ki Fenerbahçe bu maçta da Beşiktaş’a (2-1) mağlup olmaktan kurtulamadı. Fenerbahçe’nin bu maçtaki kadrosu şöyle idi: “Hüsnü – Büyük Halil, Murat – Selahattin, Küçük Halil, Samim – Erol, Naci, Suphi, Müzdat, Küçük Fikret.”

    Fikret’in hafızasında yer eden bir diğer Beşiktaş maçı da 1947 Mayıs’ındaki karşılaşmadı. Beşiktaş’ın şampiyonluğu garantilemiş durumda oynadığı bu müsabakayı fevkalade bir oyun çıkaran Fenerbahçe 4-0 kazanmıştı. Bu maçın kahramanı santrafor Suphi, 4 golden 3’ünü kaydederken, iki golün pasını Fikret’in ortalarından almıştı.

    Nihayet Ay Yıldızlı Forma

    “1948’i uğurlu yıl olarak hatırlarım” diyen Küçük Fikret, bu seneki lig şampiyonluğunda takımın hakikaten güzel oyunlar çıkardığı kanaatindedir.

    Fakat 1948’in “uğurlu yıl” olması daha çok ay-yıldızlı formanın tekrar sahalarda görünmesinden ileri gelmektedir. 12 senelik hasretten sonra nihayet bir milli maç yapılıyordu. Arada nice yıldızlar yetişmiş, fakat bunlar milli formayı giyemeden futbola veda etmişlerdi. Bu bakımdan 1948’de kalburüstünde bulunan futbolcuların, milli maç yapılacağını öğrenmeleri hepsini müstesna heyecana boğmuştu. Bu, memleket futbolunda büyük bir merhale, ileri bir adımdı

    Bu tarihi maç 23 Nisan 1948’de Atina’da Yunan milli takımına karşı oynanacaktı. Seçilen namzet kadro elemanları içinde takıma gireceği en emin olanların başında sağaçık Küçük Fikret geliyordu. Pek rahat olmayan bir uçak yolculuğunu takiben Atina’ya inen Türk kafilesi, gümrükte de müşkülatla karşılaşmıştı. Nihayet otele yerleştiler ve istirahate çekildiler.

    Kaleci ve kaptan Cihat hariç, takımın diğer bütün elemanları ay-yıldızlı formayı ilk defa giyecekleri için çok heyecanlıydılar. Gece gündüz hep maçı düşünüyorlar, yemeği bile zor yiyorlardı.

    Nihayet maç saati geldi çattı. Saat 16’da Minerva otelinde bir odada toplanıldı. Ulvi Yenal ve Vahi Oktay’ın konuşmaları, tavsiyeleri dinlendi. Sonra da otobüsle Panathinaikos Stadı’na hareket edildi. Stad hıncahınç doluydu. Türk futbolcuları polislerin açtığı daracık bir aralıktan geçerek soyunma odasına gidebildiler.

    İdareciler takımı ilan ediyordu: Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Küçük Fikret, Erol, Ahmet, Lefter, Şükrü.

    İtalyan hakemi Dattilo’nun idaresinde oyun başladığı zaman Yunan halkı takımını büyük tezahüratla teşçi etmekteydi. Bu uğultu, milli marşların çalınması, esasen heyecanlı futbolcularımızın heyecanını bir kat daha arttırmıştı. Hoş bir tesadüf, maçın ilk akınını Türk sağaçığı Fikret yaptı, fakat Yunan müdafaası gayet yerinde bir müdahale ile topu uzaklaştırmıştı.

    Yıllarca Sonra İlk Gol

    Maç başlayalı henüz 7 dakika olmuştu ki, Selahattin’in uzattığı topla Fikret ileri fırladı. Sonra aniden içeri kayıp sağiç yerinden kaleye sol bir şut yolladı. Daima sağ ayağı ile nefis goller atan Fikret’in topa kafa ile veya sol ayağı ile vurması seyirciler tarafından garipsenirdi. Zira bu büyük futbolcu, en büyük hünerini topu sağ ayağına geçirdiği anda göstermesiyle şöhret kazanmıştı. Ancak ay-yıldızlı formayı ilk defa giydiği gün Fikret’in sol ayağı ile savurduğu bu şut, Yunan kalecisinin üstünden ağlara takılıyordu. Kaleci plonjon yapmak istedi, nafile! Türk Milli takımının bu tarihi golünü yapmak şerefi Küçük Fikret’e nasip olmuştu.

    Fikret’e az sonra bir fırsat daha geldi. Lakin kendi de açıkça ifade ettiği gibi “biraz heyecan, biraz da acele yüzünden bu fırsatı dışarı attı.” Türk takımı şahlanmıştı. Nitekim Lefter’in attığı ikinci gol, galibiyetin garantisi oldu. İkinci devrede gayrete gelen Yunanlılar bir gol çıkarınca ay-yıldızlı onbir tekrar canlandı. Bu canlılığın semeresi Şükrü’nün attığı üçüncü golle görüldü. Böylece galibiyet yine emniyete alınmıştı.

    Maçın bitmesine dört dakika kala bu devre solaçığa giren Halit’in kale içine doldurduğu ortaya Fikret kafayla çıkış yaptı. Sol şut, Fikret’in mutadı değildi. Atmış, gol olmuştu. Kafa vurmak da mutadı değildi. Bu defa da topa sıkı bir kafa yapıştırıyordu. Yunan kalecisi atlamış ve topu ancak içerden çıkarabilmişti. Bu kaidelere göre bir goldü. Lakin hakem muteber addetmedi ve maç da 3-1 Türk Milli takımının zaferiyle sona erdi.

    Ay Yıldızlı Takımın Başarılı Sağ Açığı

    Fikret 1948 senesinde milli formayı üç defa daha giydi. Hem de başarı ile, şerefle. Yunanistan’dan dönen milli takımımız 30 Mayıs’ta İstanbul’da Avusturya ile karşı karşıya geldi. Avusturya o sıralarda büyük bir şöhret ve kudrete sahip ve mesela İtalyanlar’ı 5-1 gibi açık bir farkla mağlup etmiş bulunuyordu. Buna mukabil yıllarca maç yapmamış takımımızın her şeyden evvel enternasyonal karşılaşmalar bakımından tecrübesi zayıftı. Hasılı, bütün tahminler, maçı Avusturya’nın açık farkla kazanacağı merkezinde toplanmaktaydı.

    Fakat “Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Fikret, Galip, Şükrü, Lefter, Halit” tertibiyle sahaya çıkan Türk milli takımı, üstün rakibiyle başa baş bir oyun çıkarmış ve devreyi golsüz berabere bitirmişti. Maçın ikinci yarısında sağhafa Selahattin’in yerine Naci, forvete de Galip’in yerine Reha girdi. Yine denk bir oyun gösterilirken, devrenin ortalarında Avusturya solaçığı Körner II ani bir atakla maçın tek golünü çıkarıverdi. Takımımız 1-0 mağlup ayrılıyordu. Avusturya kafile başkanı olsun, antrenör ve oyuncular olsun en beğendikleri futbolcuların başında “sağaçık Fikret”i sayıyorlardı.

    Bu maçtan sonra hemen Olimpiyat hazırlıklarına başlandı. Nihayet 1948’in Ağustos ayında Türk milli futbol takımı İngiltere’de Çin’le ilk maçını yapıyordu. Devreyi 1-0 önde bitiren ayyıldızlılar, ikinci kısımda da üç sayı çıkardılar ve maçı 4-0 kazanmış oldular. Çin’e karşı bu neticeyi alan takım “Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Fikret, Erol, Gündüz, Lefter, Şükrü” tertibindeydi.

    İkinci rakibimiz Yugoslavya idi. Yugoslavları olimpiyatta seyreden oyuncu ve hatta idarecilerimiz “Bu takımda iş yok” hükmünü vermekte epey acele etmişlerdi. Zira o Yugoslav takımı bize karşı fevkalade bir oyun gösterecek ve nihayet Olimpiyatların finaline kadar yükselecekti. Nitekim takımımızın pek başarısız bir maç çıkardığı Yugoslav karşılaşması 3-1 aleyhimize bitti. Tertip, sağhafta Selahattin’in yerine Naci olmak üzere Çin’e çıkan takımın aynı idi. Baştan aşağı bocalayan takımda Fikret de fazla bir şey yapamamıştı. Nahoş hadiseler ise futbolumuz hesabına menfi bir not olmuştu.

    1948 senesi Fikret’e uğurlu gelmiş gibiydi. Fakat kasım ayındaki bir lig maçı, değerli futbolcunun başarı yoluna dikilecek bir dikenin tohumunu ekti.

    Ufak Bir Hareket = Dört Ay Ceza

    Fenerbahçe Vefa ile karşılaşıyordu. Fikret, Vefa’nın genç solbeki Rahmi ile sık sık mücadeleye mecbur kalıyor, bu mücadelelerin bazısından Fenerbahçe sağaçığı, bazısından da Vefa solbeki galip çıkıyordu. Ancak bu arada topun taca çıkması, iki oyuncuyu da asabileştirdi. Bu asabiyet, hemen yanlarında duran laynsmenin hareketiyle arttı. Laynsmen vazifesinin hududunu aşmış bir tavır takınınca Fikret kendine hakim olamadı ve elindeki topu taç yerine atarken aynı zamanda laynsmeni de nişanladı. Milli futbolcu sonradan bu kadarcık hatasını da affetmeyecek, “Doğru değildi. Topu taç noktasına koyup çekilmeliydim.” diyecekti. Amma o anda kendini kaybetmişti. Laynsmenin hareketi onu ağır surette tahrik etmişti.

    Fikret o güne kadar hakemlerden ihtar dahi almış bir oyuncu değildi. Ama Ceza Heyeti bu makul noktaları gözönünde tutmadı ve Fikret’e 4 ay boykot verdi. Bu ceza Fikret’in Fenerbahçe’nin Yunanistan seyahatine katılamayışına sebep olacaktı.

    Ancak 1948 yılının Aralık’ında Viyana’nın meşhur Austria takımı en kuvvetli kadrosu ile İstanbul’a geldi ve Galatasaray’ı 2-1, Beşiktaş’ı 6-2 yendikten sonra Fenerbahçe’nin karşısına çıktı. Sarı-lacivertli idareciler bu mühim ve Türk futbolunun şerefi bahis konusu olan maç için müsaade almış ve Fikret’i sağaçığa koymuşlardı. Nitekim muvaffak bir oyun çıkaran takım Austria ile 1-1 berabere kaldı.

    Cezalı Sağ Açığın İki Nefis Golü

    Ertesi hafta Austria ile rövanş maçları yapılacaktı. Ve bu maçlarda Galatasaray 4-3, Beşiktaş 4-2 mağlup olmaktan kurtulamayacaklardı. Futbolumuz adına bir zafer kazanmak, bu şöhretli takımı 3-1 yenen sarı-lacivertlilere nasip olacaktı amma.

    Bölge ilk maçta Fikret’in oynatılmasına şiddetle kızmıştı. Daha doğrusu kulüpçülük hislerine hakim olamayan bir iki kişinin hareket tarzıydı bu. Maçın hakemlerine ve hatta zabıtaya, Fikret’in oynatılmaması emri verilmiş, icap ederse, yani oynarsa sahadan polis kuvvetiyle çıkarılması bildirilmişti.

    Fenerbahçe oyuna Fikretsiz başladı. Fakat üçüncü dakikada sağiç Aydemir sakatlanınca Fikret’in iki yana sallanarak kendine has koşusuyla sahaya girdiği görüldü. Polisler değil fakat hakem Selami Akal müdahale etti. Oyuna giremeyeceğini söyledi. Fenerbahçeli idareciler bütün mesuliyeti üzerlerine aldıklarnı temin ettiler. Uzun müzakereden sonra idareciler bu hususu belirten bir kağıt imzaladılar ve Fikret takımına iltihak etti.

    Kıymetli futbolcunun azmi büyüktü. Bu maça madem bu şekilde girmişti. O halde kendisine düşen vazifeyi, hatta fazlasıyla yapmalıydı. Nitekim yaptı da. 44. Dakikada topla kaleye aktı. Herkes “Goool!” diye yerinden kalktığı sırada Austria beki Fenerbahçe sağaçığını tekmeyle yere devirdi: Gol değil fakat penaltı idi.

    Fikret’in şahane penaltısı maçı 1-1 duruma sokuyordu. Zira Austria oyunun başlamasıyla beraber maçın ilk golünü atmıştı. Devre bu şekilde bitti.

    İkinci devrenin hemen dördüncü dakikasında bu defa nefis bir frikik golü seyredildi. Bunun da kahramanı Küçük Fikret’ti. Nihayet Erol’un golü galibiyeti perçinliyor, Fenerbahçe sahadan 3-1 gibi net bir zaferle ayrılıyordu. Fikret bu maçta bir müddet sakatlanıp saha dışında da kalmıştı.

    1949 başında Umum Müdürlük makul ve nizami düşündü. Fikret’in cezasını tabikten kaldırdı. Yıldız futbolcu da böylece takımında devamlı olarak yer almak ve keza milli formayı tekrar giymek bahtiyarlığına erişti.

    Rakip yine Avusturya idi. Fakat bu defa maç Viyana’da oynanıyordu. Saha ve seyirci avantajına sahip Avusturyalıların bu sefer maçı farklı kazanacağı tahmini ileri sürülüyordu. 20 Mart 1949 günü Viyana’nın Prater stadına “Cihat – Erdoğan, Ahmet – Selahattin, Galip, Hüseyin – Fikret, Erol, Bülent, Muzaffer, Şükrü” kadrosuyla çıkan Türk milli takımı yine mükemmel bir futbol gösterdi. Fakat talih yine Viyanalılara güldü ve yine sahadan bir tek golle galip ayrıldılar. Birinci devrenin son dakikasında frikikten yapılan bir gol, maçın neticesini tayin etmişti.

    Ertesi günü Viyana gazeteleri kendi takımlarını şiddetle tenkit ederken, bizimkileri övüyor ve bilhassa Fikret hakkında pek takdirkar ifadeler kullanıyorlardı.

    Fikret Yedek Subayda

    Fikret 1949 Eylül’ünde yedek subaya gitti. Tank sınıfına ayrılmıştı. Önce Gelibolu’da, sonra Ankara’da bulundu. Nihayet Kartal Maltepe’sinde askerliğini bitirdi. Askerliğin Fikret için en enteresan tarafı, o güne kadar pek itina ettiği bıyığı ile saçlarını kestirmesiydi.

    Askerliğini yaptığı sırada takımının maçlarına geliyor ve sağaçıktaki yerini alıyordu. Hatta bu aradaki İsrail seyahatine de hususi izinle katıldı.

    Fikret Fenerbahçe Birinci Takım Kaptanı

    Artık Fikret Fenerbahçe saflarında en yüksek payeye erişmişti. Bu da, Fenerbahçe birinci takım kaptanlığı idi. Fakat as futbolcu bir merhale daha yükselecek ve milli takıma da kaptan olacaktı.

    1948-49 ligi Sarı-lacivertli takım için başarısız geçmiş ve Fenerbahçe ancak üçüncülük elde etmişti. 1949 Haziran’ındaki Austria maçları da, bu muvaffakiyetsiz sezonun acı sahifelerinden biri oldu. Sahaya eksik takımla çıkan Fenerbahçe, kendi stadındaki maçta Austria’nin fırtınalaşmış kadrosuna 7-0 yeniliyordu. Fikret bütün çırpınmasına rağmen, bu hazin neticeye mani olamayanlardandı. Ertesi haftaki revanşta da Sarı-lacivertli takım 3-2’lik mağlubiyetten kurtulamadı.

    Fikret bu arada askeri forma altında yine bir Viyana takımına karşı oynadı. First Vienna Ankara’da Askeri Güçler Karması’na 3-2 galip gelirken, takımın sağaçık mevkiini Küçük Fikret işgal ediyordu. 1950 yılının 14 Ocak’ındaki bu maç karla kaplı bir sahada oynanmıştı.

    Fikret 1950 Mart’ında Fenerbahçe ile İsrail’e gitti ve takımının oradaki maçlarında yer aldı. Bunlardan Sarı-lacivertlilerin 3-0 kazandığı ilk müsabakada 2 gol, yıldız futbolcunun iki nefis ortası ile yapılmıştı.

    Fikret aynı sene Avrupa’da hususi bir seyahate çıktı. Hatta bu arada kendisinin milli takım kadrosuna seçildiği de hayretle gazetelerde okunmuştu.

    Fikret’in Bütün Futbolculara Tavsiyesi

    1950-51 sezonunda Fikret sahalarda seyrek görüldü. Fakat 1952’de takımda devamlı olarak oynadı ve yüksek form tuttu. 1950-51’de Fikret’in muntazam oynamayışı ve maç kabiliyeti yokken formsuz çıktığı müsabakalarda da esas oyununu gösteremeyişi karşısında gerek Fenerbahçe Kulübü’nün bazı çevreleri, gerekse kulüp dışındaki bazı kimseler bu yıldız sağaçığın artık futbola veda ettiği kanaatini izhara başlamışlardır. Lakin Fikret bu şekilde düşünen ve konuşanları sonradan çok mahcup etti.

    Bugünün büyük futbol şahsiyeti Küçük Fikret diyor ki: “Çok sevdiğim meşin toptan ayrılırken bütün futbolcu arkadaşlarıma kendimi misal göstererek diyeceğim ki azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz. Benim için ‘artık topa vuramaz’ hükmü verildikten sonra gecemi gündüze katıp çalıştım ve tekrar Fenerbahçe’deki şerefli yerimi aldım. Benim için ‘yaşlandı, oynayamaz’ diyenler, sonradan milli takımda sağaçık mevkiinde seyrettikleri zaman, oyundan sonra gelip elimi sıktılar.”

    “1950’de futbolu bıraktığımı, hatta futbolun beni bıraktığını iddia edenler, 1952’de, 1953’te futbol hayatımın en yüksek formuna ulaştığıma şahit oldular. Futbolcu kardeşlerim, ne söylenirse söylensin, siz kendi çalışmanıza bakın! Futbolu çalışan her yaşta oynar.”

    Fenerbahçe 1951 yılını 23 Aralık’taki Rapid zaferiyle kapamıştı. Fikret’in ortasını çok güzel kullanan sağiç Fahir, ünlü kaleci Zeman’ı, bu suretle takımı da şöhretli Rapid’i mağlup etmiş oluyordu.

    Sarı-lacivertliler 1952’de her geçen gün biraz daha form tuttular ve nihayet “namağlup lig şampiyonu” olan “Küçük Şeytanlar” takımı doğdu. Bu, antrenör Szekely’nin eseriydi. Muvaffak takımın kaptanı da hatıralarımızın kahramanı Küçük Fikret’ti.

    1952 yılı uğurlu başlamıştı zaten. Daha Ocak ayında Arjantin’in Lanus’u 3-2 mağlup edilmiş, Eva Peron Kupası Fenerbahçe müzesine konmuştu. Bunu Haziran’daki (Fransız) Lille’e karşı kazanılan 2-0’lık net galibiyet ve Eylül’deki 3-1’lik Yugoslav Beogradski galibiyetleri takip etti.

    1952-1953’ün Namağlup Fenerbahçesi

    Takım lige çok hızlı başlamıştı. Evvelki yıllarda daha ziyade pasör tanınan Fikret, şimdi aynı zamanda golcü bir eleman vasfını taşıyordu. Mesela 1952 Ekim’indeki 4-0’lık Kasımpaşa galibiyetinde “Küçüğün iki şaheser golü” günlerce dillerde dolaşmıştı. Bu arada 14 Aralık’ta Viyana’nın ünlü Rapid’ine karşı bir başarı daha elde edildi. Rapidliler 1-0’lık mağlubiyetin rövanşını almak için çok hızlı başlamışlar ve devreyi 4-2 önde bitirmişlerdi. Lakin sağaçık Fikret’in nefis ortalarıyla beslenen Fenerbahçe forveti maçı 4-4 bitirmeye muvaffak oldu.

    Ligde mağlubiyet yüzü görmeyen Fenerbahçe, son maçında da Galatasaray’ı 1-0 mağlup edip şampiyonluğa ulaştı. Taraftarların pek çok kupa ve hediye verdiği takım maçtan sonra, önde kaptanı Fikret olduğu halde sahada tur yaparken çok alkışlanmıştı. Bu son maçın en enteresan tarafı, galibiyet golünün Fenerbahçe birinci takımında o gün ilk defa oynayan solaçık Niyazi tarafından yapılmış olmasıydı. Fikret bu ligde forvetin nazım ve yürütücüsü olmuş, o sırada bir gazetede çıkan ifadeyle “Bir ana kırlangıcın yavrularını beslemesi gibi, diğer genç forvetleri öyle beslemişti”.

    Fikret bu mevsim için “Kendimi en iyi hissettiğim devre” diyor ve hemen ardından ilave ediyor: “Bize maddi ve manevi kuvvet veren de antrenörümüz Szekely idi.”

    Türk Milli Takımı Kaptanı Fikret

    Fikret 1952 Mart’ında milli kadroya alınmış, fakat İtalya ve Yunanistan seyahatlerinde takıma konmamıştı. Bunun ne büyük bir hata olduğu, bir sene sonraki milli maçlarda anlaşıldı. Zira Fikret İtalya ve Yunanistan seyahatlerinde de formda bulunuyordu.

    Artık kurt bir futbolcu olan Fikret, 1953 Nisan’ında takımıyla Yunanistan’a gitti ve orada çıkardığı mükemmel oyunlarla büyük takdir topladı. Dönüşte Çanakkale Abidesi Kupası şampiyonluğunun kazanıldığı 3-0’lık Beşiktaş galibiyetinde de en büyük hisse, gollük ortaları veren kaptan – sağaçığındı.

    Nihayet 1953 Mayıs ayı geldi çattı. Bizi, kendi toprağımızda 5-1 yenen İsviçre milli takımı ile İsviçre’de oynayacaktık. Takım yola çıkmak üzere uçağa binerken, Yeşilköy’de bir “gümrük hadisesi” yaratıldı. Fikret kaptanları olduğu için kadrodaki Fenerbahçeliler paralarını bir edip ona vermişler, o da bavuluna koymuştu. Fakat bulunduğu resmi mevkii, kulüpçülük hislerine alet eden bir zat, bunu yanlış tefsir ettirdi ve ortaya garip bir suç çıkardı.

    Sonradan adalet makamları meselenin aslını anlayacak ve Fikret’i temize çıkaracaklardı. Lakin hadise, bir milli hizmete giden sporcuların moralini iyice sarstı. Soyadına bakıp küçük dağları yarattığını sanan bu biçare kulüp hastası, yaptığı hareketten ve kırdığı dağdan büyük pottan dolayı mensup olduğu kulüp camiası tarafından da hoş görülmeyecekti. Herkes ona notunu vermişti zaten.

    Bu asap bozucu hadiseye rağmen Türk milli takımı Bern’de şahane bir maç çıkardı ve İsviçre milli takımını 2-1 yenerek rövanşı aldı. Kaptan Fikret galibiyete müessir güzel bir oyun çıkarmıştı.

    Yugoslav Ağlarını Sarsan Müthiş Gol

    İsviçre dönüşü ay-yıldızlı takımı daha çetin bir rakip bekliyordu: Yugoslavya. Yugoslavların beynelmilel futbol piyasasındaki kıymet, bu karşılaşmanın ehemmiyetini arttırıyordu. Yapılan tahminlerin çoğu da rakiplerimizin maçı rahat ve belki de farklı kazanacakları merkezindeydi.

    Fakat bir kere daha evdeki pazar çarşıya uymamış, tahminler boşa çıkmıştı. Daima hücum eden, üstün oynayan Türk takımı idi. 5 Haziran 1953 günü Mithatpaşa Stadı’nda karşı karşıya gelen iki takımdan ay-yıldızlı onbir yediği gole Burhan vasıtasıyla mukabele etmiş, oyun 1-1 duruma girmişti. Bu cereyan ve hatta bu netice dahi Türk futbolu için bir muvaffakiyet sayılırdı. İşte bu sırada Yugoslav kalesine bir frikik oldu. Fikret topu dikti, hafif gerildi ve kendine has frikiklerinden birini çekti.

    Stad alkıştan, “Gooooool!” nidasından inliyordu. Gol, sonradan Yugoslavların da “şahane” diye vasıflandıracakları güzellikteydi. Kaleci topu, ağlardan çıkarırken görebilmişti ancak.

    Türk takımı 2-1 galip durumdaydı. Yugoslavlara karşı kazanılacak bu galibiyet, dünya çapında bir netice olacaktı. Ama ne çare, maçın son dakikasındaki bir hata galibiyeti beraberliğe indirdi. Maç 2-2 bitmişti. Fakat oyundan sonra seyirciler olsun, oyuncular olsun Fikret’in şaheser frikik golünü anlata anlata bitiremiyorlardı. Yugoslavlar gelip kendisini tebrik ettiler. Bu, futbol tarihimizin “altın gol”lerinden biriydi.

    Fenerbahçe İle İngiltere’ye Gidiş

    Fikret İngiltere’ye 1948’de Olimpiyatlar vesilesiyle gitmişti. 1953’te yine futbolcu olarak bu “futbolun beşiği” diyara yollandı. Bu defa seyahati Fenerbahçe le yapıyordu. Ekim ayında İngiltere’de muhtelif maçlar yapan sarı-lacivertli takım ilk müsabakasında Hull City’ye karşı 2-1’lik bir galibiyet kazanmıştı. İngiltere’de maç kazanmanın güçlüğü düşünülürse, Fenerbahçe’nin bu galibiyetinin futbolumuz için bir zafer kıymetini taşıdığı hemen anlaşılırdı.

    Bu tarihi maçın ilk devresi 1-0 kapanmışken, müsabakanın 77. Dakikasında takım kaptanı Fikret 25 metreden fevkalade bir şutla ikinci golü yapmış ve Fenerbahçe’yi 2-0 ileri duruma geçirmişti. İngilizler gayrete geldilerse de, bu çalışma Fenerbahçe’nin azmini yenemedi ve bir şeref sayısı yapmaktan başka netice vermedi. Maç da bu suretle 2-1 sarı-lacivertlilerin galibiyetiyle bitti.

    Fikret için bu seyahatin en hoş tarafı, meşhur sağaçık Stanley Matthews’ü seyretmesiydi. Zira Fikret’in futbol hayatında en hayran olduğu ve kendisini kimseyle mukayeseye kalkışmadığı futbolcu “Stanley Matthews” idi.

    Kaptansız Gemi Karaya Oturuyor

    İngiltere dönüşü 27 Aralık 1953’te, Fenerbahçe kuvvetli bir Brezilya takımı olan Cruzeiro ile karşılaştı. Sarı-lacivertliler baştan sona kadar hakim oynadıkları maçı 5-2 gibi açık farkla galip bitirirlerken, 5 golden 2’si Fikret’in ortalarından Hüsamettin vasıtası ile yapılmıştı. Hüsamettin’in iki kafa golü birbirinden nefisti ama bu golleri doğran ortalar da aynı nefasetteydi.

    1953 yılı biter 1954 başlarken Türkiye – İspanya maçı geldi çattı. Madrid’e gidecek kadro seçilmiş ve takım kaptanı olarak Küçük Fikret kadroya alınmıştı. Lakin İspanya’daki müsabakada Fikret takıma konmadı ve garip tertipli takım da baştan sona kadar bocaladı durdu. Neticede kaptansız gemi karaya oturmuş, milli takımımız sahadan 4-1 gibi farklı bir mağlubiyetle ayrılmıştı. Garip olan cihet, İstanbul’da iken takımda oynaması lüzumlu görülen ve hatta kaptan seçilen Fikret’in Madrid’de takım dışı kalışıydı. Bu arada Madrid radyosunda takım kaptanı olarak Fikret’in konuşturulması ve ardından takımda yer almaması aynı garabetin devamıydı.

    Fikret ay-yıldızlı formayı bundan sonra 1955’te de giyecekti ve kaptan olarak takımı sevki idare edecekti. Fransa B takımı ile 0-0 berabere kaldığımız 3 Nisan 1955 maçında umumiyetle durgun oynamış ve zaman zaman galibiyet ibresini lehimize çevirme fırsatını yakaladığımız halde bundan faydalanamamıştık.

    4-4’lük Maçın Kahramanı

    19 Mayıs 1955 günü Mithatpaşa Stadı’nda heyecan kasırgası çok şiddetliydi. Fenerbahçe ile Beşiktaş “Atatürk Kupası” için karşılaşıyorlardı.

    1954-55 liginde takımda seyrek olarak yer alan Küçük Fikret, buna rağmen iyi form tutmuş ve nitekim Nisan’daki Fransa maçında milli takımın sağaçık mevkisini işgal etmişti. İşte bugün de Beşiktaş’a çıkan sarı-lacivertli onbirin sağaçığı yıldız futbolcu Fikret’ti.

    Ne oluyordu? Netice nereye doğru gidiyordu? Beşiktaş taraftarları sonsuz sevinç içinde, takımlarını alkışlamaktaydılar. Goller birbirini takip ediyor, Beşiktaş devreyi 3-0 galip bitiriyordu.

    Fenerbahçeliler tribünde endişe içindeydiler: “İkinci devrede ne olacak? 3-0, kaç sıfıra kadar yükselecek?” Fenerbahçe devreye pek azimli başlamıştı. İlk devrede aksayan santrafor Burhan, Fikret’in güzel bir ortasını gole çevirince sarı-lacivertlilerde ümit ışığı yandı. Çok geçmemişti, yine Fikret mükemmel ortalarından birini yapıyor ve yine Burhan topu ağlara gönderiyordu.

    3-0’dan 3-2’ye erişen Fenerbahçeliler şimdi beraberlik peşinde koşmaktaydılar. Ve işte o da olmuştu. Topu fevkalade şekilde ortalayan Fikret’ti yine, golü atan da Burhan. Burhan bu devrenin golcüsü olmuştu. Fikret ise esas kahraman olduğunu az sonra ispat edecekti.

    Oyun 3-3 berabere duruma girince Fenerbahçeliler sevinmeye Beşiktaşlılar üzülmeye başlamışlardı. Amma çok geçmedi, yine sevinç sırası siyah-beyazlı taraftarlara geldi. Beşiktaş dördüncü golü de atmıştı ve maçın bitmesine de pek az vakit vardı. Birden meşin top bir futbolcunun ayağına geldi ve oradan da bomba gibi bir voleye takılıp Beşiktaş ağlarını buldu. Maç 4-4 berabere vaziyete girmişti. Bu “şahane” golün kahramanı ise ilk üç golün pasörü Küçük Fikret’ten başkası değildi. Oyun stadı dolduran onbinlerce halkı heyecandan boğan bir tempo içinde geçmiş ve unutulmayacak maçlardan biri olarak futbol tarihimizde yerleşmişti. Maç unutulmayacaktı, bu maçın ası Fikret de unutulmayacaktı.

    Fikret 1955-56 sezonunda artık takımın devamlı bir oyuncusu değildi. Futbolcu bırakmak zamanının geldiğine hükmetmişti. Bir yandan gümrük komisyonculuğu mesleğindeki meşgalesi her geçen gün biraz daha artıyor, onu muntazam idman yapmaktan alıkoyuyordu. Hem Fikret “Çok sevdiği futbolu zamanında, tatlı hatıralarla bırakmak isteğinde” idi.

    Rusya’daki Zafer Golü

    Fenerbahçe takımı 1956 Haziran’ında Rusya’ya hareket ederken de Küçük Fikret’in oyuncu mu yoksa idareci mi olarak gittiği suali soruluyordu. Bazıları ise “turist” deyip işin içinden çıkmışlar, gazeteler “kafileye turist olarak Fikret Kırcan’ın da dahil olduğu” haberini vermişlerdi.

    Moskova’daki ilk antrenmanda Fikret de arkadaşlarının yanında bir futbolcu olarak zevk ve şevkle çalışıyordu. Müteakip idmanlarda aynı gayreti göstermeye devam etti. Bu arada bir fikri zihinlerden geçti: “Fikret oynasın!”

    Küçük Fikret de içten içten böyle bir arzu duyuyordu. Sarı-lacivertli formayı bu çok ehemmiyetli maçların birinde giymek, güzel bir hatıra değerini taşımaz mıydı?

    Ona “oynar mısın?” dediler, Fikret’in cevabı “memnuniyetle” oldu. Fakat ne olursa olsun, takımda 45 dakika bulunacaktı. Diğer devrede gençlerden birinin bu mevkii doldurmasına fırsat vermek istiyordu. Nihayet Fikret’in ikinci maçta yani Leningrad’da Zenit’e karşı ilk devre sağaçık oynaması kararlaştırıldı.

    Oyunun başlamasıyla Zenit’in ilk golü yapması bir olmuştu. Fenerbahçeliler’in hemen bozulması ve müsabakayı açık farkla kaybetmesi, akla gelen en yakın ihtimaldi. Fakat hayır! Başta kaptan Fikret olduğu halde, sarı-lacivertliler şahane bir oyun tutturmuşlardı. Nitekim 12. dakikada kaleci İvanov topu kurtarmak için yumrukla çıkış yaptı. Top sağa, Küçük Fikret’in önüne düşmüştü. Kurt futbolcu meşin yuvarlağı durdurmadan ortaladı ve golü hazırladı. Onsekiz çizgisine yanaşan Mehmet Ali topu hemen yakalamış ve yerden bir şutla ağlara takmıştı.

    Fenerbahçe’nin beraberlik golünü hazırlayan Fikret, 22. dakikada da galibiyet golünü bizzat yapacaktı. Ergun topu ayağına geçirir geçirmez, şöyle bir baktı, en müsait pozisyonda “Fikret ağabey”sini gördü. Şimdi top kısa bir pasla Fikret’e geçmişti. Kısa bir sürüş… Sol bir şut… Ve gol! Fenerbahçe 2-1 galip durumdaydı şimdi.

    Sarı-lacivertli takım Fikretsiz devam ettiği ikinci devrenin son dakikasına kadar bütün varlığı ile oynayacak ve sahadan bu netice ile muzaffer ayrılacaktı.

    “Bu İlk Değil ki…”

    Fakat yukardaki golün hatırası büyüktür. Leningrad’da maça giderken Fikret, bu satırların yazarına “İçime doğuyor, bugün bir gol atacağım. Hem de 2-1 galip geleceğiz” demişti. İşte Fikret’in her iki dediği de çıkmıştı.

    “…Bu ilk değil ki…” Fikret’e Rusya’ya turist olarak gidip de gol kahramanı olarak dönüşünü hatırlattığım zaman böyle dedi ve devam etti.

    “- Bu ilk değil hakikaten… Bir kere de stada seyirci olarak gitmiş ve sonra soyunup sahaya çıkmıştım. 1937-38 mevsimindeydi. Bükreş muhteliti İstanbul’a gelmiş ve yapılan maçı 5-3 İstanbul kazanmıştı. Ertesi gün yedek oyuncuların yer aldığı Bükreş “B” muhteliti İstanbul’un “B” muhteliti ile oynayacaktı. Ben de bu maçı seyretmek üzere stada gittim ve davetiyem olmadığından para verip bilet aldım. İçeri girmiş, hatta tribünde bir yer bulmuş, maçı seyre hazırlanırken bir de ne göreyim? İdareciler beni orada bulmuş, çabuk gelmemi söylüyorlardı. Aşağı indim. Derhal soyunmamı bildirdiler. Soyundum. Sahaya çıktım. Az evvel parayla bilet alıp tribüne giren seyirci, şimdi İstanbul “B” muhteliti oyuncusu olarak sahadaydı. Güzel bir maç çıkarmamıza rağmen 0-0 berabere kalmıştık o gün.”

    Fikret Politik Hayatta

    Fikret’e en sevinçli hatırasını sormuştum. Hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

    “ – Geçen kış bir sabah saat yedi buçukta aldığım telefondur.”

    Evet, bu telefonda şimdiki eşi Nur, kendisine “babasının izdivaçlarına muvafakat ettiği”ni bildirmişti.

    Fikret’in ilk izdivacı 1950’de sona erince, spor alemimizin yakışıklı erkeğinin yeniden evlenip evlenmeyeceği suali hep sorulmuştu. Fikret bu arada politika hayatına atılmayı tercih etti. Demokrat Parti’ye 1950 seçiminden evvel giren as futbolcu, Kızıltoprak Bucak İdare Heyeti azalığından yükselmeye başladı ve nihayet 1955’de İstanbul Vilayet Meclisi’ne aza seçildi. Halen bu mecliste Maarif Encümeni’nde çalışmaktadır.

    7 Mayıs 1956’da, o sırada Ticaret Vekili bulunan Fahrettin Ulaş’ın kızı Nur Ulaş’la evlenen Fikret Kırcan, şimdi Kadıköy’de Çiftehavuzlar’da oturmakta ve İstanbul’da Veli Alemdar handaki yazıhanesinde de gümrük komisyonculuğu ile iştigal etmektedir.

    Nihayet Futbola Veda

    Bir insan evinde birkaç sene beslediği kedisinden ayrılsa üzülür. Kuşunun ölümüne göz yaşı dökenler az değildir. Bunu daha yükseltip bir sevgiliye çıkarır ve hele işin içine yirmi iki uzun yıl katarsanız, Fikret’in şu andaki hüznünü daha iyi anlayabilirsiniz. Fikret şimdi bir sevgiliden ayrılmak üzeredir. Yirmi iki sene hiç ayrılmadığı bir sevgiliden…

    “ – Yine tam ayrılmış sayılmam”, diyor, “muhakkak ki fırsat buldukça antrenman yaparım. Hele seyirci olarak meşin topu hiç değilse uzaktan seyretmeye devam edeceğim.”

    Fikret bunları söyledikten sonra hemen ilave ediyor:

    “ – Belki şimdi tribünden, saha dışından tenkit ettiğim çok şeyler olacak. Zira ben hem oyuncu psikolojisini taşıyacağım, hem de seyirci ruhunu. Fakat ‘oyuncu – seyirci’ olmaktan sadece ‘seyirci’ olmaya geçiş çok zormuş. Bunu şimdi anlıyorum. Sahada gördüğüm bir şeyi tenkit edince, “Çıksam yaparım” diyemeyeceğim artık. İspat imkanım kalkıyor. Ben ‘emekli bir futbolcu’ olacağım. Geçmiştekiler geçmişin malı olmuş. Hem fazla tenkide kalkışırsam, bir genç futbolcunun sinirlenip ‘O senin devrindeydi. Geçti onlar…’ demesi de mümkündür.

    “Hayatımda hiçbir tenkide kızmadım. En haksızını bile nazara aldım. Her birinde, bir nebze olsun hakikat payı bulunabileceğini düşündüm. Hatta birçok tenkitleri dikkatle dinleyip veya okuyup antrenmanlarda denemeye çalıştım.”

    “Bütün futbolcu kardeşlerime de böyle yapmalarını tavsiye ederim. Aleyhlerinde yazılacak veya söyleneceklere bakıp kızmasınlar. Nasıl ki lehlerinde yazılacak veya söyleneceklere bakıp da kendilerini dev aynasında görmemeleri icap ettiği gibi… Futbolun çok, hem de pek çok nankör olduğunu her futbolcunun her an aklında bulundurması lazımdı. Bir şutunuzu methedenler, o topun kaleye girmediğini görünce sizi hemen kötüleyebilirler. Fakat hiç aldırmadan çalışmak, daima çalışmak gerekir. Ben şahsen böyle yapmakla, ‘artık yaşlandı, futbol onu bıraktı’ dedikleri zamandan sonra çok top oynadım. Hem de milli takıma kadar yükselerek… Fakat bunları dahi beni tenkit edenlere, kusurumu söyleyenlere borçlu olduğumu itiraf ederim.”

    Fikret’in gözleri dolu dolu olmuştu. Çiftehavuzlar’daki evinin misafir odasındaydık. Konuştu konuştu, yukarıdaki sözleri bitirince sustu. Sonra yere uzandı ve futbol hatıraları ile, hediyeler, şiltler, resimler ve gazete küpürleri ile dolu çantayı kapadı. Bu sanki futbol hayatını da kapayışını ifade ediyordu. Bir an baktı, resimlerden biri kenara, halının köşesine kaçmıştı. Uzanıp aldı. Fenerbahçe’nin bir maçında bir gol atarken çekilmiş fotoğrafıydı. Onu bir hayli seyretti ve sonra yavaşça konuştu:

    “ – Hepsi mazinin malı oldu artık…”

    SON – HALİT KIVANÇ

  • Mehmetçik Terhis Oluyor

    Mehmetçik Terhis Oluyor

    Necmi Tanyolaç, “Mehmetçik Terhis Oluyor” başlığının altında Basri Dirimlili için (böyle büyük bir jübileye çok yakışan) muazzam bir yazı kaleme almış. Bu metin Tuncay Yavuz sayesinde bizlerle buluşuyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçeli Basri

    Önümde bir yığın kağıt… Bir yığın not… Basri’nin hayatı var bu notların arasında…

    Notlara bakacağım ve sizlere Fenerbahçeli Basri’nin hayatını anlatmaya çalışacağım…

    Kendi kendime soruyorum; sığar mı, sığdırabilir misin? Sonra yine kendi kendime cevap veriyorum: Yüz yıllık bir hikayeyi, yüz satırın içerisine sıkıştıramazsın tabi! Gerçekten de öyle… O koca Basri, bu küçük hikayenin içerisine sığamazdı. Sahalara sığamadıktan sonra…

    Nereden Buldunuz Bu İskeleti?

    Basri Dirimlili 1952 yılında Fenerbahçe’ye geldi. Havagücü’nde oynarken Fenerbahçe’nin eski başkanlarından Osman Kavrakoğlu’nun dikkatini çekmiş ve ilk teklifi ondan almıştı. Kavrakoğlu, Basri’ye daha ilk görüşünde bayılmıştı. Futbolcu değil ateş parçasıydı bu çocuk. Bir an evvel askerliği bitmeli ve Fenerbahçe’de oynamalıydı.

    İlk Fenerbahçe formasını başkentte özel bir maçta Demirspor’a karşı giydi. Tesadüfen maça gelen iki Fenerbahçeli üye, takımın başındaki idarecilere futbolcular sahaya çıkarken Basri’yi işaret etmiş ve “Nereden buldunuz bu iskeleti?” demişlerdi. Sarı-Lacivertli takımın yeni santrhafının üstünde et namına hiçbir şey gözükmüyordu. İncecik gövdesi, sıskacık kolları ve kürdan gibi çöp bacaklarıyla Basri’ye futbolcu denemezdi. Bir atlet bile onun yanında şişman gözükürdü. Basri çıktı sahaya. Uzun yıllardır o takımın adamıymış gibi, rahat, sakin işini gördü. İlk deneme ilk imtihan başarılı geçmişti. Fenerbahçe maça çıkarken “nereden buldunuz bu iskeleti, bu morga yarar” diye konuşan Fenerbahçeliler çark etmiş ve sonunda “Bu çocukta çok iş var. Aman kaçırmayın.” sözünü sarfetmişlerdi.

    Basri lop incir gibi Fenerbahçe’nin ortasına düştü. Daha askerliğini bitirmeden 8 defa milli takımda oynamış, futbolun vücutla değil, kafayla, beyinle, irade gücüyle oynandığını göstermişti. İskelet enerjiyle, hırsla, klasla, stille doluydu. Bu güçlü delikanlı, bu hırslı futbolcu pek kısa bir zaman sonra Fenerbahçe’nin değişmez adamı olacak ve İstanbul seyircisi ayaklarını bir raket gibi kullanan Basri’yi avuçları patlarcasına alkışlayacaktı.

    Galatasaray Değil, Fenerbahçe!

    Basri’nin Fenerbahçe’ye gelişi garip bir olayla başlamıştır. 1940 senesinde Eskişehir’in İstiklal kulübünde ilk kulüp formasını giyen ve 1947’de Demirspor’a geçen Basri, Havagücü’nde oynarken Fenerbahçe’den evvel Galatasaray’ın ilgisini çekmişti. Bu kısmı size kendisi anlatsın:

    “Her futbolcunun hayatında bir kulübün, bir rengin izi vardır. Kader bazan insanı başka yönlere itebilir. Küçükken Galatasaray’ı tutarsın, büyürsün Fenerbahçe’ye, Beşiktaş’a girersin. Böyle şeyler çok olmuştur. Ben Fenerbahçeliydim. Daha çocuktum, Fenerbahçe için deli olurdum. Kavrakoğlu Fenerbahçe için teklifte bulunduğu gün elim, ayağım buz kesilmişti. Yolda yürümüyor, uçuyordum. Her şey tavındaydı. Mukavele imzalayacaktım. Dayım benim adıma Galatasaray’la mukavele imzalamamış mı? Ayıkla pirincin taşını. Tabi, özür diledik, yalvardık, yakardık, işi düzelttik. Beşiktaş da peşimdeydi. Fenerbahçe’den 5.500 lira transfer ücreti aldım. Bu benim için servetti.”

    Basri Fenerbahçe’de fazla yabancılık çekmedi. Donanma Kamil, Selahattin Torkal ve Melih Ilgaz ilk arkadaşlarıydılar. Basri’yi Sarı-Lacivertli kulüpte sıcak bir çevrenin içine ilk sürükleyenler onlardı. Yavaş yavaş heyecanını attı. Seyirciyle anlaştı, seyirciyle sevişti. Tribünlerin sevgilisi oldu. Ve Basri’nin yer aldığı Fenerbahçe 1951/52 sezonunu şampiyon olarak bitirdi.

    Basri Fenerbahçe şampiyon olduğu gün şu inanca varmıştı: Fenerbahçe’nin seyircisi çok büyük kuvvet, çok büyük bir destekti. Sahaya çıktıkları anda bütün bir stad ayağa kalkıyordu. Bu gürültü, Fenerbahçe futbolcuları için avantajdı. Fenerbahçe’nin yeni santrhafı “Şampiyonluk güzel şey, ama Fenerbahçe de çok güzel bir şey” demişti.

    Mehmetçik

    Basri’nin futbol hayatı bir savaş halinde geçmiştir. Halk ona değişik isimlerle seslenmiş, “deli” demiş, “Leyla” demiş, sonunda “Mehmetçik”te birliğe varmıştır.

    Aslında kendini oyuna ve takımına bu kadar ölesiye veren, en kahredici darbelere kafasını, bacağını uzatan bu futbolcuya takılacak en iyi isim bu olmalıydı: Mehmetçik… Basri seneler senesi bir “Mehmetçik” gibi dövüştü. Futbolcu değil, bir askerdi. “Mehmetçik” ünvanını tam 10 sene bir şeref ünvanı gibi asaletle taşıdı, ünvanının üzerine toz düşürmedi. Mehmetçik gibi çıktı sahaya, Mehmetçik gibi yaralandı. Ölümlerden kurtuldu.

    Futbolcu şöhrete erişmişse, ona sorulacak suallerin başında kaç defa milli takımda oynadığı sorusu gelir. Basri’ye ise hayatı boyunca kaç kere milli olduğu değil, kaç defa sakatlandığı sorulmuştur. Şimdi Basri’nin önümüze serdiği bilançoya ibretle bakınız. Sonunda şu hükme varacağınıza bahse girerim. Ölüp ölüp dirilen bir futbolcunun dramıdır bu.

    “Bir defa çenem kırıldı” diye girdi lafa Mehmetçik. “Ankaragücü’ne karşı oldu. Bir topa sıçradım, Yücel’le çarpıştık. Kafası çeneme çarptı. Kulaklarım uğulduyordu. Sonra bir patlama oldu. Derhal hastaneye kaldırdılar. Üç buçuk ay yattım, çenem bağlı olarak.”

    “Adana’da Demirspor’la oynarken burnum kırıldı. Bir başka maçta kaşım patladı. Legia maçında kolum döndü. Galatasaray maçında Naci’nin şutu kaşıma isabet etti. Gözümde iç kanama başladı, gözüm görmedi, iki ay gözüme hava verdiler. Bir kör gibi karanlık bir dünyada yaşıyordum ve hiç görmeyeceğim endişesiyle eriyordum. Tam iki ay hiç kimseyi görmedim.”

    Adale eziklikleri, lif kopuklukları, kanlı yara ve bereler, kulak zarının patlaması, sinüzit. Bunlar hesaba dahil değil.

    Basri’nin fedakarlığı üzerinde bizim Şükrü Gülesin geçenlerde bir küçük hatırasını anlattı. Şükrü, bir Fenerbahçe-Beykoz maçına gitmiş. İki deli karşı karşıya, bir yanda Nusret, karşısında da Basri. Birden ikisi birbirlerine girmişler. Şükrü: “Havada iki avcı uçağı çarpıştı sandım” dedi. “İkisi de paramparça oldular. Basri kalktı oyununa devam etti, Nusret’i ise kafatası çatladığı için hastaneye kaldırdılar!”

    14 Yılın En İyi Fenerbahçesi

    Basri Dirimlili Fenerbahçe’de 14 sene oynadı. Araya Kıbrıs işi, bazı tatsızlıklar girdi ve sahalardan çekilme kararı verdi. Fiziği, yaşı, klası Basri’ye bu sahada en azından dört sene ekmek parası kazandırırdı. Ama bir işi zamanında bırakmanın doğru olduğuna inanıyordu. “Seyirciler beni senelerce alkışladılar. Onların önünde daima vazifesini yapan futbolcu oalrak yaşadım. Bir gün ‘Aaa, Basri’ye bak ne hale gelmiş’ dememeleri için futbola veda ediyorum” diyordu.

    Fenerbahçe’deki 14 yılı Basri’ye çok şeyler kazandırdı. Maddi yönden de gözü arkada kalmadı. 14 yıl içerisinde eline geçen transfer bedeli toplamı 150 bin lirayı geçiyordu. Fakat, milyon verse Fenerbahçe onun hakkını ödeyemezdi. Bu süre içerisinde arkadaşlıklar kurdu. Fenerbahçe’yi bütün olarak seviyordu. Fakat her cemiyette olduğu gibi onun da içten bağlandığı, kader birliği ettiği arkadaşları olacaktı. Lefter, Naci, Can, Dr. Melih, Niyazi, Mehmet Ali, kaleci Şükrü, Şeref’le kendi deyimiyle yıllarca “aynı bardaktan su içti.”

    14 yıl boyunca değişik tertiplerde yer almış, yeni yeni isimlerle arkadaşlık yapmıştı. Beraber oynadığı arkadaşlarından 14 yılın Fenerbahçe’sini şöyle kuruyordu Basri: “Özcan (Şükrü) – Müzdat, İsmail Kurt – Şeref, Melih, Akgün – Fikret Kırcan, Lefter, Burhan, Can, Hilmi.”

    14 Yılın Antrenörü : Molnar

    Basri geçmişi yaşıyordu artık. Bu gece Sarı-Lacivertli formayı son defa giyecek ve sonra o terli formayı 14 yılın şeref armağanı olarak saklayacaktı.

    14 yılın en faydalı antrenörü olarak Molnar’ı hatırlıyordu. Molnar, Türk futboluna ve Fenerbahçe’ye yön veren yabancıydı Basri için. Ve Basri, futbolu bıraktıktan sonra futbol hayatı boyunca elde edemediği iki hakka, ömrü boyunca yanıp tutuşacaktı.

    50. Milli maçını oynamadığına, İtalyan kulüplerinde, mesela Juventus’ta, mesela Fiorentina’da hiç değilse iki senecik futbol oynamadığına! 1951’de Viyana’nın Rapid kulübünden aldığı transfer teklifi ise bir başka burukluğuydu Basri’nin…

    Kıbrıs

    Kıbrıs’ın Lefke Türkspor kulübüne antrenör-oyuncu olarak girmişti. Fenerbahçe’deki gibi bir hava bulmuştu Basri Lefke’de de. Futbol oynuyor ve öğretiyordu. Mert delikanlılar arasındaydı. Kavgacı, mücadeleci ve yırtıcı tabiatını onlara da aşıladı. Lefke günden güne kuvvetleniyordu. Kıbrıs’taki Türk kulüpleri arasında rekabet havası yaratılmıştı.

    Kader günün birinde bizim Mehmetçik’i Kıbrıs’a sürükledi.

    1963’ün sonlarına doğru ajansın Türkiye’ye verdiği radyo-foto Kıbrıs’tı. Rumlara karşı açılan savaşta Basri’nin de elde silah dövüştüğünü gösteriyordu. Sahalarımızın İnce Mehmet’i, “Mücahit Basri” olmuştu.

    Kıbrıs’ta her taraf kan, barut ve ateş kokuyordu. Bizim “kavgacı” delikanlı, bu büyük kavganın dışında kalamamıştı tabi. Silahı kaptığı gibi mücahitlerin arasına katıldı.

    Kıbrıs’ta kan gövdeyi götürüyor ve güler yüzü sakalla örtülü Basri de…

    Ölmemek için Öldürmek Gerek

    Basri’yle konuşuyoruz, ben soruyorum: “Basri, Kıbrıs’ta silah attığını biliyoruz ama öldürüp öldürmediğini söylemedin.”

    Düşünceli düşünceli cevap verdi: “Ecel o günlerde çok yakınımızdaydı. O ana baba günlerinde bir köşeye çekilip oturulmazdı ki. Ölmemek için öldürmek gerek. Bugün yaşıyorsak, bunu silahlarımıza ve yüreğimize borçluyuz.”

    Daha fazla konuşmadı Mehmetçik. Doğrusu da buydu aslında.

    20 Yılın Son Gecesi

    Basri 1929 senesinde Silistre’de dünyaya geldi. Eskişehir’de büyüdü, Eskişehir’de futbol oynamaya başladı. Havagücü, Ordu takımı, Fenerbahçe, Milli takım ve Kıbrıs. İki ucun arası tam 20 yıldı. Röportajın başında Basri’nin hayatını bu küçük hikayenin içine sıkıştırmak mümkün değil demiştim. Bazı hikayeler vardır ki, yazılamaz anlatılır. Biz yaşadığımız müddetçe Basri’yi anlatmaya devam edeceğiz.

    20 yıldır gözümüzün önünde yaşayan Basri bu gece Mithatpaşa’da son maçını oynuyor. Onu bu gece Sarı-Lacivertli forma altında son defa seyredecekler, hangi kulübün taraftarı olurlarsa olsunlar, futbolculuğunun en parlak günlerindeki gibi alışlayacaklar ve içlerinde bir burukluk duyacaklar. Basri’yi bir daha göremeyecekleri için.

    Bu hikaye burada bitiyor. 20 yılın son gecesinde, futbol hayatı pırıl pırıl, tertemiz bir futbolcudan ayrılıyoruz. 20 yılın aydınlattığı son gecede Basri’yi Fenerbahçe formasıyla bir kez daha alkışlayacağız. Ve hep beraber bir hakkı teslim edeceğiz: “Keşke daha 20 yıl oynayabilseydi!”

    Necmi Tanyolaç – Milliyet Gazetesi – Temmuz 1965 (Aktaran : Tuncay Yavuz)

  • “Can”ım

    “Can”ım

    Aramızdan ayrılışının 2. yılında futbolumuzun unutulmaz ismi Can Bartu ile dönemin ünlü sanatçısı Patricia Carli’nin öykülerini ayrı ayrı anlatacağım bugün. Patricia Carli’nin bir şarkısından ilham alarak yazılan bu öyküyü, dilden dile dolaşan bir efsane olmaktan çıkarmaya çalışacağım. Öncelikle babası Can Bartu’nun bu ilişki ile ilgili “bir kelimelik” onayını benimle paylaşan Gülfer Arığ Hanımefendi’ye sonsuz minnetimi buraya kaydetmekten çok mutluyum. Özel arşivlerinden faydalanmama izin veren Haluk Kılıç ve aynı zamanda hikayenin Fransızca çevirilerini de yapan, Alican Küçükcan’a teşekkür etmeyi de borç kabul ediyorum. Altmışlı yıllarda biri sanatçı, diğeri futbolcu iki ünlünün hikayesi… İyi okumalar.

    Barış KENAROĞLU


    Rosetta

    Altmışlı yıllarda Avrupa ve Türkiye’de ünlenen Patricia Carli, 1938 yılında İtalya’da “Rosetta” ismiyle dünyaya geldi. Annesi Cezayir asıllı, madenci olan babası ise İtalyan’dı. İlk gençlik yıllarını, doğduğu Taranto’da geçirdikten sonra, çizmenin topuğundaki bu liman şehrinden Belçika’ya yerleşti. Burada yurtdışına yaptığı turnelere sanatçılar götüren bir şirkette çalışmaya başladı. Bu turnelerde uğradığı yerlerden biri de Ankara oldu. Türkiye ve Türkçe ile burada tanıştı. Sanatçıların kıyafetlerinden ve gardroplarından sorumlu olan bu kısa boylu bir kız, şarkı söylemek istediğini etrafındakilere söylediğinde yadırgandı. Kimse sesini beğenmiyordu. Hatta Ankara Palas otelinde kendisini rica minnet dinleyen Orhan Boran, ondan şarkıcı olmayacağına karar vermişti bile. Ankara’da öğrendiği birkaç Türkçe şarkı ile sonraki durağı İstanbul’a geldi. 1961 Yılında geldiği İstanbul’da küçük gece kulüplerinde sahne aldıktan sonra Belçika’ya döndü ve şarkı söylemeyi sürdürdü. Fransa ise onun üne kavuştuğu ülke oldu. Orhan Boran yanılmıştı. Patricia, 1963 yılında “Demain Tu Te Maries” adlı şarkısı ile müzik piyasasına giriş yaptı. Yıllar sonra yaptığı açıklamada; bu şarkıyı başka bir kadınla evlenen ilk aşkına yazdığını söyleyecekti. Şarkıda sevgilisine “bana dokunma artık, seni tebrik etmeme izin ver, çünkü yarın evleniyorsun” diyordu. Patricia’nın genç bir şarkıcı olarak ünlenmeyi beklediği günlerde; Can Bartu ise doğup büyüdüğü Kadıköy’den İtalya’ya gitme hazırlıklılarına başlamıştı.

    Can Gidiyor

    Can Bartu, Fenerbahçe’nin 1959 yılında oynadığı Şampiyon Kulüpler Kupası maçlarında Avrupalı futbol adamlarının dikkatini çekmişti. Türkiye’nin Avrupa kupalarında tur atlayan ilk takımında yer alan Can, Türkiye liginde de 23 maçta 15 gol atmayı başarmıştı. Bu dönemde İspanyol Sevilla, Real Madrid gibi kulüplerin onunla ilgilendiği haberleri gazetelerde yer almaya başladı. Fransız otoritelere göre onda “izahı güç bir futbol yeniliği” vardı. Ve “meziyetleri dünyanın pek çok futbol şöhretini kıskandıracak” seviyedeydi.

    1960-61 sezonunun sonunda askere giden Can, o sezon sadece 5 gol atabilmişti. Türkiye’nin 27 Mayıs rejimi ile tanıştığı günlerde “Asker Kaçağı” olarak yargılanmış ve ceza almıştı. Nitekim o da tıpkı Vatan Gazetesi’nin 24 Eylül 1960 tarihli haberinde yer verdiği Metin Oktay gibi, Avrupa’da futbol oynamayı seçecekti. Her iki futbolcunun, kariyerlerine yurt dışında devam etmesine, haklarında çıkan bu yargı kararları da etki etmiştir. Bu dönem Can Bartu’nun hayatındaki en önemli olay ise annesinin ölümü oldu. Sima Hanım’ın ani bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetmesi Can’ın yurtdışına çıkma isteğini arttırdı.

    Can Bartu’nun Avrupa macerası 1961-1962 sezonunun ilk günlerinde başladı. Ağustos ayında, kendisi askerdeyken, temsilcisi Şükrü Gülesin İtalya’da önce Lazio kulübü ile görüşüp prensip anlaşmasına varmıştı. Sonradan transferde pürüzler nedeniyle Fransız St. Etienne kulübü de Can’ı transfer etmek için teklifte bulundu. Her iki kulübün girişimlerine rağmen transferi bir türlü gerçekleşmeyen Can, askerden gelince Fenerbahçe takımına katıldı. Eylül sonundan Kasım başına kadar Fenerbahçe’nin oynadığı 6 maçta 3 gol atması onunla ilgilenen Avrupa kulüplerini tekrar harekete geçirdi.

    Hidegkuti

    Macarların ünlü futbolcusu Hidegkuti, Can Bartu’nun İtalya kariyerini başlatan isimdir. Hidegkuti, teknik direktörlük kariyerine başladığı MTK Budapeşte’de 1 yıl çalıştıktan sonra, 1960 yılında Fiorentina’da göreve başlamış ve o sezon takımı Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nı müzesine getirmişti. Fenerbahçe’nin 1959 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası’ndaki Macar rakibi Csepel ile oynadığı maçlarda Can’ı seyreden Hidegkuti; birkaç aydır transferi yılan hikayesine dönen oyuncuyu ısrarla isteyerek transferini gerçekleştirdi. Aynı günlerde Roma’nın da transfer etmek istediği futbolcu Kasım ayı transfer döneminde 50.000 dolar karşılığında Fiorentina’ya katıldı. Bu paranın 17.000 doları ise bonservis ücreti olarak Fenerbahçe’nin kasasına giriyordu.

    Macar Teknik Adam Hidegkuti Nandor

    Fiorentinalı Can Fenerbahçe’ye Karşı

    Can Bartu, Fiorentina ile idmanlara başladığında Türk basınında, İtalyanlar tarafından beğenildiğine dair haberler de çıkmaya başlamıştı. İlk sınavını 3 Aralık 1962’de Torino karşısında verdi. 2-0 Galip gelen kadronun bir parçası oldu. Aynı günlerde Fenerbahçe, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası ilk tur maçında Nürnberg’e İstanbul’da 2-1 yenilmiş, rövanş maçı için geldiği Almanya’da da 1-0 yenilerek turnuvadan elenmişti. Bu maç sonunda Fenerbahçe, önceden karar alındığı üzere Fiorentina ile maç yapmak için Floransa’ya geldi. Bu maç Can Bartu’nun Fenerbahçe’ye karşı forma giydiği ilk ve tek maç olarak tarihe geçti. Maçı Fiorentina 2-1 kazanıyor, yeni takımının galibiyet golünü Can atıyordu.

    Can Bartu Fiorentina formasıyla Fenerbahçe’ye karşı

    İlk Gol, İlk Zorluklar

    Can Bartu Fiorentina’nın ilk 11’inde yerini sağlamlaştırmıştı. Lecce ve Atalanta’ya karşı mücadele eden Can’a yeni yıl, yeni takımında ilk golünü de beraberinde getirdi. 7 Ocak 1962’de Forentina, Bologna karşısına çıkmış, 1-0 kazandığı maçta atılan tek golü Can Bartu atmıştı. Bu maçtan sonra gazetelere verdiği röportaj’da İtalyan futbolunun sertliğinden yakınan Can Bartu’ya göre ülkeye adapte olmasının önündeki en büyük engel yabancı dil sorunuydu.  

    “Şimdilik Türk, İtalyan ve Fransız karışımı bir şive ile konuşuyorum. İtalya’da karşılaştığım en büyük zorluk lisan meselesi. En büyük derdim bu. İtalyancayı öğrenince her şey hallolacak.”

    Can Bartu, transferinden sonra Türkiye’ye ilk kez 1962 Şubat ayında geldi. Sonraki günlerde tekrar nüksedecek olan omzundaki sakatlığı devam ediyordu. Hem bu sakatlık hem de Fiorentina’nın maçının olmamasını fırsat bilip aldığı izni ülkesinde geçirmek istemişti. Gazetecilerin büyük ilgi gösterdiği Can’ı havalimanında karşılayanlar arasında nişanlısı Oya Hanım da vardı. Can Bartu geldikten iki gün sonra verdiği röportajda İtalya’daki günleri hakkında şunları söylüyordu:

    “Şu an istediğim oyunu oynayamıyorum. %35-40 Performans gösterebiliyorum. Takımın beyniyim ancak istediğim pasları alamıyorum. İlk hedefim takımda yer almaktı. Onu gerçekleştirdim. Sonraki hedefim ise daha iyi oynamak. İtalyanların Türk futbolu hakkında hiçbir fikri yok. İtalyan seyircisi hatayı affetmiyor. Ancak ben İtalyan seyircisinin gönlünü kazanmayı başardım. İtalyan takımlarında kimse kimseye yardım etmiyor. Büyük paralar döndüğü için her futbolcu kendine oynuyor. Şurası gerçek ki İtalya’da futbol galibiyete ve paraya dayanıyor.”

    Finaldeki İlk Türk

    Can Bartu izninin sona ermesinin ardından İtalya’ya döndü. Sezonun bitimine kadar 6 maçta daha takımda yer aldı. 1961-1962 sezonunda toplamda 14 maçta forma şansı bulmuştu. Fiorentina sezonu şampiyon Milan ve İnter’in ardından 3.sırada tamamlamıştı. Fiorentina’nın Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda 10 Mayıs 1962 yılında Atletico Madrid ile yaptığı final maçı ise bir Türk sporcunun uluslararası bir futbol organizasyonunun finalinde ilk kez forma giydiği maç olarak tarihe geçti. Fiorentina’nın 3-0 kaybettiği maçta Can Bartu ilk 11’de sahaya çıkmıştı.

    Venezia : “Forsa Turco”

    Kupa finalinin ardından 1963 sezonu öncesinde Can Bartu, Fiorentina tarafından satış listesine konuldu. Hem kulübü hem de kendisi, bu durumun sergilediği performans ile ilgili olmadığını, aksine maddi sebeplerden kaynaklandığını kamuoyuna açıkladılar. Venezia kendisi ile ciddi şekilde ilgileniyordu. 1962’nin Haziran ayı iki kulüp arasında Can Bartu’nun transferi için sıkı pazarlıklar yapıldı. Sonuçta kiralama konusunda anlaşıldı. Venezia, Can’dan vazgeçmeye hiç de niyetli değildi. Böylece Can, Temmuz ayı başında resmen Venezia’ya kiralandı.

    Floransa’dan önce Yunanistan’ın Pire şehrindeki abisini ziyarete eden Can, oradan yeni takımı ile birlikte mücadele vereceği Venedik şehrine gitti. Venezia forması ile ilk maçına Catania karşısında çıkan Can Bartu, bu özel maçta 1 gol ve 1 asistlik performansı ile dikkat çekti. Maç sonunda taraftarların kendisi için yaptığı “Forsa Turco” panosunun önünde çocuk taraftarlar ile çektirdiği fotoğraf basında yer aldı. İtalya’daki ikinci yılını yaşayan Can Bartu, 26 Nisan 1962’de bir süredir nişanlı olduğu Oya Sart ile evlendi. İstanbul’da gerçekleşen düğüne spor camiası büyük ilgi gösterdi.

    Venezia İtalyan liginde başarısız bir sezon geçiriyordu. Bir ara adı Juventus ile anılan Can Bartu, antrenörü Quario tarafından “Şahsi oynayan bir oyuncu” olarak değerlendirilse de bu durumun aralarında bir sorun oluşturmadığı da basına yansıdı. Antrenörüne göre Can, “Fakir Venezia’nın yegane serveti” idi. Ancak beklenen olmadı ve kötü geçen sezon Venezia’nın küme düşmesi ile sonuçlandı. Kiralık olarak sözleşmesi biten Can Bartu ise Fiorentina’ya döndü. Venezia’da 30 maçta forma giymiş ve 8 gol kaydetmişti.

    Can Bartu Venezia formasıyla

    Kötü Sezon – İyi Şöhret

    1964 yılı Can Bartu’nun kariyerinin en kötü sezonu olarak tarihe geçti desek yanlış olmaz. Bu sene Can, Fiorentina forması ile sadece 10 maça çıkmış ve hiç gol kaydedememişti. Omuzundaki sakatlık nüksediyor, bu da futboluna olumsuz etki ediyordu. Buna rağmen İtalya’daki şöhretinden bir şey kaybetmedi. 28. yaş günü için binlerce mektup aldı. Giyim tarzı ve yakışıklılığı ile ilgi odağı olmaya devam ediyordu. Bu dönemde ülkede yayınlanan dergilerde yer aldı.

    Fiorentina 1963-1964 sezonunu 4.bitirmiş, mali kriz kulübün kapısını çalmıştı. Yönetim, şöhretli Türk oyuncusunu tekrar satış listesine koymaktan başka çare bulamadı. Can Bartu’nun yeni takımı Roma şehrinin Lazio takımı olacaktı.

    Fenerbahçe – MTK

    Can Bartu Fiorentina’da kötü bir sezon geçirirken İstanbul’da Fenerbahçe takımı için işler iyi gidiyordu. 1964’ün Mart ayına gelene kadar takım ligde oynadığı 25 maç’ta sadece 2 mağlubiyet ve 7 beraberlik almış, Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda ise ilk iki turu geçerek Macaristan’ın MTK takımının çeyrek finaldeki rakibi olmuştu. İlk maçı Budapeşte’de 2-0 kaybetmesine rağmen ikinci maçta rakibine 3-1’lik üstünlük sağlayan Fenerbahçe, dönemin statüsü turu geçen tarafın belirleneceği 3.maç için Roma’ya gitti.

    Roma’da oynanan 3.maçı izleyenler arasında eski takımına destek vermek için stadyuma gelen Can Bartu da vardı. Fenerbahçe MTK maçı 18 Mart 1964’te oynandı. Maç boyu dengeyi bozmaya çalışan iki takımdan başarılı olan taraf MTK oldu. Bitime 4 dakika kala Fenerbahçe kalesine giden şut ile Fenerbahçe’nin Avrupa macerası sona erdi. Maç sonunda eski takım arkadaşlarını teselli eden Can Bartu, en az onlar kadar üzgündü.

    “Yarım Kalmış Duygular”

    Can Bartu İtalya’nın başkentinde top oynamaya başladığında Patricia Carli ise aynı ülkenin bir başka kıyı kentinde yapılan yarışmayı kazanan şarkının sahibi olarak Avrupa’nın tanınan müzisyenlerinden biri olduğunu kanıtlıyordu. Henüz 16 yaşındaki Gigliola Cinquetti’nin seslendirdiği “Non ho l’eta” şarkısı 1964 Sanremo Müzik Festivali’nin birincisi olmakla kalmıyor, aynı yıl Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da yapılan 9.Eurovision Şarkı Yarışması’nda İtalya’ya birinciliği getiriyordu.

    Patricia Carli’nin bu yarışmadan sonra zirveye ulaşan popülaritesi Türk gazetelerinin de dikkatini çekti. Yazının başında sözünü ettiğim “Demain Tu Te Maries” şarkısı Türkiye’de en çok dinlenen yabancı şarkılar listesinde 4.sırada yer buldu. Sanatçı hakkında Cumhuriyet Gazetesi’nde bir haber yapan Sadun Cenk, şöyle diyordu:

    “Bugün Avrupalı müzisyenlerin adını dillerinden düşürmedikleri bu genç kızın bundan 3 yıl önce İstanbul’un bir lokalinde karın tokluğuna çalıştığını bilir misiniz?

    En büyük konser afişinden satış rekorları kıran plaklara en lüks gazinolardan neonlu ilanlarına kadar Fransa’da her yerde adına rastlanılan bu kadın, başarısını bir tek sebebe bağlıyor: “Yarım bırakılmış duygulara”

    Popülaritesinin artması ile dönemin yabancı şarkılara Türkçe aranjmanlar yapan müzik insanları Sezen Cumhur Önal ve Fecri Ebcioğlu’nun Patricia’nın şarkılarını Türkçe’ye uyarlamak konusundaki rekabetleri de başlamış oldu. 1964 Tarihli “Les Mal Aimes” şarkısı, her iki müzik insanı tarafından Türkçe’ye uyarlandı. Bunlardan biri “Özlerim İstanbul’u” adındaki Sezen Cumhur Önal şarkısıydı ve Patricia’nın kendisi tarafından seslendirilmişti. Fecri Ebcioğlu’nun uyarlaması ise Ajda Pekkan tarafından “İlkokulda Tanışmıştık” adıyla seslendirildi. Kısacası artık Patricia Carli, Türk müzikseverlerinin tanıdığı bir isimdi.

    1964 Sanremo Müzik Festivali Birincilik Ödülü’nü kazanan Patricia Carli

    Milli Forma ile İlk Gol

    Can Bartu’nun 1956 yılında Polonya maçı ile başlayıp 1969 yılındaki Sovyetler Birliği maçına kadar süren 28 müsabakalık milli takım macerasında, İtalya’da top koşturduğu yıllara denk gelen 3 maç vardır. Bunlardan ilki 1 Kasım 1964’te Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan Tunus maçıydı. Türkiye’nin 4-1’lik galibiyetinin 3. Golünü atan Can için bu golün özelliği milli forma altında attığı ilk gol olmasıydı. Bu maç öncesinde Türkiye Futbol Federasyonu, Lazio yönetiminden izin alarak Can’ı Ankara’ya getirtmişti. Diğer iki maç ise Ali Sami Yen Stadyumu’nun açılışının yapıldığı Bulgaristan ve Türkiye’nin 1-0 yenildiği Portekiz maçlarıydı. Golsüz berabere biten Bulgaristan maçı, aynı zamanda tribünlerde çıkan arbede sebebiyle çokça kişinin yaralanması ile tarihe geçecekti.

    Can Bartu’nun Milli Takımdaki İlk Golü

    Roma’da Can Haftası, İstanbul’da Patricia Rüzgarı

    Milli maçlardan sonra Lazio takımına katılan Can Bartu, İtalya’daki kariyerinin en güzel günlerini yaşamaya başladı. Ligde küme düşme potasında yer alan Lazio takımı ile ilk 11’de sahaya çıktığı üç maçta 2 gol atan Can Bartu, 25 Ocak 1965’te Genoa’ya attığı golü, “Hayatımın en güzel golü” diye nitelendirmişti. Bu maçlarda aldığı sonuçlarla Lazio takımı ligde orta sıralara çıkıyor, güvenli bölgeye yerleşiyordu.

    Bu günlerde Can Bartu için Turizm ve Tanıtma Bakanlığı Roma Bürosu’nda “Can Haftası” düzenleniyor, bir hafta fotoğraflarının yer aldığı bir serginin açılışı yapılıyor, böylece Can Bartu Türkiye’nin sadece futbol değil aynı zamanda turizm elçisi de oluyordu. Lazio – Milan maçında çektiği şut gazetelere haber oluyor, değerinin 2 milyon liraya yükseldiği haberleri spor sayfalarının manşetini süslüyordu. Kendisi hakkında yapılan değerlendirmelerin ortak noktası: “İtalya’nın en teknik oyuncusu” olmasıydı.

    Şarkılarının tanınmaya başlamasıyla popüler olan Patricia bu günlerde İstanbul’a geldi. Havalimanında hayranları ve gazeteciler tarafından karşılanan sanatçının şehirde katıldığı etkinliklerden en önemlisi Robert Kolej’de verdiği konser oldu. Konserin haberi gazetelere “Patricia Carli Kolejlileri ağlattı” şeklinde yansıdı.

    Tek Maçlık Fenerbahçe Forması

    Lazio 1964-1965 sezonunun son haftasında Mantova’yı yenerek ligden düşmekten kurtulmuş, Can Bartu için alışılageldiği üzere transfer dedikoduları da başlamıştı. Eşi ve kızı ile tatilini geçirmek için İstanbul’a dönen Can Bartu, gazetecilere verdiği röportajda konunun belirsizliği ile ilgili şu ifadeleri kullanmıştı:  “İtalya’da transfer Türkiye’dekine benzemiyor. Şu anda hangi kulüpte futbol oynayacağımı ne Lazio ne de Fiorentina idarecileri biliyor. Bende bunu İtalyan gazetelerinden öğreneceğim”

    Can Bartu, tatilini geçirdiği süre içerisinde Fenerbahçe’den takım arkadaşı “Mehmetçik” Basri Dirimlili’nin jübilesinde forma giymiş, 3 Temmuz 1965’te oynanan maçta “Şöhretler Karması”nın karşısına Fenerbahçe forması ile çıkmıştı.

    Sakatlık

    1965-1966 sezonunda yeniden Lazio forması giymesi kesinleşen Can Bartu, takıma yapılan takviyelerden dolayı kendini daha fazla göstermek durumundaydı. İtalya’ya döndükten sonra gazetelerin değerlendirmelerinde yer almaya başladı. Corrierra Della Sport, onu ligin en iyi 3.sağ açığı olarak lanse etti. Takımın ilk 11’inin değişmez oyuncusu olmuştu.

    Bologna’ya attığı gol, takımının 1 puan almasını sağlamıştı. Ancak Lazio’nun Cagliari’ye 3-0 yenildiği maçta lif kopması nedeniyle yaşadığı sakatlık, bir anlamda İtalya kariyerinin sonunun başlangıcı oldu. Bu sakatlık dolayısıyla hem o hem takım istikrarını kaybetti. Ligde forma giydiği  24 maçta sadece 2 gol kaydedebilmişti. Lazio ise tıpkı geçen sezon gibi ligi, alt sıralarda sayılabilecek 13.sırada tamamlamıştı.

    Lazio 1965-1966 Sezonu

    “Ne Olur Beni Oynatın”

    Lazio 1966-1967 sezonuna adeta kaldığı yerden devam ederek başladı. Antrenör Mannocci ilk 11’de Can’a yer vermiyordu. Takım ligin açılış maçında Fiorentina’ya 5-1 yenilince taraftarlar ilk 11’e giremeyen oyuncuların isimlerini bağırmaya başladılar. Bunlardan biri de Can Bartu’ydu. İlk 8 haftada alınan 5 mağlubiyet ve 2 beraberlik sonrasında Lazio yönetimi Mannocci ile yollarını ayırdı. Artık Lazio’nun yeni antrenörü Maino Nerri’ydi.

    Nerri, gazetelere verdiği beyanatta takımı Can’ın üzerine kurduğunu ancak sakatlığının planlarını bozduğunu söyledi. Geçen seneden beri ara ara nükseden sakatlığı artık psikolojisini de bozmaya başlamıştı. 1966 Aralık ayında 3 maç forma giydiği günlerde kendisini uzun süredir takip eden Kızılyıldız Antrenörü Miliç bu günlerde Gazeteci Reha Erus’a verdiği röportajda şunları söyledi:

    “Can 6 sene önce Türkiye’de izlediğimde daha hızlıydı. Ancak şimdi oyunu oturmuş vücut çalımları bir harika. O futbolun şairidir. Can bugün İtalya’nın en klas futbolcusu hüviyetini taşımaktadır. Fakat Can’ın “kendini kontrol etme hissi” İtalyan ligi için yeterli değildir. İtalyan ligi çok çekişmeli geçer. Vurucu ve kırıcıdır. Halk bugün seni alkışlar yarın kötü oynarsan ıslıklar. İşte Can buna dayanamıyor”

    Miliç’in de ifade ettiği, İtalya kariyeri boyunca başına dert olan, bu uyum sorunu sakatlığı ile birleşince 1967 yılının ilk günü kadro dışı kaldığı kendisine bildirildi. Türkiye’ye geri döneceğine ilişkin dedikodular da tam bugünlerde ortaya çıktı. Hem İtalyan hem de Türk gazetelerinde yer alan bu yönde haberlere karşı Can Bartu’nun cevabı ise kesindi.“Türkiye’ye dönmek diye bir şey söz konusu olamaz. İki yıl daha İtalya’da kalmayı düşünüyorum. Zaten yurduma oyuncu olarak değil ancak antrenör olarak dönebilirim”

    Kadro dışı kaldığı günler Can Bartu’nun İtalya kariyerinin en zor günleri oldu. Üç aya yaklaşan bu sürecin sonunda deyim yerindeyse isyan etti. Gazetelerde “Ne olur beni Milan’a karşı oynatın” başlığı ile çıkan haberde Can’ın şu sözlerine yer veriliyordu:

    “Topun şeklini unuttum. Yeter ki oynayayım. Bacağımda müthiş bir ağrı vardı. Onun için koşamıyordum. Bu yüzden kadro dışı kaldım. Ben bir futbol aşığıyım, futbol oynamadığım zaman kötü oluyorum”

    Can Bartu’nun bu içten isyanı karşılık buldu. Lazio takımının kaderini belirleyecek Milan ve Roma maçlarında sahaya çıkan 11’lerde Can da yer alıyordu. İki maçı da yenilmeden bitiren Lazio takımı küme düşme potasına girmiyor, Can ise bu iki maçın İtalya kariyerindeki son maçlar olduğunu bilmiyordu. 5 Mart 1967 tarihindeki Roma maçı Can’ın son kez Lazio forması giydiği maç olarak tarihe geçiyordu.

    Fenerbahçe Can’ı Getiriyor

    Fenerbahçe’nin Can Bartu’yu transfer etmek için harekete geçtiği haberleri Nisan ayında gazetelerde yer almaya başladı. Mayıs ayına gelindiğinde ise Fikret Arıcan’ın Can’ı getirmek için İtalya’ya seyahat hazırlığına başladığı dile getirildi. İtalya’da mutsuz olan Can’ın Fenerbahçe’ye dönüşü ise Başkan Faruk Ilgaz’ın olaya bizzat el koymasıyla mümkün olacaktı. 20 Mayıs 1967’de Roma’ya uçan Ilgaz, uzun süren pazarlık sürecinin ardından Lazio’lu yöneticileri ikna edecek ve Can Bartu 144.000 lira transfer bedeli karşılığında yeniden yuvasına dönecekti.

    Can, Türkiye’ye dönerken Patricia’nın İstanbul’u ziyaretleri her yıl tekrarlanan bir etkinlik halini almıştı. Sanatçı 1966 ve 1967 yılında gerçekleştirdiği ziyaretlerde konserler vermiş, şarkıları ise en çok dinlenenler listesinde yerini korumuştu.

    Samanyolu

    Patricia, Türkiye’de kendisine gösterilen ilgiyi, “Samanyolu” şarkısını dünyaya tanıtarak karşılıksız bırakmadı. Sözleri Teoman Alpay’a, bestesi Metin Bükey’e ait olan ve Berkant’ın seslendirdiği şarkı 1968 yılında çıkmış ve 100.000’lik satış rakamıyla Türkiye’nin ilk altın plağını kazanmıştı. Patricia, yazdığı Fransızca sözlerle bu şarkının tüm dünyaya yayılmasını sağladı. “Oh Lady Mary” adıyla dünyaya yayılan şarkı bir çok ünlü sanatçının repertuarına girdi. Fenerbahçe futbol takımının tam 5 kupa kazandığı 1968 yılında piyasaya çıkmış olan “Samanyolu” günümüzde bile tribünlerde söylenmekte ve bir takıma ithaf edilen en özel şarkı olma özelliğini taşımaktadır.

    1968 Patricia’nın Türkiye’deki en verimli yılı oldu. Uluslararası İzmir Fuarı’nın konuklarından biri olan sanatçı bu yıl sırasıyla “Seni Andıkça” ve “Bir Gün Sana Döneceğim” adlı şarkıları yayınladı.

    Sezen Cumhur Önal imzalı bu şarkılardan sonra Fecri Ebcioğlu’nun “Que C’est Triste” adlı şarkıya yaptığı aranjman piyasaya çıktı. “Üç Kalp” adıyla yayınlanan ve günümüzde hala bilinen şarkıyı bir çok sanatçı seslendirdi. Bu şarkının bilinilirliği bir anlamda Sezen Cumhur Önal – Fecri Ebcioğlu rekabetinin galibini de belirledi. Kazanan Fenerbahçeli Fecri Ebcioğlu’ydu.

    “Can Büyüktü”

    Fenerbahçe’ye döndükten sonra ilk birkaç ay, uzun süredir futbol oynamadığı için takımdan uzak kalan Can Bartu, sonraki günlerde takımdaki yerini aldı. Forma giydiği 3 sezon boyunca Fenerbahçe takımı ile 46 maça çıktı. İki lig şampiyonluğunun ve Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Manchester City zaferinin önemli bir parçası oldu.

    Kendisi gibi yurtdışında kariyer yapan Galatasaray’ın efsane futbolcusu Metin Oktay’ın 1969 yılındaki jübile maçında Fenerbahçe Kaptanı olarak sahaya çıktı. Metin Oktay ile forma değiştirdikleri an, Türk futbol tarihinin en önemli anlarından biri olarak ölümsüzleşti. 6 Eylül 1970 yılında oynanan Beşiktaş maçı ile jübile yaptı. İtalyanlar onu ülkelerine son 15 yılda gelen en iyi 3 yabancıdan biri olarak nitelendirdiler. Jübilesinin ardından “Baba Gündüz” lakaplı Gündüz Kılıç’ın Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazdıkları ise Can Bartu ile ile ilgili çok şeyi özetliyordu.

    “Can büyüktü… İstanbul’da da, Floransa’da da, Roma’da da fakat o’nun ne kadar büyük olduğunu tam anlamıyla ne biz, ne onlar, ne de kendisi anlayabildi galiba.. Can sanki bir kabuk içinde yaşıyordu zira.. Diyelim ki bir türlü açılıp içindeki inciyi etrafa iyice göstermeyen bir istiridye kabuğu… Belki de zor, özlemli geçen bir çocukluk devresi yüzünden, insanlara güvensizlikten onlardan korunmak için ister istemez sığınmıştı oraya. Zerre kadar çaba da göstermiyordu bu kabuktan sıyrılmaya. Aksine onun içinde kendini emniyette bulup astar üstüne astar, yaldız üstüne yaldız vuruyordu kabuğuna. Rakiplerini gülünç hale sokan şâhâne fakat pek müstehzi çalımlar atıyordu. Ünlü Hamrin’e: «Bu klâsınla hem ihya edebilirsin. Ne olur bana yardım et.» dedirtip yalvartıyordu. İtalyan basınına «Can mı? Rivera mı?» diye sordurtuyor. Bütün bunlar onca kabuğunu büsbütün sağlamlaştırmaktı. Fakat bence bu bunalım içinde Can olduğu gibi ortaya çıkıp da oynayabileceği o daha büyük futbolu içtenlikle ve devamlı olarak oynamadı bir türlü. Kısaca Can kabuğunun içindeki değer biçilmez inciyi tam olarak bizlere göstermeden futbolumuzdan kopup gidiyor işte.. Ama ne dersek diyelim, gene de çok büyüktür Can. Futbolumuzun ölümsüzleri arasında daima anılacaktır Can. Eğer ileri geri lâf ettiysek bağışla. Bu muhteşem futboluna doyamayışımızdandır Can”

    Sessiz Gemi

    Patricia Carli 1968-1969 yıllarında yarattığı şarkılardan sonra 3,5 yıl sessiz kaldı. Bu sessizliğin sonunda ise Türk müziğinin bir başka efsane şarkısının ortaya çıkmasına aracılık etti. “Sans toi je suis seul” adlı bestesi 1975 yılında Şair Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiiri ile birleşerek hayatlarımıza girdi. Hümeyra’nın sesi ile de günümüze kadar ulaştı.

    Ve… “Canım”

    Türkiye’de,
    “Ma Cherie” bu şekilde söyleniyor.
    Bu kelimeyi sen bana öğretmiştin.
    Güler,
    şarkı söyler,
    hiçbir şeyi önemsemez,
    eğlenirdik.
    Ben, mutsuz bir artist,
    senin yanında
    kederlerimi unuturdum.
    Canım…
    Sen aşkı
    dostlukla iyileştirmek istedin.
    O artist, o bencil kadın
    unutamadı işte gördüğün gibi.
    Benim için geleceğini biliyordun.
    Sen sakin, sen uysal…
    Sevilmek umuduyla sevmedin beni
    Canım…
    Günler su gibi geçtiğinden beri
    kendimi tekrar
    senin yanında buldum.
    Ya sen, sen ne alemdesin?
    Kendimi seni düşünürken buluyorum.
    Evlendin mi? Hayatında herşey yolunda mı?
    O da sana
    “Canım” diyor mu?
    Canım…
    Bir daha bana hiç canım denmedi.
    Ben bugün seni de “canım”ı da çok özlüyorum.

    Mutlu Son

    Patricia Carli 1970 yılı itibariyle şarkı söylemeyi bırakarak kariyerine söz yazarı olarak devam etti.  Bir çok ünlü Fransız sanatçıya söz yazdı. Türkiye’ye en son ziyareti 1976 yılında oldu. Uzun bir aranın ardından, 1978’de yaptığı “L’Homme De La Plage” albümü ile müzik piyasasına dönmeyi denedi. 1982’de yayınlanan “La Balladine” ise onun son albümü oldu. Patricia Carli şu an 83 yaşındadır ve Fransa’da yaşamaktadır.

    Patricia Carli, eşi ile birlikte İstanbul’da – 1976

    “Canım” şarkısına, Can Bartu’nun 2019 yılındaki ölümünün ardından, yayınlandığı platformlarda yapılan yorumlarda, şarkının Can Bartu’ya ithafen yazıldığı söyleniyordu. Can Bartu hayattayken yanında olan, eşinin ilk evliliğinden olan kızı Gülfer Arığ ile iletişimim bu iddiayı doğrulatmak için gerçekleşti. Büyük bir zerafet örneği göstererek sorumu cevaplayan Arığ, “Can Bartu’nun bu şarkının kendisi için yazıldığını kabul ettiğini ancak detay vermediğini” söyledi. Gündüz Kılıç’ın deyimiyle “bir kabuk içinde yaşayan Can”dan gelen bu bilgi benim için hikayenin yazılmasına yeterli bir sebepti.

    Can Bartu ile Patricia Carli’nin hayatlarının ne zaman kesiştiğini bilmiyoruz. Konuya ilgi duyan birisi Fransa’da Patricia Carli ile konuşmadan da öğrenemeyeceğiz. Aslında bu bilinmezlik hikayeyi özel kılıyor. İlk evliliğini 1962 yılında yapan ve 1976’ya kadar devam ettiren Can Bartu’nun, Patricia ile ilişkisini, aslında en iyi sanatçının kendisi tarif ediyor: “Yarım kalmış duygular”

    Bütün hikayeyi bu bilinmezliğin sihrini bozmadan yazmaya çalışıp, kapalı olan defterin sayfalarını aralamak istemememin sebebi de bu. Bu sebep ki aynı zamanda hikayeyi şarkılarla süslememin de nedeni. Umuyorum ki; iki kişinin ayrı ayrı hikayelerinin birleştiği bu satırlardan, şarkıların eşliğinde, herkes kendi istediği masalı yaratır.

    Patricia’nınkini bilemesek de Can’ın 2 sene önce sona eren hayat hikayesinin mutlu bittiğine eminiz. İkinci evliliğini 2003 yılında yapan ve bu beraberliği tam 16 yıl boyunca sürdüren; yeni doğan çocuklara bugün bile “Bartu” isminin verilmesine sebep olan, milyonlarca insan tarafından tanınan, kendi deyimiyle “Fenerbahçe marşında adının geçmesinin ne demek” olduğunu bilen bir insanın hayat hikayesi mutlu sonla bitmemiş olabilir mi?

    Barış KENAROĞLU / Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu