Etiket: Şükrü Saracoğlu

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu IX.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Saracoğlu Kupası

    Yine o yılın içinde, hiç de hesapta olmayan bir Ankara seyahati ortaya çıktı. Mülkiyeliler Birliği, “Şükrü Saracoğlu Kupası” adı altında bir basketbol turnuvası düzenlemişti.

    Rahmetli Şükrü Saracoğlu, çok uzun yıllar (aralıksız tam 16 yıl) Fenerbahçe Kulübü Başkanlığını yapmış; Adalet Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve hatta Başbakanlığı yıllarında da kulüpten hizmetlerini esirgememiş büyük bir sporsever ve gerçek bir Fenerbahçeli idi. Bu nedenle Fenerbahçe takımı bu turnuvaya özellikle davet edilmişti. Katılması da kaçınılmazdı. Yönetim Kurulu, kulübün parasal durumunun hiç de iyi olmadığından (ki gerçekten de öyle idi) bahisle pek az bir tahsisat verebilmiş, “Aman bununla idareye bakın” demişti.

    Muhtar Sencer ile karşılıklı geçip uzun uzun hesaplara dalmıştık yine. Gidiş ve dönüş yol parası, otel ve yemek parasını elimizdeki parayla karşılayabilmemize imkân yoktu. Muhtar basit bir memur, ben de bir simit-çay devrinin genç bir gazetecisiydim. Parasal bir katkıda bulunabilecek güce sahip değildik asla. Ne yapacağımızı şaşırmış haldeydik.

    Bir antrenman sonrasında çocukları toplayıp durumu açıkça anlattık. O güzelim amatörlüğün o tertemiz renk aşkıyla doluydu çocuklar: “Üzülmeyin, nasıl olsa idare ederiz” dediler.

    Amerikalı oyuncumuz Chuck ise eşiyle birlikte Ankara’ya bir Amerikan askeri uçağı ile gidebileceğinden bahsetti ve ayrı bir otelde kalması için bizden izin istedi. Chuck, çok iyi bir basketbolcu olduğu kadar mükemmel bir insandı da. Eşi Mary ise tam manasıyla “Fenerbahçe hastası” olmuştu. Çocuklar da bu talebini son derece olumlu karşıladı.

    Chuck’ın bizimle gelmeyişi ve ayrı bir otelde kalacak olması, bir kişinin yol ve iaşe-ibate masraflarını da azaltıyordu. Bu durumda kıt kanaat idare edebilirdik herhalde. Sineğin yağını bile hesaplayacak haldeydik. Ve Fenerbahçe basketbolunu işte bu halin içinde ayakta tutmaya çalışıyorduk.

    Ankara’ya gidiş-dönüş ikinci mevki tren biletlerimizi aldık. Kuşetli vagon bile bizim için hayli lüks olacağından kuşetsizini tercih etmiştik. Çocuklar akşam trene kumanyalarıyla gelmişlerdi. Köftesini, peynirini, haşlanmış yumurtasını, salamını, zeytinini, helvasını açıp ekmeğine katık eden trende nefsini köreltti. Ve şen şakrak saatler içinde Ankara yoluna koyulduk. Gönüller öylesine birdi ki, ikinci mevki tren kompartımanı bile çocuklara yataklı vagondan daha güzel gelmişti.

    Gece, çocuklar biraz daha genişlesinler diye, Eskişehir’den Ankara’ya kadar olan yolu Muhtar Sencer ile birlikte vagonun koridorundaki açılır kapanır oturaklarda geçirmiştik.

    Ankara’da, Sıhhiye ile Kızılay arasındaki “Gül Palas” oteli, Fenerbahçe’nin en eski atletlerinden Selahattin Bey’indi. Bu eski Fenerbahçeli ağabeyimiz; “Spor kafilelerine pek kapımı açmıyorum ama Fenerbahçe olunca işler değişir” diyerek bizi oteline buyur ettiği gibi yaptığı hatırı sayılır bir indirimle de gönüllerimizi ayrıca almıştı.

    Saracoğlu Kupası’nın organizasyonu Mülkiyelilerindi. Yılmaz Gündüz, Gündüz Aktuğ, Seyhan Beşkök sacayağı, Organizasyon Komitesi’ni oluşturan öğrencilerdi. Onların aracılığı ile öğle ve akşam yemeklerini öğrenci kantininde az bir ücretle yemeyi de sağlayınca derin bir soluk almıştık.

    Turnuvaya; Mülkiye, Harp Okulu, Gençlerbirliği ve Fenerbahçe takımları katılıyordu. Yedek Subaylığı yapmakta olan Fenerbahçe kaptanı milli basketbolcumuz Ayduk Koray da Harp Okulu takımında oynamaktaydı. Yalım’lı, Celal’li, Haluk’lu, Vedat’lı Harp Okulu, Ayduk’un da katılmasıyla büsbütün güçlenmişti.

    Fikstüre göre; ilk gün Mülkiye-Fenerbahçe ve Harp Okulu-Gençlerbirliği oynayacaklardı. İkinci gün; Fenerbahçe-Gençlerbirliği ve Harp Okulu-Mülkiye maçları vardı. Turnuvanın son günü ile Mülkiye-Gençlerbirliği ve Fenerbahçe-Harp Okulu takımları karşı karşıya geleceklerdi.

    İlk maçta ev sahibi Mülkiye karşısında fena halde karambole gelmiştik. Mülkiyeliler maçın hakemlerinin gelemediklerinden bahisle iki Mülkiyeli öğrenciyi hakem olarak karşımıza çıkarmışlar ve onlar da göz göre göre kanımıza ekmek doğramışlardı. Ve maçı üç sayı farkla Mülkiye kazanmıştı.

    Maçtan sonra kantinde Yılmaz Gündüz, her zamanki sevimli haliyle yanımıza gelmiş ve olanca samimiyeti içinde; “Kusura bakmayın” demişti. “Böyle olması gerekiyordu, malum ya yarın Harp Okulu ile maçımız var. Yenilseydik bu maçın bir önemi kalmaz ve kimse maça gelmezdi. Malum ya hasılat meselesi”

    Yılmaz’ın bu samimi itirafları dahi bizi rahatlatmıştı.

    O akşam oteldeki odamızda Muhtar Sencer ile derin bir hesaba oturmuştuk tekrar. Kılı kırk yararcasına hesabımızı yaptıktan sonra Ankara’da rehin kalmayacağımız sonucuna varmış ve yataklarımızda rahat bir uyku çekmiştik.

    Ertesi gün takımımız çok rahat bir oyunla Gençlerbirliği’ni farklı bir yenilgiye uğratmıştı. Bizden sonra Harbiye-Mülkiye maçı vardı. Başkentin iki ezeli rakibiydi onlar. Mülkiye salonunu hınca hınç dolduran büyük bir kalabalık önünde oynanan bu maçı nefesler kesen bir mücadele sonunda Harp Okulu kazanmıştı. Harp Okulu’nun o güçlü takımı özellikle ikinci yarıda ezici üstünlüğünü rakibine kabul ettirip farklı bir sonuca gitmeseydi, diğer pek çok maçta olduğu gibi bu maçta da bir “çıngar” çıkabilirdi herhalde.

    Pazar sabahı, turnuvanın son gününde Harp Okulu bizi de yenerek şampiyonluk kupasını almaya hazırlanıyordu. Harp Okulu takımı yıllardan beri başkentte yenilgi yüzü görmemişti. Ve Fenerbahçe’yi rahatça yeneceklerinden emindiler. Nitekim maçtan önce sevgili Yalım olanca şirinliği ile yanımıza gelmiş; kucaklaşmıştık: “Ev sahipliği yapamayacağımız için sizden peşinen özür dilemek istiyorum. Kusura bakmayın, sizi yenmek zorundayız” diye konuşmuştu.

    “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş Yalımcığım” diye cevaplamıştım o tatlı insanı.

    Oysa bizim de sevgili Yalım’a bir sürprizimiz vardı. Yıllardan beri Harp Okulu takımının uğur bellediği bir sırrı öğrenmiştim. Harp Okulu takımı sahada seremoni selamı yaparken takım kaptanı Yalım hafif bir sesle “Alev’in Şerefine” diyor ve oyuncular hep bir ağızdan bağırıyorlardı: “Sağol… Sağol… Sağol!” diye. Bu selam şekli aslında “Türk Sporu Şerefine” diye idi. Takım kaptanımız Sacit’e bunu söylemiştim ve Yalım ile Harp Okulu takımı oyuncularının işitebilecekleri bir sesle “Alev’in Şerefine” diye arkadaşlarına seslenmesini istemiştim.

    Milli Takım kamplarında Yalım’ın sürekli muzipliklerine uğrayan Sacit de bu “uğuru bozma” işine pek sevinmişti. Fenerbahçe takımı kaptanının “Alev’in Şerefine” sözünü işittiği anda sevgili Yalım’ın şaşkınlığı hala gözlerimin önündedir. Alev, sevgili Yalım’ın o zaman küçücük bir çocuk olan kızıydı. Harp Okulu takımı onu kendisine hem maskot hem de uğur saymıştı.

    Salon hınca hınç doluydu. Şükrü Saracoğlu da maça gelmişti. Fenerbahçe takımının onu ayrıca gidip selamlaması ayrıca güzel bir jest olmuştu. Salonun büyük bölümünü ev sahibi Mülkiyeliler doldurmuşlardı. Ve onlar candan Fenerbahçe’yi desteklemekteydiler by maçta.

    Fenerbahçe basketbol atkımı bu maçta öyle bir oyun çıkarmıştı ki… Salonu dolduran Mülkiyelilerin de büyük desteğiyle büsbütün coşan Sarı-Lacivertli takım güçlü rakibini adeta sürklase etmişti. Beş yıldan beri başkentte yenilgi yüzü görmeyen Harp Okulu takımını farklı bir yenilgiye uğratmıştık o gün Ankara’da.

    Bu maçta Chuck, hayatının en güzel oyunlarından birini çıkarmış; Sacit ile Silvio da sahanın en iyi oyuncuları arasında parlamışlardı. Aman yarabbi, o ne maç, o ne büyük heyecandı. Aradan kırk yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen bu satırları yazarken bile aynı heyecanı yeniden yaşar gibiyim.

    Maçtan sonra Fenerbahçe takımı oyuncuları sahaya doluşan Mülkiyelilerin omuzlarında yükselirken Muhtar boynuma sarılmış hüngür hüngür ağlıyordu. Kendimi tutmama rağmen gözlerimden süzülen yaşları tutamıyordum bu heyecan içinde.

    Fenerbahçe’nin Harp Okulu’nu yenmesi Mülkiye’nin işine yaramış; “Turnuva tüzüğünde averaj yoktur, kupa ortada kalmıştır” denilerek işin içinden çıkılmıştı. Başkentte beş yıldan beri Harp Okulu’nu yenerek namağlup sıfatına son verilmiş olmak bile bizim için şampiyonluk kadar önemli bir olaydı. Hele maçtan sonra Sayın Şükrü Saracoğlu’nun Fenerbahçe’yi tebrike gelmesi bizler için mutluluklar ve şereflerin en yücesi olmuştu.

    Bu galibiyetin büyük sevinci içindeki soyunma odamızda bir sürpriz de bizim sevimli Amerikalımız Chuck’tan gelmişti. Bütün takım arkadaşları ve bizlerle hararet içinde kucaklaşan Chuck, o yarım yamalak Türkçesiyle: “Kutlamak lazım. Benim davetlimsiniz” demişti. Ve başkentin en güzel lokantalarından birinde, kafileye mükellef bir ziyafer çekmişti Chuck o gün. Bağırmaktan sesi kısılan eşi Mary ise gerek maçta, gerek restoranda ve gerekse yolda tam üç makara renkli film harcamıştı fotoğraf makinesiyle.

    Öğle yemeğinden yapılan tasarrufla, dönüşte bütün takım salam-helva-ekmekten ibaret kumanya almıştık.

    Sırası gelmişken Chuck’tan biraz bahsetmek isterim. Gerçekten çok mükemmel bir basketbolcuydu ve Türkiye’de kaldığı iki yıl içinde Fenerbahçe basketboluna çok şeyler kazandırmıştı. Sanki doğma büyüme Fenerbahçeliymiş gibi formasına, takım arkadaşlarına ve bizlere ısınmıştı. Hele eşi Mary, tam bir Fenerbahçe hastası olmuştu.

    Chuck, bugünkü yabancılar gibi para almamıştı. Bilakis cebinden para harcamıştı. Karamürsel’deki PX’den top alır, arkadaşlarına ayakkabı alır getirir ve bunların parasını asla ve asla almazdı kimseden. Antrenör oyuncu olarak iki yıl hizmet etmişti Fenerbahçe’ye.

    Türkiye’de görev süresi tamamlanıp yurduna dönerken onu hep birlikte uğurlamıştık. Mary’e bir buket çiçek, Chuck’a ise çevresi sırmı püsküllü üçgen biçiminde bir Fenerbahçe flaması hediye etmiştik. Son derece duygulanmıştı sevgili Chuck: “Dünyanın neresine gidersem gideyim, bu flama yatağımın başucunda duracaktır. Hep Fenerbahçe ile, hep sizlerle yaşayacağım” derken mavi gözleri buğulanmıştı.

    Mary ile eşinin aldığı flamayı önce öpmüş, sonra hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.

    İşte böylesine duygu dolu bir şekilde uğurlamıştık sevgili Frederick Chuck Rosenkronz’u ve Mary Rosenkronz’u. Onun ani gidişiyle Fenerbahçe basketbolu da en güçlü bir elemanını yitirmiş oluyordu. Takımda olduğu gibi gönüllerimizde de koskoca bir boşluk açmıştı Chuck.

    Kim bilir nerelerdedir şimdi? Kendisinin sadece onu tanıyanların gönüllerinde olduğunu biliyoruz.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Zeki Rıza Sporel Arşivi

    Zeki Rıza Sporel Arşivi

    Zeki Rıza Sporel, Fenerbahçe ve Türk spor tarihinin en büyük golcüsü… Sevgili kızı Feyhan Sporel Hanımefendi ve muhterem oğulları Fehmi Zorlu ve Zeki Rıza Zorlu beyefendiler sayesinde aşağıdaki müthiş fotoğraflara ulaştık ve yayınlama müsaadesi aldık. Kendilerine sonsuz teşekkür ederiz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Görsellerde Bulunan Kişiler: Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Alaaddin Baydar, Basri Dirimlili, Bedri Gürsoy, Burhan Sargın, Cihat Arman, Faruk Ilgaz, Fehmi Sporel, Feyhan Sporel, Hasan Kamil Sporel, Hayri Celal Atamer, Hazel Sporel, Ignac Molnar, İsmet Uluğ, Kral II. Faysal, Mesut Eyison, Muvaffak Menemencioğlu, Münir Nurettin Selçuk, Nedim Kaleci, Özcan Arkoç, Rabia Kutay, Sabih Arca, Sait Selahattin Cihanoğlu, Şükrü Ersoy, Şükrü Saracoğlu, Tevfik Haccar Taşçı, Tevfik Rüştü Aras, Ulvi Yenal, Zeki Rıza Sporel


  • Saracoğlu’nun Harf Devrimi

    Saracoğlu’nun Harf Devrimi

    T.B.M.M. tutanaklarında gezinirken henüz 1924 yılında Şükrü Saracoğlu’nun bir nevi harf devrimi ile ilgili yaptığı aşağıdaki konuşmaya denk geldik. Büyük Başkanımızı saygıyla anıyoruz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Hurufat ve Lisan

    Beyefendiler: Zannediyorum ki memleketimizde Maarif için çok az bir külfet ihtiyar ediyoruz. Hâlbuki alelumum memleketimizin külfeti kadar bir külfet ihtiyar ediyoruz. Filvaki bütçemiz tetkik edildiği zaman yalnız âli ve orta tedrisatımız için bütçemizin binde sekseni nispetinde bir parayı maarifimize hasrediyoruz. Biraz evvel hakkındaki tuğyan ve isyana rağmen bendeniz maarif hususunda da bütün samimi düşüncemi, bu milletin hür kürsüsünde hürriyetperverane söylemekte bir zevk duyuyorum.

    Avrupa’da, Hıristiyanlığın hâkim olduğu yerlerde okumak yasak idi. Okumak papazların, prenslerin yed-i inhisarında idi. Prensler, papazlar ve kanunlarla jandarmalar halkı okutmamak için uğraşıyorlardı. Buna rağmen bütün ahali okudu. Bizim memleketimizde dinimiz, okumayı emrediyor. Hocamız, hacımız, zabitimiz, adat ve ahlâkımız, kanunlarımız her şeyimiz «Okuyunuz» diyor ve yüzlerce, belki binlerce seneden beri her köyümüzde (Bir mektebimiz yoksa bile) Bir hocamız vardır. O, köyümüzün çocuklarını okutmak için didindi, uğraştı. Hacımızın, hocamızın, amirimizin, memurumuzun hulâsa tekmil maneviyat ve maddiyetimizin bizi okumağa sevk ettiği bir diyarda ve büyük fedakârlıklar yapılan bu memlekette, bu memleket halkı hâlâ okuyup, yazmak öğrenmedi ise bunu yalnız usulde aramak, yalnız maarifçilerin tarzı tedrisi ve idareyi bilmediğini iddia etmek doğru olmaz. Benim kanaatimee bu büyük derdin vahim noktası harflerdir. Eğer ben Arap harfi diyecek olursam burada da acaba benim fikrime tuğyan ve isyan edecek var mı?

    Efendiler; bunun yegâne kabahati harflerdir. Arap hurufatı, Türk lisanı yazmaya müsait değildir. Hacımızın, hocamızın âmirimizin memurumuzun gayretine, yıllardan asırlardan beri yapılan bunca fedakârlıklarına rağmen halkımızın ancak yüzde ikisi veya üçü okumuştur. Efendiler: Diyorlar ki memleketimiz seyrek nüfusu az, çocuklarımızı bir bina altında toplamak imkânı yokmuş. Bunun için okuyamıyormuşuz. Hayır, efendiler, yalandır.

    Efendiler: İsveç, Norveç arazi itibariyle bizden çok büyük, halkı bizden daha az, darmadağındır. Böyle olduğu halde yüzde yüzü okuma, yazma biliyor. Bunların hocaları seyyardır. Lütfen dikkat ediniz, fazla hoca bulmak imkânı olmadığı için seyyar hocaları vardır. Sekiz, on köyün bir mektebini bir hocaya verirler. Devri daimi yapmak suretiyle yine oradaki çocuklara okuma, yazmayı öğretmişlerdir.

    Ben isterdim ki tedrisatı âliye ve orta tedrisat için bütçesinin binde yüzünden fazla bir meblâğını tahsis eden bu millet, pek az bir zaman zarfında çocuklarının okuyup, yazmasını görsünler; filvaki maarif bütçesi, mekteplerin bir kısmına malik olan bir müessesedir.

    Her vekâletin birçok mektebi vardır. Her vekâletin bu uğurda aldığı milyonlar var. Bütün bunlardan sonra hususiyelerin hikmeti vücudu, tedrisat için para toplamak ve muallimlere dağıtmaktır. Bundan maada hususi mektepler, arpa ve buğday ile tutulan hususi hocalar bütün bunlar hesap edilecek olursa bu memleketin masarifi için senevi yaptığı masraf yirmi beş milyon lirayı tecavüz eder. Yani bundan aşağı yukarı bütçemizin dörtte birini teşkil ediyor. Buna rağmen yine okuyup yazmak bilmiyoruz. Bu pek büyük bir derttir.

    Benim kanaatimce buna sebep doğrudan doğruya harflerdir. Maarif Vekâleti bu hususta ne düşündüğünü ve pek az bir zaman zarfında ne yapabileceğini, bu derde deva olarak söylemek mecburiyetindedir.

    Saracoğlu Şükrü Bey (İzmir) – 25 Şubat 1924

  • Fikret Kırcan Röportajı

    Fikret Kırcan Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Cemil Turan röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Benim Mektebim

    Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur” deriz her zaman siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Fikret Baba?

    25 Aralık 1919 doğumluyum. Doğuştan Fenerbahçeliyim diyebilirim. Evimiz Feneryolu semtindeydi. 10 yaşımdan beri futbol oynardım. Çocukluğumdan beri de Fenerbahçe’nin içindeyim.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’ne girişiniz nasıl oldu?

    Yıl 1934. 14 yaşındaydım. Küçük antrenman sahası vardı, orda futbol oynardık bir gün çağırdılar. Fikret Arıcan, “Gel, başla Fenerbahçe’de sen de Küçük Fikret olursun” dedi.

    Küçük Fikret olarak Fenerbahçe’ye girdim. 1934 yılında Taksim stadında Galatasaray – Fenerbahçe maçı vardı. O zaman Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciydim. Büyük Fikret Fenerbahçe takımının kaptanıydı. O gün bana “Bugün seni oynatacağım” dedi. Ben heyecanla bekliyordum, bir baktım benim yerime kardeşi Semih’i oynattı. Ben ağlayarak oradan kaçmıştım. O maçta Fenerbahçe 3-0 mağlup olmuştu.

    Rahmetli Gündüz Kılıç ve Haşim ağabey beni Galatasaray’ın idmanına götürdüler. O an için üzülüp kızmıştım. Artık Galatasaray’da oynayacaktım. O sıralarda Zeki Rıza Sporel geldi. “Senin yerin Fenerbahçe” dedi. Beni tekrardan Fenerbahçe’ye götürdü. Galatasaraylı Gündüz Kılıç Bey hiçbir şey diyemedi.

    Genç takımdan başlayıp yöneticiliğe kadar yükselen bir dönem geçirdiniz.

    Genç takımla başladım. 1934-1956 arası 22 sene futbol oynadım. Rüya gibiydi. 6 kez şampiyonluk ve 10 kupa şampiyonluğu yaşadım. Ayrıca Milli Takım Komite Başkanlığı, Futbol Federasyonu ve Fenerbahçe’de yöneticilik, Milliyet Gazetesinde de spor yazarlığı yaptım.

    Bu rüya gibi geçen futbol yaşamınızda arkadaşlarınızla iletişiminiz nasıldı? Uzun süre takım kaptanlığı yaptınız.

    Hepsini çok seviyordum, onlar da beni seviyorlardı, hepsiyle sonuna kadar geldik.

    Maçtan evvel bana hep sorarlardı: “Ne yapalım?” diye…

    “Yenilmek yok” derdim.

    “11 kişiyiz, çıkacağız, oynayacağız. Hiç konuşmayacağız. Başka kaidesi yok” derdim.

    Çok golünüz var mıydı?

    Hem de çok. Diğer yandan gol pasım da çok. 412 maçta 139 tane golüm var. Bir sürü kupa maçı yaşadım. İlk zamanlar yalnızca İstanbul Ligi vardı. Galatasaray, Beşiktaş, Vefa, Beykoz, Süleymaniye gibi takımlar vardı. Öyle başladık. Sonra sistem değişti. Yalnız İstanbul değil, tüm Türkiye’de oldu maçlar.

    Bir Beşiktaş maçımız var: İyi de başladık fakat 20. dakikada Dolmabahçe’de Beşiktaş 3 tane gol attı. Ben de kaptanım. Halk, taraftarlar sinirli tabi, bağırıyorlar.

    Devre arasında odaya geldik. Baktım, menajer yok, teknik direktör yok. Beşiktaş gene atacak 6-7 olacağız diye kimseler kalmamış.

    Lefter dedi ki “Ne yapacağız Fikret ağabey?”

    “Yüzünü yıka gel” dedim.

    Sonra Burhan geldi . “Ne yapacağız?” dedi.

    “Git yüzünü yıka gel, kafanı dağıt ruh, aşk Fenerbahçe düşüncesi ile oynayacağız, maça yeni başlamışız gözüyle bakacağız. Lefter, sen sol açık, ben sağ açık, Burhan sen santrafor oynayacağız” diye direktifler vermeye başladım.

    Sonra maç başladı. 10 dakikada 3 gol attırdım. Lefter “Allah Allah Fikret, Fikret maç bitecek.” diyor.

    Coşkun sol açık, topu aldım, defans durdu. 15 dakika var. Hakem gördü, “Oyna” dedi. 4-3 attılar golü. Lefter gene geldi “Biz bittik Fikret ne yapacağız?” dedi.

    “Dur, daha 15 dakika var. Maç bitmedi.” dedim. 10 dakika daha geçti. Ortadan köşeye vurdum; 4-4 oldu. 3 dakika var topu Lefter’e bıraktım, geldi, direkten döndü olmadı. Bana geldi top, vurdum, yine direkten olmadı. Sonuçta 4-4 bitti. Bu da inancın, takım ruhunun gücüdür. 3-0 olan maçı 4-4 sonuçlandırabiliyorsunuz. 

    1958-1959 sezon başı, 2 ayrı grupta oynanıyordu. O zamanki prosedür gereği; grup maçlarını lider tamamlayan Fenerbahçe ve Galatasaray finalde karşılaşacaktı.

    Fenerbahçe, Metin Oktay’ın golüyle ilk maçta 1-0 yenildi ama biz Galatasaray’ı rövanşta 4-0 yenerek şampiyon olduk.

    Rövanşın hikayesi ise şöyle: Galatasaray’a 1-0 mağlubuz, üzüntülüyüz. Kamp Yeşilköy’de, antrenman yaptık.

    Cuma akşamı çocuklarla oturdum, “Kimseyle konuşmayacağız” dedim.

    Yöneticiyim, kimseyi almadım toplantıya. “Bu ruh ve bu aşkla başlayacağız” dedim. Lefter sağ açık, Naci santrafor, Osman orta saha sonra Seracettin vardı. Oyun kurulumuyla ilgili kimseye bilgi vermedik.

    Başkanımız Agah Erozan ile yemek yedik. “Fikret durum nasıl, plan nasıl?” dedi. “Takım 30 değil, 11 kişi söyleyecek bir şey yok” dedim. Kızdı bana ama hiç aldırmadım bir gün sonra geldi, maç 4 -0 bitti, şampiyon olduk.

    Savaş çıkacak haberlerinde Amerika’ya gitmek istediğiniz doğru mu?

    Harp olacak, o hava var. Yıl 1939, 19 yaşındayım. Evliyim. Konuşuyoruz “Ne yapalım, ne edelim, kime söyleyeyim.” diye… En güzel şey; Saracoğlu ile görüşmek üzere Ankara’ya gittim, kimseyi almıyorlar. Başbakanlığa çağırdı, hemen elini öptüm. “Ne istiyorsun?” dedi. “Amerika’ya gitmek istiyorum” dedim. Bak dedi: “İsviçre’ye gidersen olur.” O zamanlarda Hukuk Fakültesi 2. sınıftayım. “Ben sevmem İsviçre’yi…” dedim. Ondan sonra olmadı, kaldı. Ayrılırken yanından “Bak, Galatasaray maçımız var, unutma gol at” dedi. O maçta da gol attık. 2-1 bitti.

    Ya Hukuk Fakültesi?

    Hukuk Fakültesi’ni de 2. sınıftan devamsızlıklardan bırakmak zorunda kaldım. Futbol daha ağır bastı.

    Teknik direktörlerinizle aranız nasıldı?

    Hepsi başkaydı. Hakikatten iyi hocalar vardı. İlk geldiğim sene Macar antrenör Josef Svenk geldi, bir İngiliz hoca James Eliot geldi. Ignace Molnar, Fikret Arıcan, Cihat Arman harika insanlar kimler geldi kimler. Hepsiyle çalıştım.

    Çok uzun süre takım kaptanı oldum, teknik direktörlük de yaptım. 1993’e kadar Fenerbahçe’ye hizmet verdim. En son Güven Sazak başkanlığındaki yönetimdeydim.

    Peki, şimdiki teknik direktörümüz ve futbolcularımızı nasıl buluyorsunuz?

    Zico’yu pek tanıyamadım çünkü çok seyredemedim. Futbolcularımız ise iyi, zamanla daha iyi olacaklar.

    Tuncay’ı beğeniyorum ama bazen çocuk oluyor. Menajerinin ve antrenörün onunla konuşması lazım. Havaya getirmek başka bir şeydir.

    Ben, Galatasaray’dan bir oyuncuyu getirmiştim Fenerbahçe’ye. Sahaya çıkmaya korkuyordu. 30.000 kişi küfür edecek bana dedi. Hiç unutmam onun kulağına pamuk koyardım maça çıkarken “Şimdi artık duymazsın hiçbir şeyi” derdim. Ayrıca hepsiyle tek tek konuşurdum. Şimdi fazla konuşan yok. Konuşmak ve onların psikolojisiyle yakından ilgilenmek gerek.

    1965 senesinde önce Can Bartu’yu İtalya’ya götüreceğim üç gün sonra da oradan Almanya’ya geçeceğim. Avrupa kupa maçımız var, geldim, bir gün antrenman yaptı. Yemek yiyor. Halit Kıvanç da var.

    Can’ı Fiorentina’ya vereceğiz.

    Can bize söyleniyor: “Ben kalamam, yapamam.” diyor.

    “Yapacaksın” dedim.

    Fiorentina’da dünya çapında antrenör Hamren vardı. Can’ı çok sevdiğini ve beğendiğini söylemişti. Bir de ikazı olmuştu Hamren’in: “Bir Mercedes getirmiş, kocaman. Siz babasısınız. Bu araba olmaz. 10 sene sonra alır bu arabayı, bu çocuğa lütfen söyleyin” dedi. Onun bile Volkswagen’i vardı. Can’a söyledim. “Hemen babacığım” dedi ve sattı.

    Üzüldüm geçen sene Tuncay’a da söylemek istedim. Sonra vazgeçtim çünkü hepsi öyle lüks arabalara biniyorlar. Bende de vardı arabalar, iki şirketim vardı, spor bakanı oluyordum. Çok da zengindim ama babam “Mütevazı olmak lazım. Hepsi spor hayatı bitince…” derdi. Şimdi belki devir değişti ama göz önünde olan insanların her hareketlerine dikkat etmesi lazım.

    Ayrıca en son Melih’in cenazesine Galatasaray eski başkanı gelmiş, Beşiktaş eski başkanı gelmiş. “Fikret ağabey” diye öpüyorlar demek ki bir saygı, sevgi var. Eskiden Galatasaray-Fenerbahçe maçlarından sonra yemeğe giderdik. O zaman bir başkaydı. Kim yenilirse yenilsin herkes dost, ağabey ve kardeşti.

    Arjantin Devlet Başkanı Peron’un eşi Eva Peron, hastalığı sırasında iyileşmesi için adına Mevlit bile okutan Türk halkının sevgisinden duygulandığı için Türkiye’yi ziyaret eden Arjantin Kulübü Athletico Lanus aracılığıyla bir de gümüş kupa göndermişti. Beşiktaş ve Galatasaray ile oynayan Lanus, son maçını yaptığı Fenerbahçe’ye 3 – 2 yenilince, kupa da Fenerbahçe’nin Müzesi’ne gitti. Bu takımda da kaptandınız…

    1951-1952 Arjantin maçı vardı, Galatasaray’a 5 tane, Beşiktaş’ a 6 tane attılar. Son maçı biz oynayacağız. Arjantin Dünyanın en büyük takımlarından birisi tabii.

    Maç Dolmabahçe’de oynandı. Çocuklara “Hiç sıkılmayın, çıkacağız ve her zaman oynadığımız gibi futbol oynayacağız” dedim. Harika oynadık. 3-2 kazandık. Manşetlerde gazetelerdeydik.

    Sonra geldiler bana teklif ettiler “Arjantin’e gideceksin orada her şey var.” dediler. “Yok, benim mektebim burası; Fenerbahçe” dedim.

    Milli Takımda da oynadınız…

    Milli takımda 12 kere oynadım. 3 kez kaptanlık yaptım.

    1936’dan 1948’e kadar Milli maç zaten yoktu. Tam 12 sene.

    Milli Takımımız 2. dünya savaşından sonra 23 Nisan 1948’de ilk maçını Yunanistan’la yaptı. Takımın çoğu Fenerbahçe’dendi. Oraya gideceğiz, başladık oynamaya. Beşiktaş’tan Şükrü, Fenerbahçe’den Lefter, Ahmet Erol hatırladıklarım…

    7. dakikada ilk golü attım. Sonra Lefter attı. 2-1 oldu sonra Şükrü attı, kazandık. Maç Atina’daydı. Saha da nasıl kötüydü bir görseydiniz, nasıl biliyor musun? Çorak. Sonra yengiliye doyamamış olacaklar ki bir 3. maç daha istediler. Bu kez de Yunanlıları İstanbul’da yendik. Burada da golü Lefter atmıştı.

    Bir de Leningrad zaferimiz var…

    Can Bartu ile Rusya’ya gittik. Büyük Fikret direktördü. 1956’da oynayacak halim yoktu. “Oynarsam bir hafta sonra oynayabilirim” dedim.

    2 maç oynayacağız Leningrad’da. Büyük Fikret dedi ki: “Oynarsın”. Antrenman yaptım, sahayı açmışlar 90 bin kişi. Rusya’ya kimse gelmemişti. Gece maçı oynuyoruz üstüne üstlük.

    Halit Kıvanç aradı, sordu: “Ne olur maç?” dedi.

    “Futbol bu, oynayacağız maçı 2-1 alacağız” dedim.

    Pat gol geldi. Sonra Mehmet Ali’ye pas attım, durum 1-1 oldu. Sonra bir harika gol attım, 2-1 kazandık.

    Ruslar bırakmadı bir maç daha dediler. Oynamadık. Daha ne oynayacağız! Rusya’da bir tek şeye üzülmüştüm. Nazım Hikmet’i görmek istediğimi söyledim yetkililere. “Akşam bekle” dediler. Bekledim ama gelen olmadı, gelemedi. Çok üzülmüştüm.

    Örneğin maç oynanıyor, yeniliyorsunuz… O esnadaki duygularınız ne olurdu?

    Bırakın yenilgiyi hiçbir şey düşünmemek gerekiyor. Oynayacaksınız maç bitti mi bitmedi sonuna kadar havaya getirirdim, pozisyona girerdim, kötü düşünmek yoktu benim için. Ben koşup oyuncuları da öperdim, “Boş ver, atacağız.” derdim.

    Bir gün Lefter’le başladık. 3 puan öndeyiz, şampiyonluğa oynuyoruz. Beşiktaş’tayız. Denize karşı oynuyoruz, kar var, soğuk var. Lefter sağ iç, ben sağ açık oynuyorum, defansı geçtim, sağımda Burhan, solumda Lefter, tam 7 metre kala kaleye önden geldim.

    Lefter seyircilere “Fikret ağabey bana pas vermez, çocuklara pas verir” dedi.

    “Mahvedeceğim” dedim içimden… Haber öyle manşete geçti. Maç 0-0 bitti.

    Salı günü antrenmana geldim, odaya girdim. “Çıkın dışarı” dedim. Lefter odada kaldı.

    “Ne yapayım, seni öldüreyim mi seni” dedim.

    Ağlamaya başladım, “Yanlış düşünüyorsun” dedim.

    “Babacığım, babacığım” diye o da ağlamaya başladı.

    Başarılıydınız belki bir iki sene daha oynayabilirdiniz. Niçin bıraktınız?

    “Kal” dediler tabii ama 36 yaşında şampiyon oldum ve bıraktım. Neden biliyor musun?

    1946’da bir Beşiktaş maçı vardı. Kaptan Hakkı Yeten ağabey 36-37 yaşındaydı. Götüremiyordu maçı, oynayacak hali yoktu. Bir baktım taraftarlar, kötü sözler söylediler. Tabii ki nankörlük bu insanların yaptıkları. Ağladım o gün.

    Demek ki her şey zamanında olmalı. “Unutma Fikret zamanında bırak” dedim kendi kendime. 1956’da futbolu bıraktım.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oyuculuk dışında hangi görevlerde bulundunuz?

    Futbol Vakfını kurdum. Buranın ilk başkanlığını yaptım, sonra Ziya Şengül’e devrettim. Sezon antrenörlüğü, asbaşkanlık yaptım. İnsanlar spor yaşamım sonrasında da beni hiç yalnız bırakmadılar.

    Tanju Hanım siz neler söyleyeceksiniz Fikret Baba ile ilgili?

    Yakışıklı, iyi kalpli ama herkesin uzaktan çekinerek yaklaştığı bir insan. Kalbi yumuşacık ama kendine dışardan öyle bir duvar örmüş ki tanımayan çekinir, tanıyan da çok sever. Prensipleri olan, tutucu, tam bir oğlak erkeği. Fikret, karakteri çok sağlam bir insan.

    4 kardeşler. Babasını 3 yaşında kaybetmiş. Dedesi Kırca Ali Paşa çok zenginmiş.

    Paraya hiçbir zaman ihtiyacı olmadı. Futbolda kazandığı parayı bile takım arkadaşlarının arasında pay ederdi. Futbolu kendi Fenerbahçe sevgisi ve zevki için oynadı. Ama bunun zevki için olduğunu da hiç bir zaman belli etmedi. Sorumluluklarını her zaman bildi. Çünkü bu onun yaşam biçimiydi.

    Babamız halen çok yakışıklı. Bu konuda neler söyleyeceksiniz Tanju Hanım?

    İstanbul’da en iyi giyinen erkekler arasındaydı. Çok da çapkındır. Bir arkadaşım anlatmıştı. Fikret Karaköy vapurunda lüks mevkide gidermiş. Kaptan anons yaparmış, “Fikret’ in tarafına fazla gitmeyin vapur o tarafa yatıyor” Bütün hanımlar, genç kızlar gemide Fikret’in yanına giderlermiş. Çok hayranı vardı. Herkes “İdolüm” diyordu.

    Maçları izlerken siz nasılsınız, Fikret Baba nasıl?

    Ben ondan çok heyecanlanıyorum. Giderim Fikret’in ellerine bakarım buz gibi. İçinde yaşıyor her şeyi. Çok fazla kızarsa o zaman tepkisini veriyor. Ben çığlık atıyorum, bağırıyorum. O sakin. Sanki ben futbol oynamışım, o oynamamış.

    Geçen sene şampiyonluğu son anda kaçırdığımızda tepkileriniz ne oldu? Fikret Baba ne yaptı?

    O Denizli maçı… O maçı hediye ettik, ellerimizle şampiyonluğu verdik. Yani hatırlamak bile istemiyorum. Çok üzüldük hasta gibiydik. Fikret “Top yuvarlaktır her şey olur her türlü ihtimali kabul edeceksin” der. Bu da bir olgunluk herhalde… Heyecanları içinde yaşıyor. Ben o şampiyonluğu kaybedilmiş saymıyorum. Fenerbahçeli olmak ayrıcalık öyle doğduk, öyle gidiyoruz.

    Fikret Baba saçları bozulacak diye hiç kafa topu vurmazmış. Siz biliyor muydunuz?

    Benim annemle babam maça gidermiş. Babam anneme dermiş ki “Bak Fikret hiç topa kafayla vurmaz onun saçları çok kıymetlidir.” Hakikatten Fikret’in saçları kıymetlidir.

    Fikret Baba’ya dönüyoruz. Gerçekten saçlarınız kıymetli miydi?

    Öyle derler. Ama Altay maçında bir tane kafayla golüm var. Bir anda attım. (Gülüyor)

    Hatırlanmak, hala tanınmak nasıl bir duygu?

    Geçen senelerde Amerika’ya gideceğiz. Delta Hava Yolları’na geldik. 550 kişi sıradan geçerek uçağa biniyoruz. Bir görevli selam durarak “Sayın Fikret Kırcan hoş geldiniz” dedi şaşırdım, Türk olsa gerek. Güzel bir duygu hatırlanmak ve en önemlisi iyi izler bırakmak. Çok güzel günler yaşadım, çok önemli insanlarla tanıştım ama beni bugüne kadar en çok etkileyen an Atatürk’le karşılaşmamdı. Moda’ya geldik. 14 yaşındaydım. Atatürk, İngiltere kralıyla motorla yanaştı. Saçımı okşadı. Gözlerine bakamamıştım. En çok gurur duyduğum andı.

    Taraftarlara mesajınız var mı?

    Bu muhteşem taraftara tek mesajım var: Hepsini çok seviyorum.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Eşref Aydın Röportajı

    Eşref Aydın Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Eşref Aydın röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yorulmaz Türk

    Fenerbahçe’de bir tarih yatıyor derken, büyük isimlerden birisi olarak sizinle röportaj yapabilme olanağı bulmak bizim için büyük şeref. Tam 70 sene Fenerbahçe’ye hizmet verdiniz. Ve hala hizmet vermeye devam ediyorsunuz. Kaç doğumlusunuz Eşref Bey? 

    13 Eylül 1919, Çorum doğumluyum. 

    Geçmişe yapacağımız bu uzun yolculuktan önce, nasıl Fenerbahçeli olduğunuzu öğrenebilir miyiz? 

    1927 yıllarıydı. Samsun’da ilkokulumu okuyorum. O zamanlar Samsun’da iki takım ön plandaydı. Biri Fenerbahçe diğeri ise Samsun İdmanyurdu. Biz Fenerbahçe’ye yakındık. Ben sarı laciverdi seviyordum. O yıllarda Fenerbahçe ve Galatasaray daha fazla revaçta idi, Beşiktaş fazla ön planda değildi.

    Spor hayatınız nasıl ve ne zaman başladı? 

    Benim spor hayatım 1935-1936 yıllarında başladı. İstanbul Erkek Lisesi’nde okuyordum. O yıllarda güreş yapardım, Kadırga’da da top oynardım.

    Atletizm yarışı vardı. Tesadüfen Cem Atabeyoğlu ile yarışları izliyorduk, birbirimize laf attık “Hadi pehlivan sen de gir bunların arasına” diye, girerdin girmezdin derken girdik, 3 turluk bir yarışmaydı, birinci tur ikinci tur derken, ben koştum ve farkla birinci oldum. Herkes ayağa kalktı. Bana gelip övgüler yağdırdılar; “Sen atlet olmuşsun” dediler. Atletizm ne demek daha onu bilmiyordum o zamanlar.

    “Neden bu kadar büyüttünüz?” diye sordum.

    “Yaa sen milli atleti de geçtin” dediler.

    Meğer orada milli bir atlet varmış. Onu da geçmişim.

    Federasyon başkanı İhsan İpekçi varmış o sırada orada. İhsan Bey “Burada bir çocuk var, kapın bunu” demiş.

    Sinemaya çok merakım vardı. Beyoğlu’na gider 8 saat film izlerdim. Galatasaray bana eğer onlar için yarışırsam bedava sinema kartı vereceklerini söylemişti. Çok sevinmiştim. Fakat kulübe girdiğimde; orada monşerler, Fransızca konuşmalar falan bana çok soğuk geldi. Kendimi uzayda gibi hissettim. Üç ay dayanabildim.

    Bu arada beden hocam rahmetli Neriman Tekil’le de gidip geliyoruz, Fenerbahçe’de atletti. O dönemler Fenerbahçe’nin forma ya da papuç bile alacak parası yok.

    1939’da Neriman Tekil beni aldı, Fenerbahçe Spor Kulübü’ne getirdi, “Aman burada bir yarış var, ona da katıl” dedi.

    “Ama ben atlet değilim, şaka olsun diye koştum” dedim.

    O da “Sen burada koşarsan kazak kazanırsın” dedi.

    O zamanlar da 2. Dünya Savaşı yeni başlamış, hiçbir şey bulunmuyor, yokluk var. Pencereler ve ışıklar kapalı oturuyoruz. Hava saldırısı endişesi var.

    Lise 1 talebesiyim. Yine birinci oldum, söz verdikleri kazağı verdiler bana. Çok mutlu olmuştum. Beyazıt’ta oturuyordum.

    Hocam yine beni aldı ve Taksim Stadı’na götürdü, orada da yarış vardı. O yarıştan sonra bir sene kayboldum ortalıktan, girmedim yarışlara. Hatta o gün, Taksim Stadı’nın önünde resim çektik, “Stat yıkılacak” demişti hocam.

    Daha hiçbir kulübe kayıtlı değildim. Şehirlerarası yarışlara İstanbul’u temsilen katılıyordum.

    1940’ta İstanbul kros yarışması oldu; 4-5 tane milli atlet vardı. Orada 3000 metrede birinci oldum. O zamana kadar koştuğum en uzun mesafe 3000 metre idi. Sonra beni antrenman pistine getirdiler. Devamlı antrenmanlardaydım. 5000 ve 10000 metrede de Türkiye şampiyonu oldum.

    1941’den itibaren iyice tanınmaya başladım atletizm camiasında. O sene de yine Büyük Atatürk Koşusu’na götürdüler. İstanbul’dan Ankara’ya gitmek çok zordu o zamanlar. Ankara’ya ikinci gidişim olacaktı, daha önce bir kere izci olarak gitmiştim. Param da yok o zamanlar, ancak yol parası veriyorlar. “Trene bineceksin” dediler. Orada kalma şansı da yoktu. Yani, akşam binip gideceksin, orada yarışacaksın, sonra da akşam treniyle geri döneceksin, tabii yataklı tren değil pulman koltukların üzerinde!

    Orada Türkiye şampiyonları, Balkan şampiyonları var. Onların arasında esamem okunmuyor haliyle henüz. Aralarına girdim.1941 Büyük Atatürk Koşusu’nu kazandım. Herkes şaşırdı! Artık ondan sonra bütün 3000 m., 5000 m. koşularını kazanıyor, Türkiye rekorları kırıyordum. 

    Fenerbahçe Spor Kulübü’ne resmi olarak ne zaman başladınız?

    Yıl 1943…  Liseyi bitirdiğimde o zaman Fenerbahçe’den atlet Melih Kotanca vardı. Fenerbahçe Kulübü Başkanı ise Şükrü Saracoğlu idi. Hacı Muhittin de büyük kâtipti.

    Bahçekapı’da onun bürosuna gittik. Artık lisans da çıkarabilirdim. “Gel bakalım Eşref Fenerbahçeliymişsin, artık okul bitti bu kadar zaman bekledik. Senin başını bağlayacağız, lisansını düzeltelim” dedi.

    “Tabii efendim” dedim. Ve ilk imzayı atışım orada oldu.

    1947’ye kadar da tüm Türkiye ve Balkan rekorlarını kırdım. Hem Fenerbahçe hem de milli takım için. Her hafta yarış vardı.

    O yıllarda atletizmde de Fenerbahçe – Galatasaray rekabeti çok revaçta mıydı?

    Tabii ki o zamanlar da oluyordu Fenerbahçe – Galatasaray arasındaki yarış.

    Galatasaraylı bir Balkan şampiyonu vardı, o hep 1500 m. koşularını kazanıyordu; ben de 5000 m.-10.000 m. metre yarışlarını kazanıyordum.

    Neriman Tekil’in ağabeyi Firuzan Tekil (Genel sekreter) çok hizmeti vardır. “Sen 1500 koş hepsini geçersin” derdi. Ben de “İsterseniz 400 m.’de de koşarım, peki” dedim. 1500 m.’de koştum ve kazandım. Daha sonra 1500 m., 800m. ve 400 m. koştum.

    1945’de Mısır’da 400 m’de birinci oldum milli takım adına… 

    Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü adına düzenlenen İnönü koşularında hep birincilikleriniz vardı. 

    İnönü Stadı’nda Cumhurbaşkanı kros birincilikleri yapılıyordu, 6 sene arka arkaya birinci olmuştum.

    947’de Dolmabahçe Stadı yapılıyordu. Daha stat bitmemiş, biz bir kenarda antrenman yapıyorduk.

    Bana, “İsmet İnönü gelecek bir eşofman al ve stada gel” dediler.

    “Peki” dedim.

    Gerçekten de İnönü hayatında hiçbir spor müsabakasına gitmemiş ve hiçbir sporcuya da ödül vermemişti. Bir tek at yarışlarına gidermiş.

    1936 Olimpiyatları’nda ben güreş yapıyordum, arkadaşım, Hitler’in zamanında olimpiyat şampiyonu olmuştu.

    Mustafa Kemal Atatürk çağırmış ve O’na ev hediye etmişti; fakat İnönü 1948 olimpiyatlarıyla hiç ilgilenmemişti. Dolmabahçe Stadı’na o gün antrenman sırasında ilk defa İnönü de gelecek dediklerinde şaşırmıştım; elim ayağım titriyordu.

    Yanına gidilmiyor tabii.

    “Bekle burada” dediler bana ve sonra alıp beni İnönü’ye götürdüler.

    Aklımda kalan tek şey; “Evladım, talim mi yapıyorsun?” diye sormasıydı.

    “İşte paşam, sizin adınıza yapılan koşuları 6 senedir arka arkaya kazanan sporcumuz bu” dediler.

    Bana mükâfatlar verdi. Hediye edilen Zenith marka kol saatime herkes merakla bakıyordu o zamanlar. İnönü ile tanışmak ve konuşmak da nasip oldu bana ne mutlu ki… 

    Ve yıl 1947. 4 Temmuz Normandiya Çıkartması adına düzenlenen Enternasyonal Amerika Şampiyonasına gidişiniz… 

    1945’de Balkan rekorunu kırmıştım.

    1944’de olan “Normandiya Çıkarması” adına Amerika’da 1947’de, yani 3 sene sonra bir atletizm şampiyonası yapıldı. Ön elemeler için Balkanlardan iki kişi çağırdılar. Bizden de olimpiyat üçüncüsü Ruhi Sarıalp vardı. Son seçmelerde Ruhi 3. oldu, ben 1. oldum ve Amerika’ya beni gönderdiler.

    Amerika yolculuğumuz o kadar kolay olmadı. Uçak bekliyoruz gelmedi. Meğer uçak düşmüş ve herkes ölmüş. Uçuşumuz bir hafta sonraya kaldı. O zamanlar haftada bir uçak kalkıyordu. 30 kişilik pırpır uçaklar. Dura kalka gidiyoruz.

    Londra’ya gittiğimizde hayretler içindeydik savaş sonrası her taraf bombalanmış halde, duvarların yarısı var yarısı yok, inanılmazdı. Banklar vardı, oturduk, bekledik. Benzin ala ala devam ediyorduk.

    1945’de Atina’ya, Mısır’a gittiğimizde de aynı savaş izleri öyleydi. Ve 48 saatlik bir zorlu bir yolculuk sürecinden sonra Amerika’ya geldik.

    Oradan yarışmaların yapılacağı Nebraska’ya geçtik. Bizi çiçeklerle karşıladılar. Çelenkler taktılar. Türkiye’den geldi diye şehirde açık arabayla dolaştırdılar. Türkiye’yi bilen yok. Teksas’ın doğusunda mı güneyinde mi diye soruyorlar. Otele yerleştik. Hava 50 dereceydi; klimayı varlığından bile haberim yok. Hasta oldum, yemeklerini de yiyemiyordum. Lisanım yoktu. Çok zorlandım. Dünyanın her tarafından gelmiş atletler vardı. 10.000 metrede koşacaktım fakat rakibim yoktu. Bununla birlikte diğer derecelerde çok iyi atletler vardı. 5000 metre koştum.3. oldum.  

    Amerika’da kalmanızı teklif ettiler mi?

    Yarış bitti, tam döneceğim sırada Amerika’da okuyan bir Türk talebe yanıma geldi. Beni valiye sonra da yarışmayı düzenleyen Nebraska Üniversitesi’nin rektörüne götürdü. 

    Rektörün yanına çıktığımda Türkiye’de ne yaptığımı sordu. Sporumun dışında hukuk öğrenimi sürdürdüğümü ve Haydarpaşa Lisesi’nde beden eğitimi öğretmenliği yaptığımı söyledim.

    Ne kadar kazandığımı sordu, “100 lira alıyorum” dedim.

    Ertesi gün de döneceğimi belirttim Tam kapıdan çıkıyoruz, oturma iznimi verdiler, talebe kaydımı yaptılar.150 dolar teklif ettiler ve onların ülkesinde Nebraska eyaletini temsil etmemi istediler.

    Peki, Fenerbahçe Spor Kulübümüz kalmanıza izin verdi mi?

    O yıllarda bir sporcunun Türkiye’den Amerika’ya gitmesi kulüplerin maddi imkânsızlıkları nedeniyle çok zordu. Milli takımdan Fenerbahçeli bir atlet olarak Amerika’da yarışı kazanmak büyük bir prestijdi. Yer yerinden oynuyordu.

    Daha önce bir boksör arkadaş Amerika’ya gitti, geldiğinde statta yürütmüşlerdi, Amerika’ya gidip gelen birini görsünler diye. Öyle bir zamanda federasyondaki Galatasaraylı üyeler gazetelere düştü; para vardı, yoktu diye.

    O yıllarda Saracoğlu başkanımızdı. Bizim Fenerbahçe yönetim kurulu bastırdı ve her şey tamamlandı. Galatasaraylılar engel olmaya çalıştı ama en sonunda federasyon Fenerbahçe’ye “Paranın yarısını verin gönderelim” dedi.

    Federasyonda Galatasaraylılar çoğunluktaydı. Olimpiyat komitesi başkanı da Galatasaraylıydı. 300 Lira tutuyordu; gidişimin yarısını kulübüm karşıladı ve öyle gönderdiler. Amerika benden kalmamı istediğinde işin federasyon tarafını hiç düşünmedim. Ama Fenerbahçe’ye minnet borçluydum. Oradan bir mektup yazdım. Mektubumda bana orada sundukları tüm eğitim olanaklarından bahsettim. Ayrıca eğitimimi Amerika’da tamamlayıp Fenerbahçe’ye daha iyi hizmet edebileceğimi düşünüyordum; “Onay verirseniz kalacağım, isterseniz de arkama bakmadan dönüp geleceğim” dedim. O mektup gazetelerde çıkmış hatta mektubumun basıldığı gazeteyi bana gönderdiler. Amerika’da kalmam için kulübüm izin verdi, federasyon da istemeye istemeye kabul etti.

    5 sene Amerika’da kaldım. Orada evlendim.1947-1952 yılları arasında orada eğitimimin yanı sıra tabii ki atletizm de yaptım. Yarışmalara katıldım.

    1948’de bir akşam “Olimpiyat ön seçmelerine gidiyorsun” dediler. Okul kapanmak üzereydi, apar topar gittim.

    Kaydım yapıldı, tam başlamadan evvel “Nasıl bir yarış bu?” diye sordum. “Milli takımın olimpiyat seçmesi kazanan ilk üç kampa girecek ve 1948 olimpiyatlarına Londra’ya gidecek orada Amerika’yı milli oyuncu olarak temsil edecek” dediler.

    Şok oldum ve “Ben Türk vatandaşıyım” dedim.

    “O önemli değil, seni Amerikan vatandaşı yaparlar” dediler.

    Benim elim ayağım titredi, 5000 m. koşu için çağırmışlardı. Öylece hayalet gibi duruyorum, lisan da fazla bilmiyorum. Ben bir tur gittim, sonra yarışı bıraktım. Kafam hala ordaydı. Amerikan vatandaşı olarak Londra’ya gideceğim ve olimpiyatlarda Amerika’yı temsil edeceğim. Bu mümkün değildi.

    Tüm hayalim Türk bayrağı altında yarışmak ve başarılı bir Türk sporcusu olmaktı. Bana öl deseler ölürüm bayrağım için, o kafa yapısındaki insan kalkıp da orada Amerikan bayrağı altında yarışabilir mi, bıraktım her şeyi…

    “Çok hastalandım, kramp girdi.” dedim ve oradan kaçtım. 

    Ve Türkiye’ye dönüşünüz… 

    Nebraska sonrası bir süre New York’ta kaldım. Bir çocuk sahibi oldum. Eşim benimle birlikte Türkiye’ye dönmedi. Annem rahatsızdı dönmek zorundaydım.

    Geri geldiğimde artık yarışları bırakmıştım. Önce federasyona bağlı atletizm ajanlığına getirildim. Her gün sahalara gidiyordum. Atletizm eskiden futboldan bile önemliydi. At başı gidiyordu, en iyi atletleri toplamaya çalışırdım. Okulların levhalarına yazı yazardım. Stada toplardım onları 300-600  kişi vardı Kuleli Askeri Lisesi’nden, Deniz Lisesi’nden tüm okullardan gelirlerdi. Hepsinin hayali kazanayım da Fenerbahçe- Galatasaray maçını izleyeyim. Mükafat koymazsanız gelmezlerdi.

    1952-1956 Amerika Milli Takımını olimpiyatlardan evvel bir kuruş parasız Türkiye’ye getirdim. Bunu federasyondaki görevim icabı değil, ajan olarak düzenledim. Onları Dolmabahçe Stadı’nda yarıştırdım. Yunanistan’a da gidiyorlardı, buraya da gelsinler diye düşünmüştüm. Olimpiyatlardan evvel onları buraya getirmek ve yarıştırmak büyük bir şeydi. Oradan oyuncu da çıkardım.

    Sonra Atletizm Şube Başkanlığına getirildim. Bu arada Fenerbahçe üyesi olduğumdan kulüple bağlantımı koparmamıştım. Artık her gün kulüpteydim. 

    Şu an atletizmi Türkiye’de ne düzeyde görüyorsunuz?

    Üzülüyorum bugünkü şartlarda Türkiye’nin atletizmde gelişmesi mümkün değil.

    Atletizm ajanlığı yaptım, 6 ayda milli atletizm takımı çıkardım, yetiştirdim.

    Amerika’dan geldiğim seneler kimse anlayamadı beni; şaşırdılar, engellemeye çalışanlar bile çıktı. Hala yanlış işler yapılıyor. O yıllarda atletizm bana bırakılsaydı bugün Türkiye atletizmde çok farklı ve iyi bir yerde olabilirdi. Kısmet, bırakmadılar işte, ben de futbola döndüm.

    Hizmet verdiğim 70 sene içerisinde Fenerbahçe’nin 10 tane şampiyonluğu varsa ne mutlu ki 9’unda benim de adım vardır. 

    Bir anda kendinizi futbolun içinde buldunuz…

    Atletizm şube başkanlığı yaparken her gün Fenerbahçe sahalarındaydım. Futbol maçları da oluyordu, yakından ilgileniyordum.

    Fenerbahçe kongreleri oluyordu, kulisler yapılıyordu. Kongre üyesiydim, faaliyetler, seçimler başladı. Sokak kongreleri yapıldı, futbol takımının çalışmalarını da izliyordum,

    Amerika’dayken ilk iki sene spor tahsili yapmıştım. İki senenin sonunda ekonomi ve işletme tahsili almaya başladım. Türkiye’ye döndüğümde de sporun tüm şubelerini takip ediyordum özellikle de futbolu. Çalışmalara, antrenmanlara bakıyordum, yeniliklerden doğal olarak haberleri yoktu. Ben de Amerika’ya gittiğimde hiçbir şey bilmiyordum. Dönüp baktığımda yanlış işler yapıldığını gördüm. Ve başladım futbol kitaplarını alıp tercüme etmeye.

    O yıllarda orada koşuma engel olmasın, şişkinlik yapmasın diye su içmiyordum. “Aman tuz koymayalım” diyordum. Bana orada her gün hap veriyorlardı meğer tuz hapıymış. Bu en basitiydi. Burada bir sürü yanlış bilgiyle yetişmişiz.

    Sonrasında kulis faaliyetleri arasında öyle bir noktaya geldik ki 1960-61 yıllarında takımın başında Macar antrenör Lazslo Szekelly vardı. Takımda Canlar, Lefterler, Fikretler var. Yönetimimizde ise başkanımız H. Kamil Sporel, yönetim kurulunda Zeki Rıza Sporel, İsmet Uluğ, Niyazi Sel, Müzdat Yetkiner var. Herkes konuşuyor, üzülüyor.

    8 maçta galibiyet yok. Ligin ilk yarı sonunda bir de Galatasaray maçımızda 5-1’lik bir yenilgi var, diyorlar ki “Bu Galatasaray mağlubiyetinden sonra bizim bu kulüpte yöneticilik yapmamız haramdır.”

    Toplanıp karar veriyorlar kongre yapılacak. Aldığım eğitim sonucu bir futbolcunun en az 5000 metre koşacak nefese sahip olması gerektiğini, dünyanın değiştiğini, yeni kuralları anlatıyorum. “Çalışalım, geçelim ve şapkayı gösterelim onlara” diyordum. Yönetim kurulu karar verdi ve futbol şubesinin sorumluluğunu bana verdiler. “Al sen çalıştır.” dediler. 

    Yıl 1960-61 ve futbol şubesi sorumluluğuna getirildiniz… 

    Sorumluluğumun ilk günü sabah tüm futbol grubunu çağırdık. Herkes merak ediyor.

    O zamanlar takım kaptanı Şeref Has. Bir konuşma yapıp futbolun tüm dünyada değiştiğini, farklı yeni yöntemler olduğunu ve futbolun artık sadece top oynamak olmadığını bir de topsuz oynamak gerektiğini anlattım. Topladım herkesi koşturuyorum, ağırlık çalışmaları yaptırıyordum.

    Yazılı basın geldi. Onlar da ne yapacağımı merak ediyorlar. Bana sorular sormaya başladılar. Düşündüm, futbolcuların koşusunun zayıf olduğunu söylesem ertesi gün basında alay edecekler. Ben de fizik kondisyonundan bahsettim ve bundan sonra takımın fizik kondisyonu ile uğraşacağımı söyledim. Hatta bunları İngilizce ile karışık söyledim. Takımın kondisyonu ne demek diye soramadılar bile, öylece yazdılar söylediklerimi. (Gülüyor) 

    Daha önceki antrenman sistemi nasıldı? 

    Önceleri haftada iki gün salı-perşembe antrenman yapıyorlardı. Hafta sonu da maça geliyorlardı. Diğer günler boş günleriydi.

    Benimle birlikte haftada iki gün futbol diğer günler ise koşu ve kondisyon çalışmalarına başladılar. Ve böylelikle haftada yedi gün çalışmaya başladılar.

    Peki ya oyuncuların bu disiplinli ve yoğun tempoya alışmaları kolay oldu mu? 

    Tabii pek kolay olmadı. Hiç unutmam ikinci hafta oldu. Can Bartu askerden geldi. Ve antrenmana girdi. O aralar hepsi alışmıştı su ısıtılıyor, kazanlar ısıtılıyor ama yetişmiyor, yıkanamıyoruz bahaneleri. Mangalda su ısıttırıyorum, tenekedeki sularla yıkanıyorlar. 

    Bir gün yine Can Bartu’yu koşturuyorum 30 metre geride kalıyor. Genelde kolalı gömlek giyerdim o günde tesadüf üzerimde kolalı gömlek çekmişim, altımda da eşofman ama ben de onlarla beraber koşuyorum.

    Can’ın yanına gidip “Hasta mısın Can, sen hep geride kalıyorsun” dedim.

    “Niye bu kadar koşuyoruz Eşref Ağabey biz atlet miyiz, futbolcu muyuz? Sahada koşacak mıyız yoksa futbol mu oynayacağız?” dedi.

    Ben de “Bak oğlum, ünlü Amerikalı artist Marlyn Monroe var ve her sabah kondisyonunu muhafaza etmek için 3 km koşuyormuş, ben de sizinle beraber koşuyorum, bakın şu kolalı gömleğime terlemedim bile. Siz 90 dakika futbol oynayacaksınız, 90 dakika koşmadan mı futbol oynayacaksınız, artık koşmadan futbol yok, dünyada önde olacaksınız, daha yeni başlıyoruz” dedim.

    Bu kondisyon çalışmaları Türkiye’de ilk Fenerbahçe’de başladı. Sonrasında bir konuşma daha yaptım ve kızarak, “Can, koşamıyorsan çık arkadaşlarının arasından” dedim. Ve takımdan çıkardım onu, arkasından da “başka koşamayacak var mı ?” dedim. Baktım kimseden ses yok, biz antrenmana devam ettik bir süre sonra Can da bize katıldı.

    Ve ikinci devre ilk maçımız Kasımpaşa ile. Onları 3-0 yendik. Arkasından Altınordu, Göztepe 4-0, 3-0 sonuçlarla hepsini ezdik, geçtik. Avrupa çapında takımlardı onlar. Sonra da Beşiktaş, Galatasaray’ı süpürdük geçtik.

    Takım kazanmaya başlayınca Macar antrenörü de geri getirdiler. Birlikte çalışmaya başladık. O sene liglerdeki ilk şampiyonluğumuzdu (1960-1961). Ertesi sene Miroslav Kokotovic (1962-1964) vardı, ben çalışmayı bırakmıştım ama mağlup olunca o kaçtı ve yine beni getirdiler takımın başına. Ve o sene de beni yönetime aldılar, futbol takımımın sorumlusu olarak göreve başladım. Başkanımız İsmet Uluğ ile birlikte çalıştık.

    Yıl 1964-65 Antrenör İngiliz Oscar Hold. Yine tüm görevi beraber üstleniyorduk, benim Amerika’dan getirdiğim kronometrem vardı, onunla futbolcuları çalıştırıyorduk. Hiç unutmam; çocuklar onları koşturmayalım diye kronometreyi yok ettiler.

    Çok zor geliyordu koşmak. Aralarında bir futbolcuyu yok etmek istiyorlarsa 10 metre uzağa top atıyorlardı ki koşsun yorulsun yorulunca da bir daha oynayamasın. 

    Fenerbahçe Müzemize her geçen gün yeni bir kupa, yeni bir madalya ekleniyor. Siz Eski Sporcular Derneği Başkanımız olarak eski sporcularımıza neler öneriyorsunuz? 

    Fenerbahçe’nin büyük bir mazisi ve tarihi var. Tüm eski sporcularımızın ellerinde bulunan madalya, kupa, resim ve evraklarının müze kurulumuza iletilmesi gelecek nesillerimiz açısından çok önemlidir.

    Ailenize bırakacağınız bu objeleri sadece aileniz ve çevreniz görür; fakat müzemize devredilen bu mirası milyonlarca Fenerbahçeli müzeyi her ziyaret ettiğinde görebilir. Müze Fenerbahçe’nin tarih kitabıdır.

    1940 yıllarında kazandığım madalyaları İstanbul Erkek Lisesi’ne götürdüler. Normandiya çıkartması madalyası çok az insanda vardır. Ama bu madalyada asıl hak sahibi Fenerbahçe Spor Kulübü’dür. O Fenerbahçe’ye aittir.

    Bütün yarışlarda madalya veriyorlar ama bu madalyanın özelliği bir kereye mahsus olarak verilmesiydi.

    Bunun dışında Kral Faruk’tan aldığım madalyalar ve diğerleri hepsi şu an müzede sergilenmektedir. Bilhassa onu ve diğer madalyalarımı kulübüme verdim.

    Gördüğünüz gibi evde hiçbir şey kalmadı. Müzede muhafaza ediliyorlar. Bu da benim için ayrı bir onur ve gurur kaynağıdır.

    En beğendiğiniz futbolcular kimlerdi? 

    Ogün Altıparmak, Lefter ve Can Bartu’yu çok beğenirdim.

    Bir iki kaptan sayarsam bunun birisi Can Bartu’dur. Çünkü Can Bartu’yu futbolculuğunun dışında kaptan olarak da çok beğenirdim. Nedeni ise: O hem takıma hâkimdir hem de yurt dışında da futbol oynadığından deneyimli ve yeteneklidir. Hatta basında da çok sevilen bir insandı. Fenerbahçe’den gitmesini çok istemişlerdi. Ben karşı çıktım. 

    Nasıl karşı çıktınız, neler yaşandı? 

    Can Bartu hala bilmez ne olduğunu, o sene Can takım kaptanı ve Can’ın transfer senesiydi. Transferde komite başkanıyım, tek tek çağırıyoruz, konuşuyorum yönetim de karar veriyor. Yalnız bu toplantıdan evvel yönetimde olan Suphi Ergül, Necmi Kurtuluş, Sadun Erdemir, Kemal And benimle bir yemek yemek istediler.

    Caddebostan Yelken Kulübü’nde bir öğlen yemeği yedik. “Kadıköy grubu olarak bir toplantı yaptık, Can Bartu’nun satılmasını istiyoruz” dediler. Tabii benimle de ters düşmek istemiyorlar. Kadıköy Grup Başkanı Semih Bayülken “Eşref’le konuşun ikna edin Can Galatasaray’a gitsin ve Fenerbahçe’den uzak kalsın, ilerde bu bize sorun olacak, Can ne isterse istesin satın” demişler. Bana böyle anlattılar.

    Onlara Can’a ihtiyacımız olduğunu söyledim. Fakat başka çare olmadığını söylediler. Güldüm, antrenman sonrası Can’a “Sen Sirkeci’ye iş yerime gelebilir misin?” dedim.

    Ertesi günü Can geldi. “Gel dediniz geldim, ben ilk defa bir yöneticinin işyerine geliyorum” dedi.

    “Can senden bir şey isteyeceğim, öbür gün transfer için sizleri çağıracağız, kaç lira düşünüyorsun diye soracağız, sen kaç düşünüyorsun” dedim.

    “Öbür oyunculara 70-80 bin dediniz, herhalde bana daha fazla verirsiniz” dedi.

    “Bak sen geleceksin, ben para falan istemiyorum diyeceksin, ben Fenerbahçe’de bu kadar oynamışım seneye jübilemi yapıp futbolla ilişkimi Fenerbahçe’de bitireceğim diyeceksin” dedim.

    “Tamam, Eşref Ağabey sen öyle istiyorsan öyle derim” dedi.

    “Bana bırak” dedim.

    Ertesi gün yönetim kurulunda Rüştü Dağlaroğlu da var. Selim Soydan geldi. Şükrü Birant geldi. Ve sonra sıra Can’a geldi. Faruk Ilgaz’ın yanında oturuyorum.

    Önce ben konuşuyorum; Can’a “Bizim kafamızda var bir rakam ama herkesin fikri olsun senin kafanda ne var” dedim.

    “Ben para istemiyorum” diyerek aynen benim kendisine dediklerimi tekrarladı.

    “Tamam git” dedim, gönderdim.

    Herkes söyleniyor. “Can kalıyor çünkü hiçbir şey istemeyen adamı ben satamam” dedim.

    Dedim demesine ama yüz bini de sonradan Can’a verdim tabii. Sonra bütün mesele anlaşıldı. Semih Bayülken ile Muhittin Burgulu ilk seçimde beni sildiler. Ama o sene Can’ın sayesinde 8 puan önde şampiyon olduk. 

    Fenerbahçe’de oynayan her futbolcunun duruşu davranışları bir Fenerbahçeli gibi olmalıydı. Bunun bilinciyle, onları çalışma saatleri dışında da gözlemliyordunuz… 

    Geceleri bile futbolcuların evlerini dolaşırdım. Selim’in evine gittim. Eşi Hülya Koçyiğit çıktı, evlenmişlerdi. “Hemen Selim nerede” derdim. Hülya çok hanımefendi bir insandı; çaylar, kahveler, ikramlar.

    Hepsinin evine gidiyordum, Yılmaz Şen, Yaşar Mumcuoğlu…

    Oyuncuların özel sorunlarını da paylaşıyordunuz… 

    Tabii ki, hepsiyle ayrı ayrı ilgilenirdim.

    Kaleci Datcu vardı, bir gün kampa geldi.

    Selim Soydan dedi ki “Datcu ile konuş, morali çok bozuk.”

    “Hayrola” dedim.

    “Yok bir şey, eşimi düşünüyorum, ev sorunu hala çözülmedi” dedi.

    Ertesi gün de maçımız var. “Sen yarınki maçı düşün.” dedim.

    Pazartesi sabahı kulübe saat 10.00’da geldim. Yönetime durumu anlattım.

    “Otelde kalıyorlarmış, perişan durumdalar” dedim.

    “Hayır, evde kalıyorlar” dediler.

    Reşat Dermanver’e “Sen evi biliyorsan, beni götür” dedim.

    Beraberce gittik,  kapıyı başka insanlar açtı. Datcu haklıydı, evi başkasına vermişler. Dönüp sorunu anlattım.

    “Size yarına kadar, tam 24 saat müsaade; yoksa 25. saatte bu kulüpten içeri giremeyeceksiniz” dedim.

    O sorun da öyle çözümlenmişti. 

    5 kupayı aldığımız sene (1968), Ogün Altıparmak geldi

    “Ağabey benim bonservisimi ver, Amerika’ya gideceğim, beni istiyorlar” dedi.

    “Peki, oğlum, yalnız bir şartım var; sana ihtiyacım olursa isteyeceğim ve hemen geleceksin” dedim ve gitti.

    Bize Manchester çıktı. Ogün’ün adresini aldım. Gündeme sundum Ogün’ün çağrılması için. O toplantıda “Manchester’ı mı eleyeceğiz, Ogün’ü çağırmak çok para, boş ver” dediler.

    Ben ısrar etmedim, ama kafama da takıldı, uyuyamadım. Suat Belgin vardı, Büyük Fikret kaza geçirdiği için adresi ondan istedim.

    Ogün’e “Acele çarşamba burada ol, yönetim kurulu parayı çok buldu ama ben bu parayı öderim” dedim. Ve Ogün geldi.

    “Sen nerden çıktın?” demiş herkes.

    “Eşref Ağabey çağırdı” demiş.

    Benim için “Zengin adam, savuruyor” demişler.

    “Doğru kampa git” dedim.

    Ignace Molnar antrenördü. Ona Ogün’ü takıma koy, forvet oynatacağız dedim.

    O maçta bir golü Ogün attı ve maçı 2-1 kazandık. Ogün Amerika’ya bir daha dönmedi, burada kaldı ve hayatı değişti.  

    Amerika’da üniversitede spor, ekonomi ve işletme eğitimi aldınız. Fakat ekonomi eğitiminizde bir ders yüzünden diplomanızı alamadınız. Ve hata olduğu anlaşıldığından diplomanızı 50 sene sonra torununuzla birlikte aldınız… 

    Evet, 50 sene sonra torunum Nate ile beraber gittiğimizde diplomamı verdiler. Torunum Nate de Nebraska Üniversitesi’nde şampiyon bir atlet olarak okuyup, koşmaktaydı.

    Amerika’da iki diploma almam lazımdı. Birini eksik kredim olduğu zannedildiği için vermediler; hâlbuki yokmuş, bir hata olmuş. Durumu tekrar açıkladım kendilerine; bir ders varmış borçlu hukuk dersi, Amerikan hukuku ile ilgili olarak gerekmeyecek diye almamıştım. 50 sene sonra kabul ettiler ve ben de 50 yıllık küçük bir gecikmeyle diplomamı 18 Aralık 1998’de Nebraska Üniversitesi okul yönetiminin düzenlediği özel bir mezuniyet töreniyle aldım. 

    Yaptığım araştırma sonucu 1958 yılında verdiğiniz bir demeçte Fenerbahçe Stadı’nın 100.000 kişilik olması gerektiğini söylemiştiniz. Hâlbuki söylediğiniz yıllarda stat 7.000 kişilik olup 3000-4000 kişilik kapalı tribünü vardı. 100.000 o yıllar için çok iddialı bir sayıydı…

    O zamanlar 3000-4000 kişilik kapalı tribün vardı. Fenerbahçe’nin 100.000 kişilik stada ihtiyacı olduğu o zamanlardan görünüyordu.

    Maçlardan bir gün önce geceleri uyanır bakardım yağmur var mı diye panik yapardım. Prim ödeyeceğiz, kulübe kazanç sağlayacağız ancak böyle ayakta duruyorduk. 50 sene evvel o zaman ki gazete kupürlerinde vardır doğru.

    Taraftarlara mesajınızı alabilir miyiz? 

    70 seneye yakın sporun içindeyim, taraftarlarla da iç içeyim. O günden bugüne kadar taraftarla yakından ilgileniyorum.

    Bir kere şunu söyleyeyim; Fenerbahçe sevgisi o zaman 10 ise şimdi 100! Çok büyük saygı duyuyorum, onur duyuyorum, gururlanıyorum, iftihar ediyorum.

    Biz bu hizmeti yaparken her zaman isterdik ki Fenerbahçe’yi sevsinler, müsabakalara gelsinler, Fenerbahçe’yi alkışlasınlar, amacımız buydu. Şampiyon olalım onları mutlu edelim ve onların mutluluklarından mutluluk duyalım ama bugün çok olumlu ve çok büyük değişiklikler var.

    Ben iki sene evvel bir maç öncesi Kalamış’ta bir restoranda var, oraya gittim. Orada gördüm aynı heyecanı. Amerika’da taa o yıllarda maçlardan evvel aynı bu coşku olurdu. Hatırlıyorum 5 kupayı aldığımızda bir merasim yapmıştık. İlk defa yapılıyordu, basından Erdoğan Arıpınar kutlama organizasyonu teklifiyle Başkanımız Faruk Ilgaz’a gittiğinde Başkan “Böyle bir büyük organizasyon yaparsak camia iyi karşılamaz” demişti. Ve konuyu bana yönlendirdi. Organizasyon gerçekleştiğinde Fenerbahçe camiası Başkan Faruk Ilgaz’ a “Bu kadar sene şampiyon olduk, böyle merasim yapmadık.” demişlerdi. Ben bunu Amerika’da gördüğümden yaptım.

    Bir de kötü söz ve hakaretlere karşıyım o da kaldırılmalı. 1980’e kadar böyle bir şey yoktu taraftar yapmadı bunu. Bu sözlerim tüm Türk futbolu adına.

    Çocukluğumuzda kafamızı havaya diker dört genç havaya bakardık, gelen bakar, giden bakardı. Galata Köprüsü’nde bir yere baktı mı herkes bakıyor birisi bir şey yaptı mı herkes yapıyor. Bu yöneticiler topluluğu bu tarafa bak diyecek bunu toparlamak yine yöneticilere düşer.

    Sibel Kurt – Eşref Aydın Röportajı – Fenerbahçe Resmî Dergisi

  • 28 Şampiyonluk Yolu

    28 Şampiyonluk Yolu

    9 Eylül 2023 tarihinde yapılan Fenerbahçe Olağanüstü Tüzük Tadili Genel Kurulu‘nda Yönetim Kurulu Üyemiz Sayın Simla Türker Bayazıt‘ın fikri, emeği ve uygulamasıyla hayata geçen 28 Şampiyonluk Yolu, büyük ilgi topladı.

    Unutulduğunu düşünen sporcu aileleri de büyüklerini bu yolda görünce çok mutlu oldular…

    Görselleri seçme ve metinleri yazma onurunu bize layık gördüğü için Simla Hanım’a sonsuz teşekkür ediyor, kronolojik sırayı herkesin görebilmesi için sitemizde de paylaşıyoruz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu




    1907’den bugüne Fenerbahçe ve Türk futbol tarihini izlediniz.

    Ülkemizde 1923’den sonra başlayan ve günümüzde halen devam eden “ulusal” futbol organizasyonları hem tarihi hem de hukuki olarak devamlılık gösteriyor.

    Türkiye Futbol Birinciliği ve Milli Küme, 1959 yılı itibariyle “Milli Lig” adını aldıktan sonra, günümüzde ise “Süper Lig” ismiyle devam ediyor.

    Türk futbolu, kurumsal kimliğini kazandığı 1923 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî tüzük ve kanun maddeleri ile yönetiliyor.

    Tüm bu gerçeklerden hareketle;

    Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunu ve 1959 öncesini inkar etmek

    TARİHİ İNKAR ETMEK,

    ÜLKE FUTBOLUNUN GEÇMİŞİNİ YOK SAYMAKTIR!

  • Şükrü Saracoğlu Fenerbahçe’yi Nasıl Kurtardı?

    Şükrü Saracoğlu Fenerbahçe’yi Nasıl Kurtardı?

    1934 yılında Fenerbahçe Spor Kulübü bir kez daha “Kapatılma” tehlikesi yaşadı… Fenerbahçe’yi bu tehlikeden kurtaran yeni Ayetullah Bey, Şükrü Saracoğlu olacaktı. İşte Rüştü Dağlaroğlu’nun kaleminden “Şükrü Saracoğlu Fenerbahçe’yi Nasıl Kurtardı?” sorusunun cevabı…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sene 1934

    Yılın en mühim hâdisesini teşkil eden 21 Şubat’taki kavgalı Galatasaray maçı Fenerbahçe kulübünün idari bünyesinde, esaslı değişikliklere varıncaya kadar, birçok neticeler doğurmuştur.

    İstanbul Futbol Heyeti’nin kaleci Hüsamettin’i müebbet, Fikret’i 6, Cevat, Yaşar, Esat, Reşat, Lebip, Muzaffer ve Süleyman’ı da ikişer ay boykotla tecziye kararını Fenerbahçe kulübü itirazla karşılamış, bu arada bazı masum futbolcuların tecziyelerini ve kararın katiyet kesbetmeden derhal tatbikini Mıntıka nezdinde protesto etmiştir.

    İstanbul Mıntıkası, Fenerbahçe’nin itirazını haklı buldu. Cezalarda nispetsizlik olduğunu, bazılarının masum bulunduğunu ve bir kısım cezaların tahfifi cihetine gidilmesi temayülünü gösterdi. Fakat Futbol Heyeti (şahıslar üzerinde durmanın disiplin ve otorite bakımından zararlı olacağı) iddiasile, karar ve cezaların toptan ve bilâmünakaşa kabulünde ısrar etti.

    Fenerbahçe kulübü, bu durum karşısında, keyfiyeti Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakına da sunmuş ve hakkını icabında mahkeme yolu ile aramaktan geri kalmayacağını bildirmiştir…

    Fenerbahçe’nin bu tarz şiddetli hareketi, sportif sahada pek tanınmamış teşkilât erkânını sinirlendirmiştir. Umumi Merkez İkinci Reisi olan zamanın maruf bir milletvekili Fenerbahçe kulübünü sindirmek yolunda, ilk iş olarak, 3 kişilik idare heyetinden Hayri Celâl (Atamer)le Cafer (Çağatay)ı boykotla tecziye etti. Sonra da kulübün Milli Emlâk idaresinden bedeli 10 yılda ödenmek üzere, satın alın aldığı stadı geri alma yoluna gitti.

    İşte; gayri şuuri sayılan bu pek tehlikeli ve nazik durum karşısında, Fenerbahçe İdare Heyeti, keyfiyeti sporsever Adliye Vekili Saracoğlu Şükrü Bey’e arz etmek ve kulübü himaye eylemesini rica etmek zorunda kalmıştır.

    Saraçoğlu Şükrü Bey hâdiseden fevkalâde üzüldüğünü kulübe bildirirken, metanet tavsiyesinde bulunmuş ve ayrıca da Fenerbahçe’ye intisap ve ona hizmet etmekten şeref duyacağını işaret etmiştir.

    Bu şayanı şükran alâka karşısında Fenerbahçe kulübü müessesan heyeti, 16 Mart 1934 Cuma günü, Sabri (Toprak) Beyin riyasetinde fevkalâde bir toplantı yaptı.

    Celse açılır açılmaz, ilk iş olarak, Adliye Vekili Saraçoğlu Şükrü Bey’in kulübe hediye ettiği imzalı fotoğrafı samimi tezahürat arasında salona asıldı. Bunu müteakip, bu büyük sporcu Vekil ile Sinop Mebusu Zühtü ve İzmir Mebusu Osmanzade Hamdi Beyler ittifakla kurucu azalığa kabul olundular.

    Kulübün mer’i nizamnamesinde İdare Heyetinin Umumi Kâtip, Umumi Kaptan ve muhasebeci olarak, 3 kişiden ibaret bulunduğunu mübeyyin madde değiştirildi. Hey’et 7 kişiye çıkarılıp Reis ve İkinci Reislik ihdas olundu. Reisliğe Saraçoğlu, İkinci Reislik ve âzalıklardan birine de umumi merkezce cezalandırılmış Hayri Celâl ve Cafer ittifakla seçildiler.

    Fenerbahçe stadına büstlerinin konulmasına müsaade buyuran Atatürk’e şükran telgrafı çekilmesine karar verildi. Ayrıca, bu büstün açılma töreninin muazzam sportif tezahürat arasında yapılması ve o gün bütün Fenerbahçelilerin, Büyük Kurtarıcı huzurunda, Türk sporuna bütün ömürlerince hizmette bulunacaklarına dair and içmeleri tekarrür etti.

    Fenerbahçe Müessesan Heyeti’nin 16 Mart 1934 Cuma günkü tarihi toplantısında aldığı yukarıdaki fevkalâde isabetli kararların mana ve muvaffakiyetini takdir etmek gerekir. Bu suretle, (Fenerbahçe Kulübünün kapısına kilit asma!) ve (Fenerbahçe stadını geri alma!. meş’um emelleri, kat’i olarak, hüsranla neticelenmeğe mahkûm bırakılmıştır.

    Rüştü Dağlaroğlu – Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihi (1907-1957)

  • Vicdan ve Kültür Meselesi

    Vicdan ve Kültür Meselesi

    Fenerbahçe Stadyumu’nun Şükrü Saracoğlu olan isminin “Atatürk” olarak değiştirilmesi gündemde iken merhum Saracoğlu’nun Türkçülük için “Bir Vicdan ve Kültür Meselesi” dediği konuşmanın tamanını yayınlamak istedik.

    Vesileyle konu hakkındaki fikrimizi de kayda geçelim:

    Fenerbahçe’nin gündeminde “Stadyuma Mustafa Kemal Atatürk ismi verilsin de Şükrü Saracoğlu tarihen silinsin” diye bir niyet yok. Mustafa Kemal Atatürk vatanın kurtarıcısı, Şükrü Saracoğlu da Fenerbahçe’de 16 sene görev yapan çok büyük bir başkanıdır. İkisi de bizim…

    Tekrar etmekte sonsuz fayda var: Eğer Şükrü Saracoğlu yaşasaydı, stadyuma Atatürk ismini veren kararı ilk kendisi alkışlardı… Atatürk’e “Fenerbahçe Stadı’na bir isim vereceğiz, kim olsun?” diye sorsalar hiç şüphesiz “Şükrü Bey’in adını verin” derdi. Mesele bundan ibarettir.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Başvekil Şükrü Saraçoğlu’nun Hükumetin iç ve dış politikasını izah eden nutukları

    Arkadaşlar,

    Bu, günlük ve geçici sıkıntılardan sonra biraz da daima artan, daima kuvvetlenen ve hiçbir vakit değişmeyecek olan imanlarımızdan ve varlıklarımızdan bahsedeceğim.

    Arkadaşlar, biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız.

    Dünkü Türk gençleri müstakil ve hür bir vatana malik olmak, şuurlu ve mütecanis bir millete mensup olmak, memleketi müspet ilimlerle idare etmek ve vatanın bayat ve servet menbâlarını memleketin elinde görmek istiyorlardı. Bugün bütün bu idealler birer birer tahakkuk etti. Vaktiyle İzmir’in atlarla çekilen tenekeden tramvayları bile yabancı bir şirketin imtiyaz mevzuu sayılmıştı. Bugün vatanın dört bucağında muntazaman işleyen trenler, yer yer kurulan fabrikalar sadece Türk bilgisi tarafından yaratılmıştır.

    Bugünkü Türk vicdanı vatanın her gün biraz daha kuvvetlendiğini, Türk Milletinin her gün biraz daha refaha kavuştuğunu ve bilhassa Türk köylüsünün her gün biraz daha yükseldiğini anlamak ve köylü ile bilgi ve toprağı birleştiren bir ideale doğru yürüdüğümüzü görmek istiyor. Hepimiz bu idealin yolcularıyız ve muvaffak olacağımıza inanıyoruz.

    Son yılların gayretiyle dünyadaki arkadaşlarının safına çıkmış olan üniversitelerimiz, yüksek mekteplerimiz ve bunları dolduran gençlerimiz her gün ağırlaşan bilgileri ve artan adetleri ile ideale doğru hamleler yapmağa hazırlanıyor. Onun için bu gençlerdeki heyecanları beraber yaşamak ve onlarla daha çok çalışmak kararındayız. Bugün için henüz pek genç olmakla beraber köy enstitüleri köylerimizi ve köylülerimizi daha şimdiden yükseltmeğe başlamıştır.

    Bu iki uç arasındaki yüz binlerce Türk genci bir tek yoldan aynı hedefe yürümek için hazırlanıyor.

    Köylüyü topraksız, toprağı da köysüz bırakmayacağız ve yavaş yavaş toprağı, sanatı ve tekniği sadece bilginin emrine geçireceğiz.

    İktisadi ve siyasi sahalarda Devletçilik, fertçilik ve kooperatifçiliğe bırakılan sahalar o kadar geniştir ki bunlar arasında bir menfaat çarpışması asla olmayacak ve ilerde de olmaması için de daima dikkatli ve hesaplı yürüyeceğiz. Bizde imtiyazlar ve sınıflar asla mevcut olmadı. Demokratlık Türk tarihinin derinliklerinden yuvarlanıp gelen büyük bir hakikattir. Biz halkçı idik, halkçıyız ve daima da halkçı kalacağız. Tek partili bir Devlet kurmuş olmamız başlıca bu büyük hakikate dayanıyor.

    Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk Milleti’nin hâkimiyetidir.

    Hep beraber bir tek yoldan ve bir tek hedefe doğru yürüyerek Türk köyünü ve Türk köylüsünü behemehâl yükselteceğiz. Böyle bir ideal için güvendiğimiz en büyük varlık inan birliği ve fedakârlıktır. Daha büyük bir varlık da bu işler konuşulurken, bu işler yazılırken, bu işler yapılırken Atatürk’ün daima aramızda yaşamakta olmasıdır.

    Arkadaşlar,

    Türkün bugünkü kudret ve hâkimiyetini yaratan Büyük Millet Meclisimizden ve o Meclisi teşkil eden siz Millet Vekillerinden itimat ve yardım isteyerek sözlerime nihayet veriyorum.

    Şükrü Saracoğlu – 5 Ağustos 1942

  • 1939’da Ne Oldu?

    1939’da Ne Oldu?

    1939 yılı Milli Küme maçları sonunda Galatasaray, 1959 öncesindeki ilk ve tek ulusal şampiyonluğunu kazandı. Şampiyonun iki maçta belirlenmesi planlanmıştı ama “müessif bir hadise” bunun önüne geçti. Peki 1939’da ne oldu? İşte bu sorunun cevaplarını aşağıdaki gazete haberlerinde bulabiliriz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: Olayın kahramanı (!) Necdet Erdem, futbola Fenerbahçe’de başladı. İlginçtir, olaydan seneler sonra Galatasaray’da bıraktı. Hakem Tarık Özerengin ile seneler sonra bir araya geldiler. O günün bilgilerine de “buradan” ulaşabilirsiniz.


    Dün Maçta Müessif Bir Hadise Oldu

    Demirspor kalecisi ve takımın kaptanı Necdet, maçı idare eden hakem Tarık’a hücum ederek gözünden yaraladı. Hakem, maçı tatil ve Demirspor’u mağlup ilan etti.

    Milli küme şampiyonasının günlerden beri dedikodusu devam eden son maçı dün Fenerbahçe stadyumunda Galatasaray’la Demirspor takımları arasında oynanırken, spor tarihimizde şimdiye kadar vukua gelmemiş müessif bir hâdise olmuş ve bu yüzden maç tatil ve Demirspor takımı mağlup addedilmiştir.

    Mevzuubahis hâdise, Demirspor takımı kalecisi ve takımın kaptanı Necdet’in, hakem Tarık’a hücum ederek gözüne yumruk atması ve yüzünde büyük bir yara açmasıdır. Şimdiye kadar spor sahalarımızda oyuncular arasında müteaddit kavgalar olmuş, seyirciler birbirine girmiş, fakat oyunculardan hiçbirisi müsabaka hakemini döğmemişti. Dünkü maçta nihayet hakem de dövülmüştür.

    Fenerbahçe stadyumunda dün on bine yakın seyirci toplanmıştı. Milli küme şampiyonunu tayın edecek olan bu maçı herkes merak ediyordu. Takımlar da bir haftadan beri kampa girmişler, hazırlanmışlardı. Fakat müsabaka, normal bir oyundan ziyade bir sinir işi haline getirildiği için, zevkli bir maç seyretmek pek de mümkün görülmüyordu.

    Takımlar saat beş buçukta kol kola dizilmiş bir halde sahaya çıktılar; halkı selâmladıktan sonra şu şekilde dizildiler:

    Galatasaray: Osman, Faruk, Adnan, Musa, Rıza, Yusuf, Salim, Salâhaddin, Cemil, Boduri, Bedii

    Demirspor: Necdet, Şevket, İbrahim, İbrahim, Şemsi, Salih, Hakkı, Orhan, Orhan. Gazi, Arif.

    Oyunu, hakem Tarık idare ediyor.

    Ankara’dan sureti mahsusada gelen ve Futbol Federasyonu reisinin riyasetinde bulunan bir heyet de maçı, saha kenarından kontrol ediyordu.

    Oyuna, asabi bir hava içinde başlandı.

    İki taraf da bütün enerjisini ortaya koyduğu için ciddi bir mücadele cereyan ediyordu. Fakat bu mücadele yavaş yavaş sportif mahiyetini kaybetmeye, başka bir kalıba gitmeye başladı. Hakem, müsabakaya başlamadan evvel, müsabıklara bazı nesayihte bulunmuş, bu maçın ehemmiyetini izah ederek sert oyuna müsaade etmeyeceğini ve temiz bir müsabaka yapmalarını bildirmişti. Buna rağmen sertlik yüz göstermişti. Hakem, sık sık faul, frikik cezaları vermek mecburiyetini hissediyor, bazı oyunculara da ihtarda bulunuyordu. Verilen cezalar ve yapılan ihtarların yüzde yetmiş beşi Demirsporlulara aitti. Müsabakanın her safhasında müessif bir vaka zuhurundan korkuluyordu. Fakat ilk devre, sıfır sıfıra berabere bitti.

    İkinci devre, birinciye nazaran daha sert ve daha asabi bir tarzda başladı.

    Tekme vurmak, çelme takmak mubah sayılacak bir hale geldi. Hakem, o kadar çok ihtarda bulunuyor ve o kadar ceza vermeğe mecbur kalıyordu ki, inkıtaa uğramadan beş dakika oyun seyretmek kabil olamıyordu. Nihayet Demirspor kalesi önünde yapılan pek bariz bir hata üzerine Galatasaray lehine penaltı verildi. Galatasaraylılar, topu dışarı atarak bu fırsatı kaçırdılar. Bundan bir dakika sonra da Demirspor bir gol kazandı.

    Demirspor’un 1 – 0 galip vaziyete gelmesi, Ankaralılar için bulunmaz bir avantajdı ve oyunu bu vaziyette bitirmeleri de mümkündü. Fakat buna rağmen Demirsporlular sert oyuna bir kat daha germi verdiler; bilhassa bu işte takımın kaptanı ve kalecisi olan Necdet pek ileri gidiyor, kaleye her yaklaşan muhacime tekme vurmak, çelme takmakta tereddüt etmiyordu.

    İkinci devrenin 33üncü dakikasında Galatasaray’ın yaptığı bir hücum esnasında, Necdet, bu defa da Galatasaraylı Cemil’i yere yıktı. Hakem, evvelce müteaddit defalar ihtara maruz bıraktığı Necdet’i oyundan çıkarmak mecburiyetini hissetti ve kararını tebliğ etmek üzere yanına gitti. Hakem Tarık, kararını resmen bildirmesiyle beraber gözünün üstüne kuvvetli birkaç yumruk yemesi bir oldu. Takım kaptanı Necdet, şimdiye kadar hiçbir sporcumuza nasip olmayan bir tarzda, hakeme hücum etmiş ve gözünden yaralamıştı.

    Etraftaki polis kuvvetleri derhal hâdise mahalline koştular. Necdet’i yakaladılar, diğer taraftan da hakem Tarık, yüzünden kanlar aka aka sahadan çıkarıldı. Soyunma odasında tedavi altına alındı. Biraz sonra da oyuncular, müsabaka, hakem tarafından tatil edildiği için sahadan ayrıldılar.

    Hâdisenin hikâye tarafı budur. Vakanın çirkinliğini tavsif etmek için kelimeler ve sıfatlar bulmağa ihtiyaç görmüyoruz. Güzide bir takımın kaptanlığı mevkiinde bulunan bir adamın hakem döğmeğe teşebbüs etmesi, en hafif tabirle iptidailiktir, kabalıktır. Sonra tecavüze uğrayan hakem, öyle bir gençtir ki, bütün sporcularımıza numunevi imtisal olacak temiz bir karaktere, dürüst bir ahlâka ve insanı kendine meclup eden bir nezakete sahiptir. Bu sene yüksek tahsilini bitirmiş, doktor olmuştur, şimdiye kadar en ufak şekilde bile kimseye tek kelime fena bir söz sarf etmemiştir. İdare ettiği bütün maçlarda dürüstlüğü, nezaketi, bitaraflığı ve temiz ahlâkı ile tanınmıştır. O kadar ki, iki takımın bu maç için bir hakem intihap etmelerine karar verildiği vakit, Demirspor takımı Tarık’ın bu maçı idare etmesinde şiddetle ısrar etmiştir.

    Spor, mutlaka bir maçı kazanmak, her ne pahasına olursa olsun galip gelmek demek değildir. Bizim spordan anladığımız ilk mana, temiz ahlâk, dürüstlük ve insanlıktır. Hakemi döğecek kadar terbiye, insanlık ve ahlâk hututlarının haricine çıkan bir insanın spor mefhumile hiçbir alâka ve münasebeti yoktur. Bu vakada, asabına hâkim olamamak, yapılan haksızlıklara tahammül gösterememek gibi bir mazeret dermeyan etmeğe bile imkân tasavvur edilemez. Çünkü Tarık, eğer bu maçta bir haksızlık yapmış ise, Galatasaray’ın aleyhine yapmıştır ve Demirspor’a birçok ahvalde mümaşatkâr davranmıştır, denilebilir.

    Halkın yuhaları, hakaretleri arasında polis nezaretinde sahadan çıkarılan bu adam, derhal tevkif edilerek cürmü meşhud mahkemesine verilmiştir. Hakem Tarık da ayrıca bir dava ikame etmiştir.

    Bu çirkin vak’aya, maalesef büyüklerimiz de şahit olmuşlardır. Hariciye Vekili Şükrü Saracoğlu, eski Milli Müdafaa Vekili General Kâzım Özalp ve diğer devlet erkânından bir kısmı stadda bulunuyorlardı. Federasyon rüesası, İstanbul mıntakası erkân ve azaları da hep beraber orada idiler.

    Bu vak’adan sonra, Necdet, bu memlekette müebbeden spor yapmak hakkını kaybetmiştir. Çünkü kendisine verilecek nizami ceza, müebbed boykottur. Bundan başka, yaptığı tecavüzden dolayı da mahkemenin vereceği cezaî karar da vardır.

    Demirspor takımının vaziyetine gelince; evvelce umumi merkezin yaptığı bir tamimle de sarahat kesbettiği üzere takım diskalifiye edilmiştir. Dünkü maçın nizami galibi Galatasaray’dır. Bu şerait içinde Ankara’da ikinci bir defa daha iki takımın karşılaştırılmasına da imkân görülememektedir.

    Hakem ne diyor?

    Dün akşam geç vakit hakem Tarık’la görüştük.

    Bize şunları söyledi:

    “Demirspor kalecisi Necdet’e, yaptığı müteaddit hatalı hareketlerinden dolayı birkaç defa ihtarda bulundum; fakat bu oyuncu, kasti hareketlerde devam etti. Galatasaray muhacimlerinden Cemile yaptığı son hareketi üzerine müsabakanın selâmeti için kendisini oyundan çıkarmak mecburiyetinde kaldım. Bu kararımı kendisine usulen tebliğ ettim. Fakat Necdet derhal üstüme hücum ederek beni yumruklamaya başladı. Yüzüm, gözüm kan içinde ve polis refakatinde sahadan ayrıldım. Bu vaziyette maçın idaresine imkân göremediğimden oyunu tatil etmek mecburiyetinde kaldım ve bu hâdiseden dolayı da Adliye ve zabıta makamlarına müracaatle cürmü meşhud kanununa göre takibat yapılmasını istedim.”

    Federasyonlar Dairesi Reisinin Beyanatı

    Müessif hadiseden sonra kendisini gördüğümüz federasyonlar dairesi başkanı B. Ziya Ateş şunları söylemiştir:

     “Müsabakanın 33 üncü dakikasında Necdet tarafından hakem Tarığa yapılan fiilî tecavüzle başlıyan hadiseyi müteakip Tarık ve Necdet sahadan ayrılarak polis refakatinde soyunma odasına götürülmüşlerdir. Sahada idaresiz kalan oyun hakkında son kararın ne olduğu sorulmak üzere maçın seyrini takib heyeti bizzat hakeme de kararını sorarak Demirspor kaptanını cürmümeşhud mahkemesine vermiş ve maçı tatil etmek mecburiyetinde kalmıştır.”

    24 Temmuz 1939 – Cumhuriyet Gazetesi


    F.I.F.A.’dan Cevap Geldi

    Galatasaray’ın millî küme şampiyonluğu tasdik edildi

    Galatasaray ile Demirspor kulüpleri arasında milli küme şampiyonluğu için biri Ankara’da diğeri İstanbul’da yapılmak üzere tertip edilen maçlarda birincisinde malûm hâdise çıkmış ve maç yarıda kalmıştı.

    Futbol federasyonu tarafından o zaman bu hâdise beynelmilel futbol federasyonuna sorulmuş ve beklenen cevap dün gelmiştir.

    Alınan cevapta “Demirspor kulübünün 0-1 galip vaziyette olmasına rağmen hâdiseye müsebbip olduğu için hükmen mağlup sayılacağı” bildirilmiştir. Bunun üzerine genel direktörlükte yüksek hakem komitesi ve futbol federasyonu azalarının bulunduğu bir toplantı yapılmış ve Galatasaray kulübünün bu maçta hükmen galibiyetine karar verilmiştir.

    İki maç üzerine tertip edilen bu müsabakaların birincisinde, Demirspor kulübüne hükmen mağlup sayıldığı için puan verilemeyeceği cihetle ikinci maçın yapılmasına lüzum kalmamış ve Galatasaray kulübünün 938-939 milli küme şampiyonluğu tasdik edilmiştir.

    Keyfiyet alâkadar bölge ve kulüplere derhal tebliğ edilecektir. Uzun bir beklemeden sonra hakları teslim edilen sarı kırmızılıları şampiyonluklarından dolayı tebrik ederiz.

    27 Ekim 1939 – Akşam Gazetesi


  • Fikret Arıcan Albümü

    Fikret Arıcan Albümü

    “Büyük” Fikret Arıcan… Halit Çapın’ın “Fenerbahçeliler Başkanınızla Gururlanabilirsiniz” dediği “Büyük” Fikret Arıcan albümü ile karşınızdayız… Kahraman futbolcumuzun ailesine ulaşma ümidimizi gerçekleştiremezsek bu müthiş yayınla Fenerbahçe tarihine muazzam bir armağan daha veren kıymetli büyüğümüzün hatıralarını sizlerle buluşturmanın gururunu yaşayacağız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: “Büyük “Fikret Arıcan, Fenerbahçe’nin en çok Türkiye şampiyonluğu yaşayan isimlerinden biri… Yedi şampiyonlukla başı geçen “Naci Bastoncu” ve “Esat Kaner”den sonra Cihat Arman ve Fikret Kırcan ile birlikte kendisinin 6 şampiyonluğu var. Bu zaferlerde 87 maçta 35 golü var… Hepsi nur içinde yatsın…


    “Büyük” Fikret Arıcan Albümü