Etiket: Suphi Ural

  • Mustafa Güven Röportajı

    Mustafa Güven Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir “Mikro” Mustafa Güven röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    En Küçük Dev Adam Mikro!

    Mustafa Bey, siz sadece Fenerbahçeli olarak doğmadınız, ayrıca takımımızın formasını da giydiniz. Nasıl başladı Fenerbahçe serüveniniz?

    Sonradan olmaz Fenerbahçelilik. Biz doğuştan Fenerbahçeliyiz.

    Biz boş mukaveleye imza atardık. Öyle bir adet olsa ve zengin bir çocuk olsam Fenerbahçe formasını giymek için para verirdim. Fenerbahçe formasını senelerce giymişim; Beşiktaş’a, Galatasaray’a gollerimi atmışım, layık olmuşum bu formaya…

    Fenerbahçelilik hikâyeme gelince;

    1936 yılında Giresun’da doğdum, babamın işi icabı sonra Bursa’ya yerleştik. 2 yaşından itibaren çocukluğum Bursa’da geçti.

    Henüz 7-8 yaşındayken futbola ilkokulda başladım. 15 yaşına kadar ortaokulda mahalle arasında hep takım kaptanı olarak maçlar yaptım. Biz dört kardeştik. Ağabeyim hariç, üç kardeş hepimiz aynı takımdaydık. Bu büyük avantajdı bizim için.

    O zamanlar efsane futbolcu Lefter vardı. Bana “Küçük Lefter” demeye başladılar.

    15 yaşımda Bursa ikinci amatör kümedeki Yıldırımspor’da oynadım.

    Bana bir pantolon diktirdiler, bunun karşılığında İstiklal Kulübe transfer oldum. Ondan sonra Bursa’da 1. Lig’de oynayan Çelikspor’a transfer oldum. Ayda 50 Lira alıyordum. Bu iyi bir paraydı. Kendi elbiselerimi kendim yaptırabiliyordum.

    Derken 1955 senesinde Adana Milli Mensucat Takımı beni transfer etti. Adana Demirspor’u 35 sene sonra ilk biz yendik. Adana’da yer yerinden oynadı. Şampiyon olduk. Ben de 47 golle gol kralı oldum. 19 yaşıma geldiğimde, artık İstanbul kulüp temsilcileri beni araştırmaya başlamışlardı.

    Bu arada ordu takımında sağ açık eksik vardı. Bu yüzden beni bir sene evvelden askere aldılar. Ankara Ordu Milli Takımı’nda 1956 senesinde Amerika’yı 19-0 yendiğimizde ben dört gol attım. Ve Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş gibi kulüpler benimle temasa geçmeye başladı.

    Tabii askerliğim devam ediyordu. Bu arada Dünya ordular arası şampiyonu olduk. Bu takımda Şeref Has da vardı. Fenerbahçe’de teknik direktör Molnar beni beğendi. Ahmet Erol da menajerdi. Askerliğimin son zamanlarında Fenerbahçe bana 100 Lira para yollamaya başladı.

    Böylece Fenerbahçe Spor Kulübü’ne adım atmış oldunuz.

    Evet. Bir yerde Fenerbahçe ile anlaşmış olduk. Benim için hayatta en büyük olay Fenerbahçe’ye transferimdi.

    Büyük Fikret, kulüp müdürüydü. Bana “Sana bir şey söyleyeceğim ama kızma, sen bu boyla Fenerbahçe’de oynayamazsın. İstanbulspor Beykoz’a gitsen daha iyi olur.” dedi.

    Ben de dedim ki “Kendime güveniyorum.” Sonra “8.000 lira sana transfer parası” dedi. Bu arada Adaletspor bana 20.000 teklif etmişti.

    Anadolu’daki futbolcuların ideali milli takım değildir, Fenerbahçe’de, Galatasaray’da, Beşiktaş’ta oynamaktır.

    Çocukluğumdan beri dört kardeş de futbolcuyduk; Fenerbahçe idealimizdi. Oranın 20.000 lirası beni enterese etmiyordu. 8.000 Lira’ya Fenerbahçe’ye “Evet” dedim.

    O sene 34 maç oynadık. Yaz – kış aynı örme formayı giyerdik. 3 sene Cumartesi – Pazar maç oynardık. Hem de 11 kişi oynardık. Yedek yoktu. Diğerleri tribüne çıkardı. Oyuncu değişme yoktu. Bazen Can Bartu, Şükrü Ağabey sakatlandığında kaleye geçerdi. Ve topların ağırlığı 900 gram falandı, şimdiki gibi 400 gram top yoktu. İzmir’e gideriz iki deplasman yaparız; oyuncu değişikliği olmazdı.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nde toplam kaç kez forma giydiniz?

    1964 senesine kadar 7 sene, 268 maçta, 74 gol atmışım. 34 golü de kafayla. 1.60’lık bir adam için zordur kafa golü atmak. Sıçrama kabiliyetime borçluyum sanırım.

    Milli takım formasında kaç kez maç yaptınız?

    A milli takım, B milli takım, amatör takımda oynadım. Benim zamanımda senede bir maç oynanırdı. 13 kez milli takım forması giydim.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nden sonra bir dış transferiniz olmuştu…

    Bir sene Viyana’da Admira takımında oynadım.

    Beykoz’da antrenör futbolcu olarak oynadım. 3. Lig’den 2. Lige çıkardım

    Ve en sonunda sporu Malatyaspor’da 1969 yılında bıraktım. Yurtdışındaki takımın bana en büyük şansı eşimle tanışmamdı. 1966 senesinde Viyana’da tanıştık. Bir ataşenin kızıydı. 45 senelik evliyim. 40 yaşında oğlum var. Yurt dışında yaşıyor, mimar oldu. O da sıkı bir Fenerbahçeli. İtalya’ya sık sık giderim Inter – Milan maçlarını seyrederim.

    Deplasmanlarda oda arkadaşınız kimdi?

    Evet, takımda arkadaşlık çok önemliydi, perşembe kampa girerdik. Çınar Oteli’nde olurdu. Ben daha çok sağ bek Osman Göktan’la kalırdım, çünkü o da kitap okumasını sever ben de severdim; o da uyumasını sever ben de severdim. Uykusuz geçen bir gecenin sonunda Fenerbahçe formasını giymek kötüdür. Osman’la uyuşurduk.

    Milli takımda da daha çok Metin Oktay’la beraberdim, asker arkadaşımdı. Dört dörtlük bir insandı. Galatasaraylıydı ama en samimi arkadaşımdı.

    Coşkun, Turgay, Metin, ben, Lefter… Çok şakalaşırdık. Kampta da zaten Şeref, Can, ben, Ergun, Yüksel hep beraberdik. Hatta Puşkaş Ergun’un annesi bize yemekler hazırlardı. Bizim o dönemdeki dostluklarımız hala devam ediyor. Rakiplerimizle bile hala görüşüyoruz. Benim oğlumun ismi de Can Bartu’dan dolayı Can’dır. 

    Uğurlarınız var mıydı?

    55 seneden beri bu kolyem var hiç çıkarmam boynumdan. Bir de maça sağ ayakla çıkarım. Lefter’i biz Cumaları Eyüp Sultan’a götürürdük.

    Biraz da derbi maçı öncesinden bahseder misiniz?

    Öyle enteresandır ki başkanı bir transferlerde görürdük. Bir de derbi maç öncesi soyunma odasında yanımızda görürdük. Bu maç şampiyonluktan da önemli derlerdi bu maçı alın şampiyon olun olmayın önemli değil, derbi maçı kaliteli olmaz iki takımın futbolcuları strese girer, uyku hapım vardı onu alırdım, derbi öncesi uyku tutmaz.

    Ya şu futbolcuya bak ne kötüydü acaba düşünüyor mu anası mı hasta, babası mı, çocuğu mu? Bunun olumsuzluğunu sahaya yansıtır mı, futbolcu olmayan bilmez. Bir de forvet oyuncularına 1Gol atamazsanız Fenerbahçe formasını giymiş ad edilmesiniz.” denirdi.

    Maça çıktığınızda taraftarın olumlu ya da olumsuz tepkilerini o sesleri duyar mıydınız?

    İlk 10 dakika her şeyi duyarsın, sonra hiçbir şey duymazsın, babanı görsen tanımazsın, antrenörü bile duymazsın, kaba oyundur eskiden de küfür vardı. Bilerek ya da bilmeyerek içerdeki atmosfere uyarsın. Devre arasında antrenörü dinlersin, birer çay içerdik. Taktiği saha içinde futbolcular yapar, kendine güvenen gole yürürdü.

    Peki ya seyirci olarak durumunuz nasıl?

    15 senedir seyrediyorum, “Sen ne biçim futbolcusun bağırmıyorsun, çağırmıyorsun” diyorlar. Ben de derim ki; “Duyurmayacağımı biliyorum.” Sakin sakin seyrederim, derbi seyirci penceresi vardır. Kilit adamlarla maç biter, üstün oyunlarıyla maçı kazanırsın. Kazanacaksın, kaybedeceksin, berabere bitecek bu bir şovdur, harp değildir.

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nün eski bir sporcusu olarak 2011’in kulübünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Ben size bir şey söyleyeyim mi? 20 tane başkan gördüm. Dünyayla rekabet var, şimdi çıtamız çok yükseldi.

    Geçen hafta başkan sağ olsun kokteyl yaptı. Can Bartu Tesisleri’ni ziyaret ettik. Futbolcuları idmanda izledik, sahaya indik, böylesini rüyamızda görmedik.

    Devre arasında masör bize masaj yapacağına ayakkabımızın çivilerini çekiçle içeri atmaya çalışırdı. Şimdi hava durumuna göre her futbolcunun dörder beşer ayakkabısı var.

    Avrupa’da bile bu tesisler yok, bu çok güzel bir olay: Localar, tesisler… Sayın Aziz Yıldırım çok başarılı. Böyle bir başkan böyle bir idare gelmedi. Gelirler yükseldi, binlerce insan çalışıyor bunların hepsini kulüp geliri karşılıyor. Topuk Yaylası’nda tesisler, Ataşehir’de tesisler, stat zaten başlı başına bir olay. Bu güzellikleri yapan bir insana ancak minnet duyarım. Gelmiş geçmiş en iyi başkandır; başka başkan tanımam.

    Mikro Mustafa” lakabını nasıl aldınız?

    1953 senesinde Sakız Adası’na maça gitmiştik 17 yaşlarındaydım. 3-1 kazandık. Ben iki gol atmıştım. Maçın ardından Yunan halkı beni omuzlarına alarak “Zito Mikro” diye bağırarak otele kadar sırtında taşıdılar.

    Sonradan öğrendim ki Mikro “Küçük” Zito da “Yaşa” demekmiş. O zamanlar futbolda çok fanatizm ve aşırı milliyetçilik yoktu. Gazeteci Kamil Yaman bana bu lakabı taktı. Ondan sonra bu lakapla anıldım. Hatta Halit Kıvanç maç anlatırken “Mikro” dediği için TRT’den ihtar almıştı.

    Ayrıca Almanya’da “Klein Mustafa” İtalya da ise “Bambino Mustafa” olarak çağrıldım.

    Hangi futbolcu size benzer?

    Ben çabuk oyuncuydum. Rıdvan’a benzer bir stilim, Alex tarzı da bir tekniğim vardı.

    Bir anınızı bizimle paylaşın lütfen…

    Futboldan hiçbir maddi kazancım olmadı. Bizim dönemimiz Türk ekonomisinin en kötü zamanıydı. Ne hakem, ne antrenör, ne de futbolcu geçimlerini futboldan kazanmazdı. Futbolun geliri çok azdı. Herkesin ikinci bir işi vardı.

    10 yaşlarındayken en popüler spor futboldu. Futbolcuların resimlerini görürdük. Erol, Suphi, Lefter, Fikret, gibi oyuncular Bursa’ya gelmişlerdi. O dönem ben gazete satardım. Oynadıkları maçı seyrettim. Maçı izlerken gazetelerimi satamamıştım. Bursa’da tek bir restaurant vardı. Orada futbolcuları beklerken Ahmet Erol beni gördü.

    “Oğlum ne bekliyorsun?” dedi.

    Ben de onlara “Sizleri görmek istedim.” dedim. Saçımı okşadı, beni içeri davet etti. O gün hep birlikte yemek yedik. İnanamıyordum. Elimde kalan bütün gazeteleri de satın aldılar. Fenerbahçe hastalığım o dönemde daha da pekişti. Ne önüme gelen yemeğin ne olduğunu ne de yediğimi hatırlamıyorum.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Wacker’e Karşı

    Wacker’e Karşı

    1949 yılında Fenerbahçe’nin kuruluş yıldönümü / bayramı, Şubat ayında gerçekleştirildi. Wacker’e karşı yaptığı maçı 4-2 kazanan Fenerbahçe, 1965’e kadar maçlarını yeniden açılan Fenerbahçe Stadyumu’nda yapacaktı… Maçın detaylarını Eşref Şefik Bey’in kaleminden okuyalım.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Vaker’i Dün 4-2 Mağlup Etti

    Her tarafı tamamlanmamış olduğu halde, Avrupa’daki kulüp statlarının çoğundan daha derli toplu bir tesir bırakan Fenerbahçe’nin yeni ve eski tribünleri dün hıncahınç dolmuştu. Açılma merasiminin spor sahalarına uyacak bir tarzda kısa ve samimi tertip edilmiş olmasını, Fener idarecilerinin bundan sonra da ağırbaşlı ve mütevazı çalışmak istediklerinin hayırlı bir alâmeti olarak kabul etmeliyiz.

    Saracoğlu’ndan, Milli Eğitim Bakanı’ndan, Celâl Bayar’dan, Nizameddin Kırşan’dan gelen tebrik telgraflarının okunmasını ve kulüp namına halka söylenen teşekkür nutkunun devre arasına bırakılmasını da takdirle karşıladık. Bir spor sahasında halkın en fazla ehemmiyet verdiği şeyin müsabaka olduğunu kavramış olan Fenerliler, merasimi lâfzenlikle, sıkıcı nutuklarla uzatmamak dirayetini göstermek suretiyle, yeni statlarıyla beraber yeni bir idare çığırı açmak istediklerini hissettirmiş oldular.

    Maçın ilk top vuruşunu, İstanbul Vali ve Belediye Reisi Doktor Lütfi Kırdar yaptı.

    Yunanistan maçlarında çok hırpalandıkları ve yıprandıkları, oyuncularının topallamalarından ve mecalsiz hareketlerinden hemen belli olan Vaker’e karşı Fenerliler oyuna şu tertipte başladılar:

    Cihad,  Erdoğan, Ahmed, Salâhaddin, Samim, Müjdad, Fikret, Erol, Suphi, Lefter, Halid.

    Hakem Feridun Kılıç’ın idare ettiği maçın ilk dakikalarında Fenerbahçeliler sıkı hücumlara giriştikleri için üstünlüğü temin etmekte gecikmediler.

    Bazılarının futbol oyununu iyice kavradıkları hareketlerinden, yer tutuşlarından belli olan Vakerliler sakatlıkları ve mecalsizlikleri yüzünden bir türlü kalkınamıyorlardı.

    Dünkü Vaker oyuncularının pek yıpranmış oldukları halde, tereddütsüzce çıkışlarını ve canlarını dişlerine takarak çalıştıklarını gördük de profesyonel futbolculuğun zannedildiğinden ne kadar ağır ve acı bir meslek olduğunu bir daha düşündük. Kendi lig maçları devamınca, «hafta sekiz, gün on dokuz» çalışan profesyonellerin kulübün masraflarını, dolayısile kendi ücretlerini çıkarabilmek için turnelerde icabında sakatlığa filân bakmadan da oyun oynamağa mecbur kaldıklarına dün bir daha şahit olduk. Topallayarak koşan, bacaklarına kramp girdiği halde sahadan çıkmamağa çabalayan Vaker oyuncularının profesyonellik gayretiyle de olsa, kulüplerine gösterdikleri bağlılığın, çıtkırıldım, keyifleri kekâh ve amatör sınıfından sayılan nice futbolcudan daha kuvvetli olduğunu acı acı seyrettik.

    On dördüncü dakikaya kadar Fener baskısı altında kalan Vaker’in sağ içi bacağına giren krampın ıstırabına dayanamayarak oyundan çıktı. Oyundan çıkanı sedye ile içeri getirirlerken, yerine ondan üç gömlek eksik bir ihtiyat oyuncuyu soktular.

    Fenerliler müsait vaziyetlerde üç fırsat kaçırdıktan sonra, yirmi üçüncü dakikada soldan çekilen bir korneri müteakip sağ açık Fikret’in, bazılarınca şüpheli görülen bir dalışile ilk gollerini yaptılar. Bu golde şüpheli görülen vaziyeti oturduğum yere nazaran şöyle tespit edebildim:

    Soldan korner çekildi. Top kalenin köşesine kadar düzgün geldi. Vaker kalecisi sıkışık vaziyette yumruklayarak topu sola aktardı. Avt çizgisi üstünde yarı yolda topu tekrar kapan Lefter içeri doldurduğu sırada, Fikret de sağdan kaleye daldı. Topun kale çizgisini geçerken, hızına hâkim olamayan Fikret’in ellerinden sektiğini fark ettik. Fakat yan hakemleriyle orta hakemi, topun ele dokunuşunun kale çizgisini geçtikten sonra vaki olduğuna hükmettikleri için tabiatile gol saydılar. Kanaatimce, o gol verilebilirdi ve hakem golü tarafgirlik kasdile vermedi.

    Bir dakika sonra Fenerin ofsayd vaziyetinde akışını vaktinde durdurmadığı halde sonradan kesmek suretiyle taraf tutmadığını ispat etmek isteyen hakeme seyircilerden bir kısmı itiraz ettiler. Fakat hakem aldırış etmedi.

    Yorgunlukları ve Yunanistan maçlarından kalan sakatlıkları gittikçe artan misafirlere karşı, Fenerbahçe hâkim oynamakta devam etmekle beraber düzgün kombinezonlu ve güzel akışlı bir oyun çıkaramıyordu.

    Otuzuncu dakikada çabuk inkişaf eden bir Fener akınında, Fikret’in çektiği sıkı şut kale önünde bir oyuncunun başından sekerek seyrini değiştirdiği için Vaker kalecisi yetişemedi. İkinci golü de Fenerliler bu suretle kazanmış oldular.

    Otuz ikinci dakikada soldan ilerlemeğe başlayan Fenerin merkez muhacim ofsayd vaziyetinde akını takip ederken Vakerliler hakemin ofsayd çalacağı zannına kapılarak bir an durakladılar. Hakem ofsayd çalmayınca tekrar yer tutmağa koştular, fakat gecikmişlerdi. Erol yetişip yerden bir şutla üçüncü golü yaptı. İlk devre bu şekilde 3-0 Fenerin lehine nihayetlendi.

    İkinci devrenin başlarında, Fener merkez muhacimi iki kere gol pozisyonuna girdi. Fakat topu müsait zaviyelerde kullanmağa imkân bulamadığından fırsatları neticelendiremedi.

    Vakerliler biraz daha gayretli oynamak azmiyle mukabil hücumlara başladıkları sırada, sol için pek güzel sürüp çektiği şutu Cihad yerinde kurtardı.

    Evvelce sağ açığı sakatlanarak çıkan Vaker takımının boş kalan sağ açık mevkiini ihtiyar Zişek topallayarak doldurmağa çalışıyordu. Sekizinci dakikada Fener kalesi önüne kadar gelen bir hücum esnasında, «ummadık taş bas yarar» kabilinden o ihtiyar ve topallayan oyuncu düzgün bir şutla ilk golü yaptı.

    On üçüncü dakikada, Fener sol açığının iyi sürüp çektiği şut kaleyi aştı.

    On sekizinci dakikada Suphi’nin ofsayd vaziyetinde attığı golü hakem haklı olarak saymadı.

    Yirmi birinci dakikada sağdan uzun ortalanan topa yetişen Suphi Fener’in dördüncü golünü atmağa muvaffak oldu. Bu dördüncü golden sonra Fenerliler gevşediler. Vaker de biraz açıldı.

    Yirmi altıncı dakikada, sahalarımızda az görülen ustaca bir top alış ve vücut çalımları ile Fener kalesine süzülen Vaker merkez muhacimi ikinci golü yaptı.

    Vaker’in bu golünden evvel, midesine top gelip baygınlık geçiren Ahmet çıkmış, yerine Hilmi girmişti. Biraz sonra da Samim hastalandığından yerine Saraceddin girmişti.

    Otuz ikinci dakikada soldan ortalanan topa çıkış yapan Suphi hızını alamayarak topu geçtiği için gol atamadı.

    Bu fırsattan sonra Vakerliler oyunu bitirmeğe başladılar. Fenerbahçe gol farkını muhafaza edebilmek üzere hayli yoruldu. Fakat dünkü çok kalabalık maçı 4-2 kazanmış oldu.

    Eşref Şefik – 14 Şubat 1949 – Cumhuriyet Gazetesi

  • Canavar Burhan Röportajı

    Canavar Burhan Röportajı

    Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Canavar Burhan röportajı ile karşınızda… Burhan Sargın, Fenerbahçe’nin yaşayan en eski futbolcusu fakat şu anki durumu hakkında ne yazık ki bilgi sahibi değiliz. Belki kulübümüz biliyordur, inşallah iyidir.

    Sizi röportajla baş başa bırakalım… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Küçük Şeytanların Canavarı

    Yıl 1951… Şimdi gözlerinizi kapatın ve bir futbolcumuzun yaşlı malzemeci Mustafa Efendi’ye yardım etmek adına; her gece uyuduğu tahta tribünlerin altından kalkıp, Şükrü Saracoğlu Stadı’nı sabahın erken saatlerinde suladığını hayal edin. Ve aynı futbolcumuzun dört sene içinde 112 gol atarak Fenerbahçemize verdiği emekleri düşünün… O futbolcumuz nam-ı diğer; Canavar Burhan…

    Canavar Burhan Röportajı

    Spor hayatınız nasıl başladı Burhan Bey? 

    1929 Ankara doğumluyum.

    Önce Kurtuluş Ortaokulu’nu bitirerek, liseyi son sınıfa kadar Atatürk Lisesi’nde ve son seneyi de Maarif Koleji’nde okudum. Bir yandan okul takımının maçlarında oynuyor bir yandan da Hacettepe Kulübü’nde futbol oynuyordum. Maarif Koleji 13 golle Ankara şampiyonu oldu, 12 golü ben atmıştım. Hacettepe Kulübü’nü de birinci lige çıkarmıştım.

    Ankara’da 34 takım vardı. 1946-47 sezonunda Ankara Futbol Ligi’nde ilk maçıma çıktım. Hacettepe’yi 1949-1950 yıllarında Ankara şampiyonu yaptık.

    Sonra bir ara Ankara’da sıtma salgını vardı. Bu hastalık beni de bir süre yatağa düşürdü, oynayamadım. İyileştikten kısa bir süre sonra ağabeyim beni trenle İstanbul’a götürdü. Hem hava alacağız hem de mal satın alacağız. Ankara Garı’nda milli hakemlerimizden Cezmi Başar’a rastladık.

    Başar, benim çok maçımı yönetmişti. Ağabeyim aynı zamanda Hacettepe Kulübü’nün başkanıydı. Cezmi Başar bizi garda görünce; hemen Beşiktaş Kulübü’nü aramış ve benim İstanbul’a geleceğimi bildirip beni idarecilere tavsiye etmiş. Vardığımızda Haydarpaşa Garı’nda Beşiktaşlı yöneticiler bizi bekliyorlardı. Beşiktaş’ın idarecileri “Bizde oyna” diye çok ısrar ettiler. Ağabeyimin de isteğiyle çok kısa bir süre için oynadım. Sadri Usuoğlu da çok ısrar etmişti. Orada Beyoğluspor’la bir hazırlık maçı yapmıştık. Yaz sezonuydu. 4-0 biten bir maçta 2 golü ben atmıştım. Fakat alışamadım çok soğuk geldi bana, Ankara’yı özledim ve hemen tekrar geri döndüm.

    Ve Fenerbahçe’ye gelişiniz…

    O zamanlar Fenerbahçe’de efsane bir takım vardı. Süper bir takım: Küçük Halil, Cihat, Lefter, Murat, Küçük Fikret, Erol, Suphi, Halit, Samim, Selahattin, Ahmet.

    Bu futbolcuların bazıları idarecilerle sorunlar yaşıyor. Futbolcular Ahmet ağabeyin kahvesinde oturuyorlar, kazan kaldırıyorlar, antrenmanlara çıkmıyorlar. Futbolcularla yönetim arasında itilaf doğunca; o dönemin Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Osman Kavrakoğlu da Karadenizli yönü ağır basıp, kızıyor ve bu futbolculara bir mektup göndererek kulüple ilişkilerinin kesildiğini açıklıyor.

    Sonra Ankara Hacettepe Kulübü Başkanı ağabeyim Celal Sargın’ı arayıp, Fenerbahçe’ye takviye için futbolcular istiyor. Hacettepe’den ben ve Akgün; Ankaragücü’nden Abdullah ve Orhan; Karagücü’nden de Selahattin 5 kişi Fenerbahçe’ye geliyoruz.

    Fenerbahçe’ye geldiğimizde stadın altında yatmaya başladık. Tahta tribünler vardı. Şükrü Saracoğlu Stadı’nda benim de çok emeğim vardır. Her sabah stadı ben sulardım. Malzemeci Mustafa Efendi yaşlıydı yardım ederdim ona. Atlet Osman Coşgül de bizimle kalanlar arasındaydı. Hepimiz oralarda uyurduk. 200 lira da maaşımız vardı.

    İlk geldiğimde sezon çok kötü geçmişti. Kendimize Fenerbahçe’nin ikinci cumhuriyeti derdim. Fikret Kırcan, Donanma Kamil, Müzdat Yetkiner ağabey vardı. Taraftarlar o sezon çok hor gördüler bizi. Yollarda yürüyemezdik, yüzümüze tükürenler, hakaret edenler, dövmeye kalkanlar bile oldu. Şaşırmıştık!

    Stadımızda şu an sunulan olanakları gördüğünüzde neler hissediyorsunuz?

    Fenerbahçe’nin temelini atanlardan biriyim. Geçmişe baktığımda; çamurlu toprak sahaları görüyorum. Yıkanmak için kullanılan duşlar, sıcak su bulamayışımız, renkleri solan formalar, parasızlık ve tüm o şartlarda iyi oynamaya çalışan futbolcular.

    Şimdiye baktığımda ise bir Fenerbahçeli oyuncu olarak gurur duyuyorum. Fenerbahçemiz artık bir dünya kulübü. UEFA finaline ev sahipliği yapacak aynı zamanda Türkiye’yi de dünyaya duyuran bir takım. En büyük isteğim o finali bu statta bizim oynamamız. Ne kadar gıpta edildiğimizi hepimiz görüyoruz. Sadece merakla daha neler yapabileceğimizi takip ediyorum. Başta Başkanımız Aziz Yıldırım ve yöneticilerimizi tebrik ediyorum. Son 10 senede çağ atladık desem; haksız sayılmam herhalde. Her şey ortada.

    Peki, hep stadın altındaki tahta tribünlerde mi kaldınız?

    Bir süre de Moda’daki Mano Palas’a geçtik. Sonra da Kadıköy İskelesi’ne yakın bir yerde çatı katında ev tutmuştuk. Erken yatar erken kalkardım. Her gün 5 kilo portakalı sıkıp içtiğimi hatırlıyorum. Bursa’dan da şeftalilerimiz gelirdi. Kalori onlardaydı.

    Fenerbahçe’ye kötü bir sezonda geldiniz ama sonra tarihe geçtiniz. Sizlere “Küçük Şeytanlar” denmeye başlandı. Namağlup şampiyon olduğumuz yılı anlatır mısınız?

    1952-53 sezonuydu.

    Niyazi Tamakan, Niko Knezeviç, Abdullah Matay, Fahir Ülgür, Muammer Tokgöz, Fikret Kırcan, Kamil Ekin, Akgün Kaçmaz, Nedim Günar, Orhan Çakmak, Haluk Eralp, Melih Ilgaz, Selahattin Ünlü, Müzdat Yetkiner, Fehmi Özişler, Mehmet Ali Has, Feridun Bugeker ve ben.

    “Küçük Şeytanlar” denmişti gençlerden oluşan bu takıma. Gerçekten bizden beklenmeyen büyük bir başarı göstererek sezonu namağlup ve İstanbul şampiyonu olarak kapadık. 18 maç oynamıştık. 14’ünü kazandık. 4 tanesinde de berabere kaldık. 44 gol attık. 32 puanla şampiyonduk. Beşiktaş 29 puanla 2’nci, Galatasaray 23 puanla 3’üncü olmuştu.

    1952’de Arjantin’den ilk defa bir takım Türkiye’ye geliyor. Club Atletico Lanus. Bu takım Arjantin Devlet Başkanı Peron’un eşi tarafından gönderilen “Eva Peron” Kupası’nı da yanında getiriyor. Diğer adıyla “Evita” Türkiye’de de sevilen bir kişiydi. Elim bir hastalığa yakalandığında halkımız üzülmüş, iyileşmesi adına Şişli Camii’nde dualar okutulmuştu. Bu sevgi Eva Peron’u duygulandırıp Lanus takımıyla bu kupayı göndermişti. Bu kupa son maçın galibine verilecekti. Lanus takımı Beşiktaş ve Galatasaray’dan sonra son maçı tekrar Fenerbahçe ile oynadı. O maçı anlatır mısınız?

    Eva Peron Kupası bizler için ne kadar değerliyse; Arjantinliler için de daha çok değerliydi. O kupayı mutlaka almak istiyorlardı.

    27 Ocak 1952; yer İnönü Stadı…

    Biz Küçük Şeytanlar yine sahadaydık… İlk golü Abdullah, ikinci golü ben, üçüncü golü Fahir atmıştı. Sonuç 3-2 bitti. Kupa bizimdi.

    Arjantinliler çok sert bir maç çıkardı. Çok tekme yedik ama maçı bırakmadık. Kupa Fenerbahçe taraftarınındı. Şimdi müzemizi süslüyor.

    Sonra bir süre Feshane’de Adalet Kulübü’ne gittiniz…

    Bir Galatasaray maçında sakatlandım Dr. Reşat Dermanver vardı. O zamanda Ayazağa’da askerdim. Sakatlanınca tedavi olmam gerekti. Sabah tedavi için Dr. Reşat’a öğleden sonra da Yorgo’ya giderdim. Beş kere tedaviye gitmiştim, kulübe de ibraz etmiştim. Yönetimden bana ödenmemesi emri çıkınca o an çok sinirlendim ve ayrıldım.

    Muhittin Bulgurlu vardı. O da benim akrabamdı, Ahmet Erol’da menajerdi. O arada Gündüz Kılıç Galatasaray’a çağırdı. “Kasamızda 17.500 TL var. 2.500 TL de Rafet verecek, gel burada oyna” dedi.

    Adalet Kulübü’nde oynarken Galatasaraylı kaleci Turgay Şeren antrenmana geldi. “Hadi beraber kulübe gidelim, seni Metin Oktay’la oynatmak istiyorlar” dedi. Gündüz Kılıç hakkımda çok iyi yazılar yazardı.

    Ben de Turgay’a “Sana Fenerbahçe’den teklif gelse Fenerbahçe’ye gider misin” diye sordum.

    “Düşünürüm” dedi.

    “O halde sen Galatasaray’da kal ben de Fenerbahçe’de”dedim.

    İki sene kaldığım Adalet Kulübü’nden tekrar Fenerbahçe’ye geçtim. Toplam 4 sene Fenerbahçe’de futbol hayatım sürmüştü. Dönüşümde çok az bir süre oynayıp jübilemi Fenerbahçe’de yaptım. Gelmeme kaleci Şükrü Ersoy önayak olmuştu. Belki biraz daha oynayabilirdim lakin sakatlık geçirmem ve tedavi dönemleri nedeniyle futbolu birkaç sene erken bıraktım. 7 kez de Fenerbahçe yönetiminde görev aldım.

    Fenerbahçemizde toplam kaç maçta oynadınız, kaç gol attınız?

    Toplam 4 sene içinde 172 maç, 112 golüm var.

    Milli takım formamızı kaç kez giydiniz?

    8 defa milli oldum, 8 gol attım. 

    Türk futbolunda övünçle söz edeceğimiz bir de 1954 yılı var? Türk milli takımımız İspanya gibi dev bir takımı eleyerek dünya kupası finallerine katıldı.

    İspanya’da İspanyollara karşı 4-1yenildik. Ama 2’nci maçı burada oynadık, 1-0 yendik. Çok güzel bir goldü. 16’ncı dakikada ben attım. O golü ben bile göremedim tekrarı yok.

    Averaj sistemi olmadığından iş 3. maça kaldı. Çarşamba İtalya’ya tarafsız sahaya gittik.

    İspanya önce 1-0 galipti. Beraberlik sonrası durum 2-1 oldu. Ben gol attım 2-2 oldu. Bu sonuçta kurayı kazandığımızdan dünya kupasına biz gittik.

    İlk maçımızı Federal Almanya’ya karşı oynadık, 4-1 yenildik. Almanya’ya 4-1 yenilmiştik ama ilk golü biz atmıştık.

    En zor gruba düşmüştük. Sonunda Almanya-Macaristan final oynadı.1954 Dünya Kupası’nda bir maçta 3 gol atan tek kişi ben oldum. .

    1955 yılında tesadüftür ki çok yetenekli futbolcular askeri hizmetlerini yapıyorlardı. Ordu futbol takımı sizlerle Ordu Takımı’nı güçlendirdi. Türk Silahlı Kuvvetleri ilk defa ordulararası Dünya Futbol Şampiyonluğu’nu kazandı. Seyirci kapasitesiyle en kalabalık CISM maçıydı. Biraz o günlere dönebilir miyiz?

    Kafile başkanımız Kurmay Albay Nuri Gücüyener’di. O takımdaki tek Fenerbahçeli oyuncu bendim.

    Hollanda’yı, Mısır’ı yendik. İtalya ile final oynayacağız. O takım fazla hatırlanmaz bence müthiş bir takımdı.

    İlk gol 20.dakikada Sabahattin’den gelmişti. Sonra durum 1-1 oldu. Sonra İtalya durumu 2-1 yaptı. Artık işimizin bittiği düşünüldü. 71. dakikada bir gol attım. Beraberliği yakalamıştık. Durum 2-2 oldu. Daha iki dakika geçmedi ki 73. dakikada üçüncü golü atmıştım. Efsane İtalya’yı Roma’da 3-2 yendik.

    Gollerin dakikalarına bakın; nasıl bir maç olduğunu anlarsınız. Böylece en sevdiğim stat Roma stadıdır. Olimpiyat Stadı’nı 70.000 kişi doldurmuştu. Bu şampiyonluk Türk futboluna gelen ilk ordular arası dünya şampiyonluğudur. 

    Sonra İslam Orduları Dünya Şampiyonası oldu, orada da dünya şampiyonu olduk. Bu şampiyonlukla ilgili ne yazık ki hiç resme sahip değildim. TSK arşivinde belki bulunabilir.

    Uğur getirdiğine inandığınız şeyler var mıydı? Oyuncu arkadaşlarınızla uyumunuz nasıldı?

    Allah’a dua eder çıkardık. İnanç tamdı. Takım ruhu vardı. Öyle bir kardeşlik havasındaydık ki şakalaşırdık. Büyüğümüz Fikret ağabey vardı; haddimizi bilirdik. Hava atmazdık. Antrenör bana yanında kimi oynatayım diye sorardı. Asla isim verdiğimi hatırlamam.

    8 Mart Kadınlar Günü’nü erken kutladığımız Burhan Sargın Bey’in eşi Evnur Hanım anlatmaya başlıyor…

    Fenerbahçe’de oynayan tüm oyuncuların her zaman büyük bir itibarı vardır.

    Nişanlıyken bir yemeğe gittiğimizde ve Burhan Bey hesabı istediğinde “Hesap ödendi” derlerdi.

    Bir vapurla Kadıköy’den Karaköy’e geçsem “Eşiniz karşıya geçti” diye Burhan Bey’e iletirlerdi.

    Süreyya Operası’nda tanıştık, 1956 yılında evlendik. İki kızımız var. Aslı ve Nazlı.

    Nazlı’dan bir de 21 yaşında torunumuz var. Aslı ve Nazlı beraber çalışıyorlar. Saat ve giyim ithali yapıyorlar. Nişantaşı ve Kanyon’da yerleri var. 

    (Evnur Hanım’ın dedesi Suat Avni Paşa, Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı gemiyi tahsis eden generaldi. Suat Avni Paşa sonra sürülmüş tabii.

    Canavar Burhan lakabı nereden geldi Burhan Bey?

    Haydarpaşa Lisesi Müdür Muavini Ferhat Bey vardı. Ben böyle atak futbol oynayınca o ismi takmış bana. Sonrasında tribünlere taşındı.

    Okuyucularımız için bir mesajınızı alabilir miyiz? Derbi maçlarda Beşiktaş’a çok gol attım. Yedek subayken maçlara geliyordum. Yüzbaşım Beşiktaşlıydı. Bana çok kızardı. Herşey bir tarafa, Fenerbahçe bir tarafa… Fenerbahçe’nin taraftarı hiçbir takımda yok. Ne kadar övünsek azdır. Aziz Yıldırım öyle bir stat yaptı ki tabir-i caizse; “Her şeyi ilk Fenerbahçe yapar diğer kulüpler ne görürse onu yapar” demek istiyorum. Şimdi Fenerbahçe’nin yaptıklarına kimse yetişemiyor. Bunda da en büyük katkı her zaman 12 numaranın. Hepinizi çok seviyorum.

    Sibel Kurt | Fenerbahçe Dergisi – Mart 2008

  • Türkiye’nin Gerçek Sevgisi

    Türkiye’nin Gerçek Sevgisi

    Fenerbahçe tarihinin en güzel yazılarını ve tamlamalarını yazan kalemlerden birisi Halit Çapın. “Biz Fenerbahçeliyiz, bizden çok adam çıkar” sözünün sahibi olan büyük Fenerbahçeli, “Türkiye’nin Gerçek Sevgisi” diyerek halkın Fenerbahçe’ye olan muhabbetini üç kelimede eksiksiz bir şekilde tanımlamış. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Sevgisi

    Memleketimiz “O deniz ülkesiydi”… Ve de “sevdalı değil, karasevdalıyız” Fenerbahçe’ye…

    Ben çok küçümen olduğumdan mı büyüktü Fenerbahçe o geçmiş zamanlar? Yoksa kocadık mı ne, ondan mı küçülmede giderek Fenerbahçe?

    Padişah sülalesince… İmparatorlar ve dahi krallarca bir büyük armada… Sevgisi babadan çocuğa geçen… Miras diye evlad-ü riyale bırakılan… Öyle bir şey ki başka bir yerlerde görülesi yok…

    Babam Fenerbahçeliydi… Ben ve kardeşlerim de öyle olduk… Kızım, anasının dayanılası olmayan Galatasaraylılığına karşın, Sarı-Lacivert renkleri taşımakta… Şükrü Gülesin’in bir zamanlar dediğince, “Türkiye’de her çocuk Fenerbahçeli doğar. Sonra bazıları başka takımları seçer…” Geçmiş tarihlerde bir yazıma ben, “Ayıptır söylemesi, ben Fenerbahçeliyim” diye girmiştim… Yetmez mi anlatmaya?

    Karamelalardan çıkardı Fenerbahçe, kendisinden uzakta olanlara…

    Cihat’lar, Murat’lar, Ahmet’ler, Halil’ler, Samim’ler, Müjdat’lar, Mehmet Ali’ler… Suphi’ler, Donanma Kamil’ler… Ve diğerleri ve diğerleri… Ütüleyip biriktirirdik, kıymetli pullar biriktirircesine…

    Ben ilk canlı Fenerbahçe’yle İzmir’de tanıştım. Bıyıklarım ne zaman çıkacak diye düşler kurduğum günlerde… Milli küme şampiyonluğu için Fenerbahçe ve Altay karşı karşıya… Fener’in şampiyon olması için dört sıfırlık bir yengi gerek… Yoksa şampiyon Galatasaray. Altay’da şimdi anımsadığım Clark kardeşler… İki İngiliz… Topa öyle vuruyorlar ki meşin yuvarlağın haykırdığını duyuyorsunuz acıdan… Ama kalede Cihat… Anlatılmaz ki… Tarzan denilen Mehmet Ali anlatılmaz ki… Suphi, Halit, Erol ve karamele kağıtlarındaki o eski ve sevgili tanışlarım…

    Ve maç dört sıfır Fenerbahçe’nin…

    O zamanlar Fenerbahçe’ye çekilen “Ole!” bütün yaşamı boyunca İspanya’da çekilmedi El Cordobes’e…

    Ve ne zaman anladım ben Fenerbahçe’nin büyüklüğünün, Galatasaray ve Beşiktaş’ın büyüklüğünden soyutlanamayacağını? Çokça bir zaman sonra. Ne zaman ki Galatasaray ve Beşiktaş büyüktü, Fenerbahçe de büyüktü… Galatasaray’ı da tutarım o yüzden, Beşiktaş’ı da… Onlar olmasa Fenerbahçe hangi büyük yengilerle taht kuracaktı gönüllerde…

    Yaşar Kemal Akçasaz’ın Ağaları’nda Derviş Bey’e “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler, çekip gittiler” dedirtir…

    Ve işte o güzel futbolcular çekip gittikten sonra statlardan, yürüyen zamanla birlikte arkadaş oldular benle… Çoğu dost oldular… O yüzden severim ben eski Fenerbahçeliler kadar eski Galatasaraylıları ve de eski Beşiktaşlıları.

    Günlerden bir gün Kulis Kulüp’te oturuyorum… Şükrü geldi (Gülesin). İki dirhem bir çekirdek… “Nikaha mı?” dedim… “Yok” dedi. “Hakkı kaptan benle, Kemal’i (Beşiktaş’ın o unutulmaz santrforu) yemeğe davet etti. Ona gidiyoruz”… Sonra Mücap düştü (Ofluoğlu), “Hadi siz de gelin” dedi. Şükrü ile Kemal yan yana olduklarında çok vahimleşmekteler… Yanlarında ciddiyet, ölü… Ve kalkıp gittik… Hakkı kaptan içerde… Şükrü de Kemal de 45 yaşlarını geride bırakmışlar… Kaptan’ın önünde ceketlerini iliklediler… O oturmadan oturmadılar, o çatalı almadan eline, dokunmadılar hiçbir şeye… O konuşmadan konuşmadılar da. Ben böyle bir sahneyi az gördüm… Vakit geçince Mücap aldı laf sazını eline. “Kaptan Hakkı” gülmekten fenalıklar geçirmekte… Kaptan güldüğü için diğer ikisi de gülmekte… Ve sonra dedi ki Hakkı, “Mücap Bey” dedi. “Mücap Bey, ben bunlarla uğraşmaktan sizler gibilerle tanışma olanağını bulamadım hiç. Bunlarla uğraşmaktan hep…”

    Şükrü de Kemal de başlarıyla onayladılar.

    Çok zaman geçti aradan… Bir şey ettim… Fenerbahçe sevgisi miydi o, yoksa gazetecilik mi? Hala bilmem, bilemem… Polis muhabirliği yapıyordum. Gizli polis bülteni geçti elime bir gün… Bültende Metin Oktay’ın askerlik görevi yüzünden polis tarafından arandığı yazılıyordu. Görüldüğü yerde tutuklanması isteniyordu. Ve Metin ertesi gün Galatasaray forması altında maça çıkacaktı. Oturup haberi yazdım. “Polis tarafından aranan Metin Oktay bugün Mithatpaşa Stadı’nda” diye… Abdi İpekçi, coşkusunu bir yerde, sadece bir yerde orta yere koyardı: Galatasaray takımı sahaya çıktığı zaman… İnanmazsınız ama Abdi Bey küfür bile ederdi Galatasaray için… Ve yine o Abdi Bey, o haberi Milliyet’in birinci sayfasına koydu. Metin Oktay tutuklandı hemen… Bir hafta boyunca telefon kanalıyla Galatasaraylılardan işittiğim küfürü, bütün yaşamımda duymadım.

    Ve sonra biz Metin Oktay ile dost olduk… Arkadaş değil, dost… Hem büyük bir futbolcu, hem iyi bir insandı o… Hani “O güzel atlara binip çekip gidenlerden…”

    Bunları neden mi anlatıyorum? Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş özdeşleştirmesi yapmak için…

    Şimdinin futbol aşığı gençler için ne büyük kayıp o zamanların üç büyüklerini seyretmemiş olmak… Lefter profesörlük unvanını YÖK’ten almamıştır… Çim yoldurarak, bel kırdırarak almıştır. Bir gün spor servisinde Baba Gündüz’le laflıyorum… “Baba” dedim, “Neden bıraktın Galatasaray’ı?” Kendine özgü gülümsedi, şaka mı, ciddi mi bilmem, dedi ki: “Üç sıfırlık maçta bizim Kamil’e Lefter’i tut dedim. Sonuç malûm. Sonuç, ikimizin de Kamil’in de benim de sonucum…”

    O maçta Lefter bizim sevgili Kamil’i çok tribünlere yolladı. Kamil’i bir rakkase etti çıktı ki vah vah… (Yarın Kamil’den telefon. Validenin ve pederin hatırını sormak için.)

    Can, şimdikilerin kafaya sıçrayamadıkları kadar kaldırırdı sol bacağını havaya… Raket gibi… Lefter profesörse, o en azından doçentti, biline… Öyle bir “senyor”u Fenerbahçe’nin artık göresi olası değil…

    Ben futbolu ve Fenerbahçe’yi Cemil’ler, Ziya’lar, Şenol’lar, Birol’lar, Ercan’larla birlikte bıraktım. Yani benim kuşakla birlikte… Sahalarda artık bir deli Basri, bir Mehmetçik Basri olmadığı için…

    Maçlarına falan gitmiyorum artık… Üzülmekle yetiniyorum…

    Sirano Berjerak’ın dediğince, “İstemem eksik olsun…”

    Ben geçmişin büyük armadasını görmüşüm… Şimdiki Fenerbahçe’yi ne edeyim: “İstemem eksik olsun…”

    Kiralıklarla, alınıp satılanlarla, Viç’lerle, hiçlerle dolu bir takım. Her şeyi parada arayan bir yönetim istemem, eksik olsun…

    Ve Attila İlhan’ın bir dizesiyle noktalayayım lafı:

    “Vurdun kanıma girdin, itirazım var…” FENERBAHÇE…

    Halit Çapın | 13 Mayıs 1984 – Milliyet Gazetesi

  • Erdal Kocaçimen

    Erdal Kocaçimen

    1948 yılında yayın hayatına başlayan ve Cihat Arman’ın sahibi olduğu Öz Fenerbahçe dergisinde, Talha Altınbaşak imzasıyla bir yazı dizisi başlamıştı. “Her Hafta İçimizden Biri” isimli bu seride ilk konuklardan biri Erdal Kocaçimen oldu. Cem Ertuğrul’un 2007 tarihli kayıtlarına göre 1947-1951 yılları arasında 23 resmî maçta forma giyen eski kalecimizi rahmetle anıyor ve sözü Talha Altınbaşak’a bırakıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Erdal Kocaçimen

    Büyük kaleci Cihad’ın 16 senelik şerefli futbol hayatına son vermeye niyetlendiği sıralarda Fenerbahçe kalesinin akıbetinden endişe duymaya hazırlananlar Erdal’ın sarı-lacivert formaya büründüğünü görünce rahat bir nefes aldılar. Artık Fenerbahçe kalesi asgari on senelik bir istikbal için yine garanti altına girmiş demektir.

    Cihad’ın ince silueti, zarif stili ve şayanı hayret çevikliği gelecekte de daima hasretle anılacaktır. Lakin ağabeyinden daha gösterişsiz fakat aynı derecede emin bir tarzda kalesini koruyacak olan Erdal taraftarlarına hiçbir gün endişe vermeyecektir.

    Erdal bünyesinin azami kuvveti, aşırı fedakarlık ve cesareti, nefsine itimadı, soğukkanlılığı ve bilgili oyunuyla cidden çok kıymetli bir kalecidir.

    Herkesin Ankaralı olarak tanıdığı Erdal Kocaçimen halis bir İstanbul çocuğudur. O 1926 senesi Şubat’ında İstanbul’da Fındıklı’da dünyaya geldi ve Ankara’ya gittikleri 1941 yılına kadar İstanbul’dan bir karış dahi dışarıya çıkmadı. Erdal’ı Ankara’ya götüren saik İstanbul’da Kambiyo Müdür Muavinliği vazifesini ifa etmekte bulunan babası Vedat Kocaçimen’in Ankara’da bulunan Maden Tetkik Arama Enstitüsü Teftiş Heyeti Reisliği’ne tayin edilmiş olmasıdır.

    Fındıklı’da doğan Erdal’ın çocukluğu Ayaspaşa ve Cihangir’de geçti. Futbol her İstanbul çocuğu gibi Erdal’ı da daha pek küçükken kendisine cezbetti. Evlerinin civarındaki arsalardan tutun da Talimhane arsası, Ermeni mezarlığı ve Dolmabahçe camiinin avlusu Erdal’ın önceleri seyircisi, sonraları oyuncusu olduğu meşhur stadlardır.

    Nasıl Kaleci Oldu?

    Erdal tahsil hayatına Fındıklı 13. ilkokulunda başladı ve mektepte bulunduğu sıralarda topa karşı olan düşkünlüğü son haddini buldu. Bütün teneffüslerini ufak tenis toplarının peşinde geçirdiği yetişmiyormuş gibi akşam paydoslarında da kitap ve defterlerini evin penceresinden içeriye atar; soluğu en yakın arsada alırdı. Orada mahalle arkadaşlarıyla beraber kurdukları çift kalenin heyecanına kendini kaptıran Erdal çok kere havanın iyice karardığını fark etmez ve eve ezandan bir hayli sonra dönmeye mecbur olur ve pek haklı olarak da babası ve annesi tarafından adamakıllı haşlanırdı.

    Yaramaz Erdal’a ayakkabı dayandırmak da mühim bir mesele haline gelmişti. Sağlam olmasına bilhassa itina edilerek alınan en babayiğit ayakkabı bile bu afacana ancak iki ay hizmet edebiliyor ve evvela burnundan başlamak suretiyle tabanlarından patlak veriyordu. Nihayet Erdal bu mevzuda işittiği azarlardan kurtulmak için pratik bir çare buldu. Mektepten gelir gelmez fırtına gibi eve dalıyor ve karyolasının altından kaptığı terliklerini koltuğunun altına sıkıştırdıktan sonra çift kale kurulmakta olan arsayı boyluyor ve arkadaşlarına kaleci duracağını ihsas ettikten sonra ayakkabılarını çıkartarak terliklerini ayaklarına geçiriyor, basık olan arkalarını da kaldırdıktan sonra kale direği vazifesini gören iki taş yığını arasına geçerek topları yakalamaya çalışıyordu. İşte Erdal’da kalecilik hevesi bu zaruret yüzünden doğdu.

    Bir Mahalle Maçı

    Bir gün Erdal Hürriyet-i Ebediye tepesindeki çayırda yapılacak mühim bir maça iştirak etmek için erkenden evden savuşmuştu.

    Yemek zamanı geldiği halde oğlunun görünmediğini gören annesi bir hayli meraka düştü. Nihayet sokağa çıkarak Erdal’ı aramaya karar verdi. Epeyce sorup soruşturduktan sonra Hürriyet-i Ebediye tepesine gitmiş olduğunu öğrenerek peşine düştü.

    Bu sırada Erdal ufacık boyu ile kocaman kale direkleri arasına geçmiş mahallesinin şerefini korumakla meşguldü, bir ara uzaktan kendilerine doğru gelen çarşaflı bir kadının annesi olduğunu sezer gibi oldu.

    Kadın biraz daha yaklaşınca Erdal’ın yakayı ele verdiğine hiç şüphesi kalmamıştı. Kale direkleri yanına bıraktığı ceketini kaptığı gibi sahadan fırladı ve kaçmaya başladı. Bu sırada rakip mahalle takımının yaptığı akın da Erdalların kalesine doğru yaklaşıyordu.

    Çekilen şut boş kaleye girince takım arkadaşlarında da şafak attı ve golün kızgınlığı ile hepsi birden kaçmakta olan Erdal’ın peşine düşerek onu yakaladılar. Ve yaka paça annesine teslim ettiler. Akşama evde cereyan eden sahneyi artık siz tahmin edin.

    Tahsil ve Ankara

    Erdal ilkokulu bitirince Taksim Orta Mektebi’ne girdi.

    1941 yılında Ankara’ya gittikten sonra da lise tahsilini Gazi Lisesi’nde yaptı. Erdal’ın ilk resmi futbol maçı Gazi Lisesi takımında oynadığı maçtır ve bu maçta Erdal santrhaf oynamıştır.

    Erdal küçüklüğünden beri Fenerbahçe’yi seviyor ve İstanbul’da iken Sarı-Lacivertlilerin Taksim Stadı’nda yaptıkları bütün maçları büyük bir hayranlıkla seyrediyordu. En çok beğendiği futbolcu da kaleci Cihad’dı. Onun oynamadığı maçlarda Erdal büyük bir üzüntü duyar ve adeta neşesi kaçardı.

    Ankara’ya gidince su sporlarına çok düşkün olan Erdal, Gençlerbirliği kulübüne intisap ederek orada yüzmeye başladı. Bir sene Ankara’nın 100, 200, 400 metre serbest yüzüş birincisi oldu. En iyi derecesi tatlı suda elde ettiği 1.13’dür.

    Su topunda da Ankara karmasının kalesini korudu. Bir gün arkadaşlarıyla kulübün futbol antrenmanını seyre gitmişti. Kaleci Rahim gelmediği için Erdal’ı kaleye geçirdiler. O gün o kadar güzel oynadı ki kulübünün idarecileri kendisini derhal futbolda da lisansiye ettiler ve o seneden itibaren Gençlerbirliği birinci takım kalesini ona emanet ettiler.

    Artık Erdal Ankara’nın en sevilen ve en çok muvaffak olan futbolcularından biriydi. Erdal Gençlerbirliği’nden sonra Ankara karma takımındaki yerini almakta da gecikmedi ve bu kaleyi de Ankara’dan ayrıldığı gün kadar müstemirren korudu.

    Erdal Fenerbahçe’ye Geliyor

    945, 946 yılında Gençlerbirliği, Beşiktaş’ı, Altay’ı ve Eskişehir Demirspor’u üst üste yenerek Türkiye şampiyonu olmuştu. Erdal’ın bu şampiyonluktaki hissesi büyüktü. Onun cesur ve muvaffakiyetli oyunlarını gören Beşiktaşlılar Erdal’ı Angulem ve Asteras takımlarına karşı yapacakları maçlarda oynamak üzere Gençlerbirliğinin kaptanı ve orta hafı Hasan’la beraber İstanbul’a çağırdılar.

    Erdal İstanbul’a geldi ve bu takımlara karşı muvaffak oyunlar çıkardı. Bu sırada küçükten beri sevdiği Fenerbahçe’ye girmeye teşebbüs etti. Sarı lacivert forma ile antrenmana çıktığı ilk gün büyük bir talihsizlikle Erol’un sıkı bir şutunu karşılamak isterken parmağı ters döndü ve sakatlandı. Bu meşum tesadüften de istifade eden ve koyu bir Beşiktaşlı olan dayısı, Erdal üzerinde manevi tesir icra ederek ve kendisini Beşiktaşlıların İstanbul’a getirttiğini ileri sürerek Erdal’ı Beşiktaş’a maletti.

    Siyah Beyaz kadroda birkaç lig maçı oynayan Erdal bu muhite bir türlü ısınamayarak tekrar Ankara’ya ailesinin yanına döndü ve hemen bir sezon sonra da çok sevdiği Fenerbahçe’ye yeniden kavuştu.

    Aile Ocağı Fenerbahçe

    Erdal şimdi büyük bir sabırla ağabeyi Cihad’dan sonra Sarı-Lacivert kalenin kendisine emanet edileceği günü beklemekte ve muntazaman çalışmaktadır. O, kulübünü ve bütün Fenerbahçeli arkadaşlarını çok sever.

    “Fenerbahçe’yi aile ocağım kadar çok severim, orası benim yuvamdır” diyen Erdal kulüpteki oda arkadaşları Ahmet (Erol) ve Suphi’ye (Ural) karşı aşırı bir sempati duymaktadır.

    Erdal 1.78 boyunda ve 79 kilo sikletindedir. Kumral saçlı ve mavi gözlüdür. Lise mezunudur. Bu yıl Hukuk Fakültesi’ne devam edecek ve Allah kısmet ederse avukat olacaktır. Boğazına düşkündür, her yemeği severek yer. En büyük zevki bol bol sinemaya gitmek ve kitap okumaktır. Polis romanlarından bilhassa hoşlanır. Yazın deniz sporlarına bayılır. Yüzer, kürek çeker ve iyi yelken kullanır. Belki de anne ve babasının duymasından çekinerek şimdiye kadar hiç açık olmadığını söylemektedir.

    Milli takım mevzuunda anlaşma temini bakımından tek takımın takviyesine taraftardır, bu tek takım ona göre kuvvet ve kudretini bu sene hiç yenilmemek suretiyle ispat eden Fenerbahçe olmalıdır.

    “Fenerbahçe’nin bütün kadrosuna Vedii, Bülent, Hüseyin ve Şükrü de ilave edilmek suretiyle Olimpiyat kadrosu en iyi şekilde tespit edilmiş olur” diyen Erdal Türk futbolunun kudretine inanmakta ve Türk futbolcuları içinde en çok Cihad (Arman), Selahattin (Torkal), Küçük Fikret (Kırcan), Erol (Keskin) ve bilhassa Lefter’in (Küçükandonyadis) oyunlarını beğenmektedir.

    Talha Altınbaşak

  • Bir Varmış, Bir Yokmuş, Futbol Türkiye’ye 1959’da Gelmiş! Ondan Öncekiler Hep Nazi imiş! Yerseniz…

    Bir Varmış, Bir Yokmuş, Futbol Türkiye’ye 1959’da Gelmiş! Ondan Öncekiler Hep Nazi imiş! Yerseniz…

    Hatırlarsınız, başkanımız sayın Ali Koç, Ekim 2019 tarihinde 1959 öncesi şampiyonluklar için şöyle bir beyanat vermişti :

    “Bizim argümanımız çok basit. TFF nezdinde oynatılan tüm şampiyonluklar sayılmalı diyoruz. İşin boyutunu çok mantıklı bir boyutta incelediğiniz zaman, tarafsız bakan herkesin hakkımızı vereceğini düşünüyorum.”

    Hemen arkasından, “bu konuda hiç söylenmemiş şeyler söylüyormuş gibi yapıp, aslında bin kere tekrar edilenleri biraz süsleyerek yazan” bir beyefendi ise şöyle buyurmuştu :

    “Futbol Birinciliği’ni  Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı düzenliyor. TİCİ’nin yerini 1936’da doğrudan dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası’na bağlı olan Türk Spor Kurumu alıyor. Milli Küme’yi işte bu spor kurumu düzenliyor. İki yıl sonra da yerini, Nazi Almanya’sındaki Hitlerjugend (Hitler Gençliği) ve faşist İtalya’daki Opera Nazionale Ballila örnekleri dikkate alınarak kurulan Beden Terbiyesi Genel Direktörlüğü’ne bırakıyor. Bu kurum dönemin Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olduğu için, “Milli Küme” adı 1940’lı yıllarda ilk olarak “Maarif Mükâfatı”, sonra da “Milli Eğitim Kupası” oluyor. Dolayısıyla her iki turnuvanın düzenlenmesinde Türkiye Futbol Federasyonu hiçbir şekilde devrede değildi”

    Ali Sami Yen’in meşruiyetinde en ufak bir sorun görmediği (hatta bizzat içinde yer aldığı) ve Abidin Daver’in Galatasaray’a stadyum hediye edecekleri için öve öve bitiremediği teşkilatı Hitlerjugend’e benzetme garabeti bir yana, acaba gerçekler beyefendinin yazdığı gibi miydi? Elbette hayır! Şimdi yukarıdaki yazılara bir yenisini ekleyelim ve “1959 Öncesi Şampiyonluklar” konusunda Galatasaraylıların yarattığı sunî sis bulutunu biraz daha ortadan kaldıralım. Bu kez başrollerden biri, Galatasaray’ın 17 Mayıs’ta 40. ölüm yıldönümünde andığı sembol oyuncularından biri; Gündüz Kılıç.


    25 Mayıs 1947 Pazar günü Ulus gazetesinin birinci sayfasında şöyle bir haber vardı:

    Milli Eğitim Bakanı Dün Sporculara Bir Ziyafet Verdi

    1946-1947 mevsimi futbol birinciliği müsabakalarına katılan futbolcular şerefine Milli Eğitim Bakanı Şemsettin Sirer tarafından dün saat 21’de Mutlu salonunda bir akşam yemeği verilmiştir. Bu yemekte C.H.P. Başkan Vekili Şükrü Saracoğlu, Çalışma Bakanı Sadi Irmak, Başbakanlık Müsteşarı Cemal Yeşil, Vali ve Belediye Başkanı İzzettin Çağpar, Beden Terbiyesi Genel Müdürü Vildan Savaşır, spor federasyonları erkânı ve sporcular hazır bulunmuşlardır.

    Aynı gazetenin on birinci sayfasında ise tek devreli lig usulü oynanacak olan 1947 Türkiye Futbol Şampiyonluğu maçlarından ilkinin haberi görülüyordu.

    24 Mayıs 1947 tarihinde oynanan maçta, Hüsnü Teoman, Murat Alyüz, Necati Köksal, Selahattin Torkal, Samim Var, Müzdat Yetkiner, “Küçük” Fikret Kırcan, Erol Keskin, “Lawton” Suphi Ural, Halil Özyazıcı ve Halit Deringör ilk on biriyle sahaya çıkan Fenerbahçe, Ferit, Kemal, Oğuz, Mecit, Muharrem, Lütfi, İhsan, Halil, Mahmut, Bedri ve Rıza’dan oluşan Adana Demirspor’u “Lawton” Suphi Ural (2), Halil Özyazıcı (2), “Küçük” Fikret Kırcan ve Halit Deringör’ün golleriyle 6-0 yendi.

    25 Mayıs 1947’de oynanan ikinci maçta bizim için işler pek de iyi gitmedi. Ulus gazetesi karşılaşmayı şöyle anlatıyordu :

    Türkiye Futbol Birinciliği için dün yapılan karşılaşmada Ankara Demirspor takımı Fenerbahçe takımını 3-0 yenmeye muvaffak olmuştur. Bu müsabaka, kalabalık bir seyirci kütlesi tarafından takip edilmiştir. Türkiye Futbol Birinciliği’in son karşılaşması bugün şehrimizde Ankara ve Adana Demirspor takımları arasında yapılacaktır.

    Demirsporlular dün bu mevsim içinde çıkardıkları en başarılı oyunlarından birini Fenerbahçe’ye karşı oynayarak haklı bir galibiyete ulaştılar.

    Takımlar aşağıdaki kadroları ile sahada yer aldılar.

    Demirspor : Nevzat, İskender, Şevket, Mehmet, Naci, Mustafa, K.İsmail, Kadri, Gündüz, Rıdvan, Hamdi.

    Fenerbahçe : Hüsnü, Murat, Necati, Selahattin, Samim, Ömer, “Küçük” Fikret, Erol, Suphi, Melih, Halit

    Oyuna İzmirli ile hakem Fethi Turgay’ın idaresinde başlandı, iki tarafta seri bir oyun tutturdular, yerden ve kısa paslarla, birbirlerinin zayıf taraflarını yokladılar, Gündüz’ün dördüncü dakikada Fener kalecisine yaptığı hafif bir şarjdan sonra oyunun temposu bir parça daha hızlandı, fakat iki taraf da kendi aralarında anlaşamadıkları için bir müddet sallapati bir oyun izledik.

    On dokuzuncu dakikaya kadar devam eden bu hesapsız ve ahenksiz oyun arasında, Halit’in yaptığı münferit bir hücumdan sonra topu kapan Demirsporlular soldan yaptıkları bir hücumda, Gündüz’ün şimşek gibi bir şutuyla ilk sayılarını çıkardılar : 1-0. Bu gol Demirsporluları da Fenerlileri de canlandırdı. Demirspor sağ açığı İsmail güzel bir sürüşten sonra kaleci ile başbaşa kaldığı halde attığı şut boşa gitti.

    Fenerbahçe en seri oyuncuları olan Fikret’le, Suphi’yi besleyemiyor, buna inzimamen Demirspor müdafaası da yerinde müdahalelerle bu iki tehlikeli oyuncuya adım attırmıyorlardı.

    Otuz beşinci dakikaya kadar devam eden karşılıklı bir çekişme arasında zaman zaman iki taraf kalesi de sıkıştı, fakat ele geçen fırsatlardan iki taraf da istifade edemedikleri gibi, Demirsporlular sık sık ofsayta düştükleri için oyun hakem tarafından durduruldu.

    Devre sonlarına doğru Fener kalesine tekrar yüklenen Demirsporlular topu sağa geçirdiler, sağ açık İsmail son müdafi Necati’yi de atlatarak topu Gündüz’e verdi ve Gündüz kısa mesafeden bu pası Fener kalesine soktu, bu suretle Demirsporlular birinci devreyi 2-0 galip bitirdiler.

    İkinci devre başında Fenerlilerin yaptığı ilk akın boşa gittikten sonra, Demirsporlular da üst üste iki hücum yaptılarsa da, Fenerliler bunları kornere atarak durdurdular ve atılan kornerden Demirsporlular faydalanamadılar. Birinci devrede sakatlandığı için sol tarafı büsbütün muattal kalan Fenerbahçeliler, Fikret’i de işletemediklerinden topu ortadan söküp götürmek gibi güç bir usulü tatbik etmek zorunda kaldıklarından çok zorluk çekiyorlardı. Fenerbahçeliler bir ara kısa paslarla Demirspor kalesine abandılarsa da, Şevket’le İskender emsalsiz bir müdafaa yaparak Naci’nin de yardımıyla Fenerbahçe’nin bu hızını durdurduktan sonra yirmi altıncı dakikada topu birdenbire sağa geçirdiler, İsmail Fener’in hemen hemen bütün müdafaasını teker teker atlatıp topu Rıdvan’a geçirdi. Rıdvan da sağ ayağı ile vuracakmış gibi yaparak, topa sol vurarak kaleci şaşırtıp, Demirspor’un üçüncü golünü de çıkarınca Fener’in durumu bütün çıkmaza girdi : 3-0.

    Fenerliler buna rağmen topu ayaklarında çok tutup, fazla paslaştıkları yetişmiyormuş gibi, uzaktan şut çektikleri için Demirspor kalesine yaptıkları tesir de zayıf oluyordu

    Otuzuncu dakikadan sonra sertleşmeye yüz tutmasına rağmen iki tarafın oyunu tavsadı, bu arada bir müddet çelmeler, takışmalar da oldu ise de hakem kesin kararlarla bunları önledi, devrenin geri kalan dakikalarında Fenerliler bütün oyuncuları ile Demirspor yarı sahasına yerleştilerse de Demirsporlular da bütün oyuncularını geri çekerek sıkışık bir müdafaaya koyulduklarından bu vaziyet de Fenerbahçe’nin büsbütün aleyhine oldu.

    Demirsporlular da 3-0’lık galibiyeti kafi görerek dakikaları öldürdüklerinden Fenerbahçe sahadan mağlup çıktı.

    Dünkü oyunda Fenerbahçe şöhretine layık bir oyun çıkaramadığı gibi Demirsporlular da çok enerjik hareketlerle Fener’in oyununu bozduklarından bu netice hasıl oldu. Demirspor’dan Gündüz, küçük İsmail, İskender, Şevket, Naci, Fenerbahçe’den Samim, Selahattin, Boncuk Ömer çok güzel bir oyun çıkardılar. Hakemin idaresi iyiydi

    Bugün saat 17.30’da Adana Demirspor ile Ankara Demirspor takımları karşılaşacak ve Türkiye futbol birincisi bundan sonra belli olacaktır.

    Türkiye Futbol Birinciliği maçında Fenerbahçe’ye iki gol atan Ankara Demirsporlu Gündüz, Galatasaray’ın meşhur futbolcusu Gündüz Kılıç idi.

    Bu arada konumuzla biraz uzak, sevimli bir parantez açalım. Maç haberiyle aynı sayfada 1914 yılında Fenerbahçe’nin meşhur Kuşdili Lokali açılırken henüz 9 yaşında olan (ve kim bilir, belki de dedesi Ahmet Rasim Bey ile beraber orada bulunan) Osman Nihat Akın da maça dair bir makale yazıyor ve şunları söylüyordu:

    Fenerbahçe hiç şüphe yoktur ki memleketin her tarafında sevilmiş, milyonları bulan taraftar kazanmış bir kulüptür. Şimdiye kadar yaptığı maçlardan başka bilhassa yabancı karşılaşmalarda yalnız kendi mazisine değil, Türk Milletinin de spor tarihine şerefli yapraklar eklemiş bulunan bu kulüp, son zamanlarda nedense bir türlü istikrar tesis edemiyor. Bu kararsızlığın sebep ve âmillerini kurcalamak bizden ziyade Fener idarecilerini ilgilendiren bir konudur. Ancak futbol kalitesinin ibresi haline gelmiş bulunan bir kulübün her seferinde başka bir manzara arz etmesi, Fenerbahçe’yi sevenlerin kalplerini üzdüğü kadar, Fenerbahçe’ye rakip olanlara dahi azap vermektedir.

    27 Mayıs 1947 tarihli Ulus gazetesi birinci sayfada ve spor haberlerinde aynı büyük başlıkla çıktı:

    “Ankara Demirspor Türkiye Birincisi”

    Yine İzmirli Fethi Turgay’ın yönettiği maçta takımlar aşağıdaki şekilde dizilmiş; Demirsporlardan Ankara, Adana’yı Fenerbahçe maçındaki akıbete yeniden uğratarak 6-0 yenmiş ve Türkiye Şampiyonu olmuştu.

    Ankara Demirspor : Nevzat, İskender, Şevket, Ç.İsmail, Naci, Mustafa, K.İsmail, Kadri, Celal, Hakkı, Rıdvan

    Adana Demirspor : Ferit, Kemal, Ali, Mecit, Muharrem, Lütfi, İhsan, Halil, Akif, Bedri, Rıza

    Ulus gazetesi haberi şöyle bitiriyordu :

    Türkiye Birinciliğini Kazanan Ankara Demirspor takımı kendini yormadan rahat bir oyunla bu galibiyeti elde etti. Buna mukabil Adanalılar ellerinden geldiği kadar çalıştılar ve arada yaptıkları kombineli hücumlarla şut atabilselerdi belki bir iki sayı çıkartabilirlerdi. Hakem maçı güzel idare etti.

    Türkiye Futbol Birinciliğini kazanan Ankara Demirspor Kulübü ve idarecilerini tebrik eder. Başbakanlık Kupası’nda başarılar dileriz.

    28 Mayıs 1947 tarihli Ulus gazetesinin beşinci sayfasında “Bu organizasyonların Türkiye Futbol Federasyonu ile ilgisi yok” diyenleri utandıracak iki tebliğ alt alta yayınlandı. “Beden Terbiyesi Futbol Federasyonu Başkanlığı’ndan”

    Birincisinde “Beşiktaş Millî Eğitim Mükafatı Birincisi Oldu” diyor.

    İkincide ise “26 Mayıs 1947’de sona eren Türkiye Futbol Müsabakaları Birinciliği’ni Ankara’dan Demirspor takımı 946-947 yılı Türkiye Futbol Birinciliği’ni kazanmıştır” yazıyordu.

    1959 Öncesi Şampiyonluklar’a canla başla karşı çıkanlara yönelteceğimiz sorulara geçmeden evvel, son olarak şu haberi de verelim. Milli Küme şampiyonu Beşiktaş ile Türkiye Futbol Birinciliği Şampiyonu Ankara Demirspor, 31 Mayıs 1947’de “Başbakanlık Kupası” için karşı karşıya geldiler. Beşiktaş maçı 4-0 kazandı ve kupayı Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Peker’in elinden aldı. Ulus’un haberine göre törende, yaptığı konuşmaya “Yiğit Beşiktaşlılar…” diye başlayan Başbakan Recep Peker’den başka, C.H.P. Genel Başkan Vekili Şükrü Saracoğlu, generaller ve birçok zatlar da hazır bulunmuşlardı.

    Şimdi gelelim, 1959 öncesinin Türk futboluna adeta düşman olanlara sorularak sorulara…

    Senede bir gün yere göye koyamadığınız rahmetli Gündüz Kılıç’ı yılın geri kalan 364 gününde nasıl unuttuğunuzu sormayacağız. Onun cevabı herkesin malûmu…

    1. Sayın Ali Koç’un bu konuda söyledikleri belgelerle kanıtlanmışken, siz “Her iki turnuvanın düzenlenmesinde Türkiye Futbol Federasyonu hiçbir şekilde devrede değildi” diyerek neden gerçekleri saptırıyorsunuz?
    2. Hiç sıkılmadan “Nazi Almanya’sındaki Hitlerjugend (Hitler Gençliği) ve faşist İtalya’daki Opera Nazionale Ballila gibi” dediğiniz teşkilatın “Başbakanlık Kupası” organizasyonu kulübünüzün resmî sitesinde (gayet doğal olarak) yer alırken, siz nasıl oluyor da Milli Küme ve Türkiye Futbol Birinciliği’ne böyle bir iftira atıyorsunuz?

    Her zamanki gibi bitirelim…

    1959 ÖNCESİNİ İNKAR, CUMHURİYETİ İNKARDIR