Etiket: Taha Toros

  • Anadolu Yakası Köşkleri

    Anadolu Yakası Köşkleri

    Taha Toros arşivinde, Sermet Muhtar Alus‘un muhteşem bir yazı dizisine rastladık. Özellikle o dönemlere ilgi duyanların severek okuyacağı “Anadolu Yakası Köşkleri” dizisine kapak fotoğrafı olarak da rahmetli Başkanımız (ve bugün vefatının 48. sene-i devriyesini idrak ettiğimiz) Hacı Bekir zade Ali Muhiddin Bey’in fotoğrafını seçtik. Nazlı İmre Hanımefendi’ye bu müthiş fotoğrafı ve birçok başka belgeyi bizimle paylaştığı için tekrar sonsuz teşekkür ediyoruz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Anadolu Yakası Köşkleri

    Kadıköyü’nden Moda’ya doğru, deniz kıyısından Mühürdar caddesi takip edilip eski Mühürdar gazinosunun önünden sapılınca, yüksek duvarlar arkasında Şeddadî bir bina göze çarpar. Bahçesinin o sokakta, sahil tarafında birer kapısı, Moda caddesinde de cümle kapısı vardır.

    Mısır fevkalâde komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın oğlu (Babı seraskerî piyade dairesi reisi sanisi ve yaveranı hazreti şehtiyarîden ferik), esbak Hidiv İsmail Paşa’nın kızı prenses Nimet’in kocası Mahmut Muhtar Paşa’nın kasrı idi.

    Şahsa mahsus ikametgâhların arasında ilk olarak damında paratoner, içinde birçok hizmetçi ve uşak, Avrupakâri ahırında halis kan, yarım kan İngiliz atları, kıymetli Arap kısrakları bulunurdu.

    Paşa o zamanın parlak erkânı harblerinden, Almanya’da tahsilli, Galatasaray Lisesi’nin de eski güllecilerinden ve bazululanndan idi. Kışın banyoda üstü buz tutmuş suya girer, soğuk alıp öksürük möksürük, hattâ nevazil olup aksırık maksırık yanına hiç yaklaşmazmış.

    Meşrutiyetten sonra Bahriye Nazırı, Balkan harbinde kolordu kumandanı, umumî harbden önce Berlin büyükelçisi olmuştu.

    Moda caddesinin ilerisinde, granit taşından kale gibi çıkılmış, topla yıkılmaz, heybetliliğinden yana eşi bulunmaz bina, mabeyinci Ragıp Paşa’nın biraderi Arif Paşa’nındır. Evlâdiyelik denilemez. Zira orada yol geniş; istimlâk mistimlâk bahis mevzuu olmayacağı için ahfadiyeliktir.

    Boy posça hemen hemen ikize andıran oğulları, tüysüz tüzsüzlüklerinde, brik faytonda yan yana, doru kadanalarına tırıs tutturarak havalide çarh çevirirler, bey bey gezip tozarlardı.

    Bahariye caddesinde, (Maiyeti seniye erkânı harbiye müşürü), Müzei hümayun müdürü Hamdı Bey’in damadı, Trabzonlu Abdullah Paşa’nın köşkü beş altı sene evvel yıktırıldı, arsasına Kadıköy Halkevi yapıldı.

    Von der Goltz Paşa Türkiye hizmetine girip Harbiye mektebine müfettiş olunca o zaman kaymakam bulunan Abdullah Bey’i tercümanları arasına katmış. Ya adını beceremediğinden ya da kendine daha kolay geldiğinden Abdila dermiş. Bundan ötürü olsa gerek, Balkan harbi sıralarında bazı Alman gazeteleri, Şark ordusu kumandanından bahsederken Feld Mareşal Abdila deyip durmuşlardır.

    Altıyol ağzından Söğütlü çeşmesi tarikile Kuşdili’ne gelelim. Derenin üstündeki köprüden geçince sola Ziverbey yokuşu gelir.

    Bu zat Abdülâziz’in mabeyincilerindenmiş. Oraya adının takılması, köşkünün yokuşun başında, köşede bulunmasından. Koskoca bahçesi şimdi duvarları harap, ağaçlarının ekserisi kurumuş, her tarafını otlar bürümüş, âdeta bir yangın yeri halindedir.

    Buraya sonraları Acem’in köşkü denirdi. Satın alan cevahir taciri ve Karun kadar zenginlerden. Büyüğü 45’lik, zifiri siyah sakallı; küçüğü 35’lik, ağzına fare almış gibi kara bıyıklı. İkisi de Karagöz’de meşhur (Bahçe oyunu)ndaki mirzalarvari zevku safa düşkünü idiler. Yağız beygiri muhteşem faytona kurulurlar, Fenerbahçe piyasalarında dört dönerlerdi.

    Ziverbey yokuşunun başından Kuyubaşı’na doğru yürüyünüz. Biraz gidince sağda, bahçe içinde, gepgeniş cepheli, yıllardan beri pancurları sımsıkı kapalı, içinden ses sada duyulmayan köşk kimin dikkatini çekmez? Acaba tekin değil mi? İyi saatte olsunların mekânı da o sebeple mi oturanı, kira ile tutanı yok diye kim şüpheye düşmez?

    Abdülhamid’in ikinci esvapçısı İlyas Bey’in köşküydü. İlyas Bey saz benizli, kaytan bıyıklı; sırtından kışın Salisbori biçiminde palto; güzün pelerinli makferlan, yazın da kolundan ipek astarlı pardesü düşmez. Biniciliğe meraklı olduğundan arada bir kısacıcık ceket, dapdaracık külot, pırıl pırıl getrlerle, Arapkârî saçaklı, püsküllü başlık, palan, haşa vurulmuş şeceerli Arap kısrağına binip, hayvanı oynata oynata, kişnete kişnete mesireleri boylardı.

    İlyas Bey’in köşkü geçilince etrafı çitle çevrilmiş, bir kat üstüne, kâgir, damı basık bir binaya rastlanır. Tiyatrosu komik Kel Haşanın aile ocağı.

    Hasan pek gençliğinde, daha sahneye çıkmadan önce, ağabeyi Hacı Fitil ve kız kardeşlerile beraber orada oturur, semtinde süt, yoğurt satar; akşamları kapı önlerine seccade yayıp toplanan konu komşunun yanlarına gelerek tuhaflıklar eder; yaz ramazanı geceleri de bahçesine perde kurup çoluk cocuğa Karagöz oynatırmış.

    Kızıltoprağa sapan yolun köşesindeki köşk Bahriye livalarından Hüseyin paşanındı. Yana, gerilere uzanan bahçesi âdeta çiftlik: Koyunlar, keçiler, inekler, öküzler; tavuk, ördek, kaz sürüleri. Hepsi yayılmış: kimi otluyor, kimi gübreleri eşeliyor, kimi su doldurulmuş çukurlara dalıp duruyor.

    Hoş tarafı, bu mahlûkatın çobanlığını iki haremağasının edişi. Arapcıklar sanki çekirdekten yetişme çoban; yalnız kavalları eksik. Ellerinde sırık, sürülerin arkalarından koşarak (büüüvt) diye bağrışırlar, iki parmağı birleştirerek ıslık çalışlar; gehgehler, bili bililer…

    Zatı şerif bunlardan Cevher adlısını Maarif Nazırı Zühtü Paşa’ya satmış, ağacağız yeni efendisine kapılandıktan sonra başka konaklardaki emsallerinin hepsinden rabıtalı olmuştu.

    İleride — şimdi rengi, ruyu kaldı mı bilmem —, kavunî boyalı, kunik yapı kilercibaşı Osman Bey’indi.

    Serkilârî, Sultan Hamid’in göz bebeklerinden. Hünkâr nezdinde bir dediği iki olmaz kanaatile mazul valiler, mutasarrıflar, defterdarlar Osman Bey’in saraydaki dairesine mekik dokur, (evet efendim, sepet efendim)lerle hulûs çakar, şefaat dilerlerdi.

    Şehremini Rıdvan Paşa öldükten ve Göztepe’deki köşküne Lûtfi Ağa’nın oğlu, mabeyinci Faik bey yerleştikten sonra merhumun haremi bu köşkü satın almıştı.


    Geçen yazıda Moda’dan ve Kuşdili’nden Kızıltoprağın kuyubaşma gelip karşıtça bakarken, Acıbadem’e kadar göz kaydırmıştık. Şimdi de Yoğurtçu’dan yukarıya doğru yolu tutalım.

    Derenin başında, parkın köşesindeyiz. 40 yıl evvel akşamları, mehtaplı geceler, karşısındaki çayırda yayaların, önündeki derede sandalların vızır vızır piyasa ettikleri, keyifliliğine doyulmaz; durgun havalarda da yakınındaki denizin iyot kokusundan durulmaz köşk, Şehremini Rıdvan Paşa’nın biraderi, birinci ferik Reşit Paşa’nındı; daha doğrusu, Hasırcıbaşılar ailesinden olan büyük haremine aitti.

    Bu zat (Babıseraskerîde Divanı harbi mahsus müddeiumumisi) idi. Gezip tozmaktan, mesirelere devamdan hoşlanırdı.

    Kalender mizaç; köşkünde şatafatlı araba, fıstık gibi beygirler bulundurmaz; Kadıköyü’nün bir kira, faytonuna atlar, şipşak Fenerbahçe’yi boylar. Hoppa bir hanımla işmara mişmara girişmesi yüzünden müşir Fuat Paşa ile arasının şeker renk oluşu, hattâ Fenerbahçe’de işi marazaya kadar vardırışları meşhurdur.

    Yoğurtçu köprüsünü geçtik, Kızıltoprağa doğru yürüyoruz. O vakit bu köprü tahta olduğundan caddenin adı Tahta Köprü Caddesi idi. Hâlâ da öyle ya.

    Kızıltoprak’ta, bugünkü (Kadıköy kız Ortaokulu) nu, daha Maarif Nazırı olmadan Nafia Nazırı iken Esseyid Ahmet Zühtü Paşa yaptırmış. Evvelce aynı noktada, yine o büyüklükte, havai mavi boyalı köşkü varmış. Kazaen içinden ateş çıkarak (galiba bir düğüne gidilmiş de halayıklar odada ateş dolu ütüyü bıraktıkları için) kapı kapamaca yanıp kül olmuş.

    Şimdiki köşkte kerimelerinden birine ve mahdumlarından Zahit Bey’e yapılan velime cemiyetlerinin şaşası tarifle bitirilememiş, yine kerimelerinden birinin ve mahdumu Asım Bey’in civan yaşta ölümlerine yanmıyan kalmamıştı.

    Büyük kızı hanımefendinin en son modayı takibederek fevkalâde mükemmel giyinişine, su gibi Fransızca konuşuşuna akran ve emsali gıptada idiler. Şu rivayet herkese yayılmıştı:

    Cuma ve pazarın gayri, yani tenha bir günde misafirlerle Fenerbahçe’ye gitmiş. Ağaç altında oturmuşlar; kâğıt helvası, mağıt helvası yerlerken misafir hanımın biri şemsiyesini istiyecek olmuş. Kira faytonunda aramağa giden matmazele, köşk sahibi hanımefendi hemen seslenmiş:

    — Dans la voiture de madame Kiazim!

    Bir Parisli konteste de aksan olursa bu kadar olur.

    Mektebi Sultanî ve Mektebi Mülkiye’nin parlak mezunlarından, o zamanlar Bükreş sefiri, Meşrutiyetten sonra Cihangir’de kaza kurbanı olan merhum Kâzım Bey’in refikasıydı.

    Ihlamur’dan hat boyuna çıkan, bugün Hasan Amir sokağı denilen yola, orada maruf pirinç tüccarı, Hasan Amir merhumun köşkü bulunduğundan ötürü bu ad takılmıştır.

    Sabık devirde Altıncı daire müdür muavini, Terkos su şirketi komiseri, rütbei ülâ ricalinden olan bay Tevfik Amir Kocamaz dayımız (Rabbim daha yıllarca kocatmasın), Haşan Amir efendinin oğlu; zarafet ve meclis ârâlığına uyar olmıyan bayan Lebibe Amir teyzemiz de büyük kızıdır.

    Pek çok zevat bay Tevfik Amir’in zekâsını, mirkelâmlığmı dillerinden düşürmez, içlerinde Mektebi Sultanî’nin 1306 senesindeki tevzii mükâfatında bulunanlar:

    — Fiyangolu kurdelâya bağlı diploması elinde, cilt cilt mükâfatlar koltuğuna sığamaz olmuştu, derlerdi.

    Buranın tam bitişiğinde, Taşçızade Hakkı Bey’in köşkü vardır. Gerek hazretin, gerekse ileride bahsedeceğimiz kardeşi Hilmi Bey’in melek haslet ve ashabı nezaketten oldukları cümlece müselelmdi.

    Oğlu bay Memduh, çift yağız beygirli faytonuna binerek, delikanlı çağında mahçup mahçup, edep ve erkân kollaya kollaya mesirelere gelir; kim olduğunu bilenler: (Elveledü sinyı ebi) yi bilmiyenler de “Aman ne kibar, ne terbiyeli delikanlı; gün görmüş, yaş yaşamışlar kadar ağırbaşlı”yı yapıştırırlardı.

    Aynı yolun biraz ötesinden kıvrılınca tren hattına karşı, mevcutların arasında ilk olarak (Arnuvo) tarzında yapılmış, kuş kafesi gibi cicili bicili, ne battal boyda, ne sefertasıvari, tam kararındaki köşk, hâlâ kendisi de, mihrabı da yerinde, olduğu gibi duruyor.

    Posta ve Telgraf Nezareti fen müşaviri, fabrikatör Raif beyindi.

    O devirde, malûm a, çorap, trikotaj, ıtriyat, nikelâj, cıvata, rakı, şarap ilh… fabrikaları yok; Raif Bey’den başkasında o ünvanı arama.

    Çok kimse (pavrikator) deyip durur, kereste fabrikası işlettiğini bilmezdi.

    Kızıltoprak’tan Feneryolu’na gelirken solda, yüksek duvarlar ve ağaçla; arasında koca bir dam hâlâ gözükür Sırbiya ve Rusya muharebeleri ordu kumandanlarından, son demlerinde (Selâmlık resmi âlisi) ne memur, Sultan Mahmut türbesi bahçesinde medfun Ahmet Eyük Paşa’nın köşkü.

    Paşa, erkanı harblikten yetişme muktedir, temkinli bir kumandan dürüst, namuslu bir adam olarak tanınmıştır. Kelâmı kıtmış. Bazılarınca serdarı ekrem Abdülkerim Paşa’ya atfedilen şu fıkra meşhurdur:

    Sırp harbinde bir akşam çadırında oturuyormuş. Maiyetindeki birçok paşalar, beyler de karşısında. Saatler geçmiş, gecenin yarısı olmuş. Dilini kıpırdatan, tek kelime söyliyen yok ortalık suspus, kör girse kaç kişi çiyniyecek.

    Nihayet karşısındakilerden biri, süklüm püklüm:

    — Emir buyururlarsa fazla tasd etmeyip gidelim! deyince Paşa demiş ki:

    — Ne oldunuz yahu, tatlı tatlı konuşuyorduk!

    1898’de, Yıldız’da, şehzadelere yapılan sünnet cemiyeti sıralarında re simli mecmualar bir fotoğraf neşret mişlerdi:

    Sırmalı üniformalar içinde, elmaslara pıtrak (Hanedanı Âli Osman) nişanı göğüslerinde bacak kadar (civanbaht)lar. Gurupun sağında, solunda da onlardan kabaca, yüzbaşı elbiseli, yaver kordonlu, gene göğüsleri nişan ve madalyalarla donanmış iki mürahik, (yani henüz bülûğa ermemiş çocuk).

    Bunların biri Serasker Rıza Paşa’nın küçük oğlu Ziya bey, öbürü de Ahmet Eyüp Paşanın Fuat idi ki sonra hünkâr damadı olmuş, sultan da o köşke taşınmıştı.


    Bir evvelki yazımda Kızıltoprak’tan Hatboyu’na gelip biraz ilerideki Ahmet Eyüp Paşa’nın köşküne kadar uzanmış, onu aradan çıkarmıştım. Şimdi gene o yoldan Ihlamur’a dönelim.

    Caddeye çıkılınca, hemen oracıktaki köşkün bahçesinden üç genç simanın girip çıktıklarına rastlanırdı. Biri buğdaysı, topluca, gayet temiz giyimli; öbürü sarışın, nahifçe, Mekteb-i Sultani elbiseli; daha öbürü de yaşça ötekilerden küçük, henüz çocuk, marnel ceketli ve kısa pantolonluydu.

    Maruf dâva vekili Sadık Bey’in oğullarıydı. Bu kardeşlerin büyüğü Hukuk Mektebi’nde sınıf arkadaşım, şimdi Belediye avukatlarından Salâhaddin Sadak; ortancası “Akşam” gazetesi sahip ve başmuharriri Necmeddin Sadak; küçüğü de viyolonsel üstadı Muhiddin Sadak baylardır.

    (Depo) denilen tramvay durağına yürüyoruz. Sağda ahşap, filizi boyası ağarıp beyazlaşmış, daha doğrusu rengi hiç kalmamış konak yavrusu köşk, münasebetsiz bir kulp takılmış olan bir mollanındı.

    Sırada, üç yol ağzından Kalamış’a sapan tarafa geçer geçmez sağımıza, şimdi kat kat ayrılıp apartman kılığına sokulmuş ahşap bir bina gelir.

    Darülaceze sertabibi Zühtü Paşa’nındı. Bu zat mabeyinci Faik Bey’in süt kardeşi; zekâ ve hafıza küpü baht yoksulu, eski arkadaşım Sait Hikmet rahmetlinin eniştesiydi.

    Bir defa daha yazmıştım ama gene tekrarlıyayım. Bu evin çocuğuna öyle cafcaflı bir sünnet düğünü yapılmıştı ki hiç unutamam. Emsalinde olduğu gibi saz, hokkabaz, Karagöz, bahçenin çadır bezile bölünüp erkeklere ayrılan tarafında boydan boya çilingir sofraları. Veryansın edip ha babam çekenleri sorarsan hepsi doktor. Hele birkaçı (isimleri lâzım değil) İstanbul’un en nazik hekimleri. Önüne gelen hastaya, sıtmadan, kansızlıktan, zafiyetten avurtları çökmüş, bir deri bir kemik kalmışlara bile “İçinde alkol var; alkolün katresi semmi katildir” diye Kin’um Labarraque’i, Kina Larochei’u Vin de Viol’u ağza koydurmayan kişiler. “Halka verir talkını, kendi yutar salkımı” olup çıkmışlar, hepsi zilzurna olmuşlardı.

    Derken efendim, çadır bezinin arkasında çalgı girişti:

    Ateşi hicrinle yaktın ben gibi biçareyi

    Bir tebessümle begâm eyle dili âvâreyi

    Minyon Virjini’nin başlıca kantosu çalınırken yapmacıklı edalı bir kadın kantoyu söylemeğe başladı.

    Aaaa!… Başkası maşkası değil, ta kendisi…

    Mabeyinci Faik Bey Minyon’un kanto söyleyişinden, raksından pek hoşlanırmış. Haspa bilhassa onun için getirilmiş. Keman ara nağmelerinde, omuz titrete titrete gerdan kırdığı anlar olacak, bir şırfıntı; ardından bir daha, tekrar bir daha. Hovarda bey aşka gelmiş, avuç avuç lira, mecidiye serpmiyor mu?

    Sırada, tarlanın gerisinde, gümüşü boyalı, tıpkı iskarpin kutusu şeklindeki köşk Cennetlemiş valilerden Hacı Naşit Paşa’nın büyük oğlu Fuat beyin mülkü.

    Fuat Bey sivil, ufacık tefecik, halim, selim bir adam; kardeşleri de onun taban tabana zıddı. Hünkâr yaverlerinden miralay ve Nafia Nezareti heyeti fenniyesine memur, erkânı harb miralayı Fahri Bey gayet yakışıklı erkeklerdendi. Hele ikincisinin endamına, teninin pembeliğine ve Vilhelmkâri bıyıklarının menendi yok. Faytonlarına binip her mesireye gelirler, gayet vekarlı vekarlı piyasaya karışırlardı.

    Yalnız, dördüncü Mehmed’in Sadrâzamı, Bağdad’daki muharebelerde 40 yerinden yaralandığı için boynu eğri kalan Mehmet Paşa mı lâkabının patentasını almış? O Fahri Bey’de de vardı. Kendine pozu yakıştırıp daima boynunu bir yana eğer, süksesini kıskanan beyler, iltifatına mazhar olamıyan hanımlar( Boynu eğri bey) diyip dururlardı.

    Bu zat sonraları ferik olmuş, valiliklerde, kumandanlıklarda bulunmuştur. Büyük ağabeysinin gümüşü köşkünde Müşir Fuat Paşa’nın harem takımı yıllarca kira ile oturmuştur.

    İleri doğru yürümekteyiz. Öteden beri Kalamış koyuna, Fenerbahçe’ye bayıldığım “Malûmat” mecmuasındaki bazı yazılarında belirten hatta oraları için:

    Ne şen, ne ruşena bakın şu mevkii münevvere
    Tabiaten fenerdir o, bu nuru dilfırib ile
    Ne tatlı tatlı bus ider deniz lebi lâtifini
    Venüs müdür gelen aceb o kocalarla sahile
    Tülûunun, gurubunun füyuzu aşkı başkadır
    Nevayı nayi üfleten odur zavallı bülbüle

    Diye manzum bir medhiye yazan, Şûrayı Devlet âzasından Nazif Süruri Bey’in nereyi seçip kendine ev bark kurduracağını keşfe, keramet sahipliği lâzım değil.

    Burada, Kalamış koyuna ve Fenerbahçe burnuna karşı bir köşk yaptırtmıştı. Şimdi bu köşk kimindir bilmem. Kara bıyıklı, tıknaz, pek babacan halli bayın biraderi, dokuz on yaşlarında çelimsiz, kuzu gibi mazlum iki oğlan çocukla o havalide gezer, deniz hamamına gelir; soyununca geniş göğsü, şişkin bazuları hürmetlice karnıyla başaltına güreşen pehlivanları andırır, oturaklama denize atlayıverdi mi etraftakileri tepeden tırnağa sırsıklam ederdi.

    O zamanın, o iki mazlum çocuğu bugünün sayılı operetçilerinden Lütfullah Süruri ve Celâl Süruri kardeşlerdir.

    Hemen bitişiğindeki kuleli, kameriyen, arabeskvari köşk Züheyri zade Ahmet Paşa’nındı.

    Paşa Basra eşrafından, mirmiran rütbesi esbabından ve Şûrayı devlet âzasından.

    Bilmem sahi, bilmem yalan; bu köşkün cihannümasındaki dürbünün fevkalâdeliğini anlata anlata bitiremezlerdi. Gözüne ayarladın mı Hayırsız adaların kıyısına kayık çekmiş balıkçılar bile görülür, kaç kişi oldukları bile sayılırmış.

    Paşa mevlâsına kavuştuktan sonra iki kızı Kadıköy yakasına ilk otomobili getirttiler. (Delabay) markalı landaulet’ye yan yana kurulup ortalıkta dolaşırlar, motörün müthiş gürültüsünden araba beygirleri ürküp ürküp dingilleri, makasları kırar; şahlana şahlana koşumları parçalar, içeridekiler kendilerini palaspandıras dışarı atardı.

    Bu köşkü sonra Babı serasker muhasebat dairesi başkâtibi, eski ahbaplarımızdan Şükrü Bey almıştı. Merhumun zekâvet ve fetanetini, inşa ve kitabetteki behresini, hele gayet işlek ve kıvrak rıkasının emsalsizliğini Dairei askeriye ricalinden tasdik etmiyen yoktu.

    Kalamış’ta, koca koca ağaçlar altındaki kûhi gazinoyu, yani düz rakısının ve mastikasının nefisliğile bir vaktin meşhuru, (Vasil’in meygedesi) ni geçiyoruz. Solda, parmaklıklı bahçenin gerisinde şarapçı Auziere’in villâsı vardı.

    Galatasaray karşısında Tiyatro sokağında (Du petit Rouhioıı) lokanta ve birahanesini işleten; frenklerin, tatlı su frenklerinin, Avrupalı kadın ve erkek artistlerin, (Cave)indeki Fransız şaraplarına rağbetlerinden zenginleştikçe zenginleşmiş bir Fransızdı.

    İstanbul’a geldiği vakit beş parasız, ip ip Allah, sivri külahmış. Bir iş tutamazsam nasıl döneceğim, Marsilya’ya kadar vapur navlununu nereden bulacağım diye ispinoz gibi düşünürmüş. Kendisi durmadan para kırar, torunu bir içim su karısı da boyuna fındık kırar dururdu. Abayı yakanlardan bir vezirzadeyi senelerce dertli etmiştir.


    Kalamış caddesi iskelenin hizasını geçtikten sonra hafif bir kıvrıntı yaparak Fenerbahçe’ye doğru dümdüz gider. Buradan Çiftehavuzlar’a sapan yola kadar sol köşe, yani çok sağlam duvarlı ve parmaklıklı arsa, malûm.

    Şimdi tapusunun sermayedar bir kaç kişide olduğu, sahiplerinin yollar açıp arsaları parça parça satacakları söyleniyor.

    Eskiler ve onlardan duyan çok kimseler bilir a, burası vaktile Müşir Fuat Paşa’nındı. Kendimi bildim bileli orada inşaat bitip tükenmez. Bakarsın, içeri kum, kireç, tuğla taşınıyor. Köşk yapılacak, temelleri atılıyor, derler. Ardından yan cephenin nihayetlerinde taktuk, taktuk! Biri Japonkâri, öbürü Çinkâri, kameriye azmanı iki köşk kurulmada.

    Bahçıvanlar duvar kenarlarındaki toprağı haldır huldur beller, çamlar, mazılar, lâvantinler dikerlerken bir taraftan da ameleler toprağa geniş geniş çukurlar kazmada; yamaçlarına çuval çuval çimento yığılmada. Ne o? Sandalla gezilecek havuz; üstüne kaskatlar kurulup şanl şarıl sular akacak.

    Günün birinde, Japonkâri kameriye azmanının payanda direklerine tahta kaplanmadan, köşeleri boynuzlarla sipsivri çatısı örtülür. Çin tarzındakinin de yine aşağısı dımdızlakken mahrutî damının oluklu saçakları konur ve birden bire paydos.

    Ötede müştemilât, uşak odaları, mutfaklar, ahırlar bitmiş, hazır; gelgelelim asıl köşk meydana çıkmaz da çıkmaz.

    Rivayete göre paşacağız önce karar verdiği plânı beğenmeyip başka bir şekle koydurmak için yapılanı yıktırtır, tekrar başlanılanı yine bozdurtur, bu gidişattan ötürü yapı bir türlü ilerlemezmiş.

    Hazretin celâlliği de meşhurdu. Yine rivayete göre bir gün ustalara, ırgatlara fena halde öfkelenmiş. Hafta başı akşamı yevmiyelerini kendi eliyle verecek gibi hepsini karşısına çağırdıktan sonra doğru kuyunun yanını boylamış. Haydi torba torba mecidiyeyi cümbürlop suya.

    — Dibine inin de çıkarın kâratalar, demiş.

    Fuat Paşa’nın cülûs donanmalarında yaptığı (şehrâyin)ler şaşaalı idi. Hele Hünkârın tahta çıkışının 25inci yıldönümünde bir sünnet düğünlüsü olduydu ki İstanbul’da eşine rastlanılmış mıydı acaba?

    İlerisi Fenerbahçe’ye, solu Çiftehavuzlar’a giden yolun köşesinde duralım.

    Çoruklukla Göztepe komşumuz, ve yaşça akranım, şimdi kasaplık hayvan toptancısı Bay Burhan’ın oturduğu köşk yanlama karşımıza düşer.

    40 yıl evvel ihtiyar bir İtalyanındı. Sinyor ak sakallı, pirifani. Larousse lügatini aç, İngiliz tabiiyet âlimi Darwin’in resmine bak, onu görmedim deme. Vücutça daha da düşkün, tirid. Amma şık mı şık. Keben gibi saçı, sakalı gayet itina ile taralı; sırtında gıcır gıcır kostüm. Zemin katındaki taraçasında, hasır koltuğa ayak ayak üstüne atmış, oturur.

    Yanındaki şezlongta da 30 yaşlarında kadar, boylu poslu, dalyan gibi, esmerce, ağzında iki sıra inci, pek edalı tavırlı, gayet sıcak kanlı ve güler yüzlü bir sinyorina.

    O da şıklıktan yana kıl pranga. Üstünde her akşam başka bir tuvalet. Şöyle böyle değil, en ağır kumaşlardan, en yüksek terzilerin dikişi. Sanki ya suvarede, yahut baloda. Sabahları da alacalı bulacalı ipekliden, harçlarla boncuklarla süslü robdöşambr.

    Günahına girmeyin, kimse ile dalaveresi malaveresi yok. Kadın yalnız süse düşkün; iffetlilik hususunda bir adet model.

    Fenerbahçe deniz hamamlarına, piyasalarına gelip gidenlerden çok kimse bunları merak eder, tasaya düşerdi;

    — Bu yonca gibi ağızlı, levent endamlı, şipşirin, cana yakın taze tırahoma mırahoma veremezlerden değil, niçin kocaya varmıyor acaba?

    — Yoksa İtalyada bir nişanlısı mı var da onu bekliyor; gelince evlenecekler…

    — Büyük babacığı gözünün içine bakıyor; o da onu pek seviyor. Kocaya varsa ihtiyar yapayalnız kalacak diye düşünüyordur belki…

    Meğerse pinponun karısı değil mi imiş

    Fenerbahçe yolunun solunda, sokak içlerinde, ilerde Marabet eytamhanesinin arkalarında, bostana varmadan deniz kıyısındaki kimi küçürek küçürek, kimi pek cicili bicili köşkler hep ecnebi villaları idi; Dalyan sokağındakiler de bazı Rum ve Ermeni tüccarlarının daracık mahalle baştan aşağı Frenk, Tatlı su Frengi yatağı. Bir tane Türkün oturduğu vaki değil.

    Gerisingeri dönüp gene Ihlamur’daki Depo’da duralım.

    Solda, set üstündeki beyaz boyalı köşk Kerestecibaşı’nındı. Geçen yazılarımın birinde adı geçen, Zühtü Paşa damadı, Bükreş sefiri Kâzım Bey’in babası. Kendisi çoktan ölmüş, Köşk, veresesinin üzerindeydi.

    Seddin altındaki nalbanda dua eden edene. Sebebi: Fenerbahçe gezintilerine yolu tutan köhne kira arabalarının beygirleri Ihlamur kaldırımından geçerken, şıkırtı başlar.

    Her günkü küllü çörek. Nal düşmüş; çakılması elzem yahut aşınmış veya gevşemiş; kayar edilmesi, çivilenmesi lâzım.

    Arabacı da tutturur, içeridekiler de. Beriki (Hayvanı topal mı edeceğim?), ötekiler (Topal eşekle kervana mı karışacağız, âleme maskara mı olacağız? ) diye.

    Orası nalbant dükkânlığına biçilmiş kaftandı.

    Bu köşkü, Kerestecilerden Hakkı Paşa satın almıştı. 1897 Yunan harbinde fırka kumandanlığı, sonra Şam’da beşinci ordu müşirliği eden zat. Erkânıharblikten yetişme, temiz ahlâklı, kimseye fenalığı dokunmamış bir adam olarak tanınmıştır. Oğlu Haydar beyin sülün gibi yakışıklılığı, ağırbaşlılığını herkes söylerdi.

    Depo’dan Bağdat caddesini tutuyoruz. Köşedekinden sonra ikinci gelen gümüşî boyalı büyük köşkün ilk sahibi Abacıbaşı, sonraki sahibi de Taşçızade Hilmi Bey’di.

    Kibar, nazik, (ahlâkı hamide) sahibi diye anılır bir zatı şerifti.

    İstiklâl harbi savaşımızdan sonra İstanbul polis müdürlüğü ve valiliği eden süvari generali Esat Paşa merhumun kaynatasıdır. Paşa, binbaşılığında bu köşkle güvey girmiş, pek muhteşem düğününü gidip görenler methedip durmuşlardı.

    Buranın hemen hemen karşısındaki köşkü yaptıran istihkâm livalığından mütekait, müteveffa Reşit Paşa’dır. Mektebi Sultani’den mezun ve Mabeyinci Ragıp Paşa ile eski Nazırlardan Osman Nizamî Paşa’nın sınıf arkadaşı olan merhum, Harbiye’den erkânıharb zabitliğile çıkmış; binbaşı, kaymakam, miralaylığında orada uzun zaman (Mimarîi âlî) okutmuş. Meşhur Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın damadıydı. Kaynatasının mimliliğinden ucuz kurtulmuş, yalnız geç rütbe alarak arkadaşları liva ve ferikken yıllarca kaymakamlıkta bocalamıştı.

    Talebeliğinde lâkabı varmış: Barometre Reşit.

    Bunun neden dolayı olduğuna gelince: Yatakta uyanır uyanmaz kendini bir yoklar, sonra parmağını yalayıp pencereden dışarı uzatır, göğe de bir göz gezdirir:

    — Bugün lodos, hava yağmurlayacak!… Bugün poyraz, poyraz amma karayele çevirip kar yağacak!… diye kesip atar, sahiden de her dediği tıpatıp çıkarmış.


    Kızıltoprak’ta, şimdi Depo denilen tramvay durağından ileri doğru yürümüştük.

    Parmaklıklı ön duvarı acayipçe ve tersine kümbet kümbet, kapısının iki kanadı dalına ardına kadar açık, yanı uşaklar ve hizmetkarlara mahsus daireli, bahçesi gayet temiz ve bakımlı, eski sultan saraylarından farkı yalnız kapının bitişiğinde bir kulübe; içinde camadanlı, poturlu, beli tabancalı kapıcı, bahçesinde de harem ağaları görülmeyen köşk eskiden Sabri Bey’indi.

    Ona esbak Maliye Nazırı derlerdi. Galiba o mevkide teşehhüt miktarı bulunmuş ama, hangi tarihte, hangi sadrazamın kabinesinde, o ciheti bilene hiç rastlanmazdı. Nazırlığından sonra emsali misillü valiliğe maliliğe Şurayı Devlet azalığına mazalığına atlatıldığından da kimseler haberdar değildi; hatta civarlılarından ne yüzünü görenler vardı, ne de şekil ve şemalini bilenler. Adeta muammamsı bir zat. Menkûb falan mıydı acaba? Ama zannetmiyorum.

    Şimdi bu köşkte Bay Naci Moralı oturuyor. Bay Naci’nin eşi Mısırlı prenses fakat kendisinin de kişizade olduğunu unutmayalım. Pederi Mora eşrafından İbrahim Paşa zade Ali Bey, validesi de ora hanedanından Celal Bey’in kızıdır. Bahçe kapısından eski Orozdibak’ın, yani şimdi Yerli Mallar Merkezi olacak binanın karşısında meşhur Celal Bey Hanı vardır ya; işte onun ve daha birçok emlak ve akarın sahibi olan zat.

    1877’deki Rus harbinde seril sefil İstanbul’a sığınan Rumelili muhacirlerden yüzlercesini bu handa barındırıp kendi kesesinden yedirmiş, içirmiş, dualarını almış.

    Biraz ötede, Kalamış İskelesi’ne giden bir ara yol gelir. Oraya şimdi Tevfik Paşa Sokağı deniliyor. Köşeden bir evvelki köşkün sahibi Vidinli Tevfik Paşa’dan ötürü bu ad takılmış. Paşa’nın kışlık sokağı Şehzadebaşı sebilinin karşısına düşen Fevziye Caddesi’ndeydi. Bugün talebe yurdu olan büyük, ahşap binadır.

    Hazret, eski riyaziyecilerimizden 1860’da Harbiye’den erkânıharb yüzbaşısı çıkmış. Miralay iken, orduya kabul edilen Martini Henry tüfeklerinin yapılmasına nezaret için Amerika’ya gönderilmiş; ferik rütbesiyle dönmüş. Bir müddet Washington’da elçiliği, Maliye ve Ticaret Nafia Nazırlıklıklar, riyaziyeye dair bazı kitapları vardır. “Hesabı Müsenna” başlığıyla İngilizce bastırdığı eseri çok şöhret bulmuş.

    İstanbul’un parmakla gösterilen “Riyazii Şehir”i babalarımızın talebeliğinde o merhum, bizim talebeliğimizde de Salih Zeki Bey’di.

    Rakama dair bir bahis açılınca mutlaka ikisinin adı öne sürülür, yaşlılar “Vidinli sağ olsaydı onu rahle-i tedrisine alıp senelerce okuturdu”yu basarlar; gençler de “Hayır, mümkün değil; ilmin, fennin her ciheti terakki etti. Salih Zeki Bey Paşa’yı önüne oturtup daha nice bilmediklerini öğretirdi”yi yapıştırırlardı.

    Abdülhamid’in bu zatı iki kere Maliye Nazırı yapışındaki aklına bakın. Hesabın en incesini, Tamamîleri, Tefazulileri, İhtimalileri, su gibi yutmuş a; güya hazinenin iradını masrafını denkleştirecek; tam takır vela bakırlığını giderecek. Yine ayvaz kasap, hep bir hesap olduğunu görünce, ikisinde de adamcağızı birkaç ay sonra nazırlıktan çekivermiş.

    Kalamış’a sapan yolun, öbür köşesindeki evi geçtik. Daha ötekinin önünde duralım:

    1908 yılı sıralarında bütün dünyada bir Modern Style veya Art Nouveau modası türemişti. Bina yapısından tut, mobilye, dekoratif resimler, biblolar, mücevherler, hatta lavanta şişelerine kadar. Bu salgın İstanbul’a da yayılmış, yeni köşklerin ekserisi bu stile benzetilmişti.

    İşte karşınızda, çatısının yanları kesik, saçakları, pencere pervazları balkon parmaklıkları bu tarzda bir köşk. Babıseraskeri muhasebat dairesi İkinci Şube Müdür Muavini Rıfat Bey’indi.

    Yapılırken, o vakte kadar hiçbir hususi yapıda görülmedik bir başkalıkla karşılaşıldı. Küt küt küt küt! Boyuna sesler. Bahçeye konan motorla doğrama işleri başarılıyor. Tahtalar kesiliyor, biçiliyor, rendeleniyor; bir çırpıda çıkarılıyor.

    Bağdat Caddesi’nden geçen araba beygirleri, hatta tentelilerin en lagarları oraya gelince gürültüden gemi azıya alarak küheylanlaşırdı. Komşuların ukalaları “Semtimizin tadı, tuzu kaçtı. Sabahtan akşama kadar ne baş kalıyor, ne beyin!” diye mırıldanıp durdular.

    Rıfat Bey merhum pek zeki, uyanık, ehli keyif, şeker gibi bir adamdı. Gayet de güçlü kuvvetlilerden. Sinir hekimlerinde senelerden sonra bulunan pençenin kuvvetini gösterici “Evraka” adlı demir mengeneyi altmışına merdiven dayamış yaşta, avucuna alıp bir sıktı mı ibreyi sonuna kadar, yani pehlivan harcı 80 numaraya kadar yürütüverirdi. Galatasaray’dan aziz arkadaşım, o vaktin sayılı idmancısı ve jimnastikçilerinden 333 Şevki’nin ve Pera Palas karşısında “Ege” spor eşyası mağazasnı işleten Süreyya biraderimizin babasıdır.

    Fenerbahçe’ye kol salan demiryoluna geldik. Hattın sağındaki tahini boyalı köşk Divrikli Hafız Paşa’nındır.

    Abdülaziz devrinde, büyük şehzade Yusuf İzzettin on beş on altısında hayal oyunundaki göstermelik kabilinden Birinci Hassa Ordusu Müşiri iken, Paşa ordunun meclis reisi imiş. Amiri Müşir Efendi onu pek sever, hatırını sayarmış. Rivayete göre bu binanın planını o beğenip seçmiş.

    Hafız Paşa zae Nail Bey Limni Adası’nda mutasarrıftı. Şimdi Ankara’da müteahhitlik yapan oğlu Bay Hüsnü Nail 40 yıl evvelin pek yakışıklı delikanlılarındandı. Seyir yerlerindeki bütün hoppa hanımlar suyuna tirit. Sonra bisiklet şampiyonuydu. Bu işin erbabıydı. “Kısa mesafelerde herkesi geride bırakıp derhal geçer; gel gelelim yol uzadı mı yorulup şişer” derlerdi. Daha sonra yaman kemençecilerden. Kemençeyi dizine dayasın, yayı eline alsın; sırasında yanık yanık sırasında kıvrak kıvrak nağmelerini dinle. Anastaş, Vasili falan geç, haza Tamburi ve Kemençevi Cemil Bey.

    İleriye, Bağdat Caddesi’ne devam etmeden sola kıvrılıp bir boy Feneryolu istasyonunu tutalım.

    Biraz git, hatta var. Sol köşedeki köşk Hacı Bekir zade Ali Muhiddin Bey biraderimiz çocukluğunu, ilk gençlik çağlarını orada geçirmiş, İstanbul’un gezme tozma alemlerine orada kanat alıştırmıştır.

    Devre devre yağız, doru, bakla kırı kadanaları; viktorya, bato, brik faytonları yeniler; her yenileyişte evvelkinden üstünü peyler. Arabanın içine oturdu mu veya beygirlerin dizginlerini eline alıp tırısı tutturdu mu da bazıları gibi İngiliz tabancası gibi kurum kurum kurulmaz, ermeni gelini kırım kırım kırıtmaz; dostuna düşman gibi bakış, görmemezliğe geliş, kuru selamı esirgeyiş gibi cihetlere hiç yanaşmaz; tanıdıklarından en mütevazi hallilere bile güler yüzle temennah eder, hülasa kibarlığına parmak ısırtırdı vesselam.

    O zamanlar, her şimendifer istasyonunda, adın Türkçesiyle beraber Frenkçesi de yazılı, Feneryolu’nunkinde şu ecel acayip kelime: Bifurcation, yani ikiye ayrılan yol.

    Buradan demiryolunun karşı tarafına geç, sağa dön; saray kılıklı yüksek duvarlar ve ağaçlar arasında, dışarıdan görülmeyen fakat berhaneliği besbelli bir bina göze çarpar.

    Mısır fevkalade komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın köşküdür. Mal sahibi ayda bin lira maaşla Mısır’da adeta sürgün, başka diyara adım attırılmazdı. Küçük Sait Paşa hatıratında yazar:

    Gecenin birinde Yıldız’dan konağına koşturulan bir mabeyinci gayet mühim ve müstacel bir tahrirat getiriyor. Muhtar Paşa tebdilihava diye Avrupa’yı boylamış. Etekleri fena tutuşan hünkar akıl danışmada: “Ne yapsak acaba? Adamı Kahire’ye nasıl çevirsek?”

    İhtiyar yolda hastalanmış. Stokholm’ün bir hastanesinde yatak, döşek serilmiş; inanan yok. Abdülhamit’teki kanaat şu: “Temaruz ederek yoksa dolap mı çeviriyor?”

    Ricalden ve tanıdıklarımızdan mutaassıp bir zat 1877’deki Rus Harbi’nde müşir Muhtar Paşa ile beraber bulunduğunu, onun sofuluğunu, namazını, niyazını, orucunu, ömründe ağzına içkinin damlasını koymadığını söyler durur, üstüne toz kondurmazdı. Bizzat bu zat anlatırken işittim. Meşrutiyetten sonra İstanbul’a gelen; nice yıllardır görmediği, görüşmediği Paşa’yı yoklamaya bu köşke gidiyor. Hoşbeşten sonra akşam yemeğine alıkonuyor. Hava karardığı sular salona bir uşak girmiş. Elinde tepsi, üstünde kadehler dizili. Ev sahibi “Sen de aperatif alsana a birader! Tıbbın tavsiye ettiği münebbihler içinde en makulü budur, rakıdır!” diyerek kadehin birini susuz muşuz dikip ikincisini de önündeki sigara sehpasına koymaz mı?

    Tanıdık zatı şerifin o anda sanki tepesinden aşağı kaynar sular boşanmış.

    Sermet Muhtar Alus

  • 1936 Berlin Olimpiyatları

    1936 Berlin Olimpiyatları

    Geçende birileri Twitter’da “Türk milli futbol takımı 1936 Berlin olimpiyatları esnasında Nazi selamı veriyor” altyazısıyla bir fotoğraf paylaştı. Türklere “Nazi” atfı yapmayı pek seven (veya bunu çok da sakıncalı görmeyen) başka birileri de üzerine atladılar ve yayıldıkça yayıldı.

    Mikrofonu orada olan birine, Burhan Felek‘e bırakalım ve işin doğrusunu öğrenelim. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    1936 Berlin Olimpiyatları

    Bu yazımda size sporculuk hayatımın en dramatik safhalarını hikâye edeceğim. Ben yazarken hâlâ isyan ediyorum, siz okurken ne hissedersiniz? Bilemem.

    1936 seneleri başlarında Ankara’da toplanan bir “Türk Spor Kurumu” kongresinde bugünkü devletçilik durumunun ilk adımı olarak spor teşkilâtını Halk Partisi’ne kattılar. Frenkçe “Incorporé” ettiler. Böylece en ziyade beni çekemeyen Ankaralı dost ve arkadaşlarımca yüreğim yaralandı. Hemen hemen diğer arkadaşlarımın hepsi Türk Spor Kurumu’ndakı yerlerini muhafaza ettiler, ben seçilemedim.

    Unutmadan söyleyeyim. “Türkiye İdman Cemiyeti İttifakı” ismini de “Türk Spor Kurumu” olarak bu kongrede değiştirdiler. Böylece her şey, benim rakip dostlarımın istedikleri şekilde gelişti. Hatta bu zatlar, bilmem ne nam ile bu amatör teşkilâttaki vazifelerinden dolayı kendilerine aylık bile bağlattılar.

    Ben 1936 olimpiyatlarına sadece gazeteci olarak ve kendi paramla gittim. Sanırım Tan gazetesi namına gittim. Patronlarından biri merhum Halil Lütfü Bey’di. Ömer Besim merhum da galiba Cumhuriyet adına gazeteci olarak gelmişti. Neyse, ben Berlin Olimpiyatları’nda gazeteci olarak itibar gördüm. Gerçi Milli Olimpiyat Komitesi umumî katipliğine CHP’ce tayin edilmiş olan arkadaşımız bana gazeteci kartı vermek istemedi ama sonradan razı olmuştu.

    Berlin Olimpiyatları, Hitler için Alman ırkının üstünlüğünü ispat maksadı ile tertip edilmiş muazzam bir gösteriydi. Şimdiye kadar 6 olimpiyatta bulundum. Hiç biri 1936 Berlin Olimpiyatları’nın intizam ve azametine erişemez. Belki, sportif neticeler bakımından, müsabaka ve ölçü âletleri, stilleri bakımından daha sonra teknik ilerlemeler oldu ama 110 bin kişinin bir asker gibi muntazam şekilde birleştirildiği bu derece saat gibi işleyen olimpiyata rastlayamadım. Hitler bu olimpiyatlarda büyük hayal kırıklığına uğradı. Düşman olduğu renkli insanlar, yani Zenciler aslan gibi güzel ve kabiliyetli. Alman gençlerini mağlûp ettiler. Bunların başında meşhur sürat koşucusu ve uzun atlayıcı Amerikalı siyahi Owens gelir.

    Gazeteci olarak bizim yerimiz Hitler’in locasının tam arkasındaydı ve olduğumuz yerden Hitler’in bütün harekâtını görebiliyordum. Bir kere bu adama şundan dolayı kızdım: Bildiğiniz gibi olimpiyatları devlet başkanları açar. Beynelmilel olimpiyat komitesi başkanı da yanında bulunur. O zaman bu komitenin başkanı, sanırım Fransız asilzadelerinden Kont Baillot Latour adında bir zattı. Hitler stadyuma bu zatın refakatinde, fakat ayağında çizme, sırtında SS general kılığıyla girdi. Girer girmez önce Alman marşı, sonra adı “Hors Wessel” olan Nazi marşı çalındı. Herkes bu marşları sağ elleri Nazi selamı gibi ileri uzanmış olarak dinledi. Yalnız Türkler ellerini kaldırmadı. Oraya giderken hükümet, Nazi selamı yapmamamızı bizlere sıkı sıkıya tembih etmişti. Almanlar buna belki içerlemişlerdir ama ses çıkaramadılar.

    Müsabakalar hakikatte, Almanlar’la Amerikalılar arasında bir mücadeleydi. Çok kıymetli Alman atletleri vardı. Fakat Amerikalılar da kuvvetliydiler. Ben bu olimpiyatlardan iki müsabakayı hiç unutamam. Birisi uzun atlamaydı. Elene elene finale bir Alman genci ile bir de Amerikalı zenci Owens kalmışlardı. Herkes üç defa atlar ya. Alman üçüncü atlayışında 7.90 metrenin üstünde bir atlayış yaptı. Bu mesafe o gün için fevkalâdeydi. Stadyum kalktı kalktı oturdu Sıra zenciye geldi. Sevimli arap hız alma sahasının başında, namazda rükûa varır gibi ellerini dizine dayayıp koşacağı piste bir baktı, ondan sonra ok gibi fırladı. Atlamayı muntazam yaptı. Ne kadar atladığına bakmadan, Alman rakibinin elini sıktı, çekildi. Hâlâ hatırımdadır 8 metre 3 santim atlamış ve Alman’ı geçmişti. Stadyum alkışlamadı desem yanlış söylemiş olurum. Alman olmayanlar, belki de Almanlar bu siyah adamı alkışladılar.

    İkinci unutamadığım şey, Almanlar’ın 4×100 kız takımının uğradığı felâket olmuştu. Gerçekten bu takım dünya çapında hazırlanmış ve bu müsabakayı kazanması kuvvetle muhtemel bir takımdı. Yarış başladı, Almanlar yarışı Amerikalı kızların önünde götürüyorlardı. Bayrak değişmesinde fevkalâde muntazam bayan Alman takımının üçüncü kızı sol eliyle kendinden evvel koşan arkadaşından aldığı bayrağı sağ eline geçirirken yere düşüvermez mi? Kız düşen bayrağı eğilip aldı, ama Amerikalılar geçip gittiler. Bu kız orada intihar etmediyse hayatından büyük kısmını harcayacak kadar üzüldü, saçlarını yoldu, ağladı. Alıp içeri götürdüler.

    Berlin’den döndük. Ben gazeteci olarak rahatça olan biteni yazabiliyordum. İşin acayip tarafı, bu olimpiyatlara iştirak eden “Türk Spor Kurumu” mensuplarının falsolarını, bazı yakışıksız hareketlerini, bu kurumun ikinci başkanı merhum Necati Bey’in ya eniştesi, ya kayınbiraderi olan Bayezit mebusu Halit Bey bana bildiriyordu. Bu neşriyat bana pahalıya patladı. Bilmiyorum hangi sebep ve salahiyetle beni Türk spor camiasından tardettiler. Ne acayip şey değil mi? Benim Türklüğümü kimse elimden alamaz, sporculuğumu da inkâr edemezdi. Buna rağmen Türk spor camiası denilen mevhum zümreden ben kovuldum.

    Bu kararı bana rahmetli Adnan Menderes, imzasıyla bildirmişti. İtiraz ettim. Bunun manası nedir diye o zaman Yüksek Haysiyet Divanı reisi ve Eskişehir mebusu Atıf Bey’e mektuplar yazdım. Hiçbiri ne yapılanı, ne yapılacağını biliyordu. O devir, kına gecesi gibi dostların yiyip-içip eğlendiği’ bir kapalı devir olarak geçti. Bu ebedî boykot Beden Terbiyesi Kanunu çıkıp da, ilk umum müdür merhum Cemil Taner Paşa beni İstişare Heyeti’ne alıncaya kadar devam etti. Sonradan bunu neden yaptığını merhum Adnan Bey’e sorduğum zaman bana, “Biz seni o zaman iyi tanımıyorduk” diye cevap vermişti. ‘ Unutmayalım ki, bu boykot benim için tek menkûpluk olmadı. Merhum Tevfik İleri Bey zamanında da beni tekrar boykot edip spor camiasından kovdular. Ben kendilerini affettim. Cümlesine rahmet olsun!

    Burhan Felek | Taha Toros Arşivi (1936 Berlin Olimpiyatları)

  • Fotoğrafçı Ferit İbrahim

    Fotoğrafçı Ferit İbrahim

    Türk sporunun efsane dergileri İdman ve Spor Alemi’nde bol bol fotoğrafına denk geldiğimiz Fotoğrafçı Ferit İbrahim Bey ile ilgili teferruatlı bir Taha Toros yazısı. Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fotoğrafçı Ferit İbrahim

    Batıdan bize gelen fotoğrafın öyküsü, hayli değişik.

    “Gâvur icadı” dışlaması ile bu mesleğe Müslümanların pek yaklaşamaması yüzünden, ilk dönemlerde, üç ayaklı sehpa, gayrimüslimlerin elinde kaldı. Hatta objektifin karşısına çıkmakta bile Müslüman kökenliler, gayrimüslimlere göre azınlıktaydılar.

    Ne zamandan beri, fotoğrafın Türkiye’ye gelişiyle ilgili bir tarihçe hazırlamayı kurardım. Hatta geçtiğimiz yıllarda, bunun başlığını bile şöyle tasarlıyordum: Fotoğrafçılık Tarihimize Giriş

    Fotoğrafın Türkiye’ye nasıl girdiğini, daha sonra Abdullah Frerler ailesine nasıl geçtiğini yansıtarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun eski vilayet merkezlerindeki ilk fotoğrafçıları -tespit edebildiğim kadarıyla- eserlerinden de örnekler vererek, kitaplaştıracağım.

    Ne var ki, diğer kültür, sanat ve tarih konularındaki araştırmalarımız, son yıllarda, çok ağır bastı. Bu sebeple konu ikinci, hatta üçüncü plana itildi.

    Bu alanda araştırma yapan ve yayınlarını sergileyenleri gördükçe, önemli bir boşluğun doldurulma gayretlerine, seviniyorum. Örnek olarak, titiz bir çalışma ürünü olan, Engin Çizgen’in Photography in The Ottoman Empire adlı kitabı bunlar arasında bulunuyor. Her ne kadar kitapta ilk taşra fotoğrafhanelerinin tamamı yer almış olmasa bile, bu kadarıyla da konunun yansıtılması yeterlidir. Bu bakımdan Çizgen’in eseri dört başı mamur denilebilecek niteliktedir.

    Fotoğrafçılık sanatı bugün, televizyon gibi, renkliliği, değişikliği ile dünyayı sarmış durumdadır. Ülkemiz, bu ilerlemede milletlerarası şöhretlere de sahiptir. Türkiye’yi batıda, batı ve doğuyu Türkiye’de bütün yönleriyle yansıtan üstün nitelikli fotoğraf sanatçılarımız var. Objektifte çağın gerisinde değiliz.

    Sözü uzatmadan, “Türk Fotoğrafçılık Tarihine Giriş” adlı notlarım arasından seçtiğim Ferit İbrahim’i tanıtarak, hatırasını canlandırmaya çalışacağım.

    Ferit İbrahim’i şu açıdan seçmiş bulunuyorum. O, ülkemizde ilk Türk fotoğrafhanesini açanlar arasında yer alması, Meşrutiyet yıllarının ilk Türk fotomuhabiri olması ve ilk sinema operatörlüğünü üstlenmesiyle, fotoğrafçılık tarihimizin unutulmaz bir simgesi ve simasıdır.

    Bundan önceki fotoğrafhanelerin hepsi gayrimüslimlerin elindeydi. Fotoğrafçılık mesleği âdeta, onlara tahsis edilmişti. Bu inanışı ilk kıran Kandiyeli Bahaeddin, ardından Ferit İbrahim oldu. Ferit İbrahim, Beyoğlu’nda ilk fotoğrafhane açan Türk’tür.

    Ferit İbrahim’den Önceki Fotoğraf Dostları

    19. asrın sonlarına doğru, fotoğraf makinelerini kullanan, evlerinde karanlık odalar kuran hayli kişiler olduğu gibi, fotoğrafçılık yapmayıp da kalemleriyle bu mesleğin tanıtılmasına ve geliştirilmesine hizmet etmiş bazı aydın kişiler vardır. Mehmet Arif, Kadri, Aziz Hüdai bunlar arasındadır. Bu türden yayınlara Ali Sami Bey de katılmıştır. Ancak Ali Sami Bey, uzunca bir dönemin ünlü fotoğrafçısı olarak tanınmıştır.

    Ali Sami Bey, sarayın fotoğrafçısıydı. Sultan Abdülhamid’in hem yaveri, hem fotoğrafçısıydı. Binbaşılık rütbesinden albaylığa kadar sarayda çalıştı. Dönemin tüm meşhurlarının fotoğraflarını çekti. Bahriye Nezaretinin, Darülacezenin fotoğrafçılığını, Harbiye mektebinin fotoğraf hocalığını yaptı. Meşrutiyet sonrası rütbesi Binbaşılığa indirildi. Ali Sami Beyin gazeteciliği de vardır. Balıkesir’de “Adalet” adında bir gazete yayınlamıştır. Millî Mücadelenin sonunda İzmir’de Divan-ı Harb’e verilmiştir.

    Yukarıda kendisinden bahsettiğimiz Ali Sami’den başka Yıldız Sarayında fotoğrafçı olarak bir Türk daha vardır. Aynı zamanda ressam olan Ahmet Rıfat Bey, mühendisti. Albay rütbesiyle bu görevde bulunduğunu eski kaynaklardan öğreniyoruz. Ahmet Rıfat Bey, 1890 yıllarında bu görevdeydi.

    Yıldız Sarayı’nın müdavimlerinden ve gayrimüslimlerden ressam bir fotoğrafçıya da eski kayıtlarda rastlıyoruz. Bordi adında, muhtemelen, bir levantendir. 1894 yılının Mayıs ve Haziran aylarında, Yıldız Sarayı ziyaretçileri arasında bulunuyor. Ama bugün elimizde ne bir fotoğrafı, ne de biyografisi vardır.

    Eski Devlet Adamlarında Fotoğraf Tutkusu

    Sultan Hamit döneminin kültür ve sanata eğilimli sadrazamlarından olan Cevat Paşa (1850-1900) -öyle sanıyorum ki- devlet adamları içerisinde, fotoğrafçılık tutkusu önde gelen bir kişidir. Cevat Paşa’nın güzel sanatlara ve tarihimize büyük ölçüde hizmeti dokunmuştur. Vilayet binasının arkasındaki eski arşiv, onun eseri olduğu gibi, bugünkü arkeoloji müzesinin geçmişteki gelişmesinde de büyük himmeti olmuştur. Hatta bu müzenin kütüphanesindeki değerli kitaplık ve bunların içerisinde bulunan kitaplar ile dergilerin çoğu Cevat Paşa’nın armağanıdır. O, Yıldız’daki Çini fabrikasının da kurucusu sayılır. Geniş sanat ve tarih kültürü ile yaşamış olan Cevat Paşa’nın bu alanda yayınlanmış eserleri de bulunmaktadır.

    Cevat Paşa’nın Nişantaşı’ndaki konağında fotoğraf atölyesini gören ve İstanbul’u bütün yönleri ile geçmişte, yansıtmış bulunan merhum yazarımız Sermet Muhtar Bey, onun büyük laboratuvarında ve atölyesinde bulunan 15 çeşit fotoğraf makinesinden söz eder. Bütün raflarda bulunan aletleri ve fotoğrafların banyosunda kullanılan şişeler dolusu ilaçları agrandisman fotoğrafların duvardaki asılı görüntülerini, tatlı üslubu ile anlatır.

    Bu devlet adamından başka, Nâfia Nâzırlığı’na kadar yükselmiş İstanbul Şehreminliği’ni (Belediye Başkanlığını) yapmış ve bugünkü duruma göre, Teknik Üniversite Rektörlüğüne denk sayılabilecek olan Mühendis Mektebi müdürlüğünde bulunmuş olan Yusuf Râzi Bey’de, çeşitli fotoğraf makinaları kullanan, evinde karanlık odası bulunan, Avrupa’nın büyük dergilerinin foto muhabirliğini yapan ilkler arasındadır. Yusuf Râzi Bey’in eskimiş bazı negatif camları ile Sabah Juvalye’nin pörsümüş camları, vaktiyle, iki sandık içerisinde, benim arşivime intikal etmişse de zaman aşımı yüzünden, hiçbirinin kullanılmasında, müspet sonuç alınamamıştır. Ancak Yusuf Râzi Bey’in rahmetli kızı Leylâ Hanım bana, babasının çekmiş olduğu İstanbul’a ait bazı manzaraları hediye etmiştir.

    Bu arada ünlü edebiyatçımız Recaizade Mahmut Ekrem Bey’in de ressamlığı ve fotoğrafçılığı bilinmektedir. Mahmut Ekrem Bey’de evinde küçük bir fotoğraf laboratuvarı kurmuştur.

    Hariciye nezareti müdürlerinden Neyir Bey ile Nuri Bey’de fotoğraf makinesi kullanan ilk diplomatlarımızdandır. Çocukluğundan beri fırçası ile birlikte fotoğraf makinesini kullanan ve 95 yaşına kadar kültür ve sanat çalışmaları içerisinde ömrünü sürdürmüş bulunan Celal Esat Bey de bu mesleğin aşıkları arasında yer alır. Ne var ki, bu konuda, küçük bir broşür hazırlamakla yetinmiştir.

    Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında içişleri Bakanlığı yapan Mehmet Cemil (Uybadın) de, yakın tarihimizde, fotoğrafçılığını ölümüne kadar sürdürmüş olan bir devlet adamıdır. Ama fotoğrafçılığı meslek olarak üstlenip 1908 Meşrutiyetinin hür havası ve heyecanı ile yaşamış bulunan ve kamuya yönelik fotoğrafhaneler açan Türkler arasında Bahattin Rami Bey ile Ferit İbrahim Özgürar ilkler arasında bulunmaktadır. Ferit İbrahim Bey 71 yıllık ömrünün 53 yılını fotoğrafçılığa harcayan tek Türk sanatkârı olarak fotoğrafçılık tarihimizde bir rekor kırmıştır.

    Ferit İbrahim’den Önce Bir Fotoğrafçı Aile

    Osmanlı imparatorluğu döneminde Türk fotoğrafhaneleri Selanik, İzmir gibi büyük şehirlerde açıldı.

    İstanbul’da Ferit İbrahim’den önce, Girit’ten gelen ve oradaki “Kandiye” fotoğrafhanesini kuran bir fotoğrafçı aile bulunuyor. Girit’te fotoğrafçılık yaptığı sırada da “Bahattin Baritaki” olan Bahattin Bey, önce İzmir’de fotoğrafçılığa başladı. Daha sonra “Resne Fotoğrafhanesi” aynı aileden Hamza Rüstem Bey’e devrederek İstanbul’a geldi, ilk fotoğrafhanesini “Bahattin Rahmizade” adı altında, Cağaloğlu yokuşunda 59 numarada açtı. Birkaç yıl sonra atölyesini, Bâb-ı Âli caddesinde 15 numaraya nakletti. Burada “Rahmizade Bahattin” olarak mesleğini sürdürdü. Soyadı kanunundan sonra “Bahattin Nezir”e dönüşen bu ad, fotoğrafçılık tarihimizin önemli temel taşlarından biridir.

    Bu aileden yetişenler, yıllarca Türkiye’nin değişik yerlerinde mesleklerini sürdürdüler. Son yıllarda mesleğinden emekli olan ve ailenin en kıdemlilerinden bulunan Necati Bey, babasından kalan ve yıllarca yönettiği Kandiye Fotoğrafhanesi’ni, oğlu Şükrü Bey’e devretmiştir.

    İlk Kadın Fotoğrafçılarımız

    İlk kadın şairlerimiz (1934), ilk kadın ressamlarımız (1988) gibi, edebiyat ve sanat ağırlıklı kitaplarımı ve yıllar öncesi televizyondaki “Mesleklerinde ilk Kadınlarla” ilgili metni benim hazırladığımı bilenler -rastladıkça- “İlk kadın fotoğrafçılarımız var mıdır?” diye sormaktadır.

    Tespitlerimize göre -Saltanat döneminin son yıllarına doğru- “Türk hanımlar fotoğrafhanesi” sahibi Naciye Hanımı, ilk kadın fotoğrafçımız olarak kabul edebiliriz.

    Kadınların, erkekler tarafından fotoğraflarının çekilmesini hoş görmeyenlerin çoğunlukta olduğu bir dönemde buna bir alternatif sağlayan Naciye Hanım’ın zekâsını takdir etmeliyiz.

    Diğer bir kadın fotoğrafçımız Adviye Hanım’dır. Kandiye şehrinden İzmir’e, oradan İstanbul’a, bir kolu da Bodrum, Fethiye, hatta İzmit ve Adapazarı’na kadar yayılan ünlü bir fotoğrafçı aileye mensup olan Adviye Hanım da ilk kadın fotoğrafçılarımız arasında yer almaktadır. Ancak, bunlardan önceliğin hangisinde olduğunu, henüz belirlemiş değiliz.

    Ferit İbrahim’in Kısa Biyografisi

    Ferit İbrahim Bey, asker kökenli tarihî bir ailenin soyundan geliyor. Babası Ayaşlı Miralay (Albay) İbrahim Bey’dir. Bu İbrahim Bey, Arnavutluktaki “Bar” kalesinin fâtihi ve kumandanı olarak, askerlik tarihimizde yer almış bir gazi.

    Ferit İbrahim’in annesi Asiye Hanım, İstanbul’un tanınmış bir ailesine mensup. Ferit İbrahim, 1882 yılında, Üsküdar’da doğdu. Babası İbrahim Bey’in Şam askerî ve mülkî kaymakamı iken erken ölümü üzerine, küçük yaşta yetim kaldı.

    Üsküdar idadisini bitirdikten sonra bir müddet Mülkiye’ye devam etti. Sonra hukuk eğitimi gördü. Hatta hukuktan doktora tezi hazırladı.

    Ferit İbrahim’in ilk resmî görevi Şuraı Devlet (Danıştay) âzâ mülazimliği (Üye yardımcılığıdır. Ne var ki fırçaya olan tutkusu, fotoğrafa olan sevgisi, musikiye olan aşkı onu devlet kapısından kopardı. Gönlünde taht kuran, güzel sanatların çekiciliği çocuk yaşta annesinin armağanı ile hayatının yönünü değiştirdi.

    Fotoğrafçılığa İlk Adım

    Ferit İbrahim’in fotoğraf sanatına yönelişine annesi Asiye Hanım etken oldu. Babasız olarak onu büyüten bu aydın kadın, oğlunun okuldaki başarısını satın aldığı bir fotoğraf makinası ile ödüllendirdi. Ferit İbrahim bu aletle 16 yaşında iken, 1898 yılında, düşlediği bir ortama karıştı.

    Bu sihirli mesleğin modern akışını yakından izlemek, bilgilerini güçlendirmek amacı ile yabancı ülkelerden dergiler ve kitaplar getirtti. Fotoğrafçılıkta çağa ayak uydurmaya çalıştı. Batı anlamında fotoğraflar çekti. Çektiği fotoğraflar Meşrutiyet döneminin ünlü kültür dergilerinde Şehbal, Resimli Kitap, Yeni Gazete de yayınlandı. Hatta bazı fotoğrafları Avrupa dergilerinde yer aldı. Bu açıdan, ülkemizde, ilk Türk foto muhabiri olarak tanındı.

    Meşrutiyet yıllarının ilk Türk fotoğrafçısı, sinema operatörü ve foto muhabirliği ile siyaset ve kültür çevrelerinde ün yapan Ferit İbrahim, önemli bir boşluğu doldurmak ve yanlış bir inanışı kökünden kazımak için bir Türk olarak, mesleğini atölye açmak suretiyle sürdürmek istedi. Bu amaçla evindeki atölyesini, şehrin göbeğindeki bir semte taşıyıp, herkese açık, bir fotoğrafhane kurdu.

    Trablusgarp ve Balkan savaşları sona ererken Ferit İbrahim Bey, Sirkeci’de Büyük Postane karşısında, ilk fotoğrafhanesini açtı. Yalnız Ferit İbrahim’den evvel Cağaloğlu yokuşunda 59 Numarada Bahattin Rahmizade’nin fotoğrafhanesi mevcuttu. Onun atölyesinde çalışanların çoğu azınlıklardan oluşuyordu. Ama bu fotoğrafhane, İstanbul semtinin -Girit’in Kandiye şehrinden gelen- bir Türk ailesinin kuruluşu idi.

    Ferit İbrahim Bey’den sonradır ki, İstanbul semtinde birer ikişer Türk fotoğrafhaneleri açıldı. Bunların en fazla tanınanı 1. Dünya savaşının son yıllarında “Ahmet Necati Fotoğrafhanesi” idi.

    Ferit İbrahim Bey yukarıda sözünü ettiğimiz, Büyük Postane karşısındaki fotoğrafhanesini -Galiçya savaşına katılmak üzere ve orada ordu fotoğrafçılığı yapmak için bulunduğu dönemde- kapattı. 1919 senesinde, tüm fotoğrafhanelerin gayrimüslimler elinde bulunduğu, Beyoğlu’na nakletti. Aslında Ferit İbrahim, Beyoğlu’nda ilk Türk fotoğrafhanesini açmakla kendisine iyi bir isim yapmış oldu. Beyoğlu’ndaki ilk fotoğrafhanesi, bugünkü “Olgunlaşma”nın bulunduğu bina idi. Sonradan atölyesini, caddenin karşı tarafındaki, Lâle sinemasının üstüne nakletti.

    Bu arada Ferit İbrahim Bey, Beyoğlu’ndaki atölyesini -bir müddet için- kapalı tuttu; çünkü 1925 yılında Ankara’ya çağrılmış ve Çankaya’nın fotoğrafçısı olmuştur. Ankara’da geçirdiği bir yılı aşan hizmeti sonunda, tekrar Beyoğlu’na döndü ve fotoğrafhanesini yönetmeye başladı.

    Lale sineması sitesinde yıllarca sürdürdüğü fotoğrafçılığını, yaşlılığının verdiği yorgunlukla, Kadıköy semtinde sürdürdü. Ferit İbrahim, Kadıköy’deki atölyesini sürdürdüğü sırada vefat etti. Yarım asırlık arşivi, özellikle Atatürk’ün yanında bulunduğu günlerde ürettiği yüzlerce negatif ve tarihî camlar, büyük bir öksüzlük içerisinde, geçmişle ilişkilerini kestiler.

    4. ve son eşi, Rum asıllı Fifi bunları tasfiye ederek Türkiye’den ayrıldı ve Yunanistan’a gitti.

    Ferit İbrahim Bey’in Kurduğu Fotoğraf Kulübü

    Ferit İbrahim Bey, toplumcu bir adamdır. Fotoğrafçılığın Türkiye’de gelişmesini sağlamak için, bazı arkadaşları ile ve 1908 Meşrutiyetinin ülkeye getirdiği taptaze bir hava içinde, bir dernek kurulmasına ön ayak oldu.

    Şark gazetesinin 4 Eylül 1908 tarihli sayısında yayınlanan bir davetle, 9 Eylül 1908 günü Sirkeci’deki istasyon birahanesinde bir toplantı yapıldı. Türkiye’de ilk defa bir Fotoğraf kulübü kuruldu.

    Bu kulüp, Osmanlı ülkesinde kurulan, ikinci fotoğrafçılar derneğidir. Bunun ilki, 1895 yılında Selanik’te kurulmuş olan, fotoğrafçılık ve ressamlığın ülkede gelişmesini sağlamak amacı ile kurulan ilk dernektir.

    Ferit İbrahim’in Ressamlığı

    Fotoğrafçılıkla, ressamlık geçmişte âdeta akraba sayılırdı. Fotoğrafçılıkla uğraşanlardan bazıları resim de yaparlardı. Ferit İbrahim’in bu türden kişiler arasında, belirli bir yeri, başarılı bir fırçası vardı.

    Ferit İbrahim, ünlü ressam Hoca Ali Rıza Bey’den resim dersi almış, yağlıboya ve suluboya tablolar yapmıştır. Ne yazık ki, bunlar muhafaza edilememiş ve bugün izleri tamamen yitirilmiştir.

    Ferit İbrahim’in Müzisyenliği

    Ferit İbrahim’in musiki ile güçlü bir dostluğu vardı. 1908-1910 yıllarında nağmelerle canlı günler yaşayan Üsküdar’da Zöhre-i Musiki Cemiyetini o kurmuştur. Ayrıca Kadıköy’de açılan Şark Musiki Cemiyetinin kurucuları arasında yer almıştır.

    Ferit İbrahim’in Sinema Operatörlüğü

    Ferit İbrahim Sinema Operatörlüğüne, mütareke yıllarında başladı. Cumhuriyet’in ilanı ile bu mesleği de fotoğrafçılığına ek bir meslek haline getirdi. Atatürk’ün ilk yurt gezilerinde bazı filmler gerçekleştirdi.

    Ferit İbrahim’in Savaş Fotoğrafçılığı

    1914 yılında, Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Türkiye, zorunlu olarak Almanya’nın yanında yer almıştı. Bu büyük savaş ülkemizin çevresini sarmıştı. Bu yıllarda Ferit İbrahim, Sirkeci’deki fotoğrafhanesini bırakarak, Galiçya cephesine gitti. Ordunun fotoğrafçılığını üstlendi. Ne yazık ki, elimizde, Ferit İbrahim’in o yıllardaki objektifinin ürünleri bulunmuyor.

    Ferit İbrahim, Çankaya’da

    Atatürk’ün Selanik’ten ve Harbi- ye’den yakın arkadaşı olan Cemil Bey (Uybadın), Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Parlamentoya girdi, içişleri Bakanlığı ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliği gibi önemli hizmetlerde bulunmuş ve Atatürk ile daima beraber olmuştur.

    Bu Cemil Bey’in, Güzel Sanatlara, resme, hata ve fotoğrafa karşı büyük tutkusu vardı. Hele onun fotoğrafçılığı, normal bir hobinin çok ilerisinde, çekici bir aşka dayanıyordu. Doğanın, hayvanların, çocukların fotoğraflarını çeker, kendi evinde yaptırdığı karanlık odada banyolarını ve baskılarını yapardı.

    Cemil Uybadın, ünlü fotoğrafçımız Ferit İbrahim Bey ile çağdaştılar. Fotoğraf, resim ve musiki konularında da, kalpleri beraber atardı. Cemil Bey, İçişleri Bakanlığı sırasında sinema dokümantasyonu yaptırmak amacı ile Fransa’dan Ankara’ya bir uzman bile getirtmişti. Öte yandan Çankaya için, bir uzman fotoğrafçıya ihtiyaç bulunduğunu savunuyordu. Bu görüşle Atatürk’e, Meşrutiyet ilanından önce bu mesleğe başlamış bulunan, Ferit İbrahim Bey’i önerdi, işte Ferit İbrahim, bu amaçla Ankara’ya davet edildi. Çankaya, Ferit İbrahim gibi, deneyimli bir Türk Fotoğrafçısına kavuşuyordu.

    Ferit İbrahim, bir yıldan fazla Çankaya’nın fotoğrafçısı oldu. Objektifi ile Atatürk’ün seyahatlerine katıldı ve onun muhtelif pozlarını tespit etti. Hatta Atatürk, Çankaya’da Ferit İbrahim’in çektiği, kendi fotoğraflarından yedisini takdir cümleleri ile Ferit İbrahim için imzaladı.

    Ferit İbrahim Bey, Çankaya’dan ayrılıp Beyoğlu’nda ikinci kere açtığı fotoğrafhanesinin duvarlarını Atatürk’ün imzalı fotoğraflarıyla süsledi.

    Baba Mesleğini Sürdüren Oğlu Naim Gören

    Naim Gören (1904-1977) Ferit İbrahim Bey’in ilk çocuğudur. Ferit İbrahim, Ankara’daki çalışmaları sırasında, oğlu Naim’i yanına getirtti. Naim Bey, Ulus semtindeki ünlü Karpiç lokantasının sırasında fotoğraf malzemeleri satan ve amatör fotoğrafçıların filmlerini banyo eden ve baskılarını yapan bir mağaza açtı. Kendisini çok sevdirdi. Yakışıklılığı kadar, kibarlığı ve sosyete özelliği ile Naim Gören, kısa zamanda bütün Ankaralıların yakından tanıdığı, sevdiği bir fotoğrafçı oldu. Fotoğrafı kadar doğayı da seven Naim Bey Küçükesat semtinde bahçe içerisinde bir ev yaptı. Burada, doğa ile kucak kucağa, yaşamını sürdürdü.

    O yıllarda Küçükesat, bağlar ve bahçeler içerisinde, seyrek evlerden oluşan tenha bir yerdi. Naim Bey’in evi, Belediye otobüslerinin her gün iki veya üç defa uğradığı bu semtin son durağındaydı. Onun için Ankara Belediyesi, bu ünlü fotoğrafçının adını Naim Bey durağı olarak) bu istasyona verdi. Naim Gören, hayatının son yıllarında, Ankara’daki işini İstanbul’a nakletmişti. Burada 17 Ağustos 1977 günü öldü. Zincirlikuyu mezarlığına gömüldü.

    Naim Bey, baba mesleğini -aynı zamanda gazeteci olarak- tıpkı babası gibi 53 yıl sürdürdü.

    Ferit İbrahim’in Soyadı

    Ferit İbrahim Bey, soyadı kanunu üzerine, alacağı adın fotoğrafçılığı ile ilişkili olmasını arzuladı. Oğlu fotoğrafçı Naim Bey ile aynı espride bir soyadı seçmede birleşemediler. Ama her ikisinin aldıkları soyadlarında, mesleklerinin -az da olsa- esintileri bulunuyor. Baba Ferit İbrahim Bey “Özgürar”ı, Oğul Naim Bey “Gören”i kendileri için soyadı olarak seçtiler.

    Ferit İbrahim Bey’in 4 Evliliği

    Ferit İbrahim, 4 kez evlendi, ilk eşi Naciye Hanım, Askerî Tıbbiye hocalarından Binbaşı Doktor, Münir Bey’in kızı idi. Naciye Hanım’dan, fotoğraf sanatçımız Naim Gören ile kızı Müzehher Adoran doğdular.

    Ferit İbrahim Bey’in 2. eşi Rabia Hanım’dan çocuğu olmadı.

    3. eşinden Semha Özden doğdu. Onda da baba mesleğinin bir esintisi olarak fotoğraf tutkusu vardı.

    Ferit İbrahim Bey’in, çocuklarından, torunları da oldu. Bunlardan, Naim Bey’in tek çocuğu olan Yıldız Kanada’ya yerleşmiş bulunuyor.

    Ferit İbrahim Bey’in 4. eşi Fifi adında bir Rum kızıdır. Fifi, Ferit İbrahim’in atölyesinde sekreterlik ve banyo üzerinde yardımcılık yapıyordu. Aralarında büyük yaş farkı bulunmasına rağmen evlendiler. Ferit İbrahim Bey’in Fifi’den çocuğu olmadı.

    Ferit İbrahim Bey, 1953 yılının Ocak ayında vefat etti. Karacaahmet mezarlığına gömüldü. Son eşi Fifi, onun kıymetli arşivini elden çıkartarak, Yunanistan’a gitti ve oraya yerleşti.

    Bu suretle, meşrutiyet döneminin ilk Türk fotomuhabirinin ve Beyoğlu’nda açılan, ilk Türk fotoğrafhanesinin değerli arşivi darmadağın oldu.

    Taha Toros

  • Hani Resmî Değildi?

    Hani Resmî Değildi?

    1959 öncesi şampiyonluklar konusunda Fenerbahçe’nin tezine karşı çıkanların ne kadar tutarsız argümanlara sahip olduğunu sürekli belirtiyoruz. Bu organizasyonları gayriresmî olarak göstermeye çalışanlara Sedat Ziya Kantoğlu da tarihten bir cevap veriyor. Bir “Galatasaray Başkanı”nın Millî Küme’nin ne kadar da “resmî” bir şampiyona olduğunu anlatan tarihî beyanatı ile sizleri baş başa bırakıyoruz. Sedat Ziya Bey, 1959 öncesi şampiyonluklar için adeta tarihten bugüne sesleniyor : “Hani resmî değildi?

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Galatasaray Millî Kümeye Girdi

    Millî kümeye dâhil dört kulüp anlaşmasının üç beş gün için, ortaya çıkardığı karışık vaziyet üzerine bu anlaşmada yalnız başına kalan Galatasaray kulübü, kendi noktai nazarını müdafaa etmek maksadıyla Beden Terbiyesi Umumî Müdürlüğü nezdinde teşebbüsatta bulunmağa karar vermiş ve idare heyeti reisi Sedad Ziya Ankara’ya gitmişti. Sedad Ziya, dün sabah İstanbul’a gelmiş ve bize şu izahatı vermiştir:

    Sedat Ziya Bey Diyor ki

    “Millî küme maçları münasebetiyle ortaya çıkan hadiseden sonra Beşiktaş, Vefa ve bilahare Fenerbahçe Millî küme maçlarına girince Galatasaray kulübü, cidden garip bir vaziyette kalmıştı. Beden Terbiyesi Umumî Müdürlüğüne dört kulüp namına yapılan müracaata cevap gelinceye kadar beklemeye karar vermiş olduğumuz halde, kulübümüzün vaziyeti hakkında her gün birbirini takip eden muhtelif rivayet ve şayialar üzerine Ankara’ya giderek yalnız kaldığımız bir davada nokta-i nazarımızı müdafaa etmek ve ortaya çıkan dedikoduları önlemek istedik.

    Beden Terbiyesi Umumî Müdürü General Cemil Tahir Taner’le uzun boylu konuşmak imkanlarını buldum. Uzun seneler memleket sporuna hizmet etmek maksadıyla memlekette tatbik edilen bütün sporları imkan dahilinde tatbike çalışan Galatasaray Kulübünün, öteden beri olduğu gibi sırf spor yapmak maksadıyla çalıştığını, teşkilata karşı olan sıkı alaka ve bağlılığını etrafıyla izah ettim.

    Arada, hiç istemediğimiz halde bir sui tefehhüm meydana gelmiş olduğunu anlattım.

    Spor işlerimizin dünden, bugün ve yarın daha iyi bir şekilde inkişafı için elinden geldiği kadar ciddi mesai sarf eden Beden Terbiyesi Umum Müdürü’nün millî küme maçları dolayısıyla ortaya çıkan ihtilaftan cidden müteessir olduğunu gördüm. Sonunda büyük bir hüsnüniyet gösteren Beden Terbiyesi Genel Direktörü ile temas ettikten ve anlaştıktan sonra, futbol takımımızın millî küme maçlarına iştirakinde hiçbir mahzur kalmamış olduğunu söyleyebilirim. Genel Direktör Galatasaraylı sporculara sevgi ve selamlarını yolladılar.

    Millî küme maçımızın ilk oyunu dostumuz Beşiktaş’la idi. Beşiktaş kulübü idare heyeti namına bir sabah gazetesinde Galatasaray’la maç yapamadığı için teessür duyduğunu ve Beşiktaş kulübünün bu yapılamayan maçı her zaman oynamaya hazır bulunduğunu söyleyen Beşiktaş kulübünün kıymetli idarecisi Sadri ile de görüştüm. Tıpkı kendi ifadeleri gibi bu dost kulüple her zaman oynamaya hazır olduğumuzu, yalnız millî küme maçlarının başlamış olmasını nazarı itibara alarak, Genel Direktörlüğün tespit edeceği tarihte ve yerde bu maçı memnuniyetle yapacağımızı söyledim. Sadri yüksek bir sportmenlikle bunu kabul etti. Bu hususta icap eden muamelenin yapılması için de İstanbul mıntıkasına usulen ve resmen müracaat ediyoruz.

    Beden Terbiyesi Umumî Müdürlüğü’nün birinci defa tertip etmiş olduğu millî küme maçları meselesinin bu suretle halledilmiş olmasından dolayı, bütün Galatasaraylılar gibi ben de memnunum.

    (Kaynak : Taha Toros Arşivi)

  • Kadıköy Cenneti

    Kadıköy Cenneti

    Sermet Muhtar Alus, 29 Temmuz 1945 tarihli Akşam gazetesinde muhteşem bir Kadıköy yazısına daha imza atmış. Kadıköy cenneti andıran bir köşe iken, kimler kimler, ne zamanlar geçirmiş… Büyük bir keyifle okuyacaksınız!

    Not : Yukarıdaki müthiş görsel için kıymetli büyüğümüz Seyhun Binzet‘e sonsuz teşekkürler…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Dünden Bugüne Kurbağalıdere

    Belediyenin Kurbağalıdere’yi temizletmeğe kalkışması civarlıları, hele orayı bir iki ay önce kalemine dolayan kıymetli dostum Vâ-Nû’yu ne kadar memnun etmiştir, diyorum. Bu hayırlı haberi Akşam’da okuyunca ben de âdeta sevinmiştim. Ara sıra Göztepe’ye gidip gelirken derenin ilerisini, gerisini yokluyorum. Faaliyet başladı mı, başlamak üzere mi? Hattâ geçen çarşamba, yine oradan geçerken Kalamış koyunda tarak dubası gözüme ilişince enikonu ferahladım. Aradan üç dört gün geçer geçmez gazetelerde bir havadis:

    Mevsim geçikmiş, artık havalar müsait değilmiş; gelecek seneye bırakılmış. (Geç olsun da güç olmasın, çıkmaz ayın son çarşambasına kılmasın da)yı hatıra getirerek yerinmeğe pek sebep yok amma şu da apaşikâr: Yine pişmiş aşa su katılmış.

    40 yıl evvel Kurbağalıdere sahiden kurbağalı bir dereydi. Yaradana kurban olayım, o koca kafa, patlak göz hayvancıklar, kıyılarında durup dinlenmeden bağırışırlar; hikmeti hüda, ne bed şekillerinden tiksinilir ne de kötü seslerinden yaka silkilirdi.

    O vakit dere, şimdiki kadar dolmamış. Suyu oldukça bol, çamur renginde, aşağı tarafları yosunlar, miyasmalar içinde ve küme küme haşarat bulutlan: su sineği, sivrisinek, tatarcık.

    Üzerinde o zaman da kâgir bir köprü vardı. Yavuz Selim’in Çaldıran seferine, Dördüncü Murad’ın Revan, Bağdat seferlerine gidişinden kalma mı neydi? Köhne, dapdaracık çukurlu tümsekli; iki yanında tahtadan harap korkuluklar.

    Maazallah, koşulu atlar az buçuk haşarılanıp arabayı iki karış sağa veya sola götürdü mü paldır küldür aşağıyı boylamak haritada yazılı. Emektar, dizgin kullanmakta usta arabacıları hep o köprü üstünden geçerler; içeridekiler bu berzahlanışa alışkın olmakla beraber besmeleleri, salâvatları dudaklarından eksik etmezlerdi. Gelgelelim bütün kira faytoncuları, muhacir arabacıları dere budur diyip yallah dalarlardı.

    Sebebi var: Sıcaktan dili bir karış dışarıya çıkmış hayvanları serinlendirmek; çamurlukların, tekerleklerin tozunu toprağını gidermek…

    Müşteri hanımlar, beyler feryadda:

    — Aman ne yapıyorsan hemşehri, bari derin taraflara gitme, üstümüz başımız, tepeden tırnağa zifoslardan berbat olacak, maskaraya döneceğiz.

    Kulak asan kim? Hattâ bazıları, fırsat bu fırsat diyerek daha ötelere gider, paçaları sıvayıp aşağı atar, diz kapaklarına kadar suya girmiş atları, tekerlek taslarına kadar batmış arabayı bir âlâ yıkardı.

    Mahut kâgir köprünün altından itibaren gerilerine (Dereboyu) denilirdi. Kadıköylülerin en belli başlı mesiresi. Kıyılarına, yaygılar, kilimler serip serip bayıla bayıla Gazhane, Paris, Çarıkçı mahallelerinin kadınları, tazeleri; memede, kucakta elde, sıbyanları. Kimi kol gibi hıyarları göğdeye atmada, kimi tırabzan babası kalınlığındaki mısır koçanlarını kemirmede.

    Daha üst tabakalar da mevcut; Halep maşlahlı, son moda yeldirmeli, alafranga kaspusiyerli hanımlar da dolu. Seccadeler, açılıp kapanır portatif iskemleler üzerine oturmuşlar. Onların da ağzı boş durmuyor. Gezici satıcılardan kâğıt helvası, dondurma, Ağustos’un on beşi geçti mi muhallebi, kestane, ünnap yiyorlar. Tazeler arada bir ayaklanıp bir iki boy piyasada; peşlerinde şık beyler ve gelsin (söz atış)ların çeşidi:

    (Mahmur bakışı âşıka bin lûtfa bedeldir), (Atfetme sakın hançeri müjgânını nagâh), (Etmeyor hiç merhamet cânân benim efganıma) gibi şarkı mısraları…

    Cuma ve Pazar akşamları buradakiler Kuşdili çayırına, Kuşdili’ndekiler de buraya kadar, aynı minval üzere piyasayı uzatırlardı.

    Dere boyundaki keçi yollarından daha ileriye yürüyünce bir kır kahvesine gelinirdi. İşleteni de söyliyeyim: Kadıköyü’nün en namlı yorgancısı, aksatmasının kıtlığından değil, keyif olsun diye tiyatrocu Kel Hasan’ın büfesini tutan, meşhur (Onikiler)den arta kalan Kâmil efendinin küçük oğlu Zekâi.

    Yüz yıllık çınarların altında bir salıncak, bir de o vaktin başlıca jimnastik âleti olan barfiks vardı. Omuzdaş takım kolan vururken minare boyu yükselerek ayaklarını çınarın dallarına değdirir; perşembe akşamları da havalinin jimnastiğe meraklı bazı delikanlıları ve Harbiye, Bahriye, Kuleli mektebi talebelerinden bazı gençler sabit demirde marifetler gösteri, birbirleriyle yarışa çıkarlardı.

    Kurbağalıdere’nin daha ötesine gitmek netameli sayılırdı. Zire Beşinci Murad’ın sözüm yabana çiftliği orada. Vakıa bir iki uyuntu bekçiden başka kimsecikler arama, fakat korkulu rüya görmektense uyanık yatmak hayırlı. (Fikir tepesi)ni boylıyacaklar sağdan, uzaklardan dolanırlardı. Tepenin civcivliği de mayıs ayına münhasır.

    Dere boyunun gediklilerini sayalım; hanımlar tarafından takılmış lâkablarını da ilâve edelim:

    Kıvırcık saçları tıpkı fesliyen demetini andıran, (zabıtanı askeriye)den ve (müntesibini musikiye)den Bülbül Asaf…

    (Çayır lüksü), (Pembe gül), (Mehtap) ünvanlarını taşıyan, Babıâli’nin bilmem ne kalemi hülefasından Dilber bey…

    (Küçük lüks) denilen ufak tefek genç…

    Piyade mülâzımı, Uşşakizade Halit Ziyanın hayranı, istikbalin edebiyatçısı ve muharriri Raif Necdet ile candan arkadaş, eski Galatasaraylı, Romanyalı Süleyman Sudi…

    Pembe köşklü, Kişizade, (bundan altı yedi yıl evvel Suadiye’de kaza kurbanı olan) Kenan merhum…

    (Lokman hapı) diye şöhretli, kara yağızın yakışıklısı Yusuf…

    Fazal sarışınlığından ötürü Almana benzetilen, ney üflemekte de mahareti bulunan Cemil…

    Her an hafiften hafife gazel terennüm eylemediği dakikalar kahkahasından durulmayan, sakal başını henüz aldırtmış hafız…

    Damatlara, gelinlere, torunlara karıştığı halde her dem taze bembeyaz saçlı ve kirpikli, Mızıkai hümayunlu Suat bey (elyevm Kadıköyü’nde gazete satar) ve saire…

    Hanımları araya katmadık. Bu gezip tozan beyler, yukarıda dediğim gibi Kuşdili çayırı piyasalarından da hiç eksik olmazlardı.

    Derenin sağ kıyısına rastlayan çayıra niçin Kuşdili adı verildiği düşünülecek şeydir. Etrafında ağaçlar, yeşillikler çok; berisindeki bostanda tınazlar gibi gübre yığını; yani her tarafın kuş yatağı oluşunda şüphe yok. Ve lâkin ne diye (Kuşlu çayırı) denilmemiş de (Kuşdili çayırı) denilmiş. Öteden beri seyir, seyran yeri olduğuna göre acaba eskiden burada (teııezzühe) çıkan erkekler, kadınlara kuşdilice mi lâf atarlarmış?

    Fenerbahçe’den dönen Kadıköylülerin, Acıbademlilerin, Üsküdarlıların arabaları Mahmutbaba türbesinin önündeki yolda zincirleme, arka arkaya dizilir, son mola burada verilirdi.

    Süsüne fazla düşkün beyler arabadan inip bir kenarda lostracıya iskarpinlerinin, pantalon paçalarına tozlarını süpürtür, arkadaşının koluna girip çayırı üç beş kere dolaşır. (Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla) kabilinden yanındakıne şairane şairane sözler, Fransızca kelimeler karışık cümleler sarfederlerdi.

    Kuşdili’nin dere kenarında, Komik Hasanın ahşap tiyatrosu cuma ve pazarları dolup taşardı. İştanbul’da ilk futbol, Moda’daki İngilizler tarafından, bu salaşın karşısında oynanmıştır. Meşrutiyetin ilânından sonra Galatalı Hamdi reis, meşhur çalgılı gazinosunu gene bu salaş tiyatro binasının ilerisinde açmıştı. Yıllarca her yaz hıncahınç kesilmiş, günün birinde de reiscağız ayağı kayıp yuvarlanınca ağaçlara gerili tele boynu takılıp ahrete gitmişti.

    Kurbağalıdere’nin nihayetindeki Yoğurtçu çayırına neden dolayı bu ismin verildiği de malûm değildir. Bir köşeciğinde yoğurt yapan bir mandıra mı vardı, yoksa yoğurtçu dükkânı mı, bilen yok.

    Ben dünyaya gelmeden beş altı yıl evvel bizimkiler bir yaz orada ev kiralamışlar. Konu komşular arasında maruf kimseler de varmış. Meselâ Mekteb-i Mülkiye müdürü Abdürrahman Şeref efendi; doktor Ahmet paşa; Babıâli ricalinden Nureddin bey (eşsiz sanatkârımız Münir Nureddin’in babası); Tulumbacıbaşı (musiki üstadlarımızdan Sinekemani Nuri beyin babası).

    O zamanlar ramazan yaza rastladığından çayırda cemaatle teravih kılınır, civarlılar gecelik entarileri, keten hırkalar, feyyum kürklerle namaza gelirlermiş. Çayırın deniz tarafında, etrafı pedavralarla, çalı çırpılarla bölünmüş yerde Kavuklu Hamdi ortaoyunu oynar, küçücük sahnede Aranik adında, kara kaşlı, kara gözlü, tombalak bir Ermeni kadını:

    “Muhaciriz, bîçareyiz, amma ne bahtı kareyiz” diye kanto söylermiş.

    Teravihten sonra istiyen ortaoyununa gider, istiyen çayırda piyasa eder; çok kimse de, bilhassa mehtaplarda sandallara binip, beyden efendiden de sazende ve hanendeleri beraberine alıp derede, Kalamış koyunda geç vakitlere Kadar taksimleri, gazelleri, şarkıları tuttururlarmış.|

    Bizim çocukluğumuzda Yoğurtçu’da in cin top oynardı. Meşrutiyetten sonra gene canlanır gibi oldu. Derede, koyda gene deniz safaları yapılmağa başladı. Yıkılan oyun yeri bir kahve haline sokulmuştu. Sahibi çepkenli ve poturlu Mustafa ağa, ocakçısı da (Dede) denilen kalendermeşrep bir Ermeniydi. Bu kahve sonbahar girince balık meraklılarının âramgâhı idi. Baş devamlısı da Barometre Ali bey.

    Mumaileyh göğe, bulutlara bir göz atsın, ertesi gün havanın lodosa mı döneceğini, fırtına mı kopacağını şıppadak söylesin.

    Sermet Muhtar Alus / Taha Toros Arşivi

  • İstanbul’un Çayırları

    İstanbul’un Çayırları

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nün 5-6 Haziran 1932 gecesi yangın felaketine kurban giden meşhur ve muhteşem lokali Kuşdili’ndeydi. Fenerbahçe, Haydarpaşa, Kalamış, Kördere, Kuşdili, Moda ve Yoğurtçu çayırlarında ise Türk futbolunun ilk zamanlarında sayısız maç oynandı. “İstanbul’un çayırları, Türk sporunun ilk ev sahipleridir” dersek, yanlış bir şey söylemiş olmayız.

    Refik Halit Karay, bu yazısında o muhteşem yerleri anlatmış. Bu vesileyle, Kadıköy Belediyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne de çağrımızı yenileyelim. Lütfen Kadıköy’ü bir “Açık Hava Spor Müzesi” haline getirin. Bu ilçenin mazisinde bir tarih yatıyor…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İstanbul’un Çayırları

    Her yaşta gördüğüm bütün baharlar gözümün önünden geçiyor : İstanbul baharları, Anadolu baharları, çöl baharları…

    Fakat çocukluğumun baharlarındaki renk ve rayiha hâtırası, üstünden hemen hemen yarım asır geçtiği halde bana hepsinden daha canlı ve dünkülerden daha yakın geliyor. Sonradan öyle baharlar görmediğimi sanıyorum, sebebini düşünüyorum ve bu sebebi buluyorum: Çayır eksikliği…

    İstanbul’un baharı çayırlarında idi.

    Çayırların çoğunu eşip deşerek, üstüne evler kurup bağa, bostana çevirerek yokettik. Bir kısmına da içkili kahve, cazlı gazino ve kumarlı kulüp bulamadığımız için uğramaz, ayak basmaz olduk.

    Zaten çayır, bugünkü genç nesil için ancak ot biten boş bir tarladan başka birşey değildir. Eğer biraz geniş ise akla ilk gelen güzel fikir, bir silindir çekerek düzlüğünde futbol oynamaktan ibarettir. Orta yaşlı zengin ise şunu düşünür: Şehir plânında yeşil saha diye ayrılmamışsa satın alıvereyim de üstüne, bir sıra, yedişer katlı apartman kurayım. Hele yanından, yakınından bir asfalt yol geçiyorsa veya geçirtmek imkânı varsa fırsatı kaçırmamalıdır!

    Eskiler çayıra saygı gösterirlerdi, ilişmezlerdi. İki sebeple: At beslediklerinden ötürü çayır lüzumlu idi ve baharın feyzini atlar bağlanmış gür otlu bir çayırda seyirden hoşlandıkları için çayırlan korurlardı.

    Çayır neydi? Nedir? Her ot biten bomboş toprak parçasına baharda yeşeriyor diye çayır adını vermek yanlış olur. İstanbul’un dört bir yanı, meselâ Şişli’den ayrılınca raslayacağınız genişlikler veya Topkapı’dan çıkınca içine dalacağınız düzlükler de bahar olunca yemyeşil kesilir. Kuzuların oynaştığını, atların dolaştığını, ineklerin ufuklara dalıp düşündüğünü, eşeklerin sırtüstü yatıp yuvarlandığını, yani hayvan otlatıldığını da görürsünüz.

    Ama bunlar dedelerimizin çayır adını verdikleri yerler değildir.

    Çayır bambaşka birşeydir ve İstanbul’da en güzeli, en adlı sanlısı (Uzunçayır)dır.

    Çocukluğumda (Kuşdili) de o mânada ve o gürbüzlükte bir çayırdı. Şimdi beton kanalizasyon tesisatile berbat edilmiş çirkin, kupkuru, baharda bile yeşeremez bir toprak parçasıdır. Sağda Kurbağalıdere köprüsüyle Gazhane arasında da seyrine doyum olmaz bir çayır vardı. Bugün yan tarafı çamura gömülü sıra sıra sünepe evlerle çevrilmiş verimsiz bir bostandır.

    Ya Haydarpaşa çayırı?

    Nisan ve Mayıs aylarında banliyö katarları gelip geçerken yolcular birbirinin omuzuna basarak pencerelere üşüşür, seyrine can atar, trenin yavaşlamadığına, hattâ oracıkta insafa gelip mola vermediğine üzülürdü… Çayır o derece coşkun bir bahar içinde denizler gibi dalgalanır, adam boyu otlar her rüzgâr esintisinde koyulu açıklı renklerle bir sönüp bir parlayarak gezi kumaşlara mahsus akıp kayan, toplanıp genişleyen, tırtıllanıp düzleşen desenlerle durmaz, değişir, menevişelenirdi. Yemyeşil taze yonca, kıpkırmızı körpe gelincik, sapsarı yabani hardal kokusu iç açar, kuvvet verir, iştah kamçılardı. Malihülyalılar bile iyimserlik, hayat zevki, dünyaya alâka duyarlardı.

    O çayırdan bir değirmi iz kalmamıştır. Deline deşine, çukurlar ve hendekler açıla kapana, toprak altüst edile edile burasını en çetin dövüşmelere sahne olmuş bir savaş yerinden farketmek imkânı bırakılmış mıdır?

    Benim gibi ellisini aşmış kaç İstanbullu var ki eğer şu satırlara gözü ilişirse eminim, yarım asırlık bir ömrün ardından Haydarpaşa çayırını — anlatamadığıma şüphe etmediğim ve anlatmağa da kalkışmadığını manzarası ve rayihasile — gözünün önüne getirecek ve o baharla birlikte körpe çağını, kendi baharını düşünerek çok renkli, çok tatlı, âdeta şuruplu bir hâtıralar âleminde gezinecektir.

    Bizler çocukken başka bir dünyada yaşamıştık; gençliğimizde hayatımız büyük bir değişikliğe uğradı; olgunlaşmamız ve yaşımızı almamız sırasında ise kendimizi ötekilere büsbütün benzemez bir muhit içinde bulduk.

    Bir yere gitmeden bir çok yabancı yerler gezen ve her gezdiği yerde yerli kıyafetine girip yerli âdetine uyan acayip seyyahlar biziz, bize derler. Şimdiki taze nesil ise gözünü açtığı zamandan bu güne kadar hep gördüğünün, bildiğinin, öğretilenin devamı için de ömür sürüyor.

    Onlar bir tek rejimin, bir tarz cemiyet hayatının ve bir biçim inkılâbın bir türlü terbiye gören yetiştirmeleridir. Biz, sürü sürü politik ve sosyal inkılâplardan güç belâ arta kalabilmiş, her inkılâbın yepyeni icaplarına uymağa çalışmış ve gömlek gibi devir değiştirmiş üç asırlık adamlarız. İstibdat terbiyesi gördük; bunu bıraktık, Meşrutiyet usullerini benimsemeğe koyulduk; tam alışırken Cumhuriyet doğdu; berikileri attık, ona sarıldık. Her birine uymakta az çok kusurumuz olduysa suçlu sayılmamalıyız ve büsbütün sersemleşmeden benliğimizi koruyabilmemize şükretmeliyiz.

    Evet, biz ömrümüzün ilk bölümünde, tabiatin İstanbul’a gerçekten bir ihsanı, ziyafeti olan çayırlarını severdik. Gelenekler böyle emrederdi. Zira o zamanın bir bahar geleneği, bahara mahsus değişmez âdetleri vardı. Meselâ baharda atlar çayıra çıkarılırdı. Kaç gün için? Doğrusunu hatırlayamıyorum fakat yirmi günden aşağı değildi. Önceden gidilir, — bizim eski semtten bahsediyorum — Uzunçayır’da, hayvanların sayısına göre yer kiralanırdı. Yerin yonca gibi yağlı, besleyici, gevrek otlan çok bir seçme parça olmasına dikkat edilirdi.

    Nihayet günü gelirdi, bir sabah, daha güneş Kayışdağı’nın yosun rengindeki tepesine donuk ışığıyla krome bir çerçeve geçirirken ahırın kapısı açılır, koşumsuz olduklar için bize yabancılaşmış görünen atlar, kıç atıp yele sarsarak, kuyruk sallayıp sipersiz gözlerinin akını sağa sola rahatça devire çevire bakarak nal takırtıları içinde yolu tutarlardı.

    Atlar, o büyük, uzun; keyifli bahar ziyafetine kadınlar gibi yarı çıplak, dekolte giderlerdi. Çayıra çıkan hayvan ne arabaya koşulurdu, ne insan taşırdı. Yeşillikleri hem doya doya yer, hem doya doya seyrederdi; Bey atı olmanın talihini sürer, keyfini çatardı.

    Gene bir bahar âdeti olan hacamata, yani kan aldırma devrine ben pek yetişmedim.

    Süt ve kuzu rejimini bilirim. (Siyasî mânadaki rejim değil… Gıda rejimi!)

    Koyunlar doğurup da süt bollaştı mı bir ay kadar, her gün İçerenköylü Deli Mıstık beygirinin sırtına biner, iki yanında iki koca bakır güğüm, köşke süt getirirdi. Bu güğümlerin ağzı yumuşamış bir siyah deri ile örtülü ve kenarları sahibinin eski mintanlarından koparılmış olduğuna hükmettiğim yan paçavramsı soluk, çürük bezlerle bağlıydı. Bütün ev halkı, uşağı hizmetçisi ayırdedilmeden, sabah kahvaltısında süt içerdi; herkese süt içirmek efendilik iktizasındandı.

    Yemeklerde de, yalnız harem ve selâmlık sofralanndakilere küçük küçük toprak kaplar, güveçcikler içinde, üstleri, fırında kızarmış, ötesi berisi kızarmaktan yanmış kaim kaymaklı, rengi koyu sarı süt ikramı şarttı.

    Kuzuyu Hıdırellezden önce eve sokmazlar, hele tavşan büyüklüğünde ve tavşan eti kızarıklığında, çirkin manzaralı kuzulara el uzatmazlardı. Babam «Çingene bayramıdır» diye, Hıdırellezde kır gezintisine çıkılmasına izin vermezdi. Ama Bayramın bahçemizde kutlanmasına, kuzu çevrilip içli pilâv, taze kestane ve fındık yaprağına sarılmış dolma ile irmik helvasından ibaret bir aile arası ziyafeti çekilmesine göz yumardı.

    Pek iyi hatırladıklarıma göre o gün veya öyle günlerde benim ya dişim ağırırdı; ya attan tekme yemiş olduğum için sızılar içinde bir kenarda somurtmuş otururdum, yahut kızamıktan içeride yorgan döşek yatardım. Başkalarını bilmem ama, anamın anasından emdiği sütü burnundan getirirdim.

    Yetişkinlik çağımdaki ve sonraki Hıdırellezlerde burnum bile kanamamıştı… Lâkin neyleyim ki artık baba fırını has ekmek çıkarmıyordu; ne bolluk, ne çayıra çıkan atlar, ne İstanbul çayırları kalmıştı. Ben de kalmamıştım… İstanbul’da yalnız gönlüm kalmıştı.

    Ah o çayırlar… Hele bir sağanaktan sonra, yere düşüp gökteki çizgi çizgi renkleri birbirine kanşmış bir eleğimsağmaya benzeyen çayırlarımız!

    Refik Halid Karay

  • Fenerbahçe’yi Dolaşırken

    Fenerbahçe’yi Dolaşırken

    Geçenlerde Reşad Ekrem Koçu’nun Fenerbahçe semtini anlattığı bir yazı yayınlamıştık. Şimdi de sıra Fenerbahçe’yi dolaşırken eskiye göre nelerin değiştiğini yazan Sermet Muhtar Alus’un… Keyifle okuyacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Mesire-i Dilara

    Geçen pazar akşamını Göztepe’de geçirişimden, yazı andıran havanın güzelliğinden istifade ederek, ertesi sabah Fenerbahçe’ye kadar yayan bir gezinti yaptım. Yıllardır fırsat bulup eski mesirei dilâraya uğramamıştım. Rastladığım değişiklikler beni hayli yadırgattı:

    Vaktiyle Fener kulesinin ışığı sabitti, geceleri biteviye yanardı; şimdi yanıp yanıp sönüyormuş. Kulenin berisine ufak garaja benzer bir bina yapılmış. Karşıki kayalığın üstüne bir fenercik konmuş. Nüzhetgâhı çepeçevre kuşatan düzgünce bir yol, kenarında boydan boya hendek vardı; hepsi bozulmuş, her tarafı otlar bürümüş. Rıdvan Paşa’nın Şehreminliğinde, 1901 veya 2 de, kıyıdaki asırdide sakız ağaçlarının köklerini korumak maksadiyle yapılan beton setler hâlâ duruyor. Selviler tek tük kalmış.

    Çiftehavuzlar’ın bir kurşun menzili açığına kurulan, yaz kış oradan eksik olmıyan Salistra dalyanı —yoksa bir başkası mı bilmem— o kadar yakma nakledilmiş ki seslenseler duyulacak. Şapka burnuna, ilk Cihan Harbi senelerinde inşa edilen birkaç debboya yeni yeni tesisat, vinçler ilâve olunmuş. Demir yolunun nihayetindeki küçücük istasyondan eser yok. Kalamış koyu cihetine düşen kayık iskelesi harap; ağaç dallarına asılı ığrıplara, ağlara bakarsan orasının balıkçılara mekân olduğu anlaşılmada.

    Yarımadanın orta kısmında bazı hazırlıklar göze çarpıyor. Burası bayram yerlerine, sözüm yabana Lunaparklara döndürülecek galiba? Yüksekçe bir dönme dolap getirilmiş; salıncak direkleri dikilmiş; çocukları bindirmeğe ufacık lokomotif, vagonu, rayları taşınmış; oyuncak katarı yürütecek adam, Bilâl isminde bir habeşî hazır bile. Nişan atma barakası bitmek üzere…

    Etrafı ağır ağır dolaşırken 40- 50 yıl evvelki Fenerbahçenin meşhur simaları zihnimde belirmeğe başladı. Müdavim zevatın muayyen, hiç değişmiyen durak mahalleri vardı. Meselâ Müşir Deli Fuat Paşa, Şam’a nefyedilmeden önce, deniz hamamlarına karşı köşenin, yolun darlaştığı noktanın gediğini satın almış gibiydi. Şeyh Cevat Efendinin küçük damadı, Dersaadet Adliye müfettişi Yusuf Şetvan Bey, antika hamam harabesinin yamacından ayrılmazdı. Şeyhülislâm zade, Şûrayı Devlet Mülkiye dairesi âzasından zayıf nahif Muhtar Bey, piyasaların tozundan tiksinir, faytonunu Fener kulesinin civarına çektirirdi. Kireç kapısı gümrüğü nazırı Ramiz Beyin oğlu, Dahiliye Mektubi kalemi muavini Neyir Bey, kupasını salaş kahvenin hizasında durdurur; arabadan inip kolunu kapıya dayar, saatlerce aynı vaziyette etrafı süzerdi.

    Sair hazaratı sayıp dökmeğe, hele hanımlardan açmağa hiç girişmiyelim; mahdut sütunlarıma sığmaz, sahifeler dar gelir.

    Fenerbahçe’ye üç vasıta ile gidilirdi: Arabayla, trenle, sandalla… Hıdrellez’de, 1 Mayıs’ta, Cuma, Pazar günleri ortalık gayet kalabalık olur; konak faytonları, kira arabaları, muhacir tentelileri, paraşollar ıskarça kesilir; toz dumandan göz gözü görmezdi. Bunları bir iki kere anlattık, tekrarlamak abes.

    Tren, yalnız Cuma ve Pazarları üç sefer işler; İstanbul, Üsküdar, Kadıköy halkından seyrangâha âzım kişiler Haydarpaşa’da vagonlara dolar; Feneryolu’ndan hat sağa kıvrılırdı. Hattâ Feneryolu mevkiinin o vakitki ismi (Bifurcatlon), yani ikiye aynlan yoldu. Bu kol 1,800 metredir. Nihayeti, deniz hamamlarının, set üstünde bulunan namazgahın 20 – 30 adım berisindeydi. Katardan boşalan müşteriler, o zaman berzahtaki bostanın solundan, deniz kıyısından yürüyerek yarımadaya varır, gölgeliklere dizili sandalyaları kapışırlardı.

    Alamana, pazar kayığı, sandalla gelenler kayık iskelesine yanaşır, karaya iner, yayanlar kafilesine katılırdı.

    Sırası düşmüşken, şu içler acısı vakayı araya sokayım:

    Tanıdıklardan Etyemezli Ebe Fatma hanımın kızı bir Necibe hanım vardı. Oğlu Kuleli idadisinde talebeydi. Yaza tesadüf eden bir Kurban bayramı, havanın mülâyimliğinden, denizin süt limanlığından gayrete gelip, yedi arkadaş söz birliği ediyorlar. Samatyadan bir kayık peyliyerek arifane ile yiyecekleri hazırlıyorlar. Kimi kebaplık eti, kimi yalancı dolmayı, kimi irmik helvasını sepetlere yerleştiriyor; ötekiler de yeşil salatayı, taze soğanı, karpuz kavunu, içilecek suyu tedarik eyliyor. Tığ gibi delikanlılar, kayıkçıya ne lüzum? Kürekleri kendileri çekecek; Fenerbahçeyi boylayıp akşamleyin dönecekler.

    Narlıkapıdan atlamışlar kayığa. Biraz açılır açılmaz lodos esmeğe, dalgalar kabarmağa başlamış. Yısa boca çalkanmadalar. Ne gerisin geri dönebiliyor, ne de Kadıköyü’ne ilerliyebiliyorlar. {Yelken açalım, lodos artmadan Üsküdan tutalım!) deyip açmışlar yelkeni.

    Lâhzada kayıp kapaklanıvermez mi? 7 delikanlıdan, güzel yüzme bilen yalnız biri kurtulmuş, altısı boğulup gitmişti. Necibanım, ihtiyar yaşında bile evlâtçığına yanar, için için göz yaşı dökerdi.

    Fenerbahçenin tam ortasında çatısı ahşap, önü sondurmalı, külüstür kahveyi yaşlı, pos bıyık bir Ermeni işletir, ocak başında tezgâhtarlık eder, iki çırak kullanırdı. Biri Komik Abdürrezzağın, sonra küçük İsmail’in tulûat kumpanyasında (tiran), yani hain rolüne çıkan Şerbetçi Manuel’in kardeşi Avadis; öbürü İcadiye sandığı tulumbacılarından Dikran. İkisi de kırkını aşkın ama sırım gibi.

    Saha geniş; Cuma ve Pazar günleri arabasız müşteriler de hıncahınç. Mesire paydos oluncaya kadar, kahvede yamaklık eden iki ahbar, yalınayak, başı kabak etrafta çarh çeviririrler; kahvenin, çayın fincanına, Kayışdağı suyunun şişesine 2 kuruş, hasır istenirse çeyrek alırlar; 20 para, 40 para bahşişe de konarlardı. Zavallılar durup dinlenmeden taban teper, mintanlarının sırtı terden yamyaş, dilleri dışarıda, nefes nefese oradan oraya koşar; herkes derdi ki:

    — Herifçağızlar yorgunluktan helâk oluyorlar. At sürücülerinden, tramvay vardacılardan beter haldedirler. Ayaklarını tuzlu suya sarkarlar mutlaka!…

    Fenerbahçenin temelli kâğıt helvacısı Debreli Selim, dondurmacısı Arnavut Andon’du. Hâlâ sağ galiba ,2 yıl evvel Yeldeğirmeni’nde simit satarken rastladım. Kamburu çıkmış, gözleri bıçılgan olmuş.

    Antika hamam harabesinin fi tarihinde İstanbulu muhasara eden Emevî’lerden kaldığı söylenirdi. Tenha günlerde, sıkışanlara kademhanelik eder, fakat ekseri kimse oraya dalmağa çekinir:

    — Selvileri görmüyor musunuz, şehitlikteyiz ayol. Alimallah insan vebale girer, çarpılır. Deniz kenarına inip haceti def eylemek evlâdır! derlerdi.

    Fener kulesinin bahriye neferatından, kır bıyıklı iki adet bekçisi, fener sönmesin diye geceleri nöbet bekler; gündüzleri kuleye çıkmağa hevesilerden 5 kuruş avait koparırlar; bir ikiliğe çoluk çocuğu, gençleri, tazeleri salıncağa bindirirlerdi. Hanımların kolan vuruşu ömürdü.

  • 1924 Olimpiyat Hatıraları

    1924 Olimpiyat Hatıraları

    Günümüz Türk spor basınına bakıldığında, aşağıdaki türden bir hatıratın bundan sonra kaleme alınabileceğii düşünmek pek de mümkün değil. İşte Burhan Felek merhumun kaleminden, 1924 Olimpiyat Hatıraları.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Not : “1959 Öncesi Şampiyonluklar” hakkında söylediğimiz bir şey var: “1959 öncesini inkar Cumhuriyeti inkardır”

    Burhan Felek, aşağıdaki cümleleriyle bu sözümüzün ne denli doğru olduğunu teyit ediyor. Bu bir kanuni devamlılık meselesidir. Fenerbahçe haklıdır!

    “O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.”


    Geçmiş Zaman Olur Ki

    Olimpiyat Hatıraları

    Bu günlerde dünya spor âleminde konuşulan lâf, Moskova Olimpiyatları’na gidilip gidilmemesidir. Bu satırların sahibi de, bu hususta bir fikir ve oy sahibidir. Ama bu yazılarda onu ifadeyi yersiz bulurum.

    Rusların Afganistan’ı istilâ etmesi, dünya milletleri üzerinde öyle bir tesir yaptı ki, safi bir spor gösterisi olan olimpiyatları bu yolda baskı vasıtası olarak kullanmaya kadar gittiler. Kim gitti diye sorarsanız, cevabı basit. Hükümetler gitti. Bu yolda asıl söz sahibi olan olimpiyat millî ve beynelmilel teşkilâtları henüz bu yolda menfi bir karar almış değillerdir.

    Neyse, bunu bırakalım da, bizim hatıralarımıza gelelim. Türkiye, 1924 8. Paris Olimpiyatları’ndan başlayarak 1928 Amsterdam, 1936 Berlin, 1948 Londra, 1952 Helsinki, 1956 Melburn, 1960 Roma, 1964 Tokyo, 1968 Meksika, 1972 Münih, 1976 Montreal Olimpiyatlarına katılmıştır. Bu tutumunu da, yani olimpiyatlara katılma geleneğim değiştirecek hiçbir şey olmamıştı… dedikten sonra, birinci olimpiyatlara katılışımızın hafızamda kalan anmaya değer noktalarını hikâye edeyim.

    Beden Terbiyesi Kanunu ve Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı

    O tarihte (1924) Beden Terbiyesi Kanunu henüz çıkmadığından, sporun idaresi bütün Batı memleketlerinde olduğu gibi kulüplerin üzerinde değil, Spor Federasyonu ve Millî Olimpiyat Komitelerinin idaresi altındaydı. Aslına bakarsanız bütün Beden Terbiyesi Kanunu’nda ne kadar tüzük ve nizamname varsa, hepsinin temelini “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın koyduğu esaslara dayanılarak çıkarılmıştır. Bu da o devirde, pek mükemmel olan Fransız Spor Teşkilâtı’nın üç parmak kalınlığındaki nizamnamelerdeki spor programları, spor rekor ve şampiyon , listelerini havi kitaptan alınmıştır. Bu teşkilâtın adı, “Fransız Spor Atletik Dernekleri Birliği Nizamnamesi” idi. Bizimki de, “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” nizamnamesi olmuştu.

    Burada bu malûmatı keselim de, işin öteki tarafına geçelim.

    Yolculuk Başlıyor

    O devirde, bizim bu teşkilâtın reisi Ali Sami merhumdu. Ali Sami’nin, benim spor çalışmalarıma çok güveni vardı. Ben, teşkilatta hem ikinci başkan, hem de Atletizm Federasyonu Başkanı’ydım. O devirde üç federasyonumuz vardı. Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya merhumdu, Güreş Federasyonu Başkanı Ahmet Fetkeri Bey merhum ve Atletizmin de bendim. Atletizmi kimse almak istemezdi. Çünkü bizim memlekete göre, en başarısız ve rağbet görmeyen spor dalıydı. Benim elimde o devirde gerçekten amatör atlet olarak sporuna bağlı 5-10 kişi vardı. Bunların başında Semih, Mehmet Ali Aybar, Ömer Besim, yüksek atlayıcı Haydar gibi çocuklar gelirdi. Ben bunları kendi evlâdım gibi severdim, hâlâ da severim. En genci 65’i geçmiş olan bu beylere “çocuklar” diye hitap ederim. Onlar da, bu hitabımı hiç yadırgamazlar.

    Tavuklu Menü

    1924 Olimpiyatlar’ı iki kısımda cereyan etmişti. Birinci kısım mayıs başlarındaki futbol turnuvasıydı. Daha ilk adımda, birinci kafile başkanının seçiminde merhum Yusuf Ziya ve o zaman da Fenerbahçe kulübüne hâkim olan Ali Naci merhum ile, aramızda ihtilâf çıktı. Ali Naci Bey, benim için, “Lisan bilmez” diye yazdı. O, Nasuhî Baydar’ın kafile başkanı olmasını istiyordu. Halbuki, Nasuhi Bey, teşkilâtta bir vazife sahibi değildi. Seyahate ait tertibatı Yusuf Ziya merhum almıştı. Bizi İstanbul’dan Marsilya’ya kadar tam 10 günde götürecek Jak Freresme admda bir büyük şilebe bindirdi. Gemi Varna’dan canlı tavuk yüklemiş ve tavuk kafesleri baş güverteye konmuştu.

    Gemi yürürken tavuk pisliği ve kokusu bütün güverteyi kaplıyordu. Gemi büyük olduğu için Korent Kanalı’ndan geçemeyerek Mataban Burnu’dan dolaştı ve tam 10 günde bizi Marsilya’ya ulaştırdıydı.

    Hâlâ hatırımdadır. Fuat adında Hariciye’de iş sahibi bir arkadaşımız vardı. Onun bir de lâkabı vardı ama pek hatırlayamayacağım. Bizim vapur bilmem ne sebeple Cenova Limanı’na uğrayınca, orada Kançılar olan Fuat, bizi ziyarete geldi. Biz de, mutemet Otomobil Nuri ile Kaleci Nedim’i karaya gönderip tereyağı, reçel, peynir, kakao gibi kahvaltılık yiyecek aldırdık. Çünkü günlerden beri yemekte çiğ baklavayla tuzlu mönü balığı haşlaması yemekten anamız ağlamıştı. Yusuf Ziya merhum, geminin 24 yatağı olan 12 kamarasını tutmuştu. Ama yemek bedelini üçüncü mevkiden ödediği için, biz eğer Bulgar tavuk sahiplerini kandırıp günde birkaç tavuğu yemeseydik açlıktan helâk olacaktık.

    Müshil

    Uzatmayalım, Marsilya’ya sağ-salim vardık. Ha! Gemide idareci olarak kafile başkanı ben, Futbol Federasyonu Başkanı Yusuf Ziya, İkinci Başkan Hamdi Emin, mutemet Altınordulu Otomobil Nuri ve bir de futbol antrenörü Billy Hunter adındaki İskoçyalı mükemmel antrenör vardı. Bu adamı Yusuf Ziya, İsviçre’de tahsili sırasında oranın Servette adındaki bir kulübünde tanımış ve oradan Türkiye’ye almıştı. Gemide güvertede koşu ve kondisyon idmanları yapılıyordu.

    Bu sırada bir hususî vaziyete işaret edeceğim. Bindiğimiz Fransız şilebi İstanbul’dan kalkarken liman idaresi, gemide doktor olmadığı için, limandan ayrılmasına izin vermedi. O sırada merhum Doktor İsmet, mektebi yeni bitirmişti. Kumpanya onu doktor olarak hizmete aldı ve biz o suretle hareket ettiydik. İsmet, hakikatte Millî Futbol Takımının yan haf beki idi. Bu yüzden gemi doktorluğu hizmetine çok ehemmiyet verdi. Bir gün bana, Doktor Sabih’in hastalık bahane ederek idmana çıkmadığını rapor etti. Ben Sabih’e gittim. Çocuğun biraz ateşi vardı. Başı ağrıyordu. Sordum. Üç gündür dışarı çıkmadığını öğrenince, kendisine bir müshil ilacı verdik düzeldi.

    Domuz Eti Olmasın!

    Gemi Marsilya’ya varınca, Vaux Port denilen eski limanda bir yemek istedik. Çocukların hepsi birden:

    — Domuz eti olmasın! diye bağırıyorlardı.

    Bilmiyorlardı ki, domuz eti Avrupa’da lüks bir ettir ve her lokantada bulunmaz. Neyse, hâlâ hatırımdadır, patlıcanlı bir yemek yedik, karnımız doydu. O devirde adı PLM (Paris-Liyon- Marsilya) olan trene akşam üzeri bindik. 14 saat tren yolculuğundan sonra Liyon garına vardık. Bizi orada ataşemiz Mösyö La Croix bekliyordu.

    Aksaray Yangın Yeri

    Liyon Gar’ı kapalı bir gardır. İçinde, “metro” denilen yeraltı trenine inen merdivenler vardı. Kafilemizle hemen metroya bindik ve “Kolombe” stadına giden Porte Champeter Porte denilen Paris’in kapılarından birinden -bizde de Eğri Kapı, Edirnekapı, Mevlânakapı var ya!- bizi ikamet edeceğimiz Olimpiyat Köyü’ne götürecek elektrikli trene bindik. Turnemiz bitmeden evvel çıktığımız kapı Paris’in eski istihkâmlarının enkazının yanındaydı. Kafilede yedek kaleci Hamit:

    — Yahu! 10 gün deniz, 1 gün tren, gene gele gele Aksaray yangın yerine geldik! diye bir espiri yaptı.

    Bu çocuğun bir mecliste bulunuşu, insanı ne kadar neşelendirirdi, tarif edemem.

    Olimpiyat Köyünde

    Bindiğimiz eletrikli tren, bizi Kolomb köyüne götürdü. Oradan da, ilk defa Fransızların icat ettikleri Olimpiyat Köyü’ne gittik. Galiba, tren pek yakınında duruyordu.

    Biz odalarımızı tam köyün kapısına yakın yerde seçtik ve büyük direğe bayrağımızı çektik. Her biri dörde bölünmüş, 4 odadan ibaret kare şeklinde ahşap kulübeler pek konforlu değildi. Hatta ondan sonraki memleketlerin olimpiyat köyleri şöyle dursun, bizim İzmir’deki Akdeniz Oyunları’nda atletleri yatırdığımız binamızdaki konforun onda biri yoktu.

    Bir kere, ayakyolu ve banyolar evlerin dışında idi. Sabahleyin yüzümüzü yıkamak ve ihtiyaçlarımızı defetmek için yağmura ve çamura bakmadan açık havaya çıkacak ve kömür tozundan yapılmış çamurlu yollarda bir hayli gittikten sonra ayakyoluna ve lavaboya varıyorduk.

    Yunanlılar Geldi!

    Yugoslavlar bizden bir gün sonra geldi, bir gece kaldılar, hemen hesabı kestiler ve Paris’te bir otele indiler. Biz kaldık. Zaten paramızı da yatırmıştık. Galiba o günlerde bütün masraf içinde adam başına 55 frang veriyorduk. Bir Türk lirası da 19 frang kadar tutuyordu. (O devirde bir altın 4 kâğıt lira ederdi.)

    Bir gün odamda otururken çocuklar geldiler:

    — Reis Bey! (O zaman başkan sözü icad olunmamıştı) yanımıza Yunanlılar geldiler biz buna dayanamayız, patırdı çıkar.

    — Durun bakalım, nereden anladınız Yunanlıların geldiğini!

    — Bayraklarından. Gelin bakın.

    Gittim baktım, Yunan bayrağına pek benzeyen ve Yunan bayrağındaki istavroz yerine, güneş bulunan bir bayrak. Sonradan anladık ki, Uruguay bayrağıymış. Adamlar o turnuvada olimpiyat şampiyonu olmuşlardı.

    Baron de Coubertin

    Olimpiyat Köyü’ndeki evlerimiz bitişik olduğu halde en yakın komşumuz olan Uruguaylıları biz tanımıyorduk. Bize bunu, Kolombe köyüne geldiğimizin ertesi gün ziyaretine gittiğimiz modern olimpiyatların kurucusu meşhur Baron de Coubertin haber verdi.

    Bu harikulâde temiz yürekli ve kibar bir adam olan ve bütün servetini şu olimpiyat davasına harcayarak son zamanlarda başkalarının yardımına muhtaç hale gelen Baron’u, o zaman Paris’in meşhur Konkord Mey- danı’na bakan bir köşe binadaki Olimpiyat Komitesi Merkezi’nde tanıdık.

    Trende Hadise

    O gün Olimpiyat Köyü’nden Paris’e Baron’u ziyarete giderken elektrikli trende bir hadise oldu. Yanımızda ataşemiz Mösyö La Croix olduğu halde gidiyorduk. Henüz Türkiye’de şapka yayılmamıştı. Bizim çocukların kiminde bildiğimiz kırmızı püsküllü fes, kimisinde de İstiklâl Harbi’nin yadigâri astragan kalpak vardı. Böylece bizim Müslüman bir ülkenin çocukları olduğumuz anlaşılıyordu. Trende biz oturuyorduk. Ortadaki direğe dayanmış bir sarhoş işçi duruyordu. Üstü başı berbat, kirli bir tulum giymişti. Bize baktı baktı, başladı Fransızca söylenmeye:

    — Ben Muhammed’i tanırım. Benim pek iyi dostumdur! dedi.

    O sırada bizim çocuklar pirelendiler. Otomobil Nuri:

    — Ben bu herifi döverim! dedi.

    Ben yatıştırdım. Herif Fransızca söylenip duruyordu:

    — Zaten Paris’te yabancılardan başka kimse kalmadı!

    Bu muhavereler cereyan ederken, bir Fransız yolcu:

    — Bunlar olimpiyatlara gelmiş bizim misafirlerimizdir. Neden rahatsız ediyorsun? diye sarhoş işçiye çıkışınca, başka bir Fransız lafa karıştı:

    — Siz ne karışıyorsunuz mösyö? dedi.

    — Bunlar bizim misafirimizdir. Bu adam onları rahatsız ediyor. ‘

    — Onlar kendilerini müdafaa etsinler. Size ne?

    — Ne demek, siz ne karışıyorsunuz bana? diye ayağa kalktı, öteki de ayağa kalktı, iki Fransız bizim hesabımıza dövüşecek. Derken, bir tünele girdik. Elektrikler söndü. Simsiyah oldu ortalık. Tünelden çıktığımız zaman ikisi de yerlerinde oturuyorlardı.

    Allah Kerim

    Baron de Coubertin ile sohbetimiz uzun sürmedi. Galiba yukarılarda bahsetmiştim. Biz, yoldayken futbol turnuvasında kur’alar çekilmiş, bize o devrin en kuvvetli takımı olan Çekler çıkmıştı. Baron bizi teselli için:

    — Ümitsizliğe düşmeyin. Bakınız, Uruguay diye bir memleketin takımı buraya gelirken her uğradığı yerde maçları kazanarak geldi. Biz bunların adını bile duymamıştık. Allah kerim! falan gibi sözlerle bizi teselli etti.

    Oradan çıktık, gene tıpış tıpış Kolombe köyüne döndük. Komşularımız Uruguaylılar kara kuru insanlardı, içlerinde Habeş teninde olanlar da vardı. Her gün sabahtan Paris’e gider, gece dönerlerdi. Bizim çocuklara da Paris’te eğlendiklerini söylerlerdi. Bizim zavallılar ise, maçtan evvel Paris’e gitmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı.

    Nedim Kaleci’nin Kanlı Elleri

    Çeklerle olan maçı, Paris’in en berbat stadlarından biri olan Saint Quint Stadı’nda oynadık. Burası meşhur Sacré Coeur Kilisesi’nin bulunduğu Bute Montnade’de idi ve Paris’in en yüksek (120 metre) semtiydi.

    1924 senesi mayıs başlarında oynanmış olan bu maçı, oynamış veya görmüş olanlardan arkadaşlarımız vardır. Doğrusunu isterseniz, o devrin en büyük ve kuvvetli takımlarından olan Çeklerin önünde biz ufalıyorduk. Adamların en kısası 1.80 boyundaydı. Bu maçta kaleci Nedim, bugünkü kalecilerin yaptığı gibi, gelen oyuncunun ayaklarına atılarak top kurtarmaları yaptı ve o devirde kalecilerin eldiven giymesi âdet olmadığından elleri kan içinde kaldı. Birinci haftayımı (3-0) kapadık.

    İkinci Yarı 2-2 Bitiyor

    Antrenör Billy Hunter psikolog bir hocaydı. Haftayımda bize:

    — Sizin ayakkapların kramponları bozuk. Stadın otları da bozulmuş onun için düşüyorsunuz! dedi ve güya, kramponları birkaç çivi ile takviye etti.

    İkinci haftayımda takım kendini toparladı, biz Çeklere bir gol attık ve tam maçın biteceği dakikada Çekler bir penaltı yaptılar. Bilindiği gibi, penaltı ve kornerde maç bitse de, atış yapılır ve atılmasıyla biter. Penaltıyı Bekir attı, gol oldu. Böylece 1924’de ilk defa iştirak ettiğimiz olimpiyat oyunlarının futbol turnuvasını Çekler’e karşı 5-2 kaybettik. Çünkü, ikinci haftayımda Çekler de, bize iki gol daha atmışlardı. Yani, ikinci ‘haftayımı biz 2-2 sonuçlandırmıştık.

    Bekir’in penaltı atışı, pek meşhur Çek kalecisini aldatmıştı. O devirde Türk futbolcuları içinde ayağının yüzüyle olduğu kadar dış yanıyla da şut atanlar vardı. Avrupa’da böyle bir şey görmedim. Kaleci, sağ ayağı ile vurmaya hazırlanan oyuncunun ayağının yüzüyle kepçeleyerek atacağı şutu, tabiî olarak kendisinin sağında karşılamaya hazırlanıyordu. Halbuki Bekir, sağ ayağının dış kenarıyla şut çekti ve top kalecinin solundan içeri girdiydi. Hiç unutmam, maçı beraberce seyrettiğimiz Hamdi Emin bana:

    — Arpa ektik, darı çıktı! diye, Bekir’in yanlışlıkla topu ters istikamete attığını sanmıştı.

    Kim Demiş?

    Maçı, o civar halkından başka seyreden yokt;u. Bunlar da, sanırım 6-7 bin kişi kadardı. Adamlar bizi değil, Çekleri seyre gelmişlerdi.

    Anlaşılan Fransız gazeteleri “Türkler futbol oynayamazlar” mealinde yazılar yazmış olmalı ki, maçtan sonra dağılan halk arasında, ‘Türkler pekâlâ futbol oynuyorlar. Kim demiş futbol bilmez diye? İşte ikinci haftaymı berabere bitirdiler.” diye konuşuyorlardı.

    Turne

    Maçtan sonra köye döndük.

    Futbol takımımız, evvelden kararlaştırılmış bir program mucibince, bir şimal turnesine çıkacaktı. Bu turneyi İsveç Futbol Federasyonu Reisi ve Yusuf Ziya merhumun şahsî dostu Jonson adındaki biri ayarlamıştı. Hatırımda kaldığına göre, bu Jonson, o devirde futbol âleminin sözü geçen simalarındandı ve bir gözü de takmaydı.

    Çeklere karşı çıkardığımız takımın formasyonunu iyi hatırlamıyorum. Bunları bizim Halûk San arkadaşımız iyi bilir. Ama kalede Nedim vardı. Bekler Ali ile Kadri idi. Haf beklerinin ikisini bilmiyorum. Ortada Aslan Nihat, sağda Yavuz İsmet vardı. Söldakini hatırlayamıyorum. Forvette soldan sağa Alaaddin, Zeki, Bekir, Leblebi Mehmet mi, bilmiyorum ama, Bedri vardı.
    Maçtan sonra takım hemen şimal turnesine çıkacaktı. Yusuf Ziya merhum:

    — Bana para lâzım, başka türlü turneye çıkamam! demez mi?

    Ben, 20’den fazla adamı aylarca nasıl beslerim? Elimde 15 bin Fransız frangı para vardı. Hepsini almadan gitmedi.

    Aman Kaçalım Buradan!

    Kafile gittikten sonra biz, yani Sait Çelebi, Nasuhi Baydar ve ben Paris’e döndük. Benim işim vardı. Asıl olimpiyatların gelecek ikinci kafileyle olimpiyat geçit resmine iştirak için tekrar Paris’e dönecek, Futbol Millî Takımımızı hazırlayacaktık.

    Sait Çelebi’yle Nasuhi Baydar, kendi hesaplarına Paris’te kalıyorlardı. Ama, ara sıra konuşuyorduk. Paris Olimpiyatları’nın birinci kısmının hikâyesini bitirirken, başımızdan geçmiş bir 1 hadiseyi zikredeyim. Bunları o zaman da yazmıştım ama, genç nesiller tabiî okumamışlardır.

    Sait Çelebi meraklı bir çocuktu. Paris’i gezip görmek istiyordu. Bu gayreti sırasında Ahmet isminde bir Cezayirli Arap bulmuştu. Nasıl bulmuş, nerede bulmuş bilmem. Aslında bu Ahmet, Cezayirli Araplaşmış bir Fransız veya Fransızlaşmış bir Araptı. Adı da Ahmet değil, Armand’dı. Ama biz bunları sonra öğrendik.

    Arap dostumuz Ahmet, bizi o lokalden bu lokale gezdirip duruyor ve paralarımızı harcatıyordu. Bu arada bir gece bizi futbol oynadığımız semte, yani Sacré Coeur = Sakre Kör civarında bir yere götürdü. Kapıda, polis gelirse önlemek ve içeriye haber vermek için iki külhanbeyi bekliyordu. Girdik.

    Karanlık denecek kadar loş bir yer. Hafif bir piyano çalıyor. Arkalıksız basık kahve iskemlelerine oturduk, önümüze bir masa, bir de şampanya şişesi getirdiler. Tek konsomasyon şampanya imiş. O zamanki parayla 150 frank. Gözümüz lokalin aydınlığına alıştıktan sonra, gördük ki, gittiğimiz yer homoseksüellerin gittiği bir yermiş. Köşede bucakta birbirleriyle sevişen kadın ve erkekler görünce, işi çaktık. Gerçi bir anormal ve her yerde her zaman görülebilen bir yer değildi. Ama nihayet bizim bu tarakta bezimiz ve böyle bir niyetimiz olmadığı için, bir müddet sonra canımız sıkıldı ve kendimizi de pek emniyette hissetmez olduk. Bu sırada benim aklıma geldi. O gün İstanbul’dan posta havalesiyle bana ilerdeki hazırlıklar için 37 bin frank, gelmişti. Para akşam üstü geldi. Bankaya koymaya vakit bulamadım. Ucuz ve küçük otelimin kasasını da o kadar emniyetli saymadım. Onun için parayı cebime koymuştum. Sait’in kulağına:

    — Benim üstümde 37 bin frank, var! der demez, az kalsın küçük dilini yutuyordu.

    — Aman kaçalım buradan! dedi ve bizi getiren Ahmet’e haber vermeden çıktık ve büyük caddelere kadar yüzlerce ayak merdiveni arkamıza bakmadan koşarak indik. Paris’in büyük ve kalabalık bulvarlarına inince rahat bir nefes aldık.

    Sporcu Ülke Dışına Çıkınca Değişir

    Bu hatıralarımı okuyan idareciler isterlerse bundan çok ders alabilirler. Çünkü, sporcu memleket dışına çıktığı zaman büsbütün başka bir şahıs oluyor ve ona göre idaresi de zorlaşıyor. Bu sözlerimi muhtelif vesilelerle memleket dışına kafile götürmüş idareciler şüphesiz tasdik ederler… dedikten sonra, gelelim Paris Olimpiyatlarımın ikinci ve asıl olimpik safhasına.

    Paris’in güney kapısına yakın yerde kiraladığım yer bir kız pansiyonuydu. Yaz münasebetiyle boş olduğundan kiraya veriliyordu. Yatakları, döşemesi bizi memnun edecek haldeydi. Ne var ki, yatak sayısı 25-30 kadardı. Onun için Otomobil Nuri Bey’in Paris’e getirmesini tellediğim futbol kafilemiz —ki, 20 kişi kadardı— Paris’te çok kalamayacaktı. Zaten işi bitmiş olan bu sporcular ikinci kısmıyla birlikte olimpiyat geçit resmine iştirak ettikten sonra, memlekete dönmeleri lâzımdı.

    Hangisinin daha evvel geldiğini bilmiyorum. Ama, Ali Sami Bey merhumun başkanlığındaki güreşçi, halterci, bisikletçi ve atletlerden mürekkep ikinci kafile de gelince, ikisi birlikte tuttuğumuz pansiyona sığmadılar, bazı odalara ilâve yataklar koyduk. Kafilelerin Paris’te toplanmalarından bir veya iki gün sonra 8. Paris Olimpiyat Oyunları resmen Fransa Cumhurbaşkanı tarafından açılacak ve amatörlük yemini edilecekti.

    Uzatmayayım, 8. Paris Olimpiyatları açılış gününde kafilemiz oldukça temiz ve muntazam bir şekilde bayrağımızı taşıyarak geçit resmine iştirak etti ve yemin esnasında and içme kürsüsünün etrafında dizildi. Birinci gün merasimden başka bir şey yapılmadı ve yerlerimize döndük.

    Ali Sami Bey’in Çocukluğu

    Teşkilât başkanı Ali Sami Bey, futbol kafilesinin vapur beklemeksizin —çünkü bu vasıta her zaman bulunamıyordu— tren yoluyla İstanbul’a avdet etmesini emretti ve kafilenin pasaportlarını galiba Nuri Bey’e vererek onları yolcu etti.

    Fakat kafileden 3 kişi söz dinlemedi. Bunlar Futbol Millî Takımının gözbebekleri Aslan Nihat, Zeki ve Yavuz İsmet beylerdi. Üçü de bugün Allah’ın rahmetine kavuşmuş bu çocukların isyanları Ali Sami Bey’i ve umumiyetle kafile disiplin ruhunu çok sarstı. Çocukları pansiyondan çıkardı ve pasaportlarıyla yol paralarını Paris Başkonkosolosumuza vererek bunların asker olmaları ve Paris’e kendi mesuliyeti altında gönderildikleri için, isyan etmelerine karşı işi hükümete bırakıyordu. Bu hareket şüphesiz çocukluktu. Müsabakaları olmadığı için Paris’te bir müddet eğlenmek istiyorlardı.

    Bu durumların ne kadar sürdürdüklerini bilmiyorum. Ama geceleri gizli gizli pansiyondaki arkadaşlarının odalarına gelip yattıklarını biliyorduk. Bu hadise böylece savuşturulduktan sonra ikinci olimpiyat kafilesinin meseleleri başgösterdi.

    Ömer Besim Yoğurt İstiyor

    O devirde bizim yegâne güvendiğimiz atlet Ömer Besim’di. Renginin koyuluğu, küçücük vücudunun güzelliği ve koşu sisteminin şayan-ı dikkat ritmi (koşu temposu) seyircilerin hemen dikkatini celbediyordu. Pansiyon mutfağı çocuklarımızın alıştığı yemekleri hazırlıyor ve her gün mutlaka bir ızgara et veriyordu. Ömer Besim, günün birinde:

    — Ben yoğurt isterim! dedi.

    O tarihlerde yoğurt , Fransa’da nadir bulunur bir gıdaydı. Hele bizim kaldığımız Porte d’Orlean semtinde adını bilen bile yoktu. Bulamadık yoğurdu. O da et yemedi, bir şeftali yedi, yarışı kazanamadı. Zaten kazanamayacaktı. Ama bunu sebep diye gösterdi.

    Bunları şimdiki idarecilere anlattığımın sebebi, en mazbut sporcuların bile, memleket dışında tamamen şahsiyet değiştirdiklerini göstermektir.

    Fiyaka Pahalıya Mal Oluyor

    Müsabakalar devam ediyordu. Güreş ve halterde iddialıydık. Çoban Mehmet, henüz güreş kafilemize girmediğinden Paris’te yoktu. Hatırımda kaldığıma göre, bizim Üsküdarlı Fuat, Tayyar merhum, galiba Hilmi Bey’le Mazhar’ı getirmişlerdi. Haltere merhum Gülleci Cemal girmişti. Bilhassa bu çocuktan çok ümidimiz vardı. Çünkü kendisi 52 kilo olduğu halde kendi ağırlığının hemen hemen iki mislini kaldırıyordu. Bir kusuru, halter sistemi eski sistemdi. Yani şimdiki gibi halterin altına girip bacaklarıyla yukarı kalkmıyor, halteri yerden ellerinin üstüne kadar kollarıyla kaldırıyordu. Zaten Paris’te muvaffak olamamasının sebeplerinden biri de buydu. Ama daha iyi netice alamamasının başka bir sebebi vardı. O da, fiyaka satmak.

    Bu, nasıl olmuştu?

    Paris’te Cemal’in sırtına kendine göre güzel ve siyah bir mayo almak istedim. Faubourg Montmartre’deki spor malzemesi satan bir mağazaya gittim. Adam bize mayo çıkarırken, Cemal duvarda asılı duran, vaktiyle kuvvet artırma ve gösterme âletlerinden biri olan tam 9 yaylı sandok dediğimiz iki elle açılan âleti eline aldı. Dükkân sahibi bunu görünce, Cemal’e Fransızca:

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, mösyö! dedi.

    Cemal bana:

    — Ne diyor Reis Bey? deyince, ben de boş bulundum.

    — O senin oynayacağın oyuncak değil, diyor! dedim.

    Bu söz üzerine Cemal, Extenseur = Sandok’u eline aldı ve dükkân sahibinin şaşalamış gözleri önünde 3 defa, hem de ağır ağır açtı ve kapadı. Adam:

    — Formidable! deyip duruyordu.

    O günkü fiyakada kol adalelerini çok zorladığı için müsabakaya kolları ağrıyarak girdi ve ancak 8. olabildi. Bunu yapmamış olsaydı, madalya almasa bile, dördüncü veya beşinci olması muhakkaktı. Çünkü bu çocukta kuvvet vardı, metod yoktu. Metodu da, hemen orada rakiplerinden öğrenebilirdi.

    Tecrübe

    Güreş sporu o devirlerde iki milletin hemen hemen inhisarı altındaydı, İsveçliler ve Macarlar. Hatırladığıma göre, Paris Olimpiyatları’nda Beynelmilel Güreş Federasyonu Başkanı Smith adında bir İsveçli idi. Güreş ve halter müsabakaları Paris’in meşhur kış velodromunda yapılıyordu. Muazzam bir kapalı salon olan burada birçok sporcuları tanımak fırsatını buldum. Bir gece müsabakalar geç bitti. Bizim çocuklar ve diğer kafileler gittiler. Ben nedense sona kalmıştım. O tarihte Ali Sami ve ben, bazı toplantılar dolayısıyla şehirde bulunmak mecburiyetindeydik. O sebeple şehirde Paris-Nice adında bir otele taşınmıştık. Kış Velodromu’ndan çıktıktan sonra otele kadar beni götürecek vasıta aradım. Saat geceyarısını hayli geçtiği için metro dahil hiçbir vasıta yoktu. Ve ben bu mesafeyi tam 1.5 saatte yaya olarak yürüdüm. Otele geldiğim zaman bacaklarım tutmuyordu.

    Nihayet işler bitti. Ben, Ali Sami Bey’le kafilenin hesap-kitaplarını kapamak için Paris’te kalmak üzere kafileyi yola koyacağımız gün bir haber aldık. “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” muhasebecisi, pek emin ve güvenilir, zengin bir adam sandığımız zat, teşkilât kasasından 15 bin lira çalıp, ortadan kaybolmuştu. Paris Olimpiyat hatıralarını, bu kötü haberle kapadık. Bu olimpiyatlarda Türkiye, sadece bir olimpiyat oyunlarının atmosferi, âdetleri, zorluk ve kolaylıkları nedir? Bunun hakkında bir fikir edinmiş oldu. Bu tecrübe, 1928 Dokuzuncu Olimpiyatlarda çok işimize yaradı.

    Burhan Felek

  • Caddebostan

    Caddebostan

    Sitemizde bir Caddebostan yazısı daha olmasın mı? Caddebostanı’nı bir de İslam Çupi‘den okumayalım mı? Yazıda adı geçenlerin hepsi nur içinde yatsın. Çok keyif alacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Caddebostan

    1960 yılına kadar Kadıköy ve deniz hinterlandı, İstanbul sayfiye anlayışı içinde önemli bir yere sahipti.

    Taşra istilası, kamyon ve vagon dolusu araç kalabalığının “İstanbul’a boca” şeklindeki kesafetine ulaşmamış, Kadıköy ve yöreleri bahçe içindeki ahşap evleri ve köşkleri ile her mevsimin dolu dolu yaşandığı bir doğa laboratuvarı görünümünü muhafaza ederdi.

    İstanbul yakası ile Anadolu yakasını biribirine ilikleyen bembeyaz vapurlar, Karaköy’den Kadıköy’e hareket ettiği zaman, sanki içine rafine edilmiş bir İstanbul kalabalığını alır, “deniz maviliği iyod ve yolculuk” bir su ressamının, nezih ve kibar çizgilerinde bütünleşen bir peyzajın sanatsal malzemesi olurdu.

    Kadıköy ve semtlerini bağlayan tramvaylar her keseden insanın dolduğu mütevazi araçlar olur, bisikletler varlıklı ailelerin çocuklarına verdikleri iki tekerlekli bir imtiyaza dönüşür, çok toplum dışı zenginler ise, az sayıdaki özel otomobili ve tıkır tıkır ağır aksak giden paytonu kullanırlardı, bir yerlerden bir yerlere varırken…

    Çocukluğumun ve ilk gençliğimin mekanı deniz aşırı bir uzaklık gösterse bile, Kadıköy ve ona bitişik semtler, değişiklik ve Fenerbahçelilik aşkına, seyyah kılıklı adımlarımın tabanlarını kaşımıştır, hep…

    Etyemez, Samatya, Narlıkapı ve Yedikule’de, mayom aynı tuzlu suya girmekten bıktığında, yaz çıkınını toplar değişik olsun diye, uzun bir Kadıköy yolculuğuna çıkardım.

    Haziran ve Temmuz’un sıcak buğusu Marmara’nın üstüne düşünce, denizin yüzeyi tost makinasının arasında kalan sun’i bir ekmek gibi buram buram tüter, vapur yolculuğu insana elbise ile, bu engin su kitlesine kafa üstü dikilmek hazzı verirdi.
    Kadıköy vapur iskelesinden sonra, seri adımlara binen gençliğim beni bilemedin, 20 dakika yarım saat sonra bu beldenin “Riviera”sına götürür, Moda, Kalamış koyu Onsekiz Mart Suadiye ve Caddebostan, olanca güzelliği ve çekiciliği ile bedava keyif günlerimin çarmıhına gerilirdi.

    Kadıköy’e baharın gelişi, mis gibi kokan hanımeli ve manolya pülverizasyonunda belli olur, tertemiz oksijen doğanın ve insanların zindeliğini sağlıklı bir çizgiye çıkarırdı.


    Bahçeli ahşap evler ve konaklarda, bir şehir ve iskan özgürlüğünü çıkaran az sayıdaki İstanbullular, denize daha yaklaştıkça, önü sandal ve motor bağlı geniş rıhtımlı yalılara kayar, yaz bu imtiyazlılar için, “denizde yıkanan mevsim” çekiciliğine bürünürdü.

    İstanbul kıyılarındaki denizler, o zaman fakirliğin simgesi olan Sümerbank patiskasından mayo yapma gibi bir mal beyanını sürdürürken, Kadıköy kumlukları karaborsa zenginlerinin “zade” ve “kerime”leri ile bir defile podyumuna döner, şaibeli aristokrasi karşı kıyılarda kurulurdu, hep…

    Yalı rıhtımlarında sırt ve göğüslerini, üstlerine epey inmiş İstanbul güneşinin kızgınlığına veren babası pahalı kızlar, Menderes liberalizminin ilk ithal “koka kolalarını içer, “Dual” marka pikabın üstüne konan Avrupa menşeli 33’lük bakalit plaklardan Nat King Cole, Frank Sinatra, Louis Armstrong ve Dean Martin dinlerlerdi.

    “Arrow” marka döpiyes ve bikini mayolarla Kadıköy sosyetesinin genç bireyleri o zaman tanışıyor, demokrasi koyulaştıkça koyulaşacak “servet düşmanlığı” kini, bu sahillerde tohumlarını atıyordu, belki de…

    “Fiber Glas” teknelerinin küçük ve azman modelleri, az sürat yapan kıç motorları ile daha 1940’larda Marmara denizine indiriliyor, az sayıda su kayağı meraklısı da maviliğin üstünü, bir buz pistinin helezonlu baş dönmelerine çeviriyordu.

    O zamanlar Kadıköy eğlence hayatının favori yeri Caddebostanı gazinosu ve aynı adı taşıyan plajı idi.

    Asırlık çınarların gökyüzünü ve güneşi bloke ettiği geniş bahçe, çardak ve kamelyaları ile yer yer localaşır, gün boyu çay kahve gazoz içilen ve ailelerin yağlı gevrek küçük halkalarla 5 kahvaltısı yaptıkları bir mekana dönüşür, gece ise çehre değiştirerek, ya Mualla Gökçay ve Hacer Buluş’un alaturka ve türkülerine mikrofonluk eder, ya Erdoğan Çaplı’nın piyanosu ile deruni bir sukuta bürünür, ya da cambaz truplarından heyecan, alafranga gruplardan tango ve fokstrot için figürler alırlardı.


    O tarihlerde Caddebostanı plajı ve gazinosunun kralı, beyaz perdemizin en çarpıcı jönü Turan Seyfioğlu idi.

    Melankolik gözleri ve bakışları, kendinden perma yapmış dalgalı saçları, yanaklarından 1 milim çıkmış siyah sakalları, uzun ince boylu ve biçimli vücudu ile Turan Seyfioğlu, kapıdan içeri girdiği andan itibaren kız ve kadınların “dikiz tacizi”ne maruz kalır, mekan “film kahramanı ve figüranlar” denen bir platoya dönerdi.

    Fransız lejyonunda paralı askerlik yaptığı söylenirdi, Turan Seyfioğlu’nun…

    Yazın üstüne giydiği safari benzeri Mısır ipeği ve keteninden yapılı bol gömlekler, sonbahar geldiğinde kirli yeşil Cezayir parkaları ile yer değiştirir, yakın arkadaşı prens Vedat, hep aynı esprilerle saldırırdı, bu lejyon butiğine…

    “Bu kıyafetler, Turan’ın Cezayir’de vatanı bilinmeyen öldürdüğü düşmanlarının üzerinden çıkarıp aldığı, savaş kreasyonlarıdır, beyler…”

    Turan Seyfioğlu plaja gelir gelmez, “sarı çakar”a kadar giden ve uzun süren iki üç yüzme maratonu yapar, sonra badem yağı tendürdiyot karışımı, kendi yapımı güneş losyonunu sürer, güneş göğün tavan ortasına gelinceye kadar “çekek”in betonunda, boydan boya vücudunu uzatırdı. Saat 12.00 oldu mu Turan Seyfioğlu’nun kararma ve bronzlaşma seansı biter bol buzlu bir bira bardağına koyduğu renksiz maiyi etrafına doluşan arkadaş grubu ile şakalaşarak rahat bir tempoda içerdi.

    Bazı günler Turan Seyfioğlu’nun yaz keyfine kendi meslek klanının hatunlarından Neriman Köksal, Şadıman Aşın ve Pola Morelli gelir, suda ağır şakalar yaptığını bildikleri için, bu melül bakışlı, fakat özel hayatında devi- rici yumruklan olan bu romantik jönle, denize girmezlerdi kesinlikle.

    Turan Seyfioğlu “Yeşilçam’ın hurileri gelmiş” diye onların karşısında aşırı bir nezaket cimnastiğine girmez, bir salon ve fırsat erkeği gibi yılışmaz, yakası zor açılan konuşmalarla, kendi uslubunu hayat umursamazlığını ve derbederliğini sürdürürdü, olanca frensizliği ile…

    Herkesin “buzlu su” diye baktığı büyük bardak Turan Seyfioğlu’nun ellerinde saatler boyu kalınca, plaj cemaati olanca saflığını sürdürse bile, alkolün iç monoloğu gerçeği söylerdi, kısık kısık…

    “Turan’ın elindeki bardak sek votka ve buzdur. Sallanmadığına, etrafa dokunaklı laf göndermediğine bakıp bu çocuğu evliya sanmayın. O buzla karışık iki büyük votkayı bu sahilde içer bitirir, sonra akşam rakısına başlamak için, ağzını bir iki el perdahı ile ütüleyip, buradan çeker gider.”

    Turan Seyfioğlu kendi zamanı ne kadar büyükse, o çapta büyük bir aktördü.

    Yüreği büyüktü, arkadaşlığı içtenliği insanlığı yaşamı paylaşışı ve kadehi büyüktü.

    Onun için erken öldü, ya…

    İslam Çupi / Taha Toros Arşivi

  • Çelebizade Sait Tevfik

    Çelebizade Sait Tevfik

    Alican Küçükcan ağabeyimizin “Sarı Lacivert Mikrofon” yazısında konu ettiği büyük Fenerbahçeli Çelebizade Sait Tevfik için Taha Toros da bir yazı kaleme almış. Sizi bu güzel detaylarla baş başa bırakalım. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İlk Spor Spikeri Sait Çelebi

    Futbol sahalarının bülbülü olarak tanınan ilk spikerimiz Sait Çelebi, ilk spor dergisini de yayınlayanlardandı. Şakacı konuşmalarıyla anlattığı maçları, radyoları başında dinleyen yüz binlerce sporseverlere zevkli dakikalar yaşatırdı. Dinleyicileri kahkahaya boğan bu espri küpü spikerimiz, dönemine damgasını vuran, kendine özgü bir sohbet adamıydı.

    Sait Çelebi, 1897 yılında doğdu. Babası Şamlı Tevfik Bey’di. Üç kardeştiler. Münir ve Refik adındaki kardeşleri -kendisinden çok önce- kendisi gibi, çocuksuz öldüler.

    Okuldaki öğrencilik yılları (Çelebi Zâde Sait Tevfik) olarak geçti.

    Ailesi, Said’in doktor olmasını istiyordu. Sait Tevfik, bu arzuyla, Askerî Tıbbiye’ye girdi. Ne var ki, bir kadına uygulanan rahim ameliyatı esnasında baygınlık geçirip yere yığıldı! Bu olay, Tıbbiyeyi terk etmesine neden oldu. Hareketli delikanlılık yıllarında -ülkemizde tohumu yeşermeye başlayan- futbola karşı büyük tutkusu vardı. Bu eğilim onda bir bağımlılık yarattı. Yuvarlak topun sürükleyici çekiciliğiyle Fenerbahçe Kulübüne girdi. Kalemi spor olaylarını yazmaya, akıcı dili olayları zevkle anlatmaya elverişliydi. Bu yeteneğiyle, 1924 yılında Paris’teki olimpiyatlara gönderildi. Olimpiyat haberlerini yansıtmaktaki hüneri, o’na şöhretinin kapısını araladı.

    Değişik gazete ve dergilerde, spor eleştirmeni olarak, uzmanlığı takdirle karşılandı.

    Çıkardığı Spor Alemi, bizde bu alanda, ilk izleri kapsayan ünlü dergilerden biri oldu.

    1939 yılında, dünyanın en büyük fuarlarından olan New York sergisine, Ahmet Emin Yalman, Vedat Nedim Tör’le birlikte, görevli olarak gönderildi.

    Amerika dönüşünde Ankara’ya yerleşti. Önce Kızılay’da Ragıp Soysal Apartmanı’nm altındaki (Ulus Sineması )nı -Ali Cemal ve kardeşiyle- yönetti. Sinema yöneticiliğinde de vukufuyla tanınan Sait Çelebi, daha sonra Sıhhiye’deki (Ankara Sineması)’nın idaresini ele aldı. Ne var ki, yüreğindeki İstanbul özlemini önleyemeyerek, Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a geldi.

    Birkaç arkadaşıyla, Yalova’daki Termal Oteli işletti. Buradan hayli para kazandı.

    Sait Çelebi hareketli bekâr hayatını 1927 yılında sinemada gördüğü, bir güzel hanımla noktalamıştı.

    Hayal olmuş o eski İstanbul sosyetesinin, güzellikleri dillere destan bir ana-kızı vardı. Bunlar, soylu bir aileden gelen Behiye Hanım’la kızı Güzide Hanımlardı. O günlerin beğenisine göre, kadınlarda aranan güzellik ölçüsü, etine dolgun, tenleri pırıl pırıl, gözleri yakıcı olmalıydı. Sait Çelebi, zaman zaman mikrofonda da kadınlarda aranan güzellikleri böyle anlatırdı!

    Sait Çelebi’nin kayınvalidesiyle eşi, kendisinin güzellik telâkkisine tıpatıp uygun tiplerdi!

    Kayınvalidesinin ilk eşi -Sadrazam meşhur Keçeci Fuat Paşa’nın torunu- Reşat Fuat Bey’di. Döneminin aristokratlarından ve kültür adamlarından olan Reşat Fuat Bey’le Behiye Hanım tantanalı bir düğünle evlenmişler ve dört oğulları olduktan ayrılmışlardı. Oğullarından ikisi Büyükelçiliğine kadar yükselmişlerdi. 4 çocuk doğurduktan sonra bile güzelliğini kaybetmeyen Behiye Hanım, daha sonra, döneminin tanınmış simalarından Bebekli Mehmet Ali Bey’le evlendi. Tek kızı olan Güzide’yi doğurdu. Anası gibi güzel olan Güzide, zamanın güzelleri arasında yer aldı.

    Anası gibi, genç yaşta evlendirilen Güzide Hanım, mutluluk yüzü göremediği kocasından ayrıldıktan sonra, 6 yıl dul kalmış ve bir gün sinemada göz göze geldiği Sait Çelebi ile evlenmişti. Dönemin tanınmış kişilerinin huzurunda -Türkiye’nin ilk nikâh memuru- Ubeydullah Efendi’nin esprili nasihatlarıyla, 17.1.1927 günü yuvaları kurulan çift, mutluluklara örnek bir yaşam sürdüler.

    Sait Çelebi’lerin çocukları olmadı. Ama, ecdaddan kalma -7 yaşındayken Sudan’dan kaçırılarak, 7 altına satın alınan Bacı’nın sonradan doğurduğu- Şirin’i nüfuslarına geçirtip evlat edindiler. Sait Çelebi, ömrünün sonlarına doğru antikalara ve özellikle ünlü ressamların tablolarına düşkündü. Bir küçük müzeyi andıran evinde, 1953 yılında öldü.

    İlk mikrofonun futbol alanlarına girdiği yıllarda milletimiz, ondan, esprilerle dolu, heyecanlı maçlar dinlemişti.

    Taha Toros / Çelebizade Sait Tevfik